Kategori arşivi: Yazılar

Onur Saylak Röportajı

Sonbahar filmi vizyona gireli haftalar oluyor ama fırtınası hâlâ dinmedi. Hangi gazeteyi, dergiyi açsanız filme dair bir şeylere rastlıyorsunuz. Gişede de yoğun ilgiyle karşılanan Sonbahar tabuları yıkma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Filmin başarılı oyuncusu Onur Saylak ile karlı bir İstanbul gününde sıcak ve koyu sohbete koyulduk. Saylak böyle bir projede yer aldığı için çok mutlu.

Tıpkı filmdeki gibi: “YİNE OLSA YİNE YAPARDIK” diyor ve ekliyor “Ben hep böyle bir şey bekliyordum. Bana inanan, güvenen ve birlikte yol alabileceğimiz bir çalışma arkadaşı. Bu yüzden mutluyum ve şanslı hissediyorum kendimi.”

Röportaj: Gizem Ertürk
Film haricindeki özel fotoğraflar: Gülay Ağdemir

Proje size ilk geldiğinde “şimdi sinemayla falan uğraşamam” mı dediniz gerçekten?

İşte röportajlarda sözlerin nasıl takla attırıldığına örnek. İşin aslı şöyle; okuldan yeni mezun olmuş birisi olarak İstanbul’a geldim. Açıkça söylemem gerekirse “kim beni sinemada ne yapsın” diye düşünüyordum. Çünkü her yıl yüzlerce oyuncu adayı mezun oluyor. Beni kim nereden bulacak, tanıyacak da bir sinema filmi teklif edecek diye bir düşüncem vardı. O yüzden insanlar maddi kaygılardan dolayı dizilerde iş bulmaya çalışıyorlar. Benimkisi de tamamen böyle bir kaygıydı. Yoksa neden sinema yapmayacağım diyeyim ki. Neden bu işi yapıyorum öyleyse.

Önce ODTÜ Fizik, ardından Ankara Siyasal Bilimler’e giriyorsunuz. Sonrada Bilkent Tiyatro Bölümü’nü bitiriyorsunuz. Neden oyuncu olmalıydınız?

Öncelikle şunu söylemeliyim benim oyunculukla tanışmam çok geç oldu. Yirmi beş yaşına kadar sadece izleyiciydim. Hani okulda panolara asarlar “Tiyatro Kulübü’ne katılmak ister misiniz” diye benimkide aynen öyle oldu. Bir gidip bakayım dedim ve tam anlamıyla gidiş o gidiş oldu. Hâlâ oradaki arkadaşlarım en yakın arkadaşlarımdır. Daha sonra Bilkent’in sınavlarına gittim ve kazandım. Oyunculuk serüvenim böylece başlamış oldu.

Daha sonra süreç nasıl ilerledi?

Ankara’da yaşarken İstanbul’daki koşulları pek bilemiyorsunuz. Ben ikinci sınıftayken mezun olan bir arkadaşım sayesinde bağlantı kurabildim. Bu yüzden kendimi şanslı hissediyorum çünkü okul bittikten sonra hemen iş bulabildim.

Dizide oynamanın sizi körelteceğinden endişe etmiyor musunuz?

Bu mesleğinize nasıl baktığınızla alâkalı bir durum. Sadece oyunculuk yapmak istiyorsanız nerede, nasıl bir rol aldığınızın önemi olmamalı. Şöyle bir durum söz konusu -ne demek istediğinizi anladım- dizide öyle yüksek bir tempo mevzu bahis ki, o hızla ne yapabiliyorsunuz size kâr. Bizim Sonbahar için yaklaşık üç buçuk, dört ay çalışma sürecimiz var. Tabi ki bu süreç ile dizide iki, üç gün içinde çıkardığınız performans bir olmaz.

Kaliteli işler yapmak için bu süreçten geçmek şartmış gibi sanki. Yani paranın nereden geldiği değil nereye harcandığı önemlidir durumu… Katılıyor musunuz?

O zaman bu şuna benzer, –benimde hep karşı çıktığım durum- “sistemin içinden sistemi yıkacağız, o zaman para kazanmamız lâzım” düşüncesi. Bu bana biraz kendini kandırmak gibi geliyor. Bu duruma alternatif yaratmalıyız.

Sonbahar için bu alternatif söz konusu muydu?

Biz Sonbahar’a başlarken yönetmen ve yapımcı dahil hiçbirimizde beş kuruş para yoktu. Azıcık akıl, azıcık yürek ve azıcık çalışma ile bir şeyler yapabilirsiniz. Bizim filmimizin kanıtladığı en somut durum bu. Çok param olsun da rol seçeyim diye bir kaygım yok. Yine böyle rol olsa yine peşinden koşarım. Nereye kadar giderse…

Özcan Alper ile ilk bir araya gelişinizde nasıl bir diyalog geçti aranızda?

Benim ona dediğim şuydu; “Bana inanırsan sonuna kadar giderim”. Yine olsa yine yaparım. Filmden bir replik oldu. Yine yapardık yani. Bu yüzden mutluyum ve şanslı hissediyorum kendimi. Ben hep böyle bir şey bekliyordum. Yani bana inanan, güvenen ve birlikte yol alabileceğimiz bir çalışma arkadaşı…

Bir de sanıyorum siz ilk başta Yusuf değil Mikail rolü için hazırlandınız…

Aracıların yanlış aktarması diyelim. Çünkü bana farklı geldi duyum. Ayrıca Mikail çok keyifli bir rol. Zaten ben de çok severek gitmiştim. Konuşmanın ortasında anlaşıldı ki Özcan bana Yusuf’u anlatıyormuş. Bunu hâlâ sık sık birbirimize hatırlatırız.

Yusuf rolü için ilk etapta ne düşündünüz?

Rolü ilk okuduğumda biraz korkutucu geldi açıkçası. Bu kadar çok şeyi bu kadar az replikle nasıl ifade edeceğime dair soru işaretlerim vardı. Ayrıca ilk sinema filmim bu benim. Bu kadar geniş kapsamlı bir rol -başrol demiyorum, çünkü ben o terimden nefret ediyorum- filmin bir nevi anlatıcısı, aktarıcısı olan bir karakterin bu kadar az konuşması bir oyuncu için çok büyük dezavantaj. Daha sonra senaryoyu Gürcü bir hocama okuttum. Bana “bunun neresini, nasıl oynayacaksın” dedi. Galiba hem zor hem de zevkli olan yanı buydu. Aşkı, ölümü, isyanı, direnişi, haykırışı… Her şeyi, hiçbir şey söylemeden anlatmaya çalışmak çok güzel bir deneyim oldu benim için. Böyle bir rol belki on sene sonra gelir bir daha.

Can Dündar’ın geçtiğimiz haftalarda köşesinde yazdığı gibi “…sabırsızlık zamanında konuşkandı kahramanlarımız… Şairane bir eylemle sustular şimdi…”

Okudum o yazıyı. Gerçekten çok güzeldi. Genel olarak bir şey söyleyeyim, aslında her şey o kadar açık ve net ki! Görmek isteyenler ve istemeyenler var sadece. Artık öyle bir noktaya geldik ki sanırım bir şey söylemeye gerek yok. Hepimiz olanın, olmayanın farkındayız. Yaşadığımız toplumun, siyasetin, politikanın, yaşamın nereye gittiğinin farkındayız. Bunu görebilene, anlayabilene!

Ne kadar daha sürecek bu suskunluk dönemi sizce?

Bence bundan sonraki süreçte bir şeyler söyleyen karakterler çıkacak. Şöyle söyleyeyim, bundan birkaç yıl önce Fransa’da bir olay oldu. Bütün Fransa hâttâ Avrupa ayaklandı. Gençler çok uzun süreli eylemler yaptılar. Hemen yanıbaşımızdaki Yunanistan’ı düşünün. Alex’in polis kurşunu ile öldürülmesi sonrası gelişen olaylara herkes birkaç gün sürer diye baktı ama hâlâ devam ediyor. Aslına bakarsanız önemli olan böyle bir şey olmadan bu bilinci yerleştirebilmek. Birinin ölmesini ya da bir patlamanın olmasını beklemeden harekete geçmek önemli. Yani toplumsal bir hareketin oluşması için kötü bir şey olmasını beklemeye gerek yok diye düşünüyorum. Yaşadığı toplumun azıcık farkında olan insan zaten bunu yapar.

Ama Türkiye’de polis kurşunu ile öldürülmüş sayısız vatandaşımız var ve böyle bir durumda insan ülkesinin toplumsal duyarsızlığı karşısında umutsuzluğa kapılabiliyor…

Bir gün yapacağımıza hep birlikte inanmak zorundayız. Buna inanmazsak o zaman yaşamanın anlamı kalmaz. İnsanlara dayatılan bu; diğerleri gibi ol, kapitalizmin bütün çarklarına hizmet et, yaşadığın hayatı para üzerine kur… Ya da demin konuştuğumuz gibi kazandığınız parayı yine tüketmek için kullanmak zorundasınız. Bu söylediğim devrim olsun, sosyalizm gelsin gibi bir şey değil. Sadece kötü olana hayır diyebilmekten söz ediyorum. Kendi yaşam alanlarımızda bir şeyler yapmaktan bahsediyorum. Bunun için, en büyük üniversite öğrencileri ve sizin, bizim gibi gençler. Elimizden geleni de yapmaya çalışıyoruz. Tabii bu zaman alan bir süreç. Birlikte hareket edebilmek için insanlara bir şeyleri doğru aktarmanız gerekir. Bu anlayış Türkiye’de her zaman vardı aslında. Ama 1980 sonrası kuşağı fena halde apolitik olarak yetiştirildi. Mc Donald’s Çocukları ortaya çıktı. Ama yavaş yavaş bu kuşak da bir şeylerin farkına varıyormuş gibi geliyor, ya da hemen başlasın!

Karadeniz’de olmak nasıldı? Oraları anlatır mısınız biraz…

Ben Karadeniz’i görmemiştim önceden, Kuşadalıyım. Hep duyuyordum ama orada olmak başka bir şey. Muazzam bir yaşam var orada. Oradaki insanlar birbirleriyle o kadar uyumlu bir şekilde yaşıyorlar ki. O kadar sıcak, insana yakınlar. Diğer taraftan bir o kadar deli, hırçınlar. Doğayla iç içe geçmişler yani.

Sahil yolu projesi, sağcılaştırma politikaları… Karadeniz bambaşka ve alışık olmadığı bir dönem yaşıyor.

O otobanı gördüm ben… Oradaki doğaya o sahil yolunu yapmak resmen katliam. Şimdi çok romantik lâflar gibi gelebilir ama görseniz oraları, çok daha iyi anlarsınız ne demek istediğimi. Orası Avrupa’nın elinde olsa dünya çapında bir çekim merkezi olur. Yurt dışında bize çok soruldu, meselâ “Türkiye’de böyle yerler var mı” diye. Hemşin Bölgesi, Unesco’nun koruma altına alınması gereken yüz bölgesi arasında gösteriliyor.

Her şeye rağmen “Hopa” hâlâ direniyor…

ÖDP’nin sahip olduğu tek belediye Hopa’da meselâ. Hopa’ya gittiğim zaman dünya ile çok fazla ilişkili, okumaya çok meraklı ve gerçekten nadir bulabileceğiniz bir topluluğa rastladım. Bizim filmimizde oynayan Gülefer Teyze çay eylemlerine katılıyor. Kendisine dair tuhaf bir tanımlaması var; “Müslüman Sosyalistim” diyor. Oradaki insanlar “hayır” diyebilecekleri yerde çıkıp “hayır” diyebilen insanlar. İşte bu küçük küçük oluşumlar büyüyecek, gelişecek ve inşallah toplumun bütün kesimine yayılacak diye düşünüyorum.

Gerçek hayata ya da -gerçek olmayan hayata mı demeli- şehre döndüğünüz zaman nasıl hissetiniz?

Tüm bunları gördükten sonra şu soruyu getiriyorsun kendine; “Ben ne yapıyorum?” Şehrin dört duvarına sıkışıp kalmışız. Birçok değer yargımızın, insana dair değer yargılarımızın farkına bile varamadığımızı fark ettim ben orada. Üç ay boyunca dağın başındasınız. Televizyon yok, yani günlük hayatta alışkanlık haline gelen hiçbir uzuv yok. Bir de o kadar uzun zamanımız oluyordu ki… Sabah 04:30 – 05:00 gibi kalkıyorduk ve akşam 18:00 olduğunda işimiz bitiyordu. Saat 18:00’den akşam 22:00’ye öyle uzun zamanınız oluyordu ki… Oysa burada, siz de, biz de hep bir koşuşturmacanın içindeyiz. Günler telâş içinde akıp gidiveriyor. Kısaca şöyle söyleyeyim nefes almak için harika yerler oralar.

