Kategori arşivi: Yazılar

Easy Rider

Festivaller… yeni filmlerin yarıştığı bir şenlik olmanın yanında eski değerleri de tanıma olanağı tanıyor. Easy Rider hep görmek istediğim bir filmdi. Filmin adını ilk duyduğumda Henry Fonda’nın, ablası kadar ünlü olmasa da, yine birkaç filmde oynamış oğlu Peter Fonda’nın yönettiği bir filmdi. Sonra Fonda’nın yanında Dennis Hopper adında bir yönetmen daha olduğunu duydum. Sonrada yönetmen olarak Peter Fonda’nın adı geçmez oldu ama film de ortada yoktu. İlerleyen zamanla Peter Fonda ortadan çekildi, Hopper birbirinden ilginç filmlerle beyazperdede konuğumuz oldu. Easy Rider gizlenmeye devam ediyordu, kült bir film olarak görmek istediğim yapıtı, asıl görme isteğim oyuncu olarak bir çok kez seyrettiğim Hopper’in yönetmen olarak ne yaptığı idi. Festivallerin cilvesi yaptığı sürprizlerdir; bu yıl bana yapılan sürpriz Easy Rider oldu.

1969 yapımı filmde, daha önce küçük ama dikkat çekici roller oynamış olan Hopper ne yapmıştı da kırk yıldır hâlâ ilginç idi. Film çekildiği yıllara göre ilerici özelliği yanında naifliği de taşıyordu. O tipik Hollywood filmlerinin şablonlarına itibar etmiyordu. Senaryo, yapımcı Peter Fonda ve yönetmen Dennis Hopper’in yanlarına aldıkları Terry Southern tarafından yazılıyordu. Dramatik yapı hemen yok gibi (acaba – ?) (ilk kez Ömer Kavur’un Körebe’si üzerine yazılan bir eleştiride okuduğumda çok beğendiğim deyiş ile filmde) “aşk yok”. Kadın -aşık olunan- yok, kadınlar var, insanları sırf “saçları uzun” diye öldüren USA sessiz çoğunluğu var. (Aynı kişiler yıllar önce Arthur Penn’in The Chase’sinde de vardılar.)

İki serüvenci, at yerine motosiklete biniyorlar, satın aldıkları esrarı başkasına satarak kazandıkları para ile karnavala gidiyorlar. Bomboş yollarda, ne bir arabayı sollayarak, ne bir araba tarafından sollanarak, bomboş yollarda… Karşılaştıkları kişilerle -motosiklete otostop yapanlarla- geçici ilişkiler kuruyorlar, gitmeleri gereken bir yer var, bunun için yollardalar. Yolculukları müzik eşliğinde sürüyor, şarkı sözleri filmin açıklanması sanki… Ses/müzik bandında kimler yok Steppenwolf, The Byrds, Bob Dylan, Robbie Robertson grubu, Jimi Hendrix, Electric, Roger McGinn, birkaç kuşağı peşinden sürüklemiş, coşturmuş sesler.

Yakışıklı Captain America / Wyat (Peter Fonda) USA bayraklı ceketi ve kaskı ile çıktıkları yolculukta sadece karnavala ulaşmaya çalışıyor. Yol arkadaşı -püsküllü cowboy elbisesi ile- Bill (Dennis Hopper) ulaşmaları gerektiğinde daha da ısrarcı… ’68 ruhunun özgürlükçü, bohem, “daha güzel bir dünya olabileceğine” inanan, sevgiden yana olan kahramanlarımızın (!) bir gecelik tutukluluklarında -o ne tuhaf nedendir!- tanıştıkları yol arkadaşları avukatta genç bir Jack Nicholson istikbalde geleceği noktaların müjdesini veriyor. Filmin asıl sürprizi.

Kırk yıl sonra, sinemanın günümüzde ulaştığı noktada bile keyifle izlenen, hâlâ genç (ve naif) bu filmi görmek, keyif verici olmanın yanında, görmeyi istediğim eski ve yeni pek çok filmin listesinden ayrılarak keyif veren filmlerim arasına girerken, -seyretmekle benim filmin oldu-sinemanın her zaman ne olanaklara açılabileceğini göstermesi bakımından da puan toplamaya devam ediyor.

Son bir not: Sn. Dorsay, Easy Rider’in “zamanında ülkemize gelmediğini, bu nedenle de ‘Türkçe’ adının olmadığını, bütün dünyada da bu isimle gösterildiğini” belirtiyor; hayli ilginç.

(03 Mayıs 2008)

Orhan Ünser

Sırrı Süreyya Önder: Diktatörlerin Aptallığını “Beynelmilel”de Gösterdim, Kanlı Oluşunu da “O… Çocukları”nda

“BENİM SİNEMAM ‘YOKSUL’LARIN TARAFINDAN BAKIYOR”

Sırrı Süreyya Önder, daha ilk filmi Beynelmilel’de, kendi sinematografisini oluşturacağını gösterdi. Nefreti, öfkesi olan bir senarist ve yönetmen, o. Buradan besleniyor; ama ona mahkûm değil. Karşısında durarak, öfkesine biçim veriyor. Ama bu, bir dönüştürme olarak algılanmasın. Önder’in derdi, kendi varlığı için insanları yok eden iktidar; bunun özgün adı ise diktatörlük…

Beynelmilelde bir siyaset ve toplum okuması yaptınız. Senaryosunu yazdığınız O… Çocukları da aynı paralelde mi yürüyor?

Beynelmilel, belki de anti-militarist duruşumu sözümü sakınmadan en net biçimde söyleyebildiğim filmlerden birisi oldu. Bunu yaparken o biyografik özelliklerinin dışında biraz ‘diktatörlüğün budalalığı’nı ya da ‘budalalığın diktatörlüğü’nü teşhir etmeye çalıştım. Bütün diktatörler aptaldır ve bütün diktatörlerin eli kanlıdır. Aptallığını Beynelmilelle gösterdim, eli kanlılığını da bu filmde anlatmak istiyorum. Aradaki fark budur.

80 darbesini çok acımasız bir şekilde yaşadınız. Frankfurt Okulu’ndan biliyorsunuz ki, “Çıplak gerçeklik, korkutur.” Sırrı Süreyya Önder hâlâ o hazmedememişliği içinde taşıyor mu? O nefret tüm canlılığıyla içinde mi?

Bunun mağduru bir tek ben değilim ki! Hatta en önemsiz mağdurlarından birisiyim. Yaşanan diğer acıları hatırladığımızda benim derdimi anlatmam bile ayıp. Hayatını kaybedenler var. Gözünün önünde çocuğu tecavüze uğrayanlar var. Gözünün önünde eşi tecavüze uğrayanlar var. Adam oğlunu arıyor, oğlunu öldürmüşler. Çeşitli merkezlere gidiyor ve adama “Oğlun Karşıyaka’ya götürüldü.” diyorlar. Adam gelmiş Hozat’tan; bilmiyor Karşıyaka’nın mezarlık olduğunu. Gidip soruyor herkese, kimse ona mezarlık olduğunu söyleyemiyor. Hâl böyleyken, bunu kişisel bir bağışlama ya da cezalandırma gibi görmemek lâzım. Bu bir toplumsal suç ve kollektif ayıbımızdır. Bunlar ne zaman yargılanır; biz de o zaman yüreğimizdeki öfkeyi, rafa yerleştiririz.

Anlatıcılığın bir misyona dönüştüğünü söyleyebilir miyiz o halde?

İster istemez dönüştü. Çünkü “Sen bunu dile getirdin. Şunu da getirirsin.” diyenler var. Bunların hiç birisi, sırtınızı döneceğiniz talepler değil. Ama benim sinema yolculuğum, genel anlamda yoksulların yanından bakıyor. ‘O… Çocukları’ da öyledir. Etini satarak geçinmek zorunda kalan bir kadından daha yoksul hiçbir varlık yoktur. Bu ne açlığa benzer, ne susuzluğa benzer, ne evsizliğe benzer! Benim bu dertlere yetişmem mümkün değil, sinemanın kendisi de tek başına derman olamaz. Ama bir duruş ve yolculuk olarak hep yoksulun yanındadır benim kameram.

YILMAZ GÜNEY’İN GÖNÜLLÜ ÖĞRENCİSİYİM

Yılmaz Güney sinemasının izinden gidiyorsunuz. Peki, anlatıcılık bağlamında “Neden ben?” diye sorguladığınız oluyor mu?

Yok, hiç öyle değil. Bir sürü arkadaşımız var, bu çizgide önemli işler yapan. Bunların kitlelere ulaşabileni var, ulaşamayanları var; ama bu çizgide uğraşan birçok sinemacı arkadaşımız var.

Sizinki, ironik oluşu ve yalınlığındaki çarpıcılığıyla daha öne çıktı…

Yılmaz Güney benim kutbumdur. Hem siyaseten yoldaşım; hem de sinemada açtığı yolu takip eden öğrencisiyim. Sebebi de şu: Bu ülke sinemasının ortak aklı yoktur. Ortak hafızası yoktur. Hiçbir ülke sinemasını etkilememiştir. Ne zamana kadar? ‘Umut’ filmine kadar. ‘Umut’ filmi, Türk sinemasının yapı taşlarından birisidir ve belki de en önemlisidir. ‘Umut’dan sonra Türk sinemasında hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır, olamazdı da. Bugün herhangi bir İran sinemacısıyla konuştuğunuzda Yılmaz Güney’i örnek aldığını söyleyecektir. Yeni nesil de Yılmaz Güney’i örnek alanları örnek alıyor. Dolayısıyla veraseten intikâl eden bir durum var İran sinemasında. İran sineması hep yoksulların sinemasıdır. Oradaki politiklik adamın beynine şamar gibi iner. ‘Ajitasyon sineması’ denir bir anlamda. Yılmaz Güney’in yaptığı; ajitasyonu, o didaktikliği, ete kemiğe büründürmektir. O anlamda ben, Yılmaz Güney’in rahle-i tedrisine diz çökmemiş bir öğrencisiyim.

