Kategori arşivi: Yazılar

Ölümcül Oyunlar / Funny Games

Michael Haneke, Ölümcül Oyunlar’ın Hollywood yapımı ile tekrar karşınızda. İlk Ölümcül Oyunlar, 1997 yılında Avusturya yapımı olarak çekilmişti. O zamanlarda büyük ses getiren film sarsıcı şiddet sahneleriyle çok tartışılmıştı. Tartışmalar, şiddeti engellemenin şiddet sahneleri ile mümkün olamayacağını, bunun sokaklardaki şiddeti daha da arttıracağı yönündeydi. Haneke ise tam tersine ancak bu şekilde anlatılabileceğini düşünüyordu. Bir röportajında “Mesele, neyi gösterebileceğimde değil. Daha çok, seyirciye var olanın yerine neler gösterildiğini fark etme fırsatı verip vermemekte. Özellikle şiddet konusunda mesele, şiddeti nasıl gösterdiğimde değil. Mesele, seyirciye şiddet ve şiddetin anlatılması konusunda kendi konumunu nasıl gösterdiğim.” şeklinde düşüncelerini dile getirmişti.

Haneke’nin filmi Hollywood versiyonu ile tekrar ele alması, Haneke’nin kemik hayran kitlesini biraz rahatsız etmişti. Haneke ise bu durumu şiddetin tüketilebilir hale geldiği Amerikan filmlerini izleyen Amerikalılara erişebilmek için böyle bir tercihte bulunduğu düşünüyor.

Film boyunca Haneke seyirciyi parmağında oynatıyor. Üstelik bu Hollywood seyircisinin hiç de alışık olmadığı bir durum. Çünkü onlar dondurması elinden alınan çocuk misali istediklerini elde edemeyince huysuzlanırlar. Bu yüzden filmler genellikle onların istediği şekilde biter. Haneke ise film boyunca seyirciyi alt üst ediyor. Dondurmayı uzatıyor ve tam yakalayacakken bir anda çekiveriyor. Filmin bir sahnesinde Haneke bir an seyircinin görmek istediği şeyi sunuyor, sonra her şeyi geri sarıyor ve kâbus kaldığı yerden devam ediyor. Oyuncuların ara ara dönüp salondaki seyirci ile diyalog haline geçmesiyle siz de şiddetin bir parçası oluveriyorsunuz. Zaten Haneke’nin asıl amacı seyirciyi de filme katarak şiddetin gerçek kaynağının kendileri olduğunu göstermek. Kendilerine dönmelerini ve sorgulamalarını sağlamak. Bu konuda oldukça da başarılı.

Film kuşkusuz dünyada büyük bir ilgi görecek. Ülkemizde aynı ilgiyle karşılanır mı bilinmez… Türkiye’deki Haneke hayranları yeni versiyonu elbette görmek isteyeceklerdir. Ancak sinemaseverler filmi ikinci kez izlemeyi yüreklerinin kaldırıp kaldırmayacağından emin olmadıklarını söylüyor. Yani Haneke filmini öyle güle oynaya izlemek hiç de kolay değil. Eğer cesaretiniz varsa sizi gerilim dolu bir 111 dakika bekliyor. Filme girerken mısır ya da cola almasanız iyi edersiniz, küçük bir tavsiye?

(29 Mayıs 2008)

Gizem Ertürk

88 Dakika / 88 Minutes

O dünyaya oyuncu olması için gönderilmiş… Sanırım Al Pacino’dan bahsedildiği zaman ilk telâffuz edilecek cümlelerden biri bu. Hiç şüphesiz Al Pacino hayranları vakit kaybetmeden sinemaya koşacaklardır. Yani bir filmde Al Pacino varsa o film nasıl olursa olsun kendini izlettirecektir. Filmin bizim ülkemizde de yoğun ilgiyle karşılanması muhtemel…

Al Pacino ilerleyen yaşına rağmen muhteşem oyunculuğuyla yine kendisine hayran bırakıyor. Her zamanki gibi vücut dilini kullanma başarısı zirvede. Filmin temposu bir an bile düşmüyor, tabii Al Pacino’nun da. Filmi izlerken bizler bile yorgun düşerken Al Pacino’nun bir an bile düşmeyen temposu gerçekten hayranlık uyandırıyor. Kısacası onu izlemeye doyamıyorsunuz…

Al Pacino’dan övgüyle bahsederken filmin hakkını da yememek lâzım. Aksiyon filmlerinin doğası gereği belli klişeleri var elbette. Ancak yine de başarılı sayılabilecek bir aksiyon-gerilim filmi.

Filmde Al Pacino’ya eşlik eden genç oyuncular Alicia Witt, Leelee Sobieski, ustanın gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor. Ancak böyle bir efsane ile birlikte oynamak bile onlara çok şey katttığına ve ilerisi için sağlam bir referans olacağına şüphe yok.

Filmin konusuna gelince, Al Pacino, Seattle’da mahkeme için çalışan ünlü psikiyatrist ve profesör Jack Gram rolünde. Gram büyük davalarda yaptığı kritik konuşmalarla kararı büyük oranda etkiliyor. Muhteşem bir ikna yeteneği var, aynı zamanda çok zeki.

Jack Gram, Jon Foster adında bir seri katili jüriyi etkileyerek idama mahkûm ettirdiği için başı büyük bir derde girer. Çünkü Jon Foster çok akıllı bir adamdır ve kendisinin masum olduğunu kanıtlamak için akla hayale gelmeyecek plânlar yapacaktır.

(29 Mayıs 2008)

Gizem Ertürk

Cinema Paradiso

Jeneriklerde yazmayan bir sinema emekçisi düşünün!

Ben küçükken ailece açık hava sinemalarına giderdik. Özellikle yaz akşamları keyifli yürüyüşler sonucu ara sokaklardan geçtiğimizi ve bir süre sonra oluşan kalabalığın içinde yürüyerek kaybolmayayım diye babamın elimden sıkı sıkı tuttuğunu hatırlıyorum. Sinema çok hoşuma giderdi. Özellikle satılan frigo buz ve yürürken çıkan çakıl taşlarının seslerini, bazen de uyuyup tahta sandalyeden yere düşen şişman adamlara atılan kahkahaları hatırlıyorum. Filmin konusu ağır geldiğinde de oturduğumuz yerden duvar kenarına gidip ses çıkarmadan oyun oynardık.

Babam askerliğini foto film merkezinde yapmış. Bu yüzden projeksiyon makinelerini kullanmasını bilirdi. Bazen arkadaşından aldığı 8 milimetrelik makineyi eve kurar bize bulduğu filmleri seyrettirirdi.

Ankara’da Yenimahalle’de oturuyorduk. Babam Milli Eğitim Basımevi’nde çalışıyordu, matbaada cilt yapardı. Akşamları veya hafta sonları da Seyran, Güneş bazen de Alemdar Sineması’nda makinistlik yapardı. Ne zaman makinist izin alsa babamı bulurlardı. Beni de yanında götürürdü. O dönemin bütün filmlerini defalarca izlerdim. Bazen salondan bazen de makine dairesinin küçük penceresinden.

Sık sık film kopardı. Babam da hemen makineyi durdurur, bobini çıkarır hemen yapıştırır tekrar gösterime başlardı. O sırada içeride kıyamet kopar alkışlar, ıslıklar ve “makinist” sesleri duyulurdu. Ben de kopan parçalardan kareler alır cama dayar seyrederdim. Beğendiğim kareleri evde bir ayakkabı kutusunda biriktirirdim.

O zamanın projeksiyon makineleri kömürlüydü. Bazen kömür azalırdı, babam da değiştirirdi. Çıkan küçük kömür parçasını alır tebeşir yapar orayı burayı boyardım. Projeksiyon makinesi yanında bir ses amfisi bulunurdu. Dev gibi lambaları vardı ve çok ısındığı için etrafı tel ile çevriliydi. Kışın ısınmak için elimi üzerine tutardım. Makine dairesi de bu nedenle çok sıcak olurdu.

Hafta sonları bir sinema çalışanı ile afişleri asmaya giderdik. Bu işi çok severdim. Eski afişleri çıkarır çöpe atardık. Yeni afişi asar asmaz etrafımız dolar, herkes afişe bakıp okumaya başlardı. Bazen bir film gösterilir ama bir gün sonra vizyondan kaldırılırdı. Nedenini anlamazdım. Sansürleniyormuş, büyüyünce öğrendim ne demek olduğunu. Biz tekrar telâşla afişleri değiştirirdik. Yıllar sonra bu mesleğe girdiğimde bunları biriktirmediğime çok üzüldüm.

Babam emekli oldu ve emekli ikramiyesiyle bir ev aldık. Artık başka bir semte taşınmıştık ve babam sinema makinistliği yapmıyordu. Ama aklı hep bir projeksiyon makinesi alıp evde film oynatmakta kaldı. Zaman zaman bunu söylüyordu. Ama hiç gerçekleştiremedi.

Ben de kameraman oldum. Fotoğraf çekiyordum. Bir slâyt makinesi aldım. Bazen çektiğim slâytları makineye koyar evdekilere izletirdim. Kumandasını da babama verirdim. Çok severdi kullanmayı.

Benim çalıştığım bir filmi seyredip jenerikte ismimi gördüğünde yüzünde bir gülümseme olurdu.

Tayanç Çölaşan, 1935 doğumluydu. 21 Mayıs 2008 tarihinde vefat etti. Bir sinema makinisti daha anılarda yerini aldı.

O benim babamdı.

(29 Mayıs 2008)

Hayri Çölaşan
Kameraman
TRT Ankara Televizyonu
Aktüel Kamera Servisi

30 Mayıs 2008 Haftası

“Yetimhane”, huzura kavuşamayan geçmiş zaman gölgelerinin iz sürdüğünden hareketle, hem abartısız fakat kuvvetli bir ‘kapalı mekân korkusu’ olarak koltuklara mıhlıyor, hem de dört başı mamur bir dramatik hikâye anlatıyor: Görüntü – kamera çalışmasının bütünsel olarak sofistike olduğunu, meraklıları için söyleyelim.

“Yasak Bölge”, zengin olanın -kendi sahasına gireni avlamak da dâhil- sömürdüklerine karşı eşi benzeri görülmemiş bir üstünlük sağladığı ‘arka bahçe’ ülkelerinden birinde geçen öyküsü ve gerçekçi yaklaşımıyla, vicdanınızla yüzleşmenizi, sorular sormanızı, önemlisi de, insan olduğunuzu hissetmenizi sağlıyor: Gün geçtikçe bu tür ülkelere benzeyen Türkiye’de de koruma duvarları ve güvenlik sistemlerinin neden arttığına dair kafanız meşgûl değilse, özellikle gidiniz!

“Shine a Light”, Rock’n Roll’un kırk beş yaşını devirmiş ‘baba’ topluluğunun, 2006’da New York’ta, bu kentle özdeşleşmiş bir başka ‘baba’ Martin Scorsese ustalığına teslim ettikleri Beacon Tiyatrosu Konseri’nin, izleyeni ‘orgazm’ eden muhteşem kaydı: IMAX versiyonu da olan yaklaşık iki saatlik filmin, arşiv ve konser öncesi (mizahi) görüntülerinin zekice seçilip kurgulanmasıyla oluşmuş bir belgesel değeri de var.

“Sex and the City” tutkunları zaten izleyecekler bu ilk sinema uyarlamasını, yani “tereciye tere satmayayım” ama diziyi tek kare izlememiş biri olarak da, dört kadının uzun yıllara yayılan dostluk öyküsünden keyif aldığımı ve öncelikle bir senaryo başarısı olduğunu vurgulayayım: Sinemada mizah zamanlamasının nasıl yapılması gerektiğini bilemeyip ders almak isteyenler de gidebilirler.