Siz bundan sonra sıkça nefes alacaksınız galiba orada…

Elbette. Bir kere bunu herkese açıklıkla söyleyebilirim -umarım yanılmıyorumdur- Çamlıhemşin’e, Hopa’ya gidip bir kapıyı çalıp rahatlıkla içeri girebilirsiniz. Bu bir ütopya değil, ben bunu yaşadım. Meselâ biz köy köy, yayla yayla dolaşırken bir çobanla karşılaşıyor ve akşam orada kalıyorduk. Ertesi gün başka bir evde kalıyorduk… Tek yaptıkları seni tanımaya ve algılamaya çalışmak. Bir de Hopa’yı tanıtmak. Ben öyle mutluyum ki orada bulunduğum için.

Böyle alternatif bir filmi izlemek için sinemaya gittiğimizde gişede “Sonbahar’a yer yok” yazısını görmek hem şaşırtıcı hem de çok sevindirici. Galiba bir şeyleri aşmaya başladık ya da bu film bir başlangıç oldu.

Evet evet. Hatta daha ilginç bir şey söyleyeyim yurt dışına gittiğimde gördüğüm şuydu; orada Türk Sineması daha fazla sahiplenilmiş durumda. Nuri Bilge Ceylan’ı, Zeki Demirkubuz’u, Semih Kaplanoğlu’nu şimdi Hüseyin Karabey ve Özcan Alper’i sahiplendiler. Onlara değer veriyorlar, dinliyorlar ve ödüller veriyorlar. Oysa nedense Türkiye’de bu ortam yok. Oysaki bunun tam tersinin olması lâzım. Benim algıladığım bir sinema filminin belirli yeterliliklere ulaşabilmesi için hazırlık süreci çok önemli. Özcan dört yılda oluşturabilmiş senaryoyu. Çekim aşaması yaklaşık dört ay sürdü. Montajı altı ay sürdü. Toplasanız beş yıllık bir çalışmanın sonucu “Sonbahar”. Geniş kitleye ulaşmak da ayrı bir savaş tabi. Sinema salonu bulmakta güçlük çekiyorsunuz. Yapımcı dağıtım kısıtlaması yapıyor. Bu da sinemacıların bir araya gelip yıkması gereken bir konu diye düşünüyorum. Ahkâm kesiyor gibi olmak istemem, sadece dışarıdan bakabiliyorum sinemaya ve bunları görüyorum.

Zaten her konuda böyle olmuyor mu? Aşmamız gereken en önemli sorunlardan biri de buydu galiba…

Doğru, haftasonu gazetelerin sinema sayfalarına bakıyorsunuz bir Hollywood yapımı film sizin ülkenizin filminden daha geniş yer alıyor. Geçmişten örnek vereyim; bir Hollywood yapımı ile ilgili haftalarca yazıp çizebilen arkadaşlar bir “Beş Vakit”, “Kader” ya da “Tabutta Rövaşata”… ve daha ismini sayamadığım birçok film için bunu yapamazlar mıydı? En büyük destek de bu olurdu zaten. Halbuki şöyle olsa daha ileriye dönük olmaz mı, sadece beğenildiği için değil -eğer dert sinemaysa- neden iyi olduğu, ya da iyi olmadığı, bunların tartışılmasını sağlamak. Gazetelerde, dergilerde, televizyonda tüm medyada bunları tartışabilsek daha iyi olmaz mı? Bunları yapabilecek kilit isimler de var, isimleri lâzım değil. İşte bu popüler kültürün ikonları olan bu isimler azıcık sahiplenseler bu işleri… Çünkü onlar sizin de bizim de ulaşamadığımız geniş bir kitleye hitap ediyorlar. Ben izledim çok güzel, siz de izleyin diye programlarında tavsiye etseler, köşelerinde falan yazsalar fena mı olur? Çünkü bu ülkede sinema ile uğraşan, hayatını sinema üzerine kurmuş insanlar var.

Zaten bizim ülkemizde medyanın insanlar üzerindeki harekete geçirici gücü yadsınamaz. Medyanın ticari filmlere verdiği desteği biraz da alternatif filmlere verme zamanı geldi sanırım, ne dersiniz?

Elbette. Bu filmlere destek sadece Kültür Bakanlığı’nın para vermesiyle olmaz. Bu tür filmleri destekleyecek en önemli güç medya denen mekanizmadır. Filmi sanatsal içeriğinin iyi ya da kötü olması ayrı bir konu ama bu pazarlama konusunda tüketim toplumunda insanların ilk baktıkları şey markadır, tanınmışlıktır. Hepimiz açık olalım, ünlü bir köşe yazarı bir şey yazdığı zaman “Aaa ne yazdı acaba?” diye okuyoruz. Ya da iyi bir sinema yazarı bir film hakkında yazdığında merak ediyoruz ve gidip izliyoruz. Yazarın yazdığına katılırsın – katılmazsın ayrı, ya filmi beğenirsin – beğenmezsin o da ayrı. Ama onu orada görüp okumak Türkiye’de önemli. Ben bu konuya çok hassas bakıyorum. Çünkü hiç kimse bir filmi sadece festival izleyicileri izlesin, eleştirmenler beğensin, yurt dışından ödüller alıp geri gelsin diye çekmez. Bunun hiç kimseyi tatmin ettiğini düşünmüyorum. Hayata dair bir şeyler yapıyorsunuz. Söyleyecekleriniz var. Bunun illâki siyasi film olması da gerekmiyor. Fakat bu seyirciye ulaşamıyor. Burada çok tuhaf bir ikilem değil mi? “Beş Vakit” Avrupa’da en iyi beş film arasına giriyor ve Türkiye’de seyirci çekmiyor. Nedenini ben bilemiyorum, anlamıyorum. Bir bileni vardır herhalde!

“Sonbahar”da ise bu süreç kendiliğinden gelişti. Haftalardır hangi gazeteyi açsanız filme dair bir ize rastlıyorsunuz…

Evet, yani bunu ben de tam olarak açıklayamıyorum. Dışarıdan bakıp yorumlamaya çalışırsam şöyle bir çıkarım yapabilirim; filmden herkes farklı bir şey çıkarmış, filmin başarısı sanıyorum biraz da burada saklı. Bir de ekibin başarısı elbette, çünkü bu kadar çok eleştirmenin hemfikir olduğu çok az film var. Bir de “sanatsal film” denen kavram -ben bu kavrama asla inanmıyorum- Türk izleyici içinde kendisine pek yer bulamıyordu. Biz bu kavramı zorlamaya başladık. Geçen bir yazı okudum çok hoşuma gitti, “Onur Saylak ile Serkan Keskin oyunculuklarını bir kenara bırakıp karakterleri ve hikâyeyi alıp dağa çıkmışlar. O yüzden başarılılar” gibi bir eleştiri vardı. Bu çok hoşuma gitmişti. Ama yine de bunu en iyi izleyici cevaplayacaktır. Yani ben neyi başardığımızı tam olarak adlandıramamakla birlikte demek ki bir şeyi başarmışız diye düşünüyorum.

Yusuf çok bıçak sırtı bir rol. İnsanları ağlatıp sızlatmaya öyle yatkın ki. Bu ince çizgiyi korumak zor olmalı…

Oynarken biz bunun üzerine çok düşündük. Çünkü Yusuf insanları ağlatıp sızlatmaya çok yatkın gerçekten ama biz bunu yapmak istemedik. Ajitasyona yer vermemeliydik, vermedik de. O zaman anlatmak istediğimizden çok farklı bir yere gidecekti. Ben de, anne de, Mikail de, Elka da… hepimiz role mümkün olduğunca uzak kalmaya çalıştık.

Role hazırlanırken izlediğiniz Hüseyin Karabey’in F Tipi Cezaevleri ile ilgili belgesel filmi “Sessiz Ölüm” Yusuf karakterini şekillendirmenize nasıl etki etti?

“Sessiz Ölüm” tüyler ürpertici bir belgesel. Herkese izlemesini tavsiye ediyorum. “Sessiz Ölüm” sadece Türkiye değil Amerika, İrlanda, İspanya gibi farklı ülkelerden F tipinde kalmış ve çıkmış bir sürü insanın yer aldığı bir belgeseldi. İnsanların insanlıktan nasıl çıkarıldıklarının belgeseli. O insanlar konuşuyor ama gözleri, mimikleri, tavırları öyle başka ki! Yani bunu en iyi izleyerek anlayabilirsiniz… F tipleri tamamen insanın ruhunu emmek üzerine yapılmış bir sistem. Yoksa hapishaneler hep vardı, olmayada devam edecek. Ama o insanların bu şekilde işkence aracı olarak kullanılması insanlık dışı.

Özcan Alper bir söyleşisinde “Ben gittiğim ülkelerde önce hapishaneleri soruyorum. Hapishaneler o ülkede hukuk sisteminin ne kadar işlediğinin, toplumun vicdanının nerede durduğunu gösteren yerlerdir” demişti.

Evet evet, çok doğru çünkü bu insanın insana yaptığı bir şey. F tipini tasarlayan da bir insanoğlu. Bir takım insanlar bunu tasarlıyor, birileri inşa ediyor ve birileri de uyguluyor. Zaten şöyle bir şey vardır; insan bilmediği ve duymadığı sürece normal karşılar. Yani F tipinin gerçekte ne olduğunu bilmeyen bir insan “Ne fark eder ki cezaevi işte diyebilir”. Daha bizlerin bile farkına varamadığımız nice nice şeyler vardır eminim. Ama birileri size o hapishanenin ne olduğunu anlattığında -hani demin dedik ya tavır almak, karşı çıkmak- işte bunları duyduğunuzda ona göre bir tavır alıyorsunuz. Taraf olmak durumunda oluyorsunuz.

Zaten filmlere uygulanan sansürler, yasaklamalar daha fazla insanının farkında olmasını engellemek adına yapılıyor…

Birilerinin bundan rahatsız olması kadar daha doğal bir şey var mı? Şu anda yapılmaya çalışılan şey daha doğrusu bütün topluma yapılmaya çalışılan şey: her şeyin çok güzel olduğu ve daha güzel olacağı kandırmacasına herkesi inandırmaya çalışmak. İktidar her zaman kendisine karşı geleni yok etmek ister. Ne kadar insan bunu görür, duyarsa kârdır mantığını uygular. Bu da Özcan Alper, Hüseyin Karabey, Kazım Öz gibi isimler için daha tetikleyici oluyor. İnadına yapmaya dönüyor iş. İşte bizler de her zaman buna karşı durmaya ve üretmeye devam edeceğiz.

Hüseyin Karabey’in “Gitmek” filminin başına gelenler gibi. Zaten kendisi bunları önceden tahmin ediyormuş gibi; “Günümüzde Kürt karakterler hep terörist ya da töre cinayeti işleyen taraf oluyor.” demişti. Ama gelin görün ki “terör var; Bir Türk kızının Kürt erkeğine aşık olması iyi olmaz” diyor Kültür Bakanlığı.

Hiç şaşırtıcı değil. Bunlar hep yapıldı ve yapılmaya devam edecektir. Bir kere Kültür Bakanlığı destekli bir filmin yine Kültür Bakanlığı tarafından bir festivalden çıkarılması kadar komik bir şey olabilir mi? Başta diyorsun ki “Tamam bu filmi yapabilirsin” sonra film Türkiye’de vizyona giriyor, yurt dışına çıkıyor, ödüller alıyor ve kalkıp “ama biz bu kadarını beklemiyorduk” diyorsun. Ayrıca bu kadar az tanıtıma, medyada bu kadar az yer bulmasına rağmen Hüseyin’in filmi gişede gayet başarılı. Demek ki her şeye rağmen ilgi duyan bir grup var bu toplumda. Bu seyirci kitlesi bir nebze de olsa bunların sesi olabilir gibi geliyor bana. Tabi yapa yapa ilerleyeceğiz, daha çok yolun başındayız.