Bu öğrencilik, ‘kaybedenler’in hikayesinden geliyor. Barış Pirhasan’a “Öfkem var, bu yüzden senaryo yazmak istiyorum.” demeniz de bunun dışavurumu olmalı?

Bir türkü vardır: ‘Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.’ Barış Pirhasan’a öyle demiştim; o da “Sinemaya başlamak için iyi bir sebep.” dedi. Ama bana devam ettirmek için de bu öfkeyle arama bir mesafe koymak gerektiğini öğretti. Mesafe biraz daha serinkanlı bakabilmeyi çağrıştırsın. O anlamda kaybetmek, kazanmak falan çok uzun bir zaman aralığında muhasebesi yapılacak şeyler. Bugün, işkenceye uğratan o insanların sokağa çıkıp, dolaşabilecek halleri yok. Yüzleri de yok… Biz geziyoruz ve Orhan Kemal Kahvesi’nde oturabiliyoruz, ama onlar oturamazlar. Çünkü namusları noksana düşmüştür onların. Niye? Ellerine kan bulaşmıştır. Niye? Mahkeme kararıyla tescilli hırsız oldukları ortaya çıkmıştır. Bu ülkenin en önemli şeyini, zamanını çalmışlardır. Neyi bahane ederek gelmişlerse, onu çoğaltarak gitmişlerdir. Yazık bu ülkeye! Bu anlamda bizim söyleyecek sözlerimiz var. Bu öfke ürünlerimizi başlatmak için sebep olmalı; ama ürün sinemaysa bunun önce sinema olmasına gayret göstermeliyiz.

“Her filmde olduğu gibi bu filmde sağ yok.” eleştirisi getirilmişti, Ali Murat Güven’in eleştirisiydi. Bu ifade, sizi çok etkilemişti. Yine de Beynelmilele bakınca, sert bir sol algısıyla karşılaşmadı izleyici. Sizce o ‘öte anlam’ neydi?

Bir tek şeyi yapmaya çalıştık: Samimiyeti elden bırakmadık. Mevzuya tüccarca değil samimiyetle yaklaştığınızda, bu duygu insanlara mutlaka geçiyor. Hiçbir şeyi bilmiyorsanız da samimiyeti elden bırakmayın. İnsanlar diğer çapakları affedebiliyor. Sağın olmaması meselesine gelince, sağın kendisi 12 Eylül’de iyi bir sınav veremedi. Dolayısıyla 12 Eylül ürününün önemli ana objelerinden birisi olamıyor. Hatırlayalım dönemin sağ siyasi aktörlerini… En baba yiğitleri ‘Fikrimiz iktidarda, kendimiz mahpustayız.’ dedi. Agâh Oktay Güner sanırım, MHP büyük davasında böyle bir savunma yaptı. MHP’nin ikinci ya da üçüncü adamıydı. Diğerleri de itiraz etmediler bu minvalde savunma yaptılar. Fikrin iktidardaysa yapılan bütün zulümlerde dahlin var demektir. Çünkü iktidarda olan fikir; insanı yok sayan, ilerlemeyi, aydınlanmayı, eşitliği, özgürlüğü yok sayan ve bunu kanla boğan bir anlayış. O zaman sen bu tür sanatsal ürünlerde, var olamazsın, yer alamazsın. Kenan Evren’in şöyle bir demeci var: “İlk idam dosyası önümüze geldiğinde denge olsun diye bir tane de sağdan olsun dedik.” İşte o dengeye kurban giden sağcının konusu sinemanın konusudur. Ama bunu da bir sağcının yapması lâzım. Bundan sinemasal bir şey yok. Kendini iktidarda zannediyorsun ve seni asıyorlar.

Bir solcu bir sağ filmi çekemez mi? Arada keskin bir sınır mı var? Yoksa o anlam dünyasına hakim değildir de, o yüzden mi çekemez?

Çeker; her şey öğrenilir, her şey yerine konulur. Ama niye bir sağcı çekmesin. “Bu filmler bize yer vermiyor.” demek, soylu bir yaklaşım değil. Sağın önemli sinemacıları var. Hepsini çok önemsiyorum ben. Yücel Çakmaklı, İsmail Güneş ve ismini yeni duymakta olduğumuz, kısa film çeken arkadaşlar…

Solun, hikâyelerini beceriyle anlatabilmesini neye bağlıyorsunuz?

Dramaturjide basit bir kurala bağlıyorum. Siz başkasının aşk mektubunu yazamazsınız. Oturursun, o aşkı en iyi sen anlatırsın. Çünkü o aşk seni perişan etmiştir. Sağın şanssızlığı, dramaturji eşittir çatışma, o da eşittir engel. Böyle basit bir tanıma indirsek, sağ repertuar hayatı hep bir takdiri ilâhi olarak görünce buradan bir çatışma çıkarmak zor.

Askerlerden, Beynelmilele dair tepkiler aldınız mı?

‘Eline sağlık’ diyen, o dönem askerlik yapmış insanlar oldu. İkincisi, “Evet filmde bahsi geçen konular oldu.” dediler. Fakat bundan hemen sonra hiyerarşiyle eğlenmemi eleştirdiler. 30 Ağustos balosunda başçavuşla, yüzbaşıya aynı masada rakı içirmiştim. Hiyerarşiyle her şey yapılır ama eğlenilmez. Niye ilk dansı komutan yapsın? Buna çok bozuldular. Ankara Barosu, kendi üyeleri arasında yılın filmi seçtiler Beynelmileli. Film izlenildi, ödül verdiler sonra da soru cevap faslına geçildi. Üç, dört tane emekli askeri hukukçu kalkarak sadece bu konudaki itirazlarını dile getirdiler. Buraya takılacaklarını da biliyordum.

O… ÇOCUKLARI, ‘EMANETÇİ ANNELER’İN HİKÂYESİ

O… Çocukları’ndan biraz bahsedersek, yine 80 dönemini ya da siyasetin ezdiği insanı mı sorguluyorsunuz?

Sadece 80 dönemini değil… Faşizmin dini, imanı, kitabı yoktur. Ama cinsiyeti vardır. Faşizm erkektir. Bütün jargonu, erkek jargonudur. Bütün yöntemi, kaba erkek yöntemleridir. Bir toplumu erkekleştiremezsen, o kitleyi faşizmin uzantısı yapamazsın. Kadın merhamettir, kadın vicdandır, kadın anadır, kadın topraktır. Dolayısıyla faşizmin ilk mağdurları kadınlardır. Bu olgunun fıtratı budur ve ilk mağduriyetini de kadınlar yaşar. O… Çocukları, bir kadın hikâyesidir. Hemen bunlarla birlikte anılması gereken diğer kesim çocuklardır. Kim Allah’tan korkmaz? Çocuk, derler. Çocuk dolayısıyla faşizmden de korkmaz. O… Çocukları’nda kadınların ve çocukların üzerindeki tahribatı anlatmaya çalıştım. Yani faşizmin erkek yüzünü…

Foucaultyen bir yere doğru gidiyoruz. İktidarın, bedeni tahakküm altına alması… İlginçtir Türk sinemasında bugüne kadar böyle bir örnek yok sanıyorum. Zor bir işe soyunduğunuzun farkında mısınız?

Vardır mutlaka, benim şimdi aklıma gelmiyor ama. İnsanlar hayatı üç şekilde algılarlar: Günlük hayat, bilim ve sanat. Herkesin şeyi neye dönükse, bakarsınız çok ünlü bir adam görürsünüz, ama hayatın, kâinatın sırlarına ermişçesine refleksler gösterir. Bu o günlük hayattan süzebilmektir. Yoksa Yunus Emre’yi izah edemezsiniz. Marx, Das Capital’i yazar, Picasso’da onu Guernica’yla anlatıverir. Ben de oturup size anlattığım kadar detaylı cümleler kurarak bu hikâyeye başlamadım. Drama, soru sormakla başlar. Soruyu sorarsın, verdiğin cevap senaryondur. Cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a ilk geldiğimde, Tarlabaşı’nda kalmıştım. Yüz yıllık köhne bir apartmanda! Yıl 1988. Orda çoluk çocuklu birkaç ev görünce dikkatimi çekti. Sordum, ‘emanetçi anneler’in evi dediler. Ne iş yapar bunlar? Fuhuşla geçinmek zorunda kalan kadınların çocuklarına bakarlar. Bu tanım bile yeterince dehşetengiz. Daha sonra tanıdım da bu çocukları. Bu kadınların çocuklarının hepsinin hayat hikâyelerinde cinsel tacize uğramak var. Emanetçi anneye bırakılanlar, bu anlamda güvencede sayılıyorlar. Bu kadınların hepsinin başı, çocuklarının babasıyla dertte. Bütün kavgalar hep çocukların üzerinden yürütülüyor. Emanetçi annelerin iyi – kötü militer bir gücü de var. Yanlarında mutlaka bir sabıkalı bulunduruyorlar. Bir üçüncü husus bu kadınlar, çocuklara, annelerinin iştigâl ettiği işi sevdirmiyor. Bende, “Yurt dışına gitmek zorunda kalmış, eğitimli bir aile; çocuğunu emanetçi annelerden birine verseydi neler olurdu?” sorusunu sordum, senaryo çıktı ortaya.

Senaryoyu yazarken, emanetçi aile kavramını yeniden gözlemleme şansınız oldu mu?

