Bir “Sonbahar”

Ben Karadeniz’liyim (Samsun). Bir gün Trabzon’dan Giresun’a dönüyordum, otobüs İstanbul’a devam edecek, ben Giresun’da inecektim. Giresun’a iki kilometre kala bir yerde yemek molası verdiler, akşam olmuş, güneş batmıştı, mola yerinde beklesem daha çok zaman harcayacaktım, Giresun’a kadar yürüdüm. Mevsim sonbahar olmalı, deniz coşmuş, yürüdüğüm kaldırımın hemen dibinde başlayan kayalara peşipeşine çarparak adam boyunda yükseliyordu… Özcan Alper’in filmine yerleştirdiği dalgalar kadar değildi belki ama sokak lâmbalarının da yanmadığı o sonbahar akşamında, ürkütücü bir keyif veriyordu insana. Askerde ise, son iki ayda bir doktor asteğmen arkadaşla beraber Akçay’da bir evde kalmıştık, sanırım Artvin’li idi. Bir ara yanımıza annesi de geldi, kendi aralarında anlayamadığım bir dil konuşurlardı, Lazca olduğunu söylemişlerdi. Karadenizli olmam nedeni ile lazların şivelerine alışkındım ama, konuştukları dilden hiçbir şey anlamam mümkün değildi.

Sonbahar neyi anlatır, yahut neyi anlatmaz? Sinema bir anlatım dilidir; her tür film için geçerli bir öngörüdür bu ama hiçbir dilin bir tek biçimde kullanımı yoktur. Sinemayı tiyatro ile karşılaştırırlar, temel farklılıkları olduğu için yeterli bir doğru değildir bu ön kabûl. Sinema daha çok müzik ile karşılaştırılmalıdır, yapısal olarak. Edebiyat türleri içinde şiirin ve romanında sinemaya yakınlığı olduğunu birbirini etkileyebildiğini söyleyebilirim. Bu noktada vardığım sonuç (filmi seyrederken edindiğim intiba) Sonbahar’ın daha çok öyküye yakın bir film olduğu. Alper, filmini bir öykü anlatır gibi anlatıyor, öykünün tüm özelliklerini kullanıyor, bu arada dramatik yapıyı (entrikayı) gerilere itiyor, insana yöneliyor. Belirli bir çevrede (coğrafyada) yaşayan, anlatılması zor, sadece yaşayanın bilebileceği günlerden çıkıp gelen, hiçbir problemini (?) çözümleyememiş, uzun süre kafeste kalıp bir sabah dışarıya salınan bir kuş gibi gideceği yeri (yapacağı şeyi) bilmeyen bir insanın boşluğu… Ülkesindeki politik değişim nedeni ile yabancı bir ülkeye gelmiş, ülkesinde bıraktığı kızını özlemle anan, sığındığı daracık bölgede ancak bedenini satabilen (kiralayabilen) bir başka kader yolcusu… Bu insanlar başkaları ile konuşamayacakları şeyleri birbirlerine, ancak birlikteliklerinin ilerlemiş aşamalarında, hiçbir sonuç alamayacaklarını bilerek açarlar. Çözümde aramamaktadırlar. Yusuf, doktora gitmekte ne kadar umursamazsa, Eka çaresizliğine çözümü -ne kadar çözümdür?- kızının yanında arayacaktır. Yusuf verdiği sözü tutacak, TV.de buz pateni seyretmeye dalarak unuttuğu öğrencisine bisiklet alarak kar altında köyüne dönecektir. Yine kargalar ötmüş, yine bir cenaze kalkmıştır (yoksa kalkacak mıdır?) ve aşağıda kasabada Karadeniz, ufkumuzu tamamen kapatan dalgalarla, iskeleyi dövecek, yıkayacaktır…

(01 Ocak 2009)

Orhan Ünser