“Ölümcül Oyunlar”, şiddetin, kapınıza, mavi gözlü, masum / bebek yüzlü ve ‘nedensiz’ olarak dayandığında, televizyonda ya da sinemada tükettiğiniz gibi eğlenceli olmadığını, yumruk yemişsiniz gibi hissettiriyor: Bu filmde zengin ve güvende olduğunu zanneden aileye yönelse de, şiddet, her an herkes içindir!

“Düello”, ‘spagetti western’in, Japonya’da ‘Sukiyaki Western’e dönüşmüş hali olarak, çamurlar içindeki bir kasabada sert gerçekten bir hayli gerçeküstü alana uzanan, zaman mevhumsuz, biraz ‘kafasına göre takılan’ bir çalışma: Hani haftanın tüm filmlerini izledikten sonra üzerine zevk veren bir pisboğazlık yapmak isterseniz…

“Chiko”, içinde var olmaya çalıştıkları toplumda suçtan zengin olmaya çalışarak çıkış arayan ama Türk – İslam sentezi olan kodları da arkadaşlığın değişmez yasası olan sadakati içeren iki genç insanın yürek atışlarını hissedebileceğiniz, canlı, sarsıcı, yaman film: Sinema yönetmeninin oyunculara nasıl egemen olması gerektiğine dair de bizden (Almanya’da yaşayan Özgür Yıldırım) bir örnek olması açısından önemli.

“88 Dakika”, bir ‘kopya katil’ koşuşturması olarak inandırıcılıktan bir hayli uzak, uzak olduğu için de etkisiz: Al Pacino’nun en kötü filmi olmaya aday!

(29 Mayıs 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bağımsız Belgesel Sinema Yönetmeni Mutlu Şahin’in Kültür Bakanlığı Müracaatı ve Neticesi

Kültür Bakanı Sn. Ertuğrul Günay’a gönderdiğim mektubuma bakan adına Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü Dr. Ş. Abdurrahman Çelik tarafından tarafıma yazılı cevap gönderildi…

Fakat sorularıma net yanıtlar vermek yerine sadece kurulun işleyişini anlatan yüzeysel ve genel yanıt verilmiş… Bu durumda Sinema Destek Kurulu kararlarının yürütmeyi durdurma ve idari dava açma kararı aldım… Bu konuda destek ve duyarlılığınızı bekliyorum…

Bakanlığın göndermiş olduğu yanıt ve bakanlığa yanıtlaması talebiyle göndermiş olduğum mektup EK’tedir… Bilgilerinize sunarım…

Saygılarımla…

Mutlu ŞAHİN
0555 305 1 222
Sahrayıcedit Atatürk Cad, Şehit İlhanlar Sok, Başak Ap, No: 21/1,
Erenköy – İSTANBUL.
mutlusahin@gmail.com

*****

T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü Cevabı:

T. C.
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI
Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü

Sayın Mutlu ŞAHİN

İlgi: 13.05.2008 tarihli yazınız.

İlgi yazıda kayıtlı olan “Sinema Destekleme Kurulu”na yönelik şikayetinizin yer aldığı yazı incelenmiştir.

Sinema sektörünün güçlendirilmesi ve desteklenmesi amacıyla Bakanlık kaynaklarından 2008 yılı Destekleme Kurulu Toplantısı’nda uzun metrajlı Film Projelerine 4.260.000.- YTL. “Belgesel Film Yapım”, “Senaryo ve Diyalog Yazım ve Geliştirme”, “Amatör Film Yapım”, “Belgesel Film Yapım Geliştirme”, “Animasyon” ve “Kurgu Film Yapım Geliştirme” projelerine toplam 1.471.000.- YTL. destek aktarılmıştır.

Destekleme Kurulu; Bakanlık temsilcisi Başkanlığında, ilgili alan meslek birliklerinin (SESAM, SETEM, FİYAB, BSB, TESİYAB, SİNE-BİR, SEYAP) tamamen Bakanlıktan bağımsız olarak kendi yönetim kurulları tarafından seçilen birer temsilci ve sinema alanında temayüz etmiş Bakanlıkça seçilen üç üyenin katılımıyla oluşturulmaktadır. Söz konusu kurulda, Bakanlığımız bir üye ile temsil edilmekte olup, kurul toplam 11 üyeden teşekkül etmektedir. Bakanlık temsilcisi dahil her üye bir oy hakkına sahiptir. Kararlar katılanların oy çokluğuyla alınmaktadır. Söz konusu kurul; sinema alanında faaliyet gösteren meslek birliği temsilcilerinin çoğunlukta olduğu sinema profesyonellerinden oluşan ve kararlarını tamamen bağımsız olarak alabilen bir kurul niteliğindedir. Kurul üyelerine yürütmekte oldukları görevden dolayı herhangi bir maaş ödemesi yapılmamaktadır.

Ancak; toplantı başına huzur hakkı ödemesi ile okuduğu her sayfa başına ödeme yapılmaktadır.

Destek talebinde bulunulan her proje, kurul üyelerince, senaryo ve proje dosyasında bulunan diğer belgelerle birlikte ayrı ayrı incelenerek, değerlendirilmektedir. Projeler, 5224 Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun ve ona bağlı olarak çıkarılan Destekleme Yönetmeliğinin 14. Maddesinde yer alan kriterler doğrultusunda hazırlanan “proje değerlendirme ve puantaj formları” üzerinde değerlendirilmektedir. Bu formda;

-“Senaryonun Özgünlüğü”,

-“Kültürel Sanatsal ve Estetik Açıdan Değeri veya Ulusal Kültürümüz ve Kültürel Değerlerimizin Tanıtımına Katkısı”,

-“Bütçe ve Finans Planının Gerçekçiliği, Proje Uygulama Takviminin Uygunluğu”,

-“Yapımcı, Yönetmen ve Yapıma Katılan Sanat Ekibinin Alanlarındaki Deneyimi”,

-“Filmin Ulusal ve Uluslararası Dolaşım Potansiyeli”,

-“Sinemamıza Genç Yeteneklerin Kazandırılmasına Etkisi”,

-“Proje Ekibinin Ulusal ve Uluslararası Sahada Gerçekleştirdiği Başarılar” gibi kriterler yer almaktadır.

Her bir proje yukarıda belirtilen puantaj kriterlerine göre 100 tam puan üzerinden değerlendirilir. Her projenin 11 Kurul üyesinden almış olduğu puanlar tek tek toplanır ve projenin aritmetik ortalaması alınarak sonuç puanı tespit edilir. Tüm projelerin sonuç puanların dökümü alınıp en düşük ve en yüksek proje puanı düşülerek proje puanları toplamının ağırlıklı ortalaması bulunur.

Ağırlıklı ortalamanın üzeride kalan projeler, kurul üyelerinin tek tek görüşleri alınarak desteklenmeye değer bulunanlar tespit edilir. Daha sonra Kurulca; destekleme için ayrılan kaynak miktarı, projelerin maliyet ve bütçesi göz önüne alınarak paylaştırılıp destekleme miktarları belirlenir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi puantaj sistemi tamamen proje odaklı olup objektif ve adil bir değerlendirmenin yapılmasına yol açmaktadır. Kurul Kararları mevzuatımız gereği; Bakan onayı ile yürürlük kazandıktan sonra Bakanlık web sitesinde ilgililerin bilgisine sunulmaktadır.

Sinema projelerine iki aşamada destek verilmekte olup, bunlardan yapım öncesi proje destekleri geri ödemesiz, yapım destekleri ise geri ödemeli olarak verilmektedir. Yapım destekleri geri ödemeli olduğundan; mali mevzuat gereği teminat alınması zorunludur.

Ayrıca; yapım öncesi aşamasında araştırma-geliştirme, senaryo ve diyalog yazım geliştirme, animasyon-kısa film-belgesel yapım geliştirme ve amatör yapım-belgesel yapım projelerine geri ödemesiz destek verilerek bu alanda genç yeteneklere de fırsat sağlanmaktadır.

5224 Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun uygulamaya girdiği 2005 yılından itibaren sinema sektöründe bir canlanma baş göstermiş, film üretimi artmış, Türk filmleri uluslararası film festivallerinde üst üste ödüller almaya başlamış, bu sayede sektörün dışa açılma süreci hızlanmıştır. Bakanlık olarak vermiş olduğumuz desteklerin Türk sinemasını teşvik ettiğini, geliştirdiğini görmek verilen desteklerin ne kadar doğru amaçlar için kullanıldığının da bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.

Sinema sektörüne yapılan destekler artan bir oranda devam edecek, bugün olduğu gibi gelecek yıllarda da özendirilen, desteklenen, alkışlanan Türk sineması ülkemizin gururu olacaktır.

Bilgilerinizi rica ederim.

Dr. Ş. Abdurrahman ÇELİK
Bakan a.
Genel Müdür

*****

Mutlu Şahin’in Dilekçesi:

T. C. Kültür Bakanı Sn. Ertuğrul Günay Makamına

Aşağıdaki sorumun BİLGİ EDİNME YASASI gereğince, T. C. Kültür Bakanı Sn. Ertuğrul Günay tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla arz ederim… 12/05/2008

T. C. Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu 2008/2 sayılı (dönemi) kararında YEĞENLERE ENİŞTELERE FON kararı çıktı, Bağımsız öteki sinemacılar ise yine desteklenmedi…

Uzman Film adına çıkan proje, Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyesi Faruk Turgut’un YEĞENİ; Görkem Turgut’undur.!!

Yıldız Film adına çıkan proje, Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyesi İsmail Güneş’in KARDEŞİ; Mehmet Güneş’indir.!!

ve yine Tunç Okan, Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyesi Cengiz Ergun’un ENİŞTESİDİR.!!

1. Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyelerinin tamamı kimlerden oluşmaktadır?

2. Kuruldaki üyelerin akrabalarının projelerinin desteklenmesi konusundaki gerekçeli kararları nelerdir?

3. Dünyanın her yerinde Ulusal Bağımsız Sinema desteklenirken, Türkiye Cumhuriyeti’nde neden maddi sorunu olmayan Zengin Tekel büyük yapımcılar desteklenmektedir?

4. Sinema Destek Kurulu proje destek puanlama sistemi kriterleri nasıl bir sistemle çalışmaktadır ve hangi kıstaslara göre puanlama yapılmaktadır?

5. Sinema Destek Kurulu üyeliğine kimler ve hangi kıstaslara gore seçilmektedir ve maaşları ne kadardır?

6. Sinema Destek Kurulu üyelerince destek projeleri reddedilen sinemacıların tam listesi neden “başarısız oldukları” için reddedildiği izlenimi bırakacak şekilde kamuoyuna açıklanmaktadır? Kişinin kendisine özel olarak açıklanamazmı?

7. Proje desteği için Sinema Destek Kurulu neden film bütçesinin tamamının maddi değeri kadar banka teminatı ve ipotek istemektedir? Türkiye koşullarında bir sinemacının bu banka teminatı ve ipoteği gösteremeyeceği bakanlığınızca bilinmiyormu?

(12 Mayıs 2008)

Mutlu ŞAHİN
(Bağımsız Belgesel Sinema Yönetmeni)
Sahrayıcedit Atatürk Cad, Şehit İlhanlar Sok, Başak Ap, No: 21/1,
Erenköy – İSTANBUL.
Tel: 0555 305 1 222
e-posta: mutlusahin@gmail.com

Münferit’in Yönetmeni Altun: Gaz Hafiflemeden Genişlemez

Dersu Yavuz Altun, Tıp öğrenimini 4. sınıfta bırakmış ve hayallerinin peşinden koşmuş. Tiyatro eğitimi almış. Yazarlık, yönetmenlik, oyunculuk derken her alana elini atmış, birçok ödül almış. Şimdi de ilk filmi Münferit ile beyazperdede. Altun, sanatçı duyarlılığına ve hassasiyetine sahip iddialı bir yönetmen.