Bu kavram artık yok. Çünkü fuhuş, kurumsallaşmaktan daha vahim bir boyuta geldi bu ülkede. Bir kere ideolojik olarak meşrulaştırıldı. Bu nedenle “ar, namus” olgusu ortadan kalktı. Bir de çok yaygınlaştı. Paranın maliyeti ne kadar yükselirse ahlâkın maliyeti o kadar düşer. Enflasyon, ahlâksızlık demektir. Kapitalizm, namussuzluk demektir. Bu çok bilimsel bir şeydir. Kendi insanımız yetmezmiş gibi, başka ülkelerin kadınları da bu ülkede böyle bir pazarın metaı haline geliyor. Şimdi nispi refah denilen bir şey var. Etiler’de insan bu işi yapıyor olabilir; ama parası, onun yoksulluğundan bir kademe eksiltmez.

İktidar ve beden ilişkisinde, ‘çocuk’ kavramını nasıl şekillendirdiniz? Kapitalist ya da modernist düşüncenin, çocuğu, üremenin sonucu dünyaya gelen beden olarak görmesine dokundunuz mu meselâ?

Çocuk için hiç bu kadar ayrıntılı analizlere gerek yok aslında. Çocuk tüketim ideolojisinin önemli metalarından biridir. Hem hedefidir, hem objesidir. Meselâ bir hayat kadını var. Okuması yazması yok. “Okumam yazmam yok; ama her gün mutlaka bir gazete alırım.” diyor. Ben, herkes bağışlasın, bugün çocuğunu kolejlere sokma, belli kalıplara sokma histerisinde olanlara gönderme yaptım. Orada en sevdiğim diyaloglardan birisi şöyle gelişiyor: Kadın, çocuğuna Sakıp adını vermiş, zengin olsun diye. Her gün işine giderken, çocuğa para veriyor. Akşam geldiğinde de verdiği paranın hesabını soruyor. Bu toplumda, “Babam bana şunu verirdi, akşam onunla şunu yapardım, sonra zengin oldum.” gibi bir geyik dönerdi. Bildiğimiz mahdut sayıdaki zenginimizin hikâyesini, bu zannederdik. Fakat çocukta böyle bir şey yok. Her akşam geliyor çocuk mal mal bakıyor, ona verilen parayla kesinlikle bir sermaye birikimi yapması mümkün değil. O anda hayat kadınının şöyle bir yakınmasını duyuyoruz, gayet hayal kırıklığıyla: “Acaba Vehbi mi koysaydım?”

3. FİLMİMİ TEK BAŞIMA YAPACAĞIM

Halihazırda üçüncü bir sinema projesi var mı?

Berlin Duvarı’na gecekondu yapan bir Yozgatlı’nın hikâyesini işliyorum. Biraz fazla ironik… Bir Türk, dünyaya kederdir. Orada da gene yoksulluk var. Etini satmaktan sonraki yoksulluk baremi de gurbete düşmektir. Gurbetlik essahlı bir derttir. Rivayet, 72 millet var diyorlardı. Şimdi 73 millet var; çünkü göçmenler de artık bir millet. Meşrebi, menşei, rengi, dini, dili ne olursa olsun göçmenler diye bir millet var, millet tanımına çok uyuyorlar çünkü. Kaderde, tasada, kıvançta birler; dünyanın hangi coğrafyasında göçmense, aynı refleksi gösterirler. Bizim Almancının yaptığıyla, buradaki Nijeryalı’nın yaptığı arasında zerre fark yoktur. Ev sahibi ve göçmen olmakla ilgilidir bu hikâye. Gerçek bir hayat hikâyesi… TRT’de belgeselini gördüm, bir de Samanyolu’nda görünce, gittim adamdan telifini aldım. Bu, ilhakla başlıyor. “Almanya, acı vatan” adını yeterli bulmuyorum. Almanya’dan yapılan oryantalist filmleri de derde derman olarak görmüyorum. Hele bir de ben kurcalayım şu işi, bakalım ne çıkacak dedim. Böyle bir hallenmenin sonucudur, yani bir tür kederdir. Yozgatlı Osman da ufak ufak Berlin duvarının dibinde 580 metrekare arazinin ilk bir metresini çöpten temizlemekle başlıyor. Giderek oraya sahip oluyor, iki hemşerisiyle beraber. Sonra bu iki hemşeri birbirlerine düşüyorlar. Bu da, bize özgü bir hal…

Ne zaman çekilecek? Ayrıca yönetmen koltuğuna siz mi oturacaksınız?

Bu, Ağustos’ta çekilecek nasip olursa. Evet ben yöneteceğim inşallah. Her şeyiyle üstleniyorum projeyi.

“Ben, Türkiye’deki sinema âleminin adamı değilim.” der gibisiniz…

Sinema bu ülkede, en eski geleneğe sahip sektör. Ben de ona en son intisap eden adamlardan birisiyim. Burası dışarıdan bakıldığı gibi değil. Bizim sektörümüz çok dar. En muhteşem işi yapanlardan, en sıra dışı işi yapanlardan tutun, bir avuç insan sonuçta. Meslek içi çok uzlaşmaz bir dil kullananlardan değilim. Ayrıca çok bundan yana da değilim. Bir faydası olduğuna inanıyorum çünkü. Daha vahim noktalar var; bunlardan biri de dağıtım tekeli var bu ülkede. İstatistiklerde belki de en yüz akı olduğu alanlardan birisi kendi filmine teveccüh oranı. Bu, bizde yüzde 54. Avrupa’da Fransa kendi filmine kota koyuyor, ona rağmen rakamlar bunun çok gerisinde. Dünya üçüncüsüyüz. Amerika ve Hindistan’ın hemen ardından geliyoruz. Hal böyleyken Amerika bu alana muvaffak olamamış, çözümü şunda bulmuş: Dağıtım tekelini ele geçirmiş. Bu ülkenin toplam dağıtıcı oranlarına baktığımızda yüzde 80’ine yakını Amerikan şirketlerinin denetiminde. Ben bununla mı uğraşmalıyım, yoksa meslektaşımın kendi kişisel alanıyla ilgili bir film yapma hallenmesine mi saydırmalıyım? Onun için bu aleme ait olmak olmamak falan önemli değil.

(01 Mayıs 2008)

Fatih Dural

http://www.sinemalife.com

02 Mayıs 2008 Haftası

“WΔZ”, sevgi ve aşkın gerçekte olmadığını kanıtlamaya çalışan seri cinayetlerin peşinde ‘çok karanlık’ gettoya sürüklenip ‘ters köşeye yatırılacağınız’, gerçeklik duygusu yüksek bir polisiye dram-gerilim: WΔZ denkleminin ne olduğunu yeni öğrenenlerin tüylerinin diken diken olacağına eminim.

“Seksi & Çılgın” adlı sıkıcı filmi izlerken, bir an önce, çirkin ve iğrenç karakterin güzellik ve temizliğe geçiş yapmasını diliyorsunuz; işte tüm beklentiniz de bu zaten: Biliyorsunuz, iyi niyetli sinema seyircilerinin dilekleri hep kabûl edilir!

“Özel Tim”i izlerseniz, Rio De Janerio kentinin uyuşturucu merkezli şiddet dünyasında yarı asker sayılan ‘seçkin polisler’in görüş ve uygulamalarının nefes nefese koşturan tanığı oluyor; özellikle zengin çocuklarının talebiyle patlayan ticarette, sorunun çözümünün ne denli zor olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz: Tuhaftır; polis işkencelerini olduğu gibi gösteren film polis cephesinden baskı görürken, büyük oranda anti-kahraman başkarakteri yüzünden de entelektüel çevrelerden ağır eleştiriler aldı (iyi bir sanat yapıtı da kimseyi memnun etmez zaten).

“İkiye Bölünen Kız”da, çok güzel, akıllı, cesur genç karakter iki erkekle birden garip bir oyuna sürüklenirken, parayı ve kültürel gündemi ellerinde tutanlarla ‘çok dikkatli’ olunması gerektiği, keskin eleştirilerle -Chabrol ustalığına yakışır biçimde- dokuya işleniyor: Tam da görünenin altındakini merak edenlere göre.

“Iron Man”, yüksek teknolojiye sahip silâhların üreticisi dâhi iş adamının nasıl olup da kolayca duygudaşlık kuramayacağınız bir çizgi roman kahramanı olabildiğini merak edenlere sunulan büyük bir serüven: Doygun bir izleyici olarak çıkacağınız, eğer yazıları sonuna kadar izleme sabrınız veya merakınız varsa, en sonda bu tür seyirciye armağan edilen sahneyle de iyice doyuma ulaşacağınız kesindir.

“Altın Şans”, kimyaları mükemmel uyuşan iki başoyuncusunun cazibesi, duraksamaksızın mizah, macera, hareket, heyecan sunan yapısı ve ‘içi dolu’ hikâyesiyle baştan çıkarıcı: Doğanın ve özellikle su altının nefes kesici güzellikte olduğunu da biliniz.

(01 Mayıs 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

25 Nisan 2008 Haftası

“Suç”, ‘birine sahip olmak için bir başkasının ölümünü sağlamak’ gibi karanlık insan oyunlarından birini günümüz New York fonu önünde oynayan, ortalama bir film: 43 yaşındaki Emmanuelle Beart ile 67 yaşındaki Harvey Keitel’ın sevişme sahneleri filmin (2006 yapımı) en ilginci!

“Sokak Dansı”, kendilerini beden diliyle ifade eden ve sokaklarda dans ortaklığı yaparak öfkelerini boşaltan genç dansçıların sunduğu estetik ziyafet: Canlı bir gösteri izlemişçesine tatmin olarak çıkacaksınız!

“Ölümün Sesi”, bilinen bir hikâyeyi ortalamanın üzerinde bir gözü olan yönetmen sayesinde sıkıntı vermeden izlettiriyor: Mekânların dokusunu, açıları ve renkleri çok sevdim.

“Mevlana Celaleddin-i Rumi: Aşkın Dansı”, bir dramatik belgesel olarak ancak bu kadar kötü çekilebilirdi: Düzeyi ilk mektep ama inanın o çağdaki çocuklar da izlemez!

“Lütfen Başa Sarın”, enteresan buluşlarıyla güldürüde taze bir alan açıyor ve keyif veriyor: Yani, her film ‘isveçlenebilir’ (ne demek olduğunu öğrenmek için lütfen filme gidin)!

“Kesişen Yollar”, etkili oyuncu başarımlarının öne çıktığı, “ben olsam ne yapardım?” sorusunu sordurtan, vicdan azabı, pişmanlık, acıma ve affetme üzerine ilgiyi hak eden bir çalışma: ‘İnsan olma’, üzerimize yüklenmiş gerçekten de çok zor bir sınav!

“Karanlığın Gölgesinde”yi izlerken, çıldırmış uygarlığımızın (!) ortasında, hayal ile gerçek, mizah ile dram arasında huzur arayan adam, zihnimizi öyle açtı ve öyle ayna tuttu ki günümüze… Mutlaka gidin, dâhil olacaksınız.

“Çaylak Profesyonel”, 1970’lerin ortasında ve ‘disco’ parçalarının döneminde, çılgın mı çılgın bir basketbol liginin son yılına gidip doyasıya eğlenmek istiyorsanız eğer, tam size göre: Will Ferrell yine deli dolu, yine harika!

(24 Nisan 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Zeynep Pabuççuoğlu

Yakında vizyona girecek olan Cennet filminin genç ve güzel oyuncusu Zeynep Pabuççuoğlu tiyatro kökenli. Çocukluğundan beri tiyatro sahnelerinde. İlk film deneyimini çocukluğunda Ferhan Şensoy’la oynadığı Bir Bilen filminde yaşayan oyuncu, İkinci filmi olan Cennet’te sinemanın ne demek olduğunu anladığını ifade ediyor. Eğitime verdiği önemi de her fırsatta dile getiren oyuncu, aynı zamanda öğrencilik hayatına da devam ediyor.

Bize okuduğunuz ve okumakta olduğunuz okullardan bahseder misiniz?

1998 yılında İngiltere University of Port Smouth İşletme Bölümü’nü bitirdim. 2001’de Université Catholique de Lyon Dil Bölümünü’nü bitirmek için Lyon’a gittim. Fransızcamı geliştirdim. Hâlâ eğitim almaya devam ediyorum. Şu an Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Bölümü’nde okuyorum. Aynı zamanda fotoğrafçılıkla ilgili de eğitim alıyorum. Anlayacağınız iki bölüme birden yetişmeye çalışıyorum.

Küçüklükten gelen bir alışkanlık mı bu okuma aşkı?

Evet, 5 yaşında Konservatuar’a başladım. Beni süper çocuk olarak Avusturya’ya yollamak istediler. Sanırım ben biraz maymun iştahlıyım. Sınavlara çalışmak, günde 8 saat piyano çalmak zor geldi. Ama eğitim almak benim için çok önemli.

Çocukluğunuzdan beri tiyatro ve sinemayla ilgilisiniz…

Babam da sinema ve tiyatro oyuncusuydu. 1986’da TRT2’de Uğur Yücel ve Demet Akbağ ile parodiler yapıyorlardı. TRT2’nin yılbaşı açılış gecesinde onlarla bir araya geldim. İlk işim bir parodide yer almamla başladı.

1989’da çocuk oyuncu olarak Ferhan Şensoy’la bir araya gelmek nasıldı?

Ferhan Şensoy’un uzun metraj Bir Bilen adlı filminde çocuk oyuncu olarak yer aldım. Çok bilinçli bir oyunculuk deneyimi değildi.

Sonra

Harem adlı Japon devlet kanalı için Türkiye’ye gelen yönetmen Suzuki’nin belgeselinde başrolde Kösem Sultan’ı oynadım. İlk başrolüm Japonlara gitti.

Tiyatro nasıl gidiyor?

Tiyatro için de ülke ülke geziyoruz. Türkiye’de pek oynayamıyoruz. Mekân yok.

Dizilerdeki oyunculuk serüveninizden bahseder misiniz?

Bir Dilim Aşk’ta Berna Laçin ve Mustafa Uğurlu’yla birlikte rol aldım. Sonrasında Osman Sınav’ın Kapıları Açmak dizisinde rol aldım. Fakat Osman Bey’in kanalla arasında çıkan problemlerden dolayı dizi beş bölüm sonra sona erdi. Dizide Fransız bir tercümanı oynadım. Ne yazık ki kısa sürdü.

Reklamlârın aranan yüzü olmayı da başardınız?

Şener Şen’le Aygaz reklâmında birlikte çalıştık. 2005’te Pınar Köfte’de, Selim Demirdelen’le çalıştım. Bu reklâmla Pınar’ın imajı değişti ve satışlar arttı.

Cennet filminde Biray Dalkıran’la bir araya nasıl geldiniz?

Oyuncu seçimi sırasında tanıştık. Biray, “Tuğba rolünü sen oynuyorsun” dedi. Oynadım.

Tuğba rolünü nasıl tarif edersiniz?

Tuğba rolü bana çok benziyor. Biraz “Doğrucu Davut”. Hem kocasını seviyor, hem hastasını seviyor. Hastasını iyileştirmek için canını dişine takıp çalışan bir kadın. Kendini işine adamış idealist bir doktor.

Hikâyenin sizinle ilgili olan kısmı nasıl gelişiyor?

Doktor Tuğba’nın hasta olan Can’ı tedavi etmesiyle başlıyor hikâye. Aslında başta Tuğba istemiyor bu hastayı fakat koşullar bir şekilde onları bir araya getiriyor. Aralarında dostluğa kayan sıcak bir ilişki başlıyor. Tuğba, sosyal yaşantısının içine çekiyor Can’ı ve kendine Can’dan bir adam yaratmaya çalışıyor. Kadın, Can’ı kendi yarattığı sürreal dünyasından, cennetinden çıkarıp, gerçek dünyayla, bizim cennetimizle tanıştırıyor.

Çalışmalar ne kadar sürdü?

28 günlük bir çalışmaydı. Çekimler Şile’de gerçekleşti. Bir kaç günüyse İstanbul’daydık.

Çekimler nasıl geçti?

Çok keyifliydi. Biray olsun, Altan olsun hepimiz aynı yaşlardayız. Şile’de olması da ayrı bir keyifti. 42 derece sıcakta 18 saat çalışıyorduk. Banyo yapmak için denize giriyorduk. Ancak 4 – 5 saat uyuyabiliyorduk. Hep birlikte yoğun çalışma temposuna rağmen çok eğlendik.

Cennet filmi oyunculuk anlamında size neler kattı?

Tiyatro ve dizi oyunculuğundan çok daha farklıydı sinema filminde oynamak. Bu filme ilk sinema deneyimim olarak bakabilirim. Çünkü diğerleri çocukken daha bilinçsizce yaptığım şeylerdi. Mümkün olduğunca az ve öz oynanması gerektiğini öğretti. Ticari anlamda da ne kadar farklı davranman gerektiğini öğreniyorsun. Bana çok şey kattı.

Tiyatro, reklâm, dizi ve son olarak sinema. Hepsiyle ilgili deneyiminiz var. Peki sizi en çok heyecanlandıran ve devam etmek istediğiniz özel bir alan var mı?

Tiyatronun heyecanı hiçbirinde yok. Her sahneye çıktığımda aynı heyecanı hissediyorum. Sinema ise seni tarihe yazdırıyor. Zeynep Papuççuoğlu Cennet filminde oynadı. Bu aradan yıllar geçse de konuşulabilir. İstenildiği her an izlenebilir. Böyle olunca sinema daha bir anlam kazanıyor. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.)

(16 Nisan 2008)

Gizem Ertürk (Zeynep Günay ile Birlikte)

18 Nisan 2008 Haftası

“Vahşi Zarafet”, parlak bir sanayi devi ailenin içindeki çözülmeyi, çürümeyi ve ruhsal çalkantıları tavizsizce resmediyor: Son yılların en aykırı ve ayrıksı filmlerinden; gitmeden önce sinemada izlediğiniz tüm ensest ilişkileri unutun, şoke olacaksınız!

“Macera Adası” gibi gayet iyi eğlendiren ve kendine güvenmeyi vurgulayan bir aile serüveninde Jodie Foster’ı görmekten ziyadesiyle mutlu olduk: Evet doğru; her gün, her yeni kararımızla cesaretimiz tekrar tekrar sınanmakta!

“Kesinlikle, Belki”, “yaşamın sürprizlerle yüklü hattında yüreğin aktığı kişilerle ilgili plânlar mı / tercihler mi yapmalı yoksa yazgının rehberliğinde akışına mı bırakmalı?” sorusunu sürekli soranlara: Küçük kızına annesiyle serüvenini anlatırken bile kendisini yeniden keşfeden kahramanla birlikte, aşkla ilgili öğrenmenin sonunun olmadığını bir kez daha anlayacaksınız.

“Horton”a gidiniz ve bundan böyle çevrenizi mikroskop altına alınız ve de düşününüz ki, dünyamız da evrensel bir mikroskop altında belki: Bu enfes bilgisayar animasyonu, kendi dışındakileri görmeye / duymaya çalışmanın, onları anlamanın ve sözünden dönmemenin erdemleri üzerine (artık pek azaldı değil mi?)!

