Kategori arşivi: Yazılar

Halit Refiğ’in Yeri Hiçbir Zaman Doldurulamayacak 3

Kanal D ekranlarında 17 Aralık 2009’da 54. Bölümü yayınlanan pembe dizi “Aşk-ı Memnu”yla ilgili Engin Ardıç, Sabah Gazetesi’nde yayınlanan “Behlül ile Bihter Manyakları” başlıklı yazısında 1975’te TRT ekranlarında yayınlanan Halit Refiğ’in yönettiği, yaklaşık dört saat, 6 bölüm süren, 3 saat 40 dakika uzunluğunda bir sinema versiyonu olan, Müjde Ar’ı üne kavuşturan “Aşk-ı Memnu”yu yakın zamanda tekrar seyrettiğini ve “Berbat” bulduğunu açıkladı ve şöyle yazdı: “Tempo yok, oyun yok, sevimsiz bir dublaj sesi, tipik Yeşilçam… Bu zavallı müsamereyi nasıl beğenmiş de izlemişiz otuz beş yıl önce? Ama bugünkü dizi ondan da beter.”

Ardıç’ın Halit Refiğ’in dizisine çok haksızlık ettiğine inanıyorum. Ben popüler pembe dizilerden pek çok insanın geçimini sağladığını ve pek çok izleyicinin bunlarla oyalandığını bildiğimden bunlara da saygı duyuyorum. Öte yandan Halit Refiğ’in Halid Ziya Uşaklıgil’in romanına sadık kalarak, bu romanın izini sürerek gerçekleştirdiği “Aşk-ı Memnu” kesinlikle ve kesinlikle bir pembe dizi değildi. Refiğ bu filmiyle Türk sinema ve televizyon tarihinin en iyi edebiyat uyarlamalarından birini gerçekleştirmişti.

Bu yazımızda İstanbul’un nüfusunun sadece üçbuçuk milyon olduğu bir dönemde gerçekleştirilen ilk “Aşk-ı Memnu”nun kamera arkası notlarını bulacaksınız. “Aşk-ı Memnu” için ilk sinema filmi senaryosunu film eleştirmeni ve sinema tarihçisi Nijat Özön yazdı. Özön’ün yazdığı senaryo hiçbir zaman uyarlanmadı. Yönetmen ve yapımcı Memduh Ün’de “Aşk-ı Memnu”yu modernize ederek sinemaya uyarlamayı tasarladı. 1974’te TRT Genel Müdürü İsmail Cem kitap okuma alışkanlığı olmayan Türk halkına Türk edebiyat klâsiklerini tanıtabilmek için BBC’nin yaptığı tarzda diziler üretilmesi için Türk sinemasının en iyi yönetmenlerine iş davetiyesi çıkarttı. İşte ilk “Aşk-ı Memnu” dizisi böyle doğdu. Halid Ziya Uşaklıgil’in 1895 – 1898 döneminde geçen “Aşk-ı Memnu” romanıysa ilk kez 1899 – 1900 yılları arasında tefrika edilerek okurlara sunulmuştu.

İlk “Aşk-ı Memnu”nun kamera arkası notlarına geçmeden önce dizinin yapılmasına yol açan, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e yakından bakmamız gerekiyor.

Ecevit Afları ve Gafları

Hiç kimsenin başkalarına karşı işlenmiş suçların kesinleşmiş cezalarını affetmeye, hafifletmeye, ceza sürelerini kısaltmaya ve mahkûmiyet kararlarını kaldırmaya hakkı yoktur. Hangi amaçla olursa olsun. Aşırı duyarlılık sahibi olsalar bile bu davranışta bulunanları bağışlayamayız. Zaten davranışlarının arkasında bizce oy avcılığından başka bir şey yoktur. Kurbanlar ve yakınları bile bu suçluları bağışlama hakkına sahip değildir. Cumhurbaşkanı ve başbakanın bile bu suçluları affetmeye hakkı yoktur. Eski başbakanlardan Bülent Ecevit ve peşine takılan insanlar ne yazık ki bu hatayı döne döne yapmışlardır. Ecevit hükümetleri vatandaşlara karşı işlenen suçları affetmeye hiçbir hakları olmadığı halde af yasaları çıkararak cezaevlerini sürekli olarak boşaltmışlardır. Bu af yasalarını destekleyen herkes, suç işleyenin yanına kalmasından da, yeni yeni suçlar işlenmesinden de, Türkiye’nin kan gölü ve suçluların cenneti olmasından da sorumludur.

Suç işleyenlere hak ettikleri, caydırıcı cezaların verilememesi ne yazık ki bir Türkiye klâsiği ve geleneğidir. Örnek vermek gerekirse 1952’de düşüncelerini ve yazılarını beğenmediği gazeteci Ahmet Emin Yalman’a karşı “susturma” ve öldürme amaçlı suikast düzenleyen Hüseyin Üzmez sadece 20 yıl hapis cezası alıp sadece 10 yıl hapis yatarak cezaevinden kurtulmasaydı buna benzer olaylar belki de bu kadar sık tekrarlanmazdı. Bakınız: 12 Eylül 1980 öncesindeki suikast ve cinayet silsilesi…

Dönelim Bülent Ecevit’e… Peki Bülent Ecevit’in hiç mi iyi icraatı yoktu? İsmail Cem’i TRT Genel Müdürlüğü’ne ataması ve Cem’in Türk Sineması’nın kurucu babaları Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ’e TRT’de yayınlanmak üzere Türk edebiyatının ölümsüz klâsiklerinden uyarlanacak film ve dizi siparişleri vermesi bu iyi icraatların belki de en iyisidir. Yetenekli bir yazar olmasa da bir yazar olan Bülent Ecevit kitap okumama konusunda dünya birincisi olan Türk halkına Türk edebiyat şaheserlerini televizyon yoluyla ulaştırmayı ve tanıtmayı denemiştir. Hem de Türkiye’nin filmcilik dahileri aracılığıyla. Ben, Bülent Ecevit’ten iyi bir Başbakandan çok iyi bir Kültür Bakanı olurdu diye düşünüyorum.