Yani gişe bir nevi “Bunlara ilgi duyan var kaç kişi var” sorusunun da cevabı gibi…

Evet, aslında biraz da kendimizi kandırıyoruz çünkü çevremizdeki insanlar da hep bu filmlerle âlâkalı insanlar. İşte hepimiz aynı dergileri okuyan, aynı filmleri izleyen insanlarız. Bu dediğiniz şey biraz da bunu gösteriyor galiba. Kaç kişi bunlarla ilgileniyor? Meselâ “Beş Vakit” gibi muazzam bir film çekildi. Toplam seyircisi on beş – yirmi bin arasında sanıyorum. Tabutta Rövaşata, Kader… bu filmler bizim üniversite çağımızda “Aman tanrım” diyerek sinemaya koştuğumuz, çıktığımızda da derinden sarsan filmler. Gişelerine baktığımız zaman hep aynı tablo ile karşılaşıyoruz. Bunu aşmak gerekiyor artık. Ne yapılabilir bilmiyorum. Ben ve Özcan, halk ile daha çok bir araya gelmeye çalışıyoruz. Adana’ya, Batman’a gittik. Samsun’a, Trabzon’a gidilecek.

Elka’nın varlığı filme öyle başka bir boyut kazandırıyor ki… Belki yöre halkından bir kız olsaydı bizi bu denli sarsamayacaktı. Elka yaşanmışlıkların izlerini taşıyor.

Film çok gerçekçi bir boyutta ilerliyor. Yusuf’un annesi Gülefer Teyze oralı, birçok oyuncu oralı… Bir Türk de oynayabilirdi o Gürcü karakteri ama Gürcü olmasının bize, seyirciye farklı gelen bir duruşu, farklılığı, doğallığı elbette var. Biz nasıl bir İran, Hint ya da Fransız filmi izlediğimiz de onların mimikleri, tavırları bize nasıl farklı geliyorsa bu da aynı şey. Onların oyunculuğa, metne bakış açısı farklı. Megi’nin Elka’ya bakışı farklı. O insanlar birebir bu olayları yaşamış, yaşadıkları acılar hâlâ çok taze. Sovyetler Birliği zamanında ülkesi, annesi, babası o dönemi yaşamış. Siz bunu dışarıdan birine ne kadar anlatırsanız anlatın o gerçeklik bu boyutta ortaya çıkmazdı.

Onların sosyalizme bakışı bizden çok farklı. Hatta bu kelimenin adını bile duyunca irkiliyorlar. Bu yüzden filmin en etkileyici repliklerinden biri Elka’nın büyük bir saflık ve içtenlikle “En güzel yıllarını sosyalizme mi verdin? Deli misin?” diye sorması…

Bizim üniversitedeki birçok hocamız Gürcüydü. Onlarla sosyalizm ile ilgili konuşurken oradaki yanlış uygulamalardan dolayı o kadar farklı bir bakış açıları olduğunu görüyorduk. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm için konuşuyorum. Teorik olarak değil! Onların çoğu sosyalizm kelimesini ağzımıza aldığımız zaman gerçekten tüyleri diken diken oluyor. Çünkü onlar çok farklı bir durumunu yaşamışlar. Bizim sadece uzaktan seyrettiğimiz bir dönem bu. Algılayamadığımız yaşamadığımız… Arkadaşlarımız kabûl edemiyor, “Olur mu hocam?” diye itiraz ediyorlardı. Onlarsa şöyle diyordu; “Yaşamadan anlayamazsınız”. “Şimdi biz size ne anlatsak, ne söylesek uzak, size çok hoş, romantik bir yapı gibi geliyor”. Filmde ise Yusuf’un yakalamaya çalıştığı sosyalizm ya da değiştirmeye çalıştığı dünya ile Elka’nın bir sonuç olarak yaşadığı sosyalizm arasında dağlar kadar fark var. İşte onun yaşadığı sosyalizm böyle bir cümleyi beraberinde getiriyor.

Alternatif filmlerimizin yurt dışındaki festivallerde başarısına artık aşinayız ancak Sonbahar Türk izleyicisi ve medyası ile buluşabilme açısından da bir dönüm noktası oldu. Peki bu bir sonraki proje için bir stres yaratıyor mu sizde?

Tabii bu hepimiz için geçerli. Bir şeyleri değiştirebilmek için harekete, eyleme geçmek lâzım. Filminizi çok fazla kişiye ulaştıramayabilirsiniz. Filminiz kötü de olabilir. Önemli olan bir daha kalkmak, bir daha yapmak, yine yapmak! Özcan ile biz hep bunu konuşuyoruz. İkinci bir film çektiğimizde bu kadar başarı elde edemeyebiliriz. Bunun bize kötü etki etmemesi lâzım. Tekrar aynı coşkuyla yola devam edebilmek önemli. Şu an tek düşündüğümüz şey bu. Şimdi şöyle yapacağız gibi geliyor; “acele etmeyeceğiz”. Bir de bu aralar hep olumlu şeyleri duymaktansa olumsuz olanlara bakmaya çalışıyoruz. Neleri eksik yaptığımızı görmeye çalışıyoruz. Oyunculuk, yönetim, reji… Didik didik ediyoruz kendimizi. Çünkü bu filmin yetmemesi, bir sonbaharın daha gelmesi gerekiyor. Hatta kışın, ilkbaharın, yazın da gelmesi gerekiyor. Ben kendi adıma söyleyeyim, şu aralar Yusuf’tan uzaklaşmaya çalışıyorum. Yusuf’la birkaç yıl yaşarsınız ama bu sizi geliştirmez. Hayatım boyunca bir Yusuf’u oynadım demek istemem.

Son sorum: Onur Saylak hangi filmleri sever?

Açlık (Hunger) diye bir film var. İrlanda’nın Cumhuriyetçi Askerlerinin (IRA) 1981’de gerçekleştirdikleri açlık grevini yöneten Bobby Sands’in ölmeden 6 hafta önceki hapishanedeki dramatik günlerini anlatıyor. Çok sert, etkileyici bir film. Tanrıkent’i (City of God) izledim geçenlerde. Müthiş bir film. Alman Sineması’nda Kalpazanlar (The Counterfeiters) ve Başkalarının Hayatı (The Lives of Others) çok hoşuma gitmişti. Türk Sineması’ndan da Kader, Tabutta Rövaşata, Mayıs Sıkıntısı, Beş Vakit ve Piano Piano Bacaksız en sevdiğim filmler.

Gizem Ertürk – Onur Saylak

Onur Saylak

(05 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

Bir “Sonbahar”

Ben Karadeniz’liyim (Samsun). Bir gün Trabzon’dan Giresun’a dönüyordum, otobüs İstanbul’a devam edecek, ben Giresun’da inecektim. Giresun’a iki kilometre kala bir yerde yemek molası verdiler, akşam olmuş, güneş batmıştı, mola yerinde beklesem daha çok zaman harcayacaktım, Giresun’a kadar yürüdüm. Mevsim sonbahar olmalı, deniz coşmuş, yürüdüğüm kaldırımın hemen dibinde başlayan kayalara peşipeşine çarparak adam boyunda yükseliyordu… Özcan Alper’in filmine yerleştirdiği dalgalar kadar değildi belki ama sokak lâmbalarının da yanmadığı o sonbahar akşamında, ürkütücü bir keyif veriyordu insana. Askerde ise, son iki ayda bir doktor asteğmen arkadaşla beraber Akçay’da bir evde kalmıştık, sanırım Artvin’li idi. Bir ara yanımıza annesi de geldi, kendi aralarında anlayamadığım bir dil konuşurlardı, Lazca olduğunu söylemişlerdi. Karadenizli olmam nedeni ile lazların şivelerine alışkındım ama, konuştukları dilden hiçbir şey anlamam mümkün değildi.

Sonbahar neyi anlatır, yahut neyi anlatmaz? Sinema bir anlatım dilidir; her tür film için geçerli bir öngörüdür bu ama hiçbir dilin bir tek biçimde kullanımı yoktur. Sinemayı tiyatro ile karşılaştırırlar, temel farklılıkları olduğu için yeterli bir doğru değildir bu ön kabûl. Sinema daha çok müzik ile karşılaştırılmalıdır, yapısal olarak. Edebiyat türleri içinde şiirin ve romanında sinemaya yakınlığı olduğunu birbirini etkileyebildiğini söyleyebilirim. Bu noktada vardığım sonuç (filmi seyrederken edindiğim intiba) Sonbahar’ın daha çok öyküye yakın bir film olduğu. Alper, filmini bir öykü anlatır gibi anlatıyor, öykünün tüm özelliklerini kullanıyor, bu arada dramatik yapıyı (entrikayı) gerilere itiyor, insana yöneliyor. Belirli bir çevrede (coğrafyada) yaşayan, anlatılması zor, sadece yaşayanın bilebileceği günlerden çıkıp gelen, hiçbir problemini (?) çözümleyememiş, uzun süre kafeste kalıp bir sabah dışarıya salınan bir kuş gibi gideceği yeri (yapacağı şeyi) bilmeyen bir insanın boşluğu… Ülkesindeki politik değişim nedeni ile yabancı bir ülkeye gelmiş, ülkesinde bıraktığı kızını özlemle anan, sığındığı daracık bölgede ancak bedenini satabilen (kiralayabilen) bir başka kader yolcusu… Bu insanlar başkaları ile konuşamayacakları şeyleri birbirlerine, ancak birlikteliklerinin ilerlemiş aşamalarında, hiçbir sonuç alamayacaklarını bilerek açarlar. Çözümde aramamaktadırlar. Yusuf, doktora gitmekte ne kadar umursamazsa, Eka çaresizliğine çözümü -ne kadar çözümdür?- kızının yanında arayacaktır. Yusuf verdiği sözü tutacak, TV.de buz pateni seyretmeye dalarak unuttuğu öğrencisine bisiklet alarak kar altında köyüne dönecektir. Yine kargalar ötmüş, yine bir cenaze kalkmıştır (yoksa kalkacak mıdır?) ve aşağıda kasabada Karadeniz, ufkumuzu tamamen kapatan dalgalarla, iskeleyi dövecek, yıkayacaktır…

(01 Ocak 2009)

Orhan Ünser

Yeni Yıl, Yeni Umutlar

İnsanların genellikle sıkıntı çektiği, kimileri için kâbus dolu, kimileri için sıradan, kimileri için de huzurlu geçen 2008 bitti. Herkese mutlu, sağlıklı ve huzurlu bir yeni yıl diliyorum.

Umarım 2009’da sinema sektörü de daha iyiye gider. Çünkü geçen sene izlediğimiz Türk filmlerinden bana göre 2 – 3 tanesi hariç hepsi fiyaskoydu. Ama bunun yanında ezber bozan filmler de vardı, Türk sineması çok gelişti. Dört beş sene önce yılda aşağı yukarı 3 – 5 tane Türk filmi vizyona girerdi, biz de izlemek için başlama tarihlerini iple çekerdik ama bu filmler az oldukları için özdüler. Oysa şimdi her hafta bir tane Türk filmi başlıyor ve genellikle hepsinden hüsranla çıkılıyor. Sinemaya her gidişimde salonda seyircilerle konuşuyorum, bana “Nereye gidiyor bu Türk sineması?” dedi bir tanesi ve filmin yarısında çıktı, filmin ismi bende kalsın.

Televizyonu açtığımız zaman “Türk sinemasına destek verin” sözleriyle karşılaşıyoruz. Bence biz halk olarak Türk sinemasına oldukça destek veriyoruz, artık vizyona giren Avrupa ve Amerikan filmlerinin sayısı ve izleyicisi azaldı bile. 2008’in birincisi “Recep İvedik” filmi 4 milyonu geçti, çok tartışma yaratsa da oldukça beğenildi ama o film bir ilkti. Şimdiki sinemacılar para kazanabilmek için bu tarz filmler çekmeye başladılar, neredeyse her hafta böyle filmler vizyona giriyor ama artık bir noktada durulması ve Türk sinemasının da gelişmesi lazım.

Bu hafta yeni bir Türk filmi gördüm. “Şeytanın Pabucu”. Bu film beni şaşıtttı, “Sis ve Gece” gibi başarılı bir filmin yönetmeni Turgut Yasalar’ın çektiği bu yapıtta ablasının kılığına giren Burhan’ı ve onun evinde yapılacak olan soygun plânlarını izliyoruz. Bence film mizah olarak biraz zayıf kalmış, filmde yapılan esprileri 70’li, 80’li yılların yapıtlarında yakalamak hiç de zor değil. Başında eşarbı olan, yaşlı kadın taklidi yapan bir adama 2 saat boyunca gülmek imkânsız olduğu için ortada hiç bir espri de kalmıyor.

Yönetmene sormak istediğim noktalar da var. Örneğin, ablasının kılığına giren Burhan karakterini mafyalar tehdit edince, komşularından yardım istemek için bağırdığında herkes imdadına yetişiyor ama akşam evinde dinamit patlıyor hiç kimse ayağa kalkmıyor. Evin içinde kazı sırasında çıkan taş, toprak nerede ve nasıl saklanıyor, oda nasıl hep o kadar temiz kalıyor, ya da filmin başında tuvalette yakalanan Burhan’ın foyası nasıl ortaya çıkmıyor vs. vs. Film bu tip hatalarla sürüyor. Oyunculuklar ise fena değildi ama Fatih Ürek maço kılığında biraz yapay kalmış. Vizyondaki önemli filmleri izlediyseniz, başka bir seçeneğiniz yoksa gidip görün, belki vaat edilen promosyonu kazanırsınız.

(01 Ocak 2009)

Emir Batuş

02 Ocak 2009 Haftası

“Yolcular”, ‘sevgili ölüm’den korkup yeni bir başlangıca direnen biz insanlara, ‘usulca bir yardım’: Hem düşünmemiz, hem de hissetmemiz için!

“Süt”te, sıkıştırılmış – kıstırılmış ergenlik zamanlarında imgelem tuzla buz olup, tek dayanak anne ‘kaybedilirken’ ve saflık siyaha çalarken ve de kasaba peyzajının dokusuna sinerken bir genç adam, siz, seyirci olarak başınızı çevirip geriye bakacak, hem kendiniz, hem onun için yüreğinizin acımasını engelleyemeyeceksiniz.

Hani hep ukalalık yaparız ya, ‘sinema görsel bir sanattır öncelikle’, ‘gevezelik yapabilir ama görsel anlatımdan taviz veremez’ diye… “Süt”, sapına kadar sinema!

“Mutant Günlükleri”, insanın şeytanla savaşında 28. yüzyıldan bir kesit alırken, ‘dijital biçim’inin kaynaklarını şaşırtıcı biçimde sessiz sinema döneminden derlemiş; grafik şiddeti ise Romero’dan ödünç almış: ‘İnanç’ kavramının sınandığı bu ilginç deneyim, muhakkak ki, film izlerken efor sarfeden çalışkan seyirciler için!

“Davetsiz Gelen 2”, ardı ardına şiddet ve ölüm içeren bir olayı doğaüstü bakış açısıyla gösteren, fakat uzun metrajın hakkını veremeyip bu ilginçliğin içini dolduramayan, yer yer komik de olabilen başarısız korku: Amerika’nın derin çöllerinde kaybolmak isteyenler için sadece.

31 Aralık 2008

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

26 Aralık 2008 Haftası

“Taşıyıcı 3”, oyunu sert oynayan adamların kendilerini ve arabalarını inanılmaz zorladıkları aksiyonu bekleyen seyirciye, parasının tam karşılığını -günümüz sorumluluğuna uygun şekilde çevre ile ilgili tehlikelere dikkat çekmeyi de ihmal etmeyerek- veriyor!

“Şeytanın Pabucu”nun yapımcısı, bana göre Türk Sineması’nın en iyi korku filmi “Musallat”a da imza atmış Mia Film’in yetkililerinin dikkatini çekiyorum: Bu ikinci filminiz bir güldürü; eğlendirme amaçlı çekilmiş. Malzemesi yeterince işlenmemiş olsa da, oyuncuların kişisel atraksiyonları sayesinde güldürüyor da… Ancak filmin omurgasını oluşturan entrika, yani “yaşlı kadının eski evinin bodrum katını müzik çalışmaları yapmak amacıyla kiralayıp, buradan biraz ilerideki kumarhaneye soygun amacıyla tünel kazan soyguncuların beceriksizlikleriyle, ev sahibesinin uyanıklığından kaynaklanan gülünç öykü”, 2004 tarihli, Tom Hanks’in başrolünde yer aldığı, Coen Kardeşler’in “The Ladykillers”ına ve aslında, bu filmin de uyarlandığı, 1955 tarihli İngiliz yapımı “The Ladykillers”a aittir. Bu bir esinlenme değildir. Fatih Ürek’in canlandırdığı kumarbaz tipin, ablasının kılığına girerek mahalleyi kandırması, örneğin “Mrs. Doubtfire”dan esinlenmiş olabilir. Tabii ki, her film başka bir takım filmlerden bol bol esinlenebilir. Ama “yaşlı kadın, eski ev, bodrum, sahtekâr müzisyenler, soygun, tünel, kumarhane vs.” bire bir alınmıştır (jeneriklerde de orijinal senaryoya bir vurgu göremedim). Muhakkak ki, danışmanlarınız, Türkiye’nin de içinde bulunduğu uluslararası hukuka göre bunun ne olduğunu yorumlarlar. Bu bizim haddimize değil. Ama ben, “Musallat” gibi çok sevdiğim bir filmin ardından, daha ‘özgün bir güldürü’ beklerdim. Düş kırıklığına uğradım.

“Bolt”, bir ‘yıldız’ köpek, bir sokak kedisi, sıçangillerden bir hamster arasında oluşan dostluk ve bu dostluğun doludizgin serüvenleri aracılığıyla, insan denilen türün bencilliği – vefasızlığına vurgu yapan, Walt Disney’in ilk 3 boyutlu animasyonu: Sinema ile ilginiz hangi düzeyde olursa olsun, dijital teknolojinin bu son aşamasını ağzınız açık izleyeceksiniz!

“Avustralya”, yaklaşık dört yüz yıldır, ‘Aborjinlerin Ülkesi’ne esaret kavramını, gasp etmeyi, savaşı, ölümü getiren beyaz insanların bu topraklardaki serüvenlerinin tarihindeki önemli bir zaman dilimine, 2. Dünya Savaşı’na girildiği yıllara ve bir ‘melez erkek çocuğun’ anlatımı – katılımıyla (artık çok geçtir; ‘piç’, yeni bir ırk doğmuştur), beyaz Avrupalı kadın ile sığır çobanı erkeğin ‘epik’ öyküsüne odaklanıyor… 1939 yılının hemen öncesi ve 39’da geçen filmde, o yılın en görkemli Hollywood örneklerinden “The Wizard of Oz – Oz Büyücüsü”ne sıkça ‘gönderme’ yapılırken, sinemanın altın çağını canlandıran bir klâsik anlatım seçilerek, “Gone with the Wind – Rüzgâr Gibi Geçti”den (1939), John Ford ‘western’lerine kadar birçok filme saygılar sunuluyor. “Avustralya”, uçsuz bucaksız bir kıtaya yakışır biçimde, ‘büyük’ bir film olarak göz kamaştırmakta… 2008 yılında resmen özür dilenmiş yerli halkın varlığına, onların spiritüel gücüne de saygı göstererek.

(24 Aralık 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Yağmurdan Sonra

Hiçbir sanat kaygısı gütmeyen, ucuz bel altı esprileriyle, vücudu güzel kadıncıklarıyla beyazperdeyi bulandıran filmler vardır. Sadece bizim ülkemizde değil, her ülkede vardır. Olmaya da devam edecektir. Dürüstlerdir çünkü, olmadıkları bir şey gibi görünmeye çalışmazlar. Sırf bu yüzden bir değerleri vardır. Çünkü türüne hizmet ederler.

Diğer taraftan son yıllarda Türk sineması büyük bir atılım içinde. Genç kuşak sinemacılarımızın, sinemamıza yeni bir dil katma kaygısını son derece anlamlı buluyorum. Geçmişiyle hesaplaşan, suya sabuna dokunan, yıllarca üzerimize vazife olmadığı gerekçisiyle sürgün edildiğimiz konulara burnunu sokan cesur sinemacılarımız var bizim. Tüm imkânsızlıkara, sansürlere rağmen yola devam ediyorlar.

Böyle bir girişi neden yaptım? Çünkü dün geceden beri uykularımı kaçıran Yağmurdan Sonra adlı filme yaklaşmamı sağlayacak tek yolu en uzağı seçerek yakalamıştım. Yağmurdan Sonra’yı şu bildiğimiz vasıfsız ticari filmlerden daha ayrı bir yere koyamıyorum. Kendisini her ne kadar politik dram türünde gösterse de bu filmin ne politikayla ne de dramla ilgisi var. Bu film düpedüz komik!

Filmde, ruhuma hitap eden ve bana biraz olsun dayanmaya gücü veren tek bir şey vardı: O da büyük usta Cahit Berkay’ın eşşiz müziği. Bir 68’li olmanın tüm duyarlılığını, sorumluluğunu, bilincini taşıyor sanatçı. Kendisiyle yaptığımız bir söyleşide, bir zamanlar o mücadelenin içinde bulunan kişilerin şimdi savaştıkları şeylerle el ele kola kola yürüdüğünü görmenin korkunç olduğunu, ancak kendisinin son nefesine değin aynı ruhu taşıyacağını ve bundan büyük gurur duyduğunu söylemişti. Biz de onunla gurur duyoruz ve belliki tüm samimyetini, enerjisini harcadığı eşşiz beste için kendisine minnet duyuyoruz. Cahit Berkay’ı -son yıllarda özellikle de dönem filmlerinde bu kadar iyi denemler yapılmışken- Yağmurdan Sonra gibi hiçbir yerinden tutamadığım, fena halde kötü bu film ile anmak bile beni üzüyor. Ancak filmin konusu insanı heyecanlandırıyor. Usta müzisyeni de bu etkileyici konu cezbetmiş olmalı diye düşünüyorum. Yoksa böyle bir film ile karşılacağını bilseydi yine bu filme müzik yapar mıydı, diye düşünmekten kendimi alamıyorum açıkçası.

Film, Türkiye’nin en hassas konularından biri olan 12 Eylül 1980 darbesinde düşünce suçlusu olarak yargılanan ve işkence görmüş bir yazarı ve etrafında gelişen olayları konu edinmeye çalışmış. Akabinde bu yazar kişinin Gökeçada yarı açık cezaevine gelişi, cezaevi müdürünün karısına aşık olması ile gelişecen olaylar mevcut. Konuya bakınca umut edebiliyor insan.

Böyle bir konunun beyazperdeye aktarılması düşüncesi bile önemli. Çünkü düşünce suçlusu deyince benim aklıma yetmişinde elleri kelepçeli, gözleri bağlı kilometrelerce yürütülen Rıfat Ilgaz, Sivas Katliamı sırasında yangın merdivenlerinden kurtulmaya çalışırken Aziz Nesin’ni gören belediye görevlilerinin onu merdiven aşağı atmaları, linç girişimleri… Hakkında açılan sayısız dava, hapiste geçen yıllar ve çok sevdiği vatanından uzakta memleket hasretiyle ölen Nazım Hikmet geliyor.

Peki bu filmde Serhan Yavaş’ın canlandırdığı Nuri İlker karakteri kim? Koca bir hiç! Suna filmini izledikten sonra Erol Mütercimler’den daha fena bir oyuncuyu bir daha görmeyeceğimi düşünmüştüm. Büyük konuşmuşum. Serhan Yavaş beni fena halde utandırdı. Pelin Batu’nun performansı ise ne yazık ki zorlama ve yapmacık olmaktan öteye gidemiyor. Değerli sinema yazarımız Atilla Dorsay’ın Yüzler isimli kitabında Pelin Batu ile ilgili küçücük bir anekdot vardı. “Güzel, yetenekli kız ama bence oyunculuğa yeterince asılmıyor” demişti. Kesinlikle çok yerinde bir tespit. Turan Özdemir de Serhan Yavaş ve Pelin Batu kadar vasat, inandırıcılıktan uzak.

Yoklukla varlık arasında silik bir yönetim, özensiz ve zayıf bir senaryo, alabildiğine kötü oyuncuklar… Yağmurdan Sonra hiçbir hayat belirtisi gösteremiyor ve bence türünün en kötü denemesi olmaya aday. Gidip izlenmeye değer hiçbir şey bulamıyorum ne yazık ki ama ille de bir neden arayacaksak ibret-i alem niyetine denenebilir!

(24 Aralık 2008)

Gizem Ertürk

Bunları Yazmak Gerek 10: VIP Film İzliyor!

V.I.P. nedir bilmeyenler için anımsatalım: Türkçe karşılığı “Çok Önemli Kişi” olan “Very Important Person” sözcüklerinin baş harfleri… Biliyorsunuz, İstanbul’da özellikle VIP’den geçilmiyor. İnanmayan “Starbucks Coffee”lere gidip gözlemler. Herkes dünyayı kurtarmakla meşgul… “Lap top”larla bir meşguliyet, bir ciddiyet sormayın gitsin. Ha, en önemlisi, biliyorsunuz cep telefonu diye bir ‘uzuv’ var; hani doğduğumuz saniyeler hemşire şaplağı patlattığında popomuzdan fırlayan alet. Kimileri onu sadece kullanıyor; çoğunluk da onunla yaşayıp, vücuduna yapıştırıp mutlu oluyor. Bu ‘uzuv’u da, dünyayı kurtarırken, çok değerli özelliklerinden dolayı, her an gözümüzle kollamamız gerekiyor. VIP dediğin ‘latte’sini yudumlarken ‘lap top’uyla uydu bağlantıları yapıp, ‘mobil phone’uyla gerekli düzenlemeleri organize eden, çok ama çok meşgûl kişidir. Bunların ağababaları da, dünya ekonomisini krize sürüklemişler, sonra da parasal yükü hepimizin sırtına yüklemişlerdir… İnşallah bizim VIP takımı dünyadan önce bizim ekonomiyi kurtaracaktır.

Efendim, neden yaptım bu girişi? VIP bazen sinemalarda karşımıza çıkıyor da… Özellikle, gitmemek için çaba sarf ettiğimiz ama bazen mecburen, ‘filmi izlemek’ için gittiğimiz galalarda, onlar da teşrif edip, o kadar önemli işleri arasında bir sinema filmini izleme ve bizimle aynı havayı soluma şerefini bahşediyorlar da… Fakat itirazım odur ki, bu çok önemli hanımlar ve beyleri, yazık, bir salgın sürekli rahatsız ediyor. Hani ‘uzuv’ları cep telefonları var ya… Belli ki bağımsız olarak hareket ediyor ve VIP’leri hiç rahat bırakmıyorlar. Film öncesi kokteylde alkolün dibine vurmuş gürültücülerle birlikte film izlemeye çalışırken, bir de bu cep telefonlarının huysuz mu huysuz davranışları yüzünde iyice keyfimiz kaçıyor. Sağınızdan, solunuzdan, önünüzden, arkanızdan, ‘bip’ler, vızıltılar, çeşitli garip sesler ve daha da korkuncu ateş böcekleri gibi (tabii bunlar sevimsiz) ışıklar; bir huysuzluk, bir huysuzluk. Ne oluyor? VIP ile film izliyoruz! Acaba dünyayı kurtarmaya ara vermek istiyorlar da, cep telefonları mı rahat vermiyor gerçekten; yoksa VIP ya, aklı fikri dünyayı kurtarmakta ya, eli-gözü cep telefonundan ayrılamıyor mu?

Be kardeşim, bu kadar önemli insansan, biz sıradan kullar için üretilen sinema filmlerine ne diye gelirsin de bizi de huzursuz edersin? Sen özel sinema salonunda, ‘home theatre’da, istediğin faaliyetleri kesintiye uğratmadan film izlemeye lâyıksın, ne diye icabet edersin şu galalara da, “Sonbahar” gibi dış dünyadan olabildiğince soyutlanıp odaklanmamız gereken bir filmde bile dünyayı kurtarmaya çalışırsın? Şu cep telefonuna hiç mi lâf geçiremezsin? İki tane patlat bak nasıl hizaya geliyor!

(22 Aralık 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

19 Aralık 2008 Haftası

“Yalanlar Üstüne”, ‘dünyanın üvey çocuğu’ Ortadoğu’da görev yapan CIA ajanının ‘değişimi’ ve ‘insan olmaya dönüş’ yapması üzerine, ‘yönetmen ustalığı’nın zirvesi sayılabilecek sıkı film: Evet, şu kısa ömrümüzde artık hep diken üstündeyiz; neler ya da kimler uğruna olduğunu düşünüp yine canınızı sıkacaksınız!

“Sonbahar”, hem cömert ama hem de cimri zamanın kalbinize dokunup, yoldaşı doğa aracılığıyla kulağınıza yitik bir insan evladının hikâyesini fısıldadığı, sizi, hani o Slav hüznü, hani o gerçekten büyük Rus sanatı var ya, benzer bir kuzey duyarlığı ve inceliğiyle ölüm ülkesi yolculuğuna, sabırla, gururla hazırladığı, güzelim yapıt. Ülkemizden, bizim topraklarımızdan güzel insanların, sinemada neler başarabildiğinin müjdesi, benim gibi pesimistlerin bile yüzünü umuda döndüren, güçlü, çok güçlü bir sessizlik… İlgilenmemek ne kelime, birkaç kez izlemelisiniz.

“Sibirya Ekspresi”, sinemanın geniş ekran avantajıyla, tehlikeli, soğuk ve beyaz bir yolculuk içinde geçen suç-gerilim-dram hikâyesi olarak, ‘Büyük’ Hitchcock’un kuşkular ve yalanlarla örülü filmleri gibi seyrediyor: Matruşka Bebeklerini andıran biçimde her olay başka bir olayı doğururken “yabancılara dikkat” diyor ve sizin de bir yabancı olduğunuzu hatırlatıyor!

“Sıcak”, ‘kötü olmak’, ‘vicdan azabı çekmek’, ‘mutluluğu aramak’ kavramları içinde insanı arar ve anlatırken, Türk Sineması’nın temel sorununa yakalanmaktan kurtulamayıp, üç kişilik öyküye bol gelen ‘beden’ içinde seyirciyi boğuyor da boğuyor: Yönetmenlerimiz, bırakınız sinema filmlerini, bol bol ABD-Kanada TV filmlerini izlesinler ve görüp öğrensinler artık lütfen, görsel anlatı sanatı ne menem bir şeydir!

(18 Aralık 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Seçkin Fransız Oyuncu Tsilla Chelton “Pandora’nın Kutusu”nda da Çok İnandırıcı Bir Oyunculuk Sunuyor

Yeni filmi Pandora’nın Kutusu’ndan önceki filmi Bulutları Beklerkende Tamama adlı romanı oldukça çekingen ve ürkek bir şekilde uyarlayan Yeşim Ustaoğlu Karadeniz Rumlarının Birinci Dünya Savaşında yaşadıklarını ima bile etmeyi başaramamıştı.

Ebeveynleri öğretmen olan Yeşim Ustaoğlu’nun çocukluğu Trabzon’da geçmiş. Bu yıllarında bol bol Sovyet TV’si izlemiş. Ustaoğlu Karadeniz Teknik Üniversitesi mezunu. Kadınları çok seven, dokuz çocuğun babası olan İsveçli Ingmar Bergman’ın dünya kadınını anlatabilen az sayıdaki erkek yönetmenden başlıcası olduğunu söyleyen Yeşim Ustaoğlu’nun yönetmenliğe ilgi duymasında da Ingmar Bergman filmlerinin etkisi büyük olmuş. Otel, Bir Anı Yakalamak gibi kısa metrajlı filmleri var. İlk yapımları neredeyse sıfır sermayeli olan Yeşim Ustaoğlu bugün filmlerini dünyanın dört bir yanından finans bularak gerçekleştirebiliyor. Bu konuda büyük yol almış bulunuyor. Ustaoğlu’nun kadınlarını köle gibi çalıştırırken kendileri kahvehane köşelerinde sabahtan akşama oyun oynayan Karadenizli erkeklerin kurbanlarını konu alan Sırtlarındaki Hayat adında bir belgeseli de var.

Üç Karadeniz Güzellemesi

Yeşim Ustaoğlu Bulutları Beklerken’den sonra bu kez Pandora’nın Kutusu’nun fonunda Karadeniz’in eşsiz güzellliklerine de yer veriyor. Özcan Alper’in Sonbahar adlı filmini izleyen sinemaseverler ise Doğu Karadeniz’e herhalde aşık olacak. Yeşim Ustaoğlu’da Özcan Alper’in Sonbahar’ını çok beğenenlerden biri. Pandora’nın Kutusu ismini de Özcan Alper’le yaptıkları bir sohbette bulmuşlar. Bulutları Beklerken’le Sonbaharın ortak özelliğiyse oyunculuk geçmişleri ve deneyimleri olmayan yöre insanlarından kamera önünde ve beyazperdede alınan harika oyunculuklar.

Yeşim Ustaoğlu 112 dakika uzunluğundaki, biraz uzun Pandora’nın Kutusu’nun baş karakteri Alzheimer hastası Nusret Hanımı yaratırken, uzun süre Alzheimer hastalığıyla mücadele eden edebiyat eleştirmeni olan komşusu ve arkadaşı Fethi Naci’den esinlenmiş. Bu rolde her zamanki seçkin oyunculuğunu ortaya koyan ve Danielle Teyze’yle büyük ün kazanan, 60 yıldır oyuncuların oyuncusu kabûl edilen 21 Haziran 1918 doğumlu Tsilla Chelton’uysa filmin Fransız ortağı projeye kazandırmış. Chelton, Truffaut ve Chabrol gibi seçkin Fransız yönetmenlerin daima gözdesi olmuş. Tsilla Chelton’ın 90 yaşında bile olsa, Pandora’nın Kutusu’nun dünya çapında hiç de küçümsenmeyecek bilet sayılarına ulaşmasını kolaylaştırabilecek kadar büyük bir oyuncu olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.

Eylül 1991’de Türkiye sinemalarında izlediğimiz Danielle Teyze’yle Fransız Oscar’ı Cesar’a aday gösterilen Chelton, Pandora’nın Kutusu’ndaki oyunuyla San Sebastian Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Frozen River adlı filmin oyuncusu Melissa Leo’yla paylaştı. Pandora’nın Kutusu ise San Sebastian Film Festivali’nde büyük ödül Altın İstiridye’ye lâyık bulundu. Geçmişte Altın İstiridye, America America (Elia Kazan), Rain People (Francis Coppola), Badlands (Terrence Malick), One-Eyed Jacks (Marlon Brando) ve Nun’s Story (Fred Zinnemann) gibi filmlere lâyık bulunduğundan çok yüksek saygınlığı olan bir ödül.

Çağın En Belâlı Hastalıklarından: Alzheimer

Dünya sağlık örgütüne göre şu anda 6 milyon 400 bin tanesi Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’da olmak üzere 38 milyon Alzheimer (bunama) hastası var; Türkiye’de bu hastalığın pençesinde 300 ilâ 500 bin insan olduğu tahmin ediliyor. 2050 yılında Türkiye’de 3 ilâ 4 milyon Alzheimer hastası olacağı öngörülüyor. Unutkanlık 40 yaşlarından sonra görülen Alzheimer hastalığının başlangıcı olabiliyor. Bu hastalığın erken tanısı için periyodik olarak hafıza, beceri, konsantrasyon gibi beyin işlevi kontrollerinin yapılması tavsiye ediliyor. 2006’da sadece Alzheimer ilâçları için dünya çapında 4 milyar 600 milyon dolar harcandı. Doktorlar beynini devamlı çalıştıran insanların bu hastalığa daha az yakalandığını iddia ediyor. Yani çok çalışmak Alzheimer riskini arttırmaz; aksine beyne egzersiz yaptırıldığı için bu hastalıkta koruyucu etki yapar. Daha az kolesterol içeren beslenmenin kalbe kadar beyne de yararlı olduğundan Alzheimer riskini azaltabildiği iddia ediliyor. Kısaca özetlemek gerekirse fast food tarzı beslenme alışkanlığı Alzheimer hastalığına yakalanma riskini arttırıyor. Çok yakında kan testiyle bile Alzheimer riskinin belirlenebileceği umuluyor.

Not: Film yönetmenlerimizden Erdoğan Tokatlı’da uzun yıllardır Alzheimer hastası ve eşi Reyhan Hanım da çok kısıtlı ekonomik olanaklarıyla eşini en iyi şekilde bakmaya çalışıyor. Kültür Bakanlığı’nın ve imkânları olan tüm yardımseverlerin bu konuda Erdoğan Tokatlı ailesine sürekli yardım elini uzatmasını dileriz.

(10 Aralık 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

Altın Küre Ödüllerinde 66 Yılda Sadece Bir Tek Türk Filmi Aday Olabildi

Cannes Film Festivali’nde yılın en iyi yönetmeni ödülüne lâyık bulunan Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’u Altın Küre ödülü adayları listesine ne yazık ki giremedi. Bu yazıda 66 yıldır Los Angeles’ta dağıtılan Altın Küre ödüllerinde Türk Sinemasının sadece 26 yıl önce tek bir adaylık elde edebilmesini konu edineceğiz.

Yılmaz Güney’in 14 Eylül 1974’te hangi nedenle olursa olsun, hangi ağır tahrik olursa olsun, öfkesini kontrol edemeyip/dizginleyemeyip Adana’nın Yumurtalık İlçesi Savcısı Sefa Mutlu’yu öldürmesi öncelikle hayatını kaybeden insan ve yakınları/ailesi/sevenleri için telâfisi mümkün olmayan bir kayıptır. Cinayet cinayettir. Hiçbir neden onu haklı gösteremez. Üstelik bu cinayetin karşılığında Yılmaz Güney az bile ceza görmüştür… Türkiye’nin yetenekli senaryo yazarlarından, film yönetmenlerinden, film oyuncularından biri olan ve ateşli silâhlara aşırı derecede düşkün, “keskin sirke” Yılmaz Güney midesinden rahatsız olduğundan cezaevi koşullarında yeterince tedavi görme imkânı bulamamış ve bu hastalığından dolayı çok erken yaşta aramızdan ayrılmıştır (09 Eylül 1984).

Güney bu cinayet olayından sonra senaryolarını filmleştirmesi için yönetmen Zeki Ökten ve yönetmen Şerif Gören’le çok başarılı işbirliklerine gitmiştir. Bu işbirliklerinden dünya sinema tarihinde en çok iz bırakanı Yol olmuştur. Başlangıçta Bayram adıyla Erden Kıral’ın çekmeye başladığı filmden Yılmaz Güney yönetmeni işten atmış ve yerine Şerif Gören’i getirmiştir. Erden Kıral’ın çektiği bölümler filmde kullanılmamıştır.

26 Mayıs 1982’de Şerif Gören’in yönettiği Yol’u Costa Gavras’ın Missing-Kayıp’ıyla birlikte Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye ödülünü paylaşmıştır.

Yol’un Altın Palmiye’yi kazanması 07 Temmuz 1964’te Berlin Film Festivali büyük ödülü Altın Aslan’ı Metin Erksan’ın Susuz Yaz’ının kazanmasından sonraki Türk Sineması’nın en büyük başarısı olmuştur. 26 Haziran – 07 Temmuz 1964 tarihleri arasında düzenlenen Berlin Film Festivali’nde Metin Erksan’ın Susuz Yaz’ının rakipleri arasında Claude Lelouch, Carlos Saura, Satyajit Ray, Karel Reisz, Shohei İmamura, Sidney Lumet ve Luigi Comencini gibi seçkin yönetmenlerin de filmleri vardı.

Yol’un bir diğer büyük başarısı Amerika Birleşik Devletleri’nin Los Angeles kentinde dağıtılan Altın Küre ödüllerine yılın en iyi yabancı filmi dalında aday gösterilen altı film arasına girmesidir. 29 Ocak 1983’te İngiliz filmi Gandhi (Richard Attenborough) Altın Küre ödüllerinde 1982 yılının En İyi Yabancı Filmi seçildi. Gandhi’nin yabancı film Altın Küresindeki rakipleri arasında Yol (Şerif Gören; İsviçre-Türkiye), Fitzcarraldo (Werner Herzog; Batı Almanya), Ateş Savaşı-La Guerre du feu-Quest for Fire (Jean-Jacques Annaud; Kanada-Fransa), The Man from Snowy River (George Miller; Avustralya) ve La Traviata (Franco Zeffirelli; İtalya) vardı.

1982 yılının en iyi filmlerini değerlendiren/oylayan Akademi üyeleri 1983 başında bir önceki yıla ait en iyi yabancı film dalındaki Oscar ödülleri listesini oluştururken Yol’u değerlendirmeye alamadılar. Çünkü yabancı film dalındaki Oscar ödüllerinde sadece ülkelerin resmi seçimleri (Los Angeles’a yolladıkları filmler) yer alabilmekteydi. Türkiye Cumhuriyeti Yol’un bir bölümünde vatanımızın bir bölümü “Kürdistan” olarak etiketlendirildiğinden / gösterildiğinden bu filme doğal olarak her zeminde karşıydı. (*) 1970’li yılların sonundaki iç savaşın yaralarını yeni yeni sarmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Los Angeles’ta Yol’un Türkiye’yi temsil etmesine izin veremezdi ve vermedi de…

Yol’un yer alamadığı en iyi yabancı film Oscar adayları listesi ise şöyle oluştu:

*Alsino and the Condor (Miguel Littin; Nikaragua)
*Coup De Torchon-Clean Slate (Betrand Tavernier; Fransa)
*The Flight of The Eagle (Jan Troell; İsveç)
*Private Life (Yuli Raizman; Sovyetler Birliği)
*Volver A Empezar (Jose Luis Garci; İspanya)

11 Nisan 1983 Pazartesi gecesi Liza Minnelli, Dudley Moore, Richard Pryor ve Walter Matthau’nun sunduğu Oscar ödülleri gecesinde Yabancı Film Oscar’ı İspanyol filmine lâyık bulunacaktı…

(*) Atatürk’ün ölümsüz eserlerinin ve mirasının en sadık muhafızı olan Türk Silâhlı Kuvvetleri Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında da bölücü terör tehdidiyle karşı karşıya gelmiştir. Bu olayların başlıcaları Koçgiri (1921), Şeyh Said (1925) ve Dersim/Tunceli (isyan başlangıcı: 21 Mart 1937; elebaşlarının idamı: 15 Kasım 1937) olaylarıdır. Ne yazık ki 27 Kasım 1977’den sonra Güneydoğu’da PKK terörü her geçen yıl tırmanarak en üst seviyeye çıktı. 1979 Ramazan ayında 300 (üç yüz) bölücü terörist militan Adalet Partisi Urfa milletvekili ve Bucak Aşireti reisi Celal Bucak’ı öldürmek ve bölgedeki tüm aşiretlere gözdağı vermek için Urfa-Siverek karayoluna baskın düzenledi. Orgeneral Mehmet Kıral o günlerde bir Güneydoğu raporu hazırladı. Raporda terör örgütünün Hilvan’da kendi mahkemesini kurduğu ve Türkiye Cumhuriyeti temsilcilerini (hakimleri ve öğretmenleri) kaçırdığı belirtiliyordu. En önemlisi de son iki yılda 243 cinayet işlemişlerdi. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül 1980’de emir komuta zinciri içerisinde Türkiye’de yönetime el koymasının başlıca nedenleri ülke genelindeki kardeş kavgasına ve iç savaşa son vermek, PKK’yı etkisiz hale getirmek ve vatanın bölünmez bütünlüğünü korumaktı.

(11 Aralık 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

12 Aralık 2008 Haftası

“Dünyanın Durduğu Gün”ün uzaylı yaratığı Klaatu, atom denemeleri yapılan Soğuk Savaş dönemindeki insanoğluna 1951’de yaptığı ilk uyarıdan sonra, şimdi, 2008’de, kaynakları hızla tüketip gezegeni hızla yok olmaya götüren bizlere son bir uyarıda daha bulunuyor… Klaatu, dev robotu Gort marifetiyle aslında kıyameti hazırlıyor ama… Yaşadığı serüvenin hızlı gelişen katmanları arasında, bir şans daha tanıyor. Nedenini filmde izleyiniz; giderek kendini çürüten uygarlığımızın nasıl kolayca sona erdirilebileceğini deneyimleyiniz. Maya takvimine göre 2012’den sonrası olmadığı için alışmaya başlayınız!

(09 Aralık 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Frozen River

Kanada’nın Amerika sınırına yakın bir yerde, bir siyah ve bir beyaz kadının yolları kesişiyor. Biri kumarbaz kocasının açtığı yaraları onarmaya, çocuklarına kol kanat germeye çabalıyor. Beyaz bir kadın ve tek başına. Diğeri kocasının ölümü sonucunda küçücük bebeğiyle ortada kalmış bir kadın. Ölen kocasının ailesi ise bebeğini ondan çalmış, görmesine bile tahammül edemiyorlar. O da siyah bir kadın ve yalnız. Hayat onları yasadışı göçmen taşıma işi yapmaya mecbur etmiş. Donmuş bir ırmak üzerinde taşıdıkları hayatlar, tıpkı kendi hayatları gibi her an soğuk sulara gömülebilir, dibe vurabilir. Fakat ikisi de zor durumda ve hayatlarını kazanmak için hem bu işi yapmaya hem de birbirlerine ihtiyaçları var. Tabi başlangıçta birlikte bir şeyler yapma fikri hiç hoşlarına gitmiyor. Zamanla beyaz kadının eksiğini siyah kadın tamamlamaya başlıyor, siyah kadınınkini de beyaz kadın. Birbirini hiç tanımadan set çeken bu iki kadın zamanla bu seti kendilerinin değil de düzenin çekmiş olduğunun farkına varıyorlar. Birbirlerini tanımaya başladıkça afallıyorlar ve kalpleri yumuşuyor. Çünkü ikisi de insan, ikisi de kadın, ikisi de anne! Ne de olsa kameranın arkasında bir kadın duruyor! Bu faktörü de belirtmek gerekli.

Sundance Film Festivali Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi Courtney Hunt tüm bu aşamaları telâşsız ve kasvetli bir şekilde sunuyor. Frozen River, yakın zamanda izlediğimiz Kean Loach’un İşte Özgür Dünya – It’s a Free World’u ile de benzerlik gösteriyor. Tabii Frozen River’in It’s a Free World’un olgunluğunda bir film olmasını beklemek haksızlık olurdu. Ancak bu yine de Hunt’un geleceğine büyük ve güçlü bir ışık yaktığı gerçeğini değiştirmiyor.

Bence önemli bir nokta da filmin ABD yapımlı olması. Amerika’da yapılmış politik bir iş –hangi alanda olursa olsun- Avrupa’da yapılandan daha çok dikkat çekiyor, ses getiriyor.

Geçenlerde Milliyet Sanat Dergisi’nde Naim Dilmener’in Müzikal Günce sayfalarındaki Kasım ayı yazısının başlığı gözüme çarptı. Başlık, oldukça vurucu ve içi doluydu. Çöken kapitalizm müziği mi kollayacaktı? diye soruyor Dilmener ve şöyle devam ediyor: Megavizyon kapandı. Koca zincirin şubeleri tek tek kapandı. Beyoğlu ve Bakırköy Carousel şubelerinde ‘kapı-duvar’ artık. NTV’nin Lifestyle Müzik, TRT 2’nin Kent Yaşam ve Rengahenk programlarının içinde yer alan bölümlerini hep burada çektik. Müdürden tezgâhtarına kadar bütün personel çok anlayışlı, çok misafirperverdi. Çok da bilgili; ki bu devirde, işin en zor kısmı bu. Ama yetmiyormuş demek ki. Kapitalizm çöküyor; çökerken plâkçıyı-kitapçıyı mı kollayacaktı?

Kapitalizm düşerken sinemayı da kurtarmaz elbet. Ancak ben günümüz sineması ile ilgili ütopik hayaller kuruyor bir zamanlar çiçek çocuklarının müzik ile değiştirmeye çalıştıkları dünyanın bir de sinema yoluyla değiştirilmesinin denenebileceğini umuyorum. Kim bilir belki de sinema, çöken kapitalizm, hem müziğin hem de sinemanın özüne dönmesini sağlar.

(27 Kasım 2008)

Gizem Ertürk

05 Aralık 2008 Haftası

“A.R.O.G”, söz komiklikleri ağırlıklı Cem Yılmaz şovunu kaynak olarak alsa da, Türk Sineması ölçülerinde ‘spectacular’ bir film sunduğu için önemsenmeli: Düşük bir bütçeyle, şişirme, televizyon gösterisi gibi güldürü değil de, görsel bir sanat olan sinemayı ciddiye alan, adamakıllı bir iş çıkardıkları için Yılmaz’ı ve ortak-yönetmen Ali Taner Baltacı’yı kutlamak şart!

(03 Aralık 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Türk Sineması’nın Dokunduğu Altın Olan Yönetmenleri Kimlerdir?

Dünya gezegeninde tek bir ülkenin sinema filmleri ve televizyon yapımları küresel anlamda izleniyor ve tüketiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin en iyi ihraç ürünlerinden biri sinema ve televizyon yapımlarıdır. Herhalde bunu bilmeyeniniz de yoktur.

Amerikan sinemasının son kırk-elli yılına baktığınızda öne çıkan, dokunduğunu altın eden ve A sınıfı denilen yönetmenler vardır. Bunlara nüfus kağıtları yeniyken harika çocuklar da deniyordu. Kimdi bunlar?

George Lucas, Steven Spielberg, Robert Zemeckis, Peter Jackson, James Cameron, William Friedkin, George Roy Hill, Francis Ford Coppola, Mike Nichols, Robert Wise, Christopher Nolan, Robert Stevenson, Ivan Reitman, Arthur Hiller, Sam Raimi, Roland Emmerich, Chris Columbus, Mel Brooks, Gore Verbinski, Tim Burton, Jerry Zucker, George Marshall, Robert Altman, Milos Forman, Ridley ve Tony Scott kardeşler, Wachowski kardeşler, Jan De Bont, Barry Sonnenfeld, Ron Howard, Richard Donner, M. Night Shayamalan, Sydney Pollack, David Lean, John Avildsen, Ronald Neame, John Guillermin.