“Gece ve Pisiler”, gecenin gizemli ve büyülü dünyasına davet ederken bizi, masalların / resmin / sinemanın düşlerle flört eden büyük ustalarından esinlerle enfes bir çizgi evreni yaratmış: Korkularıyla yüzleşmeye hazır ve görsel sanatlarla ilgili herkes için mükemmel bir yapıt.

“Âşıklar”, doğadaki kusursuz varlıkların yani hayvanların flört, aşk, üreme, anne – baba olma serüvenlerini sabırla ve çok ilginç görüntülerle sunarken, biz ‘zayıf güçlüler’i yani insanları bir kez daha uyarıyor aslında: Varlığını sürdüren yaklaşık on milyon türden sadece bir tanesiyiz ve taklit ettiğimiz hayvanları yok etmeye devam ediyoruz!

(11 Nisan 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bülent Ufuk mu?

Sinemamızın ilk starı Ayhan Işık’tır. 1951’de Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan filminin hemen ardından oynadığı Kanun Namına büyük bir çıkış yapar, film de sinema tarihimizde bir kilometre taşıdır. Ama bu filmle star olan, Işık’tan evvel sinemamızın jön’lerinden olan ve bu nedenle de -eskilerin tabiri ile- Işık’a tekaddüm eden Bülent Ufuk vardır. Işık’tan önce Ufuk… Bülent Ufuk ilk filminde başrol oynayarak sinemaya başlar: Çakırcalı Mehmet Efe (Faruk Kenç / 1950). Bu film süre bakımından standartlardan uzun olduğu için Çakırcalı Mehmet Efe ve Çakırcalı Mehmet Efe Nasıl Vuruldu adlarıyla iki bölüm olarak gösterime çıkarılmıştır. Ve iki yıl sonra Çakırcalı Mehmet Efe’nin Definesi (Faruk Kenç) adıyla devamı çekilmiştir. Bu devam filminde de Bülent Ufuk oynamıştır.

50’li yılların oyuncusu Ufuk, film sayısının giderek arttığı, bu nedenlede her yıl aralarına yenilerinin eklendiği yıllardaki oyuncular arasında çalışmalarını uzun süre sürdürmedi. Oyunculuğu bırakan Bülent Ufuk 1970’li yıllarda tekrar sinemaya dönecek ve filmlerde aralarla -artık baş rol olmayan- roller alacaktır. Şerif Gören ile Yılmaz Güney’in yönettiği İbret (1971) filminde yıllar sonra tekrar perdede gördüğüm Bülent Ufuk’u hemen tanımamış, yeniden oyunculuğa dönüşünü değerlendirmeyi, kim olduğunu çözdükten sonra yapabilmiştim. Sinema seyirciliğimin ilk yıllarının bu oyuncusunu, yeniden beyazperdede görmek heyecan verici idi.

Sinemamızın yaşayacağı daha başka serüvenler vardı, bir kısım oyuncular aradan çekiliyor, yerlerine değil ama sinema ortamına yeni oyuncular geliyordu. Bir gün sinema ortamının yeni yerleşim merkezi Erol Dernek Sokak’ta, Bülent Ufuk’un seti tamamen terk ettiğini -yaşam da bir film seti, yaşadıklarımız hep, kimsenin seyredemeyeceği bir film değil mi?- öğreniyorum. Yalova’da yaşamını yitirmiş.

Yeşilçam’ın bir “dalı” daha kırıldı. Ama “çam”ın daha kolları bitmedi…

(13 Nisan 2008)

Orhan Ünser

Beyoğlu Sineması

Birkaç yıldır kendi kendini idare eden Beyoğlu Sineması, artık sabit giderlerini ödeyemez hale geldiği için, -eğer bir çıkış yolu bulamazsak- bu yazı çıkaramayacağından, Temmuz’da Beyoğlu Sineması’nı kapatma kararı aldık.

10 Aralık 1989 tarihinde Halep Pasajı’ndaki dükkânları kiralayıp, yıkıp, sinema yapmamız, gazetelerde, “Yıllardır sinemalar kapatılıp pasajlar yapıldı. Şimdi pasajı sinema yapıyorlar!” şeklinde haber oldu. Gerçekten Beyoğlu Sineması’nı yoktan yapmıştık, yaratmıştık. Çok gururlanmıştık.

Beyoğlu Sineması’nda; 19 yıl boyunca, Güney Amerika’dan Avustralya’ya, İran’dan Kanada’ya kadar çeşitli ülkelerin sinemalarından örneklerle program yapmaya gayret ettik. Bu yüzden, sinemayı yaptığımız yıldan beri İstanbul Film Festivali’nin aralıksız gösteri yaptığı salonlardan, Eurimages’ın Türkiye’de desteklediği ilk sinemalardan biri olduk.

Küreselleşen dünyanın ekonomik yapısından, serbest ekonominin kurallarından haberdarız. Dolayısıyla; sinemanın Türkiye’nin sosyal dünyasındaki yerinden, İstanbul’daki sinema seyircisinin yaşam tarzından, hayat ritmindeki değişimden, bakkalların – kasapların akibetinden, korsan cd satışlarından, sinema kelimesi yerine “hom teatır” demenin sosyal bir farklılık yarattığını düşünenlerden, uzun uzun sözetmek mümkün. Örneğin Sürgün filmini teveden seyretmekle sinema salonu perdesinde seyretmek arasındaki farkın estetik dünyamız üzerindeki etkileri üzerine de yazabiliriz. Ama bunları tekrar dile getirmek, ne üzüntümüzü azaltır, ne de bildiğiniz şeyleri tekrarlamak, Beyoğlu Sineması’nın bugünkü durumunu değiştirir.

Üzüntümüz kadar güçlü olan korkumuzdan söz etmek isteriz.

Beyoğlu Sineması ilk olacak. Sırada Emek var Alkazar var, Yeşilçam Sineması var. Anadolu sinemalarının hali, başka bir konu. Görünen o ki; Hollywood filmlerini eksiksiz izleyebileceğiz. Kimilerini de ABD’lilerle aynı anda. Ama sadece onları izleyebileceğiz. Mihalkov’un 12′si sadece festivalde gösterilebilecek. Gus Van Sant’ın Paranoid Park’ının seansları iptal olacak. Sürgün’ü, koskoca İstanbul’da iki haftada 600 kişi izlemeyecek. En sonunda, bu filmler ithâl edilmeyecek. Yapılan Türk filmleri de, gösterime girebilmek için, “iş yapan” örnekler gibi olacak.

Bu tek renklilik, kâbul edilebilir değil. Ama direnme gücümüz kalmadı.

(10 Nisan 2008)

Temel Kerimoğlu – Baha Serter

11 Nisan 2008 Haftası

“Sokağın Kralları”, “Melekler (!) Kenti” LA’deki polislerin ‘kirliliğini’ öykülerken, suç yoğun her yerde bunun kaçınılmaz olduğu gerçeğini düşünmenizi ve dehşete kapılmanızı sağlıyor: Çatışma sahnelerinin sahiciliği inanılır gibi değil!

“Lanetli Topraklar”, bir tür kendini yok etme psikozunu çarpıcı bir sinemayla yansıtan, şiddeti yüksek bir ‘açık hava korkusu’: Genç insanların, onlara saldıranlardan çok kendi kendilerine zarar vermeleri, akıllıca bir buluş!

“Annemler Tatilde”, 1970 yılında Dünya Kupası’nı ‘kazanan’ Brezilya’nın, ne yazık ki, anneleri tatile çıkmak (!) zorunda ve babaları da hep geç kalan, bazen de hiç gelmeyen çocuklarına çektirdikleri yüzünden aslında ‘kaybeden’ olduğunu, öyle sade ancak öyle etkileyici anlatıyor ki: Hani bu tür sinema yapmaya çalışanlar varsa, tam bir ders!

“Ana Kuzusu”, her dul insanın -evlâdından gayrı- bir eşe ihtiyacı olduğunu ve her çocuğun da ‘büyüyerek’ ebeveyninin mutluluğuna destek olması gerektiğini, seçkin bir güldürü anlayışıyla vurguluyor: Bu kaliteli mizahta, gerçekten de klâs bir oyuncu kadrosu yer almış.

(09 Nisan 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ümit Ünal: “Ara”, Benim Kuşağımın Otobiyografisi

Ümit Ünal ile son filmi Ara üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Aslında başarılı yönetmen söyleşi öncesinde biraz çekingendi. Çünkü hem Altın Portakal gerginliği hem de filminin basındaki yanlış tanıtımları kendisini ve filmin oyuncularını oldukça üzmüş.

Bir de küçük bir dipnot: Ara’yı izlemediyseniz veya tekrar izlemek istiyorsanız ikinci bir gösteriminin olabilme ihtimalini müjdeleyelim. Ara mutlaka izlenmesi gereken, ayakları yere çok sağlam basan bir Türk filmi.

Ara’nın senaryosu nasıl oluştu, neleri gözlemlediniz?

Eski eşimle birlikte yaşadığımız bir evimiz vardı. O evde yaklaşık 6-7 sene oturmuştuk. Orayı boşaltıp yeni bir eve geçerken boş eve şöyle bir bakmıştım. Çünkü o ev eşimle ilk oturduğumuz evdi. Bir evde ve tek bir mekânda bir ilişkiyi tüm boyutlarıyla anlatabilir miyim diye düşündüm. Fikir ilk o zaman oluştu yani.

Kendi geçmişinizi araladınız diyebilir miyiz?

Tamamen olmasa da otobiyografik unsurlar var. Bire bir hikâyedeki gibi bir şey yaşamadım. Kendi hikâyelerimden parçalar, arkadaşlarımın hayatlarından anekdotlar… Tabii en büyük kısmını da hayal gücümle şekillendirdiğim bir hikâye anlattık. Tüm bunları da bir evin içine sığdırdık.

Bir ev de 4 kişinin hayatlarının kesişmesi olarak tanımlayabilir miyiz?

Hem öyle hem de tek bir evin içinde sadece 4 kişinin hayatını değil yaklaşık 30 yıllık değişim sürecini anlatamak istedim. Aynı zamanda bu insanların değişememesini anlatmak…

Arada kalmış insanları anlatmak yani…

Evet, 4 karakterin hepsi de bir şekilde arada kalmış insanlar. Bir tanesi milletler arasında kalmış. Diğeri geçmişinin değerleriyle yani asıl olmak istediği şeyle bugün olduğu şeyin arasında kalmış. Öteki cinsel ikilemleri arasında kalmış. Diğeri de sevgilisiyle kocası arasında kalmış insanlar.

Otobiyografik özelliklerden sıyrılıyor mu böylece film?

Ben Ara ile kuşağımın dertleri üzerine yoğunlaştım. Şu an 40’lı yaşlarının başında olan bir kuşağın otobiyografisi demek daha doğru olacak sanırım.

Filmde kapitalist sisteme de göndermeler yapılıyor, bu değişim sürecinde sistemin sizin kuşağınıza etkisi neydi?

Temelinde o var evet. Çok mütevazı ailelerden gelip, 80’li yıllarda gençliğini geçiren insanlar var filmde. Türkiye’deki değişimle birlikte hızlı bir şekilde tüketmeyi öğrendiler. Daha çok para kazanma hırsına büründüler. Daha arsız, doyumsuz oldular. Kaybetmek büyük bir ayıp gibiydi… Ama ruhları aynı hızla değişemedi.

Sonra ruhları da değişti ve sisteme ayak mı uydurdular?

Kimisi kendisini bir şekilde kandırdı, alıştırdı, ayak uydurdu, adına ne derseniz artık. Ama yine de bir noktadan sonra tabii insanlar kendilerine dönüp “Ne olduk biz” demeye başladılar. Kimisi karşılaştığı boşluğu aşkla, seksle ya da daha çok parayla gidermeye çalıştı. Kimisi kendisini uyuşturucuya, alkole, dine verdi. Bir şekilde bir şeylere tutunmaya çalıştılar. İntihar edenler oldu. En kötüsü, en acısı…

Filmde Ümit Ünal’ı Ender karakterinde mi gördük?

Evet, Ender benim olmamış halim. Eğer ben Güzel Sanatlarda değil de İktisatta okumuş olsaydım bu yaşlarda muhtemelen Ender gibi biri olacaktım. Benim hayatımı kurtaran bu oldu.

Dünya banka hesaplarımızdan ibaret değildir. Her insan kendini bir yere ait hissetmek ister. Ben de sanat dünyasına, sinemaya aitim. Akıl sağlımı bu dünyaya borçluyum. Yani artık ne kadar kurtulduysa. (gülerek)

Ümit Ünal ile sohbet ederken Harold Pinter’dan bahsetmemek olmaz, filmde yine ona olan hayranlığınız göze çarpıyor…

Harold Pinter çok çok büyük bir yazar. Tüm oyunlarına hayranım. Filmde esin kaynağı olan İhanet adlı oyunu da 4 kişinin arasındaki ihanet üzerine kuruluydu. Benim için büyük bir ilham kaynağıydı.

Filmin kurgusu da alışılmışın dışında 1998 ve 2008 yılları arasında gidip gelen karışık bir yolculuğa çıkıyoruz…

İnsanlar artık hep aynı şeyleri görmekten sıkıldı. Giriş gelişme sonuçlardan… Ben bunu oyun olsun ya da değişiklik olsun diye yapmadım. Bu film için olması gereken buydu. Zıtlıkları vurgulamalıydım. Yani Erdem Gül’e ben seni hiç aldatmadım derken bir sonraki sahnede onu nasıl aldattığını gösterebilmeliydim.

Türkiye’de alternatif film çekmek oldukça zor ama siz bu konuda biraz şanslısınız değil mi?

Benim şansım çok genç yaşta ilk senaryomun filme çekilmiş olması. (Teyzem, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda Birincilik Ödülü aldı ve Halit Refiğ tarafından filme çekildi.) Ardından da peş peşe senaryolarım filme çekildi. (1986 – 1993 yılları arasında sekiz senaryosu filme çekildi.) Türk sinemasının en canlı olduğu dönemlerdi yani. Hayatımın bir dönemini sadece sinema yaparak geçirdim diyebilirim.

Sonraları başka işlerle uğraştığınız dönemler oldu mu?

İster istemez başka şeylerde yaptım. Türk sinemasının canlılığını yitirdiği dönemlerde reklâm yazarlığı yaptım. Bir şekilde hayatımı devam ettirmek zorundaydım.

Bundan sonra sizi senaristliğinizin yanında yönetmen olarak da daha çok görecek miyiz?

Öyle umut ediyorum ben de. Mayıs ayında çekimlerine başlayacağımız bir filmimiz var. Yapımcısı Hakan Karahan. Hasan Ali Toppaş’ın Gölgesizler isimli kitabından uyarlanacak. Geçtiğimiz Ağustos ayından beri onun üzerinde çalışıyorum.

Özgür çalışabiliyor musunuz? Yapımcı ya da film şirketleri tarafından kısıtlandığınız ya da değiştirmek zorunda olduğunuz şeyler oluyor mu?

Tabii ki tamamen kendi istediğin standartta bir film yapmak çok zor. Çünkü filme para yatıran yapımcının kafasında da bir takım formüller, ticari beklentiler var. Kimse sadece sen tatmin ol diye bir filme para yatırmaz. Önünü de görmek zorunda. En başta yapımcıyı ikna etmek çok önemli. Kendi adıma söylemek gerekirse; ben imkânlarımla kendi yapmak istediğim şeyleri yapmak istiyorum. O kafadan yapımcıları bulmaya çalışıyorum ya da onlar beni buluyor. Ama zor iş hem de çok zor…

Seyirciden memnun kaldınız mı?

Bazı projeler vardır kafadan ticari ilgi uyandırır. Aylarca reklâmları döner. Ara çok çok küçük salonlarda 18 kopyayla girebildi. Yani sadece sanat filmi kabûl eden salonlarda gösterildi. Çok geniş kitlelere ulaşamadı tabiiki.

Normal mi karşılıyorsunuz bu durumu?

Evet; bunda şikâyet edecek bir şey yok. Son zamanlarda çok tartışılan Recep İvedik ile karşılaştırmak gerekirse şöyle açıklayabilirim: TV.de başarılı olmuş bir oyuncu. Komik de. En popüler karakteriyle çıkıyor insanların karşısına. Asıl o filmin iş yapmaması sürpriz olurdu. Aile boyu gidilebilecek bir film. TV’dekinin aynısını yapıyor. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Bu çok açıklanabilir bir durum.

Bizim gibi tam oturmamış sektörlerde sinema çok riskli. Çok bölünmüş bir seyirci var. Yani ben Babam ve Oğlum’a giden 4 milyon ile Recep İvedik’e giden 4 milyonun aynı 4 milyon olduğunu düşünmüyorum.

Bizde çizgiler daha keskin değil mi?

Kesinlikle. Yani dünyada Recep İvedik gibi bir film 15 milyon yapar diyelim. Ara gibi bir film de 1 milyon yapar. Türkiye için söyleyelim; Recep İvedik’e 4 milyon kişi geliyorsa Ara’ya da 4 yüz bin kişi gelebiliyor olmalıydı. Anormal olan şey bu.

Ara yurt dışında gösterime girecek mi?

Henüz böyle bir anlaşmamız yok ama umuyoruz.

Filmin Konusu

Ender (Erdem Akakçe), kendi şirketi olan bir tekstilcidir. Şişmanca ama yakışıklı bir adamdır. Orta halli bir memur ailesinden gelir. Gül (Selen Uçer), anne tarafından yarı Fransızdır. Ender’in sevgilisidir. Hiç bir iş yapmaz. Aileden biraz zengindir. Zevk için Ender’in şirketinde tasarımcı olarak çalışmaktadır. Veli (Serhat Tutumluer), Ender’in ortağı ve işletme fakültesinden arkadaşıdır. Sakin, içine kapalı bir adamdır. Çok yakışıklıdır. Sade ama çok şıktır. Orta halli bir asker ailesinden gelir. Selda (Betül Çobanoğlu), Veli’nin karısıdır. Ender’in ise çocukluktan arkadaşıdır. Sesi güzeldir, konservatuarda okumuştur. Ama belli bir iş yapmamaktadır. Selda kocasının ortağı ve en yakın dostu Ender ile cinsel ilişkiye girer. Gül ile Veli de birbirleriyle sevişerek aldatma eylemini gerçekleştirmektedir. Eşler, aldatıldıklarının farkında olmalarını rağmen görmezden gelmeyi tercih etmektedirler. Aldatılmanın oluşturduğu sendromlar bir süre sonra hepsinin hayatını karartacaktır. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.)

(30 Mart 2008)

Gizem Ertürk

04 Nisan 2008 Haftası

“Tabanca”, zeki ve düzenbaz gangsterin, rakibini alt etme mücadelesine koşut egosuyla mücadelesini öykülerken, yasadışı sert adamları anlatan film kalıplarını bilincin derinliklerine inerek değerlendiriyor: Kişiliğin farklı yapılarını kullanan tuhaf bir ‘kara film’ olduğunu kabûl etmek gerekir.

