Kategori arşivi: Yazılar

Bir Yeşilçam Efsanesi Böyle Tarih Oldu

1946’dan 2006’ya kadar tam 60 yıl boyunca Türk sinemasına, çoğu günümüzde artık birer klâsiğe dönüşmüş olan birbirinden güzel ve unutulmaz yapıtlar kazandıran Acar Film, Yeşilçam’daki yapısal dönüşüme en uzun süre direnen ‘star üretim şirketi’ oldu; ancak sonunda o da 2000’lerle birlikte değişen politik, ekonomik, estetik ve toplumsal standartlar karşısında pes ederek tarihe karıştı.

Sinema tarihimizin en müstesna filmleri ve yıldızlarına yarım yüzyılı aşkın bir süre ev sahipliği yapan bu efsanevî şirketin Mecidiyeköy’deki stüdyoları, yakın zamanda ‘alışveriş merkezi’ yapılmak üzere yerle bir edilmişti. Biz de bu yeni sürecin eşiğinde, tarihe kayıt düşmek üzere, çocukluğu ve gençliği bu stüdyolarda geçmiş ünlü görüntü yönetmeni Cem Sertesen ile birlikte ‘hafriyat’ı gezerek hatıraları yâdettik.

Bundan yıllar önce, İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin dünyanın dört bir köşesindeki sinema tutkunlarını gözyaşlarına boğan ünlü filmi “Cennet Sineması”nda gördüğüm hüzünlü bir sahneyi, yıllar geçip de kendi ülkemde, Türkiye’nin artık simgeye dönüşmüş en değerli film şirketlerinden birinin enkazında neredeyse birebir olarak yaşayacağımı hiç düşünemezdim.

İzleyenlerin de hemen hatırlayacağı üzere, 1988 yapımı o müthiş filmde, öykünün ana kahramanı İtalyan film yapımcısı Salvatore “Toto” Di Vita, sinema makinistliği yapan kadim dostu Alfredo’nun cenazesine katılmak üzere, terk edişinden tam 20 yıl sonra yeniden köyüne döner. Katıldığı iç burucu cenaze töreninden sonra, onu ana ocağında ikinci bir duygusal darbe daha beklemektedir. Köyünün, adına “sinema” denilen o büyülü dünyayı kendisine ilk kez tanıtan, minicik bir çocukken loş salonunda yüzlerce film izlediği, sonrasında da dostu Alfredo’nun yardımıyla o filmleri makine dairesinden perdeye yansıtmayı öğrendiği biricik sinema salonu, “otopark yapılmak üzere” yıkılmaktadır. Çünkü artık devir değişmiş ve “video kaset çağı” başlamıştır; kimsenin film izlemek için karanlık salonlara doluşmadığı böyle bir zamanda da bu denli büyük bir araziyi atıl durumda tutmanın ticarî açıdan hiç bir anlamı kalmamıştır.

Ve Salvatore, bir grup köy sakiniyle birlikte, hayatının odak noktası olan, kendisine mesleğini kazandıran o güzelim mekânın, çocukluğunun sığınağı “Cennet Sineması”nın merhametsiz dinamit ve balyoz darbeleri eşliğinde bir kaç dakika içinde yerle yeksân edilişini izler. Köyün tarihinde olduğu gibi onun hayatında da bir devir artık tamamen kapanmıştır.

Biz de sinema ve televizyon sektöründen 15 yıllık has dostum, değerli görüntü yönetmeni Cem Sertesen (*) ile birlikte, yakın bir zamanda buna çok benzeyen bir hüzün kasırgasının içinde bulduk kendimizi… Bir tatil günü telefon açan Sertesen, “Biliyor musun, Acar Film’in Mecidiyeköy’deki stüdyolarını tamamen yıkmışlar” deyip, hemen ardından da şu teklifi yapıyordu:

“Yakında oralara tamamen farklı bir takım binalar dikilecektir, bir kuşak sonra da Acar Film’in yerini tarif edebilen bir tek kişi bile kalmaz zaten… İster misin, bugün gidip şirketin arazisine son bir kez göz atalım, arşivimiz için bir iki de fotoğraf çekelim?”

Acar Film’in benim hayatımdaki yeri bir sinemasever olarak çok önemli olmakla birlikte, aynı şirket, telefondaki dostum için hiç kuşkusuz ki bundan çok daha fazlasını ifade ediyordu. Çünkü, 1994 yılında yitirdiğimiz rahmetli babası Melih Sertesen, meslek hayatının büyük bir bölümünü Acar Film’de görüntü yönetmenliği yaparak geçirmiş, o çatının altında, her biri anılarımızda özel yerlere sahip olan (büyük bir bölümünü de hayat boyu dost kaldıkları gedikli yönetmeni Nejat Saydam ile birlikte çektikleri) 110 dolayında filme imza atmıştı. Hâliyle, Cem ağabey de baba mesleğinden hareketle, daha kısa pantolonla dolaştığı yıllardan itibaren kâh Tarık Akan’ın kâh Türkan Şoray’ın kucağında, bütün bir çocukluk ve gençlik yıllarını bu şirketin koridorlarında, stüdyolarında, bahçesinde geçirmişti.

Kronik bir nostalji duygusu içinde yaşayan iki “demode” sinema adamı olarak, hemen atladık ve gittik Acar Film’den arta kalanları görmeye… İki saatte yakın gezdik hafriyattan arta kalan geniş bahçede…

Bir bahçe düşünün ki sırf orada bile Türk sinemasının bir çok başyapıtının unutulmaz sahneleri çekilmişti. Cüneyt Arkın’ın, Ediz Hun’un, Murat Soydan’un ve Kartal Tibet’in “N’ayır, n’olamaz”larını duyar gibi olduk sinema arşivimiz için son hatıra karelerini alırken…

Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve diğer Yeşilçam kraliçelerinin (Adalet Cimcoz ve Jeyan Mahfi Ayral destekli) histerik konuşmaları, “Şu anda öylesine mes’udum ki Ferit” lâkırtıları gelip geçti kulaklarımızın kenarlarından…

60 yıllık bütün o hengâmeden, hatıralar demetinden geriye kalan tek somut şey ise bahçenin orasına burasına saçılmış durumdaki bazı 35 mm film rulolarıydı. Taşınma sırasında kıymetsiz görülüp bırakılan eski film şeritleri… Onları yerden avuç avuç toparlayıp soluk karelerini güneşe doğru tuttuğumuzda yine bir sürü tanıdık simâyla karşılaştık; bütün bir çocukluğumuz, gençliğimiz geçti gözlerimizin önünden…

Hatıralar beynimizin kıvrımlarında usul usul yaşamaya devam etse bile, Türk sinemasının anıt şirketi Acar Film artık ne yazık ki yoktu.

Gezimizi tamamladıktan sonra da yakınlardaki bir kafeteryaya gidip oturduk; tek kelime konuşmadan karşılıklı birer fincan çay içtik. Neden sonra, Cem Sertesen bir ara fincanını kaldırarak benimkine vurdu; adından da günün anlam ve önemini özetleyen şu cümleleri sarfetti:

“Bu yıkımla birlikte klâsik Yeşilçam geleneği de artık bütünüyle sona ermiştir. O zaman ne diyelim bari, yeni Türk sinemasının şerefine!”

Geçen zamana ve gelişen teknolojilere paralel olarak, hayatta eskiyen her şey gibi sinemanın da kaderi bu demek ki… Birileri miadını doldurup sahneden çekilirken, yerlerine sürekli başkaları geliyor ve döngü her seferinde yeni oyuncularla sürüp gidiyor.

Türk sinemasına kazandırdığın bütün o yenilikler ve güzellikler için çok teşekkür Acar Film… Ve şimdilerde pek çok üyesi artık hayatta olmayan Acar Film yapım ekibi…

*****

Sinemaya Acar Film’de başlayan yıldızlar

Acar Film, 60 yıllık tarihçesi boyunca Türk sinemasına düzinelerce aktör, aktrist, yönetmen ve senarist; yanı sıra da başta kameramanlar olmak üzere sinema sektörünün her aşamasına yüzlerce uzman teknik personel kazandırdı. İlk oyunculuk deneyimlerini bu şirketin platolarında yaşayan yıldızlardan ilk anda aklımıza gelen bir kaçı şöyle:

(Aktristler) Hülya Koçyiğit, Gülşen Bubikoğlu, Necla Nazır, Ajda Pekkan, Oya Aydoğan, Esen Püsküllü, Neriman Köksal ve Deniz Gökçer / (Aktörler) Tarık Akan, Ediz Hun, Göksel Arsoy, Murat Soydan, Tanju Gürsu, Kadir Savun ve Yıldırım Önal…

Bunun dışında, Yeşilçam’ın klâsik döneminde (1950-1980) sinema sektörünün içinde olup da yolu en az bir kez Acar Film stüdyolarına düşmemiş tek bir oyuncu bile yoktur.

*****

Acar Film ile çalışma rekoru ‘Sultan’da

Türk sinemasının gelmiş geçmiş en popüler ve de çalışkan kadın oyuncusu, nâmı diğer “Sultan” Türkan Şoray, Acar Film stüdyolarında görev almış aktristler arasında açık ara rekortmen bir konumda bulunuyor.

Şoray, sinema setlerine ilk adımını attığı 1960 yılından, Acar Film’in yapımcılık faaliyetine son verdiği 1978 yılına kadar, bu şirketin çatısı altında 40’ı aşkın başrol üstlendi. Söz konusu filmlerin 1968’den sonra çekilenleri renkli olup, bunların önemli bir bölümünde de yönetmenliği Nejat Saydam, görüntü yönetmenliğini ise Melih Sertesen gerçekleştiriyordu. Ki sinemamızın bu unutulmaz ikilisi, birlikte çektikleri 60 filmle sonradan kendi alanlarında da bir başka önemli rekorun sahibi oldular.

*****

Acar Film’in ürettiği yapıtlar şimdi nerede?

Acar Film, şirketin kurulduğu 1946 yılında çekilen “Gençlik Günahı”ndan (Yönetmen: Şadan Kamil) 1978’deki “Deli Şahin”e (Yönetmen: Nejat Saydam) kadar, aktif üretimde olduğu 32 yıl boyunca toplam 96 uzun metrajlı film gerçekleştirdi. Ki bu rakama, şirketin platolarında çekilen hiç bir reklâm-tanıtım filmi, belgesel ya da kısa metraj dahil değil…

Öte yandan, Acar Film’de, prodüksiyonu A’dan Z’ye üstlenilen 96 filmin yanı sıra, 60 yıllık hizmet süresi boyunca başka yapımcı şirketlere ait binlerce filmin de seslendirme, özel efekt, banyo, 35 mm kopya çoğaltım ve benzeri teknik işlemleri gerçekleştirildi.

1980’lerden sonra bir daha film yapımıyla ilgilenmeyen, yalnızca platolarını ve teknik ekipmanlarını kiraya vererek sektörde pasif bir rol üstlenmeyi yeğleyen şirketin son kuşak yöneticileri, 2000’lerin başlarında, arşivdeki bu 96 uzun metrajlı filmin telif hakları için Show TV yönetimiyle masaya oturdular. Yapılan uzun pazarlıkların ardından, Acar Film’in bütün arşivi, hem negatif hem de pozitif kopyalarıyla birlikte 2001 yılında Show TV’ye satıldı. Günümüzde Show TV ekranlarında neredeyse her gün izlediğimiz klâsik dönem Yeşilçam melodramlarının büyükçe bir bölümü işte o eşsiz arşive aittir.

Acar Film’in mekân ve cihaz kiralama işini de terk ederek filmcilikten bütünüyle çekilme tarihi ise 30 Haziran 2005… Şirketin Mecidiyeköy’ün en işlek noktasında bulunan genel merkezi ve çekim platoları, arazinin Polat İnşaat’a satışından kısa bir süre sonra, aylarca süren zahmetli bir hafriyat çalışmasıyla yıkıldı. Şimdilerde ise bu boş alanda çok büyük bir alışveriş merkezi yapılacağı söyleniyor.

*****

‘Efsane şirket’ten gişe rekorları kırmış bazı unutulmaz filmler

“İstanbul’un Fethi”, 1951 / Yönetmen: Aydın Arakon
“Çiçekçi Kız”, 1965 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Buzlar Çözülmeden”, 1965 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Alparslan’ın Fedaisi Alpago”, 1967 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Sarmaşık Gülleri”, 1968 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Buruk Acı”, 1969 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Bülbül Yuvası”, 1970 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Aşk Hikâyesi”, 1971 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Mavi Eşarp”, 1971 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Vukuat Var”, 1972 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Dinmeyen Sızı”, 1972 / Yönetmen: Nejat Saydam
“Sokaklardan Bir Kız”, 1974 / Yönetmen: Nejat Saydam
-1959-1969 yılları arasında çekilen “Fosforlu Cevriye” serisinin tamamı

Eksiksiz ve ayrıntılı bir liste için bkz:

http://www.sinematurk.com/film.php?action=goToFirmPage&firmid=1003&ad=Acar%20Film

*****

Yeşilçam’a renkli film yapımını öğreten şirket

Türkiye’de 35 mm renkli sinema filmi çekim çalışmaları ciddi anlamda ilk kez 1967 yılında başladı; ancak ülkede çekilen renkli filmleri lâyıkıyla yıkayabilecek bir laboratuar olmadığı için bu çabalar bir kaç yıl boyunca büyük zorluklarla karşılaştı.

1967’de 7 filmle ilk adımlarını atan renkli negatif kullanımı, ertesi yıl çekilen 177 filmden 24’ünün renkli olmasıyla biraz daha ivme kazandı. Ancak, çekilen bütün bu filmler “Kısmen Renkli”ydi, yani (malzeme ve teknoloji kıtlığından dolayı) öykünün yönetmen tarafından önemsenen bazı bölümleri renkli çekilirken, büyük bir bölümü ise yine siyah-beyaz görüntüleniyordu. Bugün için oldukça anlaşılmaz görünen bu garip durum, o günlerde çekilen bu tür karma filmlerin afişlerine de “Kısmen Renkli” ibaresiyle yansımıştır.

Renkli film alanındaki tecrübesizliği kıran ilk şirket, yine Acar Film oldu. Acar Film’in, Türkiye’de kaliteli renkli film çekilip banyo edilebilmesi ve kopyalarının da kalite kaybına uğramadan basılabilmesi için yurt dışına özel bir ekip gönderip fizibilite çalışması yaptıran vizyon sahibi kurucu patronu Murat Köseoğlu (1902 – 1977) büyük bir yatırım gerçekleştirerek ülkemize ilk renkli film banyo tanklarını ve kopya baskı araçlarını getirtti. Yeni ekipmanları ve yurt dışyında eğitim görmüş personeliyle ilk sınavını 1968 yılında “Sarmaşık Gülleri”yle veren şirket, aynı zamanda Türk sinema tarihine de afişlerine “Tamamen Renkli” ibaresini yazan ilk şirket olarak geçecekti.

Acar Film, “Sarmaşık Gülleri”nden sonraki bütün filmlerini renkli olarak çekti; ki kullandığı 35 mm negatif hammadde ve laboratuar eczaları, faaliyetine son vermesine kadar daima Yeşilçam’da kullanılan en kaliteli malzemeler olarak anılacaktı.

*****

(*) Babası Melih Sertesen’in Acar Film adına 110 dolayında sinema filminin görüntü yönetmenliğini üstlenmesi nedeniyle, Cem Sertesen’in bütün çocukluğu ve gençliği de bu şirkette asistanlık yaparak geçti. Sertesen, halen NTV kanalında kamera servisi şefliğini yürütüyor; yanı sıra da çeşitli eğitim kurumlarında görüntü yönetmenliği üzerine dersler veriyor.

Acar Film’in yıkılan stüdyosunun harita üzerindeki yeri için tıklayınız.

(04 Ekim 2009)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]

09 Ekim 2009 Haftası

“Aşkın (500) Günü”, tesadüflerle örülü hayatlarımızda, ‘onunla bir ömür geçirmeye’ inanan genç adamın ve sahiplenilmeyi reddeden genç kadının karşılaşıp tanışıp ayrılmalarını, tam olarak da, tersine bir örneğin yani ‘bağlanan adam’ ile ‘maraza çıkaran kadın’ının da olabileceğini öyküleyen, ‘taptaze soluklu’ genç film! Sonuç, aşk acısı çektiğini zanneden hiç kimse üzülmesin!

“Uzak İhtimal”de, bir duru yürekli insan, genç müezzinin, kapı komşusu rahibe adayı, zarif ve güçlü iradeye sahip hanımefendiye duyduğu o saf sevgi, giderek ikisi arasında filiz veren ‘imkânsız aşk’ üzüyor. Yürekler için olduğu kadar, her düşünen insana, aşkların önüne yine insanlar marifetiyle konan engelleri sorgulatabilen bir film de… Türk Sineması’nın ‘adam gibi’ örneklerinden!

“Zaman Yolcusunun Karısı”, zaman çizgisi içinde ileri-geri gidip gelebilen bir adam ile onu kabûllenmiş kadının, paradoksal engellere ve yazgının oyunlarına direnen, tutkulu, büyük aşkını anlatıyor. Bu zor yapıda seyirciyi hiç zorlamayan bir gramer ve kurgu ile görüntülerin renk kombinasyonları kusursuz.

(08 Ekim 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bu Aşkın İhtimali Uzakta mı?

Uzak İhtimal
Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun
Senaryo: İsmail Kılıçarslan-Tarık Tufan-Görkem Yeltan
Müzik: Rahman Altın
Görüntü: Refik Çakar
Oyuncular: Nadir Sarıbacak (Musa), Görkem Yeltan (Clara), Ersan Uysal (Yakup), Can Kolukısa, Murat Ergün
Yapım: Hokusfokus Film (2009)

İlk filmi “Uzak İhtimal”le etkileyici bir sinema anlatımına ulaşan yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, farklı renklere, kültürlere ve dinlere saygılı ve hoşgörülü bakıyor. Yönetmen, filminin hiçbir anında, final dahil, melodramın çekici tuzaklarına düşmüyor.

1973 yılında doğan yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, Amerika’da UCLA’da sinema eğitimi almış. Yönetmen, televizyonun ünlü tartışma programlarının yaratıcısı Ahmet Hakan Coşkun’un da kardeşi. Yönetmen, “Kısa’ca Ramazan: Domates Orucu Bozmaz” kısa filmini yaptı “Uzak İhtimal”e gelmeden önce. Vakti zamanı geldiğinde yönetmen, “Uzak İhtimal”in DVD’si çıktığında bu merak edilen kısa filmini de seçenekler arasına ekler, umarız. Yönetmen, bu ilk uzun filmi “Uzak İhtimal”le Krzysztof Kieslowski (Kristof Keşlovski okunuyor) ruhunun içinde dolaştırarak sıcaklığın içine alıyor seyircisini. Tüm karakterlerine ve dinlere saygıyla yaklaşan film, açık uçlu finaliyle iyi bir yönetmenin geldiğini de haberliyor. İyi yazılmış senaryonun kurgu dili de gerçekten çarpıcı. Bazı anlarda yönetmen, bir sonraki sahnenin konuşmalarını ve seslerini, bir önceki sahnenin sonunda vermeye başlıyor. Sanki zihinde yaşanıyormuş gibi. Ruhani bir şey bu. Yönetmen neredeyse her şeyi ölçüsünde kullanmış bu ilk filminde. Diyaloglarda ve karakterlerin yansıyışında bu fark ediliyor. Hem iç hem de dış mekânlar, görsel anlamda zengin ve estetik yansımış perdeye. Yönetmen filmini sinemaskop teknikle çekerek daha geniş gösterme fırsatını buluyor etkileyici mekânlarını. Müezzin Musa’nın kaldığı ev, filmin ruhunu da yansıtıyor. Evin içinde bir güven duygusu, sadelik ve sıcaklık yansıyor. Clara’nın evi de, eski zamanların azınlıklık devirlerini hissettiriyor. Ayrıca yönetmen, hem kiliseyi hem de camiyi aynı sıcaklıkla ve saygıyla yansıtabilmiş. Her dinin kendine göre ritüelleri var elbette.

Farklı renkler ne güzel…

İstanbul’a resmi tayini çıkan Ankaralı Musa, müezzin olarak Tophane’deki camiye geliyor. Caminin eski müezzinin daha önce oturduğu Galata’daki daireye yerleşiyor Musa. Aynı katta, yaşlı ve hasta bir rahibeyle dairede yaşayan Clara’yla yavaş yavaş iletişim de kuruyor Musa. Haç’lı kolyesini düşüren Clara’yı takip eden Musa, Clara’nın Hıristiyan olduğunu anlıyor. Sonra ayin sırasında Katolik kilisesine gidiyor. Orada sahaf Yakup’la tanışan Musa’nın sıradan ve renksiz geçebilecek hayatına bir canlılık getiriyor bu tanışma. Yaşlı Yakup’a Osmanlı çevirileri için yardımcı olan Musa’nın başı bir akrabasıyla derde giriyor, ama Yakup onu bu sıkıntısından kurtarıyor. Ve Musa, belki de hayatında ilk defa gerçek aşkı kalbinde hissetmeye de başlıyor. Clara, camiden sonra artan zamanını dolduruyor. Bu filmde küçük merak anları da var. Yönetmen, çok geçmeden bu küçük sırları seyircisine açıklıyor. Bu yüzden filmin giriş bölümü değer kazanıyor. Musa, fazla açılmadan şehri de tanımaya çalışıyor. Seyirciyi de o mekânların büyüsünün içine alıyor Musa. Yönetmen, hikâyesini çoğunlukla Musa’nın bakışıyla yansıtıyor. O anladığında seyirci de anlıyor. Bir de bu filmde Şile diye büyülü bir yer de armağan gibi perdeyi kuşatıyor. İstanbul’un hemen yanı başında. Sanki Portofino gibi. Sahaf Yakup’la dostluğu derinleşen Musa’nın aşkı da derinleşiyor. İçine kapanık olduğundan belki aşkını ifadelendiremiyor. Bu filmde, Yakup’un radyosu da önemli. 68 kuşağından Yakup, 94.9 Açık Radyo’da yayımlanan “Açık Gaste” programını da dinliyor sabahları. Guguk kuşunun gongunun vuruşundan sonra ud tınısı duyuluyor ve ardından her zamanki gibi Ömer Madra “merhaba kâinat” diyor. Mekânlar, müzikler, radyolar, aşklar, farklı kültürler, dinler ne güzel!.. Belki de bu filmin en iyi taraflarından biri, melodramın o çekici tuzaklarına düşmemesi ve insanın duygularını sömürmemesi.

Filmin başarılı kameramanı Refik Çakar, “Hatırla Sevgili” dizi filminin kameramanlarından biriydi. Önümüzdeki dönemlerde adını anacağımız kameramanlardan biri olma yolundaki Çakar, “Uzak İhtimal”le beraber bu yıl Cemal Şan’ın “Sonsuz” ve Cansel Elçin’in “Kampüste Çıplak Ayaklar” filmlerine de katkıda bulundu kameraman olarak. Bu film, Rotterdam Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de “En İyi Yönetmen”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Senaryo” ödüllerini kazanmıştı. Musa’ya hayat veren Nadir Sarıbacak, ilk defa bu filmle görünüyor. Clara, Görkem Yeltan da filmlerde ve dizilerde oynamış. Mehmet Güreli’nin yönettiği 2008 yapımı “Gölge” filminde başrolde oynamıştı. Yeltan, “Uzak İhtimal”in senaryosunu da katkıda bulunmuş. Fonda duyulan viyolensel ve piyano tınıları da insana iyi geliyor. Filmin finalinden sonra bu aşkın “uzak ihtimal” olduğunu düşünenler olabilecek. Belki de öyledir. Rahibe olmak için trenle İtalya’ya giden Clara’nın arkasından bakan Musa, belki de iki muhteşem dost kazanıyor. Bu da her şeye değmez mi?

(07 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Karantinadakiler

Lütfi Akad’ın ünlü üçlemesinin ilk çekilen (üçleme sırasında “ikinci” olması gerekir) filmi olan Gelin için, bir yazarımız “Akad, yazamadığı romanları film olarak çekiyor” demişti. Tartışılabilir konudur ama gerçek payı vardır ve diğer iki filme (Düğün, Diyet) nazaran en “romansı” film de Gelin’dir. Sinema başlangıç günlerinden beri bir çok kez edebiyattan yararlanmıştır. Romandan uyarlamalar yanında zamanla özgün senaryolar da giderek daha kişilik bulmuştur. Sinemaya bir çok kaynaklık eden edebiyat gün gelmiş sinemadan etkilenerek örnekler vermiş, belli bir popülarite sonucu sinemaya yönelik -filmi çekilmeye hazır- romanlar yazılmıştır. Fakat unutmamak gerekir ki sinema ve roman zaman zaman beraber (veya paralel) yürüselerde ayrı dillere sahiptirler. Edebiyatın (romanın), yazıldığı dil’in olanaklarını kullanma ayrıcalığı vardır, sinema ise görselliği nedeni ile, bir dil’in olanakları ile sınırlı değildir. Edebiyat, sinemanın görsel üstünlüğünü, (detaylı) tasvirlerle kendince yeniden üretirse de, sinema edebiyatın anlatım olanaklarından olan zaman kiplerini ancak kullanmayı deneyebilir. Çağan Irmak, Karanlıktakiler’de Egemen ile Gülseren’in günlük yaşayışlarından kısa örnekleri tekrarlar halinde vererek, edebiyatta geniş zaman kullanılarak bir iki cümlede yapılacak anlatıma, daha fazla zaman ayırmak ve daha fazla uğraşmak zorunda kalıyor. Başlangıçta böylece roman dilini kullanmayı kullanıyorsa da, sonradan tekrarlanan anlatımları bırakarak, -romanda da kaçınılmaz olarak bu yöntem bırakılır- sinemasal anlatımına (şimdiki zaman) dönüyor.

Filmin açılışında, kapıyı çalan çocuklar pencereye çıkan Gülseren Hanıma yaptıkları işaret ile, filmde aklımıza takılan sorunun cevabını verirler, bilmeden. Yıllardır kapı dışarı çıkmayan, değişik, birikmiş, ne olduğu bilinmeyen korkuların, yıllardır -bir çoğunun uydurma olması muhtemel- üstü örtülmüş yalanların, yakıştırmaların dünyasında yaşayan Gülseren Hanım, oğlu Egemen’i de kendi dünyasında tutmaya çalışıyor. Eve, annesine bir çok kez itiraf etmesine rağmen, her gün bir yalanı yaşayarak, kravatını takıp, elde boş çanta ile işe gider Egemen. İş yeri ise, bambaşka bir dünyadır, evde peşinden gidilen (var mı?) değerlere göre. Dışarıya kapalı bir hayat yaşayan ana-oğulun, romanesk anlatımla başlayan yaşam anlatımları, şimdiki zamanda ilerleyerek (birbirlerine yaptıkları gaddarlıklarla birlikte) oğulun bambaşka sonuçlar için plânladığı, bir aile içi şölenle kamufle edilmiş sonuçlara ulaşmaz sonuçta. Plân yine altüst olur, yabancısı oldukları maddelerin -şarap/uyarıcı otlar- getirdiği nokta, yılların tüm kısıtlamalarını yerle bir eder. Tatlı yemeye gidilir.

Egemen’in (neden Egemen ismi? doğum biçimi/nedeni karşısında, bu isme nasıl karar verilmiştir) evdeki kısıtlı, kısıtlamalı yaşamı yanında, iş yerindeki renkli gibi görünen ne olduğu belirsiz, ne iş olursa yapmak durumunda olan -tam anlamı ile- “joker eleman” hali, işvereni Umay Hanımın özeline tanıklığı ile değiştirilmek istenirse bunun olanaksız olduğu çabuk anlaşılacaktır. Bu noktadan sonra, gece bekçisinin, dünyanın dertlerine sonu olmayan bir şekilde karşı çıkma yöntemi denenecek ve bu andan itibaren, Egemen ve Gülseren’in monoton yaşamları -Egemen’in plânı ile- değişecek, Gülseren’in durumu seyirci için açığa kavuşacaksa da, Egemen neler olduğunun farkına varamayacak, uyarıcının (ot’un) etkisi ile yılların monotonluğundan silkelenen ana-oğulun yaşamı, ipi bırakılmış bir balon gibi havaya gidecektir; ipi bırakılan balonların gidişi ancak bir yere kadardır ve dönüşü yoktur. Irmak, kahramanlarına “karanlıktakiler” demiş, ben “karantinadakiler” diyorum, hemde bile bile ve -özellikle- Gülseren, kendi isteği ile. Karantinaların çıkış yerleri “tatlıcı” mıdır?

Irmak ilginç bir yönetmen, sinemamızda bazı filmler kendilerine özel yerler edinirler. Irmak’ın bir önceki filmi Issız Adam da böyle filmlerden biridir ve sinemamızda şimdiden kendine -tüm değerlerin dışında- bir yer edinmiştir; maalesef görmüş değilim, ama Karanlıktakiler’den sonra -artık- görmek gerektiğini düşünüyorum. Benim görmemiş olmam ise filmin yerini her hangi bir şekilde etkilemez ve görmemiş olmam veya görmem bu yeri değiştirmez.

(06 Ekim 2009)

Orhan Ünser

Bu Filmde Herkese Başrol Var

Bir sinema filminde başrole ne dersiniz? Hem de hayatınızın rolü… Filmde sadece siz varsınız… Kulağa hoş geliyor değil mi? Su katılmamış aptallar aranıyor, daha bol ne var ki? Sen, ben, hepimiz… Dünyanın sonuna az ya da çok katkıda bulunan bizler başroldeyiz.

Küresel ısınma mı dediniz? Buzullar mı eriyor? Biz de çevreciyiz nihayetinde… Dikkat ediyoruz, meselâ ışıkları falan açık bırakmıyoruz, muslukları kapatıyoruz. İçim rahat, üzerime düşeni yaptım. Ama şu yel değirmenlerini kaldırın lütfen, manzaramı bozuyor…

Yılmaz Erdoğan, Aptallık Çağı’nın ön gösteriminde yaptığı konuşmada çok akıllıca bir gönderme yaptı. Erdoğan, filmden önce Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nü açıp “aptal” sözcüğünün anlamına baktığını söyledi. Aptal’ın Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki karşılığı; “zekâsı pek gelişmemiş, zekâ yoksunu, alık, ahmak, alık salık” olarak veriliyor. Bunların içinde “ahmak” sözcüğüne dikkat çekiyor. Ahmak: “Aklını gereği gibi kullanamayan, bön, budala, aptal…” Zekâsı gelişmemiş değiliz, hatta zekiyiz de, diyor ama bu ahmak olmamıza engel değil. Çevremde öyle çok ahmak var ki… Hem çok zeki ahmaklar…

İngiliz belgesel film yönetmeni ve iklim değişikliği aktivisti Franny Armstrong’un yönettiği “Aptallık Çağı” dünyanın sonunun gelmesi için elinden geleni ardına koymayan insanlığın, bir nevi kendi zaman ayarlı bombasını nasıl yaptığını anlatıyor. Hâlâ şansı varken iklim değişikliğini durdurmak için hiçbir şey yapmayan insanlığın son zamanlarını 10’dan geriye doğru sayıyor.

Çekimleri 3,5 yılda tamamlanan animasyon ağırlıklı, belgesel-kurmaca Aptallık Çağı, tıpkı Greenpeace gibi, hiçbir kurum ve kuruluşun yardımını kabûl etmiyor. Bu yüzden Aptallık Çağı tamamen bireysel çabalarla yapılmış bir bağımsız film.

Sokağa Çık, Eylem Yap, Ses Çıkar

Irak savaşının gerçek yüzü, Afrika’daki açlık ve sefalet, tüketim çılgınlığı, iklim değişikliği… Kısacası kapitalizmin yol açtığı tahribatlar filmde bir bir gözler önüne seriliyor ve bu illetten tez elden kurtulmak için birlikte harekete geçme mesajı veriliyor.

Filmin en büyük derdi, aralık ayında Kopenhag’ta düzenlenecek BM İklim Zirvesi’nde acil önlemler alınmasını sağlamak. Tabii en başta hükümetleri dünyadaki sıcaklık oranını iki derece düşürerek sabitlemeleri ve gezegenimizi insanlar ve diğer canlılar için yaşanabilir hale getirmeleri için global emisyon düzeylerini azaltacak uluslararası bağlayıcı anlaşmalar yapmasını sağlamak geliyor.

Bu konuda en büyük görev dünyanın duyarlı insanlarına düşüyor. Oturduğumuz yerden bizden önceki kuşaklara bizlere ne kadar berbat bir dünya bıraktıklarını söylemek anlamsız. Küresel ısınmaya karşı bilgi sahibi olmalı, neler yapabileceğimizi tartışmalı, insanların dikkatini çekmeliyiz. Sokağa çıkmaktan korkmamalı, direnmeli, eylem yapmalı, gürültü çıkartmalıyız…

BKM ve Dell Türkiye katkılarıyla 09 Ekim’de BKM’de vizyona girecek filmi daha çok insanın izlemesini sağlamak herkesin boynunun borcu olmalı diye düşünüyorum. Tabii filmi izledikten sonra da kolları sıvamak gerekiyor. Filmle ilgili daha detaylı bilgiyi bültenden okuyabilirsiniz. Ayrıca www.ageofstupid.net ve www.greenpeace.org/turkey sitelerini ziyaret etmeyi unutmayın.

Sona Adım Adım

Emperyalizm dünyayı ve içindeki her şeyi fokur fokur kaynatırken biz omuz silkmeye devam ediyoruz. Kasırgalar, seller, hızla artan kanser ve daha bizleri bekleyen nice felâketler sonun sinyalleri… Birilerine dur demenin vakti geldi de geçiyor bile… Dünyanın sadece 50 yılının kaldığından söz ediliyor ve biz hâlâ umursamadan, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Arkadaşım Zeynep Günay ile birlikte geçtiğimiz yıl Türkiye Yeşilleri’nin kurucu üyelerinden Gültekin Tetik ile konuyla ilgili uzun bir söyleyişi yapmıştık. Bir bölümünü tekrar burada paylaşmak istedik.

Ormanda yürürken ağaçların arasında ormanı fark edememek gibi insanlar da yaşadığı evrenin farkında değil. Empati kuramıyor. Bindiği dalı kesiyor. Doğayla savaşmayı marifet sanıyor. Ağaçları kesiyor, denizi kirletiyor, hayvanları öldürüyor, havayı kirletiyor… Sadece kendisini düşünerek bencil davranıyor.

Halbuki gezegen, insanlara öyle güzellikler bahşediyor ki bunları anlar ve barış içinde yaşarsak bu güzelliklerin de farkına varabiliriz… İnsan dışında var olan her şeyde simbiyotik bir denge var. Bütün yaşam zincirleme birbirine bağlı. Bu uyumu tek bozan; insan…

İnsan doğaya aykırı bir varlık mı?

Bir örnekle açıklamak gerekirse, şu an kullandığımız her cep telefonu 10 ağaca denk geliyor. Dünyadaki katalog ihtiyacı için bir ayda tam 8 milyon ağaç katlediliyor. Gezegendeki ağaçlar hızla yok oluyor. Ağaçlar karbondioksiti emiyor. Bize tertemiz bol oksijenli bir hayat vaad ediyor. Ağaçların yok edilmesi çölleşme ve hava kirliğini de beraberinde getirmeyi de unutmuyor.

Buzullar da hızla eriyor. Buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek felâketler neler?

Buzullar 2012 yılında çok ciddi bir şekilde erimiş olacak. Buzulların güneş ışığının yansıtıcı özelliğini ortadan kaldırdığını düşünürsek güneş ışınları direk deniz tarafından emilecek ve de suyun ısısı değişecek. Deniz suyunda oluşan değişim tuzluluk oranını etkileyecek. Akıntıların yönü ters dönmeye başlayacak. Dünyanın elektro-manyetik dengesi bozulacak. Kutupların da değişmesine neden olacak olan bu oluşum dünyanın patlamasına ve bütün yaşamın bitmesine neden olabilir.

Dünyanın her yerinde yaşanan doğal afetlerin küresel ısınmayla bağlantısı var mı?

Tabii ki… Şu anki sonuçları kasırgalar, fırtınalar şeklinde görünüyor. Geçen sene Japonya’da 10 tane kasırga olayı yaşandı. Bunların hiçbiri basına bildirilmedi. Yaşanan her şey bir felâkete dönüşüyor. Bu felâketler iklim bozukluklarını beraberinde getiriyor. Kar yağmıyor. Çok ciddi bir sorun. Kar yağışı; su için, mikropların kırılması için, bitkilerin tohumlanması için hayati öneme sahip.

Kanser gittikçe yaygınlaşıyor. Çernobil’in verdiği zararlar görmezden geliniyor. Örneğin; Karadeniz’den gelen her şeyde radyasyon var. Çay, fındık, mısır vb. Devam eden bu süreç içinde hâlâ Türkiye’de nükleer santraller, termik santraller yapılmaya çalışılıyor. Bu hem kansere hem de küresel ısınmaya neden oluyor. Karbon kökenli enerji kaynakları; petrol, doğalgaz, otomobil, fosil yakıtlar… Ciddi anlamda küresel ısınmaya davetiye çıkarıyor.

Japonya’da bahsettiğiniz kasırgalardan neden insanlar haberdar edilmiyor?

İnsanların korkup, sivil toplum kuruşlarına yönelmelerinden korkuyorlar. Ben de Türkiye Yeşilleri’ne bağlı olmasam öğrenemezdim.

Türkiye Yeşilleri’nden biraz bahseder misiniz?

Türkiye Yeşilleri temel ilkeri; insan hakları, hayvan hakları, doğaya saygı, ekolojik bilgelik, çok renklilik, demokrasi, yerellik… Yeşillerle çalışmak için kuşkusuz bu düşüncelere sahip olmak gerek.

Uygarlık ve teknoloji aslında insanlara ve doğaya yarardan çok zarar veriyor…

Kızılderililer, ilkel komünal toplum yaşantısını -Abojinler gibi- başarıyla uygulamış doğayla uyum içinde yaşamasını çok iyi bilen varlıklar. Zaten onlara Amerikan yerlileri tanımı daha uygun… Onlar gibi düşünmeyi öğrenmek gerek. Aslında kendimizi uygar diye tanımlarken uygarlığın bir vahşete dönüştüğünün farkında değiliz. Her şey arsızca sömürülüyor. Bu sömürü geçici fayda getiriyor. Para kazanma, uygarlık inşa etme gibi… Bunları yaparken kendimizi öldürdüğümüzün farkında değiliz… “Son ağaç kesildiğinde, son ırmak kuruduğunda, son balık öldüğünde, insanlık paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak…” O zamanlar söylemiş Kızılderililer, ama biz uygar insanlar bunu hâlâ anlayamıyoruz.

Kapitalizmin her daim daha çok paraya ihtiyacı var. Bu da insanları sürekli tüketmeye programlamaktan geçiyor…

Evet, Kapitalizmin çok paraya ihtiyacı var. O yüzden bizi sürekli tüketmeye yöneltiyor. Gerek yapılan reklâmlar, gerek özendirici yaşam hikâyeleriyle insanlar oyalanıyor. Ne yazık ki para karın doyurmayacak ve bizim varlığımızı sağlamayacak. Yok olmamızı sağlayan bir kısır döngü kapitalizm… Paraya endeksli kâr amaçlı bir sistem olduğu için insanların yararı için değil tam tersine mevcut şirketlerin para kazanmasına yönelik. Bunun sonu yok. Çünkü dünyadaki kaynaklar sabit. Bu yüzden ben paranın gezegenden kalkması gerektiğine inanıyorum. Meselâ, bu binayı altınla doldurduğumuzu düşünelim. Dünyada da yeterince yiyecek kalmadığını… Bu altınları yiyebilir miyiz? Hayır. Altına bu değeri biz veriyoruz. Aslında hiçbir değeri yok. Yiyecek ve su gelecekte altından, uranyumdan çok daha değerli olacak, çünkü olmayacak. Ne yaparsanız yapın elde etmek mümkün olmayacak.

Küresel ısınmayı durduramazsak bizi nasıl felâketler bekliyor?

İnsanlığın şu anki nüfus artışına göre 100 yıl sonra insanların yaşam alanı, ayakta yan yana yer kalacak şekilde olacak. Temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için, kişi başına minimum 1,5 dönüm temiz toprak ve su gerekli. Bu hesap üzerinden ilerlersek, gezegenimiz üzerinde 50 yıl kadar bir ömür kaldı. Kadınlar yıkanamayacakları için saçını kesmek zorunda kalacak… Kimyasal, sentetik maddelerle temizlenip, kimyasal ve sentetik elbiseler giyecek. Çöp dağlar oluşacak. Su ve yiyecek yetmeyeceği için çölleşme başlayacak, iklim göçleri oluşacak, terör oluşacak, kaos oluşacak, deniz suyundan faydalanmak isteyen fabrikalar oluşacak ve deniz suyunda karbon olduğu için insanlarda ciddi sağlık sorunları oluşacak. Tatlı su bulamayacak insanlar! İnsan ömrü 30 yaşına kadar kısalacak, cilt ve deri kanserleri yayılacak.

Bu kadar ciddi bir tehlikeyi insanlar neden görmezden geliyor?

İnsanların aptal olduğunu düşünüyorum. Eisenstein ve Aziz Nesin’le hem fikirim bu konuda. İnsan psikolojisine baktığımızda çok büyük sorunlarla karşılaştığında insanlık başka şeyleri görmezden gelmeyi tercih ediyor. Devekuşu gibi başımızı kuma gömmeyi tercih ediyoruz. Polianna’cılık oynamanın kimseye faydası yok. Gelecek gelecektir. Kaçınılmaz olarak biz bunları yaşayacağız. O nedenle bir an önce yaşamak ve devamlılığımızı sağlamak için acil önlemler almamız gerek.

Nasıl önlemler almalıyız?

En kökten çözüm kapitalizmin ortadan kalkması… Para amaçlı yaşam ve üretim biçimlerinin yok etmek gerekiyor. Daha sonra temiz enerjilere yönelmemiz gerek. Rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi, jeo-termal enerji, Bio-tüp enerji ki bunların hepsi Türkiye de mevcut. Fakat bunun ötesinde insanın mantık olarak hayat biçimini değiştirmesi gerek. Bizim yaşam anlayışımız kapitalizmin bize dayattığı tüketime yönelik. Yaşam anlayışımızı bir an önce değiştirip bu kadar tüketmekten vazgeçmemiz gerek. Bu kadar enerjiye ihtiyacımız yok. Ana fikir olarak insanların tüketim çılgınlığından kurtulması, yaşam alışkanlıklarını değiştirmesi, (bu kadar otomobile de gerek yok. Toplu taşıma araçları var, bisiklet var. Yürüme parkurları, bu kadar alışveriş ve alışveriş merkezleri) enerji tüketiminin azaltılması, mevcut enerji kaynaklarının da temiz enerjiye dönüşmesi gerekiyor.

Merak Etmiyor musun?

Cep telefonu çılgınlığının sonu nereye gidiyor?
Cep telefonu güvenlik standartları yeterli midir?
Cep telefonuyla konuşmak gerçekten hasta eder mi?
Çocukların ceple konuşması ne kadar risklidir?
3G teknolojisinin bilinmeyen tehlikeleri neler?
Cep ve baz istasyonları doğal çevre ve hayvanlar için de zararlı mı?
Cep telefonları dışında evimizdeki radyasyon yayan cihazlar hangileri?
Kendimizi ve çocuklarımızı korumak için ne yapmalıyız?
Elektromanyetik dalgalarla insan zihni kontrol edilebilir mi?
Evimizin yakınındaki sağlığımızı tehdit eden baz istasyonlarını nasıl kaldırtabiliriz?

İnsanların yoğun ama gözü kapalı olarak kullandığı ve hayatlarını kolaylaştırdıklarına inandığı her “şey”e karşı özel bir ilgisi olan Hayykitap, Prof Dr. Selim Şeker’in Cep Tehlikesi kitabını yayınladı. Teknolojinin karanlık yüzünü deşifre etmekten hoşlanan Hayykitap bu özel kitabı dünyanın gidişatından endişe eden herkese sunuyor. Sözüm 3G’nin getirdiklerini değil götürdüklerini merak edenlere… Türkiye’nin “anti-radyasyon amcası” olarak da tanınan Şeker 10 soru 10 cevap formatıyla insanlara gerçekleri gösteriyor.

Herkese huzursuz seyirler, rahatsız okumalar…

(08 Ekim 2009)

Gizem Ertürk

Mazi Yarası

Mazi Yarası bir melodramın taşlamasıdır. Bir kasabadaki sosyal yaşamın da gözlemini içerir. Politik yapının, ilişkilerin hiciv diliyle anlatıldığı bir taşlamadır Mazi Yarası. Filmde, komedi ve dram bıçak sırtında bir yerde duruyor. Hikâyede hiç beklenmedik şekilde gelişen çok bildik olaylar var ve beklenenler hiç de beklendiği gibi olmuyor.

Ersin Bey’in çok ince bir espri anlayışı vardır. Mazi Yarası’nın mizahında tedirgin edici bir yan var, çünkü, söz konusu olan insanların geçmişlerinden taşıdığı yaraları, yara izleri. Ersin Bey o kadar ince bir çizgide, o kadar düzgün ve emin adımlarla yürümüş ki keşke onu tüm saygı ve sevgimle kucaklayabilsem.

Karakter analizlerini çok derinlemesine yapan biriydi. Oyuncudan ne istediğini çok iyi biliyordu. Bizler de onun ve Annie Hanımın yaydığı güzel enerjiye teslim olmuştuk. Bu durumdan çok mutluyduk. Rüya gibi bir çekim süreci geçirdik. Olağanüstü mekânlarda çalıştık. Filmimiz Kültür Bakanlığı desteği ile ve küçük bir bütçeyle gerçekleştirildi ama tüm olanaksızlıklar filmimizin lehine oldu. Zira istenen etki ancak bu şekilde verilebilirmiş.

60’lı yılların melodramlarına yapılan bu taşlamada sahnelerin, kadrajların, kamera hareketlerinin hepsi yönetmenimizin atıflarını barındırıyor. Ersin Pertan repliklerden, mimiklere, duruşlardan, davranışlara kadar filmin her yanına yayılan bir mizahı filmine sindirmiş. Bu mizahın benim sevdiğim yanı hiç çaktırmadan yapılıyor olması. Bu yapıda bir filmin içinde oyuncunun işi genellikle çok zordur ama hepimiz Ersin Bey’e kayıtsız şartsız güvendik ve ne dediyse yaptık.

Filmimizi bizle ve seyirciyle beraber seyretmek istiyordu. Filmi izledikten sonra bunun nedenini anladım. Çünkü çok farklı bir film yapmıştı ve ne yaptığını bilen insanlara özgü bir güvenle kimin neyi ne kadar anladığına bakacaktı. Mazi Yarası’nın mizahı tek kelimeyle bıçak sırtı. Bunu bilerek baktığınızda çok değişik, şaşırtıcı bir filmle karşı karşıya olduğunuz ortaya çıkıyor. Çünkü film, 60’lı yılların melodramlarına bir taşlama olarak tasarlanmış bir senaryodan yola çıktı ve amacı ‘hiciv’.

Yönetmenimiz yaşasaydı yapmak istediklerini daha iyi anlatırdı ama filminde seçtiği her kare, her mimik, her davranış biçimi, her köşe, her kadraj, birebir istediği ve uygulattığı şekilde yapıldı. Tüm teknik buna göre tasarlandı. Oyunculuklardaki gerçek-gerçeküstü arasında ve yine bıçak sırtında duran yapıyı kurmak için bizlerle çok uzun karakter analizleri yaptı. Samiye ve Başkan’ın ilişkileri çevresinde, politik ve sosyal bir yapı da var. Bunlar da hiciv diliyle anlatılıyor. Filmin akışına bırakın kendinizi, eğlenmekten çekinmeyin. Bu film kesinlikle çok şaşırtıcı, baştan sona hızla ve merak uyandırarak akan ve her sahnede -melodramlarda olduğunun tersine- beklenmedik bir etki yaratan çok esprili, hoş bir film. Alışık olmadığımız türden bir film.

(05 Ekim 2009)

Nilüfer Açıkalın

Kusursuz Bir “The İmam” Kopyası Seyrettiremediğim İçin Seyirciden Özür Diliyorum

Keşke vizyona yetişecek diye The İmam filminin negatif kurgusunun seyircinin bilinçaltına işleyen teknik kusurlarına göz yummasaydım.

Keşke; yapımcımın, “110 kopya bastırdım, batarım… VCD, DVD ve televizyon kopyalarını doğru kurgudan yaparız” sözüne inanmasaydım.

Keşke; dört ay uğraşarak kusurlarından arındırdığım kopyayı Adana Altın Koza’dan alıp mahkemeye, bilirkişilere kendi elimle teslim etseydim. Çünkü yapımcılar kusursuz kopyanın kendilerinde olduğunu inkâr ettiler.

Manevi eser sahibi olarak verdiğim hukuk savaşı sonunda mahkemeden kusurlu kopyanın oynatılmama kararını çıkartmıştım. Keşke; bütün kusurlu kopyaların toplatılıp yok edilme-yakılma kararını da çıkartmış olsaydım.

Keşke; filmin yapımcısının uymasa da devlet kurumu olan TRT’nin ve yöneticilerinin mahkeme kararlarını uygulayacaklarına, kusurlu kopyaları oynatmayacaklarına güvenmeseydim.

Keşke; eser sahipliğinden, filmin yönetmenliğinden doğan haklarımı yapımcıya, yayıncıya çiğnetmeseydim.

Keşke; Mahkemenin TRT’de doğru kopyanın oynatılması yönünde verdiği tedbir kararına karşın kusurlu kopyanın oynatılacağı ihtimaline karşı uyanık dursaydım.

Keşke; kamuoyunu, sinema seyircisini, sanatseverleri bilgilendirmek için daha fazla haykırsaydım… Yazılar yazsaydım, duvar ilânları assaydım…

Sinema perdesinde, VCD- DVD kopyalarında, televizyon ekranında yönetmenine, yapımcısına, TRT yayıncısına iyi niyetiyle güvenen, teknik olarak kusursuz bir eser zanneden seyirciye doğru kopyayı ulaştıramadığım için özür dilerim…

Mahkeme kararlarını dinlemeyenlerden, tedbir kararlarına aldırış etmeyenlerden daha güçlü olamadığım için özür diliyorum…

Anlamadıklarım:

Neden bir yapımcı filmin doğru kopyası varken kusurlu kopyasını seyirciye ulaştırmak için sürekli SUÇ işleme ihtiyacı hisseder.

Anlamıyorum.

Neden bir devlet televizyonu olan TRT bütün uyarılarımıza ve mahkeme kararlarına rağmen kusurlu bir kopyayı oynatmak konusunda SUÇ işlemeyi kendine vazife kılar.

Anlamıyorum.

Mahkemenin birinci aldığı karar “kusurlu kopya yayınlanmasın” diyor. İkinci karar da ise “kusursuz kopya yayınlanabilir” diyor. Bu iki kararın da aslında aynı cümleyi kurduğunu, bünyesinde binlerce kişi barındıran bir kurumda bu iki cümlenin aslında aynı olduğunu anlayacak kadar Türkçe bilen biri bulunamadı mı?

Anlayamadım.

Neden TRT bu iki kararı yorumlarken Yönetmenin söyledikleri yerine Yapımcının söylediklerini esas aldı? Yapımcının doğru söylemek için menfaati var: Sözleşme şartları ve alacağı gösterim ücreti. Yönetmenin buradaki tek menfaati kusursuz bir kopyanın yayınlanmasıydı. Kusurlu bir kopyanın yayınlanmasında TRT’nin ne menfaati vardı?

Anlayamıyorum.

Neden uygulanmayacaksa, eser sahiplerinin manevi haklarını koruyan yasa maddeleri Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’nın içinde yer alır.

Anlamıyorum.

Neden TRT Kurumu bütün sözleşmelerinde adı geçen “yasa”ya atıfta bulunur da aynı yasanın çok güçlü olarak tarif edilen manevi haklar konusundaki maddelerini görmemezlikten gelir.

Anlamıyorum.

Neden bir devletin meclisinin çıkardığı yasaları bir devlet kurumu olan TRT uygulamaz, uygulamamak için bir takım hukuki hüllelere başvurur.

Anlamıyorum.

Bir kopyanın kusurlu olup olmadığına kim karar verebilir? Para kazanmak derdinde olan yapımcı (işlerini düzgün yapanları kastetmiyorum) mı? Yoksa eserini en iyi ve doğru şekilde seyircisiyle buluşturmak isteyen yönetmen mi?

Anlayamadım.

Örnek:

Bir mimar çizdiği ve uygulamaya geçirdiği projesinin yapımı sırasında çalışanların dikkatsizliklerinden oluşan bir kusuru Belediyeye bildiriyor. “Bu bina çöker” diyor. Belediye de “Bizim muhatabımız müteahhittir mimar değil.” diyor. Bina çöktüğünde sorumlusu kim? Kusurlu bir binayı teslim etmek isteyen müteahhit mi? Bütün uyarıları göz ardı eden Belediye mi?

Sonuç:

Ama her şey rağmen ben İsmail Güneş… The İmam filminin yönetmeni… Filmimin doğru kopyasını seyrettirmek için sanat, hukuk, vicdani mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğime söz veriyorum… Kendilerini vazgeçilmez ve güçlü sananlara karşı bile olsa.

(05 Ekim 2009)

İsmail Güneş
Yönetmen

11’e 10 Kala

Yıllar önce Erhan Bener’den ilk okuduğum kitap, Kedi ve Ölüm (Ara Kapı) Türkçe’den önce Fransızca yayınlanmış, sonra Varlık Yayınları’nda kendi dilinde okuyucuya ulaşmıştı. Sonradan Bener’den başka kitaplar da okudum ve iki kitabı Böcek (Ümit Elçi) ve Ölü Bir Deniz (Atıf Yılmaz) sinemaya da uyarlandı. Okuduğum kitaplar aynı zamanda -okurken çektiğim- seyrettiğim filmlerdirde ama Kedi ve Ölüm için çektiğim film, hâlâ kurgusu bitmemiş bir filmdir. Aradan bunca yıl geçtikten sonra, Kedi ve Ölüm’ün sinema versiyonunu hâlâ merak ederken, daha doğrusu 11’e 10 Kala’yı seyrettikten sonra yeniden hatırlayınca, onu orada bıraktım ve Esmer’in filmini düşünmeye başladım. “Nasıl bir film” değil, “nasıl bir sinema?” Tamam, belgesel’den gelme ama böyle bir film nasıl düşünülür ve de yapılır. Buna fazla şaşmamak gerekir, son yıllarda -bir süredir devam ediyor bu- öyle filmler yaptılar ki yönetmenlerimiz, yıllarca belirli şablon filmlere alışmış seyircimizi iyice şaşırtıyorlar. Şimdi bu da doğru değil, o eski filmleri seyretmeye alışmış (=şartlandırılmış) seyirci bu filmleri seyretmiyor zaten, bu filmler yeni oluşan seyirci kuşağı için. Bir çoğu, yabancı film ağırlıklı çeşitli festivallerde seyrettikleri filmlerle bu tip filmlere aşina. Onun için (Cuma günü akşamı saat 18:30’da 15 kişiye yaklaşan bir seyirci ile seyrettim filmi. Benzer bir takım filmleri tek başıma seyrettiğimde oldu) bu filmler kısıtlıda olsa bir seyirciye ulaşabiliyor, ulaşmalı da. Yukarıdaki soruyu bir daha soruyorum, “’11’e 10 Kala’ nasıl bir sinema? Sinema mı? Evet sinema. Sinemamız bir “öykü anlatma” sinemasıdır. Bu nedenle, seyirci -buna alıştırıldığı- için olayların nasıl olduğu önemlidir ama sinema olayların nasıl olduğu değil nasıl anlatıldığı -olduğu- için, 11’e 10 Kala, sinemamızın anladığı mânâda klâsik bir öykü anlatmasa da, bir sinema’dır. Klâsik mânâda bir öykü anlatmasa da, birçok öykü anlatmaktadır, üstelik bunların bir kısmını görsel olarak anlatmaktadır. Mithat bey, köprüaltındaki geçitlerden geçerek, Karaköy’de, çarşılarda müdavimi olduğu yerlere uğrayarak, uzun zamandır ele geçiremediği İstanbul Ansiklopedisi’nin (Reşat Ekrem Koçu) 11. cildini soruştururken, manyetolu el fenerleri için pazarlık yaparken, yemek yediği ev yemekleri restoranında yediği “ekmeğin etiketini” alıp ayırılırken (restoran sahibi, Ali ile Mithat Bey’e başka etiketler de yollar), geri kalan zamanını geçirdiği evine dönerken, evinin önünde yapılmakta olan inşaatı seyrederken, giderek monotonlaşan günlerini yaşarken, görüntüye dayanan bir anlatımla anlatılır. Bu anlatımlar monoton bir şekilde yinelenir ve bir çıkışı yoktur, yarın da devam edecektir. Mithat Bey bir koleksiyoncu olarak sadece biriktirir. Bunu inatla sürdürürken, Esmer de sinemasını bu inatla sürdürmede kapalı tutar. Anlatılan ikinci öykü ise Ali’nin öyküsüdür. Emniyet Apt. (No: 2), yakın çevresi, apartman görevlisi odası ve “ekmek, gazete” verilen daire kapıları ile kısıtlı bu çevre Ali için yeterlidir. Biraz da apartman yöneticisinin kısıtlaması ile bu çevre dışına çıkmak istemez, ayrıca yakın çevre dışınıda bilmemektedir. Mithat Bey’in ısrarı ile bu çevre dışına çıkacak olan Ali, bir kısım işlerin sonunda, her zaman oturduğu aparman önündeki sandalyeden başka bir yerde, deniz kenarında bir kahvehanede oturup çay içecektir önce. İkinci, üçüncü seferden sonra bir café’de bu kez bira içilecektir. Bu süreç içinde apartman görevlisi dairesinde oturması bile değişecektir. Karaköy’de, Eminönü’ne nasıl gidileceğini sorarak tramvaya binen -daha öncede gemiye binmiş- Ali, Mithat Bey için dolaşırken, bilmeden saptığı sokaklarda dolaşırken, uzun süredir oturduğu bodrum katına nazaran daha yukarlarda olan bir daire kiralayacaktır. Girip çıktığı yerlerde gördüğü şeylere çekinerek yaklaşırken zaman içinde buralardan iş talep etmeye, hatta kitabın (11. cilt) fiyatında indirip yapmayan sahafta, el çabukluğu ile ansiklopediyi bile -çaktırmadan- torbasına atacaktır. Ali, Mithat Bey’in dairesine sığmadığı için bodruma indirdiği kolilerin içindeki malları, önce kontrol ederek, sonra da -araklayarak- pazarlamaya başlayarak, görünüşünü de değiştirecektir, Mithat Bey’den öğrendiği pazarlık yöntemleri ile küçük kızına “oyuncak” bile alacaktır. Ali’nin bu açılımı filmin en hareketli (yoksa “ateşli” mi demeliyim?) kısmını oluşturur ama bu anlatıma yedirilmiş bir şekilde hiç bir zaman diğer olayların önüne geçmez, değişim Ali’nin bizzat kendisindedir. Öyküye kısa bir süre giren Mithat Bey’in yeğeni Ömer ise, evde yığılı kitapları, birlikte iş yapmayı düşündüğü sahaf arkadaşı aracılığı ile değerlendirme düşüncesine -daha- kapıdan girer girmez karar verir ama, Mithat Bey’i ikna edemez. (Eline aldığı votkanın kapağını açarak da, bir koleksiyonu bozar) Apartman, diğer sakinleri tarafından deprem endişesi ile yıkılmak için boşaltılma durumuna gelmişken Mithat Bey binadan çıkmamayı, hatta bodrumda nemlenmeye başlamış koliler içindeki eşyanın bir kısmını, dairesini boşaltacak komşulardan birinin dairesine koymayı düşünmektedir. Bitişik kapı komşusu -daha çok- hırsıza karşı kapısını çelik kapıya değiştirmişken, Mithat Bey bu konuda da binasına sadık kalarak kapısını değiştirmemiştir. Fakat özellikle dairesinde yıllardır biriktirdiği her türlü şeye sadık kalan, tam bir koleksiyoncu olan Mithat Bey, düşüncesine uygun olarak bunları kesinlikle satmayı düşünmemektedir ama hiç bir değerlendirme de yapmamaktadır. Artık eşya arasında yürümenin giderek zorlaştığı, belediyecilerin, Mithat Bey tarafından kesinlikle kabûl edilmeyen, çöp ev ve yangın uyarılarına rağmen, eşya arasında yaptığı özel yerine oturup, sigarasını içen Mithat Bey’in sadece biriktiren biri olması, biriktirdiklerinin eksiklerini tamamlamak gayretinin yanında, biriktirilmiş şeyleri tasnif etmek gibi bir gayreti hiç yoktur. Hatta yeğenin bulup çıkardığı çanta içindeki pul albümlerini bile uzun zamandır aramasına rağmen -günde kaç defa önünden geçiyor oysa- bulamamaktadır. Bu, karısının bile terk etmesine neden olan biriktirme merakı Mithat Bey’de tek bacak (topal) bir tutku halini almıştır. (Tedavisi -bu yaştan sonra- yoktur.)

Esmer, Mithat Bey’in dairesindeki sahnelerde, belgeselci tavrını daha çok kullanma olanağını bulmuş, fakat bir kitaplığın filmini yapmadığının farkında. Yukarıdaki komşudan damlayan suların varlığı daire için, Mithat Bey için tek problem olurken, yönetici için problem her yere yığılmış gazete ve kitap ve diğer eşyadır. Harici sahnelerde Esmer kamerasını -doğal olarak- daha hareketli kullanıyor; Ali’nin değişiminin filmin bir başka “hareketli ortamı” olduğuna yukarıda değinmiştim. Mithat Bey bir koleksiyoncu olarak bodrumdaki kolilerin açıldığının ve içindekilerde eksilmelerin olduğunun farkına varmasına rağmen, bir tepki göstermeyerek, artık yolun sonuna vardığının farkındadır, yaşar gibi oynar. Yeğeni Ömer, sahaf, lokantacı kadın, kısa rolleri ile Mithat Bey’in yaşamındaki yerlerini alırlarken, sadece lokantacı kadının özeline değiniliyor. Ali (Nejat İşler) ise kişilik değişimine uğrarken, vücudu, duruşu, yürüyüşü ile değişikliği yansıtarak, oyunculuk olarak diğerlerine fark atıyor.

11’e 10 Kala, sinemamızda son yıllarda -gerek konusu, gerek sineması bakımından- bir çok örneği görülen filmler arasında en ilginçlerinden birisi. Uzun bir süre aranılan bir kitabın bulunması ile -ama ne bulunma- bizim için bitiyor. Esmer’in olayı izlemesi (kaydetmesi) buraya kadar. Artık Mithat Bey kendinden başka kimsenin bulunmadığı binada tek başına. Artık iş peşinde koşturacak Ali de yok. İstanbul Ansiklopedisi tamamlanıyor. Artık Mithat Bey’in peşinde olduğu bir amacıda yok. Sadece gündelik gazeteler alınacaktır, hem de iki nüsha.

(04 Ekim 2009)

Orhan Ünser

Niccol’ün Mermisi ve Sinemaseverlikte Ahlâk

Yönetmen Andrew Niccol’ün 2005 tarihli filmi “Savaş Tanrısı” (Lord of War), başrolünde Nicolas Cage gibi karizmatik bir oyuncuya yer vermesinin yanı sıra, aynı zamanda sinema tarihinin de en etkileyici açılış jeneriklerinden birine sahiptir.

Filmin giriş yazıları başladığında, emperyalist ülkelerden birindeki silâh ve mühimmat üretim tesislerine konuk oluruz. Üstte yazılar akarken, alt dokuda da bir kaleşnikof mermisinin üretim sürecinden kesitler perdeye yansır. Daha hammadde aşamasından itibaren özenle işlenişini ve kullanıma hazır hâle getirilişini kademe kademe izlediğimiz mermi, yönetmenin adının belirdiği son plânda ise takıldığı tüfeğin namlusundan ok gibi fırlar ve Afrika’nın derinliklerindeki -hiç kimsenin sallamadığı- bir iç savaşın orta yerinde kalmış, kara derili, isimsiz bir çocuğun beynini dağıtır.

Bu, sinema tarihinde bir jeneriğin bile usta ellerde tek başına “anlamlı bir film”e dönüşebileceğinin çok özel örneklerinden biridir.

Anılan yapıtın bana hatırlattığı bazı acı gerçeklerden hareketle, şimdi bir kez daha diyorum ki;

Piyasada kolayca ve mâkûl fiyatlara özgün kaydı bulunabilen bir filmin korsan kopyasını satın alarak izlemek, o filmi hangi ırk, din, dil ve siyasî görüşten bir sanatçı çekmiş olursa olsun, hem küresel ölçekte geçerli olan fikrî hak yasalarına, hem de İslâm dini ve diğer semavî dinlerin adalet hükümlerine göre tartışmasız bir “kul hakkı ihlâli”dir.

Bu “günah”ın, İslâm’ın “suç” tanımı açısından, aynı sanatçının gizlice cüzdanını çalmaktan hiç bir farkı yoktur. Fikir ve sanat eserleri birer “savaş ganimeti” değildir. Ki yeryüzündeki hiçbir sanatçı da emeğinin bu şekilde saygısızca sömürülmesinden hoşlanmaz.

Ayrıca, ülkemizde üretilen korsan video disklerin önemli bir bölümünün geliri, ayrılıkçı PKK hareketine finans sağlamak üzere kullanılmaktadır. Üstelik, bu terörizm finansmanına yalnızca filmler değil, aynı zamanda müzik CD’leri, bilgisayar oyunları ve kitaplar da dahildir.

Öte yandan, bu yöntemle palazlanmasına yardımcı olduğunuz diğer bir düşmanca hareket de (en vahşi uygulamalarını, yine kendi topraklarındaki Müslümanlara karşı sergileyen) Çin ve Rus despotizmidir. Her iki ülkenin, uluslararası baskılar karşısında korsan dijital ürünlerin yayılımına karşı verdiği mücadele de tamamen “palavra”dır, gösteriştir ve tepkileri azaltmaya yöneliktir. Perde arkasında, bu tür ürünlerin üretimi ve satışı -anılan ülkelerin ekonomik yapısını güçlendirdiği için- resmî makamlardan geniş bir müsamaha görmektedir.

Bu gerekçeler ışığında, kendinizi “ahlâklı biri” olarak tanımlıyorsanız, korsan DVD-VCD izlememeye, korsan müzik CD’si dinlememeye, korsan video oyunu oynamamaya ve korsan kitap okumamaya çalışın.

Şimdiye kadar satın aldığınız/izlediğiniz/dinlediğiniz/oynadığınız disklerin sırtınıza yüklediği ahlâkî sorumluluğu -en azından- azaltmak için de indirim dönemlerinde ekonomik gücünüzün yettiği oranda yasal/bandrollü DVD, VCD, oyun ve müzik CD’si satın alabilirsiniz. Bu yöntemle, anılan sektörlerin korsan üretim karşısında verdiği ayakta kalma mücadelesine son derece etkin bir biçimde yardımcı olmak mümkündür. Piyasaya ilk aşamada 20 TL ortalama fiyatla sürülen pek çok dijital ürün, ilerleyen aylarda stokları eritme kaygısıyla 3-4 TL’ye kadar düşmektedir.

Bir filmi gecikmeli olarak izlemek sizi asla eksiltmez; ancak yasal kaydından izlemek ise hem insanî erdemler açısından yüceltir, hem de (korsan versiyonuna göre sunduğu çok daha yüksek görsel/işitsel/estetik kaliteyle) sinema ve müzik beğeninizi geliştirir.

Unutmayın ki ömrünüz, dünya üzerinde piyasaya sürülen bütün filmleri izlemeye, bütün müzikleri dinlemeye, bütün oyunları oynamaya ve bütün kitapları okumaya kesinlikle yetmeyecektir.

Ancak, “bir gün hepimizin öleceği” ise son derece kesin bir bilgidir.

(04 Ekim 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]

02 Ekim 2009 Haftası

“Karanlıktakiler”, müstakil evinin kapısından dışarıya bir adım dahi atamayıp ‘panik atak’ nöbetleri geçiren, eski kentin soylu hanımefendisiyle onunla yaşamak zorunda olan ve ‘office boy’ olarak çalışan otuzlu yaşlarındaki oğlunun hikâyesi… Sinema için çok elverişli ama bir o kadar da zor bir malzeme. Ayrıntılar üzerinden ilerlemesi, oyuncuların son derece ince ayrımlı / yönetmenin denetiminden uzaklaşmadan oynaması ve en önemlisi ‘ruhsal derinliğin’ oluşturulması gerekir. Maalesef olmamış: İyi oyuncular, ya kendilerini tekrar etmişler ya da abartmışlar, inandırıcılık zayıflamış, ince ince dilimlenerek seyirciye servis edilmesi gereken psikolojik çalkantılarda da yüzeyin altına inilememiş. Üstelik ‘geriye dönüş’ bölümünde, ‘anımsayan kendini göremez’ diye -öyküleme anlamında tartışılır- bir savdan yola çıkılarak, olay silsilesi, mağdurun gözünden güya ‘trajikomik’ ama çok beceriksizce anlatılmış… Fikir iyi ama belli ki kimsenin yardımına ihtiyacı olmadığını düşünüp, ne senaryo ne de yönetim desteği alan ‘ortalama yönetmen’ Çağan Irmak’ın kapasitesini aşmış!

“Matrak Adamlar”, çok ünlü ‘stand-up’ komedyeninin, tedavisi zor bir kanser türüne yakalandığını öğrenmesiyle, tüm bir geçmişini gözden geçirmesini ve yapayalnız olduğunu hissettiği bu moral bozucu günlerde, ‘çaylak’ asistanı ile ‘savrulmaya’ çalışmasını anlatıyor. Belden aşağı esprilerden incelikle seçilmiş şarkılara, her sözcüğün, her plânın, her oyuncu performansının hikâyeye tam oturduğu ve her karesinin zevk verdiği güldürülerden…

“Oyuncu”, gelecekteki yeni bir eğlence türünü tanıtıyor: Sanal dünya ile gerçek yaşam arasındaki sınırların kalktığını ve zenginseniz, evinizdeki büyük ekranların karşısında oturarak paraya ihtiyacı olan insanları, ipleri elinizde olan kuklalar gibi ‘oyun alanları’nda yönettiğinizi düşünün. Tabii ki beyinsel bağlantılarla… Ve bir de, bu insanların kanlı çarpışmaların içinde oynattığınız idam mahkûmları olduklarını, yaşattığı heyecanı, yükselen adrenalinizi duyumsamaya çalışın. Film, tam da bu dünyanın, hızını, ahlâksızlığını, şiddetini, gürültüsünü, acımasızlığını, neredeyse bire bir deneyim duygusuyla aktarıyor. Bir mahkûm özgürlüğüne kaçarken, aksiyonun göbeğinde tüm bu sosyal kodların da bombardıman edilmesi önemli gözüktü bizlere. Öte yandan, yorucu bir film olduğu açık.

“Ölümcül Tuzak”, savaşmanın ahlâksızlığı ya da savaş politikaları ile ilgilenmiyor; direkt, keskin, tamamen gerçekçi biçimde üç kişilik bomba imha ekibinin yanı başında, bir işgâlin ortasına götürüp, savaş denilen tuhaf ‘erkek oyunu’nun anatomisine göz atıyor. İşgâl edenlerle edilenlerin kolay açıklanamaz ilişkilerinin psikolojik yansımalarını aktarıyor. En az altı adet çok gerilimli bölümle bu pis işin merkezinde yer almanızı sağlıyor. Yaman kadın Kathryn Bigelow yönetiminde harika oynayan üç genç oyuncunun yanı sıra üç de konuk var: Guy Pearce, David Morse ve Ralph Fiennes.
“Son Veda”, yaşam gibi ölümün de doğal olduğunu ve gerçekten de kısa hayatlarda bir baba, bir anne ve/veya bir evlât olarak şefkatli olmanın değerini, zarafetle anımsatan bir film. Ölümün yeni bir başlangıca giden geçiş süreci olduğuna inanan ve sevdiklerini bu yolculuğa son bir veda ritüeli ile uğurlayan bir toplumun insanlarının dünyanın her köşesindeki insanlara aynı duyguları hissettirdiği çok çok güçlü bir sinema örneği. Bu törende ölüleri en temiz ve güzel biçimde hazırlayan ‘tabutlayıcı’ bir genç adamın (aynı zamanda müzisyen), karısıyla birlikte doğduğu yere, acı anılarına dönüşüyle birlikte yüreğinizin en hassas noktaları sızlayacak. Acı gibi mizahın da en insani biçimde ipeksi dokunuşlarla işlendiği bu filmin hiç kusuru yok; sinemanın nasıl bir sanat olduğunun tam tanımı. En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü en doğru filme gitmiş, tebrik etmek gerek Akademi üyelerini.

(30 Eylül 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Cehennemin İçinden Gelen

Karanlıktakiler
Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Erdem Akakçe (Egemen), Meral Çetinkaya (Gülseren), Rıza Akın (Ramiz), Derya Alabora (Umay)
Yapım: Most (2009)

“Karanlıktakiler”, bir trajedinin filmi. Hem annenin hem de oğlunun. Hikâyenin derinliğinde perdeyi yakan bu cehennemin lâvlarını hissediyorsunuz. Anne ve kadın takıntılı yönetmenin bu filmindeki öznel kamera karanlıktakileri perdeye çıkartıyor.

Çağan Irmak, “Issız Adam” filminin ardından “Karanlıktakiler”le geliyor. Bu film, gerçekten sinemamız adına şaşırtıcı ve etkileyici bir yapıt. Karakterlerin yansıyışı, mekân yansımaları, kurgusu ve kamera kullanımlarıyla sinemaseverleri heyecanlandıracak gibi. Film, Gülseren’le oğlu Egemen’in tuhaf hikâyesini anlatıyor. Bu tuhaflık filmin derinliğinde anlamlaşan gizemlere kadar sürüyor. Gülseren, kendisi gibi yaşlanmış ve yorgun köşkten dışarı çıkamıyor. Oğlu Egemen, reklâm şirketinde ofisboyluk yapıyor. Annesinin evde yarattığı cehennemden biraz olsun çıkabiliyor böylece. Egemen, patronu Umay’ın kendisine şefkatli yaklaşmasını da yanlış yorumluyor, ona aşık oluyor. Yönetmenin, yansıttığı tüm karakterlerin hayatta bir karşılığı var. Gülseren’i rahatsız eden mahalleli çocuklar bile sinemamızda az görülür biçimde hayatın içinden düşüyor perdeye. Reklâm şirketindeki toplantılar bile gerçekçi. Reklâmcıların halkın zihinlerini iğfâl eden o toplantıları işte böyle yapılıyor. Filmde hiçbir an ve karakter karikatürize edilmemiş. Hepsi hayatın içinden geliyor. Sonra hikâye gelişiyor. Hiçbir kadınla aşk yaşamamış Egemen, Umay’ı yanlış yorumlayınca boşluğa da düşüveriyor hemen. Hayat deneyimi de yok. İşten eve, evden işe gidip geliyor. Onun için iş belki de evdeki cehennemden kurtulmak için bir sığınak. Hayatta tek iletişim kurabildiği insan da hayatın kaybedenlerinden Ramiz. Onun da hayatına kadınlar pek uğramamış ve hayatı boyunca yalnız bir adam kalmış. Geceleri reklâm şirketinde bekçilik yapan Ramiz, hayatındaki anlamsızlıkları otlarla ve şaraplarla doldurmaya uğraşıyor. Bir kadınla olamamak trajedilerin en büyüğü belki de. Cehennemi hisseden seyirci, hikâyenin bir yerinde cehennemin geldiği yeri öğreniyor Bach’ın müzikleriyle. Annesine esrarlı sigara içiren Egemen, annesine geçmişiyle yüzleşme cesareti veriyor farkında olmadan. Seyirci için de karanlıktaki sırlar anlamlaşmaya başlıyor. Eski İstanbul hanımefendisi Gülseren, 1970’lerde vahşice dönüşüme uğrayan İstanbul’da başına gelebilecek en büyük trajediyi yaşıyor. Bu trajedi, Gülseren’in zihnini yakan cehennem alevlerine dönüşüyor yıllar boyunca. Gençliğinden bu yana hiç dışarı çıkamayan Gülseren, oğlu Egemen’i de yarattığı bu cehenneminde yakmış hep.

Bach ve Mozart önemli…

Yönetmen Irmak, fonda neredeyse müzik kullanmamış. Filmin final bölümlerinde Bach ve Mozart duyuluyor sadece. Ama, dış sesler müzikler kadar etkileyici. Radyodan müziği duyulan Johann Sebastian Bach (1685-1750), üvey kız kardeşinden cehennemi eziyetler görmüş ve aşağılanmış hep. Üvey kız kardeş, Bach’ın birçok bestesini yakmış. Bach’ın çok az bestesi geriye kalabilmiş. Yönetmenin Wolfgang Amadeus Mozart’ın (1756-1791) eserini kullanmasının nedeni, belki de Mozart’taki coşku ve hüzünden olmalı. Mozart’ın öncelikle keman ve piyano tınıları çığlık gibidir. İçindeki duygu kaosunu hissettirir dinleyenlere. Açık uçlu gibi görünen finali, Mozart’la buluşturabilirsiniz belki. Yönetmen Irmak’ın anne ve kadın takıntısı “Issız Adam” filmiyle fark edilmişti. Son filmi “Karanlıktakiler”le uç noktaya ulaşıyor bu. Kadınlar ruha acı veriyor. Boşluğa düşürüyor. Bilinmezlere sürüklüyor. Ama, bu düşünceleri sallayacak anlar da var “Karanlıktakiler”de. Gülseren’in gençliğinde yaşadığı derin trajediyi yönetmen öznel kamerayla yansıtıyor. Bu öznel kamera daha da acı verecek seyirciye. Bu sahneler, sinemada da az görülür irkilticilikte ve keder yüklü. Yönetmen, genç Gülseren’in yüzünü hiç göstermiyor ve her şeyi onun gözünden yansıtıyor perdeye. Bu filmdeki çarpıcı görsellik o kadar çok ki. Köşkte daha koyu, daha pastel renkler kullanan yönetmen, bazı anlarda balıkgözü objektife benzeyen görüntüler de oluşturmuş. Her şey daha soğuk ve dik yansıyor bu anlarda. Yönetmen, reklâm şirketindeki sahnelerdeyse, daha parlak ışık düzenlemeleri kullanmış ve daha açık renk tonuyla yansımış her şey. Aslında, Egemen’in mutsuz ve tedirgin olduğu her mekânda yönetmen renkleri koyu tonda kullanmış. Filmdeki deniz kenarındaki uçurum da önemli. Bu “uçurum”lar final bölümüyle daha da anlamlaşacak belki de. “Karanlıktakiler”in estetiğinin gerçeküstücülüğe daha yakın durduğunu belirtmeliyiz. Bu filmdeki sinemaskop görüntüler de heyecan verici.

1970 yılında İzmir’de doğan yönetmen Çağan Irmak, kısa filmlerinde bile ünlüleri oynatmış bir yönetmen. 1998 yapımı “Bana Old and Wise’ı Çal” adlı kısa filminde Derya Alabora ve Erkan Can’ı oynatmış. Irmak, adını televizyon dizilerinde duyurdu. 2000 yapımı “Çilekli Pasta” dizisinde Taner Barlas’a başrolü vermişti. Ama, bu büyük oyuncuyla sinemada yolları bir daha buluşmadı hiç. Irmak’ı üne kavuşturan 2002 yapımı “Asmalı Konak” adlı diziydi. 2004 yapımı “Çemberimde Gül Oya” da ününü çoğalttı. Aynı yıl, başrolünde Fikret Kuşkan’ın oynadığı “Mustafa Hakkında Her Şey” filmini çekti, olumlu eleştiriler aldı. Irmak, sadece DVD olarak yayımlanan “Kâbuslar Evi” korku serisini de çekti. 2005 yapımı “Babam ve Oğlum” onun tam anlamıyla patlama filmiydi. 2008 yapımı “Ulak” filminden bu yana da sinemaskop çalışmaya başladı Irmak. 2008 yapımı “Issız Adam”, aşkı ve geçmişin güzel şarkılarını hatırtattı. Son filmi “Karanlıktakiler” de onun sinemada yukarıda bir yerlere çıktığını gösteriyor. 1972 doğumlu Gökhan Tiryaki, kameramanlıkta sinemamızın yükselen değeri. Büyük yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın yanında yetişen Tiryaki, Çağan Irmak’la ruh birliği oluşturuyorlar. Rıza Akın, Tayfun Pirselimoğlu’nun 2007 yapımı “Rıza” filmiyle sinemada göründü ilk. Irmak’ın bu filminde kaybetmiş bezgin gece bekçisi Ramiz karakterine de ruh katabilmiş. Reklâm şirketinde ofisboy Egemen’e hayat veren Erdem Akakçe, epey filmde boy göstermiş yakın zamanlarda. 2005 yapımı “Anlat İstanbul” ve 2008 yapımı “Ara” öne çıkan filmler. “Karanlıktakiler”, onun en büyük şansı oldu. Belki de o, yönetmenin büyük şansıydı. Merâl Çetinkaya ve Derya Alabora, tek kelimeyle mükemmeller. Sanki bu filmin başyapıtı onlar.

(30 Eylül 2009)

Ali Erden

[email protected]

Şaban, Charlot’a Karşı (mı?)

IMDb’de bir anket yapılmış ve Şaban Oğlu Şaban (Eğilmez) En İyi Komedi Filmi seçilmiş. Önce gazetede okudum, sonra televizyonlara yansıdı. Kemal Sunal, Charlie Chaplin ve Woody Allen’i geride bırakmış. Sinemamız için gururlanmak lâzım mı?

IMDb’nin anketinin sonucunda 50 film yer alıyor. Filmlerin aldıkları puanlarla, bu puanların bir tür değerlendirmesi sonucu bir sıralama yapılmış ve sıralama sonucu Şaban Oğlu Şaban, 49 filmi geride bırakarak birinci olmuş.

Listede 8 Türk filmi var. Listede yer alış sıralarına göre Şaban Oğlu Şaban 8.9/10 oranla 1., Züğürt Ağa (Nesli Çölgeçen) 8.5/10 oranla 9., Kibar Feyzo (Atıf Yılmaz) 8.5/10 oranla 10., Hababam Sınıfı Tatilde (Ertem Eğilmez) 8.4/10 oranla 12., Süt Kardeşler (Ertem Eğilmez) 8.4/10 oranla 25., Hababam Sınıfı Uyanıyor (Ertem Eğilmez) 8.3/10 oranla 33., Davaro (Kartal Tibet) 8.3/10 oranla 36., Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (Ertem Eğilmez) 8.3/10 oranla 39. sırada yer alıyor ama filmler bu şekilde sıraya girerken aldıkları puan bakımından farklı bir dizilim gösteriyor. Puan esasına göre sıralama şöyle: 39. sırada yer alan Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı 4263 puanla 1., 33. sırada yer alan Hababam Sınıfı Uyanıyor 3528 puanla 2., 25. sırada yer alan Süt Kardeşler 3366 puanla 3., 12. sırada yer alan Hababam Sınıfı Tatilde 2937 puanla 4., 9. sırada yer alan Züğürt Ağa 2543 puanla 5., 1. sırada yer alan Şaban Oğlu Şaban 2450 puanla 6., 10. sırada yer alan Kibar Feyzo 2438 puanla 7., 36. sırada yer alan Davaro 1160 puanla 8.

50 filmlik listeden benim gördüğüm veya bildiğim bir kısım filmlere de bakınca şu durum ortaya çıktı:

Listede 5. sırada yer alan Forrest Gump (Robert Zemeckis) 260051 puan, 6. sırada yer alan City Lights (Charlie Chaplin) 232555, 3. sırada yer alan Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (Stanley Kubrick) 141517, 21. sırada yer alan Some Like It Hot (Billy Wilder) 59619, 48. sırada yer alan Annie Hall (Woody Allen) 57738, 18. sırada yer alan Sing’ in Rain (Stanley Donen – Gene Kelly) 49238, 22. sırada yer alan Nuovo Cinema Parasido (Giuseppe Tornatore) 39340, 20. sırada yer alan The Great Dictator (Chaplin) 31873, 19. sırada yer alan The Apartment (Wilder) 31722, 13. sırada yer alan Modern Times (Chaplin) 30729, 40. sırada yer alan Yojimbo (Akira Kurosawa) 25641, 34. sırada yer alan It Happened One Night (Frank Capra) 21938, 45. sırada yer alan The Gold Rush (Chaplin) 18126 , 31. sırada yer alan The General (Clyde Bruckman – Buster Keaton) 17401, 44. sırada yer alan The Kid (Chaplin) 11316 puan almışlar.

Görülüyorki puan sıralamasında yer alan 15 filminden en düşük puan alan film bile, bizim listeye giren 8 filmizin en fazla puan alan (ve listede ancak 49. sıraya girebilen) filmimizden kat be kat fazla (11316 puana 4263 puan) puan almış bulunmaktadır. Bu puanların değerlendirilmesinde uygulanan, filmlerin sıralamasında esas alınan yöntemler sonucu çok farklı bir sonuç ortaya çıkıyor. Neticeyi değiştirir mi? Değerlendirme sistemi önceden belirlendiğine göre, neticenin değişmesi söz konusu olamaz; ama olayı haber yaparken, sırf listeye giren filmlerimizi alıp, filmlerimiz (özellikle Kemal Sunal) Charlie Chaplin ve Woody Allen’i geri de bıraktı derken, bu durumları da belirtelim. Kimsenin Kemal Sunal’a söyleyecek sözü yok ama olaya yaklaşımımız çok dikkat çekici.

Başka bir konuya değinip, bitirelim. Ülkemizin Oscar aday adayı olarak Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül) seçildi; öncelikle başarılar dileyelim ama unutmamamız gereken bir nokta, diğer aday adayları da, bizim filmimiz ile aynı elemeden geçecektir ve -genel prensip hepsinin kâğıt üzerinde aynı şansa sahip olmasıdır, bu nedenle- her aday adayı da aynı heyecan ile belirlenecek son dokuz filmi bekleyecektir bizim gibi; bu arada kulis yapılacaksa -ki yapılabilir sanırım- yapalım ve de son bir “kanaat” daha, Oscar önemlidir, ama o kadar da değil ve yalnızca “En İyi Yabancı Film” dalındaki yarışma uluslararasıdır.

(27 Eylül 2009)

Orhan Ünser

İtalya’da Bir Kübalı: Tomas Milian

Sinemanın büyük oyuncularından Tomas Milian, aslında bir Kübalıydı. Ama, İtalyan sineması içinde ünlendi ve bu saygın sinemada iyi filmlerde oynadı. Bu büyük oyuncuyu hatırlatmak istedik.

Tomas Milian… Küba’nın başkenti Havana’da 1932’de doğdu. Gerçek adı da Tomas Quintin Rodriguez’di. Diktatör Batista rejiminde bir generalin oğluydu. Sonra New York’a gitti ve “Actors Studio”da oyunculuk dersleri aldı. Ardından Amerikan yurttaşlığına geçti. 1950’lerin sonlarında da İtalya’ya taşındı. Televizyon yapımlarıyla sanat hayatına başlayan Milian, 1959’da Mauro Bolognini’nin yönettiği “La Notte Brava”da (Vahşi Gece) oynadı. Film, Pier Paolo Pasolini’nin 1955’te basılan ve Mehmet Harmancı’nın 1992’de Türkçeye de kazandırdığı “Ragazzi di Vita-Oğlanlar” adlı romanından çekildi. Senaryoyu da Pasolini’yle beraber Jacques-Laurent Bost yazdı. Milian, 1960’da yine Bolognini’nin “Acı Aşk” adıyla da anılan filmi “II Bell’Antonio-Acı Nikah” filminde de oynadı. Marcello Mastroianni, Claudia Cardinale ve Pierre Brasseur’ün başrolde oynadığı filmin senaryosunu Vitaliano Brancati’nin aynı adlı romanından Bolognini, Pasolini ve Gino Visentini yazdı. Hikâyeyse, faşizmin altındaki Sicilya’da geçiyordu. Yakışıklı Antonio’dan kadınlar hemen hoşlanıyorlar. İşte bu Antonio iktidarsızlığa düşerse ne olurdu? Tabii ki cehennemi yaşardı. Faşist iktidarla Antonio’nun iktidarsızlığı derin bir metafor yaratıyordu “Acı Nikah”ta. Bu film, Bolognini’nin bir başyapıtı olarak değerlendiriliyor şimdi. Filmin siyah-beyaz fotoğrafları da çok çarpıcı. Kameraman Armando Nannuzzi’nin bu filmdeki denemeleri çok eğitici. Öncelikle mekânlara düşen ışıklar yönüyle. Milian, 1961’de ünlü yönetmen Alberto Lattuada’nın “L’Imprevisto” (Beklenmeyen) filminde ünlü Fransız kadın oyuncu Anouk Aimee’yle başrolü paylaştı. Film, yazar Edoardo Anton’un eserinden uyarlandı. Bu suç filmde bir fidye olayı anlatılıyordu. Sinema hayatının başlarında önemli yönetmenlerin filmlerinde görünen Milian, temiz yüzü, uzun boyu ve sakinliğiyle hemen fark edilen bir oyuncu oldu. 1960’ların başında birçok Avrupa ülke sinemasında olduğu gibi İtalya’da da sinema değişiyordu anlatım olarak. 1960’larla birlikte yeni İtalyan sineması ortaya çıktı. Bu yeni sinemada “spagetti western”ler de bunlardan biriydi.

Milian, 1962’de “Boccaccio ’70” adlı filmde de oynadı. İtalyan sinemasının dört büyük yönetmeninin imzasını taşıyordu bu film: Federico Fellini, Luchino Visconti, Vittorio de Sica ve Mario Monicelli… Milian, Visconti’nin çektiği “Il Lavoro” (Eser) bölümünde Kont Ottavio rolünde Romy Schneider’le karşılıklı oynadı. 53 dakikalık bu bölümde Visconti basın skandalı etrafında yine aristokrasinin çöküşünü anlattı. 1963 yılında yine çok yönetmenli bir film “Ro.Go.Pa.G” filminde de göründü Milian. Filmi Jean-Luc Godard, Pier Paolo Pasolini, Roberto Rossellini ve Ugo Gregoretti yönetti. Milian, Pier Poalo Pasolini’nin “La Ricotta” (Teleme) bölümünde oynadı. “Teleme”, keçi sütü ve incir sütünden yapılmış çoban peyniri anlamına geliyor. Pasolini’nin kameramanı da bu bölümde Tonino delli Colli’ydi. Filmin adı “Ro.Go.Pa.G”yse “Ro” (Rossellini), “Go” (Godard), “Pa” (Pasolini), “G” (Gregoretti) harflerinden geliyordu. 1964’te yönetmen Francesco Maselli’nin “Gli Indifferenti-Aşkın Kurbanları”nda da oynadı Milian. Filmde Claudia Cardinale, Rod Steiger, Shelley Winters ve Paulette Goddard da vardı. Alberto Moravia’nın romanından uyarlanmıştı bu siyah-beyaz film. Moravia’nın “Il Conformista-Konformist”, 1970 yılında Bernardo Bertolucci tarafından çekilmişti. Ayrıca Vittorio de Sica da, bu önemli yazarın “Ieri, Oggi, Domani-Dün, Bugün, Yarın”ını 1963’te uyarlamıştı. Godard da 1963’te yazarın “Le Mépris-Nefret”ini beyazperdeye aktarmıştı. “Aşkın Kurbanları” filmi, aşağılık ve ikiyüzlü bir topluma gerçekçi bir bakış olarak yorumlanmış zamanında. Bu filmin orijinal adı da “Kayıtsız” anlamına geliyor. Milian, 1965’te “002 Yavru ile Katip” Franco Franchi ve Ciccio Ingrassia’yla “Lo Uccido, Tu Uccidi” (Katilim, Katilsin) komedi filminde de oynadı. Siyah-beyaz bu filmi Gianni Puccini yönetmişti. Milian, büyük İngiliz yönetmen Carol Reed’in (1906-1976), sinemaskop ve renkli 1965 yapımı “The Agony and the Ecstasy-Acı ve İlham” tarihsel filminde de Raphael karakterini canlandırmıştı. Bu film, 1970’li yıllarda “Acı ve İlham” adıyla TRT’de de gösterilmişti. Irving Stone’un 1961’de yazdığı romanından uyarlanan filmde Charleton Heston (Michelangelo) ve Rex Harrison da (Papa II. Julius) başroldeydi. Irving Stone’un bu biyografik romanı 1965 yılında “İlahi Isdırap” adıyla Türkçeye de çevrilmişti. Filmde, Rönesans ressamı ve heykeltıraşı Michelangelo Buonarroti’nin (1475-1564) hayatından bir bölüm perdeye aktarılıyordu.

“Spagettiler” ve polisiyeler…

Hem başrollerde, hem de ikinci rollerde oynayan Milian, 1960’ların ortalarından itibaren kovboy filmlerinde de sıkça görünmeye başladı. Sergio Sollima’nın yönettiği 1967 yapımı “spagetti western” filmi “Faccia a Faccia-Dişe Diş”te Gian Maria Volonté’yle başrolü paylaştı. Filmde bir banka soygunu anlatılıyordu. 1968’de Orson Welles ustayla karşılıklı oynadı “Tepepa” filminde. Bu sinemaskop filmin müziklerini de Ennio Morricone yapmıştı. Bu “spagetti western”in yönetmeni de Giulio Petroni’ydi. Filmde, Meksikalı devrimci lider Tepepa anlatılıyordu. 1968 yılında Milian “Banditi a Milano-Vahşi Dörtler” suç filminde Gian Maria Volontè’yle karışılıklı oynadı. Bu sinemaskop filmin yönetmeniyse Carlo Lizzani’ydi. Milian, aslında polisiye filmlerle yönünü buldu. Ona, “Gariban İtalyan polisinin sinemadaki temsilcisi” deniliyordu. “Vahşi Dörtler”de, Milano trafiğindeki araba takip sahneleri de hayli heyecanlıdır. 1969 yapımı “Ruba al Prossimo Tuo-Sevgilimin Tuzağı”nda başrolde olmasa da ünlü oyuncularla perdeyi paylaştı. Rock Hudson ve Claudia Cardinale başroldeydi filmde. Francesco Maselli’nin yönettiği bu macera-komedi filminde müzikler Ennio Morricone’ye aitti. Filmin hikâyesi de çalınmış mücevherler etrafında geçiyordu.

Gerçek bir olaydan…

Milian, “spagetti western”lerde görünse de, aslında o polisiye-macera filmlerinin önemli oyuncusuydu İtalyan sinemasında. Milian, Lucio Fulci’nin yönettiği 1969 yapımı “Beatrice Cenci”de başrolde oynadı. Gerçek bir olayı anlatan film, Romalı zengin bir ailenin kızı Beatrice Cenci’nin öldürülüşü üzerinedir. Bu dava dört yüz yılı aşkındır, günümüze kadar çözülememiş. Beatrice’nin babası Francesco Cenci’nin cesedi de 1598’de Napoli’de bir dağ başında ölü bulunmuş. Yüzyıllarca çözülememiş davanın başlangıç dönemlerini anlatan bu trajik filmi hukukçular görmeli. 1975′te bir “spagetti western”de oynadı aktör. Sergio Corbucci’nin yönettiği filmin adı, “Il Bianco, Il Giallo, Il Nero-Üç Şeytan Adam”dı. Filmde Milian’la beraber Giuliano Gemma ve Eli Wallach da vardı. Milian, başrolde olmasa da Fransız yönetmen Claude Chabrol’ün 1976 yapımı “Folies Bourgeoises-Burjuva Çılgınlıkları” filminde dedektif rolündeydi. 1977 yılında Milian’ın iki polisiye filmi oynadı Türkiye’de. İlki, Umberto Lenzi’nin yönettiği 1975 yapımı “Il Giustiziere Sfida la Città-Kanun Benim”, diğeriyse Yves Boisset’nin yine 1975’te yaptığı “Folle à Tuer-Ölümden Kaçarken”di. “Kanun Benim”in “anti kahramanı” Rambo, yıllar sonra Sylvester Stallone’un “Rambo” serisine dönüşmeden önce İtalyan sinemasının kahramanıydı. “Kanun Benim”in yönetmeni Umberto Lenzi, filmindeki Rambo karakterini David Morrell’in 1972’de yayımlanan “First Blood” romanındaki kahramandan esinlenmiş. Hollywood ancak 1982’de Ted Kotcheff’in yönettiği serinin ilk filmi “First Blood-İlk Kan”la bu romanı beyazperdeye aktarabilmişti. Aslında bu iki filmi yan yana koyduğunuzda elbette birebir benzerlik yok. İki Rambo da savaş gazisiydi. “Rambo” Milian, Milano’da motosikletiyle çetelerle savaşırken, “Rambo” Stallone kasabada Amerkan ordusuna savaş açıyordu. Aslolan ruhtur. Milian, 1979’da Amerikalı yönetmen-oyuncu William Richert’ın ilk filmi “Winter Kills-Vur Emri”nde de göründü. Filmde Jeff Bridges, John Huston, Eli Wallach, Sterling Hayden, Anthony Perkins gibi oyuncular da vardı. Film, Richard Condon’ın romanından uyarlanmıştı. Filmde, bir çizgi romancı John F. Kennedy suikastını çağrıştıran bir cinayeti araştırıyordu. Komplo teorilerine uygun bir filmdi bu. Milian, 1979’da Bernardo Bertolucci’nin tartışmalı filmi “La Luna-Ay”da Giuseppe karakterindeydi. 1970’li ve 1980’li yıllarda Bruno Corbucci’nin polisiye serisinde Müfettiş Nico Giraldi karakterine de hayat vermişti beyazperdede Milian. Ama, 1980’li yıllarda kariyeri gerilemeye başladı ve daha çok ikinci rollerde görünmeye başladı. Milian, 1982 yılında Michelangelo Antonioni ustanın “Identificazione di una Donna-Bir Kadını Tanımlanması” filminde Niccolo karakteriyle başrolde görünmüştü.

1985’te Bruce Beresford’un “King David-Hz. Davut” filmiyle Hollywood’da da görünmeye başladı. 1980’lerin ikinci yarısından sonra televizyon dramaları öne çıkmaya başladı. Amerikalı ünlü yönetmen Abel Ferrara’nın 1989’da Elmore Leonard’ın romanından uyarladığı “Cat Chaser”de (Kedi Takibi) ikinci rolde oynadı. Tony Scott’ın 1990 yapımı “Revenge-İntikam” filminde Cesar rolündeydi. Yine aynı yıl Sydney Pollack’ın “Havana”sında oynadı. 1991’de Oliver Stone’un “JFK” filminde Leopoldo karakteriyle rol aldı. Milian, Hollywood’un önemli yönetmenlerinden bir diğeri Steven Spielberg’ün 1997 yapımı “Amistad” filminde Calderon karakterindeydi. Steven Soderbergh’in Oscarlar kazanmış 2000 yapımı “Traffic-Trafik” filminde General Arturo Salazar olarak göründü. 2005’te Milian, Andy Garcia’nın yönettiği ve başrolünü oynadığı “The Lost City-Kayıp Şehir”de Don Federico Fellove karakterini canlandırdı. Aynı yıl Luis Llosa’nın yönettiği ve Türkiye’ye gelmeyen “La Fiesta del Chivo” (Oğlak Şenliği) filminde başrolü Isabella Rossellini’yle paylaştı Milian. Perulu yönetmen Llosa, kuzeni ünlü yazar Mario Vargas Llosa’nın aynı adlı romanınını sinemaya uyarlamıştı.

(27 Eylül 2009)

Ali Erden

[email protected]

Basına ve Kamuoyuna: Dünya Festivallerini Dolaşan Film Altın Portakal’a Kabûl Edilmedi

Geçen hafta Fransa’da Corsicadoc Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen Demsala Dawî: Şewaxan (Son Mevsim: Şavaklar) filmi dünya festivallerini dolaşmaya devam ediyor. Kürtçe çekilen filmin 46. Altın Portakal Film Festivali’nin programına alınmaması ise şaşkınlık yarattı. Kürt açılımının festivale yansıması konuşulurken başarılı bir Kürt filminin programa alınmaması kafalarda soru işareti bırakıyor. Geçen yıl da yine Mezopotamya Sinema yapımı olan ve Kazım Öz’ün yönetmenliğini yaptığı Bahoz (Fırtına) hem Altın Portakal hem de Altın Koza Film Festivalleri’nin programlarına kabûl edilmemişti. Yılmaz Güney adına ödül veren Altın Koza Film Festivali’nin Bahoz (Fırtına) gibi bir Kürt filmini programına kabûl etmemesi çelişkili ve sansürcü bir karar olarak değerlendirilmişti.

İktidarın Kürt açılımı bir yandan Antalya Altın Portakal Film Festivali seçkisinde ses getirirken diğer yandan Demsala Dawî: Şewaxan filminin festivale kabûl edilmemesi, “devletin beyaz ve esmer Kürtler arasında yaptığı ayrımın ve kendi Kürdünü yaratma, özgür Kürdü kabûl etmeme politikasının ulusal bir festivale yansıması mı” sorusunu akla getiriyor. Bizler devrimci ve alternatif filmler yapan sinemacılar olarak bu sansürü kınıyor ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.

Demsala Dawî: Şewaxan (Son Mevsim: Şavaklar) hakkında:

Mezopotamya Sinema Kollektifi’nden Kazım Öz, ikinci uzun metraj belgesel filmi Demsala Dawî: Şewaxan’ı Nisan ayında tamamladı. ARTE France ve IDFA desteğiyle çekilen film Dersim bölgesinde yaşayan göçebe Şavak topluluğunun yok olmaya yüz tutmuş yaşam tarzlarının, doğayla bağlarının ve kıyasıya mücadelelerinin yanı sıra insani ilişkilerini belgeliyor.

Türkiye galası İstanbul Film Festivali’nde yapılan Demsala Dawî: Şewaxan’ın uluslararası galası ise İsviçre Visions du Reel Belgesel Film Festivali’nde gerçekleşti. İsviçre Nyon’da övgüyle karşılanan Demsala Dawî: Şewaxan, Visions du Reel sonrasında pek çok festival tarafından davet edildi.

Çekimleri ve kurgusu esnasında belgesel ile kurmaca film arasındaki sınırları zorlayan Demsala Dawî: Şewaxan, Temmuz ayında Paris Film Festivali’nde ana kategoride yarışarak uluslararası endüstride de bu akımın öncüleri içinde yer aldı.

Paris Film Festivali’ni takip eden aylarda Demsala Dawî: Şewaxan, belgesel film festivallerinin yanı sıra önemli uluslararası kurmaca film festivallerinin yarışma bölümlerine davet edildi. Eylül ayında Polonyo’nın Varşova kentinde düzenlenecek olan Docboat Film Festivali, Ekim ayında Portekiz’in Lizbon kentinde düzenlenecek olan Doclisboa Belgesel Fim Festivali, Fransa’nın Montpellier kentinde 32.si düzenlenecek olan uluslararası Cinemed Film Festivali’nin belgesel bölümü ve Almanya’nın Mannheim kentinde 52.si düzenlenecek olan Mannheim-Heidelberg Uluslararası Film Festivali’nin ana yarışması bu festivallerden sadece bazıları.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından Asya Pasifik Perde Ödülleri’ne belgesel kategorisinde Türkiye’yi temsil etmek üzere aday gösterilen Demsala Dawî: Şewaxan ayrıca 19 Eylül’de Fransa Korsika’da düzenlenen Corsicadocs Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterildi.

(24 Eylül 2009)

MEZOPOTAMYA SİNEMA KOLEKTİFİ
İletişim: 0090 212 232 60 63

Sıcak, Gerçekçi ve Fantastik

Ricky
Yönetmen-Senaryo: François Ozon
Müzik: Philippe Rombi
Görüntü: Jeanne Lapoirie
Oyuncular: Alexandra Lamy (Katie), Sergi López (Paco), Mélusine Mayance (Lisa), Arthur Peyret (Ricky)
Yapım: Fransa-İtalya (2009)

Her filminde sinemaseverlere bambaşka sinema tatları veren Fransız yönetemen François Ozon, 59. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” için yarışan “Ricky” filmi, sinemaseverlerin belleğine alması gereken yapıtlardan.

François Ozon’un “Ricky” filmi, 59. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde “Altın Ayı”ya aday olmuştu. Bu filmin hikâyesi hem gerçekçi hem de fantastik. Paris banliyölerinde geçen bu filmde yoksul insanlar anlatılıyor. Anne ve kızı, Katie ve Lisa, banliyödeki sosyal konutlarda kalıyor. Bu sosyal konutlar, banliyölerde İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş. Şimdilerdeyse bu sosyal konutlarda göçmenler ve yoksul Fransızlar ikâmet ediyorlar. Ozon, bir avronun hesabını yapan emekçilerin içinde dolaşıyor kamerasıyla “Ricky”de.

Banliyödeki yoksul hayat…

Film, Katie’nin umutsuz bir anı üzerine açılıyor ve sonra da birkaç ay önceye dönüyor. Süt fabrikasında çalışan Katie, küçük kızı Lisa’yla iyi bir ikili oluşturmuşlar. Sabahın köründe annesini uyandıran ve annesiyle kahvaltı yapan Lisa, annesinin motosikletiyle okuluna gidiyor. Bu küçük ailenin monoton hayatını aynı monotonlukla yansıtan Ozon, önce Paco’nun, sonra da Ricky’nin varlığıyla ailenin hayatına hareket katıyor. Bu sıcak hayatın içine İspanyol göçmen Paco da girince hikâye de derinleşiveriyor. Fabrikada ilk görüşte tutulduğu Paco’yu hayatına dahil eden Katie, Paco’dan doğaüstü bir bebek dünyaya getiriyor bir zaman sonra. Elbette Ricky’deki farklılığı hemen anlamıyorlar. Lisa’nın isteğiyle bebeğe Ricky adını veriyor Katie ve Paco. Bu bebek öyle farklı ki. Sürekli ağlıyor ve doymak da bilmiyor. Fabrikada gece mesaisinde çalışan Paco, Katie’nin gündüz mesaisinde olduğu zaman Ricky’ye de bakıyor. Akşam bebeğin sırtında morluklar gören Katie, Paco’nun bebeği dövdüğü sanıyor. Ayrılıyorlar. Ama, çok geçmeden bebekteki değişiklik devam ediyor. Bebeğin omuzlarında iki kanat çıkmaya başlıyor önce, sonra da bebek bir melek gibi uçuyor. Bir Hollywood filminde süperleşecek bu film, Ozon gibi bir anlatım ustasının elinde bambaşka yerlere gidiyor. Yönetmen, fantastik gibi görünen bu filminde gerçekliğin uzağına düşmemeye çaba gösteriyor. Bu filmin en yaratıcı yönü seyircisinin zihnini bir an için karıştırması belki de. Tıpkı her şey Katie’nin zihni gibi. Belki de Ricky, Katie’nin zihninden düşen anlar. Filmin girişi ve final bölümü, zihinleri epey karıştırıyor. Andrey Tarkovski ruhu taşıyan Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” kazanan 2003 yapımı “Vozvrashcheniye-Dönüş” filminde de seyircinin zihni karışıyordu. Yaşananlar gerçek miydi, yoksa Ivan’ın zihninden düşen imgeler miydi, diye tereddüte düşen seyircinin de zihni bir an için kaosu yaşıyor. Ozon, “Swimming Pool-Havuz” filminin final bölümünde de zihinsel bulanıklık yaratıyordu. Sanat çok muhteşem ve de çok derin bir okyanus. Ozon’un mekânları da “Ricky”nin ruhuyla buluşmuş. Öncelikle de Katie’nin daireside. Soğuk ve ıslak kış atmosferinin yansıdığı dış mekânlardaki fotoğraflar da çarpıcıydı. Yönetmen, mekânlara düşürdüğü ışıkları da Katie’nin ruh haliyle örtüştürmüş, öncelikle iç mekânlarda.

Son dönemlerde keşfedilen iyi yönetmenlerden biri olan Ozon, gerçekten kendine özgü bir yönetmen. 1967’de Paris’te doğan Ozon’la ilk defa 1999 yapımı “Les Amants Criminels-Katil Aşıklar” adlı bir gençlik suç filmiyle karşılaşmıştık. 1998’de “Sitcom”la ilk uzun filmini çeken yönetmen, 2004 yapımı “Cinq Fois Deux-Beş Kere İki” filminde değişik bir anlatım kurgusunu denemişti. Geriden öne doğru gelen filmde on yıllık bir evliliğe tanıklık ettirmişti yönetmen. Sinemaya kısa filmler ve belgesellerle başlayan Ozon, İngiliz oyuncu Charlotte Ramling’le çalışmayı da seviyor. Rampling’le 2000 yapımı “Sous la Sable-Kumun Altında” ve 2003 yapımı “Swimming Pool-Havuz” filmlerini yaptı yönetmen. Ozon, Alman sinemasının büyük yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder’in aynı adlı oyunundan uyarladığı 2000 yapımı “Gouttes d’Eau sur Pierres Brulante-Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları”, eşcinsel aşkı üzerineydi. Ama, “Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları” deyişi, kadınların erkek bencilliğine karşı isyanının dillenmesi. Kadınlardan yanayız. Paco karakterini canlandıran Sergi Lopez, 1965 yılında Barcelona’da doğdu. Lopez’i, 2003 yılında CNBC-e’de gösterilen Dominik Moll’un 2000 yapımı çarpıcı gerilimi “Harry Un Ami qui Vous Veut du Bien-Harry İyiliğinizi İsteyen Bir Dost” filmiyle fark etmiştik. İnsana sıcaklık veren, Lisa’nın ve Ricky’nin büyülediği bu filmi sinemasal belleğe almak gerek. Ozon, bir bebekten bile yüksek performans almış bu filminde. Bebek Ricky’yi seyretmeye doyamıyor insan.

(24 Eylül 2009)

Ali Erden

[email protected]