Listeyi uzatmak mümkün de biz telefon rehberi hazırlamıyoruz.

Bu yönetmenlerin belli başlı başarıları çok konuşulan, popüler/kitle filmleri yapmak ve sinema salonlarının yolunu bilmeyen insanları bile evlerinden çıkararak sinema salonlarında film izlemeye yöneltmekti/yönlendirmekti. Dünya çapında on binlerce sinema salonu onların filmleri sayesinde yıkılıp alışveriş merkezine ya da otoparka dönüşmemiştir.

Bu yönetmenlerin kimsenin izlemek için sinema salonlarına gitmediği yığınla da filmleri oldu. Ancak en yüksek seyirci sayılarını ulaşan filmlerin çoğunun arkasında onlar vardı. Hit filmlerin çoğunda yönetmen olarak onların imzaları bulunuyordu.

En kaprisli, en şımarık, en görgüsüz, en görmemiş, en çekilmez yıldızlar bile onlarla çalışabilmek için süt dökmüş kediye dönüşmüşlerdir. Onların filmlerinde oynayabilmek için yüksek ücretlerini, en asgari düzeylere indirmiş ya da senaryoyu bile okumadan gelen teklife “Evet, bu projede oynayacağım” demişlerdir.

Biz dönelim Türk sinema endüstrisine ve en çok bilet kesen Türk sinema filmlerine. Türk sinema tarihinin ne yazık ki 1989 öncesine ilişkin hiçbir hasılat rakamı ya da seyirci sayısı bulunmuyor.

Herkes 1970’lerde Arzu Film’in beyni, “çevresindeki bütün güzel kadınların fatihi” Ertem Eğilmez’in filmlerine, özellikle Hababam Sınıf’larına aylar boyu sinemalarda yer bulunmadığını bilir. Ancak bu filmlerin kaçar milyon bilet kestiğine dair hiçbir rakam ne yazık ki elimizde bulunmuyor.

Daha yakın popüler filmlerin bile seyirci sayılarına sahip değiliz. Sinan Çetin’in Berlin in Berlin’inin çok bilet sattığı biliniyor. Bilinmeyen ise toplam kaç adet bilet sattığı…

Ne yazık ki 1989’dan bu yana Türkiye sinemalarında gösterilen pek çok yerli-yabancı filmin seyirci sayıları bir sırdır, bir muammadır.

Bu yazıda Türkiye’de 1989’dan sonra filmleri en çok bilet sattıran Türk yönetmenlerini hatırlatmak istedim.

Üçüncü Vizontele’yi çekmeye hazırlanan Yılmaz Erdoğan yönettiği üç filmle de bilinen bütün seyirci rekorlarını zorlamayı başarmıştır. Bunlar Vizontele (3 milyon 308 bin bilet), Vizontele Tuuba (2 milyon 894 bin bilet) ve Organize İşler’dir (2 milyon 600 bin bilet).

Çağan Irmak Babam ve Oğlum (3 milyon 828 bin bilet), Issız Adam (şu ana kadar 806 bin bilet) ve Ulak (523 bin bilet) ile yeni bir Ertem Eğilmez olmuştur. Üstelik ikisi de çok düşük bütçelerle, hatta davul tozu, minare gölgesiyle kotarılan Babam ve Oğlum ve Issız Adam yapımcıları Şükrü Avşar ile Mustafa Oğuz’u ve dağıtımcıları Mehmet Soyarslan ile Haluk Kaplanoğlu’nu ihya etmiştir. Sinema salonları da üç Çağan Irmak filminden de çok iyi kazançlar elde etmiştir.

Gani Müjde’de dokunduğu altın olan bir başka yönetmendir. Ertem Eğilmez’in yönettiği ve bütün gişe rekorlarını silip süpürdüğü bilinen ama kaç milyon izleyici topladığı bilinmeyen Arabesk’in senaryo yazarı olan Gani Müjde Kahpe Bizans (2 milyon 472 bin bilet) ile Osmanlı Cumhuriyeti’ne (şu ana kadar 847 bin bilet kesti) hem senaryo yazarı hem de yönetmen olarak imza atmıştır.

Ertem Eğilmez’e ve dolayısıyla Arzu Film’e çok yakın olan Yavuz Turgul ise film setlerinin “İmparatorudur”. Hiçbir oyuncu sette O’na başkaldıramaz. Ne derse o olur. İlk ve son söz daima O’na aittir. Turgul, Eğilmez için senaryo yazarak Türk Sineması’na adım atmış ve yönettiği ilk filmler iyi duyurulamadığından, iyi pazarlanamadığından geniş kitlelere bu filmleri sinema salonlarında değil televizyon gösterimleriyle, video kasetle, vcd.yle ya da dvd.yle ulaşabilmiştir. Yavuz Turgul filmleri 1996’dan itibaren Türkiye sinemalarında en çok izlenen filmler arasında yer almıştır. Yavuz Turgul son 12 yılda ne yazık ki sadece iki film yönetmiştir: Eşkiya (2 milyon 571 bin bilet) ve Gönül Yarası (897 bin bilet).

Eşkıya’nın ve Gönül Yarası’nın yapımcısı Ömer Vargı’da Cem Yılmaz’lı Herşey Çok Güzel Olacak (1 milyon 239 bin bilet) ve Şener Şen ile Kenan İmirzalıoğlu’nu bir araya getiren Kabadayı’yla (1 milyon 999 bin bilet) iki olay yaratan filmin yönetmenidir. Yavuz Turgul’un Kabadayı senaryosunu Ömer Vargı’ya emanet etmesi bile Ömer Vargı’ya gösterdiği güveni, değeri ve önemi gösterir ki bu da zannedildiğinden çok büyük bir saygınlık kazandırmıştır Vargı’ya…

Sinan Çetin, şimdilerde hızlı gayrimenkul satın almalarla Cihangir’i Sinangir yapma yolundadır; aynı zamanda Avrupa Yakası’yla ATV’yi ayakta tutmaktadır. Ancak iki filmi çok yüksek seyirci sayılarına ulaşmıştır. Bunlar, Komiser Şekspir (1 milyon 331 bin kişi) ve Propaganda’dır (1 milyon 238 bin bilet). Anladığım kadarıyla sinemayı ihmal etmektedir.

Sıcak adlı yeni filmi beklenen yapımcı kökenli Abdullah Oğuz’da Asmalı Konak: Hayat (1 milyon 791 bin bilet) ve Zülfü Livaneli uyarlaması Mutluluk (539 bin bilet) ile sinema salonları önünde uzun kuyruklar oluşturmayı başaran bir yönetmenimizdir.

Onuncu bölümü tasarlanan Hababam Sınıfları’nın sadece son üç bölümü 6 milyon 219 bin bilet kesmiştir. Bunlardan 8 numara olan Hababam Sınıfı Askerde (2 milyon 587 bin bilet) ve 9 numara olan Hababam Sınıfı Üçbuçuk (2 milyon 51 bin bilet) Ertem Eğilmez’in oğlu Ferdi Eğilmez tarafından yönetilmiştir.

Hokkabaz ile Arog’un yönetmenleri Ali Taner Baltacı ile Cem Yılmaz’ın da Türk sinema tarihinin filmleri en çok bilet kesen yönetmenleri arasında yer alacağı da şimdiden kesinleşmiştir. 1 milyon 698 bin bilet toplayan Hokkabaz, Ömer Faruk Sorak’ın yönettiği 4 milyon bin kişi toplayan Gora’nın devamı olan Arog’un da hasılat rekorlarını zorlayacağının kanıtıdır.

Mustafa Altıoklar’da Eşkıya’yla aynı yıl gösterime giren İstanbul Kanatlarımın Altında (474 bin bilet), Ağır Roman (873 bin bilet) ve O Şimdi Asker’le (1 milyon 657 bin bilet) en popüler filmlerden üçüne birden yönetmen olarak imzasını atmayı başarmıştır.

Henüz çok fazla popüler sinema filminde yönetmen olarak imzası bulunmayan Togan Gökbakar (Recep İvedik; 4 milyon 301 bin bilet), Serdar Akar (Kurtlar Vadisi: Irak; 4 milyon 253 bin bilet), Mahsun Kırmızıgül (Beyaz Melek; 1 milyon 912 bin bilet) Türkiye’deki sinema salonlarının kapanmamasına yaptıkları filmlerle çok önemli katkılarda bulunmuşlardır.

(02 Aralık 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife”sinden Zübeyde Hanım Fragmanı

Türk Sineması’nın en iyi, en deneyimli senaryo yazarlarından ve yönetmenlerinden Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosu Alfa Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Refiğ’in senaryosu şu anda bu devasa projenin altından kalkabilecek bir yapımcı bekliyor ve arıyor.

Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosunda Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımla ilgili birçok bölüm var. Senaryodaki bölümlerden birinde Zübeyde Hanım Latife Hanım’ın Atatürk’le o tarihlerde henüz gerçekleşmemiş olan evliliğinin yürümeyeceğini öngörüyor. Zübeyde Hanıma göre Latife Hanım, Atatürk’ü mutsuz edecek bir kadın. Oğlu üzerinde çok etkili olan Zübeyde Hanım vefat etmeden önce oğlunu bizzat uyarabilseydi belki de bu evliliği engelleyebilirdi. Ancak bunu başarabilir miydi, başaramaz mıydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Zübeyde Hanım 1857 – 14 Ocak 1923 tarihleri arasında yaşadı. Zübeyde Hanım – Ali Rıza Bey evlilliğinin dördüncü çocuğu Mustafa Kemal Atatürk oldu. Atatürk doğduğunda Zübeyde Hanım 24 yaşındaydı. Zübeyde Hanım’ın bu evlilliğinden olan çocukları Fatma, Ömer, Ahmet ve Naciye erken yaşta vefat etti.

Aşağıda Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosundan Zübeyde Hanımla ilgili bazı bölümleri bulabilirsiniz.

59 – ÇANKAYA KÖŞKÜ – ZÜBEYDE ODA (İç- Gündüz)
(Kapı açılır. Mustafa Kemal arkasında Fikriye ile içeri girer. Zübeyde Hanım oğlunu görünce heyecanlanmıştır. Olduğu yerde doğrulmaya çalışır.)

ZÜBEYDE: Oh benim Mustafa oğlum.

(Mustafa Kemal annesinin kıpırdanmasına meydan vermeden onun yanına koşar.)

M. KEMAL: Kıpırdanma anacığım biliyorsun ayakların ağrıyor.

(Zübeyde Hanım sevgiyle oğlunun eline sarılır.)

ZÜBEYDE: Öyleyse ver elcağızını öpeyim.

(M. Kemal telaşla elini çeker.)

M. KEMAL: Aman anacığım duymasınlar. Anasına elini öptürüyor derler vallahi.
ZÜBEYDE: Ne derlerse desinler efendim. Sen bugün olmuşsun Paşa. Sen bugün olmuşsun milletin babası. Hem de bütün Müslümanların babası. Ben öperim elbette elcağızını, yanakcağızını.

(Mustafa Kemal annesine sarılmıştır. Zübeyde Hanım onu sevgiyle öper.)

M. KEMAL: Sen çok yaşa anacığım. Ağrıların nasıl?
ZÜBEYDE: Off. Ağırır bütün gece bacaklarım. Toparlarım altıma olmaz, döşerim yatağa sızlar, bilmezler bu doktorlar benim hastalığımı.
M. KEMAL: Ben geldim ya bir çare bulacağız inşallah.
ZÜBEYDE: Aç mıdır karnın? Kursun Fikriye sana güzel bir sofra.
M. KEMAL: İyi olur doğrusu.

(M. Kemal kapının ağzında sesini çıkarmadan onlara bakan Fikriye’ye döner.)

M. KEMAL: Fikriye sen yemekleri hazırla. Ben birazdan dönerim.
FİKRİYE: Peki Paşam.

(Fikriye sessizce odadan çıkar. Mustafa Kemal annesine döner.)

M. KEMAL: Doktor Tevfik Rüştü Bey ile konuştum. Fikriye’nin halini beğenmiyor. Ciğerleri fena imiş.
ZÜBEYDE: Sorsan kendisine “Yok bir şeyim, turp gibiyim” diyor.
M. KEMAL: Böyle çocukluk olmaz. Artık İsviçre mi olur, Almanya mı bilmem, ama dışarıda uygun bir yerde tedaviye göndermek lazım.
ZÜBEYDE: İstemez gitmek hiçbir yere. Çünkü duymuştur İzmir’e sen bulmuşsun bir Lütfiye.

60 – ÇANKAYA – YEMEK SALONU (İç – Gece)
(Mustafa Kemal Fikriye ile yemektedirler.)

FİKRİYE: Ne olur Paşam beni bir yere gönderme. Vallahi hasta değilim ben. Hep düşmanlarımın uydurması. Ben olmayınca sana kim bakar? Sabah kahveni kim getirir? Esvaplarını kim ütüler?
M. KEMAL: Merak etme, bunları yapacak birini buluruz. Önemli olan, senin en kısa zamanda sağlığına kavuşman. Ben seni karşımda canlı, yanakları al al görmek isterim.

*****

87 – ÇANKAYA – ZÜBEYDE’NİN ODASI (İç – Gündüz)
(Zübeyde Hanım koltuğunda uyuklamaktadır. Açılan kapı ile uyanır.)

ZÜBEYDE: Ah Mustafa Oğlum..

(Mustafa Kemal anasının yanına gelir. Saygılıdır.)

M. KEMAL: Doktorlar iyi olman için senin deniz kıyısında oturmanı tavsiye ediyorlar. Seni İzmir’e göndersem ne dersin?
ZÜBEYDE: Yok öyle plaçka.. Mustafa’nın yanından bir yerciklere gitmem. O doktorlar gitsin İzmir’e efendim. Ben otururum Mustafa’mın yanında.

(M. Kemal annesinin yanındaki koltuğa oturur.)

M. KEMAL: İyi ama anacağım, hem beni “evlen” diye sıkıştırırsın, sonra seni gelini görmek için İzmir’e gönderecek olsam “Mustafa’mın yanından ayrılmam” diye tutturursun.

(Evlenme sözünü duyunca Zübeyde Hanımın yüzü gülmüştür.)

ZÜBEYDE: Abe doğru mu söylersin evlatçığım.. Lütfiye midir yoksa bu gelincik?

(Mustafa Kemal gülümser.)

M. KEMAL: Lütfiye değil, Latife. Bizim doktor Tevfik Rüştü Beyin akrabası olur. İzmir’e git bir gör bakalım. Doktor İzmir havasının sana iyi geleceği fikrinde…

(Zübeyde Hanım bir an duraklar. Oğlunun kendisini İzmir’e göndermek için vesile yarattığından kuşkulanmıştır.)

ZÜBEYDE: Bak Mustafa oğlum, beni İzmir’e göndermek için icat etmeyesin bir kolpa?

(M. Kemal kendini tutamaz güler.)

M. KEMAL: Anacığım bu işin şakası yok diyorum.. Kızı beğenirsen evleneceğim..

*****

89 – İZMİR – VAGON İÇİ (İç – Gündüz)
(Zübeyde Hanım özel olarak hazırlanmış vagonda bir bambu koltukta oturmaktadır. Karşılayıcılar elini öperek, saygıyla selamlar. Latife ile Tevfik Rüştü girerler. Salih tanıştırır.

V. ABDÜLHALİM: Hoş geldiniz Tevfik Rüştü Bey..
TEVFİK RÜŞTÜ: Hoş bulduk efendim.

(Latife Tevfik Rüştü Beyin boynuna sarılır.)

LATİFE: Enişteciğim.
T. RÜŞTÜ: Merhaba Latife.
V. ABDÜLHALİM: Hanımefendi hazretleri rahat bir yolculuk geçirdiler mi?
T. RÜŞTÜ: Maşallah.. Yorgunluğunu belli etmemeye çalışıyor.
V. ABDÜLHALİM: Biz kendilerine şehir adına bir hoş geldiniz diyelim, hemen istirahatını sağlarız..

(Yaver Salih erkana yol gösterir.)

SALİH: Buyurun efendim.

(Vali, belediye reisi ve askeri komandan vagona giderler.)

SALİH: Bak anacığım.. Bu kızcağızdır Latife…

(Latife heyecan içinde Zübeyde Hanımın elini öper.)

LATİFE: Hoş geldiniz efendim.

(Zübeyde onun yanaklarından öper.)

ZÜBEYDE: Kızımız pek güzelmiş Salih oğlum.

(Zübeyde Hanım resmi durumlarda kendini zorlayıp düzgün Türkçe ile konuşmaktadır.)

ZÜBEYDE: Sizi istasyonda çok bekletmedik ya!
LATİFE: Beklemenin sözü mü olur Hanımefendi. Olsa olsa size biran önce kavuşma heyecanı içindeydik..

*****

96 – MUAMMER BEY KÖŞK – SALON (İç – Gündüz)
(Latife Zübeyde Hanımı tekerlekli iskemlesinde yemek salonuna getirir. Tevfik Rüştü Bey Zübeyde Hanım için hazırlanmış yemekleri kontrol etmektedir.)

ZÜBEYDE: Kızcağızımızın sizinle hısım olduğu belli, Tevfik Rüştü oğlum… Neresinden mi? İyi adam idare etmesinden.
TEVFİK RÜŞTÜ: Sizi şu perhiz yemeklerine de bir alıştırabilse, buna ben de inanacağım..

(Zübeyde Hanım sofradaki yemeklere bakar, yüzünün buruşturur.)

ZÜBEYDE: Gene mi bu tatsız tutsuz haşlamalar.. Abe Latife kızım yok mudur bana bir kemikçik pirzola, bir lokma fıstıklı tatlı?
LATİFE: Vallahi benim bir suçum yok efendim.. Doktorunuz ne emrederse ben onu yapıyorum.

(Yaver Salih ve Doktor Asım girerler.)

ZÜBEYDE: Oooo hoş gelmişsiniz Salih oğlum… Var mıdır Mustafa’mdan bir haber?

(Salih, Zübeyde Hanımın elini öper. Tevfik Rüştü Beyin elini sıkar. Latife ile selamlaşır. Doktor Asım da aynı şeyleri yapar.)

SALİH: Hürmetleri vardır anneciğim. Mecliste çok meşgul olduğu için sizi ziyarete gelemiyorlar. Bugün kü toplantıda Saltanat’a son verildi.

(Tevfik Rüştü irkilir…)

TEVFİK RÜŞTÜ: Olacağı buydu zaten…

(Zübeyde ile Latife de merak kesilmişlerdir.)

ZÜBEYDE: Bitti mi koca Osmanlının hükmü?

SALİH: Osmanlının hükmü İngilizlerin İstanbul’u aldığı gün bitmişti anacığım. Bundan sonra hüküm milletin…

(Salih Tevfik Rüştü’ye döner.)

SALİH: Gazi Hazretleri sizi de Ankara’ya bekliyorlar… Hanımefendinin sağlığı ile Doktor Asım Bey ilgilenecek…

(Tevfik Rüştü Zübeyde Hanıma döner.)

TEVFİK RÜŞTÜ: İzninizle ben ayrılayım efendim.

(Tevfik Rüştü Zübeyde Hanımın elini öper.)

ZÜBEYDE: Git git.. Mustafa’mı yalnız bırakma başı sıkıştığında..

*****

99 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gece)
(Oda karanlıktır. Zübeyde Hanım yatırıldığı yatakta acılar içinde kıvranmakta, inlemektedir.)

100 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODA ÖNÜ (İç – Gece)
(Zübeyde Hanımın iniltileri odasının dışına kadar taşmaktadır. Onun karşısındaki odada yatan Latife hole çıkar. Yatak kıyafetlidir. Bir an Zübeyde Hanımın odasından gelen iniltilere kulak verir. Sonra kapıyı yumuşakça açarak odaya girer.)

101 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gece)
(Zübeyde Hanımı yatağında acılarla kıvranmaktadır. Latife yanına gelir. Başucu lambasını yakar.)

LATİFE: Neyiniz var Hanımefendi?
ZÜBEYDE: Öldürecek beni bu ağrılar.. Romatizma..
LATİFE: Babamın romatizma ağrıları için Fransa’dan getirdiği bir ilaç var. İzin verirseniz onu bir deneyeyim.
ZÜBEYDE: Aman uyandırmayalım doktor Asım’ı. Etmesin itiraz. Deneyelim babacığının ilâçcını.

(Latife koşar adımlarla odadan çıkar.)

102 – MUAMMER BEY KÖŞK – MUTFAK (İç – Gece)
(Ateşte su kaynamaktadır. Latife bir ilacı şişesinden ölçüyle kaynayan suya atar. Sonra gene telaşlı hareketlerle büyük parçalar halinde hazırlanmış pamukları kaynayan suya bastırır.)

103 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gece)
(Zübeyde Hanım yatakta kıvranmaktadır. Latife elinde kâse ile gelir.)

LATİFE: Bu ilâçlı pamukları ağrıyan yerlere saralım. Dizlerinizi sıcak tutar.

(Zübeyde Hanım yattığı yerden doğrularak Latife’nin işini kolaylaştırmaya çalışır. Rumeli ağzı ile konuşmaktadır.)

ZÜBEYDE: Nasıl da düşünür anacığını evlatçığım benim.. Saralım bre melaike kızcağızım.. O pamukları yapıştıralım ayacağızıma..

(Latife sıcak pamukları sardıkça Zübeyde Hanım rahatlamaktadır.)

ZÜBEYDE: Ohh.. Rahatladım billa.. Rabbim göndermiştir bu melaikeyi besbelli. Allah da seni rahatına ve muradına eriştirsin..

(Latife Zübeyde Hanımın gönlünü alabildiği için çok memnundur. Tedavi şekli devam eder.)

*****

106 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gündüz)
(Zübeyde Hanım koltuğunda oldukça solgun ve bitkin görülmektedir. Salih odaya girer. Zübeyde’nin şakacılığı da pek kalmamıştır.)

ZÜBEYDE: Ooo Salih oğlum. Neredesin sen?
SALİH: Merkez komutanlığındaydım anacığım. Telefonda Paşa Hazretleriyle konuştum.. Hürmetleri var. Sağlığınızı sordu.
ZÜBEYDE: Son iki gündir hiç iyi değilim. Söyle Mustafa’ma aldırsın beni Ankara’ya.
SALİH: Az önce doktorunuzla konuştum. Şu vaziyette yolculuk olmaz diyor… Latife Hanım yok mu?
ZÜBEYDE: Gitmiştir ailecağızını karşılamaya… Dönerlermiş Fransa’dan..
SALİH: Gördünüz mü? Şimdi gitmeye kalkarsanız, sanki onlardan kaçmış gibi olur.. Latife Hanım da çok üzülür..

(Zübeyde Hanım zorlukla bir sır tevdi ediyormuş gibi konuşur.)

ZÜBEYDE: Bak evlâtçığım, şimdi dinle beni.. Bu kızcağız iyidir, hoştur, fakat tutmamıştır gözüm bu işi.. Bu kızcağız da bilmez benim oğlumu sevmediğini. O sever Mustafa Kemal Paşa’yı. O sever Gazi Paşa’yı. O ister kurulsun Çankaya’da buyursun ona buna. İster olsun büyük hanımefendi.. Sevmez o benim Mustafa’mı. Evlatçığım sen beni tez elden götüresin Ankara’ya söyleyeyim Mustafa’ya “Bu iş olmaz”.

(Zübeyde Hanımın düşünceleri Salih’i şaşırtmıştır. Bir an ne diyeceğini kestiremez.. Kapı açılır Latife içeri girer. Sevinç içindedir. Salih ile Zübeyde’deki durgunluğu fark etmez. Salih’i selamlar, Zübeyde Hanımın elini öper.)

LATİFE: Ooo hoş gelmişsiniz Salih Bey. Siz nasılsınız bugün?
ZÜBEYDE: Hamdolsun… Aileniz geldi mi?

(Zübeyde Hanımın Rumeli ağzına alışmış olan Latife onun düzgün Türkçe’ye döndüğünü fark edince irkilir.)

LATİFE: Geldiler efendim.. İzin verirseniz arzı hürmet etmek istiyorlar.
ZÜBEYDE: İzin ne demek.. Ben evinizde misafirim. Lütfen buyursunlar, kendilerine teşekkür etmek isterim.

(Latife koşar adımlarla çıkar. Salih bir an tedirgin Zübeyde Hanıma bakar. Zübeyde Hanım bir gayretle yüzündeki yorgun ve hasta ifadeyi bir Hanım sultan ifadesiyle örtmeye çalışır. Latife, babası, annesi ve iki kız kardeşini odaya alır. Hepsi de Fransa’dan geldikleri belli olacak şekilde, son derece şık ve saygılıdır.)

(01 Aralık 2008)

Hakan Sonok

[email protected]