“Ölümcül Oyun”, iki erkek egosunun zekâ ve düzenbazlığa dayalı savaşımını konu alan enfes oyunu bir ‘çıkış noktası’ olarak kullanıp anlamsız bir teknolojiyle yorumlamış; yazık ki 1972 yılında çevrilmiş filmin yakınından bile geçememiş: Bu yılın en büyük düş kırıklığı!

“Kıyamet Öyküleri”, iyice çıldırmış yakın gelecekte olabilecek en aşırı gelişmelerle ABD’nin güneyini hallaç pamuğu gibi atan, Cumhuriyetçi politikalar karşıtı, keskin bir bilim kurgu: Sinemada bir kez izledikten sonra, karmaşıklığın esas tadını dvd’de alacaksınız!

“İkili Oyun”, Almanların, gerilim, şüphe, entrika içeren filmleri İngilizce dilinde ve Amerika kıtasında çekmemeleri gerektiğini gayet net ispatlayan, etkisiz / gereksiz film: Reklâm estetiğini andıran, çok net ve hijyen görüntü çalışması dikkat çekebilir.

“Bakış Açısı”, bir olayın birçok katmanı olabileceğinden ve gerçeğe ulaşabilmek için de bunları görebilmemiz gerektiğinden hareketle, somut biçimde ‘gördürüyor’: Bu filmin dinamizmi ve kompleks kurgusu kolay unutulur cinsten değil!

“Arkadaşım Tilki”, doğayı ve bir hayvanla iletişim kurmayı keşfeden küçük kızın hikâyesinde, en önemli sinin ‘koşulsuz özgürlük’ olduğunu yineliyor: Gerçekleştirilmesi çok büyük sabır ve zahmet gerektiren bu çalışmayı izleyen ‘ceset giyici kadınlar’, inşallah, yüreklerinde pişmanlık duygusuyla salondan çıkmıştır.

(01 Nisan 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Richard Widmark

Sadece sinema seyircisi idik o zamanlar, çocuktuk. Sinemada yalnız filmin kahramanları vardı, esas oğlan ile sevgilisi genç kız. Ama filmlerde başka şeylerde vardı, henüz farkında olmadığımız. O zamanlar filmleri tanıtmak için el ilânları dağıtırlardı, onları biriktirirdim, bir de artist fotoğrafları. Tabii bunlar yabancı oyunculardı, yerli oyuncuların kartpostalları çok sonraları piyasaya çıktı. Hep yanımda taşıdığım bu artist resimlerinin (oyuncu fotoğrafları) en üstünde, o zaman en beğendiğim oyuncu olurdu, bu ise bir süre Alan Ladd oldu. Ondan sonra da yerini başka biri almadı, merak zaman içinde tavsadı.

Filmlere giderken öncelikle oyuncularına baktığımızdan, herkesin kendince favori olarak tuttuğu oyuncular, toplam olarak 8 – 10 kişilik bir grup oluşuyordu. Bu arada benim için hiçbir zaman birinci sıraya çıkmasa da Richard Widmark her zaman değişik bir tip olarak kalmış, hiç üçüncüden aşağı inmemişti. Geriye doğru bakınca, ilk kez, pek bir şey çağrıştırmayan, sadece askeri bir doktoru oynadığı, salgın hastalık çıkan bir gemide geçtiğini sandığım, herkese ilâç zerk ettiği bir film olarak No Way Out’u (Can Düşmanı) hatırlıyorum. Arada başka bir çok filmi var tabii ama siyah / beyaz bu filmden sonra renkli ve cinemascope bir film olarak Hell and High Water’da (Denizaltı Cehennemi) oynadığı denizaltı kaptanı rolü bizim evde bir olaya neden olmuş ve ağabeyim ile kuzenim (teyzemin kızı) arasında -hiç bitmeyen- kaptanlık mücadelesi yıllarca sürmüştü. Ağzını çarpıtarak gülüşü ve oldukça yakışan kaptan rolü ile bu film benimde unutulmazlarım arasına girmiştir. Hele hele Prangalı Mahkûm filminde mısır püskülü gibi sarı saçları ile tek başına verdiği mücadele ile favorim olmuştu ama eninde sonunda bir serüven filmi idi.

Yıllar sonra sinema serüvenlerimiz devam ederken evimize televizyon girdi, yerli dizilerin henüz başlamadığı (veya çok az olduğu) günlerde TRT -yanılmıyorsam- Perşembe günleri dönüşümlü olarak dört dizi yayınlıyordu. Başrollerinde popüler Hollywood oyuncularının oynadığı bu birbirinden değişik dizilerde kimler yoktu ki. Bir Tony Curtis, bir George Peppard, bir Robert Wagner / Eddie Albert ikilisinin yanı sıra Richard Widmark da ilerlemiş yaşına rağmen, tutuklama yaparken söylemesi gereken sözleri gözlüğünü takıp ancak okuyabilen ama tuttuğu her şeyi de çözümleyen komiser Madigan tiplemesi ile yine gönlümü fethedecekti.

Yukarıda değinildiği gibi daha bir çok film -daha da önemli filmler– var ama yine de her filmin sonunda The End yazıyor. (Bertrand Tavernier’in filmlerinin sonunda FIN yazmadığını fark ettiğimde çok hoşuma gitmişti ve anımsadım Yılmaz Güney’in Umut filminin sonunda da SON yazıyordu, umut yazıyordu.)

Ve bir gün bir gazete haberi, eli şırıngalı doktor, denizaltı kaptanı, kişisel savaşını veren kahraman, dahası cowboy-lar, kuzeyli subay-lara (mavi urbalı), varan sadist katil–lik* ile başlayan sinema serüveninde bir gün boş film geçmeye başlar, bir yıldız aramızdan ayrılmıştır ama alttaki makarada unutulmaz görsel anılarımız, tekrarlanabilir durumda durmakta. Tekrar keyfine varmak elimizde.

(01 Nisan 2008)

Orhan Ünser

Yumuşak, Naif, Masalsı Bir Film: “Peri Tozu”

İlk uzun metrajlı filmininin vizyona girmesini heyecanla bekleyen nadir kadın yönetmenlerimizden Ela Alyamaç’la Peri Tozu’nun vizyona girmesinin yaklaştığı bir dönemde bir araya geldik. Oyuncularının seçiminden, kostümlerine, filmin müziklerinden, oyuncuların motivasyonuna kadar her şeyiyle kendi ilgilenmiş. Kadın eli değmesi mi dersiniz yoksa aşırı titizlik mi bilemiyorum ama kendi içinde bir dünya yaratmış Deniz ve Cem’den…

Türkiye’deki sinemaseverler sizinle ilk kez tanışacak, heyecanlı mısınız?

Oldukça heyecanlıyım. Çok güzel beklentilerim var. İnşallah her şey güzel olur.

Amerika’da çektiğiniz ödüllü kısa filmleriniz var, bunlardan bahseder misiniz, neleri anlattınız filmlerinizde?

Everything isimli bir kısa filmim vardı. Orada ölen kocasını son bir defa görebilmek için bir melekle anlaşma yapan bir kadını anlattım. Little Girl Blue ise iki insanın ilişkisi üzerineydi. Birbirlerini çok ilginç bir şekilde bulup (bu Peri Tozu’nda da var) atıldıkları macera ile ilgiliydi.

Okul yıllarınızda hayalini kurup, kısa film olarak çektiğiniz konuları Peri Tozu’nda bir araya getirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, bu bir düşün gerçekleşmesi. Uzun metraj film çekmek gerçekten çok zor, büyük bir sorumluluk gerektiriyor.

Amerika’da yaşıyorken Türkiye’ye gelip film çekmek büyük cesaret, nasıl karar verdiniz?

Bu tamamıyla benim Türkiye’ye dönme kararı vermemle âlâkalıydı. Yurt dışında her şey daha kolay işliyor, doğru. Oturmuş bir sistem var. Bizim ülkemizde de en güzel ekipmanlar mevcut ama bizim sistemimiz problemli olduğu için her şey daha zorlaştırılıyor.

Bundan sonra Türkiye’de mi yaşayacaksınız?

Burası benim ülkem ve burada yaşamam kadar doğal bir şey olamaz. Ancak şimdi evet diyorum ama kapıdan çıkarsınız tüm hayatınız değişir. O yüzden hiçbir şey için çok da kesin konuşmamak gerek.

Adaptasyon sorunu yaşadınız mı?

Yaşadım ama ufak tefek şeyler. Zaten Amerika’dayken de tatillerde hep geliyordum.

Kadın yönetmenleri pek fazla göremiyoruz. Bir kadın yönetmen olarak özellikle dikkat ettiğiniz noktalar var mıydı?

Ben normalde çok detaycı bir insanımdır. Bu kadın olmamla ne kadar âlâkalı bilmiyorum. Oyuncularımın giydikleri kıyafetlere çok önem verdim. Yani yeni alınmış gıcır gıcır şeyler olmamalıydı, yaşamışlığın izleri olmalıydı giysilerde. Cem nasıl bir t-shirt giyer, İpek nasıl müzik dinler, bu detaylar çok önemliydi. Şarkı sözlerini de yazdım. Çünkü bazen sözlerle anlatamayacağınız şeyleri müzikle anlatırsınız.

Şarkı sözlerini de yazmak başından beri plânladığınız bir şey miydi?

Hayır, müziklerle birlikte şarkı sözlerini de Emre Dündar yapacaktı. Emre; “O kadar güzel diyolaglar yazmışsın ki şarkı sözlerini de sen yazmalısın” dedi. Bu benim için çok gurur vericiydi.

Oyuncuları nasıl seçtiniz?

