Kategori arşivi: Yazılar

29 Mayıs 2009 Haftası

“Darbe”, özel yetenekleri olan insanların, kendilerini ‘silâh’a dönüştürmek isteyen ‘devletin derin güçleri’yle huzursuz edici mücadelesinden bir kesiti aktarırken, bu serüvende olayların geçtiği kent olan Hong Kong kadar karmaşık, canlı ve taşkın bir film olmuş. 28 yaşındaki Chris Evans ile 15’i doldurmuş Dakota Fanning’in perdedeki kimyalarının bu denli uyuşacağını asla düşünemezdim fakat bu ikili sihirli gibi; izleyeni yanlarına çekiyorlar adeta.

“Davetsiz”, bozulmuş bir ruhiyatın onarılma ihtimalinin düşüklüğüne dair dehşet verici sürpriz tuzağını seyirciye hissettirmeden kurarken karabasanlardan yararlanan, bir ikinci sürüm olarak çok muhkem bir çalışma.

“Donmuş Irmak”, anne olmak ve parasızlık iç içe geçince, çetin iklim koşullarına rağmen risk alarak yasa dışı iş yapmanın nasıl ‘her tür sınır’ı yok edeceğini, iki kadının mücadele gücüyle öğretiyor bize: Yapımı ve çekimleri de çeşitli zorluklarla mücadeleleri içeren bu filmi gerçekleştiren kadınlara büyük saygı duyuyorum.

“Evlilik Sınavı”nda, ilk büyük savaşta milyonlarca gencin ölüp geriye acılar bıraktığı, makineleşmenin insan gücünün yerini iyice almaya başladığı, modern dünyanın aykırı fikirlerinin katı kuralları sarstığı bir dönemde, iflâs etmiş, ‘solmuş’ ve iyice köhnemiş İngiliz taşrasından bir aristokrat aileye gelen Amerikalı dul gelinin tüm taşları yerinden nasıl oynattığı anlatılmakta… Noel Coward’ın (1899 – 1973) oyunu beyazperdede en doğru kurguyla yerini bulmuş. Jessica Biel’ın çok ayrıntılı performansıyla değer kazanan gelin Larita’nın içinde bulunduğu durumu, yeni olana direncin kırılma zorluğunu, aşkın nasıl her şeyden vazgeçebilmek olduğunu ve “savaşta gençler, barışta yaşlılar ölür” sözünden hareketle yaşamın o acımasız yanını iyi bilenler, tam olarak anlayacaklar. İzlemesi kekremsi bir keyif veren acı güldürü!

“Palermo’da Yüzleşme”, bir adamın, ölümün bir son değil yeni bir doğum/başlangıç olduğunu öğrenme ve kabûl etme yolculuğunu fotoğraf estetiğini kullanarak anlatan, olgun / zarif bir sinema örneği.

“Sokakların Kralı Romeo”, sokak hayvanlarına karakter yükleyen ancak onları bu karakterleri yüzünden yargılamayan yapıcı mesajlarını ve fonu zayıf olsa da kahramanlara odaklanmanızı sağlayan dinamik stilini sevebileceğiniz, şarkıları – dansları ile de koltuğunuzda kıpır kıpır kıpırdanacağınız Hint bilgisayar animasyonu. Türkçe seslendirmede, dudak hareketleri ile sözcüklerin eşzamanı için uydurulmuş, bize özgü bazı muziplikler hoşunuza gidecek.

(28 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Amerika’dan Hayat Manzaları

Donmuş Irmak (Frozen River)
Yönetmen-Senaryo: Courtney Hunt
Müzik: Peter Golub-Shahzad Ismaily
Görüntü: Reed Morano
Oyuncular: Melissa Leo (Ray Eddy), Misty Upham (Lila), Charlie McDermott (T. J. Eddy), James Reilly (Ricky Eddy)
Yapım: Sony Classics (2008)

Amerika’da ‘küçük karanlık bayan’ diye anılan yönetmen Courtney Hunt, ‘Donmuş Irmak’ filminde ‘süper güç’ Amerika’yı gerçekçi bir sinemayla perdeye yansıtıyor. Bu bağımsız film 2008’de Sundance Film Festivali’nde ‘Büyük Jüri Ödülü’nü de kazanmıştı.

Kumarbaz kocası evi terk edince iki oğluyla yapayalnız kalan Ray’in en büyük düşü bir ev sahibi olmak. Bir mağazada çalışan Ray’in diğer arabası çalınıyor. Bu olay onun hayatına macera ve para getiriyor bir zaman sonra. Ray, arabayı çalan Mohawk kızılderilisi bir kadınla, Lila’yla beraber göçmenleri ve sığınmacıları Kanada’dan ABD’ye, New York eyaletine arabanın bagajında taşıyorlar. Karşılığında da insan kaçakçılarından binikiyüz dolar kazanıyor bu iki kadın. Genç kadın Lila’nın da sorunları var. Bebeğini annesi almış ve ona göstermiyor. Lila da para kazanıp bebeğini yanına almak istiyor. Lila, Mohawk bölgesinde bir döküntü bir karavanda tek başına yaşıyor. Bu iki kederli kadın ellerinde olmadan kader birliği yapıyorlar işte. Doğuda kalan Kanada-ABD sınırı eksi yirmilerde soğuk olduğu için aradaki St. Lawrence Nehri donuyor. Böylece sınır kapısından geçmeden ırmak üzerinden göçmenleri ve sığınmacıları kolayca Amerika’ya geçirebiliyorlar. Sınır devriye polisleri, Ray beyaz olduğu için arabayı pek durdurmuyorlar. Kadın yönetmen Courtney Hunt, alttan alta beyaz kültürün bakışına eleştiri de getiriyor bu filminde. Bu beyaz kültürde ırkçılığın sosyopsikolojik ve külürel bir olgu olduğunu hissettiriyor yönetmen.

Bomba değil, bebek

İlk uzun filmini çeken Hunt, bu dingin ve sade anlatımlı bağımsız Amerikan sinemasından gelen “Frozen River-Donmuş Irmak”la, çeşitli festivallerden ödüllerle döndü. Aldığı en büyük ödül de, “bağımsız sinemanın kâbesi” olarak değerlendirilen Sundance Film Festivali’nde kazandığı “Jüri Büyük Ödülü” oldu. Hunt, bu filminde uluslararası anlamda adı duyulmamış oyuncularla çalışmış. Mekânlar ve karakterler gerçekçi. Bu film, Hollywood’un yansıttığı “büyüleyici” Amerika’dan görüntüler sunmuyor. İşsizlik ve gelecek korkusu yaşayan yoksulları anlatıyor. O, süper güç ve zengin ülke Amerika’dan insan manzaraları sunuyor bu film. Önyargılar ve ırkçılık da yansıyor filme. Öncelikle 11 Eylül’den sonra toplumu yönlendiren önyargılar Hunt’ın “Donmuş Irmak” filminde hemen fark ediliyor. Birçok insanı Kanada’dan Amerika’ya geçiren Ray ve Lila, bir Pakistanlı sığınmacı aileyi de sınırdan geçirirken bir trajedinin kıyısından dönülüyor. Pakistanlı karı-koca bagaja binerken, çantalarını da arabanın arka koltuğuna bırakıyorlar. Irmağı geçerlerken Ray, içinde bomba olur diye çantayı dışarı atıyor. Sınırı geçtikten sonra felâket anlaşılıyor. Çantanın içinde bomba değil bebek vardır. Bebek hayata dönünce (belgesel gerçekliğinde olduğu gibi) gözleriniz doluyor hemen. İşte böylesine gerçekçi bir film bu. Yönetmen Hunt’a Amerika’da “küçük karanlık bayan” dediklerini de anımsatalım. “Süpermen”lerin, “Batman”lerin, “Örümcek Adam”ların ötesindeki gerçek Amerika’yı beyazperdede görmek isteyenler için “Donmuş Irmak” filmi. Fonda duyulan müzikler de iyiydi.

(26 Mayıs 2009)

Ali Erden

Wenders’in Büyülendiği Her Şey

Palermo’da Yüzleşme (Palermo Shooting)
Yönetmen: Wim Wenders
Senaryo: Norman Ohler, Wim Wenders
Görüntü: Franz Lustig
Oyuncular: Campino (Finn), Giovanna Mezzogiorno (Flavia), Dennis Hopper (Ölüm Frank)
Yapım: Almanya (2008)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Wim Wenders’in ‘Palermo’da Yüzleşme’, mistik yönleriyle öne çıkıyor. Bu film, Wenders’in sevdiği her şeyi bir araya getirirken Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye de saygı sunuyor.

Wim Wenders usta, neredeyse on beş yılı aşkın bir zaman sonra ülkesine, Almanya’ya dönüyor. Wenders, “Palermo Shooting-Palermo’da Yüzleşme”yi 2007’nin yazında aynı gün ölen iki büyük usta, Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye adamış. Bu filmde, Bergman’ın 1956 yapımı “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür”le Antonioni’nin 1966 yapımı “Blowup-Cinayeti Gördüm” filmlerinin ruhunu hissediyorsunuz. Wenders, Werner Herzog, Volker Schlöndorf, Rainer Werner Fassbinder gibi “Yeni Alman Sineması”nın önemli yönetmenlerinden. Savaş sonrası kuşağının bu sorgulayıcı yönetmenleri filmleriyle sinemaya yeni bakış açıları getirdiler. Wenders, Amerika yollarına düştü. Şimdi Avrupa’ya, ülkesi Almanya’ya döndü. Aynı zamanda kendi doğduğu şehir Düsseldorf’a da dönüyor “Palermo’da Yüzleşme”yle.

Ölüm ve fotoğraf

Fotoğraf sanatçısı Finn, anlamlandıramadığı kâbuslar gördüğü için doğru düzgün uyuyamıyor. Gölgelerin düştüğü grimsi tonların olduğu evinde her sabah aynı anı yaşıyor sanki. Her uyandığında ışıklar içindeki solgun Düsseldorf’u seyrediyor. Finn, yoğunlukla iç mekânlarda ve yapay dekorlarda çalışan bir sanatçı. Hamile olan son modeli (Milla Jovovich), onu hem dış hem gerçek mekânlara itiyor. Puslu ve gri bulutlu Düsseldorf’tan güneşli Palermo’ya uzanmak gerçeküstü bir an gibi. Açıkhava müzesi gibi Sicilya adasının şehri Palermo onun kâbuslarıyla da yüzleşmesine neden oluyor. Ama, öncesinde Ölüm’le yüz yüze gelmesi gerekiyor Finn’in. Farkında olmasa da Ölüm’ün fotoğrafını çekiyor o muhteşem panaromik fotoğraf makinesiyle. Düsseldorf şehrinde mavimsi tat veren bir gri renk tonuyla mekânlarını yansıtırken, Palermo şehrindeyse renkler birdenbire açıyor. Film, dışavurumculukla gerçeküstücülük estetikleri arasında da gidip geliyor böylece. Düsseldorf’ta, gölgeler, mekânlara düşen ışıklar, dekorlar sanki Finn’in iç dünyasından dışa yansıyanlar gibi. Palermo’daki mekânlar, ışık düzenlemeleri, renkler sanki bir rüyadan perdeye yansıyanlar gibi. Palermo, mistisizmi daha yoğun hissettiriyor seyirciye. Finn, Palermo’da bir “filanör” gibi aylak aylak dolaşıp duruyor. Fotoğraflar çekiyor. Bir bankta uyuyakalan Finn, uyandığında resmini yapan Flavia’yla karşılaşıyor. Resim restorasyonuyla uğraşan Flavia’yla arkadaşlığını da ilerleten Finn, Ölüm’le yüz yüze geliyor sonra. Finn, kendine Frank diyen Ölüm’le fotoğraf üzerine yaptığı felsefi konuşmaları gerçekten heyecan vericiydi. Çekilen her fotoğraf ölümü mü hatırlatıyor? Yoksa doğrudan ölüm müdür?

Wenders bu filminde fonda az müzik kullanmış. Seyirci, Finn’in kulaklığıyla dinlediği müzikleri duyuyor yoğunlukla. Kulaklıkta duyulan bu müzikler, seyirciyi Finn’in ruhunun içine alıyordur belki de. Wenders, seyirciyi Finn gibi bilinmezlikler içinde oradan oraya savuruyor çünkü. Alman müzisyen Campino filmde iyi bir performans gösteriyor. Kendisi de Düsseldorf doğumlu olan Campino, “Die Toten Hosen” (Ölü Pantolonlar) adlı çılgın bir punk müzik grubunun da solisti. Flavia karakterini canlandıran İtalyan kadın oyuncu Giovanna Mezzogiorno’yu Ferzan Özpetek’in 2003 yapımı “La Finestra di Fronte-Karşı Pencere” filminden anımsayabilirsiniz. Amerikalı aktör-yönetmen Dennis Hopper da Ölüm Frank rolüyle filme çok şey katıyor. Aslında bu filmde Wenders’in sevdiği her şey bir araya gelmiş sanki. Doğduğu şehir Düsseldorf, büyülü Akdeniz şehri Palermo ve Amerika’yı hissettiren büyük oyuncu Dennis Hopper, punk şarkıcısı Campino, rockçı Lou Reed, oyuncu Milla Jovovich, Bergman, Antonioni ve tabii ki fotoğraf sanatı. 14 Ağustos 1945′te Düsseldorf’ta doğan Wenders, Cannes Film Festivali’nde iki ödül kazandı. 1984’te “Paris, Texas” filmiyle “Altın Palmiye”yi alırken, 1987’de “Der Himmel über Berlin-Arzunun Kanatları”yla da “En İyi Yönetmen” oldu. 1982 yılında Venedik Festivali’nde “Stand der Dinge-Olayların Gidişi”yle ilk büyük ödülü “Altın Aslan”ı kazanmıştı Wenders. Ustanın “Palermo’da Yüzleşme” filmini Filmekimi’nde görmüştük.