Dersu Yavuz Altun, derdi olan bir insan. Kendisinin de ifade ettiği gibi söylecek sözü olanlardan. İçinde bulunduğu şartlar onu yolundan hiçbir zaman döndürmemiş…

‘Münferit’ bağımsız ve alternatif bir film. Filmin reklâmına televizyonlarda ya da billboardlarda pek rastlayamazsınız. Altun bu durumdan hiç de rahatsız değil. Diyor ki: Hiçbir gaz hafiflemeden genişlemez, ne kadar hafiflersiniz o kadar genişlersiniz.

Tıbbı 4. sınıftan terk etmek büyük cesaret, nasıl karar verdiniz?

Bir deyim vardır; “mektep-i tıbbiyeden her şey çıkar, ara sıra da doktor çıkar” diye. Bunun kanıtlarından biriyim. Aslına bakarsanız birçok örnek var. Anton Çehov, bizden Mustafa Altıoklar var. Tıpta sanata yönelik böyle bir potansiyel var. Ben de onlardan biriyim.

Tıp Fakültesi’ne girince sanata yönelik duygularınız uyandı, kendinizi mi keşfettiniz?

Ben liseden hemen sonra tıbbı kazandım ve bir yıl içinde de yanlış yerde olduğumu anladım. Çünkü doktorkluk sevilmeden yapılabilecek bir iş değil. Birçok arkadaşım şimdi Bölüm Başkanı, Doçent vs. Mutlular da ama tıp bana uygun değildi.

4 sene iyi dayanmışsınız o zaman.

Sadece kendiniz yoksunuz, ailenin de beklentileri var. 4 yıl onların hatrına dayandım. Onların hayallerini bir anda yıkamıyorsunuz.

Sonra ne yaptınız? Aileniz kabûllendi mi?

Tiyatro eğitimi aldım. Ankara’daki bütün özel tiyatrolarda çalıştım. Oyunlar yazmaya başladım. Oyunlarım devlet tiyatrolarında, şehir tiyatrolarında oynanmaya başladı. Birkaç ödül de aldım. Paralı ödüllerdi bunlar. Sanatın da bir meslek olduğunu, gerçekten bir şeyler yaptığınızda karşılığını alabildiğinizi gördü ailem.

Yazar ve yönetmen tarafınızın yanında bir de oyunculuk tarafınız var, neden oyuncuğa devam etmediniz?

Bazı çocuk oyunlarında büyüklerin çocuklarının zekâsını çok hafife aldıklarını gördüm. “Bu kadar basite indirgemeyin bu işi, çocukların zekâsı sanatçıların zekâsıdır” dedim. “Çok biliyorsan sen yaz” dediler. Yazmaya başladım. Çok bilmiyordum ama çocuklara daha çok inanıyordum. Sonra yazdığım oyunları birileri yönetirken oyunu da yanlış anladıklarını gördüm. O zaman da “Çok biliyorsan sen yönet dediler.”

Hem yazıp hem de yönetmeye başladınız.

Evet, ilk yazıp yönettiğim oyun Türkiye’yi uluslararası festivalde temsil etmek için seçildi. Bu bana büyük bir cesaret verdi.

Neleri eleştirdiniz oyunlarınızda?

Tiyatronun da sinemanın da en büyük eksikliği samimiyetsizlik. Sınırsız düşgücü ve yaratıcılık eksiği de cabası.

Biraz daha açarsak?

Hazır formüller var, onlar uygulanıyor yıllardır. Eminim birçok genç insan da bu duyguyu yaşıyordur. Sinema bu kadar hafife alınmamalı. “Çok biliyorsanız siz yapın” diyeceklerdir onlara, korkmasınlar yapsınlar.

Hazır formüllerden kastınız sanat kaygısı gütmeyen, ticari filmler mi?

Evet, bizde sanat filmine işkence olarak bakılıyor. Bu sinema seyircisinin değil sinemacıların suçu. Sanat filmi hiçbir konusu olmayan, ilerlemeyen, oyunculuğu oyunculuk olmayan film demek değil ki.

Sanat filmi entellektüel filmi mi? Halka çok mu uzak?

Aslında kesinlikle değil. Ama dedim ya kolay olduğu için bu yol seçiliyor. Sanat filmlerinin entellektüel olmakla ya da aydın olmakla hiçbir ilgisi yok. Onlar gerçekten sıkıcı, karton karakterler, varolmayan hayatlar…

Sanat filmlerinin halk tarafından sevilebileceğinine inanıyor musunuz?

Tabiki. Ben fanatik bir şeiklde sinemanın bir sanat olduğuna ve bu sanatın entellektüel bir çaba ile gerçekleşebileceğine inanıyorum. Bunu küçümseyenlerin sinema düşmanı olduğunu düşünüyorum. Yani biz hem sanatsal açıdan çok iyi, hem de seyirciyi mutlu edecek filmler neden yapamayalım. Bu şartlar yeni sinemacılar tarafından yavaş yavaş da zorlanıyor.

Meselâ?

Dondurmam Gaymak ve Takva bunun en güzel örneklerinden. Bu kalıplar da bu filmlerle böylece kırılacak.

Münferit önümüzdeki ay Ankara’da yarışacak ne düşünüyorsunuz, neler bekliyorsunuz?

Biz festivallere ödül alma beklentisiyle değil tanıtım gözüyle bakıyoruz. Önemli olan filmi daha geniş kitlelere duyurulabilmek. Festivaller bunun için çok önemli.

Filmin ismi gerçekten ilgi çekici? Ne anlama geliyor “Münferit?”

Arapça bir kelime ve sözlük anlamı bireye ait olan, kişisel, bireysel demek. Filme bağlantılı olarak açıklamam gerekirse; devletin genel uygulmalarını ilgilendiren bir şey değil bireysel bir hatadan kaynaklanan durum olarak açıklayabilirim. Münferit olay tabiri kullanılır. Bunu duyduğunuzda bilin ki hayırlı bir şey değil.

İlk filminiz ve türü kara film. Riskli değil mi?

Ben kara film yapma sevdasıyla başlamadım. Yani filmi yaptım ve kara film türüne yatkın olduğunu gördük.

Sadece kara film tutkunlarına özel bir durum yok yani.

Yok, zaten kara film inanılmaz geniş alanı kapsıyor. Konu kişisel bunalım, erotizim, politika… Olabilir. Sadece kara film seyircileri gelir izler diye bir şey yok.

Nasıl bir film Münferit?

Söylecek iki çift lâfı olan bir film. Toplumun geneli için geçerli olan korku iklimini anlatmaya çalıştım. Adalet, hukuk dinlemeden biri bir gün gelip bizi öldürebilir. Hiçbirimiz güvende değiliz. Başımıza her şey gelebilir. Bunları anlatmaya çalıştım. Sinema çok büyük bir güç. İnsanın ruhuna giriyorsunuz ve yeni bir tarafını keşfetmelerini sağlıyorsunuz ya da yeni bir ufuk açıyorsunuz. Bu büyük ve kutsal bir güç. Filmi izleyen biri oradan yeni bir insan olarak çıkarsa ne mutlu bize.

Senaryoyu 3 gazete haberinden etkilenerek oluşturmuşsunuz? Nedir bu haberler

2001 yılında Karabük’te telekom şirketi çökertilmişti. Telekomda çalışan birkaç kişi yasal olmayan yollarla insanların telefonlarını dinliyor ve tehdit ediyorlardı. Evli kadınların ve genç kızların sırlarını eşlerine ya da ailelerine söylemekle tehdit ediyor ve tecavüz ediyorlardı. Filmin asıl çıkış noktası bu. Bir diğer haber “çarptı-kaçtı” vakası. 3. haber de sürpriz olsun, filmi izleyince görün.

Akademik kariyere önem verdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, Münferit’te tüm oyuncularımın tiyatro geçmişi, konsevatuar eğitimi var. Oyuncularımla daha önce tiyatroda birçok projede birlikteydik. İlk filmim olduğu için bana çok destek oldular. Sette en ufak bir problem yaşamadık. Zaten güzel bir şey yapıyorsanız ve küçük hesaplarınız yoksa doğru insanlar sizi buluyor.

Sinemaya yönelik plânlarınız neler?

Şu an senaryosunu tamamladığım, Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen Ayaz isimli bir projem var.

Tiyatro çalışmalarınız da devam ediyor değil mi?

Evet. Tiyatronun yeri benim için çok özel. 20 yıldır aktif olarak tiyatro yapıyorum. Bu konundaki birçok demokratik kitle örgütlerinde görev aldım. Tiyatro Yeniden Çocuk ve GençliK Tiyatrosu üzerine uzmanlaşmış bir tiyatro her ay değişik bir salonda Cumartesi – Pazar günleri oynuyoruz. Zeytinburnu’nunda yerimiz de var ama biz seyircinin ayağına gidiyoruz.

DERSU YAVUZ ALTUN, Yapımcı, Yönetmen, Senarist

1967 yılında Ankara’da doğdu. 1987 yılında, Anadolu Sanat Merkezi’nde oyuncu olarak tiyatroya başladı. 1991 yılında Ankara Masal Tiyatrosu’nun Sanat Yönetmenliğini üstlendi ve oyuncu, yazar, yönetmen olarak tiyatro serüvenini sürdürdü. Bu dönemde 4 çocuk oyununu yazıp yönetti. 1993’de Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) çocuk tiyatrosu birim sorumluğuna getirildi. 1997 yılına kadar oyuncu, yazar, yönetmen olarak AST’ta çalıştı. Daha sonra Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’ne girdi.

Ziraat Bankası Çocuk Tiyatrosu’nu kurdu ve yazıp yönettiği La Fontain Hayvanlar Mahkemesi’nde (Uyarlama) ile Yalancı Soytarılar adlı oyunlarla 2 yıl boyunca toplam 220 gösteri gerçekleştirdi. Mamak Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda Sanat Yönetmeni olarak iki yıl görev yaptı. Koridor ve Kod Adı Kongo adlı büyüklere oyunlarını sahneye koydu. Çalıntı Düşler adlı gençlik oyununu yazıp yönetti. ASSITEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi ve iki yıl bu görevi sürdürdü. Tiyatrokare’nin Çocuk – Gençlik birimini kurdu ve Benim Güzel Pabuçlarım’ı sahneledi. Nestle Çocuk Tiyatrosu’nu kurdu ve Salıncaktaki Kahkaha adlı oyunu yazıp yönetti.

Çeşitli eğitim kurumlarında drama dersleri verdi, tiyatro gurupları çalıştırdı. Yetişkinler için yazılmış iki oyunu sahnelenmeyi beklemektedir. Son yıllarda çeşitli TV programlarında yazar – oyuncu – yönetmen yardımcısı olarak çalıştı.

Şu anda, ÇOGED (Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Derneği) Yönetim Kurulu üyeliği, OYÇED (Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği) başkanlığı, UPS Çocuk Kültür Merkezi ve kurucusu olduğu Tiyatro Yeniden’in sanat yönetmenliğini yapmaktadır.

Yazdığı 15 oyunun 3 ciltte basılması için Epsilon Yayınevi ile anlaşma yaptı. İlk ciltte bulunan 5 oyun Yaşamı Birlikte Renklendirmek İçin Çocuk Tiyatrosu başlığı ile çıktı.

Münferit adlı uzun metraj film senaryosu, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yüzlerce proje içinde seçilmiş ve 350.000 YTL ile desteklenmesine karar verilmiştir.

YAZAR – YÖNETMEN OLARAK SAHNEYE KOYDUĞU TİYATRO OYUNLARI

ANKARA MASAL TİYATROSU

1987 “Bülbülün Şarkısı”
1988 “Güneşi Çalan Adam”
1990 “Mavi Yumurtanın Düşleri”
1992 “Bir varmış İki de Var mıymış?”

ANKARA SANAT TİYATROSU

1994 “Rüzgarla Yarışan Tay” (Uyarlama)
1996 “Benim Güzel Pabuçlarım”
1997 “Yalancı Soytarılar”

TRT İÇİN HAZIRLADIĞI ÇOCUK VE YETİŞKİN PROGRAMLARI

Çocuk Dramaları

“Gizli Bahçe”
“Masal Masal İçinde”
“Hangisi Doğru”
“Masal Çiftliği”
“Cumartesi Sabahı”
“Pazar Bahçesi”
“Uzo ile Sazo”
“Zamanda Yolculuk”
“Kuklalar Tartışıyor”
“Çocuklar Yarışıyor”
“Dikkat Trafik”

Yetişkin Dramaları

“Kamber Ağa”
“Orta Bereket Köyü”
“Geçmiş Zaman TV”
“Akşama Doğru”
-Anılar- 40 ilginç anının dramatizasyonu
“Ferhunde Hanım ve Kızları”
“Saksıdaki Ağaç”
adlı 13 bölümlük dizi
“Şapkasından Sihirbaz Çıkaran Tavşan” (26 bölüm) adlı sitcom’u yazdı, yönetmen yardımcılığınıüstlendi ve oyuncu olarak da görev aldı.

KISA FİLMLERİ

“AltıÖksüz Sandalye” (Senarist-Yönetmen)
“Çöpler Cennete Gider mi?” (Senarist-Yönetmen)
“Avunmak” (Senarist-Yönetmen)

ÖDÜLLERİ

“Karanlık Bir Gün” kısa film senaryosu üçüncülük ödülü
“Çöpler Cennete Gider mi?” Orhan Murat Arıburnu Kısa Film Yarışması Birincilik Ödülü
“Doğ Güneşim Doğ” Tobav Oyun Yazım Yarışması Övgüye Değer Oyun Ödülü
“Benim Güzel Pabuçlarım” T. C. Kültür Bakanlığı Oyun Yazım Yarışması Büyük Ödülü
“Çalıntı Düşler” adlı gençlik oyunu, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Bilimsel Danışma Kurulu tarafından, gençlerin izlemesi için destek kararı alınmıştır. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.)

(20 Mayıs 2008)

Gizem Ertürk

Yitik (mi?) Belgeseller

Bugün 25.05.2008. Cannes sonuçları biraz önce açıklandı, Nuri Bilge Ceylan “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı, Üç Maymun filmi ile. Kutlarım. Şimdi sıra filmi görmeye geldi. Ama bu konuyu yazmayacağım. Aklıma takılan başka bir konu var.

Sinemamız yıllarca film üretti, yüzlerce oyuncu, yönetmen geldi geçti, kimi uzun yıllar, kimi kısa süre, hatta bir tek filmlik çalışmalar yaptı. Film çabuk eskiyen bir üründür. Bu sinemanın çok hızlı değişen teknolojisi ile ilgili olduğu kadar, kültürel bir olgudur da. Filmler eskidikçe oyuncular onlardan ayrılır, zaman içinde ya kaybolurlar ya da starlaşırlar. Eski günlerde üretilen film sayısı giderek artarken, starlar filmlerinden başka, gazetelerde kaybolup giden haberleri veya dergi koleksiyonlarında raflarda tozlanan haber ve fotoğrafları ile başka bir alemde yaşarlar. Zaman değişiklikler getirirken, sinemanın video diye bir üvey kardeşi oldu, formatının farklılığı ve etkisiyle kısa süre popüler olmasından sonra miadını doldurdu. Sinema, normal formatı 35 mm. yanında daha dar boyutları ile de ustalarının elinde oluşturduğu ürünleri ile “sinema” olmanın yanında aynı zamanda bir belgeliktir aynı zamanda.

Yeşilçam sinema tarihimizdeki devrini bitirdi ama, o günlerin starları ve starlarının destekleri, starları star yapan yönetmenlerinin içinde hâlâ çalışanlar, çalışmasalar da yaşamlarını sürdürenler var. Sinemanın yeni seyircileri bunları tanımayabilir. Bunlar için eski filmlerin televizyonlarda -ne kadar izleniyor bilemiyorum- biraz erken veya geç saatlerde gösterilmesi ne derece etken olur, bu kesin cevabı olmayan bir soru. Hele biraz erken dönemde çalışmış olanların filmlerinin bu şansı da olmayınca, hiç ümit kalmamaktadır. Geçenlerde sinemamızın ilk jönlerinde Bülent Ufuk vefat etti. Bırakın yeni seyirci tarafından tanınmasını, magazin ağırlıklı basında haber bile olamadı.

Bu tip unutuluşlara mani olacak bir yöntem, son yıllarda sinema alanında çalışan kimi kurum ve kişilerce çözüme kavuşturulmuş gibi. Nasıl mı? Eski günlerimizin kimi sinema emekçileri adına hazırlanmış belgeseller yapılmaya başladı. Sinemamızın kimi oyuncuları –bunların star olması gerekmez, (ne anlama geldiğini hâlâ bilemiyorum ama) karakter oyuncuları, hatta oyuncu dışındaki branşlardanda olabilir– üzerine, tekrar edelim, kurum veya kişilerce filmler (belgeseller) yapılıyor. Bunlar bazı kurumlardan finans sağlanarak yapılabiliyor, bu finans sağlanmış olmasına rağmen zaman zaman tamamlanamadığı da oluyor. Filmlerin bitirilenleri, tamamlananları var, fakat bunların sinemalarda gösterilme olanağı –nedendir bilinmez– mümkün değil. Ancak bir kısım festivallerde gösterim olanağı bulsa da çoğu bu olanağı da bulamıyor. Bittikten sonra –eğer bir kurumca yaptırıldıysalar– teslim edildikleri kurumlarda durup duruyorlar! Halbuki bunların sinemalarda -filmlerden önce– veya televizyonlarda -izlenebilir saatlerde- gösterilmesi gerekmez mi, diye düşünüyorum. Bir çok filmin çekim sürecini, hatta bitirildiğini, bir çok projenin çeşitli kurumlardan finans sağladığını, daha çok projeler için ise kurumlardan onay veya finansman beklendiğini ben biliyorum. Bırakın hepsini, bitirilebilenler nerelerdeler?

(25 Mayıs 2008)

Orhan Ünser

23 Mayıs 2008 Haftası

“Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı”, tüm serinin en komiği fakat ‘kayıp kenti bulma ve sırrını keşfetme’ amaçlı serüveni itibariyle de ‘en tanıdık’ geleni: İflâh olmaz hayranlarını bilemeyiz ama bizim için bir kez izlemenin yeterli olduğu bu eğlencenin bazı sahneleri, görsel etkileri kullanma açısından bilgisayar animasyonları denli ‘uçuyor’!

“Boleyn Kızı”, Kral VIII. Henry’nin nüfuz alanına girmek için onun ‘genç kadınlara düşkünlük’ ve ‘erkek çocuk sahibi olma’ zaaflarından yararlanan Boleyn Ailesi’nin iki kızı aracılığıyla Avrupa tarihinin dönüm sürecine -bu çerçevede- tanık ederken seyirciyi, mükemmel akışı içinde çok net vurguluyor ki, güçlü biriyle oyun “kaplanla yatağa girmeye” benzer: Bu filmden sonra Cate Blanchett’li iki “Elizabeth”i izlerseniz, alacağınız zevk katlanır; bir de “A Man for All Seasons”ı (1966) eklerseniz tam bir ziyafet olur!

(23 Mayıs 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Zorladığımız Sınırlar…

Geçtiğimiz hafta tesadüfen üst üste izlediğim iki film, sınırlar ve sınıflar üzerine düşünmeme neden oldu.

La Zona’da zenginleri yoksullardan ayıran duvardı sınırı belirleyen. Duvar, üzerinde hep düşündüğüm bir kavram olmuştur nedense. Birbiriyle çelişen iki anlam içerdiğinden belki. Bir yanıyla korur, güven verir, ana rahmi sıcaklığı hissettirir. Oysa diğer yanıyla hapseder, boğar, sıkıştırır. İşte bunlar aklımdan geçtiğinde, duvara karşı ne hissedeceğimi bilemem. Meksikalı genç yönetmen Rodrigo Plá’nın ilk uzun metrajlı filmi Yasak Bölge’de de, duvar, her iki anlamıyla dikiliyor insanın karşısına. O duvarın ardında kurdukları sahte cennette, yaratılmış bir güvenlik duygusu içinde yaşayan şehrin zenginleri var. Duvar, onları koruyor. Oysa, aynı duvar, dışındaki yıkık dökük, harap mahallelerde yaşayan yoksul insanları karanlık dünyaları içine hapsederek, umutsuzluğa itiyor. Duvar, filmdeki maddi sınırı belirliyor. Elle tutulan, gözle görülen bir sınır bu. Oysa Yasak Bölge’de bir de kişisel yargıların sınırları sorgulanıyor. Gözle görülmeyen, elle tutulamayan ama duvarın iç tarafında yaşayanların kaybetmekten çok korktukları ayrıcalıkları korumak için yapabileceklerinin sınırsızlığı aslında bu noktada söz konusu olan. Şehirden, toplumun geri kalanından soyutlanmış bir grup insan, kendi adalet sistemini yaratabilir mi? Kendi gruplarına ait olmayan bir insandan nefret edebilir, onu, sırf güvenlik duvarını aştı, sahte cennetin kapılarını zorladı diye yargısızca infaz edebilir mi? Sınırlarımız nerede başlıyor ve nerede bitiyor?

Sınırları sorgulatan ikinci film, Sınır(da) da, yönetmeni Xavier Gens’in ilk uzun metrajlı filmi. Burada da, sınır kavramı farklı boyutlarıyla çıkıyor karşımıza. Öncelikle filme adını veren maddi sınır var. İki ülkeyi coğrafi olarak birbirinden ayıran sınır bu. Ardından, karşımıza insanın insana edebileceklerinin sınırı çıkıyor ki, işin bu kısmı gerçekten izleyenin dayanma sınırlarını zorluyor. Filmi izlemeye karar verdiyseniz, kendinizi işkence sahnelerine ve bolca kana hazırlamanızda fayda var. Filmin başkahramanın hamile olması ise, beş aylık hamile olan bendenizde başka bir sınır sorgulaması başlattı. Düşünüyorum da, kimsenin kimsenin kişisel sınırına saygı göstermediği, ülkelerin coğrafi sınırlarını genişletmek adına binlerce cana mal olan kanlı savaşların sürüp gittiği, harita üzerindeki farklı noktalardaki milyonlarca insanın açlık sınırına geldiği, kuraklık sınırına dayanmış bir dünyaya çocuk getirmek, acaba bir parça aklın sınırlarını zorlamak mı?

(23 Mayıs 2008)

Gülay Oktar Ural

Mania Akbari: “Kadın, ‘Kadınca’ Yaşadığında Başarabilir!”

sinemasinemadir.com için, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ni izlemek amacıyla bulunduğum Ankara’da, festival filmlerinin gösterildiği Kızılırmak Sineması’nın kafeteryasında hoş bir sürprizle karşılaşana kadar Mania Akbari’yle konuşmayı düşünmüyordum. O hoş sürprizin ta kendisi olan Mania, kısıtlı olan vaktini ayırdı ve sorularımı cevaplamayı kabûl etti. Ben de teybimi çalıştırdım ve İran’ın bağımsız kadın sinemacılarından, 10, 10+4 20 Fingers gibi filmlerin yönetmeni Mania Akbari’ye, tercümanı Hüsrev Şahi’nin de yardımıyla sorularımı sordum.

Mehr Haber Ajansı’nın bir haberine göre, İran sineması son bir yılda yüzde 120 artış kaydetti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benim bu istatistikler üzerine pek bir ilgim yok, bilgim de yok. Bana çok ilginç geliyor. Çünkü daha önce başka bir söyleşide soruyu soran arkadaş, bana şöyle sordu; ‘Neden İran sineması gerilemiştir?’ Ben de çok şaşırdım. Çünkü İran sineması, yıllık ürün olarak her geçen gün daha da fazlalaşıyor. Fakat bir ülkenin nicelik olarak ‘kaç tane film üretmiş ya da üretmemiş, yüzde kaç artmış, ya da azalmış’ sorunuyla uğraşmamak lâzım. Nihayetinde bunlar iniş çıkışlar gösterecektir. Bazen artabilir, bazen de azalabilir. Veya birkaç yıl sonrasında büyük bir potansiyelle bir patlama gösterebilir.

Size göre İran sinemasında bu artış da kadınların yeri nedir?

İlerlemenin çok da belirgin, özgün bir biçimde ortaya çıkması her zaman mümkün olmayabilir. Bu toplam bir şey, bir bütündür. Kadın da bu bütünün bir parçası olabilir. Kadınlar değişik yaşamları denemek için kendilerine fırsat tanıyabilirler. Aynı zamanda kadınlar kadın oluşlarını biraz daha fazla kabûllenmeye başlıyor. Bence kadın, kadın olduğunu kabûllendikten sonra ya da kadınca yaşadığında başarabilir.

2005 yılında Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde 20 Fingers adlı filminizi de göstermiştiniz. Bu film aynı zamanda İran’da yasaklanmıştı. Bu yasaklanmalar sizce özgünlüğün dozunu arttırıyor mu?

Ben bunu bir fayda olarak görmüyorum, tam tersi bu filmi yaratanlar için bir üzüntü kaynağıdır. Zaten ben bir film yapımcısı olmama rağmen, neyin yasak olup olmadığını anlayamıyorum. İran’daki film yasaklama kurulunda, yasaklamanın kriterleri belli değildir. Bazen öyle filmlere izin çıkıyor ki biz bile şaşırıyoruz buna. Bazen de hiçbir sakıncası olmadığını düşündüğümüz filmleri yasaklıyorlar. Neye göre bunu yapıyorlar bilemiyoruz. Ben buradan yapımcı olarak şöyle bir sonuca varıyorum; ben filmimi yaparım ve her iki alternatife de hazırlanırım.

‘FATİH AKIN’I ÇOK BEĞENİYORUM’

Türk sinemasını takip edebilme fırsatınız oluyor mu?

Bütün yönleriyle tabii ki hayır. Fakat birçok filmi biliyorum. Son yıllarda özellikle önemli festivallerde Türk sineması adını duyurmuştur. Çok önemli festivallerde Türkiye’den önemli filmlerin katıldığına tanık oluyorum. Nihayet benim de bir film yapımcısı olarak, Türkiye’nin önemli filmlerini görüp onları değerlendirmem gerekiyor. Ama Türkiye sineması üzerine yoğunlaşmışım diye bir şey söylemem de söz konusu değil.

Beğendiğiniz Türk yönetmenler varsa, birkaç isim alabilir miyim?

Almanya’da büyüyen ve bence Türkiye’nin yönetmeni olan Fatih Akın’ı çok beğeniyorum. Ben, onu Türk olarak kabûl ediyorum. Bence tamamen Türk kültüründen öğeler taşıyor. Bütünüyle Türk olarak ele alıyorum onu. Dünyaya bakış açısı da Doğu’ya yönelik. Bence başarısının altında da bu bakış açısı yatıyor. Bunun farkında değiller. Çünkü Alman’ın kendisi yıllardır önemli bir film, yapımcı, yönetmen vermedi.

Sizin İran’da tabuları sorgulamanız nasıl algılanıyor?

Her tabunun yıkılışında ilk başta büyük bir direnişle karşı karşıya kalırsınız. Fakat zaman geçtikçe bu yeni durum kabûllenilmeye başlanır. Şayet filmim İran’da gösterime girmiş olsaydı, daha sağlıklı bir değerlendirme yapabilirdik. O zaman toplu bir tepkimeyle değerlendirme imkânı bulurduk. Tabii bu tepkileri aldığım topluluk, zaten kendileri tabuları kırılmış aydınlar ve entelektüeller olduğu için, bunu genellemek biraz zor olur. Toplumun geneli için bir şey demem doğru olmaz.

(15 Mayıs 2008)

Erkin Erk

www.sinemasinemadir.com

16 Mayıs 2008 Haftası

“Üç Haydut”, iyi ve kötü olarak kabul ettiklerimizin, pekâlâ, kötü ve iyi de olabileceklerini, aradaki koca gri alanda herkesin iyi ya da kötü şeyler yapabileceklerini, yetim küçük kızla üç soyguncu arasındaki şefkat aracılığıyla o denli büyüleyici bir stilde anlatıyor ki… Yerinizden kalkıp perdeye girerek, oldukça özgün bu çizgi filmin inanılmaz derecede çekici renkleri arasında kaybolmak istiyorsunuz.

“Şantaj”, içinde seksin, paranın, ölümcül tehlikenin olduğu bir entrikada kazanan bile olsanız, sadece ama sadece “aşk için!” her şeyi feda edebileceğinizi, usta işi “yalnızlık görüntüleri” ile öykülüyor: Lütfen jenerikleri de izleyin ve temanın içine nüfuz etmiş müziği sonuna dek dinleyin.

“O… Çocukları” adlı, ‘sinema duygusu olmayan’ fecaati izledikten sonra bir kez daha anlaşılıyor ki, sinema filmi çekmek kolaylıkla altından kalkılabilecek bir iş olmadığı gibi, herkes de sinema filmi çekmek zorunda değildir!

“Hep Seni Aradım”, “ne denli anlamsız gibi gözükse de ayrılıklar, gerçek bir aşkla besleniyorsa eğer, er ya da geç son bulur ve aşk kazanır” temasını, sizi bir şekilde içine çekmeyi başararak işliyor: Kıvrımlı senaryonun hakkını veren oyuncu, görüntü ve müzik yönetimi kayda değer.

“Beni Orada Arama”da, yirminci yüzyılda doğmuş büyük besteci ve şairlerin Tanrılaşmış olanlarından Bob Dylan, aynen onun dünyaya bakışı gibi ‘değişken’ biçimde, farklı dönemlerinde farklı oyuncular tarafından yorumlanmış: Bu seyri zor filme gitmeden ders çalışmanız ve onunla ilgili biraz okumanız, biraz da dinlemeniz gerek; hayranıysanız zaten çoktan görmüşsünüzdür.

“Asla Pes Etme”, çeşitli dövüş tekniklerini katı bir disiplin içinde ve çalışma salonu dışında asla kullanmamak şartıyla birleştiren bir savunma sporunu problemli gençlerin öyküleri içinde kullanıyor; cazip oyuncuları ve zor dövüş sahneleri sayesinde hızla tüketiliyor: Otuz küsur yıldan sonra bile, “Bruce Lee’nin ünlü tekmesi” hala revaçta ve işi bitiriyor!

TEK CÜMLE EKSTRA

“O… Çocukları” Neden Fecaat ve Okura Yanıt:

Neden sinemaya gidersiniz? Neden gişeye para vererek bilet alıp o filmin, o seans için seyir hakkını satın alırsınız? İnsan öyküleri görsel bir dille, görüntü sanatı ile insana dair her şey anlatıldığı için. Bilirsiniz ki, o sinema filmine emeği geçen herkes, o görsel dili en iyi şekilde kalıcı kılabilmek için aylar belki yıllarca çalışmışlardır. Ama eğer “iki arada bir derede”, üstelik de ‘dönem filmi’ çekilmişse sinema duygusunu yansıtmama tehlikesi doğar. Eğer siz 12 Eylül diktatörlüğü fonu ya da eleştirisi önünde, özgürlükleri töre, fahişelik ya da düşünce suçlusu olarak ellerinden alınmak istenen / alınan kadınları anlatmak islemişseniz, çarpıcı bir fikir bulmuş ama o denli de sorumluluk yüklenmişsiniz demektir. Bu filme baktığımızda gördüğümüz şu: Kimse hazırlığını iyi yapmamış. Senaryo bir kuru metinden ibaret. Oyunculuklar dengesiz; çocuk oyuncular dökülüyor. Döneme dair sanat yönetimi yok gibi. Müzik kendi başına hareket etmekte… Kim bunların sorumlusu? Orkestra şefi olan yönetmen!

Üç tane işkenceci, beceriksiz polis ve İtalyan devletinin içindeki bir takım girişimcilerin düşünce suçlularına yönelik yardım çabaları ile dönemin ağırlığını, baskısını, tarih içindeki önemini veremezsiniz zaten; güdük kalır. Geriye ne kalıyor? Aslında tüm bir ülkenin içinde bulunduğu durumu örnekleyen bir ev ve evin gerçekçi patroniçesi ile ona emanet edilmiş çocuklar! Katı gerçekçi bir film değil ama kendi mantığı içinde inandırıcılık iddiası var (finale yakın havalimanı sahnesini yok sayıyoruz). Nasıl inanacağız, nasıl içine gireceğiz? Tamamen ama tamamen tiyatro sahnesinde de sergilense bir şey değişmeyecek metin ve oyunculuklarla mı? İtalya’dan gelmiş kız ile mahallenin bıçkın delikanlısı arasında oluşan cinsel çekim, bu filmde ne denli inandırıcılıktan uzaksa, sahneye girip çıkan fahişelerin traji-komiklikleri de olmamış işte! Yani, reklâmların komik / fırlama çocuğundan mahalle delikanlısı ve banka reklâmlarının sevimli kızından çalkantılı ruh hallerini yansıtması gereken, iki kültür arasındaki kız çıkmamış; Sarp Apak ve Özgü Namal kötü oynuyorlar (sondaki arya da tüy dikiyor)! Kendileri bile inanmamışlar ki rollerine. Ne kadar çalışmışlar, ne kadar hazırlanmışlar meçhul… Geriye kalıyor üç tiyatro oyunculuğu: Küfür ettikçe güldüren Demet Akbağ, rolüne hiç derinlik katamayan Altan Erkekli ve tamamen ‘ezber’ İpek Tuzcuoğlu. Dünyada en zor işlerden biri de yönetmenler için, çocuklar ve hayvanlarla çalışmaktır. Allah aşkına, akıllı çocuğa diyalog ezberletmek başka bir şeydir, onunla duygudaşlık kurarak filme inanmasını sağlamak başka şeydir. İkincisinde devreye çocuklar için gerekli çalıştırıcılar da girer; bu filmde böyle bir çalışmanın olmadığını ya da başarılı olamadığını görmek için eleştirmen olmaya gerek yok.

Peki, onlar kötü, sıkıcı ve kıvrımsız da, senaryo yapısı nasıl? Örneğin her karakterin kendi öyküsünü sahne sırası geldikçe oturup anlatması sinema mı? O tür bir mahalleyi zengin tiplerle renklendirememek, evde –ne bileyim- bir mutfak sahnesi bile becerememek, oyuncuya aynı anda iki trafiği yaptıramamak yönetmenlik mi oluyor günümüz Türk Sineması’nda?

Bu filmi çeken yönetmen “story board” diye bir çalışma yöntemini bilir de neden uygulamaz (“bu konuda çalıştım” derse durum daha da vahim)? Yani oyunculara yükleniyoruz da tüm mesele yönetmen değil mi, yinelersek? Senaryo bizim apolitik sinemamızda bir fırsat yakalamış olabilir. Ama bunu sinema filmi diye satıyorsa gereklerini yerine getirecek.

“O… Çocukları”nın sanat yönetmenleri nerededir? Film 1980’lerde mi, günümüzde mi geçmektedir, belli değildir. Gözümüzün içinde Hürriyet Gazetesi’nin o günkü baskısını sokmak yetmez. Bu çalışma genel atmosferi tüm dokusuyla kurmaktan geçer. Biz dikkat etmeyiz zaten, benimseriz. Öykü akışından daha çok, örneğin objelere dikkat edilirse başarısızlık söz konusudur. O İtalya sahneleri neydi öyle? Opera ülkesinin sınav salonu öyle mi yansıtılır? Bu filmde ‘color correction’ çalışması yok mudur? Farklı ruh hallerine göre renk dokuları neden düzenlenmemiştir?

Kıraç iyi bir müzisyen olabilir fakat bir filmde müziğin işlevselliği konusunda bilgilendirilmelidir. Müzik filmin üzerine çıkarsa, tehlike var demektir. Olur, olmaz yerlerdeki yüksek müziklerle etki arttırılmaz; etki, oyuncu ve sahnenin gücüyle artar, müzik tamamlar.

“O… Çocukları”, bir döneme işaret etmeye çalışan doğru bir fikir ama fecaat bir sinemadır.

Bir söz de filme “7+” yaş sınırı veren alt denetleme kurul üyelerine. “Kabadayı” yaş sınırsız geçmişti (hala çözemedik sırrını). Sizin açınızdan, bu da bir gelişmedir. Yani 7 yaşını doldurup, sekizden gün alan her çocuk, “i. ne”, “g. t”, “ s.k” gibi sözcükler geçen küfürleri rahatlıkla dinleyebilir.

“Tek Cümle” köşesi, benim gibi işini haddinden fazla ciddiye alan ve her filmin olumlu yanlarını bulup çıkartan (bu özelliği meslektaşlarınca bazen eleştirilen) bir sinema yazarının, bir sevgili arkadaşının önermesiyle hayata geçirdiği, sinemaya gitmek için acilen film seçecek seyircinin genel bir fikir sağlaması amacıyla hazırlanmaktadır. Amaç, o filmin düşünce yapısını, ruhunu, varsa farklı özelliklerini, özlü bir-iki cümle ile anlatmaktır. Bu satırların yazarı, yaklaşık 25 yıldır kısa-orta-uzun binlerce eleştiri yazmıştır / yazmaya devam etmektedir. “Tek Cümle”, kısalara örnektir. Slogan atmaz, “O… Çocukları” ile ilgili cümlede de “sinema duygusu olmayan” yargısıyla fecaat demiştir. Sinema duygusu taşımayan film fecaattir bana göre.

Edebiyat tarihini bildiğini varsaydığım Ahmet Bey (soyadını yazmamış), hangi alanda yazarsa yazsın herkesin başucu kitabı, Berna Moran’ın “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri”yi okumuştur. Eleştiri yöntemlerinin çeşitliliği hakkında bir fikri vardır. Bazen tek bir cümle, gereksiz şişirilmiş bir yazıdan daha çok şey anlatabilir. Önemli olan, film-seyirci-eleştirmen arasında kurulan ilişkinin olabildiğince ‘saf bir alan’a çekilmesidir. Kötü olanları yaşam eler, elemiştir. Sanatçı filmini çekerek zaten eleştirilere açık hale gelmiştir; üzerine düşen, aldatıcı-yapay övgüler düzenleri , “kral çıplak!” diyenlerden daha sıkı sorgulamaktır. Düşünen, okuyan, yazan, duygularını canlı tutan okur ise, eleştirmenle yapıcı bir etkileşime girmelidir. Doğrudur; Ahmet Bey tatmin olmamıştır. Film gösterime girmeden yazdığına göre daha fazla bilgilenmek istemektedir. Fakat bunun yanı sıra bir tür “üstten bakış”la, 40 yıldır film izleyen beni, sanki başka hiç yazı yazmıyormuşum gibi sorgulamak hakkı yoktur. Kusura bakılmasın, bu o kadar basit değildir. Bu sayfayı ilk okuyan biri bile amacını anlayabilecekken ve zevk alanlar da varken, sanki okuru hafifsiyormuşum gibi vurgu yapmak iyi niyetle yazılmış bir eleştiri değildir. Zekâsına güvenenler tam da bu güven çerçevesi içinde okur ve alacağını alır Ahmet Bey. Daha fazla açıklama isteme hakkınıza saygım var ama başkaları adına genelleme yaparak bana ders vermeye kalkmanıza saygı göstermem. SİYAD vurgunuzu anlayamadım. Eğer SİYAD’ın 40. yıl kitabını inceleseydiniz, benim de imzamın olduğu yazılarla tarihe notlar düşüldüğünü görecektiniz. O konuda kuşkunuz olmasın, isteyen istediği yerden iz sürmektedir. Bir de şu bedel konusunda “olumsuz hatta kötü bir eleştirinin bedeli vardır, olmalıdır da” derken ne kastettiniz? Benim eleştiri yazılarım olumsuz (yani -şaka gibi ama- yıkıcı) hatta kötü ise bedeli öderim, okunmam, bırakırım. Ama hala yazıyorsam kusura bakmayın, asla “eyvallah etmem”; özellikle Türk Sineması söz konusu olduğunda, hiç ama hiç kimseyle ‘ahbap-çavuş’ ilişkim olmadığından ve beş para etmez filmleri şişirip, pohpohlayarak hatta yağcılık çekerek göklere çıkarıp iyilik ettiklerini sananlar ama aslında kötülük ettiklerini bilmeyenler gibi asla olmayacağıma garanti veririm. Bu konuda en az sizin kadar ciddiyim!

(16 Mayıs 2008)

Sayın Aydan Yıldırım’a Yanıt:

Öncelikle teşekkürler. Adınız ve soyadınızla beni eleştirdiğiniz için…

Lütfen yanlış anlamayın, sizi bilgilendirmek istiyorum: Ben “Tek Cümle“ köşesini 2000 yılından bu yana sürdürüyorum. Amacını anlattım; yinelemeyeceğim. “O… Çocukları” adlı filmi izledikten sonra, bu filmde “sinema duygusunun olmadığını” yazarak bir yorum yaptım. Bana biraz güveni olanlar itibar edebilirler. Eğer “sinema duygusu çok güçlü”, “harika bir film” olarak yazsaydım, yine de “sen beğenmişsin ama neden, açıkla “ diye bir yazı gelecek miydi? Kuşkuluyum.

Gelenden hareket edersek, Ahmet Bey, “açınız bu cümleyi” diyor. Haklı. Tabii ki açabiliriz bu cümleyi. Fakat durumun hassas noktası şu ki, lütfen yazısını dikkatle okuyunuz, ‘hesap’ sormaya varan bir “üstten bakış”la bayağı ders veriyor; bedelden bahsediyor. Ben kendimi Ahmet Bey’den daha iyi tanıdığım ve gerçekten de bu işi sürdürmeye çalışırken, meslek mensupları olarak nasıl hassasiyet içinde sağlımızı bile (haklısınız, sinirlerimizi de) bozduğumuzu bildiğimden, bu haksızlığa bir tepki gösterdim. Hakaret etmem söz konusu bile olamaz. Üslubum sizi rahatsız ettiyse, şahsınızdan özür dilerim. Ancak takdir edin ki, internetin sonsuz boşluğunda çeşitli köşelerden, çeşitli rumuzlarla yazanlara karşı biz adımız-soyadımız-cismimiz-fotoğrafımızla kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz. Bu sert üslup, biraz da karşıdakinin ‘görünmemesi’ ile ilgili. Filmle ilgili görüşlerime gelince, fikirlerimi tek başıma da kalsam savunurum (bu arada, filmle ilgili yazdığım yazıyı kısalttığımı belirtmem gerek).

(22 Mayıs 2008)

Sayın Ayşegül Uğur’a Yanıt:

Anlaşılmak ne güzel… Teşekkür ederim.

Saygılarımla.

(05 Haziran 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

T. C. Kültür Bakanı Sn. Ertuğrul Günay Makamına

Aşağıdaki sorumun BİLGİ EDİNME YASASI gereğince, T. C. Kültür Bakanı Sn. Ertuğrul Günay tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla arz ederim… 12/05/2008

T. C. Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu 2008/2 sayılı (dönemi) kararında YEĞENLERE ENİŞTELERE FON kararı çıktı, Bağımsız öteki sinemacılar ise yine desteklenmedi…

Uzman Film adına çıkan proje, Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyesi Faruk Turgut’un YEĞENİ; Görkem Turgut’undur.!!

Yıldız Film adına çıkan proje, Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyesi İsmail Güneş’in KARDEŞİ; Mehmet Güneş’indir.!!

ve yine Tunç Okan, Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyesi Cengiz Ergun’un ENİŞTESİDİR.!!

1. Kültür Bakanlığı Sinema Destek Kurulu üyelerinin tamamı kimlerden oluşmaktadır?

2. Kuruldaki üyelerin akrabalarının projelerinin desteklenmesi konusundaki gerekçeli kararları nelerdir?

3. Dünyanın her yerinde Ulusal Bağımsız Sinema desteklenirken, Türkiye Cumhuriyeti’nde neden maddi sorunu olmayan Zengin Tekel büyük yapımcılar desteklenmektedir?

4. Sinema Destek Kurulu proje destek puanlama sistemi kriterleri nasıl bir sistemle çalışmaktadır ve hangi kıstaslara göre puanlama yapılmaktadır?

5. Sinema Destek Kurulu üyeliğine kimler ve hangi kıstaslara gore seçilmektedir ve maaşları ne kadardır?

6. Sinema Destek Kurulu üyelerince destek projeleri reddedilen sinemacıların tam listesi neden “başarısız oldukları” için reddedildiği izlenimi bırakacak şekilde kamuoyuna açıklanmaktadır? Kişinin kendisine özel olarak açıklanamazmı?

7. Proje desteği için Sinema Destek Kurulu neden film bütçesinin tamamının maddi değeri kadar banka teminatı ve ipotek istemektedir? Türkiye koşullarında bir sinemacının bu banka teminatı ve ipoteği gösteremeyeceği bakanlığınızca bilinmiyormu?

(12 Mayıs 2008)

Mutlu ŞAHİN
(Bağımsız Belgesel Sinema Yönetmeni)
Sahrayıcedit Atatürk Cad, Şehit İlhanlar Sok, Başak Ap, No: 21/1,
Erenköy – İSTANBUL.
Tel: 0555 305 1 222
e-posta: mutlusahin@gmail.com

Hep Aynı Film

Kültür Bakanlığı 2008 yılı 1. dönem destekleri hakkında alınan kararlar burada açıklandı.

5224 Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun ve bu yasaya bağlı olarak 2005 yılında çıkarılan 25642 Sayılı Sinema Filmlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik çerçevesinde; Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmekte olan her yıl sinema sanatının gelişimine katkıda bulunmak için yapılan desteklerdir bunlar.

İlgili yasa gereği Destekleme Kurulu oluşturulmuştur ve bu kurul bu değerlendirmeyi yapmaktadır. Önemli nokta; Kültür ve Bakanlığı ve Telif hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü bu desteklerden doğrudan sorumlu olmayıp bir düzenleyicidir.

Destekleme Kurulu ise çoğunluğu sinema sektöründen, meslek birliklerinden oluşmaktadır.

İlgili yönetmelik Madde 9 – “Kurul, Bakanlık temsilcisi ile ilgili alan meslek birliklerinin üyeleri arasından seçtiği birer üye ve sinema ile ilişkili alanlarda temayüz etmiş uzman kişilerden Bakanlıkça belirlenecek üç üyeden oluşur. Kurul üye sayısı onbeş kişiyi geçemez. İlgili alanda faaliyet gösteren meslek birliği sayısının onbirden fazla olması halinde, üye gönderecek birlikler önce kurulmuş olmaları dikkate alınarak belirlenir. Kurulun oluşturulmasında üye bildirimi açısından ortaya çıkan eksiklikler Bakanlıkça giderilir.”

Ve

“Kurul üyelerine, yılda on toplantıdan fazla olmamak üzere her toplantı için (3000) gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutar üzerinden toplantı ücreti ödenir.”

demektedir yönetmelik.

Buraya kadar her şey çok güzel.

Ancak olay Türkiye ve insanımız gerçeğine gelince birden değişmektedir.

Geçtiğimiz yıllarda bu destekleme kurullarının ne derece dürüst çalıştıkları şüphelidir.

Nerdeyse ahbap çavuş ilişkileri ile bu destekler; “körler ve sağırlar birbirlerini ağırlar” noktasına kadar gelmiştir. Bunu konuyu bilen ve içinde olan çoğu kişi yadsıyamaz sanırım. Yoksa ayıp olur.

Bu desteklerin asıl kaynağı, sizlerin sinema bileti vb. harcamalarınızdan alınan rüsumlardan oluşmaktadır. Bunun bir kısmı bütçeye dahil olurken önemli kısmı ise sinema sektörüne yeni yapıtlar oluşturmak ve sinemanın gelişmesine destek olmak amacıyla bu yolla geri dönmektedir.

Ticari kurgu film yapımlarına geri ödemeli bir destek verilmektedir aslında. Karşılığında da o kadar bir teminat gerekir.

Geçtiğimiz yılları ve destekleri hepimiz biliyoruz. Kurul üyesi olabilmek yada kurula üye gönderebilmek amacıyla, olmayan sinema sektörümüzde gereksinimin çok üstünde meslek birlikleri oluşmaya başladı. 2006 ve 2007 yıllarını ve destekleri incelerseniz sonuç ortadadır.

Kaç filme destek sağlandı?

Kaç kişi geri ödedi?

Başarı?

Ha, bir de zarar eden geri ödemiyor. Oh ne âlâ.

Anımsıyorum, Yılmaz Erdoğan medyada sitem etmişti, yanlış iletilmediyse. “En büyük katkı benim filmlerimden geliyor, ama benim filmlerim destek almıyor” diye.

Son yayınlanan tabloya baktığımda, acaba diyorum, aynı filmi mi izliyoruz?

Çünkü para bizim, para sizin. Para halkın. 11 kişi neyi ve neye göre değerlendiriyor. “Red edilen” diye yazılan projeler çok mu kötü? Hem bu neden yazılır? Onu da anlamak mümkün değil. Piyasaya çıkarsa o filmleri de izlemeyelim mi?

Başvuru sayısına bakıyorsunuz. Değerlendirme zamanına bakıyorsunuz. Okumak bile olası değilken bizim kurul iyi çalışmış. Duyduğuma göre; öğrencilerine yada yardımcılarına okutuyorlarmış, özet alıp değerlendirmeye çalışıyorlarmış.

Beyler emeğe saygı lütfen.

Bir de şu var, alınan destek kadar, banka yada gayrimenkul teminatı gerekiyormuş.

Zaten o teminatı olanların ticari kurgu film yapım sorunu olur mu?

Umut ediyorum ki, bu yıl ki değerlendirme dürüst ve emeğe saygı ile yapılmıştır. Ve kurul üyelerinin gönlü rahattır. Umarım bu yıl artık, yönetmelikte yazan hükümler insan öğesi de devreye girerek doğru uygulansın. Umarım, öyle de olmuştur.

Son yayınlanan tabloya baktığımda, acaba diyorum, aynı filmi mi izliyoruz? Pek içim rahatlamadı benim.

Neyse, sonuç olarak bu ticari bir kaygıdır. Zaten geri ödenecek. Ama halk olarak ödenmesini istiyoruz. Ödensin ki sinemamıza yeni kaynaklar yaratsın.

Benim asıl kuşkum, ticari olmayan, kısa film, belgesel film, senaryo yazım vb. destekler. Çünkü geleceğin sineması bu yaratımlarda bence.

Değerli kurul üyeleri de bu gerçeği nihayet özümsemiş olmalılar ki, fazla sayıda başvuran projeyi bizzat kendileri değerlendirip, çevre etkisinden uzak kalıp, yetim hakkı yememeğe özen gösterip karara varabilmek için öteye atmışlar.

Sanıyorum ki 1 – 2 ay gibi bir ek süre sonunda bunu açıklayacaklar.

Bunu şunun için önemsiyorum; kısa film ve belgesel gerçekten Türk Sinemasının temel taşı olmakla kalmayıp ulusal kültürlerin de en büyük tanıtım araçlarından birini oluşturmaktadır.

Bir de; şu özlük hakkı kavramı var ya. Bu çok önemli. Askerlikte; bir erin aylık, nerdeyse bir paket sigara parası tutan maaşını imza karşılığı vermeyen bölük komutanı çok ciddi cezalara maruz kalmıştır ve uzun süreli hapisler yatmıştır. Bu konuda ceza kanunumuzu bir okuyun. Bu katkılar da doğru yerde kullanılamazsa bir özlük hakkı işi olduğu, halkın parası olduğu gerçeği ile ceza hukukumuzda önemli yeri olmalı diye değerlendiriyorum.

Çok genel yazdım. Gerçi açıklanan tablo biraz tuhaf hisler oluştursa da, bildiklerimize ve gördüklerimize set çeksek de, benim için asıl önemli olan ticari olmayan sinemaya ve geleceğimize verilecek destekler. Bana lütfen söyleyin. Bu destekleme kurulunun geçmiş yıllarda destek olduğu belgesel, kısa film, senaryo vb. ön plâna çıkmış bir iki adet adı?

Rahmetli Kenan Pars’ın bir sözüyle noktalamak istiyorum. Geçtiğimiz yıl, onun çok değişik bir belgesel versiyonu başvurmuş. “Bilir misiniz Kenan Pars yaşamında ilk ve tek ödül aldı, onun el işi özgün çalışmaları var.” Desteklenmemiş. Saygı. Ona sonuç söylendiğinde, her zamanki gibi alaycığı ile şöyle demişti: NE BİLİYORLAR Kİ, NEYİ DESTEKLİYORLAR?

Saygılar.

EKLER:

1- Değerlendirme Kurulu bir yarışma seçici kurulu değildir.

2- Yaptıkları görev, gerçekten önemlidir ve ne yazık ki bu görevi algılama yeteneğinden uzak kişlerden oluşmaktadır.

3- Çoğunun sinema geçmiş ve bilgisi tartışılır.

4- Bazıları gerçek sinema sektörünü temsil etmemektedir.

5- Son 4 yılda alınan kararların bir kısmı şaibelidir. Her yıl aynı gruplar destek almış, aynı gruplar almamıştır. Liste gönderebilirim.

6- Özellikle; 2008/2 kararında basında da yer alan akraba ilişkileri tam bir skandaldır ve yargıya taşınacak konudur. Çünkü; devlet ihale yasalarında bile 1. derece yakınlar o ihalaye katılamazlar, ceza yasalarında da yeri vardır. Eğer böyle bir durum oluşmuşsa tüm kurul üyeleri (şerh koyanlar dışında) ve destek alanlar yasalar önünde birinci derece suçludur. Hiçbir yönetmelik yasalar önüne geçemez.

7- Ben ilk yazımda; tablo içime sinmedi derken hiçbir isim vermedim. Aslında olay akraba ilişkileri dışında meslek birliği vb. tanıdık ilşkileridir. Kurul üyelerinin bir çoğu proje okumamaktadır. Bazıları öğrenci vb. birine okutup özet almakta ve ona göre değerlendirmektedir. Çünkü o kadar başvuruyu değerlendirme süresi gerçekleşmemiştir.

8- Ezel Akay’ın deyişine katılıyorum. Kültür Bakanlığı’na 4 yıl önce sektörden empoze edilen bir uygulama sonucu bu yasa ve yönetmelik çıktı. Bu kapsamda Bakanlık haklı olarak, bu işin dışında kalmayı yeğlemiştir. (Özet yazdım; konu uzun aslında.)

9- Kurul üyelerinden bazıları toplantı öncesi bazı film yapımcılarını neden ararlar? Aramışlar mıdır?

10- Neden sürekli bir meslek grubu kurulur hale gelmiştir?

11- Neden Kültür Bakanlığı birimleri bu kurulun geçmiş çalışmalarından ve çıkan dedikodulardan rahatsız olup 2008’den itibaren bu kurulun dürüst çalışması için önlemler düşünmüş ve puanlama sistemine başlamasına karar vermiştir acaba?

12- Geçmiş yıllarda kabûl edilmeyen projelere ortak gerekçe olarak sinematografik yetersizlik vb. gerekçeler yazarak bunu yayınlamak yerine bu gün sadece reddine denmesi uygulaması başlamıştır. Ne demek red etmek; benim politikam bu dersin ve bunları desteklemeyi uygun gördüm dersin olur biter. Onca büyük özveri, para ve emeği, hem de sanatçı kişiliği olmayanların red ettim demesi ne ayıp.

13- Geçmiş yıllarda destek alan projeleri hiç inceleme olanağınız oldu mu?

14- En önemli konu; verilen paralar ve kaynağı çok önemlidir. Bu bir devlet genel bütçesi olsa belki gerekçeleri olur, ancak bu özel bir bütçe. Kurul beyefendileri iyi düşünmelidir.

15- Son 4 yılın gelmiş geçmiş tüm kurul üyelerine soruyorum: (Bu arada aralarında gerçekten son derece saygıdeğer ve dürüst insanlar var. Onları dışta tutuyorum ama bir koşulla. Karara şerh koymuşlarsa, bunu bilemiyoruz.) Akşam eve gidince çocuklarının ve eşlerinin yüzüne gönül rahatlığı ile bakabiliyorlar mı? Rahat uyuyabiliyorlar mı?

16- Deniyor ki; kimsenin itiraz etmeyeceği bir sistem getirelim. Böyle bir sistem var ve dünyada olduğu gibi ülkemizde de uygulanıyor. Danışma Kurulu toplantısında bunu ben bizzat dile getirdim ama kimsenin işine gelmediği için bugün sorsan çoğu anımsamaz. Ama gerçekten böyle bir sistem var. Bunu uygulamaya hazırlar mıdır? (Bu sistem bende mevcut. Devletin en üst kademelerinde kendim bizzat uyguladım, hâlâ da uygulanıyor. Kanıtlı, delili, örnekli) Sinemaya da çok kolay uyarlanabilir. Ama bu bazılarının işine gelir mi bilemem.

17- Bu arada gerçekten hakederek destek alan projeleri de yaralıyoruz. Bunun sebebi bence o bazı kurul üyeleridir. (Bazıları, çok konuşup etkileyenleri)

Bu maddeleri daha da somut olarak belki 200’e kadar sıralayabilirim.

Sonuç olarak; bence şu kurul beyefendilerinin asıl yetim hakkı paralarını dağıtacakları ve en hassas olmaları gereken kararlarını bekleyelim. Çünkü uzun metraj ticari projelerdir ve zaten geri ödenecektir. Asıl özen gösterilecek yer geri ödemesiz desteklerdedir.

Aslında ilk yazımı, tümü hakkında kararlar açıklanınca yazacaktım ve bu yıl gerçekten dürüst olacaklarını umut ediyordum. Ancak basında da açık ve somut kayırmalar çıkınca zaten bidiğim tablodan rahatsız olup yazdım. Bakın, gene umut etmek istiyorum ki; kurul efendileri doğru kararlar alacaklardır.

Geçen seneki kararlara gene baktım. (Kurul üyeleri 2 yılda bir seçilse de aynı meslek gruplarından oluştuklarından sonuç maalesef değişmemektedir.) Son 3 yıllarını somut izledim. Verilen ve yapılanlar ortadadır. Eğer ki gene aynı hamam aynı tas olacaksa, geriye dönük olarak, hesap sorulacak ve ortalık yangın yerine dönüşecek kanaatindeyim.

Telefonum açık, (zaten bu arada adını vermeyeceğim bazı kurul üyelerinden tehditvari tavırlar alsam da benim için farketmez. Herkesin geçmişi bellidir. En apaçık da benimdir. Onlar için korkunu ecele faydası yoktur.) bu platformda ortak bir görüş ve davranış tarzı belirleyelim. Yasal olmak koşulu ile yapılacakları belirleyelim, son 4 yıl geriye dönük işlemi başlatalım.

Ayrıca, en önem verdiğim konu, sayın sinema yazarlarımız, bir hafta Amerikan filmleri eksik kalsa ne olur. (Biliyorum çok şey olur.) Bu görevler sizin değil mi? Sorun bana: Belge, bilgi, tanık… Sizden de ricam var; son 4 yılın Değerlendirme Kurulu üyelerini, ama tüm geçmişleriyle (adlarını bilmiyorsanız ben veririm) bir yazıverin.

Bunlar yapılırsa; herşey çok doğru ve çok dürüstçe ve herkes tarafından anlaşılacak zaten. Buna kefilim.

Valla dürüst insan düşmanım olsun ama öteki, o hiç olmasın.

(11 Mayıs 2008)

Vural Çavuşoğlu / 0532 254 80 32

Sefaletin Sineması, Sinemanın Sefaleti…

Konuşmalarına “Genco Erkal’dan jüri üyesi olur mu?”, “Yumurta’dan film olur mu?” diye başlayan sinema adam(!)ları için Recep’den film olur. Hemde 4 milyon seyirciyi de peşinden götürür. Çünkü sinema gişe demektir. Gişede para demektir. Tanrı, para; tapınak, gişe; müminlerde seyirci olunca Genco Erkal’dan jüri üyesi, Yumurta’dan film olmaz.

Tabi bu gişe filmlerinin bir formülü var. Bu formül her ülkede sosyolojik olarak en ilkel değerlere göre dizayn edildiği zaman, çok başarılı gişe sonuçları ve kazanç elde etmek mümkün.

Bu iyi bir ticaret adamının sinema alanındaki başarısıdır. Bu işi ticaret olarak yapanlar zaten “sanat” sözcüğünden nefret ederler. Benim bu işi yapana, yani sinema ile ticaret yapana diyeceğim yoktur. Benim itirazım, tüccarın sanatçıyı aşağılamasınadır. Sanat sinemasına seyirci toplayamadığı ve para kazanamadığı için kızıyorlar. Bu konuyu kendilerine dert ediniyorlar. İşte buna hakları yok.

Büyük kentlerimizin eteklerine tırnakları ile pençeleri ile tutunmuş genç ve “kent köylüsü” büyük bir nüfus oldukça, ticaret sineması için sonsuz fırsatlar ve büyük gişe başarıları hep olacaktır. Vandallığa, angutluğa, şirin aptallığa ve ilkel duygulara yönelik her tür güldürü projesi ticaret sinemasının önünde sereserpedir. Ayrıca bu türe hayran bir sinema yazarı (!) sinema düşünürü (!) kitlesi de oluşmuştur. Sinema bahanedir, fırsat ticarettir. Birinin işi para, ötekinin sanat. Herkes işini yapsın. Sanat sinemasından sana ne.

Ancak kazın ayağı öyle mi? Ticaretçilerin gişe başarısı “genç sinemacıları” mıknatıs gibi kendine çekmektedir. Bu şablonun ve başarı formülünün gençler tarafından kabul görmesi, hele sinemacı olmak için gençlerin neredeyse kitle halinde üniversitelere (27 üniversitede sinema eğitimi veriliyor) ve kurslara akın ettiği bir ülkede “sinema sanatı” kavramının yozlaştırılması… işte buna da itiraz edilmesi gerekiyor.

Sanat, yaşadığı toplumun kalbidir. Tüm incelikleri ve muhalefeti içinde barındırır. Bir ülkenin sinema sanatı, halkının macerasını, sevinci ve kederiyle, acısı ve mizahı ile anlatabilmelidir. Son çeyrek yüzyılda bin civarında uzun metraj sinema filmi yapılmış. Bu ülkede yaşayan sinemacıların bu halkın yaşadığı derin acıları (bir – kaç film hariç) yansıttığını söyleyebilir miyiz. Bu ülkede olup bitenler sinema sanatçısının yüreğini yakmaz mı? Bu ülkede olup bitenler tragedya ve komedyanın ta kendisi değil mi? Nerede politik sinema? Bu ülke sinemasının genç Lütfi Akad’ları, Metin Erksan’ları, Yılmaz Güney’leri olmayacak mı? Yoksa sinema sanatının temsilcileri de gözlerini ticaret sinemasına mı çevirdiler? Bunu asla kabullenemiyorum. Öyleyse buna da itiraz edilmesi gerekiyor.

Bir zamanlar bu ülkede sinemacılar halkın acılarını, yaşam mücadelesini ve direnişini hikâye ederlerdi. Şimdilerde ise iki tür sinema var. Birincisi ticaret sineması. Seyirci de orada para da orada. Diğeri toplumsal duyarlılık yerine bireysel duyarlılıkla kişisel sinemalarını oluşturmaya çalışan art – house sinemacılar, yani “sanat sineması.” Bu ikinci türü inatla ve içtenlikle sürdüren “has” sinemacılar henüz toplumun vicdanı olmayı başarabilmiş değiller ve filmlerini büyük bir kitleye ulaştıramıyorlar. Ancak dünya sineması içinde bir “Türkiye sineması”ından bahsediliyorsa bu sinemacılar sayesindedir.

Sinema sanatını kitlesel ve evrensel kılan güç, içinde yaşadığımız modern toplumun vicdanı olmasıdır. Geçtiğimiz yüz yıl içinde sinema bu gerçeği kanıtlamıştır. Bu gerçek bizim için de geçerli olmalı.

Toplumumuza ne yazık ki silâh zoru ile dayatılan bir anayasa ile çeyrek yüz yıldır yaşıyoruz. Tüm alanlarda tam bir çözülme ve çürüme. Yargıdan eğitime tüm toplumsal sistemlerimiz yetersizlik içinde. Kentler ve kıyılarımız yağmalanmış, kültürel dokusu harap edilmiş, yoksulluk ve çaresizlik kentlerin eteklerinden merkezine doğru hızla yürüyor. Peki, yaşanan alt – üst oluşu, yani bu sosyolojik devrimi, yani bu kahrolası çeyrek yüzyılımızı yansıtan bir sinemamız olduğunu söylemek mümkün mü?

Bir sinemacı için hazine değerinde olan Türkiye halkının acılarını biz filme çekmeyeceksek kim çekecek?

Bu ülkede yaşamıyor muyuz ? Belki de…

Öyleyse: İtalyan opera sanatçısına Gebze’de Mozambikliler tecavüz etti? Hırant Dink’i Şişli’de İtalyanlar öldürdü? 10 yaşındaki okul çocuklarının bileklerini Adana’da Fransızlar kırıyor? 84 yaşındaki İlhan Selçuk’u İstanbul’da Danimarka polisi gözaltına aldı?

Hangi ülkede devlet, siyasi iktidarı ile davalı? Hangi ülkede seçim sandığını tarikatlar ve satılık aşiretler belirliyor? Hangi ülkede 40 yaşındaki katiller üniversite öğrencisi kılığında kurşun atıyor? Baharı Karşılama Bayramı hangi ülkede bir korku filmi gibi yaşanıyor? Hangi ülkede her gün darbe oluyor?

Bu sefalet tanıdık geliyor mu? Evet sefaletin sineması değil, sinemanın sefaleti.

(08 Mayıs 2008)

Sabahattin Çetin

T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Sinema Destekleme Komisyonu Hakkında

Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi? Sinema Destekleme Komisyonu 2008 yılının ilk toplantısını yaptı ve birbirinden komik kararlara imza attı.

18 sinema filmine 150.000 YTL ve 325.000 YTL arasında değişen miktarlarda destek çıktı.

Çıkan filmler arasında komisyon üyelerinin kardeşlerinin, kayınbiraderlerinin ve yeğenlerinin de projeleri var. Birçok profesyonel sinemacının filmlerini gözlerini kırpmadan red eden bu gurup kendi menfaatleri doğrultusunda karar almaktan hiçbir çekince duymamışlardır.

Kültür Bakanlığı sitesinde de bu projeler, sadece firma ve film ismi bildirilerek kamuflaj taktiğine gidilmiştir.

Bu kadarla kalsa gene insanın içi gam yemeyecek. Türk sinemasının emektarları film üretmek için yanıp tutuşurken, desteklediği projelerden sekizi ilk filmi çekecek yönetmenlere verilmiş. Bunda ne var, o insanlarında üretmek en temel hakları denilecek olursa, bu destek alan insanların öz geçmişinin incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yüzde doksanı belirli bir cemaat, yada lobiye yakın duran isimler.

Zaten AKP hükümeti kendi sinemacısını yaratma peşinde. Ama unuttukları bir şey var ki, sinema yetenek isteyen bir sektör. Öyle mecliste parmak indirip, kaldırmakla yürütülecek bir şey değil. Yani bu arkadaşlar en fazla bir film çektikten sonra, daha hiç anılmamak üzere kaybolup gidecekler.

İşte garip kültür politikası. Destekleme Komisyonu da kendilerine yakın insanlardan oluşturulmuş. Sektör temsilcileri de menfaatleri uğruna onlara uyunca ortaya bir katliam çıkmış. Hepsinin günahını almayayım ama görünen o ki, birer projeyi aralarında paylaşmışlar. Geri kalanda AKP’ye, yada onların malûm cemaat mensuplarına, sempatizanlarına gitmiş.

Dağıtılan bu para sinemaya giren seyirciden kesilerek, fona aktarılan paradır. Öyle kolay yağmalanacak para değildir.

Ne yazık ki destek alanlar arasında, PKK olaylarından ceza almışlarda vardır. Yani iş menfaate gelince gözler hiçbir şey görmemektedir.

Lütfen komisyon üyeleriyle, destek alan proje sahiplerinin, beşeri ve ticari ilişkilerini inceleyin. Adaletin hiçbir yerde işlemediğine tanık olacaksınız.

Sektörde saygın gözüken insanlarda bu yağmanın bir unsuru olmuştur. En azından seslerini çıkarmayıp, insanların haklarının gaspını seyrederek.

Bundan önceki hükümetlerde bu fonu arpalık olarak kullanıyordu, ama hiçbir zaman bu kadar gözlerini karartarak davranmıyorlardı.

Ama adamlar haklı, karşılarında hiçbir müeyyide yok. Ben yaptım oldu mantığı. Ülkenin tamamını yağmalamış insanlar için zaten oralarda konuşulan rakamlar çok komik. Sadece dört milyon lira. Bu parayı bile sinemacılara vermeyip, kendi yandaşlarına dağıtmayı yeğ tutuyorlar.

T. C. Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün sitesine girerek destek alan projeleri görebilirsiniz.

Uzman Film adına çıkan proje, komisyon üyesi Faruk Turgut’un yeğeni, Görkem Turgut’undur.

Yıldız Film adına çıkan proje komisyon üyesi İsmail Güneş’in kardeşi, Mehmet Güneş’indir.

Tunç Okan, komisyon üyesi Cengiz Ergun’un eniştesidir ve onunda projesi çıkmıştır. Ama yine de Tunç Okan’ın film çekmesini önemsiyorum. Ancak alınan kararlar mide bulandırıcıdır. Dikkatlerinize sunulur.

Saygılarımla,

(07 Mayıs 2008)

Bülent Pelit

İletişim: 0 539 240 10 06