O işin en uzun kısmıydı. Oyuncu seçimi konusunda ekstra titiz davrandım. Herkesle birebir görüştüm. Çok da keyifli geçti.

Seçmelerden aklınızda kalan bir anekdot var mı?

İnsanlar en yakın arkadaşlarıyla birlikte geliyorlardı. Amerika’da asla böyle bir şey olmaz. Hatta böyle bir görüşmeye gidecekseniz en yakın arkadaşınızdan bile saklarsınız bunu. Ama burada arkadaşı da şansını denesin diye bana rica edenler bile oldu. Bu beni gerçekten çok şaşırttı.

İpek Değer ve Mehmet Ali Nuroğlu’nu seçerken sizi hangi yönleri etkiledi?

Asla rol yapmamalıydılar. Gerçek Deniz ve Cem’i arıyordum. Onları İpek ve Mehmet’te buldum.

Oyunculuklarını biliyor muydunuz? Her iki oyuncu da dizilerden tanıdığımız yüzler…

İpek’i İkinci Bahar’dan biliyordum. Mehmet’i ise Çemberimde Gül Oya’da çok kısa izleyebilmiştim. Ama onları seçmemdeki asıl etmen seçmelerdeki performansları oldu. İpek ve Cem benimle birlikte yaşıyormuş gibiydi. Her an kapıdan içeri girecek kadar gerçektiler. Meselâ bir arkadaşım vapurda bir kız görmüş. Sabah kahvaltısında cips yiyormuş. Bana telefon açıp dedi ki: “Deniz aynen böyle yapardı.”

İnsanlar Peri Pozu’nda ne bulacak?

Peri Tozu’nda, masallara ve masal kahramanlarına inanan genç bir kızın (Deniz), insanlara güvenmeyen ve hayatla arasına bir duvar örmüş bir çocuk (Cem) ile tesadüfler sonucu birbirini bulmasıyla aralarında geçen aşk hikâyesini anlatıyorum. İçinde çok güzel bir dostluk da var. Her şey çok yumuşak ve naif… İnsanların çok mutlu bir şekilde sinemadan çıkacaklarına inanıyorum.

Pasta ve kurabiye yapımında çok iyi olduğunuzu duyduk…

Sertifikalı pastacıyım. Sinemadan sonra ikinci aşkım diyebilirim. Pastalarım ve kurabiyelerim meşhurdur. Birisi sabah 03:00’te “Elâ hadi pasta yap.” dese asla üşenmem, yaparım.

ELA ALYAMAÇ KİMDİR?

Ela Alyamaç, 1978 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaokulu Nişantaşı Işık Lisesi’nde bitirdikten sonra liseyi İsviçre’de Leysin Amerikan School’da tamamladı. Üniversite eğitimini Kaliforniya’daki Chapman Üniversitesi’nde gerçekleştirdi. Film ve televizyon prodüksiyon eğitimi alırken uzmanlık alanını yönetmenlik ve senaryo yazarlığı olarak belirledi. Öğrenimi sırasında çektiği Everything ve Little Girl Blue adlı kısa metrajlı filmler Amerika’daki çeşitli film festivallerinde gösterildi. Everything, Laguna Beach Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülünü aldı. Little Girl Blue filmi Chapman Üniversitesi’nde En İyi Film adayları arasına girdi ve yönetmen Marion Knott Scholar Ödülü’ne lâyık görüldü. Ela Alyamaç, mezun olduktan sonra Los Angeles’da çeşitli belgesellerde ve televizyon programlarında çalıştı. Peri Tozu, yönetmenin ilk uzun metrajlı filmidir. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.)

(25 Mart 2008)

Gizem Ertürk (Zeynep Günay ile Birlikte)

Yeşilçam ’08

Fıkra bu ya: Ülkenin liderine bir resim galerisi gezdiriliyormuş, devasa boyutlu bir tablonun önüne gelinmiş, bir şövalyenin bir canavar ile kavgasını gösteriyormuş resim. Lider uzun uzun bakmış, tanıtımı yapan kişi ile bir süre konuşmuşlar, yürüyüşlerine devam ederlerken lider birden durmuş: “Bu da ne?” Devasa tablonun yanında nerede ise kaybolmuş küçük, bir takım -hatta kısmen çürük- meyvelerin resimleriymiş bu. Lideri gezdiren kişi, “Bir resim bu, ama bakın sizin bile dikkatinizi çekti.” demiş.

Şimdi, geçen Pazartesi “Yeşilçam Ödülleri”nin l.sinin töreni yapıldı, ödüller sahiplerini buldu. Ödüllendirmenin formatı çok cazip. 01.01.2007 ile 31.12.2007 tarihleri arasında gösterilen “yerli” filmlerin, oldukça kalabalık sektör çalışanları arasında yapılan değerlendirmesi sonunda üst sırada yer alanlar ödüllendiriliyor. Bir soru: Bu yıl kaç yerli film gösterime girdi, bunu belirlemek her halde zor değil. Peki bu filmlerin listesi değerlendirilmeye katılanlara duyuruldu mu ve bu filmlerin hepsi bu değerlendirmeyi yapanlar tarafından seyredilmiş miydi? Değerlendirme iki aşamalı, ilk değerlendirmeyi yapanların belirlediği, her branştan beş film ikinci değerlendirmede tekrar oylanıp sonuç alınıyor. Her iki değerlendirmeyi yapanların tüm filmleri görmelerinin olasılığı ne kadar. Bu bir festival değil, filmler bir yıl içinde farklı zamanlarda gösterime giriyor. Bir film yılın ilk günlerinde (01.01.2007), bir diğeri değerlendirmenin yapılmasından iki ay öncesinde… (24.12.2007). Filmlerin bir kısmı büyük tanıtımlarla ve çok sayıda sinemada ve peşi peşine devam eden haftalarda veya değişen sinemalarda farklılaşan haftalarda gösterilirken bir kısmı çok az sayıda -bazen tek- sinemada bir hafta gösteriliyor. Değerlendirmeyi yapacakların bir kısmını oluşturacak basın elemanları filmleri tanıtım gösterimlerinde izleme olanağı bulurken sektörün diğer elemanları filmleri farklı yollarda izleme olanağı bulacaklardır. Hangi yoldan olursa olsun, herkesin her filmi görme olasılığı yok. Sonra değerlendirmeyi yapan kişilerin sektör çalışanları olması nedeni ile bazı filmlerle yakın veya uzak ilişkilerinin olması kaçınılmaz. Branş elemanları (müzikçi / görüntü yönetmeni / senaryocu / oyuncu / yönetmen / yapımcı / … ) kendi branşlarının dışında da değerlendirme yapacaklardır, bu normaldir, yani değerlendirmeleri “branşla” sınırlandırmak haklı bir yöntem olmaz. Birde filmlerin şu veya bu nedenle popüler olması böyle geniş katılımlı bir değerlendirmede herhalde etkili olacaktır. Bu şekilde yapılan bir değerlendirmede, herhangi bir festivalde söz konusu olacak kriterler konulması da olası değildir. Yine de başlayan yeni bir şenliğimize hoş geldin deriz.

Tören gecesi konuşan organizasyonun önde gelen destekçisi Beyoğlu Belediye Başkanı, organizasyonun giderek gelişeceğini belki uluslararası bir format olacağını söyledi. Adı Yeşilçam Ödülleri olan uluslar arası bir şenlik. Yıl içinde gösterilen “yabancı” filmler de ayrı bir kategoride mi değerlendirilecek?

Yukarıdaki fıkranın bu yazı ile ilgisi nedir bilmiyorum, araştırılacak bir konuda değil ayrıca.

(27 Mart 2008)

Orhan Ünser

28 Mart 2008 Haftası

“Babam Romulus”, Büyük Savaş sonrası bir tür ‘yitik’ olan göçmen kuşağı insanlarından baba ile küçük oğlunun, çok özel bir kadın olan annenin problemli ‘arayış’ında verdikleri zorlu sınavı, acımanın ve merhametin en anlamlı hallerinde anlatıyor: Avustralya’nın geniş doğasında 1960 ve takip eden yaz aylarında Avrupa’dan göçmüş insanların sevgi arayışları, sizi tuhaf bir kaybolmuşluğun içine sürükleyecek.

“Kalpazanlar”, “soykırımın ortasında, sadece bir duvar kalınlığı mesafede ırkından insanlar öldürülürken katillerle işbirliği mi yapardın, yoksa…” sorusunu vicdanlara yerleştiren, ahlâksal ikileme düşüren, yaman bir film: Yabancı Film Oscar Ödülü’nü hakkıyla almış yani.

“Kesişme”, tamamen yabancısı olduğunuz bir ülkede kaçak çalışıp yaşamanın nasıl bir şey olduğunu adım adım, sakince ve içli bir tonda öykülüyor: Gerçekçi, neredeyse yarı belgesel gibi.

“Özgürlük Savaşçısı”, biraz “Yıldız Savaşları”ndaki Jedi felsefesinden, hafif “The Matrix” stilinden ve baskın biçimde “Yüzüklerin Efendisi”nden esinlenmiş bir video oyun uyarlaması olsa da, iki savaş sahnesindeki kusursuz aksiyon / mükemmel kurgu için bile izlenebilir: Sertliğinin 13 yaş alt sınırına göre ayarlanmış olduğunu anımsatmakta yarar var.

“Tanrının Vadisinde” Irak işgâli sürerken çekilmiş sağlam anti – militarist filmlerden, her sahnesi incelenebilecek bir sinema başyapıtı: İzlemek zorundasınız; çocuklarınızı anlamsız savaşlara sürüp birer ‘yaratık’ haline getirmemek insanlık göreviniz olduğu için!

(27 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com