1970’lerin ortasında TRT’de beş bin kişi çalışıyordu. Bugün sekiz bin kişi çalışıyor. Bugün iki yüz kişiyle yapılabilecek işlerin sekiz bin kişiyle yapılabildiği yani bir yumurtayı 20 kişinin taşıdığı TRT’deki “Antonio Salieri”ler, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk Sinema Filmleri’nin en iyilerini yapanlara, Bülent Ecevit hükümetleri dönemlerinde Başbakanın isteğiyle işler verilmesini hiçbir zaman affetmediler. Affetmemekle kalmadılar bu yolu sonuna kadar kapatmanın çeşitli ve amansız yollarını buldular. Türk Sinema Filmleri’nin hazinelerini yaratmak gibi bir suç, ayıp ve günah işleyen Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ’in bu hataları ve yanlışları yanlarına bırakılmamalıydı. TRT memurları bu üç dahiye hayatı zindan etmek için ellerinden geleni yaptılar. Böylece, Erksan, Akad ve Refiğ’in TRT’de gösterilecek yeni yeni filmler – diziler yapması TRT bürokrasisi tarafından ve Ecevit’ten başka hiçbir başbakanın TRT’yi buna zorlamaması sonucunda önlenmiş oldu. Bu üç yönetmen hayatlarının en verimli dönemlerini işsiz olarak geçirmeye mahkûm edildi.

TRT bürokrasisi en çok da yönetmen ve senaryo yazarı Halit Refiğ’e zarar verdi.

Bülent Ecevit ve ekibi, Halit Refiğ’in Halit Ziya Uşaklıgil’den “Aşk-Memnu”yu, Kemal Tahir’den “Yorgun Savaşçı”yı ve “Devlet Ana”yı uyarlaması için neredeyse devlet mekanizmaları üzerindeki bütün kudretini, etkisini ve nüfuzunu kullandı. Örnek vermek gerekirse Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni 1978 ve 1979 yıllarında “Yorgun Savaşçı” filminin çekimlerine tam destek vermeye bizzat Bülent Ecevit ikna etti.

Ne yazık ki, “Aşk-ı Memnu” TRT sansürünce makaslandı ve kesilerek yayınlandı, “Yorgun Savaşçı” uzun yıllar rafa kaldırıldı, “Devlet Ana” Ecevit desteğine ve ısrarına rağmen çekilemedi bile. Türkiye’de seçim sandığında en çok oyu alanın her zaman ve her yerde iktidar olamamasının belki de en çarpıcı örneklerinden biriydi bu durum.

Halit Refiğ’in çilesi devlet tarafından kendisine 1989’da ısmarlanan “Gazi ile Latife” adlı senaryosunun da filmleştirilmemesiyle devam etti / sürdü. Kültür Bakanlığımız senaryoyu Refiğ’e sipariş etti ve 1993 ile 1998’de iki kez bu senaryoyu kitap olarak bastı. Üstelik Bakanlık sipariş ettiği diğer Atatürk filmleri senaryolarını kitap olarak basmadı bile. Bu olayın en çarpıcı yanı Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” senaryosunun filmleştirilmesine karar vermesi ve bu kararını uygulamaması…

Halit Refiğ, 1998’de yayınlanan Nezihe Araz’ın “Mustafa Kemal’le Bin Gün” ve 2006’da yayınlanan İpek Çalışlar’ın “Latife Hanım” adlı kitaplarındaki bilgilerin kendi senaryosunu aynen doğruladığını söylüyor.

Refiğ “Gazi ile Latife” senaryosunu yazarken kimlerden yararlandığını şöyle anlatıyor: “1974 yılında değerli dostum İsmet Bozdağ’ın yayınladığı ‘Atatürk ve Eşi Lâtife Hanım’ adlı kitabı okuduğumda bu konudan çok güzel bir film çıkabileceğini düşündüm. İstiklâl Savaşı’nın muzaffer başkomutanı, cumhuriyetin kurucusu büyük Atatürk’ün kısa evlilik hikâyesi olağanüstü insanî ve dramatik boyutlara sahipti. Atatürk’ün Lâtife Hanım ile tanıştığı 1922 Eylülünden, ayrıldıkları 1925 Ağustosuna kadar geçen zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları idi. Bu özel ilişki, o dönemin siyasi ve sosyal ortamını dramatik bir yapıda anlatabilmek için olağanüstü bir bakış açısı sağlamakta idi. İsmet Bozdağ’ın kitabını okuduktan sonra bu konuda yazılmış olan bütün kitap ve makaleleri araştırmaya, değerlendirmeye çalıştım ve oldukça geniş bir arşiv meydana getirdim.

1989 yılında Kültür Bakanlığı, Atatürk’ü anlatan filmler yapılabilmesi için aralarında benim de bulunduğum bazı yazarlara senaryolar sipariş etti. Ben hiç tereddüt etmeden ‘Gazi ile Lâtife’ tasarımı gerçekleştirmeye karar verdim.

Senaryo yazımına hazırlandığım sırada değerli araştırmacı ve yazar İsmet Bozdağ, bana gene büyük bir yardımda bulundu. Kendi kitabını yazmakta yararlandığı temel kaynaklardan biri olan Atatürk’ün başyaveri Salih Bozok’un bir dosya içinde toplanmış olan anılarını okumam için bana verdi. Salih Bozok Atatürk’ün Lâtife Hanım ile tanışmalarından, evlenip ayrılmalarına kadar olan dönemin en yakın şahidi idi. Bozok’un anılarından çok yararlandım. Ayrıca Halide Edip Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Halit Ziya Uşaklıgil ve Lord Kinross’un kitaplarında bulduğum konumla ilgili bölümler de senaryonun oluşmasında büyük yararı oldu.

Atatürk ile Lâtife Hanım ilişkileri üzerine gazete ve dergilerde yayınlanmış çok sayıda röportaj karşısında genellikle ihtiyatlı davrandım. Bilimsel belgelemeden çok, kişisel hatıralara dayanan bu konuşmalarda zaman zaman birbirini tekzip eden çelişkiler, hafıza yanılmaları, bazen de düpedüz hayal mahsulü olduğu hemen hissedilebilen görüşlerden uzak kalmaya çalıştım.

Cumhuriyet’in kuruluşu ile ilgili çok bilinen temel tarihi olayların yanı sıra, benim dramatik insanî bir boyut olarak bu konuya katmak istediğim bir tema da Atatürk’ün Millî Mücadele ve İstiklâl Savaşı’nı birlikte gerçekleştirdiği yakın arkadaşlarıyla, zaferden sonra Lozan Müzakereleri, Cumhuriyet’in ilânı, Hilâfet’in tasfiyesi ve Şeyh Sait İsyanı sırasında yollarının nasıl ayrıldığı idi. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi Millî Mücadele’nin öncüleriyle hangi şartlarda uyumsuzluk meydana gelmiş, bunlara karşılık hangi sebeplerle İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celâl Bayar yeni devletin yönetiminde Atatürk’ün en yakın yardımcıları olabilmişlerdi? Hiç kuşkusuz bu konuda yararlandığım ilk kaynak, Atatürk’ün ‘Nutuk’u oldu. Tabii Karabekir’in, Cebesoy’un Orbay’ın anıları da bu sorulara değişik açılardan dikkate değer karşılıklar getirmekteydi.

Bu bakımdan, ‘Gazi ile Lâtife’ senaryosu esas itibariyle çeşitli anılardan meydana gelmiş bir ‘sinematografik tarih’ sayılabilir.”

Halit Refiğ Anlatıyor:

* “‘Aşk-ı Memnu’nun benim açımdan en cazip tarafı, bizim toplumumuzdaki alaturka – alafranga ayrımını çok ustaca yapmış olmasıdır. Firdevs Hanım ve kızı Bihter’in yalısı Anadolu yakasındadır. Alaturka kültürün temsilcisi olan Bihter ud çalmaktadır, alafranga kültürün temsilcisi olan Nihal piyano, Batı müziği dersleri almaktadır.”

* “‘Yorgun Savaşçı’ filminde dramı meydana getiren en ilginç sahnelerden biri Ayasofya sahnesidir. İşgâl altındaki İstanbul’da bir Cuma namazı sahnesidir bu. Yüzbaşı Cemil bir çatışmadan dolayı aranmaktadır, sığınacak bir yer arar. Bu arayış içinde subay arkadaşlarından birine ulaşmaya çalışır. O arkadaşı Ayasofya Camii’nin korunmasında görevlidir. Aralarında durumu konuşurlarken Cuma namazı zamanı gelir. Arkadaşı, ‘Ben cumayı kılayım, geleyim,’ der ve namaza gider. Yüzbaşı Cemil bir sürü İngiliz ve Fransız askerin arasına karışıp camiye girer. Caminin üst katındaki Ayasofya’nın kilise olarak kullanıldığı zamandan kalma mozaikleri görür ve inceler. İngiliz ve Fransız askerleri de o mozaiklere bakmaktadır. Aşağıdaysa Cuma namazı kılınmaktadır. Türklerle işgâl ordularına mensup Hindistan’lı ve Senegal’li Müslüman askerler beraber namaz kılmaktadır. Yüzbaşı Cemil ise İngiliz ve Fransız askerleriyle birlikte yapının kilise geçmişinden kalan mozaikleri incelemeyi tercih eder. O sahne ‘Yorgun Savaşçı’nın kişisel dramını vermek bakımından anahtar sahnelerden biriydi. Vatanını işgâl ordularından kurtarmak için canını ortaya koyan Yüzbaşı Cemil dini vecibelerini yerine getirmek konusunda istekli değildir. Bu Kemal Tahir’in romanındaki bir sahneydi, ben de diziye aldım.”

* “Bülent Ecevit bir konuşmasında halkın kolektif bilincinin, siyaset adamlarının bireysel bilinçlerinin çok önüne geçtiğini söylemişti.”

* “Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ adlı romanının sinema filmi haklarını 20th Century Fox yapım ve dağıtım stüdyosu satın almıştı. Romanın haklarının alınması için stüdyoyu James Dean ile Natalie Wood’un başrollerini paylaştığı ‘Rebel Without A Cause – Asi Gençlik’le (1955) Oscar ödülüne aday gösterilen yönetmen ve senaryo yazarı Nicholas Ray ikna etmişti. Ancak yönetmen Joseph Losey ‘İnce Memed’ uyarlamasını önce Nicholas Ray’in elinden aldı, sonra da bu romanı uyarlamaktan vazgeçerek rafa kaldırdı.”

* “Çok iyiliğini ve dostluğunu gördüğüm meslekdaşım Atıf Yılmaz sürekli kendini yenileyerek her dönemde geçerli olmayı, el üstünde tutulmayı başarmıştı. Her döneme ayak uydurmasını becerdi. Aranılan yönetmen olmayı yarım yüzyıl boyunca başaran nadir sanatçılardan biriydi.”

* “Suriye asıllı Mustafa Akkad, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin desteğiyle 10 milyon dolara çektiği ‘Çağrı: İslamiyetin Doğuşu – The Message’ (1976) adlı filmi gerçekleştirdi. En iyi fon müziği dalında Oscar ödülüne aday gösterilen bu film 1979 sonlarında Türkiye’de gösterildiğinde Akkad’a ‘İstanbul’un Fethi’ni filmleştirmesi önerilmişti.”

* “En önemli filmim çekimleri sırasında zona döktüğüm ve sinir krizi geçirdiğim ‘Yorgun Savaşçı’dır. Benim duygu ve düşünce dünyamı en iyi yansıtan filmlerim olarak ‘Hanım’ı, ‘Köpekler Adası’nı, ‘İki Yabancı’yı da sayabilirim. Meslek hayatımda benim açımdan en değer verdiğim filmlerimden biri de, yine çekimleri sırasında zona döktüğüm ‘Karılar Koğuşu’dur.”

Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” Üzerine Bir Söyleşi:

Bülent Ecevit, Halit Refiğ ve Abdi İpekçi daima birbirlerine yakınlık duyan, birbirlerine destek olan insanlar olmuştu. Halit Refiğ Bülent Ecevit’in Başbakanlığı sırasında “Aşk-ı Memnu” ve “Yorgun Savaşçı”TRT için filmleştirmekle görevlendirildi. Aşağıda Abdi İpekçi’nin Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” üzerine yaptığı ve Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşiyi bulabileceksiniz.

Refiğ: TRT, “Aşk-ı Memnu”nun, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. “Aşk-ı Memnu” bir sinema filmi tavır ve düşüncesiyle çekilmedi… Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda… Tasarruf edilen para filmin kıyafetlerine, dekoruna harcandı.

Refiğ: Filme başlamadan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski hâli, Göksu gibi, Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve inceledik. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de, Cemil Mahiç Bey yalısının, Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı-yukarı eşi olmasıydı. Abut Efendilerin Kandilli’deki yalısında da çalıştık. Kostümlerin çeşitli kaynaklardan yararlanılarak hazırlanması aşağı-yukarı üç-dört ay sürdü. Eleştirilen damalı çarşaf meselesi, tarihî hakikâtlere ve bir moda kıyafeti olarak hikâyeye de uygundur.

Refiğ: Filmin gösterilmesi İsmail Cem’in görevden ayrıldığı dönem rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’nun birçok sahnesi kesildi. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekiyordu, vermediler. Benim üzüntüm, sansür ve fikir üzerindeki bakışından dolayı küçümsediğimiz 2. Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır. TRT’nin yeni Genel Müdürü, Türk eserlerinden televizyon filmi yapılma projesinin sürdürülmesi niyetinde olduklarını söyledi; yeni mevsim için ne yapmak istediğimizi sordular. Kemal Tahir’in “Devlet Ana” eserini yapmak istediğimizi söyledim… Kararlarını bekliyorum.

İpekçi: Halit Bey, televizyonda yayınlanan, “Aşk-ı Memnu” filminiz büyük ilgi ve takdir topladı sanıyorum. Bu filmin başarısını hangi nedenlere bağlayabilirsiniz?

Refiğ: Birkaç maddede toplayabiliriz başarı sebeplerini. Film bir aile hikâyesidir. Televizyon seyircisinin çoğunluğunu aileler oluşturmaktadır. Bu bakımdan, TRT benden klâsik bir Türk romanı filme çekmemi isteyince, hem klâsik değeri olan bir romanı seçmek, hem de TV seyircisinin sadece kültür açısından değil, fakat temaşa açısından da ilgisini çekecek bir roman olmasını düşündüm. Sanıyorum ki, bunların temelde büyük ölçüde faydası oldu. Bizim seyircimiz Türk filmleri hakkında çoğu zaman ikinci elden edinilmiş, bazı zaman da kendi tecrübeleriyle tesadüf ettikleri kötü filmlerle genel olarak kötü bir kanaate sahiptir. Bu film, özenle çekilmiş bir filmdir. TRT bu filmin düzgün, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. Öyle sanıyorum ki, hikâyenin bünyesinden gelen aileyi ilgilendirme özellikleri yanında, filme sarf edilen bu emek de seyirci tarafından değerlendirildi. Bu da seyirciyi etkileyen bir unsur oldu tahmin ediyorum.

İpekçi: Aslında normal olarak sinemalarda gösterilen filmlerde sarf edilenin çok üstünde bir para mı harcandı bu işe?

Refiğ: Aşk-ı Memnu, bir sinema filmi, tavır ve düşünceyle çekilmedi. Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda. Başlangıçta TRT ile ismi olan meşhur pahalı oyuncular yerine, pahalı olmayan ama rolü ifade edebilecek, hikâyeyi değerlendirebilecek oyuncular kullanma ve ordan tasarruf edilecek parayı, filmin görüntü değerine katma konusunu konuşmuştuk. Görüntülere, dekorlara, kılıklara, kıyafetlere ve çekim zamanına önem verecektik. Nitekim filmin maliyeti, piyasa şartları içinde çekilse de, aynı maliyete çıkardı. Fakat ödeme nisbetlerinde bir değişiklik olacaktı. Bazı kalemlerde çok daha fazla, bazı kalemlerde daha az ödemeler yapılmış olacaktı. Bizim özellikle tasarrufumuz, oyuncu ücretlerinde oldu. Bu tasarrufu kılık kıyafetler, dekor ve daha itinalı bir zamanda çekilebilmesi şartlarına ayırdık. Harcamalar konusunda sinema için yapılan filmle, televizyon için yaptığımız bu film arasında bence başlıca ayırım noktaları bunlar.

İpekçi: Bu açıklamalarda bulunurken üzerinde özellikle durmak istediğim bir noktaya da değinmiş ve açıklamış oldunuz. Biraz daha o konuda konuşmak istiyorum; oyuncular konusunda. Gerçekten de oyuncuların hepsi değilse de büyük çoğunluğu tanınmamış, daha önce film yıldızı olmamış kimselerdi. Benim sormak istediğim hususlardan biri de şu: Hiç tanınmamış ve bu alanda tecrübe sahibi bulunmadıkları sanılan, bilinen bu kişiler, bana oldukça başarılı gibi gözüktüler. Siz de bu görüşe katılır mısınız?

Refiğ: Başarılı gözükmeleri için elimizden gelen gayreti gösterdik. Filmde oyuncuların bir kısmı gerçekten mesleklerinde son derecede değerli kimselerdi. Meselâ Şükran Güngör gibi, Çolpan İlhan gibi, Neriman Köksal gibi, Suna Keskin gibi birtakım tiyatro ve sinemamızın gayet tecrübeli elemanları vardı. Fakat bu oyuncular, sinema piyasasının tâbiri ile afiş isimleri değillerdi. Hâlbuki televizyonda önemli olan oyunun bizzat kendisi idi. Bunun dışında iki eleman ilk defa sinemada oynadı. İkinci başrolü oynayan genç hanımlar…

İpekçi: Ben de özelliklerini kastederek bu soruyu sordum.

Refiğ: Ben “Aşk-ı Memnu” da rol bölümünü yaparken özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in romanında kahramanlarının fiziğini nasıl tasvir etmişse ona uyacak kimseler bulmaya çalıştım. Rol bölümünde aman tiyatrodan olsun, aman sinemadan olsun veya dışardan olsun diye bir kayda girmeden, Halit Ziya, kitabında nasıl insanlar tarif etmişse o tiplere en uygun kimler olabilir hesabından yola çıktık. Halit Ziya’nın tasvir ettiği Bihter ve Nihal tiplerine uygun tecrübeli eleman yoktu. Bu bakımdan bu iki rolü tanınmamış, sinemada tecrübesi olmayan insanlar arasından seçmek gereği hasıl oldu. Nihal rolü için birkaç namzet vardı. Bir test yaptık stüdyoda. Itır Esen yedi kişinin arasında en uygunu oldu. Müjde Ar’a gelince, bir takım adayları iyice düşünüp taşındıktan sonra Müjde Ar, filmin en son kararlaştırılan oyuncusu oldu. Yani kostümleri en son dikilmeye başlanan oyuncu oldu. Başlangıçta tecrübesiz oluşu beni ürkütüyordu, fakat gayet hırslı ve azimli olduğunu fark ettim ve bazı eksikliklerini azmi ve hırsı ile kapatabilirdi. Bu konuda görüntü yönetmeni İlhan Arakon bize epey yardımcı oldu. İlk günler, tecrübeli oyunculara göre tecrübesizler kameranın karşısına ilk defa çıkmanın, ışıkların karşısında ilk defa durmanın acemiliklerini gösteriyorlardı. Fakat bizim acelemiz yoktu. Belli bir haftaya filmi yetiştirmek gibi bir durumumuz yoktu. Uğraştık mektepte uğraşır gibi uğraştık. Bu arada tecrübeli oyuncuların da daha tecrübesizler üzerinde dostça ilgileri oldu. Ve sanıyorum ki, tecrübeli oyuncularla tecrübesiz oyuncular arasında belli fark ortaya çıkmadan Halit Ziya Uşaklıgil’in tarif ettiği tiplere, insanlara uygun görüntüler meydana getirebildik.

İpekçi: Her ikisinin de ilk tecrübesi miydi bu?

Refiğ: Evet

İpekçi: Nasıl bulabildiniz? Bir testten, denemeden söz ettiniz…

Refiğ: Şöyle oldu: Nihal rolü için muhtelif namzetler oldu…

İpekçi: O namzetleri nasıl sağladınız?

Refiğ: Bir kısım namzedi İstanbul Konservatuarından sağladık. Nihal, biliyorsunuz piyano çalıyordu, bence bu rolü oynayacak kızın piyano bilmesi de gerekliydi. Fakat Konservatuvar namzetleri arasında Nihal rolünü oynayabilecek ve piyano çalmasını bilen bir iki hanım vardı. Itır Esen, dublaj yönetmeni Hayri Esen’in kızıdır. Onu filmin TRT adına yöneticisi olan Tekin Özertem getirdi. Fizikman gayet uygundu. Benim dışarıda tanıdığım bir iki namzet vardı. Meselâ Ankara İktisat Fakültesi’nde okuyan gayet aklı başında bir hanım vardı. Hepsini ayrı ayrı denedik ve Itır Esen’in en iyi olduğu sonucunda birleştik. Zaten bu rolü oynayacaklara bir deneme yapmak istediğimizi, dört saat sürecek bir filmin bütün yükünü, hiç olmazsa görüntü olarak devamlı seyirci karşısında bulunma riskini bazı deneylerden geçirmeden kimseye veremeyeceğimizi bildirmiştik. Film deneyleri sonunda Nihal rolüne en yatkın insan olarak Itır Esen ortaya çıktı.

İpekçi: Piyanoyu kim çaldı?

Refiğ: Eşim Gülper Savaşçın Refiğ çaldı. Eşim Hamburg Müzik Akademisi mezunudur. Bana filmin müziğinin yapımında da danışman olarak ve müziklerin hazırlanmasında bilfiil çalışarak epey faydası oldu. Kendisi Itır Esen’i belli parçaları hiç olmazsa sese uygun parmak hareketlerini uyduracak şekilde çalıştırdı. Filmdeki piyano müzikleri onun tarafından stüdyoda seslendirildi.

İpekçi: Müzik de gerçekten çok başarılı idi. Orijinal miydi besteler?

Refiğ: Filmi yaparken, bu filmin belli bir çağda geçtiğini düşünerek, bu çağın sanatçılarının yarattıkları eserlerden, onların heyecanlarından, onların duyuşlarından yararlanmayı düşündüm. Meselâ özellikle kılık kıyafetlerde, saç-sakal şekillerinde, Halit Ziya Beyin çağdaşı olan Osman Hamdi Beyin resimlerinden büyük ölçüde yararlandım. Müzik konusunda ilk düşüncem, o devrin tanınmış bir bestecisi olan Şevki Beyin eserlerinden yararlanmaktı. Şevki Bey bir aşk şarkısı bestecisi olarak ve müziğinin genel atmosferi, genel karakteri de “Aşk-ı Memnu’nun havasına çok uyan bir besteci olarak benim dikkatimi çekti. Yalnız şöyle bir müzik problemi ortaya çıkıyordu; geleneksel Türk müziği dramatik bir ifadeye bünyesinde yer vermemiş. Aslına bakarsanız Wagner gelene kadar, Batı müziğinde de böyle bir şey yok. Türk müziği, temsil sanatı olmadığı için, bu konuda dramatik bir özellik kazanmamış. O bakımdan biz fon müziği olarak belli heyecanları ifade etmek bakımından, belli dramatik anları vermek bakımından güçlüklerle karşılaştık. Buna karşı yüzde yüz bir Batı müziği tarzında müzik bestelenmesi de özellikle filmin geçtiği tarihsel dönem açısından bana uygun gelmedi. O zaman şöyle bir formül düşündük: Şevki Bey’in melodilerini alıp bu melodileri ham malzeme olarak kullanıp zaman zaman gerekli yerlerde bunları aslına uygun olarak dramatize etmek. Gerekli yerlerde bu melodileri dramatik müzik olarak kullanabilmek… Benim fon müziği konusunda ilk tasavvurum buydu. Fakat filmin fon müziğini bestelemek üzere çalıştığımız besteci Yalçın Tura böyle bir çalışmanın geleneksel Türk müziği çevrelerinde tepki ile karşılanacağını belirtti ve “Şevki Beyin havasına uygun, Şevki beyin stilinde ben beste yapayım” teklifinde bulundu. “Böylece hiç olmazsa hem devrin karakterini ve duyuşunu yakalamak imkânını sağlarız, hem de Türk müziği çevrelerinin muhtemel tepkilerine de hedef olmayız.” Yalçın Tura’nın bu teklifi bana uygun geldi. Özellikle melodi ve müzik karakterinin hikâyeye uygunluğu açısından ben bu müziği çok sevdim. Tahmin ediyorum seyircide de bilinçaltı müsbet etkisi olmuştur.

İpekçi: Bence müzik kadar güzel yanı görüntüleriydi filmin. Görüntü bakımından da çok başarılı gözüktü bana. Ne dersiniz?

Refiğ: Tabîî bu konuda en büyük hizmeti geçen görüntü yönetmeni İlhan Arakon’un adını anmak isterim. İlhan Bey, görüntü yönetmenlerimiz arasında en saygıdeğer biridir. Kendisi ressam Nazmi Ziya Beyin yeğenidir ve klasik Türk sanatları hakkında belli bir kültürü ve bilgi zenginliği vardır.

İpekçi: Affedersiniz bilmiyordum Arakon’un Nazmi Ziya’nın yeğeni olduğunu ve gerçekten de filmde Nazmi Ziya’nın romantizmi vardı.

Refiğ: İlhan Beyin teknik bilgisine, tecrübesine çok büyük saygım ve inancım olmakla beraber, Nazmi Ziya ile birlikte ailesinin böyle klâsik Türk resim ve görüntü sanatlariyle yakın ilgisi bulunması, bu filmin görüntü atmosferinde kendisiyle çok anlaşmalı bir atmosfer kurabileceğimiz inancını vermişti. Ben elimizdeki teknik imkânlar nisbetinde buna ulaştığımızı sanıyorum. Bilhassa İlhan Beyin görüntü başarısı yalı aydınlatması, yani mum ışığı aydınlatması çok başarılı oldu. Filmde merkezin daha aydınlık, çevreye gittikçe daha karanlık ve kenarların oldukça karanlık olduğu bir aydınlatma sistemine gittik. Bu aydınlatma sistemi, belli bir dramatik atmosfer sağladı bize. Tabii görüntü kalitesinin tutturuluşunda İlhan Beyin teknik bilgisi ve tecrübesi yanında, estetik birikiminin de çok yardımcı olduğunu sanıyorum.

İpekçi: İzin verirseniz biraz dekorlardan ve kostümlerden de söz edelim. Dekorlarınızın ve kostümlerinizin o dönemin gerektirdiği özelliklere tamamen uygun olması için ne gibi araştırmalar yaptınız. Konakları nasıl buldunuz, kostümleri nasıl hazırladınız? Bunları anlatır mısınız?

Refiğ: Filme başlamazdan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski hali, Göksu gibi Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve inceledik. Maalesef eski yapılar, özellikle Boğaz’daki eski yapılar süratle ortadan kayboluyor. Bunların içinde çalışabilmeye müsait çok az yalı kalmıştı. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de Cemil Mahiç Bey Yalısı’nın Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı yukarı eşi olmasıydı. Bu yalı romanın geçtiği alafrangalaşma döneminin çok tipik örneklerinden biriydi. Bu yalı, eski Tıbbiyeyi, bugünkü Haydarpaşa Lisesi’ni, bugünkü İstanbul Lisesi’ni yapan yabancı mimarların, özellikle Valeri’nin tesirinde yapılmıştı. Cemil Mahiç Beyin yalısı ise yabancı tesirlerle geleneksel motiflerin birbirine karıştırıldığı çok enteresan bir örnekti. Cemil Mahiç Bey yalısını bundan önce filmcilere vermediği halde, TRT’yi bir devlet müessesesi gördüğü için hiçbir ücret talep etmeden 60 gün bizim burada çalışmamıza imkân sağladı. Yalı boştu. İçinde oturulmuyordu. Yalının bir kısmı da oldukça yıpranmış durumdaydı. Yalı sahiplerinin ifadesine göre tamir için bir milyon liraya ihtiyaç vardı. Biz olanaklarımız ölçüsünde, yalıdaki hasarları onararak, yalıyı Halit Ziya’nın romanını esas alarak, o eşya stilinde antikacılardan kiraladığımız eşyalarla süsledik, filmin bütçe olarak en büyük masraflarından biri de, yalıya hiçbir para verilmediği halde kiralanan eşyalara verilen paradır. Aynı şekilde Abut Efendilerin Kandilli’deki yalısında çalıştık. O da o tarihten kalma ve halen o tarihin özelliğini koruyan ender yalılardan biridir. Sahipleri çok anlayışlı davrandılar. Zaten sanatkâr bir ailedir. Mehmet Abut bestecidir, Şehir Tiyatrosunun kadrosundadır. Onlar da yardım ettiler. Büyükada’da daha büyük kolaylıkla karşılaştık. Çünkü Büyükada’daki eski yapılar, Boğazdaki kadar tahribata maruz kalmamışlardı. Mekânları bu şekilde sağladık.. Kostümlere gelince; kostümleri çok çeşitli kaynaklardan, dergilerle hazırladım ve kostümlerin hazırlanması aşağı yukarı üç dört aya yakın bir zamanımızı aldı. Yüzden fazla kostüm. Halit Ziya romanında karakterlerin kostümlerini en ince detaylarına kadar tarif etmekte idi. Onun tarif ettiği kostümlere büyük ölçüde uygun olarak hazırladık. Bir kısım kostümleri ve özellikle saç-sakal-bıyık şekillerini Osman Hamdi Beyin tablolarından, çağdaş fotoğraflardan elde ettik. Sanıyorum ki belgesel olarak kostümlerde kendi zamanının gerçeğine çok yakın bir sonuç elde ettik.

İpekçi: Bu arada bazı eleştiriler de oldu…

Refiğ: O eleştirilerin üstünde de durmak isterim. Bihter’in giydiği bir damalı çarşaf bazı eleştirilere sebep oldu. Biz, kılık-kıyafetler konusunda ve bilhassa çarşaflar konusunda bu işe girişirken bütün kılık-kıyafet tariflerini, eldeki belgeleri hiç şüphesiz bu üç, dört ay içinde devamlı olarak gözden geçirdik. Nurettin Sevin’in “Türk Kıyafet Tarihi” adlı kitabında tafsilâtlı olarak belirttiğine göre Türkiye’de çarşaf ilk defa 1892 yılında giyilmiş ve öyle bir moda olarak gelmiş ki, her renkten, her desenden, her çeşit kumaştan çarşaf yapılmış. Ancak şu renkten, şu desenden veya şöyle bir kumaştan yapılır diye katiyen bir kayıt yok. Bütün sosyal sınıflar kendi durumlarına göre, çeşitli değerlerdeki kumaşlardan çarşaflar yapmışlar. Sonradan çarşafın rengi gitgide kararmış, günümüze kadar “karanlık” şekilde gelmiş. Ama çarşaf ilk geldiği yıllarda, 1892 yıllarında bir moda kıyafetiydi ve Bihter’in “Melih Bey takımı” diye tanınan bir ailenin mensubu olduğu ve bu ailenin zamanın modasını en aşırı şekilde tatbik etme çabasında olduğu düşünülürse, Bihter’in kıyafetinin bugün günümüzde bile göze çarpmış olması bence Bihter’in moda anlayışını ortaya koyar. Halit Ziya’nın kitabı dikkatle okunursa çok çeşitli desenlerde çarşaflardan bahsediliyor. Gerçi damalı tâbiri ile kullanılan bir çarşaf yok. Fakat benekli, çizgili, çeşitli desenli çarşaflar mevcut. Ama damalı çarşaf yok demek değildir. Nitekim, Sayın Şevket Rado bana bazı resimler gösterdi, bu resimlerin arasında damalı çarşaf örneklerine de rastladık. O bakımdan damalı çarşaf meselesi tarihi hakikatlere ve bir moda kıyafeti olarak bence hikâyeye de uygundur.

İpekçi: TRT’ye bir film hazırlamanın, normal bir ticari şirkete film hazırlamaktan farklı bir nitelik taşıması gerekiyor kanımca. Acaba bu farklılık olumlu ve olumsuz ne gibi şekillerde ortaya çıktı?

Refiğ: Önce ağır basan olumlu yönünü belirteyim. “Aşk-ı Memnu” TRT devlet kuruluşu olduğu için devlet eliyle yapılmış bir filmdir. Devlet eliyle yapıldığı için de ticarî amaçlar yerine kültürel amaçlar ve bir millî kültür hizmeti olarak düşünülmüştür. Bu açıdan filmin yapılışı son derece olumlu bir olaydır. Bunu ticarî bir sinemada, bu biçimde yapmak imkânsızdı. Aşk-ı Memnu bu haliyle, bu biçimiyle ticarî sinemada yapılamazdı. Her şeyden önce ticarî sinemada bir millî kültür olayı olarak ele almak mümkün değildi. Aşk-ı Memnu’un en olumlu yönü, millî kültür eseri olarak düşünülmesi ve yapılmasında… Olumsuz yönlerine gelince; aslında bunlar ilerde halledilebilecek unsurlar. Bunda da devlet mekanizmamızın, bu tarz işlere alışık olmıyan bürokratik yapısıdır. Aşk-ı Memnu bir seri içindeki filmlerden biridir. Diğer filmler, Metin Erksan ve Lütfi Akad’a sipariş edilmişti. Üçümüzden aynı anda Türk klâsik edebiyat eserlerini televizyon yoluyla halka tanıtmayı amaçlıyan bir dizi yapılması istendi. İşin hukuk konusu uzun zaman aldı. Bu filmler hangi kanuna göre yapılacaktı? Konuda bir şey yoktu. O zamanki Genel Müdür İsmail Cem millî kültür hizmeti olarak, televizyonun sadece yabancı dizilere, yabancı sinema filmlerine, yabancı kültüre açık bir televizyon olmamasını istiyordu. Televizyonun millî kültür hizmeti bulunduğu, Türk televizyonunun yerli eserler de yapma zorunluluğu üstünde israrla durdu. Başlangıçta bu eserlerin filmlerinin yapılmasında epey bürokratik zorluklarla karşılaştık. Filmin bütçesi tasdik edildikten sonra filmin çekimi gayet rahat, problemsiz gitti. Fakat filmin gösterilmesi karışık döneme rastladı. Bu İsmail Cem’in görevden ayrıldığı döneme rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’da birçok sahneler kesildi. Üzerinde çok dikkatle durulması gereken yanlışlıklar oldu. Aşk-ı Memnu’un senaryosu hazırlanmıştı, ciltlenmişti ve filme başlanmadan önce İdareye gönderilmişti. Bu senaryoyu bize çekin, kabûl edilir dendikten sonra bir takım sahnelerin kesilmesi, bu filmde gerek aylarca süren bazı çalışmaların, emeklerin ve gerek devletin parasının israfına sebep oldu.

İpekçi: O sahnelerin kesilmesinde bir gerekçe yok muydu?

Refiğ: Sahnelerin çıkarılmasında, TRT’nin bir gerekçe göstermesi lâzımdı önce bana karşı. Benimle bir anlaşmaya girmişti, benden bir eser alıyordu. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekirdi, vermediler. Filmi bir çağa oturturken 1895 -1898 yılları arasında geçen bu olayı Türkiye’deki ve dünyadaki tarihî olayları, filmin ne zaman, ne şekilde geçtiğini belirten bir tarih perspektifi içinde vermek istedik. Halit Ziya tarih perspektifini romanında vermiyor. Romanın Abdülhamid zamanında ve Abdülhamid sansürünün en şiddetli olduğu bir devirde yazıldığını unutmamak gerekir. Nitekim Halit Ziya, daha sonra yazdığı ’40 Yıl’ adlı hatıralarında sansürden dolayı yazamadığı noktaları uzun uzadıya anlatır. Bunlar arasında Girit meselesi büyük yer tutmaktadır. Halit Ziya’nın “40 Yıl” hatıralarında belirttiği gibi, sansür yüzünden romanına koyamadığı Girit meselesini, bugün artık tarihimize daha uzun bir perspektifle bakma imkânına sahip olduğumuzu düşünerek bugünün seyircisine, romandaki olayların hangi tarihte, nasıl bir devirde geçtiği konusunda daha somut örnekler vermek için, romandaki kişiler arasındaki ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmadan, sadece bazı konuşmalarda bu tarihsel perspektifi yerine getirmeye çalıştık. İlk üç bölümde, Girit meselesinden bahsedilmiyor, sadece Girit’te karışıklık çıktı. Girit’te Rum çetecilerin Türkleri öldürdüğü söyleniyor. Girit’te bir Türk – Yunan harbinin çıkması ihtimallerinden zaman zaman söz ediliyor. Bundan sonraki bölümlerde, 1897 Türk – Yunan harbi çıkıyor ve Dömeke Savaşı kazanılıyor. Bu tarihî olaylar romanın geçiş süresi olan yıllar içinde konuşmalarla bize aksediyordu. Filmden bu konuşmaları çıkartmışlar. Benim üzüntüm sansür ve fikir üzerindeki baskısından dolayı küçümsediğimiz Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır.

İpekçi: Çok mu tutuyordu bu kesilen sahneler?

Refiğ: Kesilen sahnelerin miktarı zaman olarak her halde 5 – 6 dakikayı geçeceğini sanmıyorum. Fakat tavır önemli.

İpekçi: İzin verirseniz daha genel sorular sormak istiyorum. Önce şu noktayı tesbit etmek ilginç olacak. Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasında ne gibi ayrılıklar var? Başka bir deyimle, televizyon filmciliğinin ne gibi özellikleri olmak gerekir?

Refiğ: Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasındaki temel ayırım şudur: Sinema başlıca bir temaşa san’atıdır. Televizyon ise, enformasyon aracıdır. Bu durumda sinema filmlerinin temaşa değerlerine daha fazla ağırlık veren, seyircinin ilgisini çeken filmler temaşa değeri yüksek olan filmler olmasıdır. Buna karşılık, televizyon ekranının küçüklüğü sebebiyle televizyon filmleri sinema filmleri kadar büyük bir temaşa özelliğine ihtiyaç göstermiyor.

İpekçi: Ama aslında televizyonu sadece bir haberleşme aracı olarak kabul etmek ve temaşa zevkinin dışında tutmak doğru bir değerlendirme olur mu?

Refiğ: Efendim, bunu kesin olarak ortaya koyarsak pek tabiî doğru bir değerlendirme olmaz. Bu kesinlikle böyledir dersek olmaz. Ama sinemada temaşa değeri çok yüksek olan filmler, televizyona geldiği çoğu zaman, sinemadaki etkilerini kaybederler, sinemadaki kadar etkileyici olmazlar. Buna karşı televizyonda ilgimizi çeken bir çok program var. Belgesel filmler gibi, haber filmleri gibi, kültür programları gibi… Bunlar sinemaya konuldukları takdirde, seyirci bulamazlar. Bunlar iki aracın hakim vasıfları hiç şüphesiz. Sinemada ağır basan temaşa özelliklerinin yanında haberleşme ve kültür aracı olarak bu karakterlerin de zaman zaman daha dereceli şekilde ağırlık kazandığı durumlar oluyor. Televizyonda da temaşa programları var. Müzik, tiyatro, film gibi… Fakat bütün bunlara rağmen televizyonun haberleşme aracı olması, informatif karakteri ağır basıyor. O bakımdan meselâ ben Aşk-ı Memnu’u televizyon filmi olarak düşündüğümde bu eserin informatik karakteri, belli bir devir hakkında belli bir fikir vermesi, o devirdeki sosyal yaşayış hakkında bir bilgi vermesi bakımından ilgi toplayacağını düşündüm. Aşk-ı Memnu filmini sinema filmi olarak düşünmek durumu olsaydı, televizyon için yazılan bu Aşk-ı Memnu’dan çok daha başka türlü, temaşa unsurları daha ağır basan bir eser ortaya çıkmış olurdu.

İpekçi: Bu film sinemada oynasaydı, televizyon için çevrilmiş haliyle aynı ilgiyi toplamaz mıydı?

Refiğ: Bu film dört saate yaklaşan bu haliyle sinemada oynadığı zaman seyirci sabrını taşıracağını sanıyorum. Bu filimden sinema seyircisi için ilgi çekici iki saatlik bir film yapılabilir. Bu filmin, televizyon düşünülerek ve siyah – beyaz olduğu için bence sinemada oynaması dezavantajdır.

İpekçi: Televizyon ve sinema filimciliği arasında temaşa unsurunun dışında başka farklı hususlar var mı?

Refiğ: Tabii perde meselesi. Televizyon perdesinin küçük olması, sinema perdesinin çok daha geniş olması, sinema seyircisinin koltuğa hapsedilmesi, televizyon seyircisinin evinde rahat olması, onlarda değişik psikolojiler meydana getirmektedir. Sinema seyircisi koltuğuna hapsedildiği devamlı bir noktaya bakmak zorunda bırakıldığı için dikkati devamlı bir noktada toplanmıştır. Sinema seyircisini siz bu hale soktuğunuz zaman onun her arzusunu değerlendirmek zorundasınız. Sinema seyircisi televizyon seyircisi kadar toleranslı değildir. Para verip gelmiştir, belli hürriyetleri yoktur. O bakımdan filmi seyrettiği zaman, filmin her anının onu meşgûl etmesini, heyecanlandırmasını, her an ona bir şey vermesini bekler. Bunu bulamadığı zaman reaksiyonu daha negatiftir. Ama televizyon seyircisi sinema seyircisi kadar sınırlandırılmış, hareketi baskı altına alınmış, devamlı olarak bir noktaya bakmak zorunda bırakılmış bir seyirci değildir. Psikolojisi daha dağınık kişidir. Yanındakiyle meşgûl olabilir, içki alabilir, bir şey yiyebilir, komşusuna kapıyı açabilir. Bu bakımdan TV filmi ve sinema filmi yaparken bu iki seyircinin ayrı psikolojilerini de hesaba katmak gerekir.

İpekçi: Televizyon filmi için bunları hesaba kattığımız zaman, farklı hususlar neler oluyor pratikte?

Refiğ: Bunu çok somut şekle indirmek imkânsız. Her sanatçının kendine göre bir sezişi, kendine göre duyuşu ile halledilebilecek bir mesele. Fakat mutlaka şematik bir genellemeye gitmek gerekirse, televizyonda konuları pek fazla sıkıştