Kategori arşivi: Yazılar

Mavi ile Kırmızının Filmi

Reklâm filmleriyle tanınan Bahadır Karataş, -tam bir sinema ustası edasıyla- çektiği ilk filmi “Usta” ile şu günlerde vizyonda seyirciyi yokluyor. Yönetimi, oyunculuğu, sesi, ışığı… her yönüyle seyirciye orijinal bir deneyim yaşatacak “Usta”nın yönetmeni Bahadır Karataş ile birlikte keyifli bir sohbete koyuluyoruz. Karataş, “Usta”nın ikinci ve üçüncü izleyişte yeni şeyler keşfedilecek bir film olduğunu söylüyor. “Filmi bir kez daha izlemek isterseniz mavi ile kırmızının filmi olarak izleyin, çünkü ben daha ilk andan itibaren dışı soğuk, içi sıcak bir film olsun istedim.” diyor. “Usta”, iki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle, tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi… Bir taraftan da derinlerinde bir yerlerde Deli Dumrul’un ruhunu saklayan eski bir Türk masalı…

“Bir kitap okudum ve hayatım değişti” sözü birçok insana çok romantik gelebilir… Gerçekten bir kitap her şeyi değiştirdi mi? Yoksa bu biraz dramatize edilmiş bir yorum mu?

Gerçekten de bir kitap okudum ve hayatım değişti. İnanması zor gelebilir. Ama bu olay çok keskin bir ayrım benim hayatımda… Ondan öncesinde sinemayla herkes kadar ilgiliydim aslında. Herkes kadar seviyordum. Film izliyordum. Sinemaya ilgisiz değildim ama bir meslek olarak, bir hayat tarzı olarak seçme cesareti, düşüncesi yoktu. O kitabı bitirdim ve kapağını kapattıktan sonra “Aaa ben de artık hayatta ne istediğini bilen bir insanım” diyerek kapattım. O kadar dramatik yani…

Adı neydi bu kitabın, nasıl bir kitaptı?

“Sinemanın Temel İlkeleri” isimli bir kitaptı. Sergey Ayzenştayn’ın çağdaşı Vsevold Pudovkin’in yazdığı, Nijat Özön’ün Türkçeye çevirdiği ve sanıyorum Türkiye’de sinema hakkında yayınlamış ilk kitaplardan birisi… Benim elime çok sonraları geçti tabii. Sararmış, incecik bir kitaptı. Hayatımı baştan aşağı değiştirdi. ODTÜ’yü bıraktım. Önce yurt dışında okumak istedim. Ama olanaksızlıklardan dolayı öyle bir şey olmayacağını gördüm. Yeniden sınavlara girdim. Eskişehir Sinema TV’ye gittim. Okul hayatım boyunca, film izledim, film okudum, film yedim, film içtim… Tam bir film kurduna dönüştüm. Okulu birincilikle kazanmıştım ve birincilikle bitirdim. Bu kısmını özellikle söylüyorum çünkü bu sayede bir burs kazandım. Burs, dünyanın herhangi bir üniversitesinde okuma hakkını veriyordu. Tabii bu benim için harika bir fırsattı. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin Sinema Sanatları Akedemisi’ne (U. S. C.) kabûl edildim. 3 senelik yüksek lisans çalışmasının ardından Hollanda’ya gittim.

Hollanda da ne yaptınız?

Hollanda’da sinema endüstrisinde çalışmadım. Bir senaryo üzerine çalıştım. Duvar boyadım, marangozluk yaptım falan… Sonunda senaryomu tamamladım ve Türkiye’ye döndüm.

Döndüğünüzde sizi ne bekliyordu?

Herkes yüzüme baktı ve “İyi, hoş geldin” dediler. (gülüyor) “Ama benim… senaryom var… film çekmek istiyorum…” dedim. “Öyle mi genç, sen şöyle geç bakalım, herkes gibi başla çalışmaya” dediler haklı olarak… Ben de kendimi reklâm filmlerinin içinde buldum. Bir yandan da senaryolar geliştirdim…

Aslında Türkiye’de birçok genç yönetmenin sinemaya geçmeden önce bir reklâm geçmişi oluyor… Yani reklâmlar sinemaya geçmek için bir basamak mı? Maddi tarafı su götürmez ama manevi olarak neler katıyor?

Bence keskin bir ayrım olmamalı. Her ikisinde de yönetmenlik yapıyorsun. Ben sadece sinema filmi yönetmeni olacağım, başka da bir şey yapmayacağım demek doğru bir şey değil bence. Yine oyuncularla, kamerayla, ışıkla çalışıyorsun. Reklâm filmleri de sinemanın dilinin, gücünün kullanıldığı bir alan. Tabii salt ticari kaygı var. Para kazanıyoruz. Bence küçümsememek lâzım… Ben yine reklâm filmleri çekmeye devam edeceğim. Bir taraftan da sinema yapmak için elimizden geleni yapmayı sürdüreceğiz. Bence bu işin en önemli kısmı senaryo… İnsanları inandıracağınız, heyecanlandıracağınız, birlikte yürümeye ikna edebileceğiniz bir senaryonuz olmalı.

Tıpkı “Usta”nın senaryosu gibi…

Evet evet… Ben senaryolar üzerine çalışırken Şehsuvar Aktaş’a teklif götürmüştüm. O da Deli Dumrul uyarlaması fikriyle geldi… Bunu günümüz Türkiye’sine nasıl uyarlarız, diye düşünmeye başladık. Önce yazdığı başka bir hikâyenin üzerine gittik. Uçak falan yoktu işin içinde. Sonra o olmadı, çok tatmin edici bir sonuç çıkmadı ve o yol kapandı. Bir süre sonra işe yeniden saldırdık. Bu kez işin içine uçaklar da girdi. Sonrasında Şehsuvar öyküyü yazdı. Senaryoyu Şehsuvar’la birlikte yazacaktık ama Şehşuvar işim var diye kaytardı. (gülüyor) Senaryo işi bana kaldı.

Eskişehir sizin hayalinize ilk adımı attığınız yer. Bu anlamda ilk uzun metraj filminizin Eskişehir’de olması bilinçli bir tercih mi yoksa güzel bir tesadüf mü?

İlk başta Eskişehir yoktu. Daha düşsel, bilinmeyen, Anadolu’nun ücra bir köşesi fikri vardı. Tabii Eskişehir olunca bütün atmosfer değişti. Ben çok da farkında olmadan hayatım değiştikçe, o da değişmeye başladı. Daha gerçekçi, daha hayattan, günümüz Türkiyesi’ne göndermeler yapan bir hale geldi.

Yazar Ayfer Tunç hangi aşamada devreye girdi?

Çekmeye başladığımızda Ayfer Tunç devreye girdi. Ayfer’le birlikte senaryoyu yeniden ele aldık. Filme gerçekten çok güzel hikâyeler kattı.

Filmin başında 5 dakika belki de daha uzun bir steadicam ile takip sahnesi var. Ve başka uzun ve kesintisiz plânlar…

Uzun ve kesintisiz plânlar Usta’nın en büyük tarz özelliği… Bunu ilginçlik olsun diye yapmadık. Zaten seyircinin çok da umursayacağı bir şey değil. Olmamalı da zaten. Bu şöyle bir denemeydi; hikâyeyi nasıl çekersek hayata daha yakın oluruz, diye düşündük.

Hayatın akışını kesmemek gibi yani…

Evet evet, hayatın akışını bölmemeye çalıştık. Seyirci de sanayi mahallesinde karakterlerle birlikte dolanmalıydı, o kadar serbest olmalıydı. Görüntüsüyle, sesiyle her şeyiyle seyirciye böyle bir deneyim yaşatabilir miyiz, dedik. Sanal bir gerçeklik yaratmak istedik aslında…

Görüntü yönetmeni Mirsad Herovic’i de anmalı… Gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. Tabii Emir Kustrica ile çalışmış, çok tecrübeli bir isim. Ama bu proje onu oldukça zorlamış. “Kamera her yeri görüyor, ışık koyacak yer bırakmadın bana” demiş size öyle mi?

Evet ilk sorusu “Ben bu işe nasıl ışık yapacağım” olmuştu. (gülüyor) Bu sayede çok orijinal çekimler yaptık. Mirsad çok yaratıcı bir adam… Projeyi ilk duyduğu andan itibaren çok heyecanlandı. “Emir Kustrica ile çalıştığımdan beri bu kadar heyecanlanmamıştım” dedi. Hâttâ hepimizden fazla heyecanlıydı. O adrenalini, vücudunda akan kanı hissediyordunuz.

Filmin dekoru Eskişehir sanki… Dekor olduğunu da inanmak zor…

Onun da doğal olmasına çaba gösterdik. Doğallığı bozmadan kullanmaya çalıştık. Dekor olan, hikâyenin geçtiği ev, ambar, bahçe… Öyle bir yer yoktu aslında… Bir tepe kiraladık ve orayı yeniden yarattık. Greyderlerle düzelttik, mısırlar, domatesler ektik… Başka bir dekorumuz da yoktu herhalde…

Filme yakıştırılan günümüzde geçen dönem filmi ibaresi gerçekten çok ilginç… Galiba insanlar artık bir şeylere karşı inançlarını iyice yitirdikleri için “Bu olsa olsa dönem filmidir” diye yaklaşıyor galiba…

Doğru, galiba biraz öyle… İnsanlar “atı alan Üsküdar’ı geçmiş ne gereği var böyle şeylerle uğraşmanın” diye düşünebiliyor. Doğan’ın buna verecek çok profesörce bir cevabı yok ama bilgece bir cevabı var. “Ben kendi uçağımı yapmak istiyorum”, diyor. Hatırlarsanız filmde öyle bir sahne var. “İşte şu parça Fransa’dan, şu parça Çin’den, şu Amerika’dan, şimdi kimin oluyor bu uçak” diye soruyorlar. “Benim uçağım değil hocam” diyor. Aslında Bu Türkiye’de yaşanan bir şey… Zaman zaman gazete haberlerinde duyuyoruz. Bundan sonra da eminim duyacağız. Mesela Erzurum’da uçak yapmak isteyen bir adam vardı. Ben oraya gidip onunla tanıştım. Hâttâ birkaç kere gittim tanışmak maiyetinde. Cengiz adında bir adamdı. Bahçesinde taslak bir uçağı var. Uçurmak için değil ama onu vücuda gelmiş görmek için yapmış. Onun da çok ilginç bir hikâyesi var ama filmde yok. Ruh halini anlamaya çalıştım. Samsun’da var yine böyle biri. Hâttâ ilginç bir haber vardı. Uçağına Trafik polisi ceza kesmişti… Uçak yapmak fantastik bir hikâye ama herkesin hayatında ulaşmak istediği bir hedef vardır.

Eskişehir heykelleriyle meşhurdur ama artık heykellerin başına gelen sansürlerle de meşhur olmaya başladı. Bu açıdan bakınca filmdeki heykel çok daha anlamlanıyor…

Eskişehir galasında, “heykeli belediye başkanı atmış” dendiğinde salon koptu. Biz çekimleri bitirdikten sonra biliyorsunuz seçimler oldu. Bir belediye başkanı da eğer seçilirse falanca heykeli kaldıracağını vaad etmiş, kazanamamış. Tabii bu onlar için çok taze olduğu için çok etkilendiler. Tabii sadece espri olsun diye konmadı. İçinden geçtiğimiz meselelere doğrudan gönderme yapan bir fikir.

Ahmet Saraçoğlu’nun performansını da es geçmemeli… Seyirciyi en çok güldüren isimlerden biriydi…

Ahmet Saraçoğlu çok özel bir insan, çok özel bir oyuncu… Benim Ahmet’le Usta filmine kadar temasım yoktu. İmamı kim oynar diye düşünürken karşımıza Ahmet çıktı. Çok kısa bir süre içinde rolüne hazırlandı ve bence harika bir portre çizdi. Hem bu kadar doğal olup hem de insanları bu kadar güldürebilmek hiç kolay değil.

İmam da farklı bir imam duruşu sergilediği için sürülüyor. Oysa tek suçu çocuklara spor yaptırmak…

Bu da gerçek… Hâttâ şöyle bir hikâyesi var; mahallenin imamı, o da teknik direktör. “Zaman zaman ‘Nasıl böyle bir şey yaparsın?’ diye soruyorlar bana” diyor. “Ben kötü bir şey yapmıyorum ki” diyor. “Çocukları mahalle köşelerinden, içkiden, sigaradan kurtarıyorum, burada spor yapıyorlar” diyor. En büyük şikayeti namaz saatleri ile maç saatlerinin çakışması. “Buna bir çözüm bulalım” diyor. Onu da filme koysak “kimse inanmaz” diyeceğimiz hikâyelerden ama o da gerçek.

Usta’yı basın gösteriminde, sinema yazarlarıyla birlikte seyrederken ne hissettiniz?

O ilk toplu gösterimdi ve benim için de ilk ve çok heyecan verici bir andı. Türkiye’nin sinema konusundaki en değerli beyinleriyle birlikte izlemek çok farklı bir duygu… Nasıl tepki verecekler diye merak ediyor insan. Kimse yanlış anlamasın, çoğu da gayet ciddi tipler. Merhaba demekten bile kaçınıyor, temasta bulunmuyorlar. Öyle olunca acaba burada olmasa mıydım, diye düşündüm. “Yok yok burada olman gerekiyor” dediler. Oturttular beni bir köşeye. (gülüyor)

Haklısınız galiba biraz öyle bir hava var…

Evet sanki öyle bir hava var. (gülüyor) Ama Ahmet’in, yani imamın minareye çıktığı anda artık tutamadılar kendilerini… O benim için unutulmaz bir andı. O defansı Ahmet geçti. Yani o karakter oraya sadece güldürücü olmak için konmadı ama çok özel bir kompozisyon çizdi. Çok ağırlıklı bir rol değildi ama göründüğü o kısacık zamanda çok iyi bir karakter çizdi. Ahmet’i en çok ezan okuma işi zorladı. Okuması gereken ikindi ezanıydı ve ikindi ezanı, ezanlar içinde en zor makamı olan ezandır.

Kendi sesiyle mi okudu ezanı?

Onun ilginç bir hikâyesi var. Biz Ahmet’e sadece okuyacağı kısmı değil bütün ezanı vermişiz. O da hepsine çalışmış. Çekim sırasında da sadece küçük bir bölümü okudu. Çok da güzel okudu fakat biz ezanı biraz daha uzun kullanmak istiyorduk. Bir sonraki sahneye uzaması gerekiyordu. Sonra iş dublaja geldi. Dublajda da yine çok başarılıydı ama incecik bir fark vardı. Yani sadece profesyonel birinin anlayabileceği bir şey… İçimize sinmedi. Ekibimiz hummalı bir çalışmaya girdi. Ahmet’in sesine benzeyen müezzin aramaya başladık. Nihayet İstanbul’da bulduk. Ben ayırt edemiyorum farkı ama Ahmet ediyor tabii. Seyircinin de ayırt edebileceğini sanmıyorum.

Annenin ölüm sahnesi filmin en etkileyici yerlerinden biri… Gerçekle düş arası çok naif… Kimin hayaliydi o? Annenin mi, Doğan’ın mı?

Aynı soruyu bana başkaları da sordu. Ben şöyle düşündüm. Hani onun bir hikâyesi var ya; “Herkesi atla kaçırdılar beni traktörle” diye… Hani bu belki de ölümünde güzel olabileceğiydi. O sahnenin güzelliği biraz da elle tutulamamasında… Yarı gerçek, yarı hayal olmasında… Düşselliğin bile gerçekmiş gibi, hayat akıyormuş gibi olmasında… Annenin hayali olarak düşününce insanın kafası daha da karışıyor. Ama Doğan Usta’nın hayali olarak düşündüğünüzde kafanızı karıştıran şeyler daha netleşebilir diye düşünüyorum. Ama bence o sahnenin güzelliği zaten tam olarak açıklanamamasında…

Doğan’ın annesinin ölümü filmde -gerçek hayatta olduğu gibi- çok keskin bir çizgi oluyor…

Ölüm tabiî ki hiçbir zaman iyi bir şey değil. İnsanlar mutlu ya da mutsuz olarak ölebilirler. Bu ikisinin arasında önemli bir ayrım var bence, çünkü bu sadece ölüm anıyla ilgili bir şey değil. İnsanın hayatıyla âlâkalı… Ona değer katan veya katmayan bir şey. Bizim Gülsüm’ün ölümü mutlu bir ölüm. Hâttâ tatlı neredeyse. Mutlulukla ölüme yürüdü gitti. Müşfik Kenter’in oynadığı Hilmi, -kocası- yıllar önce ölmüş. Tabi oraya gelmedi ama benim için o en klişe tabirle sonsuz aşkın sahnesiydi. Bununla birlikte çok özlediği, kavuşmak istediği, hep beklediği ve asla vazgeçmediği aşkına kavuşma sahnesi…

Doğan’ın üzerine giydiği kırmızı kazağın bir anlamı var mı? O göz alıcı kırmızı rengi fark etmemek imkânsız…. Sanki bir şey anlatmak ister gibi…

Öyle zaten. O kırmızı kazak, Doğan’ın üstüne giymek istediği, ulaşmak istediği aşkın ifadesi. Bu açıdan bakarsak, filmi kırmızının ve mavinin filmi olarak da izleyebilirsiniz. İki rengin, soğuk ve korku veren bir maviyle; tutkulu ve sıcak kırmızının çarpışması, birbirine dolanması, sevişmesi, birleşmesi…

Doğan Usta’nın yanı sıra Emine de çok güçlü bir Anadolu kadını…

Tabi kadın açısından da bakmak lâzım… Uçak yapmak isteyen Doğan Usta olduğu için, biz Doğan Usta’nın penceresinden değerlendiriyoruz hikâyeyi. Ama Emine de çok güçlü bir karakter. Kolay kolay pes etmeyecek inatçı bir kadın. Yapmacık değil. Ne istediğini, bilen, bunu talep eden bir Anadolu kadını… Doğan’ın gözlerine baktığı zaman bir tane uçak değil kendini görmek istiyor. Bu da en doğal hakkı… Ama ikisi de birbirini göremeyince çok büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Zaten bu hikâyeyi uçak hikâyesi değil de aşk hikâyesi yapan da odur. Birbirlerini değil başka şeyleri görüyor olmaları. Aşk hikâyesi derken gördüğünüz zaten melodram değil farklı bir aşk filmi bunun da altını çizmek lazım.

Bu kadar farklı çekim teknikleri deneyen, daha ilk filminde göz alıcı titizlikte bir film çıkaran bir yönetmen; şöyle karanlık ve deneysel bir film çekse ne güzel olur diye düşünmeden edemedim açıkçası. Acaba daha farklı şeyler yapma fikri de var mı kafanızda?

Neden olmasın. Her film üslûbunu, rengini, atmosferini, karanlığını, aydınlığını, hikâyesinden alır. Ben hikâyeyi ve karakterleri çok önemsiyorum. Yani bir karakter bir şey yapmak ister ve biz onun hikâyesinin peşine düşeriz. Bu karanlık bir hikâyede aydınlık da olabilir. Usta’nın hikâyesi hem karanlık, hem aydınlık. Ben daha filmi tasarlarken kafamda dışı soğuk içi sıcak bir film olsun istemiştim. Deneysel bir şey de olabilir. Bir de artık insalar pek önemsemiyor olabilir ama bu hikâyenin dibinde bizim halk masallarımız var. Bir de Deli Dumrul masalı var. Her ne kadar hikâye çok çok ayrı yerlere varmış olsa da yine de filmi çekerken o iskelete sadık kalmaya çalıştım. Halk masalındaki o aydınlık, o bizdenlik hissi, o sıcaklık, filmde yer yer kendini belli ediyor. Bence bu Usta filminin enteresan bir özelliği…

(19 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk

“Öykülü” Filmler

Sinema, sırası geldiğinde hep edebiyat ile karşılaştırılır. Uzun metraj filmler, romana, kısa metrajlar ise öyküye denk getirilir. Soruna bir olayın anlatılması açısından bakılınca, karşılaştırma haklı görülebilir. Biri sözel bir anlatımsa diğeri görsel bir anlatımdır. Bir süre sessiz kalan sinema, o günlerde görsel anlatımını geliştirmişti. Sesin eklenmesi, görsel anlatıma destek verirken, bazı ellerde görselliği geriye de itmiştir. Ama artık ne edebiyat, ne sinema salt bir anlatım gayesi taşımamaktadırlar, kendilerine tarzları içinde başka (değişik) boyutlar arama deneyimleri içindedirler. Bu arada anlatım özellikleri bakımından da birbirlerinden etkilenmişlerdir. Ben, sinemayı yapısal bakımdan edebiyat dalları içinde daha çok şiire yakın bulurum, aslında sinema açısından karşılaştırılacak bir sanat aranıyorsa bunun müzik olması daha doğrudur.

İmdi, romana yakın görülen uzun metraj filmler genellikle, 80 – 120 dakikalık bir süreyi içerirler. Doğal ki bu verilen süreler sinemanın tecimselliğinin artması ile ortaya çıkmış bir pazarlama problemidir ve hiç zaman, kimseyi bağlayıcı değildir.

*****

Sinemaya gittiğimizde, gün olur, başlayıp bizi sürükleyecek bir roman/film seyretmeyi umarken bir öykü(ler)/film seyredebiliriz. Bu tarz filmler çeşitli özellikler gösterebilirler, ülkemizde de sinemamız böyle filmler üretmiş, perdelerimize öykü-lü filmler yansımıştır.

Birbirinden bağımsız öykülerden oluşan filmlere şöyle bir baktığımızda, 1961 yılında Münir Hayri Egeli’nin Kolsuz Bebek filmi ile karşılaşıyoruz. Üç öykülü bu filmde Egeli biri, Kemalettin Tuğcu’nun, diğer biri kendi öyküsünden hareketle farklı öyküler anlatıyor. Tuğcu’nun öyküsü Talihsiz Fatoş, ikinci öykü Üç Küçük Afacan, Egeli’nin öyküsü ise Öğretmen Kalbi. Yeşilçam’ın klâsik melodram anlayışı ile yapılan bu üç kısa film birbiri peşine eklenerek, öykülerden oluşan bir film oluşturuyor.

Bir yıl sonra öykülerden oluşan filmi yaparken Nuri Akıncı, kısa filmlerin sayısını “beş”e çıkarıyor. Beş Hikâye (1962) ismini verdiği film, birbirinden bağımsız öyküler anlatırken daha farklı bir yol izliyor. Egeli’nin filmleri dayandığı öykülerin yerelliği yanında, öyküleri anlatırken de yerellikten ayrılmamaktadır. Akıncı ise öyküleri farklı coğrafyalarda anlatıyor. Öykülerden biri İspanya’da geçer; bir İspanyol kasabasında yaşanan bir üçlü aşk, bir kocayı aldatma öyküsüdür. Akıncı’nın kısa filmleri arasında bir western öyküsü de vardır.

Dostluklar Yaşadıkça (1963) Semih Evin’in öykülü filmini oluşturur. İntikam isimli ilk öykü “bir idam mahkûmunun öyküsü” (*) olarak yabancı bir öykü uyarlamasıdır; Kasa Hırsızı ise tövbekâr bir kasa hırsızının aşık olduğu kızın küçük kardeşini kilitli kaldığı kasadan çıkarmak için tövbesini bozmak zorunda kalmasını anlatır; Şoför öyküsü ise “arkadaşının bir kazada ölmesine neden olan bir şoförle, iğfal edilen kız kardeşinin” (*) hikâyesini anlatır.

Ülkü Erakalın üç kadının cezaevi ortamındaki yaşamlarını birbirinden bağımsız öykülerle anlatır: Kadınlar Koğuşu (1978). 1969 yapımı İki Günahsız Kız ise bu filmlerden bazı özellikleri ile ayrılır, önce üç öykülü düşünülen film sonuçta iki öykü ile seyirci karşısına çıkar. Bundan başka diğer filmlerin öyküleri aynı yönetmenlerce çekilerken bu filmde öyküleri farklı yönetmenler çekerler. Yılın Kadını Değil öyküsünü Metin Erksan çeker. “Bir kadının, yetişmekte olan kızını korumak için, birlikte oturduğu dostunu bıçaklaması”dır anlatılan. İki Günahsız Kız adındaki öyküyü ise Nevzat Pesen yönetir. Düşünülen fakat çekilemeyen üçüncü filmi ise Nazmi Özer yönetecekti, fakat bu öykü çekilmemiştir.

Bir öyküsü çekilemeyen bir başka film de On Kadın’dır. (1987) Adından da anlaşılacağı gibi “on öykülü” bir film olması gerekir. Fakat bir öyküsü çekilemez ve adı “on kadın” olmasına rağmen film dokuz (9) öykü içermektedir. Bu filmin öyküleri de tamamen Şerif Gören tarafından çekilmiştir. Bir diğer ortak nokta da, hepsi farklı ortamlarda ve farklı karakterdeki kadınları anlatan filmde, filme adına veren kadın kahramanların aynı oyuncu (Türkan Şoray) tarafından oynanmasıdır. Filmi oluşturan dokuz öykü şu başlıkları taşıyor: 1) Gelin: Sofrayı Hazırla, 2) Gazeteci: Evlilik Cüzdanınız Lütfen, 3) Çingene: Ben Çalmadım, 4) Deniz: Yeşil Güzeldir, 5) Anne Kız: Çok Süpersin Anne, 6) Fahişe: Biz Fahişeyiz ya Siz, 7) İkramiye: Anne Sevgisi Ne Güzel Şey, 8 ) Feminist: Erkek Kokusu Sinmiş, 9) Köylü: Ben İkinize de Yeterim (*)

2006’da çekilmiş olduğu halde henüz gösterime çıkmamış Murat Derman’ın Gölgeler filmi de öykülü filmlerin en sonuncularından; yedi öyküden oluşan filmin bu sezon gösterime çıkması bekleniyor.

Sinema Vakfı, 1995 yılın “On yönetmen iki film” diye hazırladığı projede “sevgi” ve “hoşgörü” üzerine beşer ayrı öyküden oluşan iki film gerçekleşir. Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey adını taşıyan ilk film Buluşma (Ömer Kavur), Monte Kristo (İrfan Tözüm), Çünkü Onu Seviyorum (Yusuf Kurçenli), Ay Hikâyeleri (Erden Kıral) ve Hep Aynı (Zeki Ökten) öykülerinden oluşur. Yerçekimli Aşklar adını taşıyan ikinci film ise, Şövalye, Pamuk Prenses ve Hain (Orhan Oğuz), Gül ve Adem (Barış Pirhasan), Ona Sevdiğimi Söyle (Memduh Ün), Kazandibi Tavukgöğsü (Atıf Yılmaz) öyküleri ile tamamlanır. Farklı yönetmenlerin bu şekilde ortak çalışması bir daha gerçekleşmez ama Tülay Eratalay’ın gerçekleştirdiği benzer bir çalışma ile üçer öyküden oluşan iki öykülü film gerçekleştirilir. Eratalay edebiyatımızdan 13 öyküyü filme çeker. Bu öykülerden altı tanesini üçer üçer bir araya getirerek iki ayrı film oluşturur. (1995) Düş, Gerçek Bir de Sinema adını taşıyan ilk film Bahçeli Lokanta (Reşat Nuri Güntekin – Düş), Ev Ona Yakıştı (Memduh Şevket Esendal – Gerçek), Sinema Düşleri (Muzaffer Buyrukçu – Sinema) öykülerinden oluşurken Özlem, Düne… Bugüne… Yarına adlı ikinci film, Bir Yer Göstericinin Hayatı (Hulki Aktunç), Arabacı (Kemal Tahir), Bıldırcınlar (Zeyyat Selimoğlu) filmlerinden oluşur. Eratalay’ın ayrı ayrı öykülerden oluşturduğu bu iki filmde de, doğrudan sinema ile ilgili iki öykünün bulunması (“Sinema Düşleri” ve “Bir Yer Göstericinin Hayatı”) ilginçtir.

Anlat İstanbul (2005), yukarıda sayılan öykülü filmlerden tamamen farklı bir öykülü film olarak karşımıza çıkar. Bu filmde öyküler birbirinden ayrı ele alınmamış, birbirinin içine girmiştir, yine biri biter diğeri başlar ama sonra buluşacakları bir ortak final olacaktır. Dünya masallarından alınmış örnekler İstanbul’a taşınır, insanlarımıza uydurulur, beş ayrı masal, beş ayrı yönetmen eli ile ortak noktaya doğru ilerler, Yönetmen ekibinin başını senaryoyu da yazan Ümit Ünal çeker, diğerleri ise Kudret Sabancı, Ömür Atay, Selim Demirdelen ve Yücel Yolcu’dur. Öykülerdeki (masallardaki) kişiler, masalların o zamansız kişilerini günümüz Türkiye’sinde (2005) yeniden yaşarken, fonda masalların atmosferini yakalamak da mümkün olur.

Yine böyle birbirinin içine giren iki film, ele aldığımız konu içinde değişik örnekler oluşturur. 1985 yapımı Bu İkiliye Dikkat (Şahin Gök) “o günlerin” popüler iki oyuncusu Banu Alkan ve Serpil Çakmaklı’yı bir araya getiren bir film olarak ‘afişlerde’ dikkat çekiyordu. Bir tatil köyünde geçen film, tamamen farklı ortamlardan gelen iki kadının aynı tatil köyünde yaşadıklarını anlatırken, anlatım birbirine paralel anlatılır, yani öyküler yukarıda örneğini verdiğimiz filmlerdeki gibi birinin bitmesi diğerinin başlaması şeklinde gelişmez; fakat bu birbirine paralel anlatılan öykülerin kahramanları birbirleri ile ilişkiye girmezler, filmde sadece bir sahnede aynı görüntü içinde görülür ve yan yana geçip -her hangi bir ilişkiye girmeden- giderler. Afişlerde isimleri yan yana yazılan popüler yıldızlar, filmde yan yana değillerdir, sadece aynı “tatil köyündedirler”. Bir sahnede yan yana geçmeleri, seyircinin beklediği karşılaşmanın -olmasa da olurdu- bir sahnede geçiştirilmesi tamamen, popülist bir yaklaşım olarak, sinemamızda kendi başına “ilginç” bir örnektir.

Bu İkiliye Dikkat ile benzerlik gösteren, fakat değişik bir örnek de Yedi Kişi Ölecek (1972) filmidir. Afiş, jenerik ve kaynaklarda Tancan Akın’ın yönettiği belirtilen film bir (pardon iki) polisiye öyküdür. Öncelikle Tancan Akın adı takma bir ad, sinemamızda oyunculuk, yönetmenlik yapmış Kayahan Arıkan’ın kullandığı ad-lardan biri. (Bir başka filmde de Tanzer Akın adını kullanacaktır) Yedi Kişi Ölecek birbirine paralel iki öykü anlatır, olaylar (kahramanlar) hiçbir zaman birbiri ile karşılaşmaz. Okan Demir’in bir kiralık katili oynadığı öykülerden birinde, görüntü tam ve keskin “siyah/beyaz”dır. İkinci öykü ise iz peşindeki bir polisin (Yaşar Güçlü) serüvenidir, görüntüler birincinin tam tersine “gri”nin tonlarını taşır. Akın (Arıkan) bunu bilinçli mi yapmıştır, yoksa -ayrı ayrı çekilen öykülerin?!- çekimlerde kullanılan filmden veya kameradan mı kaynaklanmaktadır, bilinmez. Her iki öykünün de, yani filmin de görüntü yönetmeni Selahattin Hiçdurmaz’dır.

Bu İkiliye Dikkat ve Yedi Kişi Ölecek, benzer anlatım tarzları içinde çok tipik iki örnek. Fakat benzer şekilde paralel gelişen öykülerin anlatıldığı tek örnekler değil, benzer biçimde birbirinden ayrı gelişen -aralarında da oyuncuları ile kimi bağlantılar da olan- daha başka filmlerimizde var.

Sinemamızın ilginç olmakla birlikte -pek- dikkat çekmeyen filmlerinden Kelebekler Çift Uçar’da (1964 – Tarık Dursun Kakınç) paralel bir aşk öyküsü anlatır, farklı kesimlerdeki insanların ilişkilerindeki farklılıklar ele alınır. Fakat yukarıdaki filmin aksine, farklı kesimlerden de gelseler, aynı şehirde yaşayan kahramanların yolları -kent trafiği içinde- zaman zaman kesişir. Hatta farklı öykülerdeki erkek kahramanı aynı oyuncu (Ahmet Mekin) oynar. Benzer olmasına rağmen bu filmi -ben- öykülü filmler arasında saymak istemiyorum ama bir zemin / mekân birlikteliğini içermesi nedeni ile bu grup içine ayrıcalıklı bir örnek olarak konulabilir. Yılmaz Güney’in Umut (1970) filmi içinde -sanki iki ayrı öykü anlatıyor- “eleştirisi” yapılmıştı. Kentte (Adana) geçen ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği izlerini taşıyan ilk bölüm ile “hazine aramada” geçen kırsal mekânlı ikinci bölümün farklılık gösterdiği -anlatılanın gereği gösteriyordu da- ileri sürülmüştü. (Umut’u öykülü filmlere sokmak mümkün değil.)

Filmlerin böyle farklı öyküler anlatıyormuş gibi görünmeleri bir anlatım tarzıdır, son yıllarda bu konuda yabancı filmlerin içinde çok ilginç örneklerini görmekteyiz. Anlat İstanbul, kendi özellikleri içinde sinemamızda buna bir örnek olarak duruyor ama bitirirken tekrar söylemek isterim ki, “öykülü film” dediğim birbirinden tamamen bağımsız -kısa- filmleri içeren sinema filmleridir.

(*) Bilgiler Agâh Özgüç’ün “Türk Filmleri Sözlüğü” Cilt 1 ve 2’den alınmıştır.

(17 Mayıs 2009)

Orhan Ünser

NOKTA’lar ve USTA’lar

Alfred Hitchcock, The Rope (1948) filmini “tek plân” olarak çeker(mi?). Filmin başında olayın geçtiği daire dışardan gösterilir ve bir kişi (Hitchcock) binanın önünden geçer. Daire içinde başlayan asıl filmde iki arkadaş, sırf merak yüzünden öldürdükleri arkadaşlarını bir sandığa kapatarak, sandık üzerinde bir parti verirler. O günlerde sinema tekniğine göre kameraya belli bir uzunlukta (sürede) boş film takılabilirdi ve bu sizin çekim sürenizi kısıtlıyordu. Hitchcock, tek plânda çekmek istediği filmini, hiç şüphesiz önce senaryo düzeyinde çözümledi. (Bu 1) Sonra bunu realize ederek kamera ile saptadı ama değindiğimiz gibi belli bir süre çekim yapabilecekti.

Tek plândan oluşan bir film yapmak istediğiniz zaman, senaryoyu da buna uygun olarak yazarsanız, çekim sonralarını objektifi tamamen dolduran bir görüntü denk getirerek, burada kameradaki filminizi yenileyerek, kaldığınız yerden devam etme olanağınız olacaktır ve Hitchcock bunu başarı ile yaparak, kesintisizlik hissini seyirciye veriyor, aslında 7-8 (doğru rakamı vermek için filmi tekrar görmem gerek) çekim yapıyor. Seyircide oluşturulan bu kesintisizlik duygusu, düşünülenin gerçekleşmesini doğrularken, yapılanın mantığı gereği, olay “tek bir mekânda” geçecektir ve olayın süresi ile filmin süresi eşit olacaktır (81 dakika / yoksa 80+1 mi?) Böyle bir filmin görüntü yönetmenlerini anmadan geçmemek gerek. Bunlar Joseph Valentine ve William V. Skall.

Derviş Zaim’in Nokta’sının da böyle bir tutku ile “tek plânlık” bir film olarak çekildiğini öğrendiğimden beri merakımı çekti. Günümüzde gelişen teknoloji ile Hitchcock’u kısıtlayan çekim süresi de artık söz konusu değildir. Tek plânın cazibesi ile yola çıkılırken, bulunan yazı yazma yöntemi ilgi çekici bir çıkış noktası:

(1) Sorun yukarıda da belirtildiği gibi, öncelikle senaryo aşamasında gerçekleştirilmeyi gerektiriyor. Zaim’in filminde bunu söylemek biraz güç. Giriş bölümü taa Moğol istilâsı günlerine gidiyor ve tuza yazılan “Af’allahü anh – Allah affetsin” yazısının, yazılış sürecinde öyküyü başlatıyor. Eğer bu yazının yazıldığı yer = tuz ise, o günlerde de orası öyle tuz mu idi? (Bu 2) Bu şekilde bir sorgulamaya girmeden, film bazında olayı alırsak, yazının nun harfinin nokta-sı konulmadığından yarım kalması ile üzerinden geçen zaman içinde yazının akıbetini atlayarak günümüze geliyoruz. O günlerden bu günlere geçişte, “tuz”dan başarılı bir zaman atlaması ile geldiğimiz günümüzde, öykü birbirinin içine girmiş sekanslarla kah “gökyüzü”ne yapılan çevrinmeler, az sayıda da olsa yine “tuz”da yapılan çevrinmelerle ile birbirine bağlanan, öykünün farklı zamanlarda geçen bölümleri ile anlatılıyor. Böylece, öykü kesintisiz(miş) gibi anlatılıyor ama, gerçekte kesintisizliği yok, araya -başlangıçtaki çok uzun tarihi süreci göz önünde bulundurmasakda- öykünün farklı duraklamaları, “tuz”un içinde farklı durakları (mekânları) var. (Bu 3)

(2) Bir hattat olarak kahramanımız, eline kalemi kâğıdı alıyor ve yazmaya başlıyor ve çizdiği çizgiye “elif” der isek çevrinme ile kadraj dışında kalıp, sekans kesilmeden tekrar görüntüye girince, kadrajdan çıkmadan önce çizdiği çizginin bulunmadığı bir yazıyı, bitirmiş olarak, eğitim almaya geldiği hocasına gösteriyor. (O çizgiyi “elif”i hiç çizmese idi.)

Tüm bu noktalara rağmen Nokta sinemamızda önemli bir örnek olmaya devam ediyor. Lars von Trier, Dogville filminde normal mekânlarda anlatılabilecek bir öyküyü tüm mekânlarından soyutlayıp, bir platform üzerinde, anlatmıştı. Filmi seyredince ilk aklıma gelen şey, bu soyutlanmadan yapılsa idi film nasıl olurdu? Eğer iyi yönetilmiş ise film o şekli ile de dikkat çekebilirdi, ama hiçbir zaman Dogville kadar ilginç olamazdı. Aynı şey Nokta için aklıma geliyor, Zaim öyküsünü farklı ama geçebilecekleri mekânlarda anlatsa idi, oralarda çekim tekliği ilkesine bağlı kalabilirdi. O şekilde bile filminde kullandığı, tuz / gökyüzü bağlantılarına benzer, fakat daha farklı ve her birinde değişebilen bağlantılar kullanabilirdi. Film nasıl olurdu? (Yapılmadan bir şey söyleyemeyeceğim.)

Film yapmak, görsel bir anlatıma ulaşmaktır, öykünün açılımları “sözler” ile açıklansa da, görüntü hem olayın anlatımında, hem de -görsel özelliği ile- açıklanmasında ve seyircileri ikna edebildiği hallerde, film “artı-lara” doğru yol alır. Nokta olayın bölümlerini anlatırken sabit veya hareketli kamera ile yapılan çekimlerinde görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz belli bir başarıyı yakalamış. Çekimin kesintisizliği oyuncuları yönlendirme (yönetmen) ve oynama (oyuncular) bakımından da, başarı ile çözümlenmiş. Senaryodan kaynaklanan aksaklıklar, çekim biçiminin ilginçliği ile görmezden gelinebilir. Tüm bunlardan sonra, diyebiliriz ki Nokta sinemamızda yıllar sonra da adı anılacak filmlerden olacaktır.

Devrim Arabaları (Tolga Örnek), mühendis ve usta-ların filmi idi, yapılacak iş ısmarlama idi ve belirli bir süre de bitirilmesi gerekiyordu, Usta’mızın ise zorlayanı yok -kendisinden başka (bir de arkadaşının oğlu-?) önünde işin yetiştirilmesi gerekli bir süre de yok ama o evinin dışına kurduğu, sanayiideki ekmek parası dükkânından hariç atölyesinde, gece yarıları karısını yatakta yalnız bırakarak ve tek başına uçak’ını yapmaya çalışıyor. İlk deneme başarısız olacaktır, karısı evi terk edecektir, dükkân ve atölyesinde çalışmaya devam edecek, elinde olmayan bir pervaneyi arayacaktır. Bir an gelir, umutlar cazibesini yitirir ve her şey terk edilir, hatta imha edilir. Beklenilmeyen bir anda umutlar tekrar yeşerecek ve bu kez, her bitirilince ulaşılmak istenilen hedefe bir basamak kalınca, artık adım atılmak istenilmeyecektir. Son bir destek (karısı uçağa biner) ve Usta’mız artık uçacaktır ve (unutmayacağım final) film Usta-mızın Uçağ-ı havada iken biter.

Devrim Arabaları’nda Usta-lar birden fazla idi, Usta’da ise bir tane. Bir uçak yapma veya yapılan uçağı uçurabilme sürecini anlatan -bu arada yaşamın diğer gelişmelerini, insan ilişkilerini de anlatan- filmin asıl ilginç olan tarafı anlatılanın bir “mekân” içinde anlatılıyor olması. Bu mekân usta’nın atelyesi, dükkânı, evi, Eskişehir sokakları. Oyuncular (öykünün kahramanları) ön plâna çıkarılmadan, çoğunlukla toplu sahnelerde, bulundukları mekânın dolayısı ile yaşamın içinde anlatılıyor, anlatılanlar. Kadraj içinde birden fazla oyuncu, bir gerçekliğin içinde hareket ediyorlar, fazla kamera hareketi yok, var olduğu zamanda hiçbir gereksiz hareket yapmadan ve teknik canbazlıklara kaçmadan yapıyor.

(17 Mayıs 2009)

Orhan Ünser

Soru İşaretleri ?????

Adana Altın Koza Film Festivali ilgili endişelerimi ve sinemanın geleceği açısından yaratacağı kaosu dilimin döndüğünde anlatmaya çalıştım.

Ne yazık ki, soru işaretlerimize festival yöneticilerinden en ufak bir cevap gelmedi. Seçilen 12 filmden 10 filmin İstanbul Film Festivali’nde yarışmış olması ve dışarıda 19 filmin kalması büyük bir tesadüfte olabilir, yarışan filmleri asla zan altında bırakmak istemiyorum. Ama bu ön jüri kimlerden oluşmaktadır, festival komitesi bunu acil açıklamalıdır. Yoksa bu konu ile ilgili girişimlerimi daha üst muhataplara ulaşmaya çalışarak yapacağım. Kapalı kapılar arkasında Türk sinemasının tezgâhlanmasını asla görmezden gelemeyiz.

Ve bu tezgâhçıları deşifre etmektende kaçınmayız. Adana Büyük Şehir Belediyesi’nin festivaldeki kurmayları da susarak bu suça ortak oluyorlar.

Ön jürinin kimlerden oluştuğu, bu filmleri kimlerin seçtiğini gizlemeyin. Çıkın ön jüri şu sebeplerden dolayı şu filmi almış, şu filmi de şu gerekçeden dolayı elemiştir, sizden beklenen budur.

Gerekçeli kararları ile ilgili açıklama yapılmalıdır.

Aksi takdirde Adana Film Festivali gerek sektör içinde, gerekse yurt çapında prestij kaybedecektir. Sinemacıların zor kazanımlarından olan festivallerimiz lobilerin eline bırakılmamalıdır. Çok ciddi rakamlar olan nemalı ödüller adil şartlarda dağıtılmalı.

Filmlere tek tek takılmak istemiyorum, ancak bir film var ki değinmeden edemeyeceğim, üretici arkadaşlara saygısızlık yapmak istemem, ama 2008 Amsterdam Belgesel Film Festivali’nde, belgesel film olarak yarışan İki Dil Bir Bavul adlı film hangi gerekçe ile uzun metraj yarışmasına alınmıştır?

Belgesel olarak üretilen bir film nasıl bir anda kategori değiştirmiştir?

Bunlar cevap bulması gereken sorular. Sektörde sekiz yıl örgüt yöneticiliği yapmış biri olarak aslında ben bunun cevaplarını çok iyi biliyorum. Elemenin nasıl olduğuna dair duyumlarımda var, ancak duyumlara değil, her zaman işin başındaki insanların yapacağı açıklamalara itibar etmek durumundayız.

(16 Mayıs 2009)

Bülent Pelit

Gizemlerle Kuşatılmış Vatikan’da

Melekler ve Şeytanlar (Angels & Demons)
Yönetmen: Ron Howard
Roman: Dan Brown
Senaryo: David Koepp-Akiva Goldsman
Müzik: Hans Zimmer
Görüntü: Salvatore Totino
Oyuncular: Tom Hanks (Robert Langdon), Ewan McGregor (Camerlengo Patrick McKenna), Ayelet Zurer (Vittoria Vetra), Stellan Skarsgård (Richter), Pierfrancesco Favino (Olivetti), Nikolaj Lie Kaas (Katil), Armin Mueller-Stahl (Kardinal Strauss)
Yapım: Columbia-Imagine (2009)

Yönetmen Ron Howard ve yazar Dan Brown, ‘Da Vinci Şifresi’nden sonra ‘Melekler ve Şeytanlar’da yine beraberler ve yine Vatikan’a cephe alıyorlar. Howard’ın bu filmi kanlı, sert ve gerilim yüklü.

Yönetmen Ron Howard’la yazar Dan Brown, bu yeni işbirlikleri “Angels & Demons-Melekler ve Şeytanlar”da Vatikan’ı bir hayli kızdırıyorlar. Üstü kapalı da olsa Papa II. Jean Paul’ün zehirlenerek öldüğünü söylüyor bu film. Hikâye, İsviçre’deki CERN deneyiyle açılıyor. CERN, evrenin oluşumundaki “big bang/büyük patlama”yı araştıran bir deney. Bir profesör öldürülüyor ve “Illuminati” adındaki bir örgüt önce CERN’den çok tehlikeli bir maddeyi kaçırıyor, ardından da Vatikan’dan dört kardinali rehin alıyor. “Illuminati”, Vatikan’ın yüzyıllar önce bilim insanlarına karşı işlediği korkunç suçlardan intikam almak için kardinalleri kaçırmış. CERN’den çaldıkları maddeyi de Vatikan’ı yeryüzünden silmek kullanmak istiyorlar. “Illuminati”, 1776 yılında Almanya’da kurulmuş gizli bir örgüt. “Aydınlanmış Olanlar” anlamına geliyor. “Illuminati”nin amacı cehaletle, baskıcılıkla ve kilisenin dogmalarıyla mücadele etmekmiş. Ölen papanın yerine yeni papayı seçmek için kardinaller Vatikan’da toplanıyorlar. Her şey içinden çıkılmaz bir kaosa dönüşünce Vatikan polisi Harvardlı simgebilimci profesör Robert Langdon’a başvuruyor. Araştırmaları için Vatikan’dan cevap bekleyen Langdon, Roma ve Vatikan’da bir dedektif gibi olayların içine düşüyor. Ambigramlar, üzerine de bir uzman olan Langdon, ambigram grafikleri yorumlayarak kardinal cinayetlerinin hangi kiliselerde işleneceğini anlıyor ama polisler vakaları önlemeye hep geç kalıyorlar. Langdon’ın yanında bir İtalyan bilim insanı Vittoria Vetra da var. Elbette İsviçreli polisler de. Tabii ki hikâye düz bir çizgide akıp gitmiyor. Hikâyenin öbür tarafında da İskoç Camerlengo Patrick McKenna var. Camerlengo, papanın yetkilerini geçici olarak üstlenen kardinal ya da rahip. Ölen papa, Camerlengo Patrick’i zamanında evlâtlık olarak almış ve yetiştirmiş. Bu filmde tüm bir final bölümü gerçekten çarpıcı ve nefes kesici. “Melekler ve Şeytanlar”ın gerilim yüklü kanlı bir polisiye olduğunu belirtmeli. Film, kendi yavaş yavaş açıyor ve az da olsa sürprizli bitiyor. Filmde Katoliklik üzerine de vurucu eleştiriler var. Bu filmin alt metnini de anlamak gerekecek. Bu film (ve roman), Katolikliği katı kuralları olan, ritüellere dayalı bir muhafazakâr mezhep olduğunu söylüyor. Bu mezhep, gizemlerle ve sırlarla örülü. Elbette bu bir Amerikan filmi ve Amerika’nın da Protestan mezhebinden olduğunu unutmayın. “Melekler ve Şeytanlar” romanının da iyi kurgulandığı ve özellikle final bölümünün heyecan verici olduğu söyleniyor.

Filmin senaristlerinden biri olan David Koepp, 1999 yapımı “Stir of Echoes-Gaipten Sesler” ve 2004 yapımı “Secret Window-Gizli Pencere” filmlerini yönetmişti. Onu senarist olarak birçok adı duyulmuş filmden hatırlayabilirsiniz. Koepp, “Jurassic Park”, “Carlito’s Way-Carlito’nun Yolu” gibi filmlerde ortak senarist olarak çalıştı. David Fincher’ın 2002 yapımı “Panic Room-Panik Odası”na, Sam Raimi’nin 2002 yapımı “Spider Man-Örümcek Adam”ına, Steven Spielberg’ün 2008 yapımı “Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull-Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı”na senaryolar da yazdı. Filmin diğer senaristi Akiva Goldsman, Bruce Beresford’un 1994 yapımı “Silent Fall-Sessiz Düşüş”üne, Joel Schumacher’in 1996 yapımı “A Time to Kill-Öldürme Zamanı”na, yine Schumacher’in 1997 yapımı “Batman ve Robin”ine, Ron Howard’ın 2001 yapımı “A Beautiful Mind-Akıl Oyunları”na senaryolar yazdı. 1964’te Brooklyn’de doğan İtalyan kökenli kameraman Salvatore Totino da, Ron Howard’ın 2006 yapımı “The Da Vinci Code-Da Vinci Şifresi”yle 2008 yapımı “Frost/Nixon”da da görüntü yönetmeniydi. Filmdeki iç mekanların ışık düzenlemeleri de etkileyici. 1954’te Oklahoma’da doğan yönetmen Ron Howard, yönetmenliğinin yanında yapımcılık, oyunculuk ve senaristlik de yaptı. Yönetmenin 1992 yapımı “Far and Away-Uzak Ufuklar”, 1995 yapımı “Apollo 13”, 1999 yapımı “Ed TV”, 2005 yapımı “Cinderella Man” filmlerini de hatırlamalı.

(15 Mayıs 2009)

Ali Erden

Adana Altın Koza Film Festivali

Kültür Bakanlığı’nın son yıllarda Türk filmlerinin yapımlarına yaptığı destekler ve artan seyirci sayısı üretimde ciddi artış sağlanmasına sebep oldu.

Birçok yeni genç sinemacının da, ilk filmleri çekmesi sektöre canlılık getirdi.

Tabi ki yapılan her iş takdir görmesini ister, bununla birlikte bu iltifatın alınacağı birinci yerler festivallerdir.

Türkiye de dört temel festival var, Antalya, Adana, İstanbul, Ankara.

Her biri kendi içlerinde farklı dinamikleri olan organizasyonlar.

Türk sineması artık dört değil altı ulusal festivali üretimiyle desteleyecek kıvama gelmiştir. Aslında bu çok sevindirici bir durum.

Ancak ne var ki kazın ayağı öyle durmuyor. Adana Altın Koza Film Festivali ön jürisinin elemesiyle finale kalan oniki filmden onu, iki ay önce İstanbul Film Festivali’nde, hatta o on filmin içinden üçü de bir yıl önceki Antalya Film Festivali’nde boy göstermiş filmler. Yani Adana’da ilk defa halkla buluşacak bir yada iki film var. Hadi eskiden üretim yoktu bu filmler turnike yapıyordu, onu anlıyorduk ama 31 film ön elemeden geçmiş ve 19 film yarışma dışı kalmış.

İşte yine biz yaptık oldu mantıklı bir iş daha. Bu ön jüri kimlerden oluşur, İstanbul Film Festivali’ne katılan filmlerle birebir uyuşması sanki bütün festivallere filmi seçen tek bir el varmış kanaati uyandırıyor bende. Ama nedense bu ön jürinin ismi ortada yok. Ben burada diğer üreticilere haksızlık yapıldığını düşünüyorum ve o insanların kendilerini vitrine çıkaracak platformlardan uzaklaştırmaya çalışılıyor gibi geliyor. Birileri Türk sinemasının genleriyle oynuyor ve bunu yaparken de kendilerini mümkün olduğu kadar deşifre etmemeye çalışıyorlar. Kendi yarattıkları prenslerin yada prenseslerin üretimleri aksamasın diye ciddi de ödülü olan bu festivallerde çeşitli lobiler kurulmaktadır. Hep aynı isimler boy göstermekte, ödülleri birer birer paylaşmakta, bakanlığın da desteklerinde ödül alan filmlerin geri dönüşümünü iptal ettiği de düşünülürse ciddi fırsat eşitsizliği yaratılmaktadır. Bu oluşumlarda da festivali yapan şehirler kullanılmaktadır.

Adana’ya seçilen filmlerin çoğu sinematek filmleri gibi, yani orada özel bir film haftası yapılsa seçilecek filmler ve halkla asla kucaklaşmayacak, onlara festival heyecanı yaşatmayacak üretimler. Elbette bunlarda sinemamız için çok önemli üretimler, belki hepsi birer baş yapıt ama Yılmaz Güney gibi bir sinemacıyı çıkarmış ilde, oranın dinamikleri hesaplanarak filmler seçilmelidir. Yoksa festival festival dolaşan, hatta televizyonda oynamış, DVD.si çıkmış filmleri yeni bir üretimmiş gibi ancak festivaldeki o filmi izlemek zorunda olan seçici kurullara izletirsiniz. Lütfen gözünüzü bu kadar karartmayın, bu ülkede başka sinema üretimi yapan ve yapmak isteyenler olduğunu düşünün, insanların yolunu kesmeyin.

Sonra bunun vebalini hiçbir vicdan ödeyemez.

(14 Mayıs 2009)

Bülent PELİT

15 Mayıs 2009 Haftası

“Hannah Montana: The Movie”, 6-14 yaş aralığında kız hayranlara sahip çift kimlikli kahramanın köklerine dönüp olgunlaşmaya başlamasının öyküsü: Biz büyüklerin görsel – işitsel kazancı ise, müzik, şarkılar ve dans gösterileri ile yönetmenden kaynaklandığı belli, sessiz sinemaya saygı duruşu niteliğinde komedi sekansları.

“Koralin ve Gizli Dünya”, sinema dünyasının belki de en zor işi olan ‘stop-motion’ tekniği ile çekilmiş ilk 3 Boyutlu yapım. Bu ‘el işi göz nuru’ film, küçük bir kızın cesaret öyküsü ve oldukça karanlık, tekinsiz, çekici. Hem çağın insanının sevgiyi ve yaşamı nasıl ıskaladığı ile ilgili, hem de mekânlar – karakterler – olaylar itibariyle çağın dışındaymışçasına fantastik. Sinemayı sevdiğine dair atıp tutan herkesin izlemesi şart!

“Melekler ve Şeytanlar”, piyasa romanı yazmakta maharetli Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi”nden sonra ikinci kez, okuyucuyu / seyirciyi, ağırbaşlı din ile sabırsız bilimin çatışır gibi göründüğü entrika ile karşılaştırdığı serüven. Bu kez saatler ve dakikalarla yarışılıyor fakat ilkine göre çok daha az gizemli, gelişim çizgisi itibariyle de kolay tahmin edilebilir, yani bayat. Film üst düzey olsa da eser zayıf maalesef ve yapılacak bir şey yok; zevk vermiyor!

(13 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ustalar “Altın Palmiye”yi İstiyor

13 – 24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen 62. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde “Palme d’Or / Altın Palmiye” için ustaların filmleri yarışıyor. İngiliz usta Ken Loach, Avusturyalı usta Michael Haneke, İspanyol usta Pedro Almodovar, Danimarkalı usta Lars von Trier, Tayvanlı usta Ang Lee, Fransız usta Alain Resnais ve Amerikalı usta Quentin Tarantino bu yıl yarışmanın gözdeleri arasında. Ünlü Fransız oyuncu Isabelle Huppert’in jüri başkanlığını yaptığı festivalde ünlü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan da jüride yer alıyor.

Quentin Tarantino bu yıl İkinci Dünya Savaşı’nı anlattığı “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi” filmiyle Cannes’da. Ken Loach bu yıl eski futbolcu Eric Cantona’nın yaşamını beyazperdeye aktardığı “Looking for Eric” (Eric’e Bakmak) filmiyle yarışıyor. Lars von Trier bir ormanda geçen korku filmi “Antichrist”le festivalin iddialı isimleri arasında. Von Trier’in bu son filminde sadece Charlotte Gainsbourg ve Willem Dafoe oynuyor. Avusturyalı Michael Haneke de siyah-beyaz “Das Weisse Band” (Beyaz Kurdele) filmiyle yarışıyor. Festivalin diğer bir iddialı adı da yine İspanyol sinemasının büyük ustası Pedro Almodovar “Los Abrazos Rotos” (Kırık Kucaklar) filmiyle katılıyor. Almadovar, dört tehlikeli aşkı kara film tarzında beyazperdeye yansıtıyor. Senaryosunu da Almadovar’ın yazdığı bu filmde elbette Penelope Cruz başrolde. İtalyan sinemasındansa yönetmen Marco Bellocchio “Vincere” (Kazanma) filmiyle yer alıyor. Bellocchio, Mussoli’nin gayrimeşru çocuğunun hikâyesini taşımış beyazperdeye. Filmin başrolünde de Türkiye’de tanınan İtalyan sinemasının ünlü kadın oyuncularından Giovanna Mezzogiorno var. Cannes Film Festivali’ne bu yıl Asya’dan da altı film geldi. Hong Konglu usta Johnnie To’nun Fransız rockçı Jonny Hallyday’le Hong Kong’da çektiği kara film “Vengeance” (İntikam), “Altın Palmiye” için yarışacak. Johnnie To, Venedik Film Festivali’nin kutsadığı bir usta. Çinli Lou Ye’nin ülkesinde yasaklanan aşk filmi olan “Chun feng chen zui de ye wan/Spring Fever” (Bahar Ateşi) yarışmada. Lou Ye, bu filmini Çin yönetiminden izin almadan festivale getirdi. Lou Ye’nin filmleri genelde çok tartışmalı oluyor ve yoğun cinsellik de içerebiliyor. Yönetmenin “Suzhou he” (Suzhou Nehri) hâlâ yasaklı. Çinli yönetmenin “Yihe Yuan” (Yaz Sarayı) filmi de yasaklandı. Güney Koreli Park Chan-wook “Bak-Jwi” (Susuzluk) filmiyle yarışmalı bölümde. İntikam takıntılı bir yönetmen olan Park Chan-wook bu korku filminde vampirler, papazlar, ölümcül FIV virüsü, tutku ve suç var. Tayvanlı usta Tsai Ming-Liang’ın “Visages” (Yüz) filminde Mathieu Amalric, Jeanne Moreau, Fanny Ardant, Jean-Pierre Leaud ve Nathalie Baye gibi Fransız sinemasının usta oyuncuları var. Hollywood’da çalışan Tayvanlı yönetmen Ang Lee “Taking Woodstock”la (Woodstock Telâşı) katılıyor. Bu Woodstock Festivali üzerine bir film. Yarışmalı bölümde Alain Resnais de var “Les Herbes Folles” (Yaban Otları) filmiyle. Filmin başrolünde de Resnais’nin vazgeçemediği Sabine Azema var. “Sur Mes Levres” (Dudaklarımı Oku) ve “De Battre Mon Coeur s’est Arrête” (Kalbim Bir An Durdu) filmleriyle bilinen Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın “Altın Palmiye” için yarışan “Un Prophete” (Bir Peygamber) filminde altı yıl hapis yatan, okuma-yazma bilmeyen Arap Malik El Djebena’nın hikâyesi anlatılıyor. “Une Aventure” (Risk) ve “Quand J’etais Chanteur” (Şantör) filmleriyle tanınan Fransız yönetmen Xavier Giannoli, “A l’Origine” (Başlangıçta) filmiyle yarışmada. Filmde Gerard Depardieu ve François Cluzet var. Arjantinli büyük yönetmenlerden Fernando E. Solanas’ın asistanlığını yapmış Gaspar Noe, “Soudain le Vide” (Ansızın Boşluk) filmiyle yarışıyor. Noe’nin bu filminde Tokyo’da yaşayan iki kardeş, Oscar ve Linda’nın trajik hikâyesi yansıyor perdeye. Yönetmen Noe, “Irreversible” (Dönüş Yok) gerilim filmiyle tanınıyor. Barcelona’da doğan Isabel Coixet “Map of the Sounds of Tokyo” (Tokyo Seslerinin Haritası) festivalde yarışmalı bölümde. Yönetmen Coixet, “Elegy” (Aşkın Peşinde), “Invisibles” (Görünmezler), “The Secret Life of Words” (Kelimelerin Gizli Dünyası), “My Life Without Me”yle (Bensiz Hayatım) akla geliyor. Yeni Zelandalı yönetmen Jane Campion da “Bright Star” (Parlak Yıldız) filmiyle yarışıyor. Film, şair John Keats’in ömrünün son üç yılını anlatıyor. İngiliz Andrea Arnold’ın “Fish Tank” (Akvaryum) filmi de yarışmalı bölümde. Yönetmen Arnold, 2006’da Cannes Film Festivali’nde “Red Road” (Kırmızı Yol) filmiyle “Jüri Özel Ödülü” kazanmıştı. Filmde, sevgiyi getirdiğini söyleyen bir adamı ve aileyi anlatıyor. Bu filme, benzersiz çağdaş bir masal deniliyor. Filipinli yönetmen Brillante Mendoza’nın “Kinatay” (Yürütme) filminde Manila’da sendikada çalışan bir gencin doğru yoldan çıkışı perdeye yansıyor, elbette aşk için. İsrailli yönetmen Elia Suleiman’ın “The Time that Remains” (Geriye Kalan Zaman) filmi de “Altın Palmiye”yi istiyor. Film, İsrail’in kuruluşundan, 1948’den günümüze hikâyesini anlatıyor.

“Altın Palmiye” için yarışacak filmler:

  • “Les Herbes Folles” (Alain Resnais, Fransa-İtalya 2009)
  • “Un Prophete” (Jacques Audiard, Fransa-2009)
  • “A l’Origine” (Xavier Giannoli, Fransa 2009)
  • “Soudain le Vide” (Gaspar Noe, Fransa 2009)
  • “Inglourious Basterds” (Quentin Tarantino, ABD-Almanya 2009)
  • “Looking for Eric” (Ken Loach, İngiltere-Fransa-İtalya-Belçika 2009)
  • “Antichrist” (Lars von Trier, Danimarka-Almanya-Fransa-İsveç-Polonya 2009)
  • “Das Weisse Band” (Michael Haneke, Avusturya-Fransa-Almanya 2009)
  • “Los Abrazos Rotos” (Pedro Almodovar, İspanya 2009)
  • “Map of the Sounds of Tokyo” (Isabel Coixet, İspanya 2009)
  • “Vincere” (Marco Bellocchio, İtalya-Fransa 2009)
  • “Bright Star” (Jane Campion, Avustralya-İngiltere-Fransa-ABD 2009)
  • “Fish Tank” (Andrea Arnold, İngiltere-Hollanda 2009)
  • “Vengeance” (Johnnie To, Hong Kong-Fransa 2009)
  • “Spring Fever” (Lou Ye, Hong Kong 2009)
  • “Kinatay” (Brillante Mendoza, Filipinler 2009)
  • “Bak-Jwi” (Park Chan-wook, Güney Kore 2009)
  • “Taking Woodstock” (Ang Lee, ABD 2009)
  • ”Visages” (Tsai Ming-Liang, Tayvan-Fransa-Belçika 2009)
  • “The Time that Remains” (Elia Suleiman, İsrail 2009)
  • (10 Mayıs 2009)

    Ali Erden

    Harvey Milk’in Mücadelesi

    Milk
    Yönetmen: Gus Van Sant
    Senaryo: Dustin Lance Black
    Müzik: Danny Elfman
    Kurgu: Elliot Graham
    Görüntü: Harris Savides
    Oyuncular: Sean Penn (Harvey Milk), Emile Hirsch (Cleve), Josh Brolin (Dan White), Diego Luna (Jack), James Franco (Scott), Alison Pill (Anne Kronenberg)
    Yapım: Focus (2008)

    San Fransisko’nun belediye meclisine seçilen Amerika’nın ilk eşcinsel politikacısı Harvey Milk’in hayatının son sekiz yılını anlatan “Milk” filmi, özgün senaryo ve erkek oyuncu dallarında iki de Oscar kazanmıştı.

    Gus Van Sant, 1978’de öldürülen Amerika’nın ilk eşcinsel belediye meclis üyesi Harvey Milk’in hayatının son sekiz yılını anlattığı “Milk”, ABD’deki eşcinsel hareketinin de tarihi gibi. San Fransisko’nun göçmenlerin yoğun oturduğu Castro mahallesinde yeni sevgilisi Scott’la fotoğraf stüdyosu açan Harvey Milk, eşcinsellere devletin ırkçı ve şiddet yüklü saldırılarının ardından San Fransisko’nın belediye meclisine seçilebilmek için adaylığını koyuyor. Uzun bir mücadelenin ardından belediye meclisine giren Harvey Milk, yalnızca meclis üyeliğiyle yetinmiyor, eşcinsel hareketleri de başlatıyor. ABD’nin tüm eyaletlerinde eşcinsellere yönelik halk oylamaları yapılıyor. Eşcinseller, Harvey Milk’in öncülüğünde birçok önemli hakka sahip oluyorlar.

    1952’de Louisville-Kentucky’de doğan yönetmen Gus Van Sant, 2003’te Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye”yle beraber “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandığı “Elephant-Fil”deki gibi eşcinsel dünyaya giriyor “Milk”le. “Fil”de, 1999 yılında Columbine Lisesi’nde iki eşcinsel öğrencinin katliamını sorgulayıcı bir sinema diliyle anlatmıştı Gus Van Sant. “Milk”teyse devletin ve toplumun eşcinsellere karşı ırkçılığıyla şiddetini anlatıyor. Belki de bu filmin en zor yanı, karakterlerle özdeşleşmeye alışmış seyirciyi zorlayacak olması. Bir yanda eşcinseller, öte yandaysa ırkçılar var. Ortada kahramanlar yok. Hepsi gerçek insan. Filmin hikâyesi de gerçek. Gus Van Sant, filminin ön jeneriğinde siyah-beyaz belgesel görüntüler kullanmış. Burada polis, eşcinsellerin takıldığı mekânları basıyor ve insanları tutukluyor. Yönetmen, filminin derinliğinde de yer yer belgesel görüntülerden yararlanıyor. Gus Van Sant, Amerika’da 1960’lı ve 70’li yıllarda film yapmış “yeni sol” sinemacıların ruhunu da yer yer “Milk” filminde hissettiriyor.

    Mahallenin adı Castro

    Film, San Fransisko’da 1978 yılında açılıyor. Suikast tehdidi alan Harvey Milk, teybe hayatının son yıllarını anlatıyor. Ardından film, 1970 yılına, New York’a gidiyor. Sigorta işinde çalışan Harvey Milk, doğum gününde merdivenlerde karşılaştığı Scott’ı evine davet ediyor bir öpücüğün ardından. Sonra da aralarında büyük bir aşk başlıyor. San Fransisko’ya taşınan bu iki eşcinsel sevgili, kendilerine İrlandalı göçmenlerin yaşadığı Castro mahallesinde fotoğrafçı dükkânı açıyorlar. Bu dükkân bir zaman sonra eşcinsellerin sığınağına dönüşüyor. Daha da sonra eşcinsel hareketin kâbesi oluyor bu dükkân. Eşcinsellere saldırılar çoğalmaya başlayınca, Harvey Milk politikaya giriyor. Uzun bir mücadelenin ardından San Fransisko’nun belediye meclisine seçiliyor. Ardından Harvey Milk, eşcinsel haklar için yasa teklifleri veriyor ve halk oylamasıyla bazı yasalar hem halk hem de devlet nezninde onaylanmış oluyor. Harvey Milk’in mücadelesi olmasaydı Gus Van Sant eşcinseller üzerine bir filmi bugün Amerika’da yapamayabilirdi. Belediye meclis üyeliğni kazanan Harvey Milk’in belediye meclisinde de muhalifleri var. İdari denetmen Dan White bunun en başında geliyor. Dan White, Harvey Milk’in de trajedisini hazırlıyor sonra. Sinema dili olarak yaratıcı ve bilgi verici olan “Milk” filmi, yer yer yarı belgesel tat da bırakıyor insanda. Kalabalık eylem sahneleri de gerçekten inandırıcı ve seyirciyi o atmosferin içine alabiliyor. 81. Akademi’de sekiz dalda Oscar’a aday olan “Milk”, Sean Penn’e “En İyi Erkek Oyuncu”, senaristi Dustin Lance Black’e “En İyi Özgün Senaryo” dallarında ödül getirdi. Sean Penn, sinemanın muhalif oyuncu ve yönetmenlerinden. “Milk”te de büyük oyunculuğunu gösteriyor. Harvey Milk üzerine 1984 yılında yönetmen Rob Epstein, “The Times of Harvey Milk-Harvey Milk Zamanları” adında bir belgesel yapmıştı ve bu yapıt “En İyi Belgesel” dalında Oscar kazanmıştı. Gus Van Sant’ın “Milk”i, sinematografik anlatımıyla çağdaş klâsik sinemanın başyapıtlarından olabilir.

    (10 Mayıs 2009)

    Ali Erden

    Gani Rüzgar Şavata Röportajı

    “Güneşi görmeyenler askeri sorguladı.
    Hangi pencereden bakarsan bak güneşi görürsün,
    Ancak baktığın pencereye göre ışıklar başka türlü yansır. Güneşi görmesen de…
    Zulüm eden asker, mazlum halk…
    Askeri kendi halkından ayıran üzerindeki üniforma mı?
    O zaman asayiş kimden sorulur?
    Vazife eziyet, işkence, zulüm ve soykırım ise askeri de birbirinden ayırmak gerekmez mi?
    Eğer bu tanımladığımız askerler robot değilse kukla düzenin, emperyalizmin, siyonizm ve faşizmin ve yandaşlarına piyon olmuşsa kendi kimliğini arayan insanlara yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi bile tanımıyorsa işte bu Saddamın Askerleridir.
    Zulüm yapanlar ya da insanlık dışı işkenceler, diğer adı soykırım.
    Aşk ve acı arasındaki ince çizgiyi çarpıcı görüntülerle ve diyaloglarla anlatan bir film…
    Gerçek!
    Tek gerçek olmayan adının film olması…
    Mahmut Alınak ve Bavuz Şavata kalemlerinin ucuyla gerçek kesitlerle yola çıktılar. Ben de objektifimle penceremde gerçekleri gördüm ve solan güneşi seyrettim.”

    Tartışmalı film Saddam’ın Askerleri’nin yönetmeni Gani Rüzgar Şavata’ya sorularımızı yöneltiyoruz…

    Gani Bey, bu filmin gerek çekim öncesinde, gerek çekim aşamasında ve gerekse çekim sonrasında pek çok sıkıntı yaşadığınızı biliyoruz… Her şeye rağmen film nihayet vizyonda… Peki bu sıkıntılar nihayete erdi mi?

    Biz filmimizde gerçekleri anlattık. Gerçekleri söyleyen herkesde olduğu gibi biz de karalama kampanyalarından, engellemelerden, sansürlerden nasibimizi aldık. İlk olarak at krizi patlak verdi. Bununla da ilgili bir sürü haber çıktı. Asla böyle bir olay yok. At zaten benim atım. Türk sinemasında atları olan tek sinemacıyım ayrıca… Bırakın atı, ben karıncayı bile incitemem. Bu at, filmde konu gereği katlediliyor. Biz de atı veteriner kontrolünde bayılttık. Sahne çekilirken atın altını keçeyle besledik, semer giydirdik. Ayrıca filmde at ile birlikte bir oyuncu da sürükleniyor. Onunsa altında sadece bir pijama vardı. Zaten dikkatle bakarsanız atın gövdesinin, boynunun yüksekte olduğunu görürüsünüz. Doğan Haber Ajansı, IHA Haber Ajansı atı yerinde görüntüledi. Köy halkı ve muhtar, çekimler sırasında ata hiçbir şekilde zarar verilmediğini açıkladı. Birkaç sene önce kuş gribi yüzünden kümes hayvanları ile beraber güvercinleri bile katlettiler. Her gün yüzlerce kedi köpek katlediliyor. Kimse bunları görmüyor. Kendine kasap diyen cellâtlar, atları kesip soframıza kadar getiriyorlar. İşin işine sanat, sanatçı girince işler değişiyor. Bu şekilde reklâmlarını yapıyorlar… Belki siz reklâmın iyisi kötüsü olmaz, bu şekilde sizin de reklâmınız oldu diyeceksiniz ama ben böyle bir reklâmı asla ama asla tercih etmezdim.

    At olayı çözüme ulaştıktan sonra bu kez filmdeki şiddet sahneleri tartışılmaya başlandı…

    Ben bu filmde şiddet göremiyorum. Mezbahada hayvan keser gibi insanları kesiyorlar; bunları da televizyon gösteriyor; çoluk çocuk izliyor. Buradaki işkence göze çarpmıyor. Bizimkisi ise film, insanlar para verip gidiyorlar. Biz bu filmi Antalya Film Festivali’ne gönderdiğimizde, Atilla Dorsay öncülüğündeki jüri, filmdeki şiddet sahnelerinden dolayı filmi yarışmaya almadıklarını söyledi. Atilla Dorsay da bir TV kanalına yaptığı konuşmada; “Film festivaline (gerçek) şiddet ve işkence sahneleri olduğundan dolayı almadık” sözünü yineledi. Bizim filmimizde anlattığımız olaylar sadece Irak’ta yaşanmadı… Filistin’de, Afganistan’da, dünyanın birçok yerinde yaşandı… Türkiye’de ise 12 Eylül döneminde yaşadık…

    Basın – medya ve eleştirmenler bir yana, halkın filme yaklaşımı çok daha önemli… Film vizyona girer girmez, ekibinizle güneydoğuya gittiniz, birçok şehirde galalar yaptınız… Filmi izleyen insanlar ne düşünüyor?

    Doğru, film 01 Mayıs’ta vizyona girdi; biz hemen 02 Mayıs’ta ekibimizle güneydoğuya gittik. 3 günde 6 şehir gezdik. Halkın ilgisi çok sıcaktı. Biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde Mardin’de bir vahşet oldu. Türkiye Teksas’a döndü. Artık herkesin elinde, arabasında silâh var. Hele o bölgelerde çok daha fazla… Gayrimeşru olsun, meşru olsun herkeste silâh var. Biz bu acılar yaşanmasın diyoruz. Film de olsa insanlar gerçekleri görsün… Film şu anda 26 ilde gösteriliyor. Seyirci izledikçe, kulaktan kulağa yayılıyor. İzleyenler de filme sahip çıkıyor. İzleyenler bir daha izlemek, izletmek istiyor. Gönül güldüren film çekmek ister ama olması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum.

    Filmde, yaşanan acılar her ne kadar Saddam’ın yönetiminde yaşanıyorsa da asıl kaynağın Amerika olduğu mesajı veriliyor…

    Saddam Hüseyin’in karargâhlarında işkence yapılmakta… Ancak durumdan Saddam Hüseyin’in haberi yok. Her şey yine Amerika kontrolünde… Filmde de Amerikalı generalleri görüyoruz. Saddam’ı getirdikleri gibi götürenler de yine onlar. Bugün Irak’ta bir buçuk milyon insan öldüren, soykırım yapan yine onlar. Soykırım deyince karşımıza Ermeni soykırımı çıkıyor. Yalan da yanlış da olsa çıkıyor. Ama gerçek soykırımı bu halk niye görmüyor? Yetkili merciler niye görmüyor? Bu gerçek soykırımı Amerika hâlâ yapıyor. Türkiye üzerine oyunlar oynanmakta. Hatta Türkiye’den Afganistan’a asker istiyorlar. Askerimizi göndermemeliyiz! Bu cinayetlere ortak olmamalıyız! Bizim filmlerimizde gösterdiğimiz duruş kadar, yetkili merciler de duruş gösterebilseler keşke…

    Siz Yılmaz Güney’in yolundan yürüyen, bu anlayışta filmler yapan bir yönetmensiniz, bunu biliyoruz. Ancak basında birilerinin yeni Yılmaz Güney olarak gösterilmesine öfkeli misiniz?

    Son zamanlarda, paranın gücüyle, basında kimileri, birilerini Yılmaz Güney yapmaya başladı. Yılmaz Güney olmak, Ahmet Kaya olmak, Deniz Gezmiş olmak, Pir Sultan Abdal olmak, Mevlâna olmak öyle kolay mı? Herkes kendi kimliğiyle bir yere gelmeli. Kimsenin, kimsenin yerinde gözü olmamalı diye düşünüyorum. Ben Gani Rüzgar Şavata’yım… Benim sinemam, gittiğim yol budur. Bunu daha önce Yılmaz Güney yapmış ama ben Yılmaz Güney değilim. Ben sadece onun çizdiği yolda sinema yapan biriyim… Bu halk bunları yemez. Bu halk sadece gider izler. Bizim halk masumdur, saftır… Çabuk kandırırsınız ama gerçekleri kısa zamanda görür… İş işten geçer mi geçmez mi bilinmez ama hak bir şekilde yerini bulur. Dün Ahmet Kaya’ları yuhlayanlar, yurt dışına sürgüne gönderenler şimdi onların tahtlarına göz dikmiş durumdalar… Buna kurdun kuzunun postuna bürünmesi denir. Dünya dönüyor ama bazıları dönemeyecek… Paranın gücüyle, timsahın gözyaşlarıyla halkı nereye kadar kandıracaklar? Bu halk gerçek tokadı kime vuracağını bilir. Biz de filmimizde bu tokatı atıyoruz. Emperyalizme karşı sinemamızı var etmeye devam edeceğiz… Biz paranın gücüyle film yapmadık, biz cesaretin gücüyle film yaptık. Sansür olacağını bile bile çektik. Bizi tarih yargılasın. Ya beraat ederiz, ya da suçumuzu kabûlleniriz. Gerçekleri anlatmak suç ise, ben suçuma razıyım. Ben sinemacıyım, benim duruşum da bu, inancım da bu. Kimse benim rakibim değil. Benim rakibimim yine kendim. Yaptığım işlerin sevabı da bana günahı da bana… Benim kimseyi hedef almak, rencide etmek gibi bir derdim yok. Halkıma gerçekleri söylemekte sorumlu hissediyorum kendimi.

    Peki Hüseyin Karabey, Özcan Alper gibi daha ilk filminden görüş ve duruşlarını ortaya koyan genç yönetmenler için ne düşünüyorsunuz?

    Bu çocukların alınları açık, yolları da güzel, inşallah paranın esiri olmazlar. Hak ettikleri seyirciyi de, değeri de bulurlar. Gerçekleri anlatmayı sürdürdükleri ve kimsenin tekeline girmedikleri sürece çok başarılı olacaklarına inanıyorum. Ben de canı-ı gönülden destekliyorum. Bir de evrensel düşünmek lâzım sinemayı. Siz nerde durursanız durun güneş ışığını alırsınız. Bir de sinema çok pahalı bir sektör. Paranın bilinçli harcanması gerekiyor. Halk sinemasını bilmeli, oyuncusunu tanımalı… Reklâm parasıyla bir film daha yapılır. Birileri bilboardlara, televizyonlara, her yere reklâm veriyor. Ön tarafta rötuş var arkası karanlık. İnsanlar da buna kanıp gidiyor. Diğer tarafta emeğin sineması var. Onlara, her şeyden önce halkın sahip çıkması gerekiyor.

    Filmde Tuğba Özay’ın oynamasını çok istemişiniz… Neden mutlaka Tuğba Özay oynamalıydı filminizde?

    Bizim Tuğba ile tanışlığımız eskiye dayanıyor. Hatta cezaevine girmeden iki sene önce de konuşmuştuk. Ben daha önceki projelerimde de Tuğba’yı oynatmak istemiştim, olmadı. Tuğba’nın dik bir duruşu var. İnsanları seviyor, doğayı seviyor. Düşünceleri, ilkeleri benimle bağdaşıyor. Her şeyi dıştan görmemek lâzım… İnsanların içini de görmek lâzım. Tuğba’nın filmde rolünün hakkını da verdiğini düşünüyorum. Tuğba bazı talihsizlikler yaşadı. Cezaevine girdi. Tuğba asla sansasyon olsun diye seçilmiş bir isim değil. Ayrıca suçu da yoktu. İyiki de oynadı, başarılı da oldu.

    Birlikte başka projeleriniz var sanıyorum…

    Evet, Tuğba’nın Bedel isimli bir kitabı var. Biz bunu senaryolaştırıyoruz. Filistin’de çekmeyi plânladığımız ve Tuğba’yı bir gazeteci olarak düşündüğüm ve çekimlerini Filistin’de yapacağımız, Filistin Filistin diye bir projemiz var. Kerbelâ diye bir projem var. Bir de Kara Güneş isimli bir dizi çekmiştik. 4 bölümünü de çekmiştik ama sansüre takıldı. ATV’de yayınlanacaktı hatta. Filmdeki Kara Güneş ismi de oradan geliyor. Şimdi diziyi TRT 1’e sunduk. Beğendiler ama görüşmelerimiz sürüyor.

    Filmdeki dublaj seyirciyle araya bir set çekiyor sanki… Yani oyuncuların doğal sesleriyle çekilseydi daha samimi olurdu diye düşünüyorum…

    Filmde 3 dil var. Arapça, Kürtçe ve Türkçe… Zaman zaman doğal sesler de var. Ama herkesin Kürtçe’ye dili dönmüyor. O yüzden dublaj yapmaya mecburduk. Ayrıca filmin yurt dışında İngilizce ve Almanca, Kuzey Irakta Arapça ve Kürtçe, İran’da da Farsça alt yazıları var. Bu kadar çok dile çevrilmesinden dolayı her şeyin daha temiz olmasını istedik ve dublajı tercih ettik.

    Saddamın Askerleri Halepçe katliamının neresinde duruyor?

    Saddam’ın döneminde oradaki insanlar oldukça sıkıntı yaşıyorlardı. Zaman zaman da dağa çıkıp direniyorlardı. Gerilla taktiğiyle savaş veriyorlardı. Bu sırada köylere baskın oluyor, erkeklere ve kadınlara işkence yapıyorlardı. Bırakın peşmergeleri, hükümetin hesaplaşmasını, askerin bile kendi içinde hesaplaşması var. Askerler bile artık zulme karşı çıkıyorlar. Eğer asker asayişse, dışarıya yönelik bir siperse bu acılara, katliamlara niye göz yumdu? Halepçe1988 yılında, film ise ondan daha kısa bir süre öncesinde geçiyor. Devamlı çatışmalar, acılar, isyanlar oluyor… En son sonunda işin içinden çıkamayacaklarını anlayınca büyük katliamlar yapmaya başlıyorlar. Filmin hikâyesi bu katliamların başlangıcıdır. Biz filmde evrensel düşündük. Dedik ki; bu acılar Irak’ta yaşandı ama dünyaya baktığınızda küçücük odalarda bile yaşanan acılar var. Karakollarda, cezaevlerinde karargâhlarda, Guatemala Adasında bazı şeylere tanık oldum. Bir arkadaşım Diyarbakır cezaevinde de bunları yaşadı. Baktığınız zaman zulüm zulümdür. Bu acı her yerde yaşandı. Rusya’da, Japonya’da, Türkiye’de… Ortadoğu’da hâlâ yaşanıyor. Biz de bu acılara karşı bir duruş sergiledik. İnşallah bu acılar biter de biz de acısız filmler çekeriz.

    Çok teşekkür ederiz Gani Bey, başarılar dileriz… Son olarak eklemek isteğiniz bir şey var mı?

    Sizin gibi sanata, sinemaya ve sanatın diğer dallarına sahip çıkan kalemlerin daha güçlü olması ve bizim de ileri gidebilmemiz için, bizim filmlerimizle size güç vereceğimize, sizin de sayfalarınızda bize yer vererek bize güç vereceğinize inanıyorum. Sadi Bey’e sitesinde bizim filmimize yer açtığı için çok teşekkür etmek istiyorum. Biz doğruyu anlattık. Sizde doğru iletişimle halkın bu gerçekleri anlamasına yardımcı olacaksınız. Size tekrar çok teşekkür ediyorum.

    (07 Mayıs 2009)

    Gizem Ertürk

    08 Mayıs 2009 Haftası

    “Clive Barker’dan Kan Kitabı”, ölülerin dünyamıza geçiş yaptıkları kavşakta kurulu bir evin sınırları içinde geçen İngiliz işi ‘sıkı korku’ filmi: Parapsikoloji ilgi alanınızda ise izleyin; korku adına yapılan ‘ucuzluklar’dan sıkıldıysanız asla kaçırmayın; yine bir Barker öyküsü “The Midnight Meat Train – Dehşet Treni”ni sevdiyseniz koşa koşa gidin!

    “Igor”, “çılgın bilim adamlarına hizmet eden ve -hani bilirsiniz- hep ‘şalteri indiren’ kambur yardımcılardan biri, zincirlerini kırıp, güneşsiz / kötücül ülkeye, müzik, şarkı, umut yüklü bir ‘canavar (!) kız’ı ‘bilmeden’ armağan ederse neler olur” sorusunun yanıtını, dışavurumcu korku filmlerinin mizahi bir animasyon uyarlaması olarak hakkıyla veriyor. Türün tutkunlarının, bu şık filmi orijinal / altyazılı olarak izleyebileceklerine dair müjdeyi de vermiş olalım.

    “Milk”, azınlık ve / veya ayrıksı vatandaşların anayasal hakkı olan eşitlik için mücadele eden bir öncü adamın gerçek öyküsünü, demokrasiye gerçekten inanmış aklı başında hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir üslupla, belgesel gerçekliği tadında sunuyor. Başarıyı, zaferi, giderek de gücü elde eden bir insanın bazı ayrıntıları göz ardı etmesine dair tespiti ise yerli yerinde: Harvey Milk’in katili olacak şehir meclisi üyesini, zamanla hafifsemesi gibi.

    “Nokta”, ‘toprağın üzerinde vicdan azabıyla kefaret ödeyen biri olarak, Allah yolunda kesintisiz yazılan bir güzel ‘hat’tın noktası olmak’ fikri çerçevesinde, düz, beyaz, çok büyük bir alanda (bembeyaz bir kâğıt gibi) kesintisizce (dairesel) aktarılan öyküsü, sinemamızın gördüğü en ciddi yönetmenlik çalışmalarından birini içeriyor. Kötülüğün insanda vücut bulmuş şeklinin, ondan sıyrılarak tekâmüle erişmek için gerekli olduğuna dair bir hikâye olarak da okunabilir. Kesinlikle ilgilenmeniz gerekiyor.

    “Star Trek”, seyircinin, sonsuz ve ıssız uzayda yeni dünyalar / yaşamlar keşfetme düşlerini televizyon ekranında / sinema perdesinde ete kemiğe büründüren, her tür teknolojinin kullanıldığı büyük bir serüvene dönüştüren kırk üç yıllık bilim kurgu gözdesinin, kara delik – zaman çizgisinde yolculuk – mantık ile duygunun çatışma ve uzlaşması gibi temaların kullanıldığı mükemmel bir kolâjla, ‘başlangıç sunumu’: Görsel etkilerdeki şaşırtıcı gerçeklikte ışığın yansımalarına dikkat edin, tek sözcükle mükemmel!

    “Tetikçi 2: Yüksek Gerilim” adlı çılgınlığın son zirvesi, “kurşun gibi” tanımlamasını hak eden film için söyleyebilecek bir şey bulamıyorum: Yapanlar topluca delirmiş herhalde!

    “Tetikçi 2: Yüksek Gerilim”in başrol oyuncusu Jason Statham’dan: “Bu, analiz edilecek, didik didik deşilecek bir film değil. Bu, eğlendirmek için yapılmış, katıksız bir aksiyon filmi. Amerikalıların dediği gibi, baştan sona bir an bile durmayan, çok faça bir aksiyon filmi. İnsanların görmek istediği her şey var. Aksiyon, komedi, öldüren diyaloglar ve ilginç, yoldan çıkmış karakterler seviyorsanız, kemerinizi bağlayın ve yolculuğa hazır olun”.
    “Usta”, bizim “The Astronaut Farmer”ımız! Bu toprakların aydınlık insanlarının, düşlerini yaşama geçirmek için çalışan, insanına sevdalı, hedefi üretmek olan, parayı değil başarmayı seçen insanların; âşık olmanın, arkadaşlığın, fedakârlığın, paylaşmanın filmi. Olmuş işte! Başarılmış! Sinemamızda eleştirdiğimiz, kafamıza, gözümüze takılan acemilikler, sıradanlıklar ve ucuzluklara “Usta”da yer yok! Örneğin, çocuklar çok iyi yönetilmiş; örneğin, uzun plân-sekanslar falsosuz çekilmiş; örneğin, siyasi alt metin seyircinin gözüne sokulmadan öykü akışı içine nüfuz ettirilmiş; örneğin, geniş ekranda çerçevenin içi kusursuzca tasarımlanıp gerçekleştirilmiş… Annenin ölüm anına dair zarifliklere de imza atmış yönetmen bu ilk filminde bu denli egemense sinemaya, gelecekte neler yapacak çok merak ederim doğrusu. Bravo!

    (05 Mayıs 2009)

    Ali Ulvi Uyanık

    aliuyanik@superonline.com

    Hep Hayallerinin Peşinden Git

    Usta
    Yönetmen: Bahadır Karataş
    Senaryo: Ayfer Tunç – Bahadır Karataş
    Öykü: Şehsuvar Aktaş – Bahadır Karataş
    Müzik: Ömer Özgür
    Görüntü: Mirsad Heroviç
    Kurgu: Evren Aksoy
    Oyuncular: Yetkin Dikinciler (Doğan), Fadik Sevin Atasoy (Emine), Şevket Çoruh (Ersun), Hasibe Eren (Hilal), Ozan Uygun (Uğur), Tomris İncer (Gülsüm), Müşfik Kenter (Hilmi)
    Yapım: Filmpark – Kirli Kedi (2009)

    Eskişehirli oto tamircisi Doğan ustanın uçak yapma hayallerinin peşinden giden yönetmen Bahadır Karataş’ın “Usta” filmi, hikâyesinin coşkusu ve estetik sinemaskop görüntüleriyle sinemamızda iyi bir yerde.

    Bahadır Karataş’ın yönettiği “Usta”, hayali olanlara adanmış bir film. Oto tamircisi Doğan, güzeller güzeli Eskişehir’de hayallerinin peşinden gidiyor. Hem de uçak sanayinin olduğu bir şehirde. Ama o, tümüyle Türkiye’nin olan bir uçağı yapmayı hayal ediyor. Deniyor. Karısıyla bile arası açılıyor bu hayal yüzünden. Bu hayal yolculuğunda yılgınlıklar olsa bile insan hayallerini terk etmemeli diyor yönetmen. Eskişehirli Doğan Usta, çocukluğundan beri hep yanında olmuş hurdacı arkadaşı Ersun’un desteğiyle “pırpır” uçağını yapmayı deniyor. Ersun’un bulduğu hurdaları Doğan usta bir araya toplayıp hayallerini görünür kılıyor evinin avlusundaki hangarında. Doğan’ın eşi Emine’yle yaşlı annesi Gülsüm’ün de hikâyeleri var filmde. Gülsüm, kocası Hilmi’nin kendisini traktörle kaçırmasına hâlâ bir anlam verememiş hiç. O zamanlar kızlar hep atlarla kaçırılıyormuş ve nedense Hilmi traktörü dayamış kapının önüne. Bu filmdeki en etkileyici sahnelerden birisi Gülsüm’ün ölümüydü belki de. Bu sinemada gerçeküstü anları yaşamak nerdeyse hayal kurmak gibi bir şey. Elbette civcivli sahnelerde de güçlü metafor vardı. Ayrıca, filmin final bölümü de iyiydi. Bu filmde, sinemaseverlerin iyi ki bu anları yaşıyorum dediği sahneler olacaktır. Karataş, bu ilk filminde sinema birikimlerini perdeye yansıtabilmiş hissini veriyor insana. Bu filmin unutulmaz karakterlerinden biri de Ersun’du. Ersun olmasa Doğan’ın hayalleri sadece hayal olarak kalırdı herhalde. İnsan tek başına ne başarabilir ki? Sadece öne çıkan değil, diğer yan karakterler de hikâyeyi zenginleştirmiş. Öncelikle imam karakteri. Doğan’ın futbolcu çırağı. Uğur ve arkadaşları. Emine’nin ailesi. Gerçek anlamda şehirle başrolü paylaşan Yetkin Dikinciler, sinemamıza düşen iyi bir oyuncu. Yansıttığı karakterlere bir derinlik katarken, her filmde hangi karakteri oynuyorsa o olabiliyor. “Mavi Gözlü Dev” olsun, “Sis ve Gece” olsun, “Babam ve Oğlum” olsun, “Ulak” olsun, “Usta” olsun daima yeni bir karakter olabiliyor Yetkin Dikinciler. Büyük oyuncu Müşfik Kenter de bir tek sahnede görünüyor ve filmin bir armağanı oluyor.

    Karataş bu filmini sadece bir hayale değil, Eskişehir’e de adamış. Bu şehir, karakterler gibi nefes alıyor. Hâttâ yer yer tüm karakterlerin önüne geçiyor ve başrolü üstleniyor. İnsan bu şehire aşık oluyor. Yönetmen Karataş, 1965’te Adapazarı’nda doğdu. Anadolu Üniverstesi’nin Sinema-TV Bölümü’nü 1991 yılında bitirdi ve en önemlisi Oscarları dağıtan Akademi’nin sunduğu sinema eğitimini aldı. “Usta” filmindeki estetik görsellik gerçekten sinemamıza zenginlik sunuyor. Öncelikle gece atmosferindeki dış mekânlar fotoğraf sanatı yönünden de çarpıcı. Bunda Boşnak kameraman Mirsad Heroviç’in de elbette önemli katkısı var. Filmdeki hava çekimlerini de ünlü görüntü yönetmenlerimizden Uğur İçbak gerçekleştirmiş. “Steadicam” kamerayı da Goran Mecava kullanmış. İnsanı usul usul saran müzikleri de Evren Aksoy bestelemiş. Filmdeki kadın heykeli de heykeltıraş Bülent İşcan yaratmış. Senaryo da iyi. Bunda roman ve öykü yazarlarından Ayfer Tunç’un da katkısı var. Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan “Kapak Kızı”, “Mağara Arkadaşları”, “Aziz Bey Hadisesi” ve “Ömür Diyorlar Buna” romanları biliniyor. Ama en çok da “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” anı kitabı akla geliyor. Bu iyi senaryoda diyaloglar üzerinde biraz daha durulsaymış iyi olurmuş. İşte bu sağlam ekiple filmini ortaya koyan yönetmen Karataş’ın “Porsuk’un Öteki Yakası” ve “Kazlıçeşme” belgeselleri var geçmişte. Şimdi o reklamcı. “Usta” da ilk filmi.

    (05 Mayıs 2009)

    Ali Erden

    Dost Kazığı (How to Lose Friends & Alienate People)

    Ben bu filmi izlemeden önce okuduğum yorumları göz önüne aldığımda ucuz bir İngiliz komedisi olduğunu düşünüyordum ama yanılmışım, bu hatayı daha önce gördüğüm Simon Pegg’in başrolünü üstlendiği Hot Fuzz filminde de yapmıştım…

    Dost Kazığı, Amerikan halkının bunalımlarını, çaresizliklerini ve yaşadıkları sanal dünyayı parodileştirerek yapılmış gerçekçi bir İngiliz komedisi ama söylediğim gibi film esasında içinde büyük bir dramı barındırıyor. Simon Pegg, Hot Fuzz ve Shaun of the Dead adlı filmlerde de Hollywood filmlerini ti’ye alan rolleri üstlenmişti. Bu benzer rollerle protest komedi filmlerinin vazgeçilmez oyuncularından biri olan Simon Pegg, bence İngiliz sineması başta olmak üzere dünya sinemasına bir yenilik getirdi, sempatik tavırlarıyla ve enerjisiyle seyircinin sempatisini kazanmayı bildi. Onun için Dost Kazığı izlenmeye değer bir film.

    Film, Kıta Avrupası ve Amerikanın, dünyaya bakış açısı, insan ilişkileri, iş ilişkileri, kapitalist dünya gibi temel konularda nasıl büyük bir anlayış farklılığına sahip olduklarını açık bir şekilde gösteriyor. Kendine özgü bir basın çalışanını canlandıran Simon Pegg, filmin sonunda Amerikan kitle kültürünün İngiliz geleneksel kültürü karşısındaki yüzeyselliğini hissettiriyor.

    Dost Kazığı, aldığı eleştirilere rağmen içinde belden aşağı espirilerin olduğu kadar kaliteli esprilerin de olduğu ve eğlendirirken bir yandan da düşündüren bir yapıt.

    Yapıtın yönetmeni Robert B. Weide, 1960’lı yıllarda Amerikanın en önemli stand-up’çılarından olan Lenny Bruce hakkında bir belgesel hazırladı yine Lenny Bruce’un hayatını anlatan Dustin Hoffman’ın başrolünü üstlendiği Lenny adlı bir film de yaptı.

    Eğer İngiliz filmleriyle ilgiliyseniz ve Simon Pegg’in etkileyici oyunculuğunu görmek istiyorsanız kaçırmayın derim…

    (04 Mayıs 2009)

    Emir Batuş

    İşçi Filmleri Festivali Açılışı

    Sırrı Süreyya Önder’in 4. İşçi Filmleri Festivali’nin açılış konuşmasında söylediği gibi: İşçi Filmleri Festivali, her şeyden önce en güzel adı olan festival… Ve akabinde ekliyor: Sponsoru yok… Varsın olmasın… Ruhu var ya o yeter… Salondan büyük bir alkış kopuyor…

    Biz Başka Dünya İsteriz sloganıyla Halk Evleri, DİSK SİNE-SEN, DİSK Dev Sağlık-İş, Disk Birleşik Metal-İş, Türk-İş Hava İş, Türk-İş Petrol-İş, KESK SES, Sendika.org ve Türk Tabipleri Birliği’nin ele ele vermesiyle 4. kez bizlerle buluşuyor işçi filmleri… Üstelik gösterimler de ücretsiz. Ancak broşür, gazete veya film satın alarak festival bütçesine katkıda bulunabilirsiniz.

    Satışa sunulan filmler arasında, festivalde İşte Özgür Dünya filmi ile yer alan, Ken Loach’ın Ekmek ve Güller’i; son filmi Hasta ile yine büyük ses getiren Michael Moore’un Roger ve Ben’i; Akiz Kourismeki’nin Kibritçi Kız’ı ve Elio Petri’nin İşçi Sınıfı Cennete Gider isimli filmi arşivinize ekleyebileceğiniz birbirinden güzel işçi filmlerinden sadece birkaçı…

    Tekrar açılış gecesine dönersek, çok güzel bir kalabalık vardı… İşçiler, sanatçılar, öğrenciler… İlk olarak Şevval Sam sahneydi… Su gibi berrak sesiyle, Karadeniz türküleri okudu bizlere… Ardından Grup Yorum’un efsane solisti, Hilmi Yarayıcı da sahnedeki yerini aldı. Hep birlikte Kazım Koyuncu’yu andık. Sonra, Hilmi Yarayıcı sahneyi devralarak birbirinden güzel şarkı ve türküleriyle tüm salonu coşturdu. Onunla özdeşleşen 1 Mayıs Marşı hep bir ağızdan söylenirken, salonu büyük bir coşku seli alıp götürdü… Hilmi Yarayıcı, gecenin sonunda gösterilecek olan, 1990 büyük Zonguldak Grevi ve Yürüyüşü’nü anlatan 100 Bin Kişiydiler isimli belgesel filme hitaben, Grup Yorum ile birlikte maden işçilerine yaptıkları Madenciden isimli şarkıyı okudu.

    13 Şubat 2008′den bu yana grevlerini sürdüren Sabah – Atv işçileri, 10 Nisan 2009’da ücret, “fazla mesai ve tazminat haklarımız gasp edilemez” diyerek grev diyen, LCW – Meha işçileri, ve tabiî ki insanca çalışma ve yaşam koşullarına sahip olmak için sendikalı olan ve bu yüzden işten açılan Desa Deri Fabrikası işçisi Emine Arslan’da oradaydı. Gecede hazır bulanan Erkan Can, Emine Arslan’ın konuşması bitene kadar elindeki çiçekle bekledi ve konuşmasının ardından çiçeği kendisine verdi. Gecede Halil Ergün’ün de aralarında bulunduğu sinema emekçilerine plâketler verildi. Festivalin onur konuğu, yaklaşık 30 yıldır ülkesinden uzakta yaşayan İshak Işıtan’da 2 filmiyle festival izleyicisiyle buluşmaya hazırlanıyor. Güzel geceye dair daha anlatılacak, paylaşılacak çok şey var… Sırrı Süreyya Önder’in gecede söylediği sözle noktalamak istiyorum: “Türkiye’de insanların kaç kıratlık olduğunu öğrenmek için insan hakları, özgürlük ve sendika deyip yüzlerine bakın.”

    Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara ulaşmak için aşağıdaki fotoğrafların üzerlerine tıklayınız:

    Bennu Yıldırımlar

    Erkan Can

    Gizem Ertürk

    Hilmi Yarayıcı – Şevval Sam

    Sırrı Süreyya Önder

    Şevval Sam

    (04 Mayıs 2009)

    Gizem Ertürk

    Alman Kültür Merkezi’nde Klâsik Filmler: Mayıs – Haziran 2009

    Alman Kültür Merkezi’nde (Goethe-Institut), 08 Mayıs – 26 Haziran tarihleri arasında Alman filmleri ücretsiz olarak gösteriliyor. Goethe-Institut arşivinden oluşturulan seçkide Alman sinemasının yüz yıllık tarihine bir bakış yapılıyor. İlk sessiz filmler (Lubitsch), savaş öncesi (Sternberg) ve savaş sonrası (Kautner) filmler, 60’lı ve 70’li yılların yaratıcı filmleri (Kluge, Fassbinder) ve günümüzün yeni ve gerçekçi (Petzold, Dresen) sineması olmak üzere sinema tarihinin önemli devreleri sunuluyor. Seçilen filmler ait oldukları dönemin Almanyası’na göz atma fırsatı veriyor, film ve film dilinin gelişimini belgeliyorlar. Goethe-Institut gösterilerinin ilk bölümünde, 1910-40 yılları arasındaki dönemden dokuz film gösteriyor. Goethe-Institut, Beyoğlu’nda Galatasaray Yeni Çarşı Caddesi’nde bulunuyor.

    1910’lu Yıllar

    Ernst Lubitsch’in 08 Mayıs’ta saat 18:00’de peşpeşe gösterilecek iki orta metraj filminden ilki, Ich Möchte Kein Mann Sein-Erkek Olmak İstemiyorum, 1918 yapımı. Başrolde de Ossi Oswalda (Ossi), Curt Goetz (Dr. Kersten), Farry Sikla (Brockmüller) var. Capcanlı bir genç kız Ossi, onu evde eğiten ve göz kulak olan öğretmeni Dr. Kernsten’i atlatarak erkek kılığına girer ve Berlin’in gece hayatına karışır. Lubitsch’in bir diğer filmi 1919 yapımı ve 60 dakikalık filmi Austernprinzessin-İstiridye Prenses’i, Erkek Olmak İstiyorum’un hemen peşinden gösterilecek. Yine bu filmde de Ossi Oswalda var. Bu komedide sahte prensesler ve kendini içkiye vurmuş prensler var. 1892’de Berlin’de doğan ve 1947’de Hollywood’da ölen Yahudi yönetmen Lubitsch, komedilerini 1923’te sessiz çektiği Rosita filmiyle Hollywood’a taşıdı. Hem de bu filmin başrolünde Hollywood’un ilk kadın starlarından Mary Pickford vardı. Yönetmen, Greta Garbo’nun perdede göründüğü sondan bir önceki filmi 1939 yapımı Ninotchka-Gülmeyen Kadın’a daha iyi hatırlanıyor. Lubitsch’in 1942 yapımı To Be or Not to Be-Olmak ya da Olmamak filmi de sinema tarihinde iyi bir yere sahip. 1943 yapımı Heaven Can Wait-Cennet Bekleyebilir de hatırlanabilir filmlerinden.

    1920’li Yıllar

    1930’da, henüz 37 yaşındayken Berlin’de ölen Alman yönetmen Manfred Noa’nın 1922 yapımı Nathan der Weise-Bilge Nathan, 15 Mayıs’ta saat 18:00’de gösteriliyor. Filmin süresiyse 123 dakika. Filmde Werner Krauss, Carl de Vogt, Fritz Greiner, Lia Eibenschütz, Bella Muzsnay oynuyor. Gotthold Ephraim Lessing’in pasifist oyunu, 12. yüzyılda, Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’te geçiyor. O devirlerde Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık doğrudan doğruya karşı karşıya geliyor. Görüntüler açısından çok zengin bu film, 1922’de, daha yapım aşamasında Nasyonal Sosyalistlerin saldırılarıyla karşı karşıya kaldı ve bugün tamamen unutulmuş. Münih Film Müzesi, filmin bugüne kalmış tek kopyasını restore ederek zamanın özelliklerine uygun olarak renklendirdi ve Alman sessiz sinemasının ustalık eseri olarak yeniden keşfedilmesi için sinemaseverlere sunuyor. Filmin çarpıcı görüntüleri Hans Karl Gottschalk, Gustave Preiss ve Georg Schubert’e ait.

    1930’lu Yıllar

    Sinema tarihinin ilk klâsiklerinden Avusturyalı yönetmen Josef von Sternberg’in Marlene Dietrich’i starlığa yükselten 1930 yapımı Der Blaue Engel-Mavi Melek sinema perdesinde görülmesi gereken bir yapıt. Heinrich Mann’ın romanından uyarlanan filmde Emil Jannings de oynuyor. Öğrencileri arasında elden ele dolaşan açık saçık fotoğraflara öfkelenen Profesör Ruth, fotoğrafltaki güzel Lola’dan hesap sormak için Mavi Melek kabaresine gidiyor. Lola’nın sahnesinden büyülenen profesör, genç kadının tiryakisi olur ve onunla evlenmek için kariyerini bırakır. Böylece çöküşü de başlamış olur. Genç karısıyla şehirden şehire gider ve üçüncü sınıf bir grupta aptal August’u oynar. Bir zaman sonra da, eski öğrencilerinin ve arkadaşlarının alay konusu olacağı şehrine geri döner. Boynuzlanmış bir koca olarak boş sınıfına girer, yere yığılır ve ölür. Bu filmdeki unutulmazlardan biri de o ünlü sahnede, fıçının üzerinde oturan Marlene Dietrich’in güzel bacaklarının görünmesiydi. Mavi Melek, 22 Mayıs’ta saat 18:00’de gösteriliyor. Yönetmen Sternberg, 1894’te Viyana’da doğdu, 1969’da Hollywood’da öldü. Almanya’da starlığa çıkardığı Marlene Dietrich’le Hollywood’da da birçok film yaptı. Sternberg, kara film tarzında film yapan yönetmenleri de derinden etkiledi. Filmlerindeki yumuşak ışık-gölge yansımaları ve mekan kullanımları, Alman sinemasının dışavurumcu özelliklerini taşıyordu.

    29 Mayıs’ta saat 18:00’de Erich Charell’in 1931’de çektiği ilk filmi Der Kongress Tanzt-Dans Eden Kongre gösteriliyor. Filmde, 1815 yılında Viyana Kongresi sırasında, fonda Metternich’in siyasi entrikalarının yer aldığı bir ortamda, küçük bir eldivencinin bir Rus çarıyla yaşadığı aşk anlatılıyor. Erik Charall olarak da anılan yönetmen, Polonya’nın Wroclaw şehrinde 1894’te doğdu ve 1974’te İsviçre’de öldü. Charell, Marlene Dietrich’i keşfeden yönetmen olduğu da söyleniyor. Sinemadan önce tiyatroda büyük başarılar elde etti. Sahneye müzikaller koydu. Ama, ülkemizde tanınmıyor Charell.

    05 Haziran’da saat 18:00’de Fritz Lang’ın dışavurumculuk klâsiği 1931 yapımı M-Bir Şehir Katilini Arıyor filmi gösteriliyor. Filmde Peter Lorre başrolde. Lang, bu filmini 1951’de Hollywood’a da uyarlamıştı. Filmde, bir çocuk katili Berlin’deki sakin hayatı tehdit etmeye başlar ve halkın huzuru kaçmaya başlar. Polisin yürüttüğü soruşturma, gangsterlerin bol kazançlı işlerini de sekteye uğratır. Bu nedenle organize suç dünyası da düzenin koruyucularına koşut olarak bu patolojik suçluyu aramaya başlar. Gangsterler, yakaladığı katile, çıkarıldığı yeraltı mahkemesinde ölüm cezasını verirler. Katil idam edilmeden önce polis gelir ve adamı “kanun namına” tutuklar. Gerçek adı Friedrich Christian Anton “Fritz” Lang olan Fritz Lang, 1890’da Viyana’da doğdu ve 1976’da Los Angeles’ta öldü. Dışavurumcu filmlerinde küçük insanların suç üzerine durumlarına baktı çoğunlukla Lang. Onun filmlerinde alttan alta sistem/kapitalizm eleştirisi vardır. Lang, bu sistemde kazanma şansı olmayan kaybeden insanları anlatırken, filmlerini bir inşaat gibi kurdu hep. M-Bir Şehir Katilini Arıyor önemli yapıtlarından biri. Lang, 1936’da Amerika’da bu sefer toplumsal patolojik filmini yaptı Fury-Öfke’yle. Bu filmde, önyargılı ve cinnet geçiren bir toplumun linç olgusuna yansıttı. Almanya’da en iyi imkanlarla film çeken Lang, Hollywood’da neredeyse hiç yüksek bütçeli film yapmadı. 1937’de Henry Fonda’nın oynadığı You Only Live Once-Günahsız Katiller suç filminde, suçsuz yere tutuklanan bir adamın sonunda suç işlemesini anlattı. 1945 yapımı kara filmi Scarlett Street-Scarlett Sokağı’nda da Lang, bir genç kadın tarafından suça yöneltilen orta yaşlı bir adamın peşine düştü. Bu suç filminin en önemli özelliği, cinayeti işleyenin cezasını çekmemesiydi. Başrolünde Glenn Ford’un oynadığı ve Emile Zola’nın romanından uyarlanan 1954 yapımı Human Desire-Arzunun İnsanları kara filminde, yine bir kadın tarafından baştan çıkarılan ve istasyon şefini ortadan kaldıran bir adamın trajedisini anlattı.

    Hollywood’da ünlenen Douglas Sirk, Amerika’ya taşınmadan önce sinemada Douglas Sierck adıyla biliniyordu. Sirk’ün 1937 yapımı La Habanera bu festivalde gösteriliyor. Bir gemi seyahatinde İsveçli güzel Astree Sternhjelm (Zarah Leander) Porto Rico’ya gelir. Adanın büyüsüne ve büyülü müziğine yenik düşer. Astree, teyzesiyle İsveç’e dönmek yerine kalkmak üzere olan gemiden kaçar, bir köy eğlencesinde karşılaştığı ve zengin toprak sahibi Don Pedro de Avila’nın (Ferdinand Marian) kollarına atılır. Film, 12 Haziran’da saat 18:00’de gösteriliyor. Yönetmen Sirk, 1900’de Hamburg’da doğdu, 1987’de de İsviçre’de öldü. 1943’ten itibaren Hollywood’da film çekmeye başlayan komedi ve melodram ustası Sirk, burada adı duyulmamış bir genç oyuncu Rock Hudson’ı da “star”lığa yükseltti. Sirk’ün beyazperdedeki kadınları çoktu. Claudette Colbert, Piper Laurie, Jane Wyman… Sirk’ün 1954 yapımı Magnificent Obsession-Her Şey Senin İçin melodramı hemen akla gelen filmlerinden. Sirk’ün birçok filmindeki gibi görselliği ve kurgusuyla etkileyen Her Şey Senin İçin melodramını, Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder 1974’te Ali: Angst Essen Seele Auf-Korku Ruhu Kemirir ve Amerikalı yönetmen Todd Haynes 2002’de Far from Heaven-Cennetten Çok Uzakta adlarıyla çekmişlerdi.

    1940’lı Yıllar

    Helmut Kautner’in yazar Heinrich Heining’in romanından uyarladığı 1941 yapımı Auf Wiedersehn, Franziska – Hoşçakal Franziska, 19 Haziran’da saat 18:00’de gösteriliyor. Bir profesörün kızı olan Franziska’yla gazeteci Michael arasında yaşanan bir “ilk bakışta aşk” hikâyesi bu film. Olaylar 1932 yılında başlıyor ve İkinci Dünya Savaşı’nı da içine alan bir dönemde geçiyor. Erkek, hep giden taraf. Çalıştığı ajansın görevlisi olarak dünyada olanları, kazaları, doğal afetleri ve savaşları filme alır. Kadınsa önce yalnız, sonra iki çocuğuyla birlikte şirin bir kasabada geride kalandır. Kadın zamanla umutlarını yitirir, melânkolikleşir, ancak hayatının aşkından vazgeçemez. Marianne Hoppe ve Hans Söhnker’in olağanüstü oyunlarının öne çıktığı, yer yer neşeli bir melodram bu.

    Ayın son filmi, yine Helmut Kautner’in 1945’te yönettiği Unter den Brücken-Köprü Altında filmi. 26 Haziran’da saat 18:00’de gösterilecek, Leo de Laforgue’un Paris Köprüleri Altında adlı hikâyesinden uyarlanmış. Hikâye, herhangi bir yazda geçiyor. Spree kıyısında bir yer. İç sularda gezinen iki gemici Willy ve Hendrik, gecelemek üzere mavnayı bağlarlar. Burada köprünün demirlerinden atlamaya çalışan genç bir kız görürler. Aynı anda bir on mark salınarak nehre düşer. Genç kız kendisine tatsız bir olayı hatırlatan paradan kurtulmak istemiştir sadece. Bu filmdeki estetik siyah-beyaz görüntüler sinemaseverleri büyüleyebilir belki. 1908’de Düsseldorf’ta doğan ve 1980’de Toskana’da ölen Helmut Kautner, Nazilerin nefret ettiği ve filmlerini hep yasakladığı bir yönetmendi. Teknik imkânsızlıklar ve düşük bütçeli filmler yapmak zorunda kalsa da, filmleri Nazileri hep rahatsız etti. O, Alman sinemasının en etkileyici yönetmenlerinden biri olarak değerlendiriliyor şimdi. Nazilerin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in büyük hayal kırıklığına uğrayarak yasakladığı 1944 yapımı renkli Grosse Freiheit Nr. 7-Büyük Özgürlük Numara 7, yönetmenin savaş sırasında çektiği önemli filmlerden biriydi. Bu filmde, Nazileri çıldırtan her şey vardı. “Üstün ırk”, bu filmde gösterildiği gibi olabilir miydi hiç? Tam İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1939 yılında yanlışlıkla kendisine yönettirilen Kitty und die Weltkonferenz-Kitty ve Dünya Konferansı’nda İngilizleri dostça gösterdiği için Nazilerle başı derde girmeye başlamıştı kariyerinin başlarında. Kautner’in savaş sonrasında çektiği birkaç filmse şöyle: Des Teufels General-Şeytanın Generali (1954), Die Zürhcer Verlobung-Zürih’te Nişan (1956), Der Hauptmann von Köpenick-Köpenickli Yüzbaşı (1956), Das Haus in Montevideo-Montevideo’daki Ev (1963).

    (03 Mayıs 2009)

    Ali Erden