(26 Mayıs 2009)

Ali Erden

22 Mayıs 2009 Haftası

“Arkadaşımın Aşkı”, ‘belden aşağı’ espri ve komikliklerde sınırlarınızı zorladığı için ya sevginizi ya da nefretinizi kazanacak; ortası yok bence: Anımsatalım, ilk bakışta basit gibi gözükse de, kolay yazılıp çekilen bir film türü değil.

“Lilli ve Sihirli Kitabı”, Yabancı Film Oscar Ödülü kazanan “Die Falscher – Kalpazanlar”ı, yanı sıra korku – gerilim “Anatomie”nin iki bölümünü de yöneten ve böylece iyi bir yönetmenin tek bir türe ya da anlayışa saplanıp kalmayacağını ispat eden Avusturyalı yönetmen Stefan Ruzowitzky’nin aile için çektiği, estetiği yüksek fantastik film. Dijital animasyon karakteri ile canlı oyuncuları aynı karede yönetmenin zorluğunu rahatlıkla halletmiş, bazı trük ve fikirleri “Body Snatchers” ya da “Halloween III: Season of the Witch” gibi bilinen örneklerden almış, Orta Avrupa soğukluğunu fakat aynı anda sanatını yansıtan, 13 yaş grubu altına birkaç numara büyük gelebilecek bir çalışma. Ben çok zevk aldım. (Keşke orijinal sesleriyle izleyebilseydik.)

“Müzede Bir Gece 2”, her yaştan izleyicinin düşlerini süsleyen tarihe bir yolculuğu, zamanı geriye alarak değil, tarihi kişilere, canlılara, olaylara, mekânlara günümüzde hayat vererek büyük bir serüvene dönüştürürken teknolojinin tüm olanaklarını seferber ediyor. Eğer, örneğin Abraham Lincoln’ün ‘bölerek yen’ öğüdüne, örneğin Kızılderili katillerinin önde geleni General Custer’ın sevimli gibi gösterilmesine takılmazsanız zevk alabilirsiniz.

(22 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Altın Koza Sinemacılara Neden Değer Vermiyor? Festivaller Sadece Festival Yöneticilerinin midir?

Son dört yılda hızlı bir sayısal artış gösteren Türk filmleri ulusal festivallere de bir renk getirdi. Ama festivallerin Türk sinemasına yaklaşımındaki bir bulanıklık da su yüzüne çıktı.

Dört yıl öncesine kadar, Antalya ve İstanbul Ulusal Festivalleri yeterli sayıda yerli yapım bulmakta zorlanıyordu. Filmler “ön eleme” gerektirmeksizin doğrudan festivallere katılıyordu. Hatta festival yöneticileri film sahiplerini yarışmalı bölümlere katılmaları için uyarıyor, çağırıyordu. Yoksa yeterli katılımı bulamayacak, yarışmaları iptal olacaktı! Sinemacılarla festival düzenleyicileri festivallerin sürdürülmesi için birbirleriyle sıkı bir dayanışma içindeydiler.

Peki sonra ne oldu? Her yıl yeni 34 – 40 film üretilmeye başlandı. Festivallere belediyelerin yanında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve özel sponsorların katkısı artmaya başladı. Temelden uluslararası olarak kurulan İstanbul Festivali’nin yanı sıra diğer ulusal festivaller de “uluslararası” yarışma bölümleri açtılar.

Ve bu gelişmelerle birlikte festivallerle daha doğrusu festival yöneticilerinin yönetme tarzıyla sinema profesyonellerinin örgütleri arasına bir mesafe girmeye başladı.

Çünkü uluslararası olmak demek; festival yönetiminde, uluslararası film ve sanatçı trafiğini kurabilecek bilgi ve görgüye sahip kişiler ve kuruluşlarla işbirliği yapmak demekti. Bu nedenle festival yönetiminde, sinema alanında uluslararası deneyimi olan vakıf, dernek gibi kuruluşlar veya iletişim, organizasyon, medya ve sinema kültürü çevresinden insanlar yer almaya başladı.

KÜÇÜK CANNES’LERİ BEN YARATTIM!

Ne var ki bu yeni oluşum bazı yönlerden “yerli sinema”nın hayrına gelişmedi!

Bu yeni festivalci kadrolar “Küçük Cannes’ları ben yarattım!” edası içinde Türk sinemasının da sadece kendilerinden sorulabileceği kanaatine vardılar!

Kimin sayesinde dersiniz?

Yeni yeni kurulan meslek birlikleriyle birlikte bunca örgütsel bolluğuna karşın “irade” ve “itibar” oluşturmakta ve kullanmakta yetersiz kalan sinema sanatçıları ve üreticileri sayesinde!

Sinema dünyasının çekirdeğinde yer almalarına karşın, kendi üretimleriyle oluşturulan festivallerde sadece “festival misafiri” kontenjanından yer bulmaya başladılar!

İşte Adana Altın Koza Film Festivali’nin son iki yılı bunun tipik bir örneği.

İki yıl öncesine kadar filmlerin ön jürilerinden, ana jürilerine, “Onur” ödülü verilecek sinema sanatçılarının kimler olacağına kadar sinema kuruluşlarıyla birlikte saptanırdı. Ön jüriler de ana jüriler de hiçbir manüpülasyona meydan vermeyecek şekilde ilgili meslek kuruluşlarınca ayrı ayrı seçilirdi.

2008 yılında, bilinmeyen eller, Altın Koza Yönetmeliğini değiştirdi. Artık ön jüri oluşturulmayacak ve filmlerin ön elemesini “Festival Kurulu” yapacaktı. Ana jüriyi de Festival Koordinatörlüğü belirleyecek ve -ne anlama geliyorsa- Ulusal Sinema Platformu’nu da bilgilendireceklerdi! (Oysa USP bunu medyadan da duyabilirdi!)

Derken “Onur” ödülü verecekleri sanatçıları da danışmakta nazlanır oldular.

Peki yönetmeliğe göre, Festival Kurulu ve içinden bu kurulun oluşturulduğu “Festival Danışma Kurulu” kimlerden oluşuyordu? “Kültür ve sanat kuruluşları temsilcileri” lâfı geçiyordu ama bu “sinemacı kuruluşları” anlamına gelmiyordu.

İşte size son iki yılın Altın Koza Festival Kurulu:

2008: Ahmet Boyacıoğlu – Kadir Beycioğlu – Alin Taşçıyan – Esin Küçüktepepınar – Aslı Selçuk – Başak Emre

2009: Ahmet Boyacıoğlu – Kadir Beycioğlu – Alin Taşçıyan – Esin Küçüktepepınar – Aslı Selçuk

Evet tıpatıp aynı! Üç sinema eleştirmeni bir Altın Koza Koordinatörü ve bir Ankara Sinema Derneği Başkanı ve Festival Koordinatörü! İki yılda 60 yerli filmin hangilerinin yarışabilir hangilerinin elenebilir olduğuna bu kişiler kanaat getirmiş!

(İki sinema eleştirmeninin adlarını özellikle koyu belirttim. Çünkü İstanbul Film Festivali’nin ulusal yarışmasında da Alin Taşçıyan ve Esin Küçüktepepınar ön seçici kurulda varlar. İki yılda iki ayrı festivalde toplam dört kez ön seçici kurul üyesi olmuşlar. “Milli Ön Jüri” üyelerimiz diyebiliriz!)

Peki bu altmış filmin üretildiği sektör nerede? Eser sahipleri yönetmen, senaryo yazarı ve özgün film müziği bestecilerinin, oyuncu ve yapımcıların temsilcilerinin bu değerlendirmede hak ve yetkileri yok mu? Onlar -hani sinema dünyasının çekirdeği olamadılar- bir elmanın ikinci yarısı bile değiller mi?

Peki Festivalin Danışma Kurulu? Onun da geçen yıl açıklanan listesinde eser sahiplerinden hiçbir temsilci yok!

BİR MARTAVAL: DÜNYA DA BÖYLE YAPIYOR!

Altın Koza Ulusal Yarışması’nı sinemanın üretici, yaratıcı güçlerinin iradesinden kopararak yarışacak filmler konusunda bu otoriter ve mutlakiyetçi hakimiyeti kuran tutum sahipleri kendilerini şöyle savunuyorlar; bu uygulama bütün dünyada böyledir, ön elemeyi festival kurulları yapar, festival kurulları kendini gizli tutar vs. vs.

Oysa bu bir martaval! Bahsettikleri uygulamalar uluslararası festivallerin uygulamalarıdır. Uluslararası festivaller adı üzerinde “uluslararası”dırlar ve maddeten, fiilen -ve mantıken!- bir ön jüri uygulaması yapamazlar.

Filmleri, kimisini davet yöntemiyle kimilerini yıl içerisinde ülkeleri dolaşarak film seçen ajanları aracılığıyla ve nihayet kimilerini de festival merkezinde izleyerek değerlendirirler. Yüzlerce -hatta diğer bölümleriyle binlerce!- filmin altından ancak bütün bir yıl çalışarak kalkarlar. Ana jürilerini de değişik ülkelerden sanatçılarla yapılan bir çok görüşmeden sonra tesbit eder ve oluştururlar.

Oysa biz kendi festivallerimizin ulusal yarışma bölümlerinden bahsediyoruz! Kaldı ki bizim ulusal festivallerimiz ciddi miktarda parasal ödül dağıtıyor ve çok sayıda film katılımı oluyor. Hangi ülkelerin ulusal festivalleriyle içerik benzerliğimiz var?

Hem her şey bir yana bu Recaizade Ekrem romanı kahramanlarına benzer batı taklitçiliğini neden yapalım?

En prestijli ulusal festivalimiz olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, ön jüri oluşturuyor! Geçen yıl 3 yönetmen, 2 oyuncu 1 yapımcı ve 4 eleştirmen veya sinema kültür elemanından oluşturdu ön jüriyi.

Hata mı yaptı? Yoksa tüm dünyadaki örnekleri mi bilmiyor muydu?

Hem Antalya Festivali, ön jürisinin kimlerden oluştuğunu 15 Temmuz’da yani ön elemeler öncesi basına açıkladı. Fena mı oldu? Festival Kurulunu gizli tutmak da neyin nesi?

BURASI PADİŞAHLIK MI?

Altın Koza’nın sinema sanatçılarını ve üretenlerini dışlayan Danışma ve Festival kurullarının çelişkili ve keyfi kararlar aldığı da konunun bir diğer yanı. Geçen yıl, DVD’si çıkmış, televizyonda gösterilmiş filmleri veya dışarda ve içerde çok festival gezmiş ve/veya ödüller almış olan “Yumurta”, “Yaşamın Kıyısında” ve “Rıza”yı yarışmalı bölüme almadılar.

Bu yıl aynı özelliklerde “Süt”, “Vicdan” ve “Pandora’nın Kutusu”nu aldılar!

Yine bu yıl, festival yönetmeliğinde “uzun metraj ve konulu” şartı yazılı yarışmalı bölüme geçen yıl en prestijli uluslararası belgesel film festivalinde yarışmış bir belgeseli aldılar!

Öyle 4. Murat’ın canı alkol çektiğinde yasağı kaldırması gibi yönetmelikleri gerip esneterek ya da kuralları bir var bir yok kabûl ederek ön eleme yapmak, katılan filmlerin sanatçılarına karşı saygısızlıktır.

Yerli festivallerde bu tür “zaaf yılları” çokca hüküm sürmüştür. 1960 – 75 arası Türk sinemasının en parlak olduğu yıllarda da ulusal festivallerde bir “Türker Abi Etkisi”nin hüküm sürdüğü bilinir, anlatılır. Yarışmaya katılacak filmler de, jüriler de ve ödülleri kimlerin alacağı da bu “etki”den nasibini alırdı!

Son dört yılın uygulamalarına bakılırsa sinema sanatını yapanlar adına benzer bir “zaaf yılları” yaşanmıyor mu?

Açık, saf ve yan tutmasız bir bakışla, salt akılla, bu işte bir eksiklik bir yanlışlık olduğu belli değil midir?

(22 Mayıs 2009)

Aydın Sayman

Mavi ile Kırmızının Filmi

Reklâm filmleriyle tanınan Bahadır Karataş, -tam bir sinema ustası edasıyla- çektiği ilk filmi “Usta” ile şu günlerde vizyonda seyirciyi yokluyor. Yönetimi, oyunculuğu, sesi, ışığı… her yönüyle seyirciye orijinal bir deneyim yaşatacak “Usta”nın yönetmeni Bahadır Karataş ile birlikte keyifli bir sohbete koyuluyoruz. Karataş, “Usta”nın ikinci ve üçüncü izleyişte yeni şeyler keşfedilecek bir film olduğunu söylüyor. “Filmi bir kez daha izlemek isterseniz mavi ile kırmızının filmi olarak izleyin, çünkü ben daha ilk andan itibaren dışı soğuk, içi sıcak bir film olsun istedim.” diyor. “Usta”, iki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle, tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi… Bir taraftan da derinlerinde bir yerlerde Deli Dumrul’un ruhunu saklayan eski bir Türk masalı…

“Bir kitap okudum ve hayatım değişti” sözü birçok insana çok romantik gelebilir… Gerçekten bir kitap her şeyi değiştirdi mi? Yoksa bu biraz dramatize edilmiş bir yorum mu?

Gerçekten de bir kitap okudum ve hayatım değişti. İnanması zor gelebilir. Ama bu olay çok keskin bir ayrım benim hayatımda… Ondan öncesinde sinemayla herkes kadar ilgiliydim aslında. Herkes kadar seviyordum. Film izliyordum. Sinemaya ilgisiz değildim ama bir meslek olarak, bir hayat tarzı olarak seçme cesareti, düşüncesi yoktu. O kitabı bitirdim ve kapağını kapattıktan sonra “Aaa ben de artık hayatta ne istediğini bilen bir insanım” diyerek kapattım. O kadar dramatik yani…

Adı neydi bu kitabın, nasıl bir kitaptı?

“Sinemanın Temel İlkeleri” isimli bir kitaptı. Sergey Ayzenştayn’ın çağdaşı Vsevold Pudovkin’in yazdığı, Nijat Özön’ün Türkçeye çevirdiği ve sanıyorum Türkiye’de sinema hakkında yayınlamış ilk kitaplardan birisi… Benim elime çok sonraları geçti tabii. Sararmış, incecik bir kitaptı. Hayatımı baştan aşağı değiştirdi. ODTÜ’yü bıraktım. Önce yurt dışında okumak istedim. Ama olanaksızlıklardan dolayı öyle bir şey olmayacağını gördüm. Yeniden sınavlara girdim. Eskişehir Sinema TV’ye gittim. Okul hayatım boyunca, film izledim, film okudum, film yedim, film içtim… Tam bir film kurduna dönüştüm. Okulu birincilikle kazanmıştım ve birincilikle bitirdim. Bu kısmını özellikle söylüyorum çünkü bu sayede bir burs kazandım. Burs, dünyanın herhangi bir üniversitesinde okuma hakkını veriyordu. Tabii bu benim için harika bir fırsattı. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin Sinema Sanatları Akedemisi’ne (U. S. C.) kabûl edildim. 3 senelik yüksek lisans çalışmasının ardından Hollanda’ya gittim.

Hollanda da ne yaptınız?

Hollanda’da sinema endüstrisinde çalışmadım. Bir senaryo üzerine çalıştım. Duvar boyadım, marangozluk yaptım falan… Sonunda senaryomu tamamladım ve Türkiye’ye döndüm.

Döndüğünüzde sizi ne bekliyordu?

Herkes yüzüme baktı ve “İyi, hoş geldin” dediler. (gülüyor) “Ama benim… senaryom var… film çekmek istiyorum…” dedim. “Öyle mi genç, sen şöyle geç bakalım, herkes gibi başla çalışmaya” dediler haklı olarak… Ben de kendimi reklâm filmlerinin içinde buldum. Bir yandan da senaryolar geliştirdim…

Aslında Türkiye’de birçok genç yönetmenin sinemaya geçmeden önce bir reklâm geçmişi oluyor… Yani reklâmlar sinemaya geçmek için bir basamak mı? Maddi tarafı su götürmez ama manevi olarak neler katıyor?

Bence keskin bir ayrım olmamalı. Her ikisinde de yönetmenlik yapıyorsun. Ben sadece sinema filmi yönetmeni olacağım, başka da bir şey yapmayacağım demek doğru bir şey değil bence. Yine oyuncularla, kamerayla, ışıkla çalışıyorsun. Reklâm filmleri de sinemanın dilinin, gücünün kullanıldığı bir alan. Tabii salt ticari kaygı var. Para kazanıyoruz. Bence küçümsememek lâzım… Ben yine reklâm filmleri çekmeye devam edeceğim. Bir taraftan da sinema yapmak için elimizden geleni yapmayı sürdüreceğiz. Bence bu işin en önemli kısmı senaryo… İnsanları inandıracağınız, heyecanlandıracağınız, birlikte yürümeye ikna edebileceğiniz bir senaryonuz olmalı.

Tıpkı “Usta”nın senaryosu gibi…

Evet evet… Ben senaryolar üzerine çalışırken Şehsuvar Aktaş’a teklif götürmüştüm. O da Deli Dumrul uyarlaması fikriyle geldi… Bunu günümüz Türkiye’sine nasıl uyarlarız, diye düşünmeye başladık. Önce yazdığı başka bir hikâyenin üzerine gittik. Uçak falan yoktu işin içinde. Sonra o olmadı, çok tatmin edici bir sonuç çıkmadı ve o yol kapandı. Bir süre sonra işe yeniden saldırdık. Bu kez işin içine uçaklar da girdi. Sonrasında Şehsuvar öyküyü yazdı. Senaryoyu Şehsuvar’la birlikte yazacaktık ama Şehşuvar işim var diye kaytardı. (gülüyor) Senaryo işi bana kaldı.

Eskişehir sizin hayalinize ilk adımı attığınız yer. Bu anlamda ilk uzun metraj filminizin Eskişehir’de olması bilinçli bir tercih mi yoksa güzel bir tesadüf mü?

İlk başta Eskişehir yoktu. Daha düşsel, bilinmeyen, Anadolu’nun ücra bir köşesi fikri vardı. Tabii Eskişehir olunca bütün atmosfer değişti. Ben çok da farkında olmadan hayatım değiştikçe, o da değişmeye başladı. Daha gerçekçi, daha hayattan, günümüz Türkiyesi’ne göndermeler yapan bir hale geldi.

Yazar Ayfer Tunç hangi aşamada devreye girdi?

Çekmeye başladığımızda Ayfer Tunç devreye girdi. Ayfer’le birlikte senaryoyu yeniden ele aldık. Filme gerçekten çok güzel hikâyeler kattı.

Filmin başında 5 dakika belki de daha uzun bir steadicam ile takip sahnesi var. Ve başka uzun ve kesintisiz plânlar…

Uzun ve kesintisiz plânlar Usta’nın en büyük tarz özelliği… Bunu ilginçlik olsun diye yapmadık. Zaten seyircinin çok da umursayacağı bir şey değil. Olmamalı da zaten. Bu şöyle bir denemeydi; hikâyeyi nasıl çekersek hayata daha yakın oluruz, diye düşündük.

Hayatın akışını kesmemek gibi yani…

Evet evet, hayatın akışını bölmemeye çalıştık. Seyirci de sanayi mahallesinde karakterlerle birlikte dolanmalıydı, o kadar serbest olmalıydı. Görüntüsüyle, sesiyle her şeyiyle seyirciye böyle bir deneyim yaşatabilir miyiz, dedik. Sanal bir gerçeklik yaratmak istedik aslında…

Görüntü yönetmeni Mirsad Herovic’i de anmalı… Gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. Tabii Emir Kustrica ile çalışmış, çok tecrübeli bir isim. Ama bu proje onu oldukça zorlamış. “Kamera her yeri görüyor, ışık koyacak yer bırakmadın bana” demiş size öyle mi?

Evet ilk sorusu “Ben bu işe nasıl ışık yapacağım” olmuştu. (gülüyor) Bu sayede çok orijinal çekimler yaptık. Mirsad çok yaratıcı bir adam… Projeyi ilk duyduğu andan itibaren çok heyecanlandı. “Emir Kustrica ile çalıştığımdan beri bu kadar heyecanlanmamıştım” dedi. Hâttâ hepimizden fazla heyecanlıydı. O adrenalini, vücudunda akan kanı hissediyordunuz.

Filmin dekoru Eskişehir sanki… Dekor olduğunu da inanmak zor…

Onun da doğal olmasına çaba gösterdik. Doğallığı bozmadan kullanmaya çalıştık. Dekor olan, hikâyenin geçtiği ev, ambar, bahçe… Öyle bir yer yoktu aslında… Bir tepe kiraladık ve orayı yeniden yarattık. Greyderlerle düzelttik, mısırlar, domatesler ektik… Başka bir dekorumuz da yoktu herhalde…

Filme yakıştırılan günümüzde geçen dönem filmi ibaresi gerçekten çok ilginç… Galiba insanlar artık bir şeylere karşı inançlarını iyice yitirdikleri için “Bu olsa olsa dönem filmidir” diye yaklaşıyor galiba…

Doğru, galiba biraz öyle… İnsanlar “atı alan Üsküdar’ı geçmiş ne gereği var böyle şeylerle uğraşmanın” diye düşünebiliyor. Doğan’ın buna verecek çok profesörce bir cevabı yok ama bilgece bir cevabı var. “Ben kendi uçağımı yapmak istiyorum”, diyor. Hatırlarsanız filmde öyle bir sahne var. “İşte şu parça Fransa’dan, şu parça Çin’den, şu Amerika’dan, şimdi kimin oluyor bu uçak” diye soruyorlar. “Benim uçağım değil hocam” diyor. Aslında Bu Türkiye’de yaşanan bir şey… Zaman zaman gazete haberlerinde duyuyoruz. Bundan sonra da eminim duyacağız. Mesela Erzurum’da uçak yapmak isteyen bir adam vardı. Ben oraya gidip onunla tanıştım. Hâttâ birkaç kere gittim tanışmak maiyetinde. Cengiz adında bir adamdı. Bahçesinde taslak bir uçağı var. Uçurmak için değil ama onu vücuda gelmiş görmek için yapmış. Onun da çok ilginç bir hikâyesi var ama filmde yok. Ruh halini anlamaya çalıştım. Samsun’da var yine böyle biri. Hâttâ ilginç bir haber vardı. Uçağına Trafik polisi ceza kesmişti… Uçak yapmak fantastik bir hikâye ama herkesin hayatında ulaşmak istediği bir hedef vardır.

Eskişehir heykelleriyle meşhurdur ama artık heykellerin başına gelen sansürlerle de meşhur olmaya başladı. Bu açıdan bakınca filmdeki heykel çok daha anlamlanıyor…

Eskişehir galasında, “heykeli belediye başkanı atmış” dendiğinde salon koptu. Biz çekimleri bitirdikten sonra biliyorsunuz seçimler oldu. Bir belediye başkanı da eğer seçilirse falanca heykeli kaldıracağını vaad etmiş, kazanamamış. Tabii bu onlar için çok taze olduğu için çok etkilendiler. Tabii sadece espri olsun diye konmadı. İçinden geçtiğimiz meselelere doğrudan gönderme yapan bir fikir.

Ahmet Saraçoğlu’nun performansını da es geçmemeli… Seyirciyi en çok güldüren isimlerden biriydi…

Ahmet Saraçoğlu çok özel bir insan, çok özel bir oyuncu… Benim Ahmet’le Usta filmine kadar temasım yoktu. İmamı kim oynar diye düşünürken karşımıza Ahmet çıktı. Çok kısa bir süre içinde rolüne hazırlandı ve bence harika bir portre çizdi. Hem bu kadar doğal olup hem de insanları bu kadar güldürebilmek hiç kolay değil.

İmam da farklı bir imam duruşu sergilediği için sürülüyor. Oysa tek suçu çocuklara spor yaptırmak…

Bu da gerçek… Hâttâ şöyle bir hikâyesi var; mahallenin imamı, o da teknik direktör. “Zaman zaman ‘Nasıl böyle bir şey yaparsın?’ diye soruyorlar bana” diyor. “Ben kötü bir şey yapmıyorum ki” diyor. “Çocukları mahalle köşelerinden, içkiden, sigaradan kurtarıyorum, burada spor yapıyorlar” diyor. En büyük şikayeti namaz saatleri ile maç saatlerinin çakışması. “Buna bir çözüm bulalım” diyor. Onu da filme koysak “kimse inanmaz” diyeceğimiz hikâyelerden ama o da gerçek.

Usta’yı basın gösteriminde, sinema yazarlarıyla birlikte seyrederken ne hissettiniz?

O ilk toplu gösterimdi ve benim için de ilk ve çok heyecan verici bir andı. Türkiye’nin sinema konusundaki en değerli beyinleriyle birlikte izlemek çok farklı bir duygu… Nasıl tepki verecekler diye merak ediyor insan. Kimse yanlış anlamasın, çoğu da gayet ciddi tipler. Merhaba demekten bile kaçınıyor, temasta bulunmuyorlar. Öyle olunca acaba burada olmasa mıydım, diye düşündüm. “Yok yok burada olman gerekiyor” dediler. Oturttular beni bir köşeye. (gülüyor)

Haklısınız galiba biraz öyle bir hava var…

Evet sanki öyle bir hava var. (gülüyor) Ama Ahmet’in, yani imamın minareye çıktığı anda artık tutamadılar kendilerini… O benim için unutulmaz bir andı. O defansı Ahmet geçti. Yani o karakter oraya sadece güldürücü olmak için konmadı ama çok özel bir kompozisyon çizdi. Çok ağırlıklı bir rol değildi ama göründüğü o kısacık zamanda çok iyi bir karakter çizdi. Ahmet’i en çok ezan okuma işi zorladı. Okuması gereken ikindi ezanıydı ve ikindi ezanı, ezanlar içinde en zor makamı olan ezandır.

Kendi sesiyle mi okudu ezanı?

Onun ilginç bir hikâyesi var. Biz Ahmet’e sadece okuyacağı kısmı değil bütün ezanı vermişiz. O da hepsine çalışmış. Çekim sırasında da sadece küçük bir bölümü okudu. Çok da güzel okudu fakat biz ezanı biraz daha uzun kullanmak istiyorduk. Bir sonraki sahneye uzaması gerekiyordu. Sonra iş dublaja geldi. Dublajda da yine çok başarılıydı ama incecik bir fark vardı. Yani sadece profesyonel birinin anlayabileceği bir şey… İçimize sinmedi. Ekibimiz hummalı bir çalışmaya girdi. Ahmet’in sesine benzeyen müezzin aramaya başladık. Nihayet İstanbul’da bulduk. Ben ayırt edemiyorum farkı ama Ahmet ediyor tabii. Seyircinin de ayırt edebileceğini sanmıyorum.

Annenin ölüm sahnesi filmin en etkileyici yerlerinden biri… Gerçekle düş arası çok naif… Kimin hayaliydi o? Annenin mi, Doğan’ın mı?

Aynı soruyu bana başkaları da sordu. Ben şöyle düşündüm. Hani onun bir hikâyesi var ya; “Herkesi atla kaçırdılar beni traktörle” diye… Hani bu belki de ölümünde güzel olabileceğiydi. O sahnenin güzelliği biraz da elle tutulamamasında… Yarı gerçek, yarı hayal olmasında… Düşselliğin bile gerçekmiş gibi, hayat akıyormuş gibi olmasında… Annenin hayali olarak düşününce insanın kafası daha da karışıyor. Ama Doğan Usta’nın hayali olarak düşündüğünüzde kafanızı karıştıran şeyler daha netleşebilir diye düşünüyorum. Ama bence o sahnenin güzelliği zaten tam olarak açıklanamamasında…

Doğan’ın annesinin ölümü filmde -gerçek hayatta olduğu gibi- çok keskin bir çizgi oluyor…

Ölüm tabiî ki hiçbir zaman iyi bir şey değil. İnsanlar mutlu ya da mutsuz olarak ölebilirler. Bu ikisinin arasında önemli bir ayrım var bence, çünkü bu sadece ölüm anıyla ilgili bir şey değil. İnsanın hayatıyla âlâkalı… Ona değer katan veya katmayan bir şey. Bizim Gülsüm’ün ölümü mutlu bir ölüm. Hâttâ tatlı neredeyse. Mutlulukla ölüme yürüdü gitti. Müşfik Kenter’in oynadığı Hilmi, -kocası- yıllar önce ölmüş. Tabi oraya gelmedi ama benim için o en klişe tabirle sonsuz aşkın sahnesiydi. Bununla birlikte çok özlediği, kavuşmak istediği, hep beklediği ve asla vazgeçmediği aşkına kavuşma sahnesi…

Doğan’ın üzerine giydiği kırmızı kazağın bir anlamı var mı? O göz alıcı kırmızı rengi fark etmemek imkânsız…. Sanki bir şey anlatmak ister gibi…

Öyle zaten. O kırmızı kazak, Doğan’ın üstüne giymek istediği, ulaşmak istediği aşkın ifadesi. Bu açıdan bakarsak, filmi kırmızının ve mavinin filmi olarak da izleyebilirsiniz. İki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle; tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi…

Doğan Usta’nın yanı sıra Emine de çok güçlü bir Anadolu kadını…

Tabi kadın açısından da bakmak lâzım… Uçak yapmak isteyen Doğan Usta olduğu için, biz Doğan Usta’nın penceresinden değerlendiriyoruz hikâyeyi. Ama Emine de çok güçlü bir karakter. Kolay kolay pes etmeyecek inatçı bir kadın. Yapmacık değil. Ne istediğini, bilen, bunu talep eden bir Anadolu kadını… Doğan’ın gözlerine baktığı zaman bir tane uçak değil kendini görmek istiyor. Bu da en doğal hakkı… Ama ikisi de birbirini göremeyince çok büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Zaten bu hikâyeyi uçak hikâyesi değil de aşk hikâyesi yapan da odur. Birbirlerini değil başka şeyleri görüyor olmaları. Aşk hikâyesi derken gördüğünüz zaten melodram değil farklı bir aşk filmi bunun da altını çizmek lazım.

Bu kadar farklı çekim teknikleri deneyen, daha ilk filminde göz alıcı titizlikte bir film çıkaran bir yönetmen; şöyle karanlık ve deneysel bir film çekse ne güzel olur diye düşünmeden edemedim açıkçası. Acaba daha farklı şeyler yapma fikri de var mı kafanızda?

Neden olmasın. Her film üslûbunu, rengini, atmosferini, karanlığını, aydınlığını, hikâyesinden alır. Ben hikâyeyi ve karakterleri çok önemsiyorum. Yani bir karakter bir şey yapmak ister ve biz onun hikâyesinin peşine düşeriz. Bu karanlık bir hikâyede aydınlık da olabilir. Usta’nın hikâyesi hem karanlık, hem aydınlık. Ben daha filmi tasarlarken kafamda dışı soğuk içi sıcak bir film olsun istemiştim. Deneysel bir şey de olabilir. Bir de artık insalar pek önemsemiyor olabilir ama bu hikâyenin dibinde bizim halk masallarımız var. Bir de Deli Dumrul masalı var. Her ne kadar hikâye çok çok ayrı yerlere varmış olsa da yine de filmi çekerken o iskelete sadık kalmaya çalıştım. Halk masalındaki o aydınlık, o bizdenlik hissi, o sıcaklık, filmde yer yer kendini belli ediyor. Bence bu Usta filminin enteresan bir özelliği…

(19 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk

“Öykülü” Filmler

Sinema, sırası geldiğinde hep edebiyat ile karşılaştırılır. Uzun metraj filmler, romana, kısa metrajlar ise öyküye denk getirilir. Soruna bir olayın anlatılması açısından bakılınca, karşılaştırma haklı görülebilir. Biri sözel bir anlatımsa diğeri görsel bir anlatımdır. Bir süre sessiz kalan sinema, o günlerde görsel anlatımını geliştirmişti. Sesin eklenmesi, görsel anlatıma destek verirken, bazı ellerde görselliği geriye de itmiştir. Ama artık ne edebiyat, ne sinema salt bir anlatım gayesi taşımamaktadırlar, kendilerine tarzları içinde başka (değişik) boyutlar arama deneyimleri içindedirler. Bu arada anlatım özellikleri bakımından da birbirlerinden etkilenmişlerdir. Ben, sinemayı yapısal bakımdan edebiyat dalları içinde daha çok şiire yakın bulurum, aslında sinema açısından karşılaştırılacak bir sanat aranıyorsa bunun müzik olması daha doğrudur.

İmdi, romana yakın görülen uzun metraj filmler genellikle, 80 – 120 dakikalık bir süreyi içerirler. Doğal ki bu verilen süreler sinemanın tecimselliğinin artması ile ortaya çıkmış bir pazarlama problemidir ve hiç zaman, kimseyi bağlayıcı değildir.

*****

Sinemaya gittiğimizde, gün olur, başlayıp bizi sürükleyecek bir roman/film seyretmeyi umarken bir öykü(ler)/film seyredebiliriz. Bu tarz filmler çeşitli özellikler gösterebilirler, ülkemizde de sinemamız böyle filmler üretmiş, perdelerimize öykü-lü filmler yansımıştır.

Birbirinden bağımsız öykülerden oluşan filmlere şöyle bir baktığımızda, 1961 yılında Münir Hayri Egeli’nin Kolsuz Bebek filmi ile karşılaşıyoruz. Üç öykülü bu filmde Egeli biri, Kemalettin Tuğcu’nun, diğer biri kendi öyküsünden hareketle farklı öyküler anlatıyor. Tuğcu’nun öyküsü Talihsiz Fatoş, ikinci öykü Üç Küçük Afacan, Egeli’nin öyküsü ise Öğretmen Kalbi. Yeşilçam’ın klâsik melodram anlayışı ile yapılan bu üç kısa film birbiri peşine eklenerek, öykülerden oluşan bir film oluşturuyor.

Bir yıl sonra öykülerden oluşan filmi yaparken Nuri Akıncı, kısa filmlerin sayısını “beş”e çıkarıyor. Beş Hikâye (1962) ismini verdiği film, birbirinden bağımsız öyküler anlatırken daha farklı bir yol izliyor. Egeli’nin filmleri dayandığı öykülerin yerelliği yanında, öyküleri anlatırken de yerellikten ayrılmamaktadır. Akıncı ise öyküleri farklı coğrafyalarda anlatıyor. Öykülerden biri İspanya’da geçer; bir İspanyol kasabasında yaşanan bir üçlü aşk, bir kocayı aldatma öyküsüdür. Akıncı’nın kısa filmleri arasında bir western öyküsü de vardır.

Dostluklar Yaşadıkça (1963) Semih Evin’in öykülü filmini oluşturur. İntikam isimli ilk öykü “bir idam mahkûmunun öyküsü” (*) olarak yabancı bir öykü uyarlamasıdır; Kasa Hırsızı ise tövbekâr bir kasa hırsızının aşık olduğu kızın küçük kardeşini kilitli kaldığı kasadan çıkarmak için tövbesini bozmak zorunda kalmasını anlatır; Şoför öyküsü ise “arkadaşının bir kazada ölmesine neden olan bir şoförle, iğfal edilen kız kardeşinin” (*) hikâyesini anlatır.

Ülkü Erakalın üç kadının cezaevi ortamındaki yaşamlarını birbirinden bağımsız öykülerle anlatır: Kadınlar Koğuşu (1978). 1969 yapımı İki Günahsız Kız ise bu filmlerden bazı özellikleri ile ayrılır, önce üç öykülü düşünülen film sonuçta iki öykü ile seyirci karşısına çıkar. Bundan başka diğer filmlerin öyküleri aynı yönetmenlerce çekilerken bu filmde öyküleri farklı yönetmenler çekerler. Yılın Kadını Değil öyküsünü Metin Erksan çeker. “Bir kadının, yetişmekte olan kızını korumak için, birlikte oturduğu dostunu bıçaklaması”dır anlatılan. İki Günahsız Kız adındaki öyküyü ise Nevzat Pesen yönetir. Düşünülen fakat çekilemeyen üçüncü filmi ise Nazmi Özer yönetecekti, fakat bu öykü çekilmemiştir.

Bir öyküsü çekilemeyen bir başka film de On Kadın’dır. (1987) Adından da anlaşılacağı gibi “on öykülü” bir film olması gerekir. Fakat bir öyküsü çekilemez ve adı “on kadın” olmasına rağmen film dokuz (9) öykü içermektedir. Bu filmin öyküleri de tamamen Şerif Gören tarafından çekilmiştir. Bir diğer ortak nokta da, hepsi farklı ortamlarda ve farklı karakterdeki kadınları anlatan filmde, filme adına veren kadın kahramanların aynı oyuncu (Türkan Şoray) tarafından oynanmasıdır. Filmi oluşturan dokuz öykü şu başlıkları taşıyor: 1) Gelin: Sofrayı Hazırla, 2) Gazeteci: Evlilik Cüzdanınız Lütfen, 3) Çingene: Ben Çalmadım, 4) Deniz: Yeşil Güzeldir, 5) Anne Kız: Çok Süpersin Anne, 6) Fahişe: Biz Fahişeyiz ya Siz, 7) İkramiye: Anne Sevgisi Ne Güzel Şey, 8 ) Feminist: Erkek Kokusu Sinmiş, 9) Köylü: Ben İkinize de Yeterim (*)

2006’da çekilmiş olduğu halde henüz gösterime çıkmamış Murat Derman’ın Gölgeler filmi de öykülü filmlerin en sonuncularından; yedi öyküden oluşan filmin bu sezon gösterime çıkması bekleniyor.

Sinema Vakfı, 1995 yılın “On yönetmen iki film” diye hazırladığı projede “sevgi” ve “hoşgörü” üzerine beşer ayrı öyküden oluşan iki film gerçekleşir. Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey adını taşıyan ilk film Buluşma (Ömer Kavur), Monte Kristo (İrfan Tözüm), Çünkü Onu Seviyorum (Yusuf Kurçenli), Ay Hikâyeleri (Erden Kıral) ve Hep Aynı (Zeki Ökten) öykülerinden oluşur. Yerçekimli Aşklar adını taşıyan ikinci film ise, Şövalye, Pamuk Prenses ve Hain (Orhan Oğuz), Gül ve Adem (Barış Pirhasan), Ona Sevdiğimi Söyle (Memduh Ün), Kazandibi Tavukgöğsü (Atıf Yılmaz) öyküleri ile tamamlanır. Farklı yönetmenlerin bu şekilde ortak çalışması bir daha gerçekleşmez ama Tülay Eratalay’ın gerçekleştirdiği benzer bir çalışma ile üçer öyküden oluşan iki öykülü film gerçekleştirilir. Eratalay edebiyatımızdan 13 öyküyü filme çeker. Bu öykülerden altı tanesini üçer üçer bir araya getirerek iki ayrı film oluşturur. (1995) Düş, Gerçek Bir de Sinema adını taşıyan ilk film Bahçeli Lokanta (Reşat Nuri Güntekin – Düş), Ev Ona Yakıştı (Memduh Şevket Esendal – Gerçek), Sinema Düşleri (Muzaffer Buyrukçu – Sinema) öykülerinden oluşurken Özlem, Düne… Bugüne… Yarına adlı ikinci film, Bir Yer Göstericinin Hayatı (Hulki Aktunç), Arabacı (Kemal Tahir), Bıldırcınlar (Zeyyat Selimoğlu) filmlerinden oluşur. Eratalay’ın ayrı ayrı öykülerden oluşturduğu bu iki filmde de, doğrudan sinema ile ilgili iki öykünün bulunması (“Sinema Düşleri” ve “Bir Yer Göstericinin Hayatı”) ilginçtir.

Anlat İstanbul (2005), yukarıda sayılan öykülü filmlerden tamamen farklı bir öykülü film olarak karşımıza çıkar. Bu filmde öyküler birbirinden ayrı ele alınmamış, birbirinin içine girmiştir, yine biri biter diğeri başlar ama sonra buluşacakları bir ortak final olacaktır. Dünya masallarından alınmış örnekler İstanbul’a taşınır, insanlarımıza uydurulur, beş ayrı masal, beş ayrı yönetmen eli ile ortak noktaya doğru ilerler, Yönetmen ekibinin başını senaryoyu da yazan Ümit Ünal çeker, diğerleri ise Kudret Sabancı, Ömür Atay, Selim Demirdelen ve Yücel Yolcu’dur. Öykülerdeki (masallardaki) kişiler, masalların o zamansız kişilerini günümüz Türkiye’sinde (2005) yeniden yaşarken, fonda masalların atmosferini yakalamak da mümkün olur.

Yine böyle birbirinin içine giren iki film, ele aldığımız konu içinde değişik örnekler oluşturur. 1985 yapımı Bu İkiliye Dikkat (Şahin Gök) “o günlerin” popüler iki oyuncusu Banu Alkan ve Serpil Çakmaklı’yı bir araya getiren bir film olarak ‘afişlerde’ dikkat çekiyordu. Bir tatil köyünde geçen film, tamamen farklı ortamlardan gelen iki kadının aynı tatil köyünde yaşadıklarını anlatırken, anlatım birbirine paralel anlatılır, yani öyküler yukarıda örneğini verdiğimiz filmlerdeki gibi birinin bitmesi diğerinin başlaması şeklinde gelişmez; fakat bu birbirine paralel anlatılan öykülerin kahramanları birbirleri ile ilişkiye girmezler, filmde sadece bir sahnede aynı görüntü içinde görülür ve yan yana geçip -her hangi bir ilişkiye girmeden- giderler. Afişlerde isimleri yan yana yazılan popüler yıldızlar, filmde yan yana değillerdir, sadece aynı “tatil köyündedirler”. Bir sahnede yan yana geçmeleri, seyircinin beklediği karşılaşmanın -olmasa da olurdu- bir sahnede geçiştirilmesi tamamen, popülist bir yaklaşım olarak, sinemamızda kendi başına “ilginç” bir örnektir.

Bu İkiliye Dikkat ile benzerlik gösteren, fakat değişik bir örnek de Yedi Kişi Ölecek (1972) filmidir. Afiş, jenerik ve kaynaklarda Tancan Akın’ın yönettiği belirtilen film bir (pardon iki) polisiye öyküdür. Öncelikle Tancan Akın adı takma bir ad, sinemamızda oyunculuk, yönetmenlik yapmış Kayahan Arıkan’ın kullandığı ad-lardan biri. (Bir başka filmde de Tanzer Akın adını kullanacaktır) Yedi Kişi Ölecek birbirine paralel iki öykü anlatır, olaylar (kahramanlar) hiçbir zaman birbiri ile karşılaşmaz. Okan Demir’in bir kiralık katili oynadığı öykülerden birinde, görüntü tam ve keskin “siyah/beyaz”dır. İkinci öykü ise iz peşindeki bir polisin (Yaşar Güçlü) serüvenidir, görüntüler birincinin tam tersine “gri”nin tonlarını taşır. Akın (Arıkan) bunu bilinçli mi yapmıştır, yoksa -ayrı ayrı çekilen öykülerin?!- çekimlerde kullanılan filmden veya kameradan mı kaynaklanmaktadır, bilinmez. Her iki öykünün de, yani filmin de görüntü yönetmeni Selahattin Hiçdurmaz’dır.

Bu İkiliye Dikkat ve Yedi Kişi Ölecek, benzer anlatım tarzları içinde çok tipik iki örnek. Fakat benzer şekilde paralel gelişen öykülerin anlatıldığı tek örnekler değil, benzer biçimde birbirinden ayrı gelişen -aralarında da oyuncuları ile kimi bağlantılar da olan- daha başka filmlerimizde var.

Sinemamızın ilginç olmakla birlikte -pek- dikkat çekmeyen filmlerinden Kelebekler Çift Uçar’da (1964 – Tarık Dursun Kakınç) paralel bir aşk öyküsü anlatır, farklı kesimlerdeki insanların ilişkilerindeki farklılıklar ele alınır. Fakat yukarıdaki filmin aksine, farklı kesimlerden de gelseler, aynı şehirde yaşayan kahramanların yolları -kent trafiği içinde- zaman zaman kesişir. Hatta farklı öykülerdeki erkek kahramanı aynı oyuncu (Ahmet Mekin) oynar. Benzer olmasına rağmen bu filmi -ben- öykülü filmler arasında saymak istemiyorum ama bir zemin / mekân birlikteliğini içermesi nedeni ile bu grup içine ayrıcalıklı bir örnek olarak konulabilir. Yılmaz Güney’in Umut (1970) filmi içinde -sanki iki ayrı öykü anlatıyor- “eleştirisi” yapılmıştı. Kentte (Adana) geçen ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği izlerini taşıyan ilk bölüm ile “hazine aramada” geçen kırsal mekânlı ikinci bölümün farklılık gösterdiği -anlatılanın gereği gösteriyordu da- ileri sürülmüştü. (Umut’u öykülü filmlere sokmak mümkün değil.)

Filmlerin böyle farklı öyküler anlatıyormuş gibi görünmeleri bir anlatım tarzıdır, son yıllarda bu konuda yabancı filmlerin içinde çok ilginç örneklerini görmekteyiz. Anlat İstanbul, kendi özellikleri içinde sinemamızda buna bir örnek olarak duruyor ama bitirirken tekrar söylemek isterim ki, “öykülü film” dediğim birbirinden tamamen bağımsız -kısa- filmleri içeren sinema filmleridir.

(*) Bilgiler Agâh Özgüç’ün “Türk Filmleri Sözlüğü” Cilt 1 ve 2’den alınmıştır.

(17 Mayıs 2009)

Orhan Ünser

NOKTA’lar ve USTA’lar

Alfred Hitchcock, The Rope (1948) filmini “tek plân” olarak çeker(mi?). Filmin başında olayın geçtiği daire dışardan gösterilir ve bir kişi (Hitchcock) binanın önünden geçer. Daire içinde başlayan asıl filmde iki arkadaş, sırf merak yüzünden öldürdükleri arkadaşlarını bir sandığa kapatarak, sandık üzerinde bir parti verirler. O günlerde sinema tekniğine göre kameraya belli bir uzunlukta (sürede) boş film takılabilirdi ve bu sizin çekim sürenizi kısıtlıyordu. Hitchcock, tek plânda çekmek istediği filmini, hiç şüphesiz önce senaryo düzeyinde çözümledi. (Bu 1) Sonra bunu realize ederek kamera ile saptadı ama değindiğimiz gibi belli bir süre çekim yapabilecekti.

Tek plândan oluşan bir film yapmak istediğiniz zaman, senaryoyu da buna uygun olarak yazarsanız, çekim sonralarını objektifi tamamen dolduran bir görüntü denk getirerek, burada kameradaki filminizi yenileyerek, kaldığınız yerden devam etme olanağınız olacaktır ve Hitchcock bunu başarı ile yaparak, kesintisizlik hissini seyirciye veriyor, aslında 7-8 (doğru rakamı vermek için filmi tekrar görmem gerek) çekim yapıyor. Seyircide oluşturulan bu kesintisizlik duygusu, düşünülenin gerçekleşmesini doğrularken, yapılanın mantığı gereği, olay “tek bir mekânda” geçecektir ve olayın süresi ile filmin süresi eşit olacaktır (81 dakika / yoksa 80+1 mi?) Böyle bir filmin görüntü yönetmenlerini anmadan geçmemek gerek. Bunlar Joseph Valentine ve William V. Skall.

Derviş Zaim’in Nokta’sının da böyle bir tutku ile “tek plânlık” bir film olarak çekildiğini öğrendiğimden beri merakımı çekti. Günümüzde gelişen teknoloji ile Hitchcock’u kısıtlayan çekim süresi de artık söz konusu değildir. Tek plânın cazibesi ile yola çıkılırken, bulunan yazı yazma yöntemi ilgi çekici bir çıkış noktası:

(1) Sorun yukarıda da belirtildiği gibi, öncelikle senaryo aşamasında gerçekleştirilmeyi gerektiriyor. Zaim’in filminde bunu söylemek biraz güç. Giriş bölümü taa Moğol istilâsı günlerine gidiyor ve tuza yazılan “Af’allahü anh – Allah affetsin” yazısının, yazılış sürecinde öyküyü başlatıyor. Eğer bu yazının yazıldığı yer = tuz ise, o günlerde de orası öyle tuz mu idi? (Bu 2) Bu şekilde bir sorgulamaya girmeden, film bazında olayı alırsak, yazının nun harfinin nokta-sı konulmadığından yarım kalması ile üzerinden geçen zaman içinde yazının akıbetini atlayarak günümüze geliyoruz. O günlerden bu günlere geçişte, “tuz”dan başarılı bir zaman atlaması ile geldiğimiz günümüzde, öykü birbirinin içine girmiş sekanslarla kah “gökyüzü”ne yapılan çevrinmeler, az sayıda da olsa yine “tuz”da yapılan çevrinmelerle ile birbirine bağlanan, öykünün farklı zamanlarda geçen bölümleri ile anlatılıyor. Böylece, öykü kesintisiz(miş) gibi anlatılıyor ama, gerçekte kesintisizliği yok, araya -başlangıçtaki çok uzun tarihi süreci göz önünde bulundurmasakda- öykünün farklı duraklamaları, “tuz”un içinde farklı durakları (mekânları) var. (Bu 3)

(2) Bir hattat olarak kahramanımız, eline kalemi kâğıdı alıyor ve yazmaya başlıyor ve çizdiği çizgiye “elif” der isek çevrinme ile kadraj dışında kalıp, sekans kesilmeden tekrar görüntüye girince, kadrajdan çıkmadan önce çizdiği çizginin bulunmadığı bir yazıyı, bitirmiş olarak, eğitim almaya geldiği hocasına gösteriyor. (O çizgiyi “elif”i hiç çizmese idi.)

Tüm bu noktalara rağmen Nokta sinemamızda önemli bir örnek olmaya devam ediyor. Lars von Trier, Dogville filminde normal mekânlarda anlatılabilecek bir öyküyü tüm mekânlarından soyutlayıp, bir platform üzerinde, anlatmıştı. Filmi seyredince ilk aklıma gelen şey, bu soyutlanmadan yapılsa idi film nasıl olurdu? Eğer iyi yönetilmiş ise film o şekli ile de dikkat çekebilirdi, ama hiçbir zaman Dogville kadar ilginç olamazdı. Aynı şey Nokta için aklıma geliyor, Zaim öyküsünü farklı ama geçebilecekleri mekânlarda anlatsa idi, oralarda çekim tekliği ilkesine bağlı kalabilirdi. O şekilde bile filminde kullandığı, tuz / gökyüzü bağlantılarına benzer, fakat daha farklı ve her birinde değişebilen bağlantılar kullanabilirdi. Film nasıl olurdu? (Yapılmadan bir şey söyleyemeyeceğim.)

Film yapmak, görsel bir anlatıma ulaşmaktır, öykünün açılımları “sözler” ile açıklansa da, görüntü hem olayın anlatımında, hem de -görsel özelliği ile- açıklanmasında ve seyircileri ikna edebildiği hallerde, film “artı-lara” doğru yol alır. Nokta olayın bölümlerini anlatırken sabit veya hareketli kamera ile yapılan çekimlerinde görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz belli bir başarıyı yakalamış. Çekimin kesintisizliği oyuncuları yönlendirme (yönetmen) ve oynama (oyuncular) bakımından da, başarı ile çözümlenmiş. Senaryodan kaynaklanan aksaklıklar, çekim biçiminin ilginçliği ile görmezden gelinebilir. Tüm bunlardan sonra, diyebiliriz ki Nokta sinemamızda yıllar sonra da adı anılacak filmlerden olacaktır.

Devrim Arabaları (Tolga Örnek), mühendis ve usta-ların filmi idi, yapılacak iş ısmarlama idi ve belirli bir süre de bitirilmesi gerekiyordu, Usta’mızın ise zorlayanı yok -kendisinden başka (bir de arkadaşının oğlu-?) önünde işin yetiştirilmesi gerekli bir süre de yok ama o evinin dışına kurduğu, sanayiideki ekmek parası dükkânından hariç atölyesinde, gece yarıları karısını yatakta yalnız bırakarak ve tek başına uçak’ını yapmaya çalışıyor. İlk deneme başarısız olacaktır, karısı evi terk edecektir, dükkân ve atölyesinde çalışmaya devam edecek, elinde olmayan bir pervaneyi arayacaktır. Bir an gelir, umutlar cazibesini yitirir ve her şey terk edilir, hatta imha edilir. Beklenilmeyen bir anda umutlar tekrar yeşerecek ve bu kez, her bitirilince ulaşılmak istenilen hedefe bir basamak kalınca, artık adım atılmak istenilmeyecektir. Son bir destek (karısı uçağa biner) ve Usta’mız artık uçacaktır ve (unutmayacağım final) film Usta-mızın Uçağ-ı havada iken biter.

Devrim Arabaları’nda Usta-lar birden fazla idi, Usta’da ise bir tane. Bir uçak yapma veya yapılan uçağı uçurabilme sürecini anlatan -bu arada yaşamın diğer gelişmelerini, insan ilişkilerini de anlatan- filmin asıl ilginç olan tarafı anlatılanın bir “mekân” içinde anlatılıyor olması. Bu mekân usta’nın atelyesi, dükkânı, evi, Eskişehir sokakları. Oyuncular (öykünün kahramanları) ön plâna çıkarılmadan, çoğunlukla toplu sahnelerde, bulundukları mekânın dolayısı ile yaşamın içinde anlatılıyor, anlatılanlar. Kadraj içinde birden fazla oyuncu, bir gerçekliğin içinde hareket ediyorlar, fazla kamera hareketi yok, var olduğu zamanda hiçbir gereksiz hareket yapmadan ve teknik canbazlıklara kaçmadan yapıyor.

(17 Mayıs 2009)

Orhan Ünser

Soru İşaretleri ?????

Adana Altın Koza Film Festivali ilgili endişelerimi ve sinemanın geleceği açısından yaratacağı kaosu dilimin döndüğünde anlatmaya çalıştım.

Ne yazık ki, soru işaretlerimize festival yöneticilerinden en ufak bir cevap gelmedi. Seçilen 12 filmden 10 filmin İstanbul Film Festivali’nde yarışmış olması ve dışarıda 19 filmin kalması büyük bir tesadüfte olabilir, yarışan filmleri asla zan altında bırakmak istemiyorum. Ama bu ön jüri kimlerden oluşmaktadır, festival komitesi bunu acil açıklamalıdır. Yoksa bu konu ile ilgili girişimlerimi daha üst muhataplara ulaşmaya çalışarak yapacağım. Kapalı kapılar arkasında Türk sinemasının tezgâhlanmasını asla görmezden gelemeyiz.

Ve bu tezgâhçıları deşifre etmektende kaçınmayız. Adana Büyük Şehir Belediyesi’nin festivaldeki kurmayları da susarak bu suça ortak oluyorlar.

Ön jürinin kimlerden oluştuğu, bu filmleri kimlerin seçtiğini gizlemeyin. Çıkın ön jüri şu sebeplerden dolayı şu filmi almış, şu filmi de şu gerekçeden dolayı elemiştir, sizden beklenen budur.

Gerekçeli kararları ile ilgili açıklama yapılmalıdır.

Aksi takdirde Adana Film Festivali gerek sektör içinde, gerekse yurt çapında prestij kaybedecektir. Sinemacıların zor kazanımlarından olan festivallerimiz lobilerin eline bırakılmamalıdır. Çok ciddi rakamlar olan nemalı ödüller adil şartlarda dağıtılmalı.

Filmlere tek tek takılmak istemiyorum, ancak bir film var ki değinmeden edemeyeceğim, üretici arkadaşlara saygısızlık yapmak istemem, ama 2008 Amsterdam Belgesel Film Festivali’nde, belgesel film olarak yarışan İki Dil Bir Bavul adlı film hangi gerekçe ile uzun metraj yarışmasına alınmıştır?

Belgesel olarak üretilen bir film nasıl bir anda kategori değiştirmiştir?

Bunlar cevap bulması gereken sorular. Sektörde sekiz yıl örgüt yöneticiliği yapmış biri olarak aslında ben bunun cevaplarını çok iyi biliyorum. Elemenin nasıl olduğuna dair duyumlarımda var, ancak duyumlara değil, her zaman işin başındaki insanların yapacağı açıklamalara itibar etmek durumundayız.

(16 Mayıs 2009)

Bülent Pelit

Gizemlerle Kuşatılmış Vatikan’da

Melekler ve Şeytanlar (Angels & Demons)
Yönetmen: Ron Howard
Roman: Dan Brown
Senaryo: David Koepp-Akiva Goldsman
Müzik: Hans Zimmer
Görüntü: Salvatore Totino
Oyuncular: Tom Hanks (Robert Langdon), Ewan McGregor (Camerlengo Patrick McKenna), Ayelet Zurer (Vittoria Vetra), Stellan Skarsgård (Richter), Pierfrancesco Favino (Olivetti), Nikolaj Lie Kaas (Katil), Armin Mueller-Stahl (Kardinal Strauss)
Yapım: Columbia-Imagine (2009)

Yönetmen Ron Howard ve yazar Dan Brown, ‘Da Vinci Şifresi’nden sonra ‘Melekler ve Şeytanlar’da yine beraberler ve yine Vatikan’a cephe alıyorlar. Howard’ın bu filmi kanlı, sert ve gerilim yüklü.

Yönetmen Ron Howard’la yazar Dan Brown, bu yeni işbirlikleri “Angels & Demons-Melekler ve Şeytanlar”da Vatikan’ı bir hayli kızdırıyorlar. Üstü kapalı da olsa Papa II. Jean Paul’ün zehirlenerek öldüğünü söylüyor bu film. Hikâye, İsviçre’deki CERN deneyiyle açılıyor. CERN, evrenin oluşumundaki “big bang/büyük patlama”yı araştıran bir deney. Bir profesör öldürülüyor ve “Illuminati” adındaki bir örgüt önce CERN’den çok tehlikeli bir maddeyi kaçırıyor, ardından da Vatikan’dan dört kardinali rehin alıyor. “Illuminati”, Vatikan’ın yüzyıllar önce bilim insanlarına karşı işlediği korkunç suçlardan intikam almak için kardinalleri kaçırmış. CERN’den çaldıkları maddeyi de Vatikan’ı yeryüzünden silmek kullanmak istiyorlar. “Illuminati”, 1776 yılında Almanya’da kurulmuş gizli bir örgüt. “Aydınlanmış Olanlar” anlamına geliyor. “Illuminati”nin amacı cehaletle, baskıcılıkla ve kilisenin dogmalarıyla mücadele etmekmiş. Ölen papanın yerine yeni papayı seçmek için kardinaller Vatikan’da toplanıyorlar. Her şey içinden çıkılmaz bir kaosa dönüşünce Vatikan polisi Harvardlı simgebilimci profesör Robert Langdon’a başvuruyor. Araştırmaları için Vatikan’dan cevap bekleyen Langdon, Roma ve Vatikan’da bir dedektif gibi olayların içine düşüyor. Ambigramlar, üzerine de bir uzman olan Langdon, ambigram grafikleri yorumlayarak kardinal cinayetlerinin hangi kiliselerde işleneceğini anlıyor ama polisler vakaları önlemeye hep geç kalıyorlar. Langdon’ın yanında bir İtalyan bilim insanı Vittoria Vetra da var. Elbette İsviçreli polisler de. Tabii ki hikâye düz bir çizgide akıp gitmiyor. Hikâyenin öbür tarafında da İskoç Camerlengo Patrick McKenna var. Camerlengo, papanın yetkilerini geçici olarak üstlenen kardinal ya da rahip. Ölen papa, Camerlengo Patrick’i zamanında evlâtlık olarak almış ve yetiştirmiş. Bu filmde tüm bir final bölümü gerçekten çarpıcı ve nefes kesici. “Melekler ve Şeytanlar”ın gerilim yüklü kanlı bir polisiye olduğunu belirtmeli. Film, kendi yavaş yavaş açıyor ve az da olsa sürprizli bitiyor. Filmde Katoliklik üzerine de vurucu eleştiriler var. Bu filmin alt metnini de anlamak gerekecek. Bu film (ve roman), Katolikliği katı kuralları olan, ritüellere dayalı bir muhafazakâr mezhep olduğunu söylüyor. Bu mezhep, gizemlerle ve sırlarla örülü. Elbette bu bir Amerikan filmi ve Amerika’nın da Protestan mezhebinden olduğunu unutmayın. “Melekler ve Şeytanlar” romanının da iyi kurgulandığı ve özellikle final bölümünün heyecan verici olduğu söyleniyor.

Filmin senaristlerinden biri olan David Koepp, 1999 yapımı “Stir of Echoes-Gaipten Sesler” ve 2004 yapımı “Secret Window-Gizli Pencere” filmlerini yönetmişti. Onu senarist olarak birçok adı duyulmuş filmden hatırlayabilirsiniz. Koepp, “Jurassic Park”, “Carlito’s Way-Carlito’nun Yolu” gibi filmlerde ortak senarist olarak çalıştı. David Fincher’ın 2002 yapımı “Panic Room-Panik Odası”na, Sam Raimi’nin 2002 yapımı “Spider Man-Örümcek Adam”ına, Steven Spielberg’ün 2008 yapımı “Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull-Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı”na senaryolar da yazdı. Filmin diğer senaristi Akiva Goldsman, Bruce Beresford’un 1994 yapımı “Silent Fall-Sessiz Düşüş”üne, Joel Schumacher’in 1996 yapımı “A Time to Kill-Öldürme Zamanı”na, yine Schumacher’in 1997 yapımı “Batman ve Robin”ine, Ron Howard’ın 2001 yapımı “A Beautiful Mind-Akıl Oyunları”na senaryolar yazdı. 1964’te Brooklyn’de doğan İtalyan kökenli kameraman Salvatore Totino da, Ron Howard’ın 2006 yapımı “The Da Vinci Code-Da Vinci Şifresi”yle 2008 yapımı “Frost/Nixon”da da görüntü yönetmeniydi. Filmdeki iç mekanların ışık düzenlemeleri de etkileyici. 1954’te Oklahoma’da doğan yönetmen Ron Howard, yönetmenliğinin yanında yapımcılık, oyunculuk ve senaristlik de yaptı. Yönetmenin 1992 yapımı “Far and Away-Uzak Ufuklar”, 1995 yapımı “Apollo 13”, 1999 yapımı “Ed TV”, 2005 yapımı “Cinderella Man” filmlerini de hatırlamalı.

(15 Mayıs 2009)

Ali Erden

Adana Altın Koza Film Festivali

Kültür Bakanlığı’nın son yıllarda Türk filmlerinin yapımlarına yaptığı destekler ve artan seyirci sayısı üretimde ciddi artış sağlanmasına sebep oldu.

Birçok yeni genç sinemacının da, ilk filmleri çekmesi sektöre canlılık getirdi.

Tabi ki yapılan her iş takdir görmesini ister, bununla birlikte bu iltifatın alınacağı birinci yerler festivallerdir.

Türkiye de dört temel festival var, Antalya, Adana, İstanbul, Ankara.

Her biri kendi içlerinde farklı dinamikleri olan organizasyonlar.

Türk sineması artık dört değil altı ulusal festivali üretimiyle desteleyecek kıvama gelmiştir. Aslında bu çok sevindirici bir durum.

Ancak ne var ki kazın ayağı öyle durmuyor. Adana Altın Koza Film Festivali ön jürisinin elemesiyle finale kalan oniki filmden onu, iki ay önce İstanbul Film Festivali’nde, hatta o on filmin içinden üçü de bir yıl önceki Antalya Film Festivali’nde boy göstermiş filmler. Yani Adana’da ilk defa halkla buluşacak bir yada iki film var. Hadi eskiden üretim yoktu bu filmler turnike yapıyordu, onu anlıyorduk ama 31 film ön elemeden geçmiş ve 19 film yarışma dışı kalmış.

İşte yine biz yaptık oldu mantıklı bir iş daha. Bu ön jüri kimlerden oluşur, İstanbul Film Festivali’ne katılan filmlerle birebir uyuşması sanki bütün festivallere filmi seçen tek bir el varmış kanaati uyandırıyor bende. Ama nedense bu ön jürinin ismi ortada yok. Ben burada diğer üreticilere haksızlık yapıldığını düşünüyorum ve o insanların kendilerini vitrine çıkaracak platformlardan uzaklaştırmaya çalışılıyor gibi geliyor. Birileri Türk sinemasının genleriyle oynuyor ve bunu yaparken de kendilerini mümkün olduğu kadar deşifre etmemeye çalışıyorlar. Kendi yarattıkları prenslerin yada prenseslerin üretimleri aksamasın diye ciddi de ödülü olan bu festivallerde çeşitli lobiler kurulmaktadır. Hep aynı isimler boy göstermekte, ödülleri birer birer paylaşmakta, bakanlığın da desteklerinde ödül alan filmlerin geri dönüşümünü iptal ettiği de düşünülürse ciddi fırsat eşitsizliği yaratılmaktadır. Bu oluşumlarda da festivali yapan şehirler kullanılmaktadır.

Adana’ya seçilen filmlerin çoğu sinematek filmleri gibi, yani orada özel bir film haftası yapılsa seçilecek filmler ve halkla asla kucaklaşmayacak, onlara festival heyecanı yaşatmayacak üretimler. Elbette bunlarda sinemamız için çok önemli üretimler, belki hepsi birer baş yapıt ama Yılmaz Güney gibi bir sinemacıyı çıkarmış ilde, oranın dinamikleri hesaplanarak filmler seçilmelidir. Yoksa festival festival dolaşan, hatta televizyonda oynamış, DVD.si çıkmış filmleri yeni bir üretimmiş gibi ancak festivaldeki o filmi izlemek zorunda olan seçici kurullara izletirsiniz. Lütfen gözünüzü bu kadar karartmayın, bu ülkede başka sinema üretimi yapan ve yapmak isteyenler olduğunu düşünün, insanların yolunu kesmeyin.

Sonra bunun vebalini hiçbir vicdan ödeyemez.

(14 Mayıs 2009)

Bülent PELİT

15 Mayıs 2009 Haftası

“Hannah Montana: The Movie”, 6-14 yaş aralığında kız hayranlara sahip çift kimlikli kahramanın köklerine dönüp olgunlaşmaya başlamasının öyküsü: Biz büyüklerin görsel – işitsel kazancı ise, müzik, şarkılar ve dans gösterileri ile yönetmenden kaynaklandığı belli, sessiz sinemaya saygı duruşu niteliğinde komedi sekansları.

“Koralin ve Gizli Dünya”, sinema dünyasının belki de en zor işi olan ‘stop-motion’ tekniği ile çekilmiş ilk 3 Boyutlu yapım. Bu ‘el işi göz nuru’ film, küçük bir kızın cesaret öyküsü ve oldukça karanlık, tekinsiz, çekici. Hem çağın insanının sevgiyi ve yaşamı nasıl ıskaladığı ile ilgili, hem de mekânlar – karakterler – olaylar itibariyle çağın dışındaymışçasına fantastik. Sinemayı sevdiğine dair atıp tutan herkesin izlemesi şart!

“Melekler ve Şeytanlar”, piyasa romanı yazmakta maharetli Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi”nden sonra ikinci kez, okuyucuyu / seyirciyi, ağırbaşlı din ile sabırsız bilimin çatışır gibi göründüğü entrika ile karşılaştırdığı serüven. Bu kez saatler ve dakikalarla yarışılıyor fakat ilkine göre çok daha az gizemli, gelişim çizgisi itibariyle de kolay tahmin edilebilir, yani bayat. Film üst düzey olsa da eser zayıf maalesef ve yapılacak bir şey yok; zevk vermiyor!

(13 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Ustalar “Altın Palmiye”yi İstiyor

13 – 24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen 62. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde “Palme d’Or / Altın Palmiye” için ustaların filmleri yarışıyor. İngiliz usta Ken Loach, Avusturyalı usta Michael Haneke, İspanyol usta Pedro Almodovar, Danimarkalı usta Lars von Trier, Tayvanlı usta Ang Lee, Fransız usta Alain Resnais ve Amerikalı usta Quentin Tarantino bu yıl yarışmanın gözdeleri arasında. Ünlü Fransız oyuncu Isabelle Huppert’in jüri başkanlığını yaptığı festivalde ünlü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan da jüride yer alıyor.

Quentin Tarantino bu yıl İkinci Dünya Savaşı’nı anlattığı “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi” filmiyle Cannes’da. Ken Loach bu yıl eski futbolcu Eric Cantona’nın yaşamını beyazperdeye aktardığı “Looking for Eric” (Eric’e Bakmak) filmiyle yarışıyor. Lars von Trier bir ormanda geçen korku filmi “Antichrist”le festivalin iddialı isimleri arasında. Von Trier’in bu son filminde sadece Charlotte Gainsbourg ve Willem Dafoe oynuyor. Avusturyalı Michael Haneke de siyah-beyaz “Das Weisse Band” (Beyaz Kurdele) filmiyle yarışıyor. Festivalin diğer bir iddialı adı da yine İspanyol sinemasının büyük ustası Pedro Almodovar “Los Abrazos Rotos” (Kırık Kucaklar) filmiyle katılıyor. Almadovar, dört tehlikeli aşkı kara film tarzında beyazperdeye yansıtıyor. Senaryosunu da Almadovar’ın yazdığı bu filmde elbette Penelope Cruz başrolde. İtalyan sinemasındansa yönetmen Marco Bellocchio “Vincere” (Kazanma) filmiyle yer alıyor. Bellocchio, Mussoli’nin gayrimeşru çocuğunun hikâyesini taşımış beyazperdeye. Filmin başrolünde de Türkiye’de tanınan İtalyan sinemasının ünlü kadın oyuncularından Giovanna Mezzogiorno var. Cannes Film Festivali’ne bu yıl Asya’dan da altı film geldi. Hong Konglu usta Johnnie To’nun Fransız rockçı Jonny Hallyday’le Hong Kong’da çektiği kara film “Vengeance” (İntikam), “Altın Palmiye” için yarışacak. Johnnie To, Venedik Film Festivali’nin kutsadığı bir usta. Çinli Lou Ye’nin ülkesinde yasaklanan aşk filmi olan “Chun feng chen zui de ye wan/Spring Fever” (Bahar Ateşi) yarışmada. Lou Ye, bu filmini Çin yönetiminden izin almadan festivale getirdi. Lou Ye’nin filmleri genelde çok tartışmalı oluyor ve yoğun cinsellik de içerebiliyor. Yönetmenin “Suzhou he” (Suzhou Nehri) hâlâ yasaklı. Çinli yönetmenin “Yihe Yuan” (Yaz Sarayı) filmi de yasaklandı. Güney Koreli Park Chan-wook “Bak-Jwi” (Susuzluk) filmiyle yarışmalı bölümde. İntikam takıntılı bir yönetmen olan Park Chan-wook bu korku filminde vampirler, papazlar, ölümcül FIV virüsü, tutku ve suç var. Tayvanlı usta Tsai Ming-Liang’ın “Visages” (Yüz) filminde Mathieu Amalric, Jeanne Moreau, Fanny Ardant, Jean-Pierre Leaud ve Nathalie Baye gibi Fransız sinemasının usta oyuncuları var. Hollywood’da çalışan Tayvanlı yönetmen Ang Lee “Taking Woodstock”la (Woodstock Telâşı) katılıyor. Bu Woodstock Festivali üzerine bir film. Yarışmalı bölümde Alain Resnais de var “Les Herbes Folles” (Yaban Otları) filmiyle. Filmin başrolünde de Resnais’nin vazgeçemediği Sabine Azema var. “Sur Mes Levres” (Dudaklarımı Oku) ve “De Battre Mon Coeur s’est Arrête” (Kalbim Bir An Durdu) filmleriyle bilinen Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın “Altın Palmiye” için yarışan “Un Prophete” (Bir Peygamber) filminde altı yıl hapis yatan, okuma-yazma bilmeyen Arap Malik El Djebena’nın hikâyesi anlatılıyor. “Une Aventure” (Risk) ve “Quand J’etais Chanteur” (Şantör) filmleriyle tanınan Fransız yönetmen Xavier Giannoli, “A l’Origine” (Başlangıçta) filmiyle yarışmada. Filmde Gerard Depardieu ve François Cluzet var. Arjantinli büyük yönetmenlerden Fernando E. Solanas’ın asistanlığını yapmış Gaspar Noe, “Soudain le Vide” (Ansızın Boşluk) filmiyle yarışıyor. Noe’nin bu filminde Tokyo’da yaşayan iki kardeş, Oscar ve Linda’nın trajik hikâyesi yansıyor perdeye. Yönetmen Noe, “Irreversible” (Dönüş Yok) gerilim filmiyle tanınıyor. Barcelona’da doğan Isabel Coixet “Map of the Sounds of Tokyo” (Tokyo Seslerinin Haritası) festivalde yarışmalı bölümde. Yönetmen Coixet, “Elegy” (Aşkın Peşinde), “Invisibles” (Görünmezler), “The Secret Life of Words” (Kelimelerin Gizli Dünyası), “My Life Without Me”yle (Bensiz Hayatım) akla geliyor. Yeni Zelandalı yönetmen Jane Campion da “Bright Star” (Parlak Yıldız) filmiyle yarışıyor. Film, şair John Keats’in ömrünün son üç yılını anlatıyor. İngiliz Andrea Arnold’ın “Fish Tank” (Akvaryum) filmi de yarışmalı bölümde. Yönetmen Arnold, 2006’da Cannes Film Festivali’nde “Red Road” (Kırmızı Yol) filmiyle “Jüri Özel Ödülü” kazanmıştı. Filmde, sevgiyi getirdiğini söyleyen bir adamı ve aileyi anlatıyor. Bu filme, benzersiz çağdaş bir masal deniliyor. Filipinli yönetmen Brillante Mendoza’nın “Kinatay” (Yürütme) filminde Manila’da sendikada çalışan bir gencin doğru yoldan çıkışı perdeye yansıyor, elbette aşk için. İsrailli yönetmen Elia Suleiman’ın “The Time that Remains” (Geriye Kalan Zaman) filmi de “Altın Palmiye”yi istiyor. Film, İsrail’in kuruluşundan, 1948’den günümüze hikâyesini anlatıyor.

“Altın Palmiye” için yarışacak filmler:

  • “Les Herbes Folles” (Alain Resnais, Fransa-İtalya 2009)
  • “Un Prophete” (Jacques Audiard, Fransa-2009)
  • “A l’Origine” (Xavier Giannoli, Fransa 2009)
  • “Soudain le Vide” (Gaspar Noe, Fransa 2009)
  • “Inglourious Basterds” (Quentin Tarantino, ABD-Almanya 2009)
  • “Looking for Eric” (Ken Loach, İngiltere-Fransa-İtalya-Belçika 2009)
  • “Antichrist” (Lars von Trier, Danimarka-Almanya-Fransa-İsveç-Polonya 2009)
  • “Das Weisse Band” (Michael Haneke, Avusturya-Fransa-Almanya 2009)
  • “Los Abrazos Rotos” (Pedro Almodovar, İspanya 2009)
  • “Map of the Sounds of Tokyo” (Isabel Coixet, İspanya 2009)
  • “Vincere” (Marco Bellocchio, İtalya-Fransa 2009)
  • “Bright Star” (Jane Campion, Avustralya-İngiltere-Fransa-ABD 2009)
  • “Fish Tank” (Andrea Arnold, İngiltere-Hollanda 2009)
  • “Vengeance” (Johnnie To, Hong Kong-Fransa 2009)
  • “Spring Fever” (Lou Ye, Hong Kong 2009)
  • “Kinatay” (Brillante Mendoza, Filipinler 2009)
  • “Bak-Jwi” (Park Chan-wook, Güney Kore 2009)
  • “Taking Woodstock” (Ang Lee, ABD 2009)
  • ”Visages” (Tsai Ming-Liang, Tayvan-Fransa-Belçika 2009)
  • “The Time that Remains” (Elia Suleiman, İsrail 2009)
  • (10 Mayıs 2009)

    Ali Erden

    Harvey Milk’in Mücadelesi

    Milk
    Yönetmen: Gus Van Sant
    Senaryo: Dustin Lance Black
    Müzik: Danny Elfman
    Kurgu: Elliot Graham
    Görüntü: Harris Savides
    Oyuncular: Sean Penn (Harvey Milk), Emile Hirsch (Cleve), Josh Brolin (Dan White), Diego Luna (Jack), James Franco (Scott), Alison Pill (Anne Kronenberg)
    Yapım: Focus (2008)

    San Fransisko’nun belediye meclisine seçilen Amerika’nın ilk eşcinsel politikacısı Harvey Milk’in hayatının son sekiz yılını anlatan “Milk” filmi, özgün senaryo ve erkek oyuncu dallarında iki de Oscar kazanmıştı.

    Gus Van Sant, 1978’de öldürülen Amerika’nın ilk eşcinsel belediye meclis üyesi Harvey Milk’in hayatının son sekiz yılını anlattığı “Milk”, ABD’deki eşcinsel hareketinin de tarihi gibi. San Fransisko’nun göçmenlerin yoğun oturduğu Castro mahallesinde yeni sevgilisi Scott’la fotoğraf stüdyosu açan Harvey Milk, eşcinsellere devletin ırkçı ve şiddet yüklü saldırılarının ardından San Fransisko’nın belediye meclisine seçilebilmek için adaylığını koyuyor. Uzun bir mücadelenin ardından belediye meclisine giren Harvey Milk, yalnızca meclis üyeliğiyle yetinmiyor, eşcinsel hareketleri de başlatıyor. ABD’nin tüm eyaletlerinde eşcinsellere yönelik halk oylamaları yapılıyor. Eşcinseller, Harvey Milk’in öncülüğünde birçok önemli hakka sahip oluyorlar.

    1952’de Louisville-Kentucky’de doğan yönetmen Gus Van Sant, 2003’te Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye”yle beraber “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandığı “Elephant-Fil”deki gibi eşcinsel dünyaya giriyor “Milk”le. “Fil”de, 1999 yılında Columbine Lisesi’nde iki eşcinsel öğrencinin katliamını sorgulayıcı bir sinema diliyle anlatmıştı Gus Van Sant. “Milk”teyse devletin ve toplumun eşcinsellere karşı ırkçılığıyla şiddetini anlatıyor. Belki de bu filmin en zor yanı, karakterlerle özdeşleşmeye alışmış seyirciyi zorlayacak olması. Bir yanda eşcinseller, öte yandaysa ırkçılar var. Ortada kahramanlar yok. Hepsi gerçek insan. Filmin hikâyesi de gerçek. Gus Van Sant, filminin ön jeneriğinde siyah-beyaz belgesel görüntüler kullanmış. Burada polis, eşcinsellerin takıldığı mekânları basıyor ve insanları tutukluyor. Yönetmen, filminin derinliğinde de yer yer belgesel görüntülerden yararlanıyor. Gus Van Sant, Amerika’da 1960’lı ve 70’li yıllarda film yapmış “yeni sol” sinemacıların ruhunu da yer yer “Milk” filminde hissettiriyor.

    Mahallenin adı Castro

    Film, San Fransisko’da 1978 yılında açılıyor. Suikast tehdidi alan Harvey Milk, teybe hayatının son yıllarını anlatıyor. Ardından film, 1970 yılına, New York’a gidiyor. Sigorta işinde çalışan Harvey Milk, doğum gününde merdivenlerde karşılaştığı Scott’ı evine davet ediyor bir öpücüğün ardından. Sonra da aralarında büyük bir aşk başlıyor. San Fransisko’ya taşınan bu iki eşcinsel sevgili, kendilerine İrlandalı göçmenlerin yaşadığı Castro mahallesinde fotoğrafçı dükkânı açıyorlar. Bu dükkân bir zaman sonra eşcinsellerin sığınağına dönüşüyor. Daha da sonra eşcinsel hareketin kâbesi oluyor bu dükkân. Eşcinsellere saldırılar çoğalmaya başlayınca, Harvey Milk politikaya giriyor. Uzun bir mücadelenin ardından San Fransisko’nun belediye meclisine seçiliyor. Ardından Harvey Milk, eşcinsel haklar için yasa teklifleri veriyor ve halk oylamasıyla bazı yasalar hem halk hem de devlet nezninde onaylanmış oluyor. Harvey Milk’in mücadelesi olmasaydı Gus Van Sant eşcinseller üzerine bir filmi bugün Amerika’da yapamayabilirdi. Belediye meclis üyeliğni kazanan Harvey Milk’in belediye meclisinde de muhalifleri var. İdari denetmen Dan White bunun en başında geliyor. Dan White, Harvey Milk’in de trajedisini hazırlıyor sonra. Sinema dili olarak yaratıcı ve bilgi verici olan “Milk” filmi, yer yer yarı belgesel tat da bırakıyor insanda. Kalabalık eylem sahneleri de gerçekten inandırıcı ve seyirciyi o atmosferin içine alabiliyor. 81. Akademi’de sekiz dalda Oscar’a aday olan “Milk”, Sean Penn’e “En İyi Erkek Oyuncu”, senaristi Dustin Lance Black’e “En İyi Özgün Senaryo” dallarında ödül getirdi. Sean Penn, sinemanın muhalif oyuncu ve yönetmenlerinden. “Milk”te de büyük oyunculuğunu gösteriyor. Harvey Milk üzerine 1984 yılında yönetmen Rob Epstein, “The Times of Harvey Milk-Harvey Milk Zamanları” adında bir belgesel yapmıştı ve bu yapıt “En İyi Belgesel” dalında Oscar kazanmıştı. Gus Van Sant’ın “Milk”i, sinematografik anlatımıyla çağdaş klâsik sinemanın başyapıtlarından olabilir.

    (10 Mayıs 2009)

    Ali Erden

    Gani Rüzgar Şavata Röportajı

    “Güneşi görmeyenler askeri sorguladı.
    Hangi pencereden bakarsan bak güneşi görürsün,
    Ancak baktığın pencereye göre ışıklar başka türlü yansır. Güneşi görmesen de…
    Zulüm eden asker, mazlum halk…
    Askeri kendi halkından ayıran üzerindeki üniforma mı?
    O zaman asayiş kimden sorulur?
    Vazife eziyet, işkence, zulüm ve soykırım ise askeri de birbirinden ayırmak gerekmez mi?
    Eğer bu tanımladığımız askerler robot değilse kukla düzenin, emperyalizmin, siyonizm ve faşizmin ve yandaşlarına piyon olmuşsa kendi kimliğini arayan insanlara yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi bile tanımıyorsa işte bu Saddamın Askerleridir.
    Zulüm yapanlar ya da insanlık dışı işkenceler, diğer adı soykırım.
    Aşk ve acı arasındaki ince çizgiyi çarpıcı görüntülerle ve diyaloglarla anlatan bir film…
    Gerçek!
    Tek gerçek olmayan adının film olması…
    Mahmut Alınak ve Bavuz Şavata kalemlerinin ucuyla gerçek kesitlerle yola çıktılar. Ben de objektifimle penceremde gerçekleri gördüm ve solan güneşi seyrettim.”

    Tartışmalı film Saddam’ın Askerleri’nin yönetmeni Gani Rüzgar Şavata’ya sorularımızı yöneltiyoruz…

    Gani Bey, bu filmin gerek çekim öncesinde, gerek çekim aşamasında ve gerekse çekim sonrasında pek çok sıkıntı yaşadığınızı biliyoruz… Her şeye rağmen film nihayet vizyonda… Peki bu sıkıntılar nihayete erdi mi?

    Biz filmimizde gerçekleri anlattık. Gerçekleri söyleyen herkesde olduğu gibi biz de karalama kampanyalarından, engellemelerden, sansürlerden nasibimizi aldık. İlk olarak at krizi patlak verdi. Bununla da ilgili bir sürü haber çıktı. Asla böyle bir olay yok. At zaten benim atım. Türk sinemasında atları olan tek sinemacıyım ayrıca… Bırakın atı, ben karıncayı bile incitemem. Bu at, filmde konu gereği katlediliyor. Biz de atı veteriner kontrolünde bayılttık. Sahne çekilirken atın altını keçeyle besledik, semer giydirdik. Ayrıca filmde at ile birlikte bir oyuncu da sürükleniyor. Onunsa altında sadece bir pijama vardı. Zaten dikkatle bakarsanız atın gövdesinin, boynunun yüksekte olduğunu görürüsünüz. Doğan Haber Ajansı, IHA Haber Ajansı atı yerinde görüntüledi. Köy halkı ve muhtar, çekimler sırasında ata hiçbir şekilde zarar verilmediğini açıkladı. Birkaç sene önce kuş gribi yüzünden kümes hayvanları ile beraber güvercinleri bile katlettiler. Her gün yüzlerce kedi köpek katlediliyor. Kimse bunları görmüyor. Kendine kasap diyen cellâtlar, atları kesip soframıza kadar getiriyorlar. İşin işine sanat, sanatçı girince işler değişiyor. Bu şekilde reklâmlarını yapıyorlar… Belki siz reklâmın iyisi kötüsü olmaz, bu şekilde sizin de reklâmınız oldu diyeceksiniz ama ben böyle bir reklâmı asla ama asla tercih etmezdim.

    At olayı çözüme ulaştıktan sonra bu kez filmdeki şiddet sahneleri tartışılmaya başlandı…

    Ben bu filmde şiddet göremiyorum. Mezbahada hayvan keser gibi insanları kesiyorlar; bunları da televizyon gösteriyor; çoluk çocuk izliyor. Buradaki işkence göze çarpmıyor. Bizimkisi ise film, insanlar para verip gidiyorlar. Biz bu filmi Antalya Film Festivali’ne gönderdiğimizde, Atilla Dorsay öncülüğündeki jüri, filmdeki şiddet sahnelerinden dolayı filmi yarışmaya almadıklarını söyledi. Atilla Dorsay da bir TV kanalına yaptığı konuşmada; “Film festivaline (gerçek) şiddet ve işkence sahneleri olduğundan dolayı almadık” sözünü yineledi. Bizim filmimizde anlattığımız olaylar sadece Irak’ta yaşanmadı… Filistin’de, Afganistan’da, dünyanın birçok yerinde yaşandı… Türkiye’de ise 12 Eylül döneminde yaşadık…

    Basın – medya ve eleştirmenler bir yana, halkın filme yaklaşımı çok daha önemli… Film vizyona girer girmez, ekibinizle güneydoğuya gittiniz, birçok şehirde galalar yaptınız… Filmi izleyen insanlar ne düşünüyor?

    Doğru, film 01 Mayıs’ta vizyona girdi; biz hemen 02 Mayıs’ta ekibimizle güneydoğuya gittik. 3 günde 6 şehir gezdik. Halkın ilgisi çok sıcaktı. Biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde Mardin’de bir vahşet oldu. Türkiye Teksas’a döndü. Artık herkesin elinde, arabasında silâh var. Hele o bölgelerde çok daha fazla… Gayrimeşru olsun, meşru olsun herkeste silâh var. Biz bu acılar yaşanmasın diyoruz. Film de olsa insanlar gerçekleri görsün… Film şu anda 26 ilde gösteriliyor. Seyirci izledikçe, kulaktan kulağa yayılıyor. İzleyenler de filme sahip çıkıyor. İzleyenler bir daha izlemek, izletmek istiyor. Gönül güldüren film çekmek ister ama olması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum.

    Filmde, yaşanan acılar her ne kadar Saddam’ın yönetiminde yaşanıyorsa da asıl kaynağın Amerika olduğu mesajı veriliyor…

    Saddam Hüseyin’in karargâhlarında işkence yapılmakta… Ancak durumdan Saddam Hüseyin’in haberi yok. Her şey yine Amerika kontrolünde… Filmde de Amerikalı generalleri görüyoruz. Saddam’ı getirdikleri gibi götürenler de yine onlar. Bugün Irak’ta bir buçuk milyon insan öldüren, soykırım yapan yine onlar. Soykırım deyince karşımıza Ermeni soykırımı çıkıyor. Yalan da yanlış da olsa çıkıyor. Ama gerçek soykırımı bu halk niye görmüyor? Yetkili merciler niye görmüyor? Bu gerçek soykırımı Amerika hâlâ yapıyor. Türkiye üzerine oyunlar oynanmakta. Hatta Türkiye’den Afganistan’a asker istiyorlar. Askerimizi göndermemeliyiz! Bu cinayetlere ortak olmamalıyız! Bizim filmlerimizde gösterdiğimiz duruş kadar, yetkili merciler de duruş gösterebilseler keşke…

    Siz Yılmaz Güney’in yolundan yürüyen, bu anlayışta filmler yapan bir yönetmensiniz, bunu biliyoruz. Ancak basında birilerinin yeni Yılmaz Güney olarak gösterilmesine öfkeli misiniz?

    Son zamanlarda, paranın gücüyle, basında kimileri, birilerini Yılmaz Güney yapmaya başladı. Yılmaz Güney olmak, Ahmet Kaya olmak, Deniz Gezmiş olmak, Pir Sultan Abdal olmak, Mevlâna olmak öyle kolay mı? Herkes kendi kimliğiyle bir yere gelmeli. Kimsenin, kimsenin yerinde gözü olmamalı diye düşünüyorum. Ben Gani Rüzgar Şavata’yım… Benim sinemam, gittiğim yol budur. Bunu daha önce Yılmaz Güney yapmış ama ben Yılmaz Güney değilim. Ben sadece onun çizdiği yolda sinema yapan biriyim… Bu halk bunları yemez. Bu halk sadece gider izler. Bizim halk masumdur, saftır… Çabuk kandırırsınız ama gerçekleri kısa zamanda görür… İş işten geçer mi geçmez mi bilinmez ama hak bir şekilde yerini bulur. Dün Ahmet Kaya’ları yuhlayanlar, yurt dışına sürgüne gönderenler şimdi onların tahtlarına göz dikmiş durumdalar… Buna kurdun kuzunun postuna bürünmesi denir. Dünya dönüyor ama bazıları dönemeyecek… Paranın gücüyle, timsahın gözyaşlarıyla halkı nereye kadar kandıracaklar? Bu halk gerçek tokadı kime vuracağını bilir. Biz de filmimizde bu tokatı atıyoruz. Emperyalizme karşı sinemamızı var etmeye devam edeceğiz… Biz paranın gücüyle film yapmadık, biz cesaretin gücüyle film yaptık. Sansür olacağını bile bile çektik. Bizi tarih yargılasın. Ya beraat ederiz, ya da suçumuzu kabûlleniriz. Gerçekleri anlatmak suç ise, ben suçuma razıyım. Ben sinemacıyım, benim duruşum da bu, inancım da bu. Kimse benim rakibim değil. Benim rakibimim yine kendim. Yaptığım işlerin sevabı da bana günahı da bana… Benim kimseyi hedef almak, rencide etmek gibi bir derdim yok. Halkıma gerçekleri söylemekte sorumlu hissediyorum kendimi.

    Peki Hüseyin Karabey, Özcan Alper gibi daha ilk filminden görüş ve duruşlarını ortaya koyan genç yönetmenler için ne düşünüyorsunuz?

    Bu çocukların alınları açık, yolları da güzel, inşallah paranın esiri olmazlar. Hak ettikleri seyirciyi de, değeri de bulurlar. Gerçekleri anlatmayı sürdürdükleri ve kimsenin tekeline girmedikleri sürece çok başarılı olacaklarına inanıyorum. Ben de canı-ı gönülden destekliyorum. Bir de evrensel düşünmek lâzım sinemayı. Siz nerde durursanız durun güneş ışığını alırsınız. Bir de sinema çok pahalı bir sektör. Paranın bilinçli harcanması gerekiyor. Halk sinemasını bilmeli, oyuncusunu tanımalı… Reklâm parasıyla bir film daha yapılır. Birileri bilboardlara, televizyonlara, her yere reklâm veriyor. Ön tarafta rötuş var arkası karanlık. İnsanlar da buna kanıp gidiyor. Diğer tarafta emeğin sineması var. Onlara, her şeyden önce halkın sahip çıkması gerekiyor.

    Filmde Tuğba Özay’ın oynamasını çok istemişiniz… Neden mutlaka Tuğba Özay oynamalıydı filminizde?

    Bizim Tuğba ile tanışlığımız eskiye dayanıyor. Hatta cezaevine girmeden iki sene önce de konuşmuştuk. Ben daha önceki projelerimde de Tuğba’yı oynatmak istemiştim, olmadı. Tuğba’nın dik bir duruşu var. İnsanları seviyor, doğayı seviyor. Düşünceleri, ilkeleri benimle bağdaşıyor. Her şeyi dıştan görmemek lâzım… İnsanların içini de görmek lâzım. Tuğba’nın filmde rolünün hakkını da verdiğini düşünüyorum. Tuğba bazı talihsizlikler yaşadı. Cezaevine girdi. Tuğba asla sansasyon olsun diye seçilmiş bir isim değil. Ayrıca suçu da yoktu. İyiki de oynadı, başarılı da oldu.

    Birlikte başka projeleriniz var sanıyorum…

    Evet, Tuğba’nın Bedel isimli bir kitabı var. Biz bunu senaryolaştırıyoruz. Filistin’de çekmeyi plânladığımız ve Tuğba’yı bir gazeteci olarak düşündüğüm ve çekimlerini Filistin’de yapacağımız, Filistin Filistin diye bir projemiz var. Kerbelâ diye bir projem var. Bir de Kara Güneş isimli bir dizi çekmiştik. 4 bölümünü de çekmiştik ama sansüre takıldı. ATV’de yayınlanacaktı hatta. Filmdeki Kara Güneş ismi de oradan geliyor. Şimdi diziyi TRT 1’e sunduk. Beğendiler ama görüşmelerimiz sürüyor.

    Filmdeki dublaj seyirciyle araya bir set çekiyor sanki… Yani oyuncuların doğal sesleriyle çekilseydi daha samimi olurdu diye düşünüyorum…

    Filmde 3 dil var. Arapça, Kürtçe ve Türkçe… Zaman zaman doğal sesler de var. Ama herkesin Kürtçe’ye dili dönmüyor. O yüzden dublaj yapmaya mecburduk. Ayrıca filmin yurt dışında İngilizce ve Almanca, Kuzey Irakta Arapça ve Kürtçe, İran’da da Farsça alt yazıları var. Bu kadar çok dile çevrilmesinden dolayı her şeyin daha temiz olmasını istedik ve dublajı tercih ettik.

    Saddamın Askerleri Halepçe katliamının neresinde duruyor?

    Saddam’ın döneminde oradaki insanlar oldukça sıkıntı yaşıyorlardı. Zaman zaman da dağa çıkıp direniyorlardı. Gerilla taktiğiyle savaş veriyorlardı. Bu sırada köylere baskın oluyor, erkeklere ve kadınlara işkence yapıyorlardı. Bırakın peşmergeleri, hükümetin hesaplaşmasını, askerin bile kendi içinde hesaplaşması var. Askerler bile artık zulme karşı çıkıyorlar. Eğer asker asayişse, dışarıya yönelik bir siperse bu acılara, katliamlara niye göz yumdu? Halepçe1988 yılında, film ise ondan daha kısa bir süre öncesinde geçiyor. Devamlı çatışmalar, acılar, isyanlar oluyor… En son sonunda işin içinden çıkamayacaklarını anlayınca büyük katliamlar yapmaya başlıyorlar. Filmin hikâyesi bu katliamların başlangıcıdır. Biz filmde evrensel düşündük. Dedik ki; bu acılar Irak’ta yaşandı ama dünyaya baktığınızda küçücük odalarda bile yaşanan acılar var. Karakollarda, cezaevlerinde karargâhlarda, Guatemala Adasında bazı şeylere tanık oldum. Bir arkadaşım Diyarbakır cezaevinde de bunları yaşadı. Baktığınız zaman zulüm zulümdür. Bu acı her yerde yaşandı. Rusya’da, Japonya’da, Türkiye’de… Ortadoğu’da hâlâ yaşanıyor. Biz de bu acılara karşı bir duruş sergiledik. İnşallah bu acılar biter de biz de acısız filmler çekeriz.

    Çok teşekkür ederiz Gani Bey, başarılar dileriz… Son olarak eklemek isteğiniz bir şey var mı?

    Sizin gibi sanata, sinemaya ve sanatın diğer dallarına sahip çıkan kalemlerin daha güçlü olması ve bizim de ileri gidebilmemiz için, bizim filmlerimizle size güç vereceğimize, sizin de sayfalarınızda bize yer vererek bize güç vereceğinize inanıyorum. Sadi Bey’e sitesinde bizim filmimize yer açtığı için çok teşekkür etmek istiyorum. Biz doğruyu anlattık. Sizde doğru iletişimle halkın bu gerçekleri anlamasına yardımcı olacaksınız. Size tekrar çok teşekkür ediyorum.

    (07 Mayıs 2009)

    Gizem Ertürk