Kategori arşivi: Yazılar

Cumhur Canbazoğlu’ndan Tarihe Sağlam Bir Çivi: Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock

Aranjmancılara karşı isyan bayrağı çekilir. Halk ve Türk Sanat müziğine alternatif olarak ulusal folk müziği sunulur. İçinde 68 ruhu taşıyan kent soylu kolej çocukları yüzlerini Anadolu’ya dönerler. Anadolu insanının yüzyıllardır söylediği yerel türküleri evrensel hale getirip dünyaya yepyeni bir sentez müzik sunma aşkıyla yanıp tutuşurlar. Adını da –uzun tartışmaların ardından- Anadolu Pop koymaya karar verirler. Başlangıçta her şey çok güzel gider. Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’yla da tür geniş kitlelerle kucaklaşır. Ancak halk müzikçilerin düşmanca saldırıları, TRT’nin sırtını dönmesi ve devlet eliyle hızla yükselmeye başlayan arabesk müzik Anadolu Pop’un sonunu getirir. Velhasıl Anadolu Pop, 68’in güzel niyetlerinden biri olarak birçok şey gibi nostalji olur. Ancak üzerinden yarım yüzyıl bile geçmemesine rağmen elimizde hâlâ doğru düzgün bir belge bulunmaz. Bu gerçeği gören ve çok üzülen değerli müzik ve sinema yazarımız Cumhur Canbazoğlu nefesini tutar ve yıllardır batık bir gemi gibi denizin dibinde çürümeye terk edilmiş Anadolu Pop’a ulaşmak için sağlam dalış yapar. Kentin Türküsü: Anadolu Pop Rock işte bu dalışın ardından yeryüzüne çıkarılan her bir gerçek parçanın özenli ve nadide bir derlemesi…

Anadolu Pop’un oldukça trajik bir hikâyesi var… Önce müthiş bir çıkış yapıyor ama sonra acımasızca baltalanıyor ve birçok yöne savruluyor. Siz de bu parçaları toplayıp bize gerçek bir Anadolu Pop Rock kaynağı sunuyorsunuz… Anadolu Pop’a kafayı takmış biri olarak sizden dinleyelim hikâyeyi…

Anadolu Pop’un öncülerinin hepsi şehir çocuğu; Barış Manço Modalı, Cem Karaca Bakırköylü… Bu iki müzisyen önderliğinde Anadolu İstanbul’a taşınıyor. Üstelik yeterince şöhretleri varken Avrupa’ya gidiyorlar, orada aç susuz kalıyorlar… Kimse yapmaz bunu şu anda… Çok enteresan şeyler bunlar. Dolayısıyla ben buna saygı duyuyorum. Barış Manço ve Fikret Kızılok Galatasaray Liseli, Murat Ses Avustralya Liseli, Cem Karaca Robert Kolejli, Erkin Koray Alman Liseli… 68 ruhu taşıyan kolej çocuklarından söz ediyoruz. Ama insanlar yabancı kültüre meyledecekler kendi müziklerini unutacaklar endişesi yaşanıyor ülkede… Ama hepsi kendi müziklerini dinliyor ve bunu dünyaya taşımak istiyorlar. Bu durum beni çok derinden etkiledi ve bu kitabı yazmamda etkisi büyük… Bir de İnternette müthiş bir bilgi kirliliği var. Erkek adam kız diye gelir, o derece yani…(gülüyor) Bunlar canımı çok sıktı. Tarihe bir çivi çakmak ve gelecek nesillere doğru bir kaynak bırakmak için kolları sıvadım. O yıllarda Anadolu Pop’a karşı müthiş bir TRT denetimi var. Anadolu Pop’un daha yeni yeni palazlanmaya başladığı, satışlarının, tirajlarının artmaya başladığı dönemde TRT darbesi yiyor. O zaman şimdiki gibi bir sürü kanal yok ki… Tek dayanakları TRT… Halk müzikçilerinden feci bir tepki geliyor. Ne yapıyorsunuz siz kardeşim, öyle kafanıza göre yapamazsınız bu işleri diyorlar. Zeki Müren destekliyor ama bu önemli… Velhasıl 1970’lerin başında Anadolu Pop politize oluyor ve Anadolu Rock oluyor. Kentsoylu insanların sorunlarıyla ilgilenmeye başlıyorlar. Cem Karaca’nın “İşçisin Sen İşçi Kal” şarkısı bu anlayışın en önemli şarkılarından birisi…

Anadolu Pop kan kaybederken arabesk türemeye başlıyor. Üstelik devlet eliyle… Bir nevi arabesk müzik devlet politikası oluyor. Başını eğ, kaderine teslim ol anlayışı empoze ediliyor değil mi?

Evet, Turgut Özal dönemi… Anadolu Pop TRT darbesiyle düşüşe geçiyor, o sıralarda köyden kente göç de hızla artıyor. Gecekondulaşma, fakirleşme vs… Arabesk bir nevi hislere tercüman oluyor. Halk tarafından daha çok seviliyor. Anadolu Pop’un tirajları da arabeske geçiyor. Aslında alaturkacılar tarafından bu tür de çok tepki görüyor ama halk sahiplendiği için yoluna devam ediyor. Anadolu Popçular da siyasete bulaşıyorlar. Arabesk’in politize olması gibi bir durum yok zaten…

Erkin Koray’da bir dönem arabeske sarıyor. Şaşkın, Fesuphanallah, Estarabim, Arapsaçı… ve daha birçok şarkısı var bu türde… Bu dönemde bu gidiyor, ben de ayak uydururum gibi bir durum mu?

Erkin Koray için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Erkin Koray bir deney adamı ve arabesk de onun için bu deneylerden sadece bir tanesi… Hindistan’a falan gidiyor, bir sürü şey deniyor… Kitapta da söylediğim gibi Erkin Koray hem Anadolu Pop Rockçı, hem de değil… Her yere girip çıkmış bir adam. Onu bir kalıba sokmak zor… 1980’li yıllarda parasızlıktan pizzacıda müzik yaptığı bile bilinir. Sadece o dönemde bir realiteyi görüyor ve denemek istiyor.

Anadolu Pop yok edilmeseydi, bir şekilde yoluna devam edebilseydi dünyaya bu müzikle açılabilir miydik?

Elbette… Anadolu Pop özenti olarak başlıyor ama oturtulabilseydi harika şeyler olabilirdi… 1997 yılında Levet Çoker bestesi Dinle, Eurovision’da üçüncü oluyor. Arkada bir ney ve bir bağlama var yalnızca… Nasıl oluyor? O zaman sms’ler de yok… Sertap Erener doğu ezgileriyle yaptığı parçayla birinci oluyor. Demek ki dünyaya açılabilmemizin tek yolu bu… Her zaman Amerika’daki Avrupa’daki adam senden daha iyisini yapar, çünkü orada yaşıyor. Sanayi toplumunda yaşıyor. Sen onun gibi basamazsın gitarın teline, kulağında ezan sesiyle büyümüşsündür… Karakterin farklı, kültürün farklı… Senin müziğin bu, gidip de başkasına öykünme… Türkülerin çağdaşlaştırılması olayı ise 1990’ların başlarında tekrar başlıyor. Pop “Abone” ile patlayıp çatlarken müzik sektörü bu işten oldukça kârlı çıkıyor. Stüdyolar, konser salonları açılıyor, dergiler çıkıyor, klip sektörü büyüyor… Bu durumdan Anadolu Pop da faydalanıyor. Meselâ Haluk Levent bu dönemde birçok albüm yapıyor; konserler veriyor. Yine o dönemde Yavuz Bingöl var; Anadolu Popçu değil belki ama gitarıyla türküler söylüyor. Yani böyle bir potansiyel bizde hep var zaten yıllarca darbe yediği için bir türlü kendine gelemiyor. 1980’lerin başında TRT’den yediği sansür, 12 Eylül yasağı… Bunlar olmasaydı şimdi müziğimiz Anadolu Pop olacaktı.

Kitabı Anadolu Pop’un Haluk Levent’le başladığını sanan müzik yazarına da ithaf ediyorsunuz… Peki Haluk Levent’in müziğini nasıl bulursunuz, bu müziğin neresine koyarsınız?

Bir kere, kendi çapında çok emek verdi bunu söylemeliyim. Hayır konserleri verdi; Anadolu’nun ücra köşelerine gitti. Ama o zamanın heyecanı yok. Yalnızca müzikal açıdan ele alıyorlar işi, içini dolduramıyorlar. Zaten söylenecek bir şey de yok… En fazla çevrecilik diyebilirler; ormanlar yanmasın derler… Apolitik bir toplumda yapabileceğiniz bir şey yok yani… Yine de iyi niyetli şeyler yaptılar…

1965 – 1968 yıllarında Altın Mikrofon Şarkı Yarışması tüm ülkeyi kasıp kavuruyordu… Şimdi yine olsa çok az insan heyecan duyar gibi geliyor… Ne dersiniz?

Pazarlama şekli değişti; artık görüntü var ve bu sayede müzik izlenebiliyor. Yani güzel çocuklar ve cici kızlar önde müzik ikinci plânda… Şimdi yaz ayındayız ve bir tane bile yeni yaz parçası yok. Herkes eski şarkıları dinliyor. Bir de eskide 45’likler vardı. Yani ilk altı ay 2 şarkılık bir 45’lik çıkarıyor sanatçı, yılın ikinci yarısında bir 45’lik daha çıkarıyor; bir yılda 4 parça eder. Bir altı ay sonra bir 45’lik daha yayınladığını düşünürsek bir buçuk yılda 6 parça eder. Sonra birkaç yeni şarkı daha ekleyip bir long play çıkarıyor böylece iki yılın sonunda dünya güzeli besteler çıkarıyor. Şimdi öyle değil ki; adam bir albüm yapmak için en az 8 – 10 parça çıkarmak zorunda bir kerede… Üç parça çıkıyor haliyle maksimum diğer yedi parça çöpe gidiyor. Türkiye’de her hafta 10 tane albüm çıkıyor diyelim; yılda 520 albüm demek. Her albümde de 10 beste var kabûl edelim; bu da 5200 yeni beste demek… Buna can dayanmaz ki… Türkiye’de adını bile bilmediğimiz tonla şarkı var. Ama eski şarkılar öyle mi? Şimdi getireyim şuraya MFÖ’nün 1984 tarihli Ele Güne Karşı albümünü baştan sona sıkılmadan dinleriz; hem de daha önce defalarca dinlemiş olmamıza rağmen… Melodiler öyle zengin ki hâlâ dinliyoruz. Böyle daha çok örnek var…

Abdülika’nın çizimleri kitaba çok özel bir anlam ve zenginlik katıyor… Müzisyenleri karikatürize etme ve Abdülika’yla bir çalışma yapma fikri nereden doğdu?

Geçmişle ilgili bir kitap ya da yazı yazacağınızda başvuracağınız görüntüler sınırlı oluyor. Örneğin Barış Manço’nun bile toplasan 80 tane fotoğrafı vardır. Hep aynı şeyler, bilinen fotoğraflar… Abdülika zaten bu işe kafa yoran bir adam; rockçı, müzisyen, bir sürü özelliği var. Biz de kitaba görsel açıdan değişik bir hava verelim, zenginlik kazandıralım dedik. Bir de poster hazırladık; gençler bunlar kim kardeşim diye araştırsınlar istedik. Arkasına numaralandırma yapmadık; kendileri bulsunlar istedik.

Siz hem müzik hem de sinema yazarınız. Sinema ve müziği değerlendirmenizi istesek…

İkisinin birbirini tamamladığını düşünüyorum. Zeki Demirkubuz Bekleme Odası’nı hiç müzik kullanmadan çekti. Bu tercih yönetmenin yapısına, dokusuna, bakışına bağlı. Sinemada müzik 1980’lerin sonuna, hatta 1990’ların ortasına kadar hep hor görüldü.

Şarkı için film çekme durumları vardı bir de…

Evet ben onlara bir buçuk saatlik video klip diyorum. (gülüyor) Türkiye’de Cahit Berkay bu işin duayeni… Film bitiyor; bir gün içinde Cahit abiden müzik isteniyor. Cahit abi de bir tema oluşturuyor; o temayı kemanla, klâvyeyle bir de davulla çalıyor bitiyor. Bir de ruhu geçmiyorki hikâyenin… Batılı şirketlerin işin içine girmesi bu durumu değiştirdi. Şimdi hemen hemen her filmin bir soundtrack albümü çıkıyor.

İnternetten albüm indirme işine ne diyorsunuz; bu müziğin sonunu getirir mi?

Ben bunun avantaja dönüşebileceğini düşünüyorum. Şöyle bir şey söyleyeyim, bence bu internet, bedava müzik indirme olayları, iyiyle kötünün ayrılmasını sağlayacak. Artık herkes albüm yapamıyor çünkü kimse albüm almak istemiyor; bedava indiriyor internetten. Yani bir albüm yapmak için çok iyi olması lâzım. Düzey bu şekilde artacak.

Siz bu aralar neler dinliyorsunuz peki?

Yeni gruplardan falan sevdiklerim var ama şimdi böyle sorunca hepsi aklıma gelmiyor. Replikas’ı çok severim. Badem’e Anadolu Pop derseniz onu severim. Eski grup olmasına rağmen İstasyon’u hâlâ dinlerim. Bülent Ortaçgil, Fahir Atakoğlu… Mor ve Ötesi’nin birkaç işini beğendim. Aylin Aslım’ın yeni albümünü çok sevdim, 8 parça olmasına rağmen oldukça doyurucu bir albüm olmuş. Onun dışında ben eskileri dinliyorum yahu; beni heyecanlandıran yeni grup yok öyle…

Kafayı taktığınız yeni bir başat konu var mı?

Var var… (gülüyor) Benim bu işe bulaşmanın en büyük nedeni çektiğim kaynak sıkıntısıydı. En yakından tanıdığım, bildiğim Anadolu Pop Rock olduğu için onunla başladım. Tabii daha bir sürü şey var… Şu anda yazdığım ve neredeyse yarısına geldiğim Türkiye Orkestralar ve Gruplar Tarihi isimli bir kitap var. Zor bir işe girdim farkındayım. Tabii o zamanlar her mahallede bir grup var. Hepsini yapmam imkânsız. Kendimce bir kıstas belirledim, bir 45’lik ya da albüm yayınlamış olmaları… Tarihe bir katkım olsun istedim. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar kim varsa ele almayı plânlıyorum. Gruplar yine daha düzenli ama orkestralar öyle değil. Elemanlar sürekli değişiyor. Müthiş bir sirkülasyon var. Bunun dışında Cahit Berkay’ın hayatını kaleme alma fikri var. Onun vakti çok az ve çok yoğun bu nedenle yavaş ilerliyor işler.

(01 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk

Zaman’ın Gergefcisi: Ömer Kavur

37 gün kalmıştı, 61 yılı geride bırakacak 18 Haziran’a… 2005 yılı. 12 Mayıs Perşembe, saat 21.15… Gülümsüyorsun. Birden geniş bir taşlıklı avluya inmiş gibi oluyorum. Altı yaşlarındayım. Kilimler, yastıklarla bezeli büyük odada kadınlar ağlıyor. Biri ağlayarak türkü söylüyor. Geniş salonda, taşlığa bakan pencereye yürüyorum. Taşlığa bakıyorum. Tuğlalardan yapılmış iğreti bir ocağın üstünde su ısıtılan kazanı, tahta bir sedirde çıplak yatan Azmi Enişte’yi görüyorum. Edep yerinin üstünde lifle, bir kalıp yeşil sabun var. Gömleğinin kolları sıvayıp suyun ısısını kontrol eden sakallı adam, dua mırıldanarak sabunu alıyor. Biri, elindeki teneke tasla kazandan aldığı suyu Azmi Eniştenin üstüne dökmeye başlıyor.

Zaman 1980 yıllarına dönüyor. Atıf Yılmaz ve Yavuz Özkan’la kurduğunuz ADAF FİLM yıllarına gidiyorum. Atıf abinin çekeceği Talihli Amele filminde oynamak için Adaf’a geldiğimde, filmin yapımcısı olarak tanışıyoruz. Adınızı, sinema eğitimli ilk yönetmen olarak ve YATIK EMİNE (1974), YUSUF İLE KENAN (1979) filmlerinizden biliyorum. Filmin bitiminden sonra Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde oynadığımız Bahar Noktası oyununa geliyorsun. Aramızda abi kardeş ilişkisi tohumlarını atıyor. Araya uzun süren tutukluluk dönemim giriyor. AH GÜZEL İSTANBUL (1981), KIRIK BİR AŞK HİKAYESİ (1982), GÖL (1982) filmlerini katıyorsun zaman’a. Gün geliyor, Atıf abiyle karşılaşıyoruz. “Ömer film çekecek, ALFA FİLM’e git” diyor. Atıf abiyle paylaştığınız, Ahududu Sokaktaki Alfa Film’e girdiğimde, sıcak gülümsemenle karşılıyorsun. KÖREBE (1984) filminin prodüksiyon sorumlusu, çocukluk arkadaşın Sadık Deveci’yle tanıştırıyorsun. Tekirdağ’ın Saray ilçesinde çalışıyoruz. Hava oldukça rüzgârlı. O dönemler teknik malzemeler olmadığı için, oto çekimlerini Orhan’ı (Oğuz) kamerasıyla, otonun ön kaportasına bağlayarak çözüyorsun. Rüzgârın zorlayıcılığına rağmen, Orhan gereken plânları çekiyor. Filmin unutulmaz sürprizi ertesi sabah yağan kar oluyor. Bağlantılı sahnelerin çekimi bitmediği için, dokusu uyan, karsız bölge bulmakta oldukça zorlanıyoruz. İlk defa yönetmen asistanlığı yaptığım Çıplak Vatandaş filmi sonrası, Çalıkuşu dizisinde Osman Baba’yla (F.Seden) asistan olarak çalışmaya başladığım sıralar, AMANSIZ YOL (1985) filmine başlıyorsun. Sadık bize haber vermeden, sizin filmde oynasın diye, dizide oynayan Mine’yi (Çayıroğlu), resmen kaçırıyor.

Bu yüzden, iş programında bir hayli zorlanıyorum. ANAYURT OTELİ (1986) filminde oynamak üzere, Alfa Film’de tekrar buluşuyoruz. İskender abiyle tanışıyorum. Çekim mekânı Nazilli’ye geldiğimde, taksici sanki romandaki Anayurt Oteli’nin önünde indirmişti beni. Mekânlardaki titizliğini bir kez daha farkediyorum. Asistanlık yaptığımı öğrenince hayıflanıyorsun. Çekimlerin yapıldığı ve konaklama yeri olan otel maceralarını anlatıyorsun. Oyuncu olarak işim bitip döndükten sonra aldığımız haber, sahnesi olan oyuncuları çok üzüyor. Ark probleminden kaynaklandığı için, filmin 22 kutusu yeniden çekiliyor. 30/50 kutuyla film bitirildiği dönemde, oldukca kötü bir durumdu doğrusu. Asistanlık yapmam, birliktelikte yıllarca çalışmamızın adımı oluyor. Artık filmlerinin oyuncusu ve asistanıydım.

GECE YOLCULUĞU (1987) filmine başlayacaktın. Filminin mekân fotoğraflarını gösterip, tüm ayrıntıları aktarıyorsun. Mekânları görmüş gibi oluyorum. Yolları kapatan kar nedeniyle, gidişimizi bir süre erteliyoruz. Yollar da başlayan çekimler, Fethiye’ye kadar sürüyor. Oto çekimlerini, lata demirlerden yapılan bir mekanizmayla, kamerayı otoya monte ederek sağlıyorsun. Filmin ana mekânı Kayaköy’ün görselliği hepimizi büyülüyor. Daha önce de film çekildiği halde pek bilinmeyen Kayaköy, böylece daha da tanınmış oluyordu. Set aralarında, birbirimize fıkralar anlatıp duruyoruz. Aytaç’ın (Arman) deyimiyle, iki farklı kültürün birbirini bulmuş parçasıydık. Birlikte çalıştığımız filmlerin en keyifli olanıydı bence. Sinemada ilk kez staticam kullanmıştın. Montaj sırasında orada olan Cüneyt Arkın’a çekimleri izlettiğinde, “Bu kadar şaryoyu nasıl buldunuz” demişti. Film sonrası, seninle yolculuğumuzun uzun yıllar süreceği ALFA FİLM’e katılıyorum. Kültür Bakanlığı adına senaryolarını yazıp yönettiğim, İÇİMİZDEN BİRİ YUNUS ve GÖNÜLLER SULTANI filmlerini çekme şansı tanıyorsun. Sonra Alfa Film’i, Halep İşhanı’na taşıyoruz. İNGİLİZ TV adına GÜNEYDOĞU BELGESELİ çekmek için yola çıkıyorum. Sonra tadı unutulmaz GİZLİ YÜZ (1990) filminin mekân araştırma günleri başlıyor. Saat Kulesi olan kentleri dolaşıyoruz. Çalıkuşu’nda çalıştığım Mudurnu ve Göynük’e götürüyorum seni. Görselliği harika ama içi küçük saat kulesi, aklının bir kenarında kalıyor. İstanbul Sarayburnu’ndan, Kastamonu’ya sürgüne gönderilen saat kulesinde, çalışmakta karar kılıyoruz. Önemli mekânlardan birini bulamadığımız için, Sadık’la tekrar yollara düşüyoruz. Ve garip bir kokuyla elimizdeki haritada adı bile olmayan Ulus kasabasını buluyorum. Dönüşte görüntülerini izleyip, heyecanlanıyorsun. Ertesi sabah birlikte Ulus’a gidiyoruz. Gereken mekân, Arnavut taşlı geniş meydan, tam ortasında duran ahşap yapı ve penceresinden görünen bisiklet tamircisi. Ahşap binaya bir otel tabelâsı, bisiklet tamircisinin dükkânının da, saat tamircisi dükkânına dönüştürülmesi yetiyor. Safranbolu’da mandra arıyoruz. Bulduğumuz mandralar ya dış görüntüsüyle ya da iç mekânıyla bir türlü içimize sinmiyor. Mandra aramada bize yardımcı olan Kültür Müdürü “Ömer bey, siz de dışını bir yerde, içini başka yerde çekin” diyor. Mekân titizliğini bildiğim için, ortamı şakayla yumuşatmaya çalışıyorum. Sonuçta mandra mekânının iç ve dışı sahnelerini farklı yerlerde çekmek zorunda kalıyoruz. Filmin stüdyo işlerinin bittiği gün, ikimizi ilgilendiren nedenle Alfa Film’den kopuyorum. İkibuçuk yıl geçiyor aradan. Arıyorsun, yeniden dönüyorum Alfa’ya. Oturduğum odaya sanki hiç dokunulmamış. Aramıza köpeğin Wanda katılıyor. ATV’ye çekilecek FANTASTİK ÖYKÜLER (1993) dizisi hazırlığına başlıyoruz. Dizi 2 bölümle kalıyor. Ardından peşini hiç bırakmayacak ilk tatsızlık başlıyor. On Yönetmenle kurduğunuz Vakfın cekeceği beşer öykülü iki filmin, birini Alfa olarak üstleniyoruz. Beş öyküden biri olan BULUŞMA (1995) filminde Wanda’yı da oynatıyoruz. Sette YUNUS NADİ Uzun Metrajlı Sinema Senaryo Ödülü aldığım haberini veriyorsun. Senaryosunu yazdığım TÜTÜNBANK eğitim filmini birlikte kotarıyoruz. Gizli Yüz filminin mekân araştırması sırasında ilgini çeken Göynük saat kulesi, AKREBİN YOLCULUĞU (1996) filminin ana teması oluyor. Yine, o tadı hoş mekân araştırmalarımız başlıyor. Göynük’deki Sülüklü Göl’ü buluşumuz da ilginçti. Tıpkı görselliği gibi. Çekim öncesi, çekimler sırasında yaşadığımız olaylardan dolayı keyfim kaçıyor. Olanları konuşuyoruz. Sabret diyorsun. Sonuçta olayların birikimleri, üç yılı dört duvar arkasında geçirmeyi becermeme rağmen, tahammül sınırımı zorlanmaya başlıyor. En zor sahnenin çekimi sonrası saatlerce düşünüyorum.

Filmin bir haftalık üç oyunculu, en hafif sahneleri kalmış. Söylenecek her şeyi göze alarak, gecenin 03.00 de taksiyle Göynük’ten İstanbul’a dönüyorum. Ve araya üçbuçuk yıl giriyor. İlk adı Kara Güneş olan MELEKLER EVİ (2000) filmine oyuncu olarak çağırıyorsun. Bildik oyuncular dışındakilerine cast çalışmalarını, Dilson Oteli’nde filmin basın kokteylini yapıyoruz. 7 kişilik ekibin içinde Şanlıurfa’ya uçuyoruz. Ön çalışmaların ardından ekip geliyor. İlk gün, çekim sabah 04.30’a kadar sürüyor. Gün ağarırken, iki ayrı mezhep için aralıklı okunan ezan günü selâmlıyor. Kervansaray çekimleri için Harran ovasının derinliğindeki Hanel Bahrür’e gitmek üzere 7 araçlı konvoyla yola çıkıyoruz. Uzun süre yeşilliğin olmadığı yolda ilerliyoruz ve kayboluyoruz. Sonuçta Kervansarayı buluyoruz. Mihmardarımız Bakır’a (Bekir) çıkıştığımda, “Abe, ben Zafer Par’a dağlar küçüldü şehre yahlaştıh diyorum, o bana kızıyor” deyince, kızgınlığımıza serinlik oluyor. Kervansarayın ilerisinde 5/6 evlik köyün ilkokulunun önünde, yeşillik olarak cılız bir fidan göze çarpıyor. Ayak bileklerine kadar uzanan beli kemerli, renkli giysileriyle oldukça alımlı duran kadınlar, acıyla bakan yalın ayak çocuklar yoksulluklarıyla gülümsüyor.

Filmin bitim sonrası, peşinde olan aynı tatsızlık yeniden filizleniyor. Fono Film’deki stüdyo işlemlerini yükleniyorum. Aklının stüdyoda olduğunu bildiğimden, sık sık bilgi veriyorum. Ve iş bitiminde kopya basımları için, Macaristana gidiyorsun. Sık sık haberleşip görüşüyoruz. Ardından, adına Amerika da hafta düzenlenip, filmlerin gösteriliyor. Gerekmedikçe Alfa’ya uğramadığım için, tesadüfen karşılaştığım Sadık ayrıldığını söylüyor. Sadık’la birlikte Derviş’in (Zaim) Çamur filminde çalışırken, ilk kez biz’siz KARŞILAŞMA (2002) filmine başlıyorsun. Sonrası mı? Oldukça üzücü olaylarla, zorlu günler kanırtarak geçmeye başlıyor. Yine Alfa’da yanındayız.

Gün geliyor Wanda’nın yokluğunu Linda’yla doldurmaya çalışıyorsun.

2005 yılı. 12 Mayıs Perşembe, saat 21.15… Gülümsüyorsun.

Duyanlar buruk sesleriyle arıyorlar. Şaşkın, ağlamaklı yüzleriyle geliyorlar. Kendini kanıksatan ölüm, yine de acıtıyor. Hepimizi acıtıyor. Ertesi gün evden ayrılıyorsun.

Gece Sadık’la evinde kalıyoruz. Kapısı kapalı odanın önünde durmuş, “Aç” dercesine bakan Linda’ya kapıyı açıyorum. Odaya girip bakınıp, yatağının üstüne çıkıp her kıyısını kokluyor. Sonra kaçar gibi odadan çıkıyor. Sadık’la birlikte yaşadığımız anılarımızı konuşuyoruz. Uyku tutmaz halimle salondaki yer yatağına uzanıyorum.

Gelip oturuyorsun gülümsemenle baş ucuma. Gözlerimi açıyorum, yoksun. Gözlerimi kapatıyorum, yine gülümsüyorsun. SOĞUK VE UNUTULMAYA KABUK TUTMUŞ BİR YARA GİBİ UYUYORUZ. Gün ışıyor. Linda herşeyin farkındaymış gibi tatsız. Cenaze arabasında, evin önünden geçiyorsun. Linda anlamsız gözlerle, boş boş bakıyor. Emek Sineması’nda toplanıyoruz. Herkes hüzünlü. Belgeselini izliyor, seni konuşuyor sevenlerin. Gücüm tükeniyor. Cenaze arabasına biniyorum. Birlikte önce Teşvikiye Camisi’ne sonra Zincirlikuyu’ya gidiyoruz. Ömer abiyi, zaman’ın içindeki giz dolu derinliğe, hikâyesini anlatacak filmiyle başbaşa bırakıyoruz. Sadık’la evine dönüyoruz. Çalışma masana tekrar bakıyorum uzun uzun. Linda kalacağı yeni bir eve götürülüyor. Sadık’la uzun uzun seni konuşuyoruz. Işıklarını yakıp çıkıyoruz. Dönüp pencerene bakıyorum. Gülümsüyorsun…

(30 Haziran 2009)

Arslan Kacar

Şiddetin Yeni Ozanı: Takashi Miike

Japon yönetmen Takashi Miike’nin filmlerindeki korkutma tarzı, Hollywood korku tarzının tam karşıtı ve seyircisine korkuyu ruhunda hissettiriyor. Miike’nin filmlerinde insanı gerçekten titreten ve irkilten şiddet var. Şiddetin bu yeni ozanının birkaç filminin ruhunun içine gezinmek istedik.

Japon sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden Takashi Miike’yle ilk, 2001’deki 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde karşılaşmıştık. Festivalde, “Genç Bir Yönetmen Mercek Altında” bölümünde sinema macerasının başında çektiği filmler sunulmuştu. 1960 yılında Osaka’da doğan Miike’nin filmlerini seyrederken, şiddetin insanın doğasının bir parçası olduğunu fark ediyorsunuz. Gerçekten bu çok ürkütücü bir keşif. Hayvanlar, besin zinciri içerisinde ve doğanın dengesini bozmadan kendinden daha savunmasız hayvanları avlayarak besleniyorlar. Ya insanın şiddeti? İnsanlar neden şiddet yaratıyorlar? Neden her şeyi yok ediyorlar? Miike, ister fiziksel, ister zihinsel, insanın yarattığı şiddeti ürkütücü biçimde yansıtıyor filmlerinde. Şiddeti yaşatanlar onlarca yıl önce ölmüş hayaletler de olabiliyor, bir Yakuza da. Belki de hiç umulmayacak bir sıradan insandan da gelebiliyor şiddet. Miike’nin festivalde gösterilmiş çarpıcı bir filmi vardı. 1999 yapımı “Odishon-Ölüm Provası” filminde her şey öylesine masum başlayıp gelişiyordu ki. Bu şiddet nasıl oluştu diye de düşünüyordunuz. Karısının ölümünden yedi yıl sonra genç ve güzel bir kadın bulup, geride kalmış gençliğini bir daha yaşamak isteyen bir televizyon yapımcısını anlatıyordu film. Yarım kalmış bir filmini üstlenen Ayoma, provalar için seçilen genç oyuncular içinde Asami’ye aşık oluyor. Öylesine masum görünüşlüdür ki Asami. Miike, o masumluğun ve melekliğin ardındaki kötücüllüğü yavaş yavaş göstererek gerçekten insanın kanını donduruyordu. 1998 yapımı “Chûgoku no chôjin-Çin’in Kuş İnsanları” sıradışı bir filmdi. İki Japonun, kuş uçmaz kervan geçmez bir Çin köyü olan Yun Nan’da saflığı ve hiç bilmedikleri hayatları keşfedişlerinin varoluşsal filmiydi. Yun Nan sakinleri, ne Mao’nun devrimlerinden, ne de dünyanın şu an nereye gittiğinden haberleri vardır. Teknolojinin doruklarında yaşayan bir ülkeden gelen iki Japon, kendi dünyalarında yüzyıllardır süren kültürlerini yaşayan Yun Nan köylülerine hayran olurlar. Bir yol filmi de olan bu yapıtında Miike, yine şiddeti aralara serpiştiriyordu. Şiddet, hayatın vazgeçilmez doğal bir olgusu Miike için. Bu filmin ilginç anıysa, köylülerin sallarının dev kaplumbağalar tarafından çekilmesiydi herhalde.

Mükemmelliyet nedir?…

Miike, 2004 yapımı “İzo” filminde mükemmelliyeti arıyordu. Miike’nin “İzo”su vahşi, kanlı, felsefi, mitolojik ve sinematografik bir filmdi. Miike, batı sanatından ve mitolojisinden de bolca katkı sağlıyordu filmine. Filmin başrolünde hayaletler vardı. Hayaletler, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla gelmişler ve intikamlarını şiddet saçarak çözüyorlardı. Hayaletlerin bir bölümü de Yakuzalık yapıyordu filmde. Gerçeküstücü bir anlatımın olduğu filmde, Japon kültüründen de besleniyordu yönetmen. Eski çağların samurayı yarı ölü-yarı diri İzo’nun kılıcı, iyi ve kötü ayırdetmeden her önüne geleni öldürüyordu. Filmin girişi çok çarpıcıydı. Hz. İsa gibi çarmıha gerili yaşlı İzo, kötü samurayların kılıçlarıyla vahşi bir biçimde katlediliyordu. Ön jenerik sonrasındaysa insanların yarattığı savaşlar, kıyımlar, diktatörlükler, felaketler, günlük hayat, tarlalarda çalışan emekçiler video klip estetiğiyle birbiri ardına akıp gidiyordu. Kılıcıyla her önüne geleni kıyan İzo, bir Deccal miydi? Her ölüşünden sonra yeniden diriliyordu. İzo’nun annesi, filmin bazı bölümlerinde farklı yaşlarda İzo’nun karşısına çıkıyordu. Anne, İzo’yu baştan çıkartıp onunla da yatıyordu. Tıpkı “Oedipus kompleksi” gibi bir şeydi. Evet, Miike mükemmeliyeti arıyordu “İzo”yla. İki yaşlı insanın mükemmelliyet üzerine konuşmaları da gerçekten etkileyiciydi. Yaşlı adamlardan biri şöyle diyordu: “Mükemmel aşama, mükemmel kalmak için mükemmellik yaratır…” Ondan biraz daha genç olanıysa, “Mükemmelliği yaratan mükemmelsizlik, varlığın temel doğasıdır” der. Sonunda insan Tanrı’nın düzeyine çıkacak ve saçmalık bir kaosa dönüşecek. Mükemmelliyetin sonu saçmalığa (absürdlüğe) varır diyor yönetmen “İzo” filmiyle. Filmin estetiği, gerçekten kaotik ve bir cangılın içerisindeymiş gibi ya da sürekli bir kâbus hissini yaşatıyordu. İzo Okada’nın 1832-1865 yıllarında yaşamış bir samuray ve suikastçı olduğunu da belirtelim. Bu filmin müzikleri de mükemmeldi.

Sıradışı korku…

2004 yapımı “Sam gang yi/Three… Extremes-Üç Sıradışı” adlı üç yönetmenli antolojik (güldesteli) bu filmde Miike’nin kendi bölümünün adı “Box-Kutu”ydu. Filmde yine hayalet vardı. İki küçük kız kardeş bale yapıyorlar. Baba, kızlardan birisine daha çok ilgi gösteriyor. Yani, baba küçük kızıyla yatıyor. Diğer kız kardeş, babasının ilgi gösterdiği kızdan nefret ediyor ve kardeşinin ölümüne neden oluyor. Elbette yıllar geçse de trajedi yaşanıyordu. Bu kısa filmde Miike’nin tüm bir sinema esteteği görülebiliyordu. Dingin, ama yer yer sert anlatımlı bu filmle Miike sineması biçim ve içerik olarak perdeye yansıyordu. Miike’nin filmlerinde genelde karanlık çok az ve ışıklar daha yoğun olarak kullanılıyor. Yönetmenin filmlerini seyrederken, gerçekten zihinsel anlamda korkuyu ruhunuzda hissediyorsunuz. Bunları, kamera kullanımlarıyla, mekânların yansıyışlarıyla, fonda duyulan ve insanı geren müzikleriyle yaşıyorsunuz. Miike filmlerinde çoğunlukla Hollywood tarzı yoktur. Miike’nin korku tarzı neredeyse Hollywood’un korku yorumlayışlarının tam tersidir. Miike’nin filmlerinde çoğunlukla müzikler çığlık atmaz. Genelde müzikleri tını gibidir. Bu müzikler sürekli insanların zihninde de çalmayı sürdürüyor ve insan tuhaf bir biçimde gerilimin içerisine giriyor. Miike, kamerayı çoğunlukla sakin kullanıyor. Arada bir kurguyla beraber kamerası da sertleşiyordu. Ama hepsi bu kadar.

Şiddetin vahşeti…

2001 yapımı “Koroshiya 1/Ichi the Killer-Katil İchi”, Miike sinemasının en şiddet yüklü, en sadist, en psikopat ve en vahşi filmlerinden. Bu filmin bazı sahnelerine bakabilmek gerçekten cesaret işi. Kasap çengellerine asılı insanları, kopan bacakları, kolları ve fışkıran kanları gördükten sonra Miike’nin şiddetten haz alan bir sadist olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Film, 1968 doğumlu Hideo Yamamoto’nun mangansından uyarlanmış. Manga, Japon çizgi romanlarına deniliyor. “Katil İchi” filminin de kameramanı Hideo Yamamoto. Ama mangacı Hideo Yamamoto’yla isim benzerliği dışında pek yakınlıkları yok gibi kameraman Hideo Yamamoto’nun. Filmde en acımasız katil olarak gösterilen “sarışın” Kakihara (Tadanobu Asano), bir eşcinsel. Gangster Kakihara, her yerde İchi’yi arıyor. İchi’yi kimse tanımıyor. Ama, bıraktığı imzalar irkiltici ve şiddet yüklü. Seyirci de İchi’nin kim olduğunu hep merak ediyor. Aslında yönetmen İchi’yi en başından beri seyirciye gösteriyor. Bu şiddetleri yaratan İchi’nin daha karizmatik olmasını beklediğinden olmalı seyirci ortalarda dolaşan İchi’nin kim olduğunu algılayamıyor. Sinemanın en psikopat manyak filmleri üzerine yazmayı düşünsek mi acaba?

Bir manga daha…

Miike’nin 2004 yapımı “Zebraman-Zebra Adam”, 1970’li yıllarda Japonya’da popüler olan bir fantastik diziymiş. Miike’nin bu filmi, bu fantastik dizinin fanatiği bir orta yaşlı adamın hikâyesi. Senaryosunu Kankurô Kudo’nun yazdığı “Zebra Adam”, manga sanatçısı Reiji Yamada’nın yarattığı bir eser. “Zebra Adam”, yani Shinichi İchikawa (Sho Aikawa), bir öğretmen. Kendisine terziden “Zebra Adam” kostümleri diktiriyor ve sonra “Zebra Adam” gibi kötülüklerle savaşmaya başlıyor Shinichi. O, kendinin de inanamadığı süper bir kahramana dönüşüyor sonra. Aslında o ezik ve yılgın biri. Ne öğrencilerinden ne de meslektaşlarından pek saygı görmüyor. Suçlar da çoğalıyor bu arada. “Zebra Adam” Shinichi, kötülüklere karşı savaşa girişiyor. Belki de bu film, Miike’nin ailecek görülebilecek neredeyse tek filmi gibi. Düz anlatımı, klâsik açıları, parlak ışık düzenlemeleri bu filmin estetiğini oluşturuyor. Yine de bir Takashi Miike filminde olduğunu da unutmamalı insan. Sinemaseverler Takashi Miike’yi 2003 yapımı “Chakushin Ari-Cevapsız Arama” filmiyle daha iyi hatırlayabilirler.

(28 Haziran 2009)

Ali Erden

Herkesin Korkusu Kendine…

Korku eşiğim fena halde düşük… Hâlâ palyaçolardan bile korkarım, tek başıma karanlıkta yürüdüğümde hep peşimde bir gölge olduğunu sanıp arkama bakarım… Siz düşünün artık bu filmi izlerken ne halde geldiğimi… Ama bu filmin korku filmlerinin gerçek müdavimleri için o kadar da korkutucu olacağını pek sanmıyorum. Bu benim korku filmlerine olan zaafım ancak yine de “Pek Yakında”nın vasat bir film olduğunu düşünmüyorum…

Genellikle aksiyon filmleriyle bilinen Tayland sineması, korku türünde de uzakdoğudaki diğer ülkelerle yarışabileceğinin ufak ufak sinyallerini veriyor. Son yıllarda da bu işte ciddi anlamda atak yaptıklarını söyleyebiliriz.

Yönetmen çocukların hayal gücünün genişliğine çok inandığını ve filmi yaparken bu felsefeden hareketle yola çıktığını söylüyor. Çocuklar için asıl korkunun filmin bittiği yerde başladığını düşünüyor ve kendisinin çocukluk hayallerinin de bu yönde olduğunu belirtiyor.

“Pek Yakında”nın hikâyesi ise şöyle: Merakla beklenen korku filmi “Hayaletin İntikamı” pek yakında vizyona girecektir. Ancak yönetmen filmdeki deli kadını linç etme sahnesini yeniden kurgulamak istemektedir. Bu sırada korsanlar para karşılığıyla içeridekilerden filmin bir kopyasını istemektedir. Bu sebeple içeridekiler, filmi bir gece el kamerayla çekmeye yeltenir. Ancak filmi kayda alan çocuk sırra kadem basar. Ortadan kaybolan arkadaşının izini bulmak için araştırmalara başlayan arkadaşı ise korkunç gerçeklerle yüz yüze gelmeye başlar…

Filmin yaratıcı bir hikâyesi var kabûl, ezberbozan sahneleri de mevcut… Hani tam bitti derken başka bir yere kıvrılıyor, manevralar yapıyor ama bu yine de çok sağlam bir korku filmiyle karşı karşıyayız anlamına geliyor. Oyuncuların ortalama performansları bizi hikâyenin gerçekliğinden alıkoyuyor. Siz yine de izlemeden ön yargıda bulunmayınız pek yakında sinemanın yolunu tutunuz…

(26 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

26 Haziran 2009 Haftası

“Bir Kadının Seks Günlüğü”, pervasızca cinselliğin estetikle buluştuğu ve nemfoman bir kadının değişim / olgunlaşma sürecinde her hemcinsinin kendinden yansımalar bulabileceği cazip film: Mahrem alanlara korkusuzca girebilen az sayıda filmle karşılaştığımızdan ilginizi çekebileceğini düşünüyorum.

“Pek Yakında”, ‘bir filmle seyreden ilişkisinin izledikten sonra -her zaman- bitmeyebileceğini, örneğin bir korku filmi karakterinin yaşamınızın -pekâlâ- parçası haline gelebileceği, daha kötüsü sonlandırıcısı olabileceği’ gibi parlak bir fikri hikâyeleştirmiş ancak zenginleştirememiş. Tekrarlar ve oyuncu yönetimindeki yetersizlikler, filmin zaafları. Tayland filmi görmek isteyenler ve anlık korkuları sevenler için yalnızca.

“Transformers: Yenilenlerin İntikamı”, gerçekten baş döndürücü bir deneyim. Her biri, binlerce mekanik-elektronik parçanın hareketiyle/birleşmesiyle oluşan dünya dışı makinelerin çarpışmasını izlemek ve görsel-işitsel zevkler alabilmek herkesin harcı değil. Bu kez, hem sayıları, hem de çeşitleri artmış üstelik… Takip etmesi oldukça zor yani. Yanı sıra, mizahi unsurlar gayet isabetle kullanılmış. Beni rahatsız eden özelliği ise, ABD ordusu ateş gücünün fazlasıyla vurgulanması oldu.

(24 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bir Ustayla Yolculuk: Yılmaz Güney

Yılmaz Güney’in on filmi Beyoğlu Sineması’nda sinemaseverlerle buluşuyor. Bilet fiyatlarının 5 TL olduğu bu mini festivalde filmler 12.15 – 14.30 – 16.45 – 19.00 – 21.15 seanslarında gösterilecek. Mini festivalde ustanın ‘Seyyit Han’, ‘Yol’, ‘Sürü’, ‘Umut’, ‘Duvar’, ‘Zavallılar’, ‘Aç Kurtlar’, ‘Arkadaş’, ‘Endişe’ ve ‘Ağıt’ gibi unutulmaz filmleri var.

Güney Film, sekiz Yılmaz Güney filminin yeni kopyasını bastırdı. Söz konusu sekiz filmle birlikte “Umut” ve “Yol” filmleri de programda yer aldı. 26 Haziran-16 Temmuz 2009 tarihleri arasında, on Yılmaz Güney filminin Beyoğlu Sineması’nda toplu gösterimi yapılıyor. Programın bilet fiyatları -hergün ve her seansta- 5 TL olarak belirlendi. Her gün bir Yılmaz Güney filminin gösterileceği mini festivalde ustanın “Seyyit Han”, “Arkadaş”, “Yol”, “Ağıt”, “Umut”, “Duvar”, “Aç Kurtlar”, “Zavallılar”, “Sürü”, “Endişe” filmleri sinemaseverlerle buluşuyor.

Ustanın unutulmaz filmleri

26 Haziran ve 9 Temmuz’da gösterilecek “Toprağın Gelini” alt başlığıyla da bilinen 1968 yapımı “Seyyit Han”ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını da Yılmaz Güney yaptı. Nedim Otyam’ın etkileyici müziklerine Gani Turanlı’nın şiirsel siyah-beyaz görüntüleri eşlik ediyor. Filmde Yılmaz Güney (Seyyit), Nebahat Çehre (Keje), Hayati Hamzaoğlu (Haydar Ağa) ve Nihat Ziyalan (Mürşit) oynuyor. Film, 1969 yılında 1. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde Yılmaz Güney “En İyi Erkek Oyuncu”, Gani Turanlı “En İyi Görüntü Yönetmeni”, Nedim Otyam “En İyi Müzik” ödüllerini aldı ve ayrıca “En İyi 3. Film” seçildi. Üç yıl sonra köye dönen cesur Seyyit, sevdiği kız Keje’nin Haydar Ağa’ya verildiğini öğrenir. Filmdeki en unutulmaz an final bölümüydü belki de. Haydar Ağa, Keje’yi çukura koyar ve başına da sepeti geçirir. Seyyit de sepete nişan alır. Trajedi de derinleşir filmde. Bu intikam ve şiddet yüklü film, sinemamızın değerlerinden biridir.

27 Haziran ve 5-16 Temmuz’da gösterilecek 1974 yapımı “Arkadaş” filmi, Yılmaz Güney’in en sert burjuva eleştirilerinden biri. Senaryosunu da Yılmaz Güney’in yazdığı “Arkadaş”ta Yılmaz Güney (Âzem), Kerim Afşar (Cemil), Melike Demirağ (Melike), Azra Balkan (Necibe) başrolü paylaşıyor. Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Müzik” ödülünü kazandılar. Filmde Melike Demirağ’ın söylediği ünlü “Arkadaş” şarkısının şiiri de Yılmaz Güney’e ait. Öğrencilik yıllarında tanışmış iki eski arkadaş yıllar sonra bir tatil kasabasında karşılaşırlar. Cemil, zengin biri olmuştur. Âzem, düşünsel olarak da arkadaşının değişmiş olduğunu fark eder. Devrimci bir bakışla Cemil’i yargılar. Bu sıralarda Cemil’in baldızı Melike de bu bozulmamış mert insana aşık olur. Filmin finali de çarpıcıdır.

28 Haziran ve 13 Temmuz’da gösterilecek 1981 yapımı “Yol”, 1982’de Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Missing-Kayıp” filmiyle “Altın Palmiye”yi paylaşmıştı. Filmin senaryosunu hapishanede yazan ve sinema tarihinde belki de örneği olmayan bir tarzla filmi hapishaneden yöneten Yılmaz Güney (Şerif Gören’in de hakkını teslim etmeli), “Yol”la sinemamıza epey yol aldırdı. Ayrıca, üçüncü dünya ülkeleri denilen yoksul ülkelerin sinemalarının da farkına vardırttı.

Öncelikle bu filmin kurgusu çok çarpıcı. Beş hikâyeyi koşut kurguyla anlatan film, kurgusal olarak nefes nefese bir anlatıma ulaşıyor. Filmin başrolünde Tarık Akan (Seyit Ali), Şerif Sezer (Zine), Halil Ergün (Mehmet Salih), Meral Orhonsay (Emine) ve Necmettin Çobanoğlu (Ömer) vardı. Filmin görüntüleri Erdoğan Engin’e, müzikler de Sebastian Argol-Zülfü Livaneli ikilisine aitti. “Yol”un ABD’de “Altın Küre”ye de “En İyi Yabancı Film” dalıyla aday olduğunu da belirtmeli. Bu filme dair en önemli dipnotlardan biri de, filme Erden Kıral’ın başlayıp, Şerif Gören’in tamamlaması. Filmde, hapishaneden bayram izni alan mahkûmların dram dolu hikâyeleri koşut kurguyla yansıyor beyazperdeye.

29 Haziran ve 14 Temmuz’da gösterilecek 1971 yapımı “Ağıt”, Adana Film Şenliği’nde “En Başarılı Film”, “En Başarılı Yönetmen”, “En Başarılı Senarist”, “En Başarılı Erkek Oyuncu” (Yılmaz Güney), “En Başarılı Görüntü Yönetmeni” (Gani Turanlı) “koza”larını kazandı. Bu film, Venedik Film Festivali’nde de elemeyi geçip ilk on film arasına girmişti. Ayrıca, 1973-75 yılları arasında yayımlanmış aylık sinema dergisi Yedinci Sanat tarafından, 1912-72 yılları arasında çekilmiş yerli filmler içinde yedinci sıraya yerleşmişti bir de. Müziklerini Arif Erkin’in bestelediği filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Yılmaz Güney. Şermin Hürmeriç, Hayati Hamzaoğlu, Bilâl İnci, Atilla Olgaç diğer oyuncular. Göreme’de çekilen ve unutulmaz sahnelerin olduğu bu incelikli film kaçakçılığı anlatıyor. Yılmaz Güney, bu filmde “Beyaz Donlular”dan kaçakçı Çobanoğlu’nu canlandırıyor. Sansür Kurulu, bu filmde kadın doktorun Çobanoğlu’nun sırtından kurşunu çıkartırken söylenen türküyü çıkartırlarsa vizyona çıkmasına izin verileceğini söylemiş. Sizler bu sansürcülerin bir zamanlarki icraatlarını bir duysanız gülmekten midelerinize kramp girerdi herhalde. Ama o zamanlar hiç de komik değildiler ve birçok filmin ruhunu yaktılar.

30 Haziran ve 11 Temmuz’da gösterilecek 1970 yapımı “Umut”, sinema tarihimizin belki de aşılamayan en büyük başyapıtlarından biri. “Yeni Gerçekçi” tarzda olan bu unutulmaz filmin gerçeküstücü estetikten de beslendiğini belirtmeli. Ayrıca bu film, bu ülkedeki yoksulluğu ve yoksul insanları en dolaysız anlatımla beyazperdeye yansıtırken, bu ülkede hep olmuş o lânet gelir uçurumlarını da filmi seyrederken iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Faytonculuk yaparak yaşamını kazanmaya çalışan Cabbar’ın ve ailesinin içine düştüğü çıkmazlardan kurtulmaya çalışması anlatılıyor filmde. Atı, zengin bir adamın otomobilinin çarpması sonucu ölen Cabbar, ailesini geçindirmek için emeğiyle çalışarak para kazanamayacağını düşünerek, define arama işine girer. Atı, zengin adamın otomobilinin altında kalan Cabbar, karakolda suçlu duruma düşer. Polisler, zengin adama saygıda kusur etmezler. Günümüzde de olan sınıfsal farklılıklar ve hukuk karşısında herkesin eşit olmadığı bu karakol sekansında somut olarak yansıyor. “Umut”, 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” (Yılmaz Güney), “En İyi Senaryo” (Yılmaz Güney ve Şerif Gören), “En İyi Erkek Oyuncu” (Yılmaz Güney), “En İyi Fotoğraf” (Kaya Ererez) ödüllerini aldı. Ayrıca, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de Yılmaz Güney “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödül kazanmıştı.

1 ve 7 Temmuz’da gösterilecek 1983 yapımı “Duvar” filmi, ustanın Fransa’da çektiği son filmi. Bu filmde Tuncel Kurtiz dışındaki oyuncular amatör. “Duvar” filminde birçok çarpıcı ve etkileyici an var. Ama, doğum sahnesi herhalde en çarpıcı olanı. Usta, bu gerçek doğum sahnesiyle Robert Altman’ı 2000 yapımı “Dr. T and the Women-Dr. T ve Kadınları”yla ve Alfonso Cuaron’u 2005 yapımı “Children of Men-Son Umut”uyla etkiledi. Bu iki filmde de “Duvar” filmindeki gibi gerçek doğum sahneleri vardı. 1976’da Ankara Kapalı Cezaevi’nde, Yılmaz Güney’in de tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan anlatılıyor. Bu olaydan derinden etkilenen Yılmaz Güney, isyanın arkasından gönderildiği Kayseri Cezaevi’nde “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adıyla bir roman yazmış ve “Duvar” filmi bu romandan uyarlanmış. Filmde az da olsa Kürtçe de (Zazaca) duyuluyor.

2 ve 10 Temmuz’da gösterilecek 1969 yapımı siyah-beyaz “Aç Kurtlar”da Yılmaz Güney, Sevgi Canlı, Bilal İnci ve Hayati Hamzaoğlu başrolü paylaşıyor. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Aç Kurtlar”, bir kanun kaçağının trajedisini anlatıyor. Serçe Memed, kanun kaçağı bir eşkiya. Öğretmenlik yaptığı günlerde köyünü eşkiya basmış, yeni evlendiği karısını kaçırmış, kadın dokuz ay dağlarda kaldıktan sonra intihar etmiş. Siirt’in bir köyünde öğretmenlik yapan Serçe Memed, bu trajediyle eşkiyaların düşmanı olur. Film, yazar Haydar Turan’ın romanından sinemaya uyarlandı. Yılmaz Güney, eşkiya cellâdına dönüşen Serçe Memed’in dramını Doğu kışının sert ikliminde çekerek orada yaşayan insanların nasıl hayat mücadelesi verdiğini de Batı’da yaşayan insanlara gösteriyor.

3 Temmuz’da gösterilecek 1974 yapımı “Zavallılar”a Yılmaz Güney başladı ve ustası Atıf Yılmaz tamamladı. Filme 1971’de başlandı ve Yılmaz Güney hapise girdiği için 1974’te Atıf Yılmaz tarafından tamamlanabildi. Filmin müzikleriyse Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu’na ait. Filmde iki kameraman Kenan Ormanlar ve Gani Turanlı çalışmıştı. Yılmaz Güney hapse girince, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’in canlandırdığı Abuzer karakterinin olması gereken sahnelere Abuzer’in gençlik yıllarını aldı. Filmde Yılmaz Güney’in yanı sıra Yıldırım Önal, Kâmuran Usluer, Osman Alyanak da oynadı. Filmde Yılmaz Güney’in hapishanede demir parmaklıklar arkasından bir tepsi baklavayı yeme sahnesi gerçek. Yılmaz Güney’in, bu sahnenin gerçekçi olabilmesi için iki üç gün aç kaldığı söyleniyor. Film, hayatları hapishanede geçen Abuzer ve iki arkadaşının iç burucu hikâyesini anlatıyor. Dönemin en iyi filmlerinden olan “Zavallılar”ın kurgusu da muhteşem.

6 ve 15 Temmuz’da 1978 yapımı “Sürü” filmi gösteriliyor. Yılmaz Güney’in hapishanede senaryosunu yazdığı film, tıpkı “Yol” gibi hapishaneden yönettiği bir yapıt. Zeki Ökten, Yılmaz Güney’in bakış açısına ve estetiğine büyük ölçüde sadık kalmış. Hikâyeler, yaşayanlar tarafından seyirciye yansıtılıyor. Müzikleri Zülfü Livaneli bestelemiş. Muhteşem görüntülerse İzzet Akay’a ait. Bu filmde bir toplumun fotoğrafıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İnsanın hem doğayla hem de insanla çatışması, ekonomik zorluklar, gelenek, töre baskıları, kadınların aşağılanması hikâyeden yansıyanlar. Filmde, bir büyük sürüyle tren yolculuğu anlatılıyor. Sürü, Ankara’da pazarda satılmak için yola çıkıyor. Geride de insan hikâyeleri yansıyor perdeye. Filmde Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, Melike Demirağ, Yaman Okay, Savaş Yurttaş oynuyor.

8 ve 12 Temmuz’da 1974 yapımı “Endişe” filmi gösteriliyor. Senaryosu da Yılmaz Güney’e ait filme, Yılmaz Güney başlamış ve cinayetten sonra tutuklanınca filmi Şerif Gören tamamlamış. Müzikleriyse Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu bestelemiş. Görüntülerse Kenan Ormanlar’a ait. Kenan Ormanlar’ı Erden Kıral’ın “Hakkâri’de Bir Mevsim”, “Ayna”, “Mavi Sürgün”, “Av Zamanı” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Yılmaz Güney hapse girince rolünü Menderes Samancılar tamamlamıştı. Filmde Erkan Yücel ve Kamuran Usluer gibi iki büyük oyuncu da vardı. Film, Çukurova’daki pamuk işçilerinin sömürüsünü anlatılırken, değişimi de fark ettiriyor. Makineler tarlalara girince ağanın eli güçleniyor. Filmde insan trajedileri de yansıyor perdeye. Hikâyede, Erkan Yücel’in hayat verdiği Cevher ve ailesi önde görünüyor. Kan davası, yoksulluk, ırgat sömürüsü, makineler bu dramı yansıtıyor. Bu film, 1975’te 12. Antalya Film Şenliği’nde “En İyi Senaryo” ödülünü almıştı.

(22 Haziran 2009)

Ali Erden

Efes Pilsen One Love Festival’in Ardından

Bitiminin hemen ardından bir sonraki yıl için gün sayılan festivallerden biri Efes Pilsen One Love… 8 yıldır müzikseverlerin heyecanla beklediği, en sevdiği festivallerden birisi… Bir kere her şeyden önce festivalin cıvıl cıvıl ortamı, talk showlar, karaoke atölye çalışmaları ve birbirinden eğlenceli oyunlarıyla alternatif bir haftasonu sunuyor müzikseverlere… Bu sene de yine kalabalığından, coşkusundan bir şey kaybetmemişti ama bence ana sahnede daha fazla grup ve şarkıcı olsaydı çok daha keyifli geçecekti… Tricky ve Klaxons’lı Cumartesi sönük geçmişti, herkes beklentisini Pazar gününe taşımıştı. Erken saatlerde sahne alan Yasemin Mori, güneşin altında iyi de seyirci toplamıştı ama beklenen performansı sergileyemedi… Ardından çıkan Portecho ise azalan coşkuyu tekrar zirveye taşıdı… Festivallerin vazgeçilmez grubu, Türkiye’nin de en iyi gruplarından birisi olduğunu kanıtlamıştı. Starsalior sahne aldığında henüz hava bile kararmamıştı… Romantik şarkıları ve naif duruşları festivalcileri pek açmamıştı…

Hem festivalin hem de akşamın son grubu Röyskoop az kaldı ama öz kaldı sahnede… Erkencikten bitti festival… Bu sene de böyle geçti… Biz yine de bir sonraki Efes Pilsen One Love’ı heyecanla beklemeye başladık bile…

(23 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

Elimizdekilerin Değerini Anlamak

+Yeniden 17 (17 Again)
Yönetmen: Burr Steers
Senaryo: Jason Filardi
Müzik: Rolfe Kent
Görüntü: Tim Suhrstedt
Oyuncular: Zac Afron (Genç Mike), Matthew Perry (Mike), Leslie Mann (Scarlett), Thomas Lennon (Ned), Sterling Knight (Alex), Michelle Trachtenberg (Maggie), Melora Hardin (Müdür Jane)
Yapım: New Line Cinema (2009)

Kennedy ailesinin yeğeni olan yönetmen Burr Steers, ‘Yeniden 17’ filmiyle seyircileri kahkahalara boğarken, yer yer de düşündürtüyor: Uğruna her şeyi geride bıraktığımız şeyler belki de hayatımızın en değerli şeyleridir.

Film, 1989 yılında açılıyor. Mike, lisenin gözde basketçilerinden ve onu izlemek için gelen üniversite koçları var. Hayatının maçına çıkarken, sevgilisi Scarlett, onun önünde engel olmamak için ayrılmak istiyor Mike’tan. Scarlett, Mike için iyi bir şeyler düşlerken Mike, her şeyi geride bırakıp Scarlett’le hayat yolculuğuna çıkıyor. Hikâye günümüze geldiğinde Mike, yılgın bir adam. Düşlerini kaybetmiş. Scarlett’le evli ve iki çocuğu var. Şimdi hayatta tek beklentisi terfi almak. Hayatında her şey berbat gidiyor. Kaçırdığı fırsatlara yanıp duran Mike’tan bunalan Scarlett’te Mike’a boşanma davası açmış. Mike, çaresizce liseden en iyi arkadaşı, şimdinin zengini Ned’le kalıyor. Ned, Hollywood’un ürettiği fantastik kahramanların tutku ötesi fanatiği. Yılgın Mike’ın karşısına “ruhani güç” okul hademesi olarak çıkıyor. Sonra Mike, 17 yaşındaki haline dönüyor; hayallerini bıraktığı liseye yazılıyor. Babası da Ned oluyor. Ned okulun müdürü Jane’e ilk görüşte vuruluyor. Bir büyük aşk da doğuyor böylece. Yeniden 17 yaşına dönen Mike için bu keşifler de yaptırıyor. En azından ailesini tanıyor. Bir ara tipik bir Hollywood gençlik filmlerine dönüşen film, sonra toparlanıyor ve insana yer yer iyi gelen bir filme dönüşüyor.

1965 doğumlu yönetmen Burr Steers, bu filmi yaparken belki de kendi ergenlik çağlarına selâm gönderiyor. Gençken ya da herhangi bir yaştayken insanlar hayatları hakkında geri dönülmez kararlar verebiliyorlar. Yıllar geçtikçe yanlış kararlar verdiğini sanabiliyor. Belki de doğru karar vermişlerdir. Filmin kahramanı Mike, ergenlik çağına geri döndüğünde aslında nasıl bir hazineye sahip olduğunu anlıyor. Olgunluğunda hep uzak durduğu ailesinin ne kadar muhteşem olduğunu keşfediyor ergenliğine döndüğünde. Bambaşka kariyerlede yükselmenin ötesinde ailesinin en büyük kariyer olduğunu anlıyor. Oğlu Alex’e ve kızı Maggie’ye yardım ediyor, babalık duygusunun muhteşemliğinin içine dalıyor. Bu filmde yönetmen seyirciye bir armağan da sunuyor. Son jenerikte neredeyse tüm bir ekibin ergenlik fotoğrafları yansıyor perdeye. Bir küçük bilgi de, yönetmen Burr Steers’in (fotoğrafta sağda) suikasta kurban giden Amerika’nın başkanlarından J. F. Kennedy’nin eşi Jacqueline Kennedy’nin yeğeni. Ayrıca oyuncu-yazar Gore Vidal’in de yeğeni Burr Steers. Ama, ailesi nesiller boyu Cumhuriyetçi. Çünkü babası Cumhuriyetçilerin kongre üyesiydi. Yönetmen Quentin Tarantino’nun yakınlarında da bulundu ayrıca. Burr Steers, Tarantino’nun 1992 yapımı “Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri”nde radyodaki sesti. Yine Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filminde Roger karakterini canlandırmıştı. Burr Steers, 2002 yapımı “Igby Goes Down-Igby Zor Durumda” filmiyle hatırlanıyor. Bu sinamaskop filmin fonunda daha çok hareketli müzikler duyuluyor doğal olarak. Filmin altında ailenin değeri ve geçmişin hasletlerinin de altı çiziliyor. Bir de bu filmin yer yer insanı çok güldürdüğünü de belirtelim.

(18 Haziran 2009)

Ali Erden

19 Haziran 2009 Haftası

“12 Tuzak”, Dwayne ‘The Rock’ Johnson’dan sonra, sinemaya yeni bir güreşçiyi, ‘Prototype’ gibi, ‘Dr. of Thuganomics’ gibi takma adları olan John Cena’yı kazandırmayı amaçlayan, bir WWE (World Wrestling Entertainment) filmi; Cena’nın ikinci uzun metraj çalışması. Yönetmen koltuğunda Renny Harlin oturunca da, ‘Tha Rock’a göre hayli ‘soğuk’ olan bu adam bile, bir saniye bile durmayan aksiyonun içinde epey törpülenmiş, çok rahatsız etmeyen bir oyunculuk sergilemiş. Kız arkadaşının hayatını kurtarmaya çalışan polis dedektifiyle zeki bir terörist-soyguncu arasındaki kedi-fare oyunu New Orleans’ın altını üstüne getirirken, tamamen, türün tutkunlarına hitap ediyor. Dövüş, hız, çarpışma ve patlamaların abartılı şovu olarak da özetlenebilir.

“17 Yeniden”, tüm hayatınızı değiştirip etkileyecek ‘anlık karar’ınızın -yüreğinizin sesini dinleyerek vermişseniz eğer- doğru olduğuna, elinizdekilerin değerini bilerek inanmanız gerektiğini söyleyen ve izleyeni bayağı rahatlatan bir güldürü: Korkmayın, nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyor zaten!

“Soldaki Son Ev”, izleyeni zorlu bir teste tabi tutarak soruyor: En sevdiğine zarar veren birini ya da birilerini eline geçirdiğinde ne yaparsın? Bu kuşkusuz, Amerikan sinemasının (ve onları takip eden Avrupalıların), suç oranlarının aşırı arttığı 1970’lerden bu yana sorduğu bir soru ve şiddeti kolayca uygulayabilen kuşaklar yetiştiren ‘uygar’ Batılı bireylerin kolaylıkla yanıtlayabildiği türden değil. Bu nedenle, iki genç kızı fiziksel-psikolojik işkencelerden geçiren çete elemanlarının bilmeden kızlardan birinin ailesinin evine konuk olduğu süre içinde meseleyi çözmeye çalışmalısınız. Sert, hem de çok sert bir filme hazır olun.

“Teklif”, ‘demir lady’ editör ile asistanı genç adamın, ‘danışıklı evlilik’ oyunlarının, erkeğin ailesinin evindeki hafta sonunda gerçeklere çarparak dağılmasını öykülerken, en sert görünüm ve davranışların altında aslında nasıl birer dram yattığının hüznü ile bolca komediden yararlanıyor. Bu cazip A sınıfı filmin etkisi, bildiniz, süresi kadar!

(18 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bu “Teklif”i Geri Çevirmek Zor

Takip ettiğim sinema dergilerinden birinde, romantik-komedi filmleriyle ilgili kapsamlı ve güzel bir yazı okumuştum. Yazı da izleyicinin -sonunu bile bile- yıllardır nasıl olup da bıkıp usanmadan bu türü pek sevdiğinden bahsediyordu. Tür yıllar içinde pek değişmemişti; belkide bu sayede kendine özel dokusunu yitirmemişti. Ancak yine de kendisini fazlasıyla tekrar etmeye başlaması sıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine yapımcılar daha farklı senaryo arayışları içine girdiler. Daha komik hikâyeler ve daha şaşırtıcı sonların peşindeydiler. Klâsik mutlu sonlar değişmedi belki ama sona giden yol biraz daha dolambaçlı hale getirildi. Hatta tam sonu geldi derken seyirciyi şaşırtan manevralar yapılmaya başlandı.

Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren; yönetmenliğini Howard Deutch’un üstlendiği, başrollerinde Dane Cokk, Kate Hudson ve Jason Biggs’in yer aldığı bir diğer romantik-komedi Arkadaşımın Aşkı (My Best Friend’s Girl)’ de birçok yönüyle türünün diğer örneklerinden sıyrılma derdindeydi. Romantik-komedilerin mükemmel kız ve mükemmel erkek kalıbını yıkma istediği vardı ve karakterlerini hem fiziki hem de psikolojik yönden sıradan insana ve gerçek hayata yaklaştırmıştı.

Arkadaşımın Aşkı romantiklikle özdeşleşmiş pembe renkten pek eser taşımıyor -tabii klâsik sonunun dışında- çünkü türde pek duymaya alışık olmadığımız derece de küfür ve cinsellik içeriyordu. Çapraz kurgusu ile de döngünün dışına çıktığını söyleyebiliriz.

Gelelim pek fazla beklentiyle gitmediğim ama beni oldukça şaşırtan ve de eğlendiren Teklif’e (The Proposal)… Teklif; kariyeri zirvede, özel hayatı dipte, bir insanın çalışmayı en son isteyeceği türden, düşman başına bir kitap editörü Margaret ile Margaret’ın elinden çekmediği kalmamış zavallı asistanı Andrew’in eğlenceli hikâyesini anlatıyor.

Hikâye, sınır dışı edileceğini öğrenen Margaret’in bu işten paçayı kurtarmak için asistanı Andrew’a şantaj yaparak kendisiyle evlenmeye zorlamasıyla başlıyor. Ancak her şey düşündüğü kadar kolay olmuyor çünkü sınır dışı edilememek için sahte evlilik yapma plânını hayata geçiren tek kişi elbette Margaret değil… Göçmenlik bürosunun baş belâsı yetkilisiyle de başa çıkmak zorundalar…

Filmin türünün diğer örneklerinden sıyrılan içeriği dışında oldukça iyi bir oyuncu kadrosu da var. Sandra Bullock ve Ryan Reynolds birlikte çok uyumlu bir çift olmuşlar. İletişimleri, paslaşmaları müthiş… Sandra Bullock bu filmde devleşiyor. Bu filmdeki performansı bana Şeytan Marka Giyer’deki (The Devil Wears Prada) Meryl Streep’i anımsatı. Rolleri birbirlerine çok benziyor. Her ikiside sert ve taviz vermeyen nemrut iki iş kadının canlandırdı ne de olsa…

Yönetmen Anne Fletcher, Ryan Reynolds’un oyunculuğu için Jack Lemmon ve Checy Chase’in birleşimi benzetmesini yaptı. Zaten filmin yapımcıları da Cary Grant ve Jack Lemmon’ın oynadığı 40’lı ve 50’li yılların komedi filmlerinden feyz almışlar. Andrew’nun büyükannesi Annie rolündeki Betty White varlığı ise filme ayrı bir renk katıyor… Altın Kızlar-Golden Girls’ün yıldızı White ışıltısından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş gibi görünüyor ve oldukça yüksek bir performans sergiliyor.

Sonuç olarak film romantik-komedi severler için yeni bir soluk, pek haz etmeyenler için de keyifli bir seyirlik olacaktır. Teklif’i geri çevirmeyiniz…

(17 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

İki Dil Ya da Bir Bavul

Alternatif ya da kolektif sinemanın önemli bir merhaleye geldiği Türkiye’de, genç ve gelecek vaad eden isimlerin başarılı yapımlara imza atması, toplumsal sinema adına büyük umutlar yaratıyor. Kürtler üzerindeki asimilasyonun ilkokul sıralarındaki tohum halinin mercek altına alındığı “İki Dil Bir Bavul” filmi, bu “insanlık suçu”nu tüm boyutlarıyla hafızalara kazıyor.

Geçtiğimiz yıl Altın Koza Film Festivali’nde ödül alan “Sonbahar” filminin yönetmeni Özcan Alper, “Hepimiz Yılmaz Güney’in paltosunun altından çıktık” demişti. Evet, Güney’in paltosunun altından çıkanların sinemaya önemli bir bereket kazandırdığı ve önemli yapımlara imza attığı bir yılın ardından bu yıl da ‘paltoyu’ üzerinde tutanlara yenileri ekleniyor. Bunlardan ilki “İki Dil Bir Bavul” filminin yönetmenleri Orhan Eskiköy ve Murat Özgür Doğan oldu. Kurmaca mı, belgesel mi, yoksa uzun metraj sinema filmi mi olduğu tartışmaları devam ededursun, ‘İki Dil Bir Bavul’ Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı asimilasyonu beyazperdenin karşı konamaz gerçekçiliğiyle masaya yatırıyor. Bunu yaparken objektiflik çıtasını aynı noktada sürdüren yönetmenler, şapka çıkarılacak bir yapıma imza atıyor.

Genç bir öğretmenin deneyimleri anlatılıyor

Üniversiteyi bitirir bitirmez doğunun ücra bir köyüne öğretmen olarak atanan genç bir öğretmenin ilk öğretmenlik deneyimlerini ve Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarının ilkokul sıralarında asimilasyon canavarının kollarında ilerleyişini çarpıcı şekilde işleyen film, kullandığı dilin yalınlığı, günlük yaşama hiçbir şekilde müdahale edilmeden çekilmesi ve politik kaygılardan uzak bir objektiflikle çekilmiş olması sayesinde son derece tutarlı bir yol tutturuyor.

‘Hakkari’de Bir Mevsim’ filmini hatırlatıyor

Oyuncu kadrosunun tamamı amatör olan film, öğretmen Emre Aydın’ın öyküsü itibariyle Ferit Edgü’nün onca ödül almış ‘O / Hakkari’de Bir Mevsim’ isimli harikulâde kitabını hatırlatıyor. Zira hiç bilmediği, elektrik ve suyu durmadan kesilen ve günlerce gelmeyen, kış koşullarının sabır taşını çatlattığı ve yalnızlık duygusunun çaresizliğe döndüğü bir uzak diyara atanan öğretmen Emre, hayata dair tüm ezberlerini unutmak zorunda kalır. Yalnız başına bu köyde çocuklara eğitim öğretim vermeyi, dahası Türkçe öğretmeyi müfredat gereği uygulamaya gelen Emre öğretmen, bir dil öğretirken bir diğer dili unutturmaya çalıştığının farkında değildir. Eğitim sistemindeki asimilasyon ruhunu eril bir zorunlulukla küçücük bedenlere giydirmeye çalışan genç öğretmen, bu idealist tutumu karşısında Zülküf ve Rojda’nın ironik tutumlarıyla karşılaşır. Görüntü ve ses konusunda son derece doğal bir yöntem izleyen Eskiköy ve Doğan ikilisi, ışık tuttukları bu Kürt köyündeki orijinal yaşamın renklerini olduğu gibi izleyicinin karşısına taşımalarıyla izleyiciye alışılmışın dışında hoş bir belgesel tadı yaşatıyor. Yönetmenler, öğretmen karakterini gerçekten öğretmenlik yapan Emre Aydın’a, öğrencilerin tamamını da yine Aydın’ın kendi öğrencilerinden seçmesi sayesinde ortaya sinema adına mutluluk veren başarılı bir yapım çıkarıyor. Küçük bütçeyle büyük yapımlara da imza atılabileceğini de kanıtlayan iki yönetmenin çekimler sırasında doğal ayrıntılara kamerayı eğmesi de filmin güncel tutarlı olmasını sağlıyor.

Her Kürt çocukluğunu buluyor

Filmi izleyen hemen her Kürdün kendi çocukluğunu bulduğu ve hepimizin aslında kültür ve dil asimilasyonuna nasıl bedeller ödediğimizi sinema büyüsüyle konuşturan filmde dikkat çeken önemli noktalardan biri ise ‘suyun akıp yatağını bulması’. Öyle ki öğretmen yeni bir dili öğretmek için ana dili unutturma mecburiyetiyle çırpınsa da, Zülküf, Rojda ve diğerleri okulun kapısından çıktıkları andan itibaren kendi Kürdî siluetlerine geri dönerler. Her karesinde büyük emekler verildiği okunan ‘İki Dil Bir Bavul’ Başbakan Erdoğan’ın Almanya gezisi sırasında söylediği ‘Asimilasyon insanlık suçudur’ gerçeğinin bu topraklarda hangi ölçeklerle uygulandığını da kanıtlıyor bir anlamda. Filmin Altın Koza Ulusal Uzun Metraj Yarışma Bölümü’ne alınmış olması da festivalin bir tabusunu yıkıyor. Öyle ki uzun metraj yarışmasına belgesel ya da kurmaca yapımlar alınmıyor. Ancak ikilinin başarı grafiği filmi klâsik belgesel görünümden kurtarıyor. Uzun metraj, belgesel, kurmaca ilkelerinin tümünden yararlanan ama hepsini aşan bu film son 10 yılda Türkiye’de çekilmiş sayılı yapım arasındaki yerini alıyor. Ve de Yılmaz Güney’in paltosunun altından çıkmaya devam edenlerin bu ülkenin yakın geçmiş siyasi tarihini aydınlatmaya devam edecekleri mesajı veriyor.

(14 Haziran 2009)

İsmail Yıldız

Adana Altın Koza Film Festivali, Sinemacılardan Açık Mektup, 12.06.2009

Sinemamız son yıllarda hem yurt içinde hem de yurtdışında çok başarılı bir noktaya ulaştı. Dünya festivallerinin hemen hepsinde filmlerimiz yer buldu. Bu hem sinemamızın gelişmesi hem de ülkemizin tanıtımı için çok önemli bir atılım oldu. Filmlerimiz Cannes, Berlin, Venedik, Rotterdam, Tribeca, Toronto, Locarno, San Sebastian gibi film festivallerinde dünya seyircisiyle buluştu ve ödüllerle döndü. Bu yükseliş Türkiye’de de yankı buldu. Ülkedeki film festivalleri de yurtdışında alınan başarılar ve sinemamızın bilinilirliğinin artmasıyla ciddi bir ivme kazandı. Filmlerimize etmeye başladı. giden seyirci sayısı her geçen yıl arttı. Dahası ülkemizdeki sinema seyircisi yabancı filmler yerine bizim filmlerimizi tercih

Bizler, sinema sektörünün yaratıcıları olarak bu süreçten ve ilerlemeden çok memnunuz. Bugünlerde hep birlikte en önemli ulusal festivallerimizden birinde, Adana Altın Koza Film Festivali’nin kırkıncı yaşını kutluyoruz. Birçoğumuz 2004 yılında 5224 sayılı sinema filmlerinin desteklenmesini de içeren yasayla kurulan Sinema Destek Fonu’ndan yararlandı. Yerel yönetimlerin sinemayı önemsemesinden, film festivallerinin merkezlerden Anadolu kentlerine yayılmasından kıvanç duyuyoruz. Ülkenin çeşitli yerlerinde filmlerimizi izleyiciyle paylaşmaktan, tartışmaktan ve izlemekten memnuniyet duyuyoruz. Bu nedenle Türkiye sinemasının en önemli vitrinlerinden olan Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni, uzun yıllardır Ankara’da sinema açısından nefes alma alanı yaratan Ankara Uluslararası Film Festivali’ni, son yıllarda uluslararası bir kimliğe de bürünen Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni, uzun bir geleneğin temsilcisi olan, aslında 40. yılını kutlayan ama aralar nedeniyle bu yıl 16.’sı gerçekleşen Adana Altın Koza Film Festivali’ni, genç olmasına rağmen güçlü bir festival olmayı başaran Bursa İpekyolu Film Festivali’ni, son yıllarda Kars’ta gerçekleştirilen, uzun bir geçmişe sahip Gezici Film Festivali’ni ve ülkenin pek çok yerinde yapılan film günlerini, kısa film gösterimlerini, belgesel film festivallerini çok önemsiyoruz.

Bütün bu etkinliklerin hem Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hem de festivalleri düzenleyen yerel yönetimlerin ve yereldeki sivil destekçilerin katkıları olmadan gerçekleşemeyeceğinin farkındayız.

Bizler sinemamızın festivalleriyle ve destek fonlarıyla daha ileri bir yere gitmesini istiyoruz, destekliyoruz.

Son yerel seçimlerin ardından ortaya çıkan tabloda yerel yönetimlerin desteğiyle gerçekleştirilen film festivallerinden birinin, Gezici Film Festivali’nin Kars ayağının ve Altın Kaz Film Yarışması’nın yapılamayacağını üzülerek gördük. Adana Altın Koza Film Festivali’nin de Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bu yıl aldığı desteğin azaldığını öğrendik.

Bizleri üzen bir başka nokta da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Altın Koza Film Festivali’nde temsil edilmiyor olması. Altın Koza’da gösterilen filmlerin birçoğu Bakanlık tarafından desteklenmiş olmasına rağmen, Kültür ve Turizm Bakanlığı bugün burada değil. Oysa ki bizler meselâ Perşembe akşamı gerçekleşen Onur Ödülleri töreninde Türkiye’de bir sinema varsa bunu sağlayanlardan olan, filmleriyle hepimizin yolunu açan Ömer Lütfi Akad hocamıza, sinemamızın en kıymetli kadın oyuncularından Filiz Akın’a, önemli aktörlerinden Yusuf Sezgin’e ve sinemanın bir müziği olduğunu anlatan Cahit Berkay’a ödüllerini Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın vermesini isterdik. Ödül töreninde Sayın Günay’ı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nü ve TRT’yi de yanımızda görmek ve sinemamızın geldiği yeri hep birlikte kutlamak isterdik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın temsilcilerini sinemamızın bulunduğu her yerde destekleriyle yanımızda görmek istiyoruz.

ADANA ALTIN KOZA SİNEMACILARDAN AÇIK MEKTUP İMZACILAR 12.06.2009

ULUSAL YARIŞMA FİLMLERİ

Pelin Esmer, Tolga Esmer (11’e 10 Kala)
Cemal Şan (Dilber’in Sekiz Günü)
Ümit Ünal (Gölgesizler)
Murat Düzgünoğlu, Kanbolat Görkem Arslan (Hayatın Tuzu)
Orhan Eskiköy, Özgür Doğan, Yamaç Okur, Nadir Öperli (İki Dil Bir Bavul)
Aslı Özge, Sevil Demirci (Köprüdekiler)
Atalay Taşdiken (Mommo, Kızkardeşim)
Yeşim Ustaoğlu, Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu)
Tayfun Pirselimoğlu (Pus)
Başak Köklükaya (Süt)
Mahmut Fazıl Coşkun, Tarık Tufan (Uzak İhtimal)
Erden Kıral (Vicdan)

ALTIN KOZA ULUSAL YARIŞMA JÜRİ ÜYELERİ

Füruzan, Mazlum Çimen, Meltem Cumbul, Nuri Bilge Ceylan, Özcan Alper, Zeynep Tül Akbal Süalp

DİĞER İMZALAR

Atilla Akarsu, Derviş Zaim, Derya Durmaz, Hamiyet-İrfan Atasoy, Hüseyin Karabey, Kamil Renklidere, Mehmet Eryılmaz, Selen Uçer, Selim Evci, Serkan Acar, Serkan Turhan, Seyfi Teoman, Sırrı Süreyya Önder

(12 Haziran 2009)

Mektup için tıklayınız.

Karlar, Yollar ve İyilikler

Kuzey (Nord)
Yönetmen: Rune Denstad Langlo
Senaryo: Erlend Loe
Müzik: Ola Kvernberg
Görüntü: Philip Øgaard
Oyuncular: Anders Baasmo Christiansen (Jomar Henriksen), Marte Aunemo (Lotte), Celine Engebrigtsen, Kyrre Hellum, Mads Sjøgård Pettersen
Yapım: Norveç (2009)

Belgeselcilikten gelen Norveçli yönetmen Rune Denstad Langlo, ilk uzun filmi ‘Kuzey’de duygusal insanların yaşadığı Norveç’e iyi insan olmayı unutmamayı hatırlatıyor. Jomar da uzun yolculuğu boyunca bu iyiliklerle karşılaşıyor hep.

Norveçli yönetmen Rune Denstad Langlo, birçok belgesel çektikten sonra ilk uzun filmi “Nord-Kuzey”le yolunu da çizmiş oluyor. “Kuzey”, 2009 New York Tribeca Film Festivali’ne de katıldı ve orada “En İyi Hikâye Anlatan Film” ödülünü aldı. Langlo’nun 2005 yapımı siyah-beyaz ve renkli belgeseli “Alt for Norge”de, İsveç’ten ayrılan Norveç’i anlatmıştı. 2008 yapımı “99% Aerlig-Yüzde 99 Dürüst” belgeselinde de Norveç’teki göçmenleri anlattı. Langlo, 1972 yılında Norveç’in üçüncü büyük şehri Trondheim’in varoşlarında doğdu. Langlo, senarist Erlend Loe’yle beraber bir kara komedi filmi “Nater-Kızgın” üzerinde çalışıyor. Erlend Loe, 2007 yapımı “Tatt av Kvinnen-Kadın Gibi Geçti”nin de senaryosunu yazmıştı. Yönetmen, bu minimalist “Kuzey” filminin çekimlerinin hava koşulları yüzünden çok zorlu geçtiğini de belirtiyor. Filmi görünce neler olduğunu anlıyorsunuz. Her yeri karın kuşattığı doğanın sinemaskop görüntüleri her şeyiyle etkileyici yansıyor perdeye.

Eski hayat, yeni hayat

Film, bunalıma düşmüş Jomar’ın belgeseli gibi. Kayakçı Jomar, bir tünel kazasından sonra depresyona girmiş. Kız arkadaşından ayrılmış. Şimdiyse bir kayak merkezinde inzivaya çekilmiş. Uzaklardan, bir zamanlar en yakın arkadaşı geliyor ve hayatı bir daha altüst oluyor Jomar’ın. Bu uzaklardan gelen eski arkadaş sevgilisini de elinden almış Jomar’ın. Bir de küçük oğlu olduğunu da öğreniyor şimdi. Tünel kazasını bir belgesel kanalında seyrederken çıkan yangında kulübesi yanan Jomar, artık buralarda kalmak için de bir nedeninin kalmadığını anlıyor. Ne yapacağını düşünürken kendini yollarda buluyor Jomar. Kayak motosikletiyle karlı yollara düşen kederli Jomar, uzun yolculuğa çıkmadan tüneldeki travmasını yenmesi gerekiyor önce. Yollardaki Jomar bir süre sonra kar körlüğü yaşıyor. O sırada küçük Lotte çıkıveriyor yoluna. Lotte onu dağ başında büyükannesiyle tek başına yaşadığı eve götürüyor. Yalnızlık çeken küçük Lotte, bir sevginin sıcaklığını hissediyor Jomar’da. Sonra yine yollara düşüyor Jomar. Kayak motosikleti bozulan Jomar bu defa da bir gençle tanışıyor. Karları temizleyen gence eşcinsel olmadığını kanıtlayan Jomar, sonra bu yalnız gençle bir süreliğine arkadaş oluyor. Sonra bir daha kuzeye doğru yollara düşüyor. Bu defa çadırda kamp kurmuş seksenlik bir ihtiyar çıkıyor karşısına Jomar’ın. İhtiyar, Jomar’la balığını ve içkisini de paylaşıyor. Kanının ısındığı Jomar’a bir de para yüklü kartını veriyor sonra. Ardından da, uykusundayken eriyen buzların içine doğru kayıp bu dünyadan ayrılıyor ihtiyar. Jomar, sonra yine yollara düşüyor, kuzeye doğru. Yüzünü bile görmediği oğluna ulaşması gerekiyor artık. Yönetmen, bu sahnelerde güçlü metaforlar yaratmış. İhtiyar adamla Jomar’ın oğlu arasında. Bu dünyayı terk eden eski hayat, bu dünyada nefes almaya sürdürecek yeni hayat. Jomar’ın küçük oğlu geleceği, o eski hayat da iyiliği ve güveni temsil ediyor. Son söz olarak, yönetmen Langlo, Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri olan Norveç’e biraz ironik bakıyormuş hissini veriyor bu filminde. Norveç, endüstri sonrası toplumun sosyolojik yansıması gibi. Bireyciliğin uç noktalarda olduğu bir ülkenin içinden çıkan Langlo, bu topluma biraz gerilerde kalmış bazı insani hasletleri hatırlatıyor sanki. Çünkü, bu ülkeye, iyi ve duygulu insanların yaşadığı bir ülke diyor yönetmen. “Kuzey” filminde iyilikler de Jomar’ın önüne bir bir çıkıyor bu uzun yolculuğu boyunca. Jomar, oğluyla karşılaşınca film de bitiyor. Yönetmen finali açık uçlu bırakmış. Ya her şey düzelecek ya da her şey daha berbat olacak Jomar için. Bu filmin içinde mizahın da olduğunu hatırlatmalı. Bir de bu minimalist film perdede bir başyapıt gibi duruyor.

(11 Haziran 2009)

Ali Erden

Şadan Kâmil (1917 – 2009)

Sonunda bir kadın “meraktan” sordu: “Kimdir bu Şadan Kâmil?”. Alican (Sekmeç) ile ben kısa cümlelerle açıklamalar yaptık. Ben son filmi Duvaklı Göl’ü 1957’de çektiğini söyledim; 1958 olması lâzımdı aslında. Kadın: “Ben doğmadan önce” dedi. Evet, 1943’de çektiği ilk filmi Onüç Kahraman ile yaşayan (film yaşı) en eski yönetmenimizdi Kâmil. 1917’de doğduğuna göre aramızdan ayrıldığında 92 yaşında idi. 1958’e kadar 15 film yönetti, kendi filmlerinde ve başka yönetmenlerin filmlerinde görüntü yönetmenliği de yaptı.

İlk filmi bir Alman filminin uyarlaması idi, Kurt Bernhart’ın Die Lerze Kompagnie’sine Plevne Kahramanları diye başladı, isim sonradan Onüç Kahraman oldu. Seven Ne Yapmaz (1947) ile edebiyat uyarlamalarına Kerime Nadir ile başladı. 1954’de Haldun Taner’in senaryosundan çektiği Kaçak’ta koşut kurguyu ilginç bir şekilde kullandı; sonraki yıl ise Taner’den bir uyarlama yaptı: Tuş: Bir Aşk Hikâyesi. (1955) Televizyonlarda yılan hikâyesine dönerek yayınlanan Reşat Nuri’nin romanı Dudaktan Kalbe’nin ilk uyarlamasını 1951’de gerçekleştirdi. 1952’de sinemamızda ilk defa bir “ikilinin” oluşturulduğu Edi ile Büdü ve Edi ile Büdü Tiyatrocu filmlerini yaptı; ikiliyi Vasfi Rıza Zobu ile Münir Özkul oynuyordu. Son filmi Duvaklı Göl’de, (1958) hem yönetmen, hem görüntü yönetmeni olarak çalışan Kâmil bu filminde filmin senaryosu yazan Hamdi Değirmencioğlu’nun -bir yıl sonra bir çocuk yıldız olarak ünlenecek olan- kızı Zeynep Değirmencioğlu’nu da oynatıyordu. Ha-Ka Film’de başladığı çalışmalarına, 1946 yılında ayrılarak Acar Film’de devam etti.

Sinemaya başlamadan önce Almanya’da fotoğrafçılık ve ses mühendisliği eğitimi gördü. Özön’ün Faruk Kenç ile başlattığı “geçiş dönemi yönetmenleri” arasında yer aldı. Bu gruba giren 8 yönetmen, sinema çalışmalarından önce tiyatro ile ilgilenmemiş, işe fotoğrafçılık veya doğrudan sinemadan başlamışlardır. Kâmil’in vefatı ile sinemamızın zaman zaman ilginç olabilmiş bu grubu (Faruk Kenç, Baha Gelenbevi, Aydın Arakon, Çetin Karamanbey, Şakir Sırmalı, Turgut Demirağ, Orhon Murat Arıburnu, Şadan Kâmil) tamamen aramızdan ayrılmış olmaktadır.

(11 Haziran 2009)

Orhan Ünser

Zübeyde Hanım’ı Beyazperdeye Aktaracak Olan Serpil Öztürk Anlatıyor

Öncelikle Serpil Öztürk kimdir? Sizi tanıyabilir miyiz?

1979 Adana doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Adana’da tamamladım. Yakındoğu Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’nden 2003 yılında mezun oldum. Yine aynı üniversitede devam ettiğim yüksek lisansımda tez aşamasındayım. Evli ve bir çocuk annesiyim. İzmir’de yaşıyorum. Yazdığım ve değerlendirmek istediğim iki senaryom var. “Hasretin Zamansız Tutsaklığı” adlı bir şiir kitabım yayınlandı. Toplumsal içerikli halkla ilişkiler projeleri gerçekleştiriyorum.

“Atatürk” ve “Öztürk”; Mustafa Kemal Atatürk ile soyadınız da benzerlik gösteriyor. Bu özellikle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Benim için şekil değil, öz önemlidir. Özümüzü unutmamalıyız ve farklılık gözetmemeliyiz. “İyiliğe Niyet” isimli şiirimde diyorum ki:

“Türk’ün, Kürt’ün, alevinin, sünninin farklı mı düşer ateş yüreğine?
İnsanı insana kırdıran düşüncelerimiz ne kazandırır milletimize?”

İşin özü bu… Zaten Kurtuluş Savaşı’nda her kesimden insanı bir yüreklendirmeyi başaran Atatürk hayatta olsaydı, bugün bu konuda yaşanan önemli sorunlar böylesine uç noktalarda olmazdı. Emre Kongar bir kitabında der ki: “Atatürk yaşıyor olsaydı, kimimize rahatsızlık veren, andımızda geçen ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ dizesi, ‘Ne mutlu Türkiyeliyim diyene!’ olarak değiştirilirdi.” Buna katılıyorum. Duyulan bir rahatsızlık, sıkıntı var ise, şartlar değerlendirilerek çözüme gidilirdi.

Din, dil, ırk ayrımı gözetilmemeli diyorsunuz!

Elbette! Tasavvufi anlamda da öyle. Tebriz-i Şems der ki; “Hepimiz aynı Allah aşkıyla yanmıyor muyuz? Önemli olan bu. Önemli olan içimizde barındırdığımız niyet, yüreğimizdeki samimiyettir. Bir insanı diğerinden ayırmak şeklen değil, ancak kalben mümkün olur.” Bilmem anlatabiliyor muyum? Büyük bir emek, özveri ve fedakârlıkla çocuklarını büyüten, koca yürekli anaç kadınının; koskoca bir devleti kurtaran Türkiye Büyük Millet Meclisini kuracak kadar güçlü, kudretli, azimli bir paşanın yaşamında en önemli rolü oynayan Zübeyde Hanım’ın gölgede kalması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu fikirle Zübeyde Hanım’ın hayatını görsel alana taşıyarak tüm dünyaya tanıtmayı hedefliyoruz.

Tabii ki; Türkiye’de yaşayan her çocuk gibi ben de çok küçük yaşlarda Atatürk’ü tanıdım ve hayranlık duydum. Atatürk’ün yaşamına dair merakımın derinleşmesi ise; 2001 yılında Mithat Bereket’in okulumuza gelerek, Atatürk’ün hayatını anlatan belgeselini izlettikten sonra yaptığı konuşmadan etkilenmemle başladı. O gün Ata’nın kararlılığından, sabrından ve yılmadan sarf ettiği yoğun çabadan daha bir etkilendim. Ve sonrasında Mithat Bereket’in bize dönüp, “Hepiniz birer Mustafa Kemal olabilirsiniz. Mustafa daha lise çağlarında başarılı bir asker, güçlü bir kumandan olmanın hayalini kurmuştu ve bu hayalini gerçekleştirdi. Sizler de şimdiden geleceğinizle ilgili kurduğunuz hayallerinizde kararlı olun. Hayallerinizi gerçekleştirmek için çaba sarf edin” dedi. Bu sözler beni yüreklendirdi. Yapı olarak zaten özgüven yüklüyümdür, fakat; bu sözler daha da bir kendime ve gerçekleştirebileceklerime inanmamı sağladı. Hayallerimle donatarak göğe saldığım uçurtmamın kuyruğunu sıkı sırı sarılmaya başladım.

Böyle bir yüreklendirmenin de etkisiyle hayallerinizi gerçekleştirebildiniz mi?

2003 yılında lisans eğitimimi tamamladım. Hemen ardından evlendim ve dünya tatlısı bir oğlum oldu. Şu anda oğlum 4 yaşında, ben ise yüksek lisansımın tez aşamasındayım. Eylül’de doktoraya başlamayı plânlıyorum. Büyük bir ölçüde hayallerimi gerçekleştirdim diyebilirim. İyi bir evliliğim var. Hedeflediğim akademik kariyer alanında ilerliyorum. Toplumsal içerikli halkla ilişkiler projeleri gerçekleştiriyorum.

Gerçekleştireceğim Zübeyde Hanım projesiyle iletişim alanında ödüller almayı arzu ediyorum.

Beni yüreklendiren bir diğer olay ise; Atilla Dorsay’ın “Yılmaz Güney’in Hayatı”nı anlatan kitabını okurken, kitabın sonlarında Türkiye’deki aydınların Yılmaz Güney ile ilgili görüşlerini aktarırken; tez hocam Ünsal Oskay’ın yazısına rastlamam oldu. Ünsal hocam yazısında lümpenciliğin affedilemeyecek bir şey olduğunu, daima daha iyiyi yapabilmek için çaba sarf edilmesinin gerekli olduğunu savunuyordu. Şimdiye kadar gerçekleştirdiğim tüm projelerde ben de en iyi sonuç için çabaladım. Zübeyde Hanım’ın hayatını da iyi bir ekiple; en iyi şekilde görsel alana aktaracağımızı düşünüyorum.

Senaryo?

Derin bir araştırmadan sonra; senaryoyu tamamladım. 22 Haziran’da İzmir Ticaret Odası Sergi Salonu’nda çeşitli yerlerden derlediğim Atatürk’ün hiçbir yerde görülmeyen resimlerini bir araya getirerek Atatürk resimleri sergisini açıyorum. Yine araştırmam sırasında bir tesadüfle karşılaştım. Zübeyde Hanım hakkında yazılmış iki kitaplardan birisi olan “Gölgesinde Mustafa Kemal’i Büyüten Kadın” adlı kitabın yazarı Fatih Bayhan’la aynı üniversiteden, aynı fakülteden, aynı dönemde mezun olmuşuz. Bu alanda hem yazılı, hem görsel bilgi olarak bilincimi yeterince zenginleştirmeye çalıştım.

Yönetmen?

Yılmaz Güney gibi idealist bir yönetmenle çalışabilmeyi çok arzu ederdim. Fakat şu anda Yılmaz Güney düşüncelerini yaşatan, onun gibi idealist olan çok başarılı yönetmenlerimiz mevcut. Değerlendiriyoruz, şimdiye kadar başarılı işlere imza atmış çeşitli yönetmenlerle görüşme aşamasındayız.

Finans?

Her ne kadar kendi birikimimizle belirli bir aşamaya gelebilecek durumda olsak da, desteğe ihtiyacımız var. Arkadaşlarımız sponsorluk araştırması içerisindeler. İnanıyorum ki, maneviyat yüklü bir annenin yaşamını anlatacağımız böylesine önemli bir konu için yeterli duyarlılık gösterilecektir.

Oyuncu?

Düşündüğümüz isimler var, fakat henüz tam karar verilmedi. Oyuncuların özenle seçilmesi önemli. Anaç yapının, evlâtlarını sarıp sarmalarkenki yumuşacık yüreğin, geleceklerini düşünürkenki diktatör yapının, çileli bir yaşamın çok iyi kavranması ve yaşanarak yansıtılması gereklidir.

Zübeyde Hanım karakterinde; 20’li yaş dönemi ve 60 yaş dönemi üzerinde yoğunluk olacaktır.

(08 Haziran 2009)

Gizem Ertürk