Kategori arşivi: Yazılar

Havar’ın Sesini Duyuyor musunuz?

Mehmet Güleryüz’ün ilk uzun metrajlı filmi Havar şu günlerde vizyonda… Geçmişte birçok belgesel filme imza atan Güleryüz, ilk filminde ülkemizin kanayan yaralarından birine parmak basıyor. Amatör birkaç oyuncu ve köy halkı ile birlikte çekilen film doğallığı, şiirsel anlatımı ve muhteşem görselliğiyle vicdanlarımıza doğru bir yolculuğa çıkartıyor bizi… Havar’ın çığlıkları ise duyulmayacak gibi değil… Ülkemizin kanayan yarası töre cinayetleri ve cinayetin kılıf değiştirmiş hali baskı ile intihara zorlama kadınların hayatını cehenneme çeviriyor…

Havar ilk uzun metraj filminiz ama sinema ile içe içe olanlar bilirler birçok belgeseliniz var… Ama bilmeyenler için biraz sinema serüveninizden bahsedelim isterseniz…

Ben sinemaya başlayalı yaklaşık 20 yıl oldu. 1988 yılında asistanlık yaparak başladım. Asistanlıktan yönetmenliğe geçmek istediğim yıllar Türk sinemasının krizde olduğu yıllardı. Bu dönemde insanlar yeni şeyler üretmek yerine geçmişteki hikâyelerini anlatıyorlardı. Ben de boş durmaktansa bu hikâyeleri anlatayım diye düşündüm.

Belgesele yönelmeniz biraz da dönemin ekonomik çıkmazından doğmuş anlaşılan…

Evet ama bunun bana çok faydası oldu. Böylece hem kendimi geliştirmiş, hem piyasadan kopmamış, hem de mesleğimi sürdürmüş oldum. 10’un üzerinde belgesel hazırladım. Bunların içinde Türk Sinema Tarihi, Kemal Sunal, Yılmaz Duru, Hayal Kahramanlar (Dublörler, yardımcı oyuncular) gibi belgesel filmler var. Bir de bu çalışmaların bazıları Kültür Bakanlığı ve TRT desteği ile oldu. Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Bülent Oran ile ilgili önemli şeyler yer almıştı belgesellerimde. Böyle bir serüven işte…

Havar’ın oluşum sürecinden bahseder misiniz? Bir dönem Batman’daki kadın intiharları ile ilgili basında birçok haber yer almıştı… O dönemde mi başladınız çalışmalara?

Benim genel olarak sosyal konulara duyarlı, sivil toplum örgütleri içinde yer almayı tercih eden bir yapım var. Basında da sıkça yer alan Batman’da gerçekleşen genç kız intiharlarına ilişkin haberleri üzüntüyle takip ediyordum. Bu konuyla ilgili bir şey yapabilir miyiz, diye düşündüm. Bunların üzerine gidildiği halde sorunların çözülememesi insan olarak dokundu bana… Filmde birlikte çalıştığımız senarist Feza Sınar’ı aradım. O da sıcak baktı. Hemen çalışmalara başladık, arşivleri taradık, dosyalar hazırladık, yaşanmış olayları dinledik… Sonuç olarak biraz gerçek, biraz kurmacadan oluşan bir senaryo çıktı ortaya.

Filmdeki oyuncular yöre halkından… Neden profesyonel oyuncularla çalışmadınız?

Öncelikle çekimlerin mutlaka Batman’da ve Hasankeyf’de olmasını istiyorduk. Oralarda bir tanıdığım yoktu. Oraları bilen bir arkadaşımız “Sizi ben gezdiririm”, dedi. Tabii insan Batman adını duyunca önce biraz ürküyor. Ancak oraya gittiğimde kafamdakinden çok farklı bir Batman ile karşılaştım. Tiyatro yapan, müzikle uğraşan gençler gördüm. İlk başlarda profesyonel oyuncularla çekim yapmayı düşünüyordum. Orada tanıştığım insanlarla da deneme çekimleri yaptım. Deneme çekimlerini İstanbul’da izleyince onlarla çalışmanın daha etkili olacağını düşündüm. Profesyonel bir oyuncuyla çalışmak ayrıca bir zaman gerektirecekti… Yani o oyuncunun oradaki kültürü, dili öğrenmesi, mimiklerin oturması ciddi bir süreç işi. Sonuç olarak amatör oyuncularla çalışmanın projenin gerçekçiliğinin seyirciye yansıması açısından daha faydalı olacağını düşündüm. Zaten filmdeki dört oyuncu da Batman’daki Bahar Kültür Merkezi’nde tiyatro yapıyor. Ama biz çekimlere başladığımızda Çiçek tiyatroya yeni başlamıştı. Filmde belirli rolü olan 15 kişi var ve bunlardan 4’ü o bahsettiğim amatör tiyatro grubundan, gerisi köylü…

Filmde, ölen ablasına şiirler yazan Hasan köylülerden miydi?

Hasan köylülerdendi… Belki de hiç sinemaya gitmemişti ama köylülerin içinde en başarılısıydı…

Hasan’ın hikâyesi gerçek mi peki? Öyle bir olay yaşanmış mı, çok dokunaklı ve bence filme çok farklı bir anlam katıyor…

Evet, ölen ablasına mektup yazan çocuk gerçek bir hikâye. Biz de çok etkilendik…

Peki sizce bu sorunun neresindeyiz? Nasıl kesin bir çözüm bulabiliriz?

Bu konu üzerine birçok çalışma yapıldı ama ne kadar yol katedildi ona bakmak lâzım. Aydınlarımıza, sanatçılarımıza çok büyük iş düşüyor… Sorumlu ve duyarlı olmaları gerekiyor… Hepimizin hayatta sorunları oluyor ama sanat çok kurtarıcı bir şey… Resim, tiyatro, sinema ne olursa… Ben kendi adıma her türlü desteği verebileceğimi söyledim. Atölyeler yapabilirim, ressam, tiyatrocu ya da müzisyen arkadaşlarımı yönlendirebilirim. Onların hayata sanatla tutunmalarını sağlamalı, yalnız olmadıklarını göstermeli, bir nevi kardeşlik köprüsü kurmalıyız. Dünyanın birçok yerindeki festivalde filmi gösterdik. Gördüğümüz şuydu, bu sadece bizim ülkemize özgü bir şey değil. Kadına yönelik şiddet dünyanın her yerinde var. En modern yerlerde bile var… Ayrıca filmde babalarla kızların arasındaki gizli bağı da vurgulamak istedik. Bu bağın zaman zaman güçlendiğini zaman zaman da nasıl inceldiğini ama hiçbir zaman kopamayacağını…

(24 Şubat 2009)

Gizem Ertürk

20 Şubat 2009 Haftası

“The Spirit”, güzel kadınları kolayca elde edebilen, asla vazgeçemeyeceği ilk sıradaki sevgilisi ise gölgelerinden beslendiği şehir olan ‘ölümsüz’ karakterin, ona ölümsüzlüğü veren düşmanı ile karşılaşmasının grafik ve komik anlatımı; tüm malzemeleri tam ama ‘tatsız mı tatsız’ bir çizgi roman uyarlaması: Anti kahramanları sevenlere yalnızca.

“Niko: Yıldızlara Yolculuk”, küçük bir ren geyiği ve dostları ile maceraya atılıp şöyle kutup ışıklarına doğru, kuzeyin eşsiz renkleri ve vahşi güzellikleri içinde bir yolculuk yapmak isterseniz, ideal. Bu animasyondan hafızama kazınan ve asla unutmayacağım söz, geyikleri parçalayıp yemek isteyen arkadaşlarına karşı vejetaryen kurttan geldi: “Geyikler nasıl olsa otla besleniyor; biz de aracıyı ortadan kaldırıp otla beslenelim”!

“Bir Alışverişkoliğin İtirafları”, bilinçaltımıza sürekli pompalanan ‘harca, borçlan, öde’ emirlerini farklı uygulayıp “bilinçsizce harcayıp borçlarıyla tükenen” ve ‘hastalığı ilerleyen’ sevimli bir kızın New York’taki koşuşturmacalar dünyasında var olma savaşını anlatırken, çağdaş bir masalın tüm özelliklerini taşıyor. Çok karakterli yapısı girift gibi gözükse de, düğümleri kolayca çözülüyor ve hayli de eğlendiriyor… Tabii ekleyelim, izlendiği süre kadar sevimli; kalıcı etkisi yok!

(18 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Fransa’da Televizyon Dizileri Formatları

Malûmunuz, bugünlerde senaristleri çok meşgûl eden bir konu var: Dizi formatları. SENDER bana Fransa’daki durumu sordu, ben de şöyle bir özet derledim:

Fransa’da televizyon dizilerinde 52 dakikalık Amerikan formatına geçiş doğrusu biraz güç oldu. Ne de olsa sinema formatı kültüne inanan ve televizyonu küçük gören senaristlerin memleketiydi burası. Ve elbette ki 52 dakikaya geçiş, burada derhal 90 dakikalık filmlerin sonu anlamına gelmedi. Şimdi herkes hemfikir ki, iki formatta da çalışmak mümkün. Asıl sorun parada. Aynı bütçeye daha uzun film çektirmek, kanalların işine geliyor elbette. Ve genellikle belli bir prestiji olan yazarlar, kanallarından arzu ettikleri formatı “koparatabiliyorlar.”

Bu tip ortak kararları alan komisyonlarda senaristlerin olması çok önem taşıyor. Yani sektörde, televizyonlarda ve yapım şirketlerinde anahtar mevkilerde, karar verme mekanizmalarında muhakkak bir kaç senarist bulunmalı ve her ülkede konjonktüre göre kararlar alınmalı.

Hiç bir zaman Amerikalıların finans kapasitesine ulaşmak mümkün olmasa da Fransa’da yine de prime time, day time ve access prime time kuşaklarında mümkün olduğu kadar çok “fiction” yayınlanmasına çalışıldı. Akşamları üçüncü bir kuşak olmasının endüstriye yararlı olduğu konusunda herkes hemfikir.
52 dakikalık formata geçiş süreci Fransa’da bizdeki süreçten çok farklı. Türk yazarlar zaten hali hazırda varolan dizi yazarlığı sisteminde, sadece süreyi kısaltma savaşını vermekteler. Oysa Fransa’da bu, tamamen sistem değişikliği gibi algılandı çünkü “yönetmen filmi” kavramından vazgeçilmesinden korkuldu.
52 dakikalık formata geçilmesiyle Fransız televiyon yazarlığında büyük değişiklikler oldu, bunların en önemlisi de kollektif yazarlığa geçişti. Tamamen yazar yönetmenliği üzerine kurulmuş bir kültürde, ortak yazı atölyelerinin kurulması Paris’te gerçek bir devrim yarattı.

Kollektif yazarlık meselesine de şöyle bakıyor buradaki senaristler: Yapımcı, farklı ufuklardan gelen çeşitli yazarları bir araya getirmeden önce projesi hakkında, yani neyi, nasıl, kaç paraya anlatmak istediği hakkında iyi düşünmeli.

Dizinin ana konusunu tespit etmek ve ilk bölümü yazmak için genellikle yazarları bir araya getirmeye lüzum yok, nasıl bir prototip ürün için 20 tane mühendis gerekmiyorsa, aynı şekilde konsept ve ilk bölüm yazarken de tek bir yazar yeterlidir hatta daha sağlıklıdır çünkü net ve kesin bir anafikri savunacak kişi odur.

Toplu yazma macerasının daha ucuza geleceğini zanneden yapımcılar yanılıyorlar çünkü sonuçta her yazarın çalışma süresi bölünmüyor. Bir de buna çok uzun tartışma süreleri ekleniyor.

52 dakikalık formata geçişle birlikte, Fransa’da “sanatsal yapımcı” kavramı doğduğuna dikkat çekiliyor: Eskiden 90 dakikalık hikâyeyi tasarlayan ve çoğu kez yazan bir yönetmen tipi vardı, oysa şimdi önce yazar sonra da yönetmen var. Yani yapımcı bu ikisinin ortasında yer alıyor ve hikâyenin yazardan yönetmene geçişinde projeye sanatsal anlamda refakat edecek donanıma sahip olmak zorunda. Artık yapımcılar okuma provalarına katılıyorlar, öyküyü iyi bilip kasting konusunda fikir yürütüyorlar, senaristleri yönlendiriyorlar.

Yani yapımcının, Amerikalıların “show runner” dedikleri rolü oynaması sözkonusu ki, bu Fransız geleneklerinden çok farklı.

26 dakikalık dizilerde de durum farklı. Daha dinamik, daha kalabalık ekipler var. Yazar sayısı, bir hikâye ekibi, bir de diyalog ekibi olmak üzere 25 yazara kadar çıkabiliyor ve yılda 120 bölüm hazırlanabiliyor.
Başyazarın altındaki iki yazar, hikâye ve diyalog ekiplerini yönetiyor. Hikâye ekibi haftada 26 dakikalık 5 bölüm yazıyor. Bölümlerin kısa ve net yazılması önem taşıyor. Diyalog ekibi de 3 taslak yazıyor, haftada tek toplantı yapıyor.

Bir de çok kısa formatlar, her akşam beş dakikalık bir skeç gibi, orada da her projenin ayrı bir öyküsü olduğunu görmek mümkün.

Bitmez tükenmez reklâmlarla kesilen bitmez tükenmez dizilerin memleketi Türkiye’de bakalım durum ne olacak?

İlkbaharın klavyelerinize ilham getirmesi dileğiyle…

(17 Şubat 2009)

Sedef Ecer

(Bu yazıyı sadibey.com’a da gönderen SENDER (Senaryo Yazarları Derneği)’e ve yazara teşekkür ederiz.)

A Summer With Monika / Monika ile Bir Yaz

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, İsveç Kültür Başkonsolosluğu ortak çalışmasıyla çağımızın en iyi yönetmenlerinden Ingmar Bergman filmlerini izleyici ile buluşturuyor. Bergman’ın 1950’den 1970’li yıllara değin kadın temalı çektiği 8 filmin yer aldığı program, hafta içi 16:00 ve 19:00, haftasonu 14:00 ve 17:00 seanslarıyla görülmeyi bekliyor.

A Summer With Monika / Monika’yla Bir Yaz / 1953

Oyuncular: Harriet Andersson, Lars Ekborg, Dagmar Ebbesen, Ake Fridell.

16 – 17 yaşlarında, büyüyüp de küçülmüş gibi görünen küçük, tatlı ve ateşli bir yeni yetme Monika! Evden tüyüp, bir an önce özgürlüğüne ve hayatın zevklerine doğru kanatlanmayı bekleyen bir küçük kadın! Genç, toy ve saf Harry, Monika’nın cilvelerine kayıtsız kalamaz. Hatta ona sırılsıklam aşık olur.

Günün birinde evden kaçmak için fırsat kollayan Monika, babasının sarhoş bir anında ona vurmasıyla bavulunu toplayıp Harry’nin evine koşar. Evde kalmaları mümkün olmayınca Harry, Monika’ya babasının motorunda kalmayı önerir. Şehrin sıkıcılığından, işe gitme zorunluluğundan sıkılan gençler her şeyi geride bırakıp Harry’nin motor ile adalara doğru açılırlar.

Bu özgürlük ve aşk dolu seyahat onlara çok iyi gelir. Bir süre sonra Monika hamile kalır. Bunun üzerine şehre dönünce evlenmeye karar verirler. Harry gündüz çalışacak akşam da gece okuluna gidecektir. Monika ise evde çocuğa bakacak ve yemek pişirecektir.

Zamanla Monika bu tatilden sıkılmaya başlar. Yeni bir elbisesi olmadığından yakınır durur. Şehre dönerler. Yaşları tutmadığı için evlenmeyen çift için Harry’nin halası devreye girerek gerekli evrakları tamamlar. Artık evli ve çocukları olan genç çift için kâbus dolu günler yakındır.

Harry söz verdiği gibi gündüz işe gider, gece ders çalışır. Ancak Monika yemek ve temizlik yapmayı, çocuğa bakmayı reddeder. Zavallı Harry bir taraftan bunlarla da uğraşıp durur. Gündüzleri ise halaları çocuğa bakmaya gelir. Halaya Monika’nın da gündüz çalıştığı yalanını söylerler. Oysa Monika gündüzleri gezip tozmakla meşgûldür.

Monika, Harry’ye sürekli çok mutsuz olduğundan, gezip – eğlenmek istediğinden, yeni giysiler almak istediğinden söz eder. Sonunda kira parasını yeni bir palto almak için harcayan Monika ile Harry arasında büyük bir kavga çıkar. Akabinde Monika’nın Harry’i aldatması Harry’i derinden yaralar.

Bir zamanlar babasının evinden kaçtığı bir sahnenin benzeri bu kez Harry ile aralarında yaşanır. Monika eşyalarını toplayıp, çocuğu da Harry’ye bırakarak eğlence ve zevk dolu dünyaya doğru süzülür. Harry ise kucağında bebeğiyle Monika’yla geçirdikleri o güzel yazı hayal ederek ağlar.

Filmlerinde tercihlerini kadınlardan yana kullanan Bergman’dan gönderme dolu bir film! Genellikle erkeklerden görmeye alışkın olduğumuz tavrı bu kez bir kadın tarafından görünce şaşırıyor ve afallıyoruz. Hayatın tek düzeliğinden, zorunluluklarından sıkılanlara başka bir dünyanın var olduğunu rolleri değiştirerek anlatan Bergman’ın Monika’sı ile bir yerlerde karşılaşmanız dileğiyle!

(16 Şubat 2009)

Gizem Ertürk

13 Şubat 2009 Haftası

“Sevgililer Günü Katliamı”, kan gölcüklerine bata çıka seri katilin cinayetlerini takip etmek ve maden kasabasının korku öyküsünü 3 boyutlu izlemek isteyenler için, bilinen formülleri yeni teknolojilerle sunmakta: Hiç merak etmeyin, madenci kazması her tür delik açma, kesme ve biçme işlemini gerçekleştirerek paranızın tam karşılığını veriyor!

Yönetmenin kazma ile ilgili görüşü: “Madencinin ustalıkla ve etkin bir biçimde kullanabildiği çok şiddetli bir alet. İskarpela ucu sayesinde kemik parçalayabilir. Sivri ucuyla bir çeneyi yerinden kopartabilirsiniz. Gözleri oyabilirsiniz. Bir kişiyi bir baştan diğer başa yarabilirsiniz. Yapabileceği harika ve yararlı şeylerin sınırı yoktur”.

“Recep İvedik 2”, bir ‘kaba güldürü’ olarak, bu kez, oyunu kurallarına göre oynayıp başarılı olmuş (Togan Gökbakar, yeniden, yönetmen olduğunu anımsamış): Tüm komiklikler istikrarlı biçimde kullanılmış, perdede çok az görünen figüran da dâhil her role emek verilmiş ve kapitalist tüketim modelleriyle kıyasıya dalga geçilmiş; hoş ve komik olmuş.

“Gelinlerin Savaşı”nda, çocukluktan itibaren yakın arkadaş olan iki genç kadının evlilikleri arifesinde birbirlerine girmeleri ile gelişen olaylar, hani hepimiz benzerini yaşadığımız yani en yakın dostumuzla kavga edip ayrıldıktan sonra onun değerini anlayıp pişman olduğumuz için, çok yakın geldi: Enfes bir hikâye akışı, lezzeti ayırtılara gizlenmiş oyunculuklar, capcanlı bir film!

(12 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bunları Yazmak Gerek 12: “Yeşilçam Ödülleri” Üzerine!

“Yapan yapar, yapamayan eleştirir!” Doğru. Bizim işimiz sinema yazarlığı, eleştiri zaten. Fakat Türk Sineması’nın, kimseyi, hiçbir kurumu eleştirecek hali kalmamıştır. Çünkü Türk Sineması 94 yılda, bir ‘SANAT VE BİLİM AKADEMİSİ’, bunca yılda sektör çalışanlarının dâhil olduğu bir ödüllendirme ve saygınlığı olan ulusal bir ödül kurumu kuramamıştır (halen, tüm meslek birliği, vakıf, derneklerin oluşturduğu Türkiye Sinema Platformu, Ulusal Sinema Kurumu yasasının çıkması için çalışmalar yapmaktadır). Dolayısıyla bu önemli eksikliği gören bir vakıf yönetimi yani TÜRSAK, bu organizasyonu hayata geçirmiştir. Tabii ‘şaka gibi’ yanlışlarla… İşaret edeceğim hususların, eğer, bu ödül sistemi ciddi biçimde devam edecek ve ciddiye alınacak bir saygınlığa kavuşturulacaksa düzeltilmesi gerekmektedir. Aksi halde, Antalya, Adana, Ankara, Bursa, İstanbul’da olmak üzere, ortalama iki ayda bir ödüllendirilen ve eli yüzü düzgün her filmin neredeyse ödül kazandığı Türk Sineması adına, “ödüllerden biri” olmanın ötesine geçemez. Oysa Yeşilçam Ödülleri tümünden farklı, bir yıl boyunca heyecanı çekilen, zirvede bir ödül olmalıdır.

1) Tümü o ülke akademilerinin kurumsallaştırdığı, Oscar (ABD), Cesar (Fransa), David Di Donatello (İtalya), Goya (İspanya), BAFTA (İngiltere) ödüllerinde, o ödülü almak profesyonel bir sanatçı için en büyük onurdur. Ticari dağıtım ağlarına girmiş filmlerin sanata yaptıkları katkılarının ödüllendirilmesi söz konusudur; bunun parasal karşılığı yoktur, olamaz. Türkiye’de özellikle son beş yıldır sürdürülen bir yanlış, Yeşilçam Ödülleri’nde de tekrarlanmaktadır. Sahnede para ilân edilmekte ve verilmektedir. Bu hem sanatçının yaratı özgürlüğüyle bağdaşmaz, hem de bir değer biçerek sanatı metalaştırmaktadır. Profesyonel sinemada, o gece, işin parasal yönü geride kalmıştır artık. Buna acilen son verilmelidir. Belediyelerin sinemaya maddi katkı vermelerinin birçok yolu vardır, bunu sahnede vermenin siyasi yatırımdan öte bir anlamı yok gibidir, sinema buna alet olmamalıdır.

Not: Yine para ödülleri yağdırılan ve sonuncusuna on milyon YTL harcandığı belediye başkanı tarafından dile getirilen Antalya Uluslararası Film Festivali’nin on günlük şaşaası, Türk Sineması’nı, örneğin atıl biçimde duran Antalya Film Stüdyoları’nı işler hale getirecek bir uluslararası çekim merkezi yapamamış; fakat başkanın yıldızını parlatmıştır… Hemen yanı başımızda, Bulgaristan ve Romanya’da örneğin ABD ekipleri harıl harıl çalışırken Türkiye sinek avlamaktadır (“The International” adlı filmin bazı sahneleri, bir haftada, İstanbul’da basından saklanılarak çekilmiştir sadece.)

2) Değerlendirme sistemi iki aşamalı yapılmaktadır. İkinci aşamada “Büyük Jüri” var. “Büyük Jüri” , “üretenler”den ve birkaç kez tekrar tekrar okuduğum “iş, sanat, kültür ve medya dünyasının saygın isimlerinden” oluşuyor. Düşünün profesyonel sektör ödülü ve iş, sanat, kültür, medyanın ‘saygın’ isimleri oy veriyor. “Saygın”, TDK sözlüğüne göre “Saygı gören, sayılan, hatırlı, itibarlı, muteber” demek. Peki, kim, kime göre saygın? Kimin saygın olduğuna kim karar veriyor. Ve saygın bir kişinin profesyonel bir ödülde oy kullanabilmesi ve gerekli görsel kültür, estetik, öyküleme, artistik, teknik vb. değerlendirmeleri yapabilecek yetkinliğe ulaşabilmesi için yılda kaç film izlemesi gerektiği nasıl saptanacak? Örneğin iş dünyasının saygın bir ismi finale kalan filmleri izleyerek oy verdiğinde, işi tamamen sinema olan insanların kullandığı oylarla eşit sayılacak… Hiç olur mu böyle şey? Aslında bunu tartışmak bile gereksiz. Çünkü sektörde profesyonel olanlar dışında oy verdirilmesi doğru değildir.

3) Bürokrasi ve siyaset böyle bir ödül gecesinde sahnede yer almamalıdır. En İyi Film Ödülü’nü iki belediye başkanı ve bir bürokrat vermez, olmaz böyle şey! Sinema ödülleri sadece sinema profesyonelleri tarafından verilir. Geçen yıl bu yanlış yapılmıştır; tekrar edilmemeli. Ayrıca, madem Oscar ödüllerinin dağıtıldığı ödül gecesi örnek alınmaktadır, sahneye çıkan sanatçılar da bir provayla hazırlanmalı, ödüllerin saygınlığına yakışır bir sunuş yapmalıdırlar.

4) Bir ödül kurumsallaşacak ve marka olacaksa, düzenleyicileri, acilen, başka bir ödülün adıyla yan yana anılmayı reddetmeli, yazılı – görsel basına gerekli uyarı yapılmalıdır. Oscar ödülleri ve töreni örnek alınmıştır, doğrudur (başka ne olacaktı ki); fakat artık “Türkiye’nin Oscar’ları” tanımı kullandırılmamalı ve ödüller kendi kimliğini bulmalıdır.

(09 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

06 Şubat 2009 Haftası

“Şüphe”, siyah-beyaz / doğru-yanlış ile bezenmiş güven duygusunun aldatıcılığını unutmuş olanlarınıza, gri tonların dünyasında yaşayıp değişmenin nasıl sağlıklı olduğunu, genelde mutlak/değişmez bir düzene sahip din kurumunun içinden bir öyküyle anımsatıyor: Tahmin ettiniz tabii, bu akıllı filmin oyuncuları, seyirciyi avuçlarının içine kolayca alıyorlar.

“Gerçek Masallar”, uyku öncesi anlatılan abartılı hikâyelerden gelen destekle talihsizliklerine son vermeye çalışan ana karakteri ile özdeşleşmek isteyeceğiniz, çok katlı ve her katı farklı bir lezzette pasta gibi yedikçe iştahınızı açan bir eğlence: Karakter – tip – olay – mekân – dönem – hareket yoğunluğunun nasıl bir senaryo tekniği ile eksiksiz – fazlasız yazılıp çekildiğine dair bir kurs gibi aynı zamanda!

“Gerçek Masallar”ın görsel etkiler süpervizörü John Andrew Berton Jr.’dan: “Filmin yapımında ‘sanal tarama’ adı verilen çok özel bir işlem kullandık. Dijital ortamda dublörler yaratmak suretiyle normalde dublörlerin yapacağı hareketleri dijital aktörlere verdik. Böylece dijital dublörlere normal bir dublörün yapamayacağı en tehlikeli hareketleri bile yaptırma fırsatı bulduk. Aktörlerin yüzlerini ve kostümlerini bilgisayar ortamında taramak suretiyle tüm çalışmamızı gerçekleştirdik.

“Dünya & Desie”, iki zıt dünyaya ait iki genç kızın dostluğu ve yarenliğinin, bu iki zıt dünyayı yakınlaştırıcı, giderek de kaynaştırıcı işlevi üzerine, oldukça eğlendirici, hoş, tanıdık gelen bir çalışma: Popüler bir televizyon dizisi uyarlaması ve etkisinin, izlendiği süreyle sınırlı olduğunu (en azından benim için) vurgulamak isterim.

“Beşir’le Vals”, anımsamak istemediği çok kötü olayları diplere iten belleğinin oyununu bozmak isteyen bir yönetmenin 1982 Lübnan İç Savaşı’ndaki anılarının izini sürmesi üzerine, sadece büyükler için çizgi roman tekniğinde hazırlanmış bir ‘kanayan vicdan’ filmi: Bu otobiyografik savaş dramını izleyen herkes gerçekten değişebilse ya da sinemanın şu berbat dünyayı olumlu anlamda dönüştürebilme gücü olsa!

“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”, zamanın en kısa süreli konuklarından olan biz güçlü – kırılgan insanlar ve zamana ‘sondan başa’ dâhil olan bir özel insan üzerine, asıl meselenin nasıl doğup öldüğümüz değil, harikulâde varlığımızla yaşam armağanını nasıl değerlendirdiğimiz olduğunu işleyen, sinema estetiği üzerine bir ders: ‘İstasyon için dev saati yapan ‘Pastacı’ Gateau’ya ve ‘Daisy’nin trafik kazası’na dair içindeki iki ‘başyapıt’ bölümün, iki kısa film gibi bağımsız olarak da izlenebileceğini biliniz.

(04 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

1950 Yılının Bir Güzellik Yarışması

Niçin saklanmış, diğer kâğıtlar arasında kalmış bilemiyorum. Dolaplarda eski evrak arasında bulduğum 50’li yıllara ait bir Cumhuriyet Gazetesi’nde, yayınlanmakta olan güzellik yarışması adaylarının 53. sırasında Neriman Köksal’ın fotoğrafı vardı. Yıl 1950, daha Köksal, Çete (Çetin Karamanbey) filminde oynamamış. Kütüphane arşivlerinde araştırdım, 15.6.1950 tarihli gazetede (Cumhuriyet) o yıl düzenlenen yarışmaya katılan güzellerin fotoğrafları yayınlanmaya başlıyor.

Köksal’dan başka, sonradan (veya daha önce) sinema uğraşına girmiş yarışmacı var mı sorusunun cevabını arıyorum. İkinci sırada İnci İzmirli yer alıyor. Bir süre ses sanatçılığı da (hanendelik) yapmış olan İzmirli’nin 1954 yılında Evlat Acısı (Hicran) (Avni Dilligil) ve Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar (Oyna, Kızım Oyna) (Lütfü Akad) filmlerinde oynadığı ortaya çıkıyor. İzmirli’den sonra, yarışmacılardan Yıldız Erdem 1952 yılında Vahi Öz’ün yönettiği Kan Kardeşler ve Süt Kuzuları filmlerinde rol almış.

Diğerlerine nazaran daha tanınmış bir isim olarak Necla İz de yarışmanın yapıldığı yıl (1950) Vedat Örfi Bengü’nün Kapanan Gözler ve Estergon Kalesi filmlerinde, daha sonraki yıllarda Kaçak (Şadan Kâmil – 1954), Tuzak Oteli (Aydın Arakon – 1956) gibi filmlerde rol alacaktır. Coşkun Kardeşler olarak kardeşi ile birlikte “radyolarda” ünlenen Münevver Coşkun’da Onu Affettim (Mümtaz Ener – 1950) ve Hayat Acıları (Dr. Alyanak – 1951) gibi filmlerden başlayarak bir dizi filmde oynayacak, sonradan Münevver olan adı Memduh Ün tarafından Mine diye değiştirilecek ve Mine Coşkun olarak afişlerde yer alacaktır. …………… [1] bırakıyorum. Nur’da hemen hemen o yıllarda sinemada oyunculuğa başlamıştır.)

Aşağıda yarışmaya katılanların isimlerini vereceğim, içlerinden sinemada uğraş vermiş olanlardan benim saptayabildiklerim bunlar; bir de adını N. S. S. olarak veren yarışmacının fotoğrafını sonradan oyuncu olarak ünlenecek Nurhan Nur’a benzettim. (Burada açık bir kapı İnci Tanay isimli bir yarışmacı var, bunun İnci Tamay isimli oyuncu olabileceğini düşünüyorum. Neriman Köksal’a gelince, bugünün seyircisine bile tanıtma gereksinimi duymuyorum. Köksal’ı -eğer- tanımıyorsa, tanıtmanın da hiçbir anlamı olmayacaktır.

Yarışmaya katılanlar:

01. Leyla Yıldız  45. Ayşe Gül
02. İnci İzmirli  46. A.(Atire)Kacamakoğlu
03. Aysel Koral 47. Suzan Bahar
04. Zehra Gönül  48. İ. D. 
05. Necla Güler 49. Zafer Çamlıca 
06. Jale Gökay 50. Nur Akyüz 
07. Sevda Karabağ * 51. Sevim Özgül 
08. Lena Stauropulo 52. Gönül Altınses 
09. Oya Göl 53. Neriman Köksal
10. Güzin Üster 54. N.Y.(Neşe Yulaç-?) 
11. Fahire Kozikoğlu 55. Nesrin Adanır 
12. Sema Karabağ * 56. Gönül Başaran
13. Şükran Aksüt  57. Beyhan Katuk
14. Feriha Şen 58. Asuman Demireli 
15. İnci Dincel 59. Asuman Aycan 
16. Olga Çatı 60. N. S. S.
17. Semra Ömür 61. İnci Tanay
18. Edip Soyer 62. Hülya Berkan 
19. Ayşe Kaymak  63. Yıldız Erdem
20. Hale Alp  64. Suzan Güven
21. Nilgün Çınar  65. S. Ö.
22. Günnur Şahor  66. Necla Sarı
23. Sema Deniz  67. Şenol Taylanlar
24. Nurten Şenyuva 68. Gülis Sabırdiler
25. Ayten Aygen  69. Ayten Çetinkaya
26. Güler Duman  70. Hülya Can
27. Nuran Ersoy 71. B. G. 
28. Ayten Kaya 72. Şükran Bilgiç
29. Şükran Angün  73. Candan Bora.
30. Ayşe İsmoğlu  74. Bedriye Ere
31. Güneş Gülerer 75. Sabriye Tunalı
32. Şule Ayyıldız 76. Hediye Söylemezoğlu
33. Nebahat Ergun  77. Dürnev Sel 
34. Angeliki Miçi 78. Beria 
35. İfakat Çelikel 79. Feride Kutup 
36. Bülent Hoşka 80. Gülsüm Hepşen 
37. Necla İz 81. Muazzez K. 
38. İclal Kural 82. Şen Tuna.
39. Fikret Üner 83. Gülizar Okucu 
40. Şule Adalı 84. Ayten Turan 
41. N. Ş. (Narin Şencan) 85. Melike Nilgün
42. Hizber Tokgöz  86. Vily Baler
43. Münevver Coşkun 87. Gülümser Göknel 
44. Nazmiye Demirel 88. Nebahat Altın 

Yarışmaya 100’ün üzerinde aday katılır; gazetede numaralandırılan isimler yukarıda sıralanmıştır. Fotoğraflarda yer alan adaylar arasında Güngör Fırtına, Perihan Onurgan, Ayfer Gülsöz, Ayten Uluatlı, Mihrimah Özbilici ve Aysel Lokman isimlerine de rastlıyoruz. Verilen aday sayısına bakarak, belirleyememiş olduğumuz isimlerin de (yarışmacıların da) olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu yarışmacılar arasından jüri, Güler Arıman, Ayten Uluatlı ve Şükran Angün’ü ilk üç olarak seçiyor, bunları izleyenler ise Nurten Şenyuva ve Güngör Fırtına. Okurlar ise Nurten Şenyuva’yı seçiyor.

Bir rastlantı sonucu Neriman Köksal’ın daha sinemaya girmediği günlerde bir güzellik yarışmasında aday olmasının öğrenilmesi üzerine yapılan ve fazla da derine inmeyen bir araştırmada; “Katılımcılar içinde sinema ile şu veya bu şekilde ilgilenmiş başka aday var mı?” sorusuna cevap ararken, yukarıda filmleri ile belirttiğimiz isimlere rastladık. Bu gün için tanıdık olmayabilecek isimleri yine de, olaya ilgi duyabilecek olanlara iletmek istedik. Bizim tanıyamadığımız, araştırdığımız konu ile ilgili, başka isimler bulabileceklere şimdiden teşekkür ederim. Başka nedenlerle -kişisel nedenler de olabilir- tanıdık isimlere ulaşılması ise -sonuç ne olursa olsun- beni memnun edecektir.

Sadece, bir rastlantının getirdiği merakın peşinden gittim, hepsi o ve sizlerle paylaşmak istedim.

[1] Buradaki kopukluk yazının orijinalinde vardır.

(01 Şubat 2009)

Orhan Ünser

Seyfi Havaeri, Bir Yönetmen

1947’de ilk filmi Yara’yı çektiğinde 27 yaşında idi, Seyfi Havaeri. Son filmi Zafer Kartalları’nı 1975 yılında 39. filmi olarak, yönetmenliğinin 28. yılında çekti. Hiçbir filmi, bir yarışmada ödül almadı, alamazdı da, filmlerinin büyük bir kısmı yerleşik festivallerin başlamasından önce çekildi ama bu filmler Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan filmlerdendi. Seyirci tarafından ilgi gördü. Kenar Mahalle (1951 ve 1966) ve Kara Sevda (1955 ve 1968) filmlerini ikişer kez çekti. Anadolu’da hasılat rekorları kıran Kara Sevda (1968) filminin afişlerinde yer alan, “bu film peşin para ile çekilmiştir” ibaresi Yeşilçam düzenini ters yönden anlatması ile ilginç bir örnek oluşturur.

Muhsin Ertuğrul’un sinemamızdaki on yedi yıllık tek adamlığına son veren Faruk Kenç ile başlayan -Nijat Özön’ün isimlendirmesi ile- geçiş dönemi yönetmenlerinin yanında, Ertuğrul’un ardılı olan tiyatro kökenli yönetmenler de (örnek: Talat Artemel) film çekmeye başlamışlardır. Ertuğrul’un ardılı olan bu yönetmenlerin yanında, sanat yaşamına tiyatroda, ama ödenekli tiyatrolar dışında başlamış olan yönetmenler de sinemaya girmişlerdir, işte Havaeri de bu yönetmenlerdendir, Nuri Akıncı, Muharrem Gürses gibi. Havaeri, yönetmenliğinin ikinci yılında (1948) ilk filmini çeken Erman Kardeşler yapımevine Damga filmini çeker. Damga filmi, 1952’de çektiği Kanun Namına filmi ile sinemamızda -yine Özön’ün tasnifine göre- sinemacılar dönemini başlatan Lütfü Akad’ın sinemaya başladığı film olarak da anılır. Akad filmde eksik kalmış bir sekansın çekilmesi için güçlükle ikna edilir ve çeker. Akad’ın bu eksikliği gidermesi doğrudur ama film çekilip banyosu yapıldıktan sonra birçok sahnenin flu olduğu anlaşılır. O günkü sinemamız koşulları düşünülürse, Erman Kardeşler filmi o günkü koşulların da altında bir ortamda çekmek durumunda kalır. Filmin flu çıkmasının nedeni bu ve aynı zamanda çalışan teknik ekibin de o günkü şartlara göre deneyimsiz olmasıdır. Havaeri, bu flu sahnelerin bir çoğunun, çekilmiş sahnelerin yeniden değerlendirilmesi ve kullanılmamış sahnelerin takviyesi ile giderildiğini, çeşitli söyleşilerinde -ve birkaç görüşmemizde- anlattı. Bunlardan sonra yinede filmde çekilmesi gerekli bir sahnenin olduğu tesbit edilmiş ve bu dönemde Havaeri’nin yapımevi ile ilişkisinin sona ermesi üzerine sahne Akad tarafından çekilmiştir.

Havaeri, 1949 yılında Sırrı Talpar (Güneş Film) adına Fedakâr Ana filmini çeker, filmde başrol oynayan Cahide Sonku’nun da hissesi vardır. Sonku sonradan filmin tamamını alır, jeneriğe ve afişlere yönetmen olarak kendi adını yazar. Özön, Türk Sineması Kronolojisi’nde bu filmi Cahide Sonku’nun filmi olarak gösterir. Afişlerin bu şekilde kullanılması üzerine Havaeri hakkını mahkemede arayacaktır. (Bu film Eşref Kolçak’ın da sinemadaki ilk filmidir.)

60’lı yıllarda Havaeri Bu Adam Kim, diye bir film yapar. Turgut Özatay’ın başrolünü oynadığı bu filmi, o yıllarda gördüğümde Dr. Jekyll and Mr. Hyde izleri görmüştüm. (Spencer Tracy’nin oynadığı versiyonu daha yeni seyretmiştim, her halde o nedenle). Sonradan Havaeri ile bu film hakkında konuştuğumuzda, filmin çok daha kapsamlı düşünüldüğünü fakat istediği gibi yapamadığından söz etmişti, bana.

80’li yıllarda tanıştığım Havaeri’nin sinemasını yakından izlemiş değilim, filmlerinin büyük bir çoğunluğunu görmedim. Görsem belki de beğenmeyecektim. Ama sinemamız üzerine düşünen, bir şeyler yapmak isteyen, çalıştığı günlerin piyasa koşullarına uygun bir yönetmendi. Şimdi -artık- mazi olmuş, bir zamanlar sinemamızın çalışma sahası olan Yeşilçam’ın temellerinde emeği var. Bir iki kez telefonla görüşmüştük, kısa süreli bir Mimar Sinan Üniversitesi çalışma döneminde, bir gün ziyarete gelmiş ve beni çok heyecanlandırmıştı. O gün bana bir kısım notlar da getirmişti, zaman zaman karşılaşıp, rastlantılarla buluşup konuşmalarımızda, her zaman anlatacağı bir şeyleri oluyordu. Filmlerini seviyor ve sonuna kadar savunuyordu. Başka yönetmenlerin filmlerinde oyunculuk yaptığı filmler da vardır.

Sinemamızın başlangıç günlerini yaşamış, temellerini atmış, yönetmenliği dışında sinema için çalışmalarda bulunmuş, arasanız el altında bir filmini bulmakta zorlanacağınız bu yönetmenimiz üzerine Burçak Evren’in hazırladığı bir kitap 42. Antalya Film Festivali (Altın Portakal) yayını olarak yayınlandı: Yeşilçam’ın Gölgesinde Seyfi Havaeri. Şimdi aramızdan ayrıldı, bulabildiğimiz filmlerini bari elden çıkarmayalım.

(01 Şubat 2009)

Orhan Ünser

Dipnot: Pandora’nın Kutusu

“Pandora’nın Kutusu”yla ilgili yazımı hazırlarken, bir gazetede gördüğüm bir başlık beni hayretlere düşürdü. Başlıkta; “ödülleri topladı ama gişede çakıldı” yazıyor. Bu bence bu şu demek; “ödülleri topladı da ne oldu seyircinin ilgisini çekmedi işte”. Tam da tabuları yıkmaya başlamışken, “Sonbahar” filmi ile yakalanan yükselişin devam edeceğini umarken, bir filmin hem ödül alıp hem de gişede başarılı olabileceğine inanmışken çok talihsiz bir başlık olmuş diye düşünüyorum. Tabii bu gerçeği de değiştirmiyor, “Pandora’nın Kutusu” gişe de hiç de hak etmediği bir hayal kırıklığı yaşıyor. Bildiğim kadarıyla film salon sıkıntısı yaşıyor. Eğer sinema@tiglon.com.tr adresine Kadıköy’de bir sinema salonun tedarik edilmesi konusunda bolca mail gönderirseniz, küçük bir katkınız olabilir. Denemek de fayda var!

Şimdi küçük sohbetimizden bahsedeyim. Yeşim Hanım ile “Pandora’nın Kutusu”nun hem gala hem de vizyon telaşının olduğu günlerde film şirketinde buluştuk. Yeşim Hanım oldukça sakin ve kendine güvenen bir kadın. Koltuğa yaslanışından, eline masaya değdirmesine kadar vücut dileğiyle size bu öz güvenini yansıtıyor. Bu duruş hem karşınızdaki insana hayranlık duymanıza aynı anda da araya bir set çekmek, mesafe koymak duygusunu kapılmanıza neden oluyor. Haliyle sohbeti biraz sekteye uğratıyor.

İlk amacım mekân ve biraz da tarz kardeşliğinden dolayı “Sonbahar”dan söz açmak. Akabinde de “Sonbahar”ın gişede ve basında yıktığı tabulardan yol açarak Pandora’nın Kutusu’nu tahlil etmeye çalışmaktı. Ancak Yeşim Hanım kendisinin böyle kaygıları hiçbir zaman taşımadığını ve zaten kemik bir izleyicisi olduğundan söz ediyor. Ardından da ekliyor, “Pandora’nın Kutusu” alternatif bir film değil. Herkesin kendini bir şekilde bulabileceği bir film…

“Tsilla Chelto”dan konu açılınca ise yüzüne çok samimi bir gülümseme yerleşiyor, gözlerinin içi gülüyor. Chelton ile birlikte yedikleri ilk yemekten söz ediyor. “O yemek benim için harikaydı. Biraz yönetmen – oyuncu biraz anne – kız olduk o yemekte” diyor. Deneyimli oyuncudan biraz söz etmesini istediğimde şöyle anlatıyor; “O’nun çalışkanlığına hayran kaldım. Evet, biz de çok çalışkanız belki ama onunki bambaşkaydı. Çünkü oynadığı rol hiç de kolay değildi… Onu alıp dağa çıkartıyorsunuz, parkta dolaştırıyorsunuz… Rahat etmesi için elimizden geleni yaptık tabii. Yine de yaşından beklenmeyecek kadar muhteşem bir performans sergileyerek hepimizi büyüledi.”

Yeşim Hanım bu günlerde yine öyküler yazmaya devam ediyor. Ama eminim filmin gişede yaşadığı talihsizlik kendisini ve ekibini de sıkıntıya sokuyor. “Sevin Okyay”ın Köşebaşı’ndan seslendiği gibi; “Pandora’nın Kutusu, kalitesinin karşılığını dışarıda daha fazla almış olan bir film…” Nacizane uyarım, Türk Sinemamızın son yıllarda yakaladığı çıtayı kendi ellerimizle aşağıya çekmeyelim. Yeni hikâyeler dinlemek, yeni hayatlarla tanışmak ve tabiî ki kaliteli filmler izlemek için filmlerimize gereken ilgi ve alâkayı gösterelim.

(29 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

Fotoğraflar: Gülay Ağdemir

30 Ocak 2009 Haftası

“Zafer ve Gurur”, New York polislerine dair yeni bir yozlaşma tespiti. Ve bir adamın zor seçimi! Hani bilirsiniz, gerçeği ortaya çıkarmak, sahip olduğunuz her değerin üzerindedir; ama bazen, bu değerleri korumakla gerçeği açıklamak arasında seçim yapmak zorunda kalır ve kıstırılmış hissedersiniz ya… Bu film, hikâyenin gerçekliğini seyirciye geçirerek, gerçekle yüzleşmenin zorluğunu yaşatıyor. Fiziksel ve psikolojik sertliklerle yüklü olduğunun altını çizelim.

“Zafer ve Gurur”un yönetmeni Gavin O’Connor’dan: “Benim yaklaşımım her zaman şudur: Oyuncu bir tek sahnede bile rol alacak olsa, hikâye içindeki değeri başrol oyuncularınınkinden az değildir. Yap-bozun her parçası çok şey ifade eder çünkü hikâyenin bütünleşmesi için tüm parçalar gereklidir…”

“Sahtekâr”, 1928 Los Angeles’ını -adeta- yöneten ve her açıdan yozlaşmış olan polis örgütünü karşısına alma pahasına, aydın bir din adamı desteğinde kayıp çocuğunun bulunması için çırpınan bir annenin umut yolculuğuna eşlik eden, olgun, kaliteli, gerçek bir sinema yapıtı: Önerim, sinemada – 2.35:1 görüntü oranındaki geniş ekranda izleyerek, her karesinden sinemasal zevkler almaya bakmanız.

“Prenses Lissi ve Kar Adamı Yeti”, 1876 civarında, şeytanla -mecburen- anlaşan iri / iğrenç yaratık – adam ile dünyanın tüm ayıp zevklerini deneyen prens ve prensesten oluşan üç anti kahramanı, muzır mı muzır bir hikâyede bir araya getiren, işin doğrusu pek çocuklar için de olmayan, Almanya yapımı birinci sınıf bilgisayar animasyonu: Sürprizleri sevenlere!

“Operasyon Valkyrie”, en az yetmiş milyon insanın kaybı ve büyük yıkımlarla sonuçlanan savaşın bir numaralı müsebbibi Hitler’in kaybetmekte olduğunu gördükten sonra ve yanı sıra insanlık suçlarına daha fazla ortak olmamak, aslında Almanya’nın en az zararla teslim olmasını sağlamak için çılgın lidere suikast düzenlemeye kalkışıp yine hüsrana uğrayanların hikâyesidir. Nefes nefese uygulamaya koyulan plânın anatomisi, neredeyse yarı belgesel ayarında ama önemli bir sorun var. Almanya’da çekilse de, oyuncular fazla İngiliz ve Tom Cruise da fazla Amerikalı kalmış… Kusursuz bir yönetim, çok anlaşılır ve saat gibi işleyen bir anlatı, soğuk bir görsellik, bu mükemmel oynayan ama ‘yabancı kalan oyuncular’ yüzünden zayıflıyor. ‘Büyük yapım ve ismi bilet kestiren oyuncu’ formülü, bu filme uymamış maalesef.

“Frost / Nixon”, dünyanın en güçlü liderliğinden, özellikle ulusunun gözünde en nefret edilen insan formuna düşmüş adrenalin yüklü adamın, kolayca un ufak edeceğini düşündüğü, yaşamın neşesi içinden çıkagelen televizyon ‘talk show’ sunucusu ile oynadığı müthiş satrancın yani ikisinin karşılaştığı 4 x 90 dakikalık televizyon söyleşisinin nabzı… Nabız dalgalarını seyirciye aynen geçiren müthiş bir yönetmenlik / oyunculuk başarısı. Watergate skandalından sonra ABD tarihinin istifaya zorlanan ilk Başkanı olan Richard Milhous Nixon, böyle bir söyleşi için deneyimsiz görünen David Frost’u kullanarak kamuoyu nezdinde yeniden saygınlık kazanabilecek midir? Bu soru filmin ekseni. Her iki tarafın beyin takımlarının da savaşına sahne olan bu gerçek karşılaşma bir tiyatro oyunundan uyarlama ve sahne eserinin nasıl tam bir sinema yapıtına dönüştürüleceğine dair de bir ders. Erk sahibi bir yüzün, dondurulmuş tek bir beyazcam karesinde nasıl dibe vurduğunun ve acze düştüğünün çarpıcı belgesi. Bu yılın en iyilerinden.

(28 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bunları Yazmak Gerek 11: Korsan Film İzlemeyen Neredeyse Yok: PES!

Adam ya da kadın, gazeteci olmuş, yazar olmuş, ‘saygın’ diye belki Yeşilçam Ödülleri adlı ‘şaka gibi’ organizasyonda (bu konuyu da yazacağız) oy kullanacak ve ne yapıyor: Evine servis edilen korsan filmleri izleyip, bir de utanıp sıkılmadan henüz gösterime girmemiş bu filmler hakkında ahkâm kesiyor. Yani her tür yasa dışı faaliyete karşı çıkması ve içinde yer almaması gereken büyük ya da küçük gazetelerin yazarları yasa dışı ürünleri ‘bizzat’ kullanıyor, sonra da akıl veriyorlar: Memlekette şu bu oluyor diye… Pes; daha da ötesi oha! Sen önce kendin yasa dışılığa para ödeme yahu! Ha, bir de, içinde bulunduğun grubun desteklediği kötü filmleri övüp durma!

Sinema bir sanat dalı! Anlamayan varsa bir daha yazayım: SANAT! Çok komplike, üretimi çok zor, her saniyesi plânlanır ve öyle çekilir. Sinemada izlenir. Anlamayanlara: SİNEMA SALONUNDA İZLENİR! Sonra da hem sahip olmak isteyenler ve hem de sinemada kaçıranlar için yasal DVD kaydı satın alınır, evde izlenir. Ancak bu şartlarda izlenerek bir filmin artistik, teknik, öyküleme vs. değerlendirmesi sağlıklı yapılabilir. Bunun dışında “herkesten önce görüp ukalâlık yapayım” diye korsandan seyredilip yarım yamalak cahilce yorumlar yapılmaz. Bu cehaletle Türkiye’de köşe yazarı olunur da, sinema yazmak için önce asgari kurallara uymak ve saygılı olmak gerekir. Peki, benim bu yazdıklarımdan kim etkilenir. Sinema yazarlarının bile korsan izlediği bu memlekette hiç kimse! Böyle olur da ne olur? Kendi kendimizi kandırır durur, hayaller görüp, ömür tüketiriz işte; AB falan diye!

Yazık oluyor ve ben bu okumuş cahillerden çok korkuyorum. Kendi alanıma bakarsak, onları ciddiye alıp okuyanlara çok kötü örnek oluyorlar, çok…

Hakan Ruhi Sitro Adlı Okura Not:

Değerli okur, basını takip ettiğiniz aşikar; o kadar fazla örnek var ki… Belli ki son zamanlarda adama değil de ‘bir kadın’a kızmışsınız. “Kimlik açıkla” diyerek birazcık beni tahrik etmek istemişsiniz. Ben genel olarak ‘korsan’ kavramına nasıl teslim olduğumuzu vurguladım ve aslında yazının düzeyini de yüksek tuttum. Meselâ o kadınlardan bir kadının arka arkaya film izleyip “Sahtekar – Changeling” için yaptığı “Angelina Jolie’nin dudakları Mandrake’nin Abdullah’ı gibi olmuş” yorumundaki gibi ilk mektep seviyesine inmedim. Yanıtınızı aldınız sanırım. Eğer Türkiye’de yaşıyor, sinemaya da ilgi duyuyorsanız, benim bu yazıyı yazarken neremden konuştuğumu gayet iyi bilmeniz gerekir. Somut olmayan hiç bir şeyi kaleme almam. Bundan emin olabilirsiniz.

(25 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Lorna’nın Sessizliği

Lorna ile sonunda tanıştım. Pera Müzesi’nin Bağımsız Filmler başlığı altında sunduğu üç önemli filmden birisi olan Lorna’nın Sessizliği, telâşlı bir iş çıkışı, kalabalık Beyoğlu sokaklarında uğradığım sekteler ile biraz gecikmeli de olsa beni tüm bunlardan sıyırmayı başardı. Artık ne geride bıraktığım insan sürüsü ne de gürültüsü vardı… Lorna’nın Sessizliği tüm ruhumu sarmıştı…

Filmde, ortada bir kamera olduğuna inanmanın güçlüğü ve şaşkınlığı git gide büyüleyici bir hal alıyor. Güçlü alt metni ile Lorna’nın Sessizliği sizden zihninizi zorlamanızı istiyor.

Hayat; Lorna’yı anlaşmalı evlilikler yapmaya mecbur bir kadın olmaya zorlamış. Lorna’nın da buna pek itirazı yok gibi görünüyor. Ancak film ilerledikçe ve siz Lorna’yı tanıdıkça onun nasıl çıkmazda ve derin bir baskı altında olduğunu görüyor ve onu anlamaya başlıyorsunuz. Her şeye “evet” demeye alışmış olmanın verdiği dayanılmaz sancısını taşıyor Lorna…

Kendimizi Lorna’nın yerine koymak için “anlaşmalı evlilik” yapan ya da benzer bir çıkmazı yaşayan birisi olmanıza gerek yok. Hangimiz gerçek olanın yitip gitmesine göz yummadık ki…

Bu sebeple film kilometrelerce öteden, bambaşka ve belki de hiç alışık olmadığımız bir hayat çıkarmasına rağmen karşımıza biz onu hiç yadırgamıyoruz. Belki de kendi içimizde bir yerlerde gizli olan Lorna uyanıyor.

Eğer günün birinde kalbinin sesini duyuyorsa insan, yine de umut var demektir. Yüreğin çığlığı aklı uyutmadığı zaman vicdan çıkagelir sessizce beklediği yerden. Kırgın ve başkalaşmış… Akıl da öcünü almak için ona her türlü oyunu oynamaya hazır. İşte o zaman bambaşka bir sessizlik başlar. Sadece ve sadece özgür iradeniz ile sessiz kalmanız dileğiyle…

(23 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

23 Ocak 2009 Haftası

“Pandora’nın Kutusu”, duygusal yalnızlığımızın, ‘büyük ve gereksiz’ işlerle uğraşırken en yakınımıza bile nasıl yabancılaştığımızın, İstanbul adlı ‘özgürleşmeye muhtaç’ dev organizmanın başrolünde olduğu bir öykü ile anlatıyor: 1918 doğumlu ‘mucize’ Tsilla Chelton’ın kapalı mekânlarla sınırlı olmayan bu çalışma için ikna edilmesi, başlı başına bir başarı.

“Mürekkep Yürek”, sayfalar arasından kitap karakterlerini ve olaylarını günümüze getirebilme yeteneğine sahip baba – kız ile birlikte, her plânının (satırının) içine nüfuz ederek izleyeceğiniz (okuyacağınız) maceranın adı: Kitap evreninin çekiciliğine başrol verilmesinden dolayı özel bir teşekkür tabii.

“Largo Winch”, dünyayı değil, öldürülen babalığının şirketini ve kendi onurunu kurtarmak, tabii bir de intikam almak için, farklı ülkelerde, sonuncu Bond tadında dövüşüyor: Serüven, dram, gerilimin bu göz alıcı bileşimi, izleyeni içine çeken bir etkiye sahip!

“Güz Sancısı” karşısında aciz kaldım. Ne yazacağımı bilemiyorum. Bu kadar öneme sahip bir konuyu, bu Türkiye’nin ‘kırılma noktası’nı, sağlam bir sinema yapıtı ile genç kuşaklara aktarılacak bu şoke eden iki günü, öncesini ve sonrasını, nasıl, nasıl bu denli kötü, acemi, her anlamda ‘dökülen’ bir müsamere gibi filmle karşımıza çıkardılar, inanamıyorum.

Bu karakter fakiri filmde, hem yazılan rollerin analizi – birbirleriyle etkileşimi, hem siyasi sürecin katmanları, hem saldırı hedefi olan azınlıkların sosyal yaşamı, hem dramatik yapıyı güçlendirecek olan ayrıntılar yok gibi. Bu iki günü hazırlayan ve seyirciyi giderek huzursuz etmesi gereken gelişmeler, Behçet ile komşu kızının aşkına ve iki kötü adamın insafına terk edilmiş. Uyarlama filmlerde, romanın bir çıkış noktası ve yorumlama özgürlüğünün de alabildiğine geniş olduğunu anımsatmaya gerek var mı?

Teknik açıdan ise komik denecek kadar kötü. Neresini yazalım? Birkaç örnek sadece: “Osmanlı Cumhuriyeti’nden dolayı da yazmıştım. Konsept sanatçıları olmadığından, bilgisayar ortamında yaratılmış o dönemin Pera’sı ortada yok! Bir sokak, bir yokuş, bir pasaj bulmuş, film çekmişler. Film ‘eski’ değil bir defa… Farklı anlamda bir ‘eskitme eksikliği’ de giyilenlerde. Simitçi çocuğun gömleği bile deterjan reklâmından fırlamış gibi. Kostüm eskitemeyen sorumlular ne işe yararlar? Ayrıca, marifet, işporta mallarını sokaklara dökmek değil, örneğin top top pahalı rengârenk kumaşları bir şiddet şiiri gibi kullanabilmektir… Figüranlar bu çaptaki her Türk filminde olduğu gibi yine kötü, yine kötü. Figüranlarla en az başrol oyuncuları kadar uğraşılması gerektiği ne zaman anlaşılacak?

Belki de hepsinden önemlisi, o günleri adamakıllı anlatıp bugüne bir köprü kurmak yerine, bugünün siyasi tartışmalarından oraya bakmak şeklinde bir ‘alt niyet’ söz konusu.

Kimseden Spielberg olmasını beklemiyoruz tabii. Ama ne olur, beceremiyorsanız yapmayın. Vah, Türk Sineması’na vah! Endüstri olamadığı için işte böyle baştan aşağı acemiliklerle dolu bir kötü TV filmini sinema diye sunuyor. Umut ediyorum, 6-7 Eylül (1955) olaylarını, seyirciye ‘yumruk yemiş gibi’ hissettirecek bir yönetmen doğmuştur bu topraklarda.

“Despero”nun, 4 kez Oscar’a aday gösterilen, “Pleasantville” ve “Seabiscuit”in yaratıcısı Gary Ross imzalı uyarlama senaryosu -neredeyse- tüm sınıf meselelerini ve yine -neredeyse- tüm insanlık durumlarıyla insan duygularını içeriyor; üstelik bunu “Flushed Away – Fare Şehri”nin yaratıcılarının gerçekleştirdiği harika animasyonla, yine fareler ve sıçanlarla, insanlar üzerinden sunuyor: İzlememeniz için tek neden yok!

(20 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

16 Ocak 2009 Haftası

“İz”, tanıdık / sıkıcı bir korku filmi gibi başlayıp giderek vahşet dozunu yükselten, nihayetinde de, sadece final sahnesinin süresi kadar seyirci üzerinde etkili olabilen, seri ve kopyası katilin öyküsü: Bu sıradan çalışmanın 3 Boyutlu sürümünü izlerseniz, biraz daha farklı olabilir!

“Bay Evet”, hayatı “hayır!” üzerine kurulmuş bir adamın yüz seksen derece dönmesini (döndürülmesini) ve sayısız fırsatla karşılaşmasını ama mutluluktaki esas sırrın ‘denge’de kalmak olduğunu, güldürü kalitesini -her sahnede- koruyarak anlatıyor: Herhangi bir kusur bulmanın zor olduğu filmlerden!

“Alacakaranlık”, beyaz kız, bembeyaz tenli vampir insanlar ve Kızılderili kurt adamlar (sonraki bölümlerde ağırlık kazanacaklar) ile ergenlik çağı gençlerinin en güçlü biçimde duygudaşlık kurabildiği, bir ‘ilk aşk’ hikâyesi: Cazibesi, gri, puslu, nemli doğasında yer alan ormanın inanılmaz yeşil renklerinde saklı olduğu gibi, insan dişisinin erkeğine ‘vurulduğu’ zaman nasıl gözünün hiçbir şeyi görmeyeceğini, çok iyi yazılmış bir anne – kız modelinden yola çıkarak vurgulamasında yatıyor.

(14 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com