Mavi ile Kırmızının Filmi

Reklâm filmleriyle tanınan Bahadır Karataş, -tam bir sinema ustası edasıyla- çektiği ilk filmi “Usta” ile şu günlerde vizyonda seyirciyi yokluyor. Yönetimi, oyunculuğu, sesi, ışığı… her yönüyle seyirciye orijinal bir deneyim yaşatacak “Usta”nın yönetmeni Bahadır Karataş ile birlikte keyifli bir sohbete koyuluyoruz. Karataş, “Usta”nın ikinci ve üçüncü izleyişte yeni şeyler keşfedilecek bir film olduğunu söylüyor. “Filmi bir kez daha izlemek isterseniz mavi ile kırmızının filmi olarak izleyin, çünkü ben daha ilk andan itibaren dışı soğuk, içi sıcak bir film olsun istedim.” diyor. “Usta”, iki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle, tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi… Bir taraftan da derinlerinde bir yerlerde Deli Dumrul’un ruhunu saklayan eski bir Türk masalı…

“Bir kitap okudum ve hayatım değişti” sözü birçok insana çok romantik gelebilir… Gerçekten bir kitap her şeyi değiştirdi mi? Yoksa bu biraz dramatize edilmiş bir yorum mu?

Gerçekten de bir kitap okudum ve hayatım değişti. İnanması zor gelebilir. Ama bu olay çok keskin bir ayrım benim hayatımda… Ondan öncesinde sinemayla herkes kadar ilgiliydim aslında. Herkes kadar seviyordum. Film izliyordum. Sinemaya ilgisiz değildim ama bir meslek olarak, bir hayat tarzı olarak seçme cesareti, düşüncesi yoktu. O kitabı bitirdim ve kapağını kapattıktan sonra “Aaa ben de artık hayatta ne istediğini bilen bir insanım” diyerek kapattım. O kadar dramatik yani…

Adı neydi bu kitabın, nasıl bir kitaptı?

“Sinemanın Temel İlkeleri” isimli bir kitaptı. Sergey Ayzenştayn’ın çağdaşı Vsevold Pudovkin’in yazdığı, Nijat Özön’ün Türkçeye çevirdiği ve sanıyorum Türkiye’de sinema hakkında yayınlamış ilk kitaplardan birisi… Benim elime çok sonraları geçti tabii. Sararmış, incecik bir kitaptı. Hayatımı baştan aşağı değiştirdi. ODTÜ’yü bıraktım. Önce yurt dışında okumak istedim. Ama olanaksızlıklardan dolayı öyle bir şey olmayacağını gördüm. Yeniden sınavlara girdim. Eskişehir Sinema TV’ye gittim. Okul hayatım boyunca, film izledim, film okudum, film yedim, film içtim… Tam bir film kurduna dönüştüm. Okulu birincilikle kazanmıştım ve birincilikle bitirdim. Bu kısmını özellikle söylüyorum çünkü bu sayede bir burs kazandım. Burs, dünyanın herhangi bir üniversitesinde okuma hakkını veriyordu. Tabii bu benim için harika bir fırsattı. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin Sinema Sanatları Akedemisi’ne (U. S. C.) kabûl edildim. 3 senelik yüksek lisans çalışmasının ardından Hollanda’ya gittim.

Hollanda da ne yaptınız?

Hollanda’da sinema endüstrisinde çalışmadım. Bir senaryo üzerine çalıştım. Duvar boyadım, marangozluk yaptım falan… Sonunda senaryomu tamamladım ve Türkiye’ye döndüm.

Döndüğünüzde sizi ne bekliyordu?

Herkes yüzüme baktı ve “İyi, hoş geldin” dediler. (gülüyor) “Ama benim… senaryom var… film çekmek istiyorum…” dedim. “Öyle mi genç, sen şöyle geç bakalım, herkes gibi başla çalışmaya” dediler haklı olarak… Ben de kendimi reklâm filmlerinin içinde buldum. Bir yandan da senaryolar geliştirdim…

Aslında Türkiye’de birçok genç yönetmenin sinemaya geçmeden önce bir reklâm geçmişi oluyor… Yani reklâmlar sinemaya geçmek için bir basamak mı? Maddi tarafı su götürmez ama manevi olarak neler katıyor?

Bence keskin bir ayrım olmamalı. Her ikisinde de yönetmenlik yapıyorsun. Ben sadece sinema filmi yönetmeni olacağım, başka da bir şey yapmayacağım demek doğru bir şey değil bence. Yine oyuncularla, kamerayla, ışıkla çalışıyorsun. Reklâm filmleri de sinemanın dilinin, gücünün kullanıldığı bir alan. Tabii salt ticari kaygı var. Para kazanıyoruz. Bence küçümsememek lâzım… Ben yine reklâm filmleri çekmeye devam edeceğim. Bir taraftan da sinema yapmak için elimizden geleni yapmayı sürdüreceğiz. Bence bu işin en önemli kısmı senaryo… İnsanları inandıracağınız, heyecanlandıracağınız, birlikte yürümeye ikna edebileceğiniz bir senaryonuz olmalı.

Tıpkı “Usta”nın senaryosu gibi…

Evet evet… Ben senaryolar üzerine çalışırken Şehsuvar Aktaş’a teklif götürmüştüm. O da Deli Dumrul uyarlaması fikriyle geldi… Bunu günümüz Türkiye’sine nasıl uyarlarız, diye düşünmeye başladık. Önce yazdığı başka bir hikâyenin üzerine gittik. Uçak falan yoktu işin içinde. Sonra o olmadı, çok tatmin edici bir sonuç çıkmadı ve o yol kapandı. Bir süre sonra işe yeniden saldırdık. Bu kez işin içine uçaklar da girdi. Sonrasında Şehsuvar öyküyü yazdı. Senaryoyu Şehsuvar’la birlikte yazacaktık ama Şehşuvar işim var diye kaytardı. (gülüyor) Senaryo işi bana kaldı.

Eskişehir sizin hayalinize ilk adımı attığınız yer. Bu anlamda ilk uzun metraj filminizin Eskişehir’de olması bilinçli bir tercih mi yoksa güzel bir tesadüf mü?

İlk başta Eskişehir yoktu. Daha düşsel, bilinmeyen, Anadolu’nun ücra bir köşesi fikri vardı. Tabii Eskişehir olunca bütün atmosfer değişti. Ben çok da farkında olmadan hayatım değiştikçe, o da değişmeye başladı. Daha gerçekçi, daha hayattan, günümüz Türkiyesi’ne göndermeler yapan bir hale geldi.

Yazar Ayfer Tunç hangi aşamada devreye girdi?

Çekmeye başladığımızda Ayfer Tunç devreye girdi. Ayfer’le birlikte senaryoyu yeniden ele aldık. Filme gerçekten çok güzel hikâyeler kattı.

Filmin başında 5 dakika belki de daha uzun bir steadicam ile takip sahnesi var. Ve başka uzun ve kesintisiz plânlar…

Uzun ve kesintisiz plânlar Usta’nın en büyük tarz özelliği… Bunu ilginçlik olsun diye yapmadık. Zaten seyircinin çok da umursayacağı bir şey değil. Olmamalı da zaten. Bu şöyle bir denemeydi; hikâyeyi nasıl çekersek hayata daha yakın oluruz, diye düşündük.

Hayatın akışını kesmemek gibi yani…

Evet evet, hayatın akışını bölmemeye çalıştık. Seyirci de sanayi mahallesinde karakterlerle birlikte dolanmalıydı, o kadar serbest olmalıydı. Görüntüsüyle, sesiyle her şeyiyle seyirciye böyle bir deneyim yaşatabilir miyiz, dedik. Sanal bir gerçeklik yaratmak istedik aslında…

Görüntü yönetmeni Mirsad Herovic’i de anmalı… Gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. Tabii Emir Kustrica ile çalışmış, çok tecrübeli bir isim. Ama bu proje onu oldukça zorlamış. “Kamera her yeri görüyor, ışık koyacak yer bırakmadın bana” demiş size öyle mi?

Evet ilk sorusu “Ben bu işe nasıl ışık yapacağım” olmuştu. (gülüyor) Bu sayede çok orijinal çekimler yaptık. Mirsad çok yaratıcı bir adam… Projeyi ilk duyduğu andan itibaren çok heyecanlandı. “Emir Kustrica ile çalıştığımdan beri bu kadar heyecanlanmamıştım” dedi. Hâttâ hepimizden fazla heyecanlıydı. O adrenalini, vücudunda akan kanı hissediyordunuz.

Filmin dekoru Eskişehir sanki… Dekor olduğunu da inanmak zor…

Onun da doğal olmasına çaba gösterdik. Doğallığı bozmadan kullanmaya çalıştık. Dekor olan, hikâyenin geçtiği ev, ambar, bahçe… Öyle bir yer yoktu aslında… Bir tepe kiraladık ve orayı yeniden yarattık. Greyderlerle düzelttik, mısırlar, domatesler ektik… Başka bir dekorumuz da yoktu herhalde…

Filme yakıştırılan günümüzde geçen dönem filmi ibaresi gerçekten çok ilginç… Galiba insanlar artık bir şeylere karşı inançlarını iyice yitirdikleri için “Bu olsa olsa dönem filmidir” diye yaklaşıyor galiba…

Doğru, galiba biraz öyle… İnsanlar “atı alan Üsküdar’ı geçmiş ne gereği var böyle şeylerle uğraşmanın” diye düşünebiliyor. Doğan’ın buna verecek çok profesörce bir cevabı yok ama bilgece bir cevabı var. “Ben kendi uçağımı yapmak istiyorum”, diyor. Hatırlarsanız filmde öyle bir sahne var. “İşte şu parça Fransa’dan, şu parça Çin’den, şu Amerika’dan, şimdi kimin oluyor bu uçak” diye soruyorlar. “Benim uçağım değil hocam” diyor. Aslında Bu Türkiye’de yaşanan bir şey… Zaman zaman gazete haberlerinde duyuyoruz. Bundan sonra da eminim duyacağız. Mesela Erzurum’da uçak yapmak isteyen bir adam vardı. Ben oraya gidip onunla tanıştım. Hâttâ birkaç kere gittim tanışmak maiyetinde. Cengiz adında bir adamdı. Bahçesinde taslak bir uçağı var. Uçurmak için değil ama onu vücuda gelmiş görmek için yapmış. Onun da çok ilginç bir hikâyesi var ama filmde yok. Ruh halini anlamaya çalıştım. Samsun’da var yine böyle biri. Hâttâ ilginç bir haber vardı. Uçağına Trafik polisi ceza kesmişti… Uçak yapmak fantastik bir hikâye ama herkesin hayatında ulaşmak istediği bir hedef vardır.

Eskişehir heykelleriyle meşhurdur ama artık heykellerin başına gelen sansürlerle de meşhur olmaya başladı. Bu açıdan bakınca filmdeki heykel çok daha anlamlanıyor…

Eskişehir galasında, “heykeli belediye başkanı atmış” dendiğinde salon koptu. Biz çekimleri bitirdikten sonra biliyorsunuz seçimler oldu. Bir belediye başkanı da eğer seçilirse falanca heykeli kaldıracağını vaad etmiş, kazanamamış. Tabii bu onlar için çok taze olduğu için çok etkilendiler. Tabii sadece espri olsun diye konmadı. İçinden geçtiğimiz meselelere doğrudan gönderme yapan bir fikir.

Ahmet Saraçoğlu’nun performansını da es geçmemeli… Seyirciyi en çok güldüren isimlerden biriydi…

Ahmet Saraçoğlu çok özel bir insan, çok özel bir oyuncu… Benim Ahmet’le Usta filmine kadar temasım yoktu. İmamı kim oynar diye düşünürken karşımıza Ahmet çıktı. Çok kısa bir süre içinde rolüne hazırlandı ve bence harika bir portre çizdi. Hem bu kadar doğal olup hem de insanları bu kadar güldürebilmek hiç kolay değil.

İmam da farklı bir imam duruşu sergilediği için sürülüyor. Oysa tek suçu çocuklara spor yaptırmak…

Bu da gerçek… Hâttâ şöyle bir hikâyesi var; mahallenin imamı, o da teknik direktör. “Zaman zaman ‘Nasıl böyle bir şey yaparsın?’ diye soruyorlar bana” diyor. “Ben kötü bir şey yapmıyorum ki” diyor. “Çocukları mahalle köşelerinden, içkiden, sigaradan kurtarıyorum, burada spor yapıyorlar” diyor. En büyük şikayeti namaz saatleri ile maç saatlerinin çakışması. “Buna bir çözüm bulalım” diyor. Onu da filme koysak “kimse inanmaz” diyeceğimiz hikâyelerden ama o da gerçek.

Usta’yı basın gösteriminde, sinema yazarlarıyla birlikte seyrederken ne hissettiniz?

O ilk toplu gösterimdi ve benim için de ilk ve çok heyecan verici bir andı. Türkiye’nin sinema konusundaki en değerli beyinleriyle birlikte izlemek çok farklı bir duygu… Nasıl tepki verecekler diye merak ediyor insan. Kimse yanlış anlamasın, çoğu da gayet ciddi tipler. Merhaba demekten bile kaçınıyor, temasta bulunmuyorlar. Öyle olunca acaba burada olmasa mıydım, diye düşündüm. “Yok yok burada olman gerekiyor” dediler. Oturttular beni bir köşeye. (gülüyor)

Haklısınız galiba biraz öyle bir hava var…

Evet sanki öyle bir hava var. (gülüyor) Ama Ahmet’in, yani imamın minareye çıktığı anda artık tutamadılar kendilerini… O benim için unutulmaz bir andı. O defansı Ahmet geçti. Yani o karakter oraya sadece güldürücü olmak için konmadı ama çok özel bir kompozisyon çizdi. Çok ağırlıklı bir rol değildi ama göründüğü o kısacık zamanda çok iyi bir karakter çizdi. Ahmet’i en çok ezan okuma işi zorladı. Okuması gereken ikindi ezanıydı ve ikindi ezanı, ezanlar içinde en zor makamı olan ezandır.

Kendi sesiyle mi okudu ezanı?

Onun ilginç bir hikâyesi var. Biz Ahmet’e sadece okuyacağı kısmı değil bütün ezanı vermişiz. O da hepsine çalışmış. Çekim sırasında da sadece küçük bir bölümü okudu. Çok da güzel okudu fakat biz ezanı biraz daha uzun kullanmak istiyorduk. Bir sonraki sahneye uzaması gerekiyordu. Sonra iş dublaja geldi. Dublajda da yine çok başarılıydı ama incecik bir fark vardı. Yani sadece profesyonel birinin anlayabileceği bir şey… İçimize sinmedi. Ekibimiz hummalı bir çalışmaya girdi. Ahmet’in sesine benzeyen müezzin aramaya başladık. Nihayet İstanbul’da bulduk. Ben ayırt edemiyorum farkı ama Ahmet ediyor tabii. Seyircinin de ayırt edebileceğini sanmıyorum.

Annenin ölüm sahnesi filmin en etkileyici yerlerinden biri… Gerçekle düş arası çok naif… Kimin hayaliydi o? Annenin mi, Doğan’ın mı?

Aynı soruyu bana başkaları da sordu. Ben şöyle düşündüm. Hani onun bir hikâyesi var ya; “Herkesi atla kaçırdılar beni traktörle” diye… Hani bu belki de ölümünde güzel olabileceğiydi. O sahnenin güzelliği biraz da elle tutulamamasında… Yarı gerçek, yarı hayal olmasında… Düşselliğin bile gerçekmiş gibi, hayat akıyormuş gibi olmasında… Annenin hayali olarak düşününce insanın kafası daha da karışıyor. Ama Doğan Usta’nın hayali olarak düşündüğünüzde kafanızı karıştıran şeyler daha netleşebilir diye düşünüyorum. Ama bence o sahnenin güzelliği zaten tam olarak açıklanamamasında…

Doğan’ın annesinin ölümü filmde -gerçek hayatta olduğu gibi- çok keskin bir çizgi oluyor…

Ölüm tabiî ki hiçbir zaman iyi bir şey değil. İnsanlar mutlu ya da mutsuz olarak ölebilirler. Bu ikisinin arasında önemli bir ayrım var bence, çünkü bu sadece ölüm anıyla ilgili bir şey değil. İnsanın hayatıyla âlâkalı… Ona değer katan veya katmayan bir şey. Bizim Gülsüm’ün ölümü mutlu bir ölüm. Hâttâ tatlı neredeyse. Mutlulukla ölüme yürüdü gitti. Müşfik Kenter’in oynadığı Hilmi, -kocası- yıllar önce ölmüş. Tabi oraya gelmedi ama benim için o en klişe tabirle sonsuz aşkın sahnesiydi. Bununla birlikte çok özlediği, kavuşmak istediği, hep beklediği ve asla vazgeçmediği aşkına kavuşma sahnesi…

Doğan’ın üzerine giydiği kırmızı kazağın bir anlamı var mı? O göz alıcı kırmızı rengi fark etmemek imkânsız…. Sanki bir şey anlatmak ister gibi…

Öyle zaten. O kırmızı kazak, Doğan’ın üstüne giymek istediği, ulaşmak istediği aşkın ifadesi. Bu açıdan bakarsak, filmi kırmızının ve mavinin filmi olarak da izleyebilirsiniz. İki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle; tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi…

Doğan Usta’nın yanı sıra Emine de çok güçlü bir Anadolu kadını…

Tabi kadın açısından da bakmak lâzım… Uçak yapmak isteyen Doğan Usta olduğu için, biz Doğan Usta’nın penceresinden değerlendiriyoruz hikâyeyi. Ama Emine de çok güçlü bir karakter. Kolay kolay pes etmeyecek inatçı bir kadın. Yapmacık değil. Ne istediğini, bilen, bunu talep eden bir Anadolu kadını… Doğan’ın gözlerine baktığı zaman bir tane uçak değil kendini görmek istiyor. Bu da en doğal hakkı… Ama ikisi de birbirini göremeyince çok büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Zaten bu hikâyeyi uçak hikâyesi değil de aşk hikâyesi yapan da odur. Birbirlerini değil başka şeyleri görüyor olmaları. Aşk hikâyesi derken gördüğünüz zaten melodram değil farklı bir aşk filmi bunun da altını çizmek lazım.

Bu kadar farklı çekim teknikleri deneyen, daha ilk filminde göz alıcı titizlikte bir film çıkaran bir yönetmen; şöyle karanlık ve deneysel bir film çekse ne güzel olur diye düşünmeden edemedim açıkçası. Acaba daha farklı şeyler yapma fikri de var mı kafanızda?

Neden olmasın. Her film üslûbunu, rengini, atmosferini, karanlığını, aydınlığını, hikâyesinden alır. Ben hikâyeyi ve karakterleri çok önemsiyorum. Yani bir karakter bir şey yapmak ister ve biz onun hikâyesinin peşine düşeriz. Bu karanlık bir hikâyede aydınlık da olabilir. Usta’nın hikâyesi hem karanlık, hem aydınlık. Ben daha filmi tasarlarken kafamda dışı soğuk içi sıcak bir film olsun istemiştim. Deneysel bir şey de olabilir. Bir de artık insalar pek önemsemiyor olabilir ama bu hikâyenin dibinde bizim halk masallarımız var. Bir de Deli Dumrul masalı var. Her ne kadar hikâye çok çok ayrı yerlere varmış olsa da yine de filmi çekerken o iskelete sadık kalmaya çalıştım. Halk masalındaki o aydınlık, o bizdenlik hissi, o sıcaklık, filmde yer yer kendini belli ediyor. Bence bu Usta filminin enteresan bir özelliği…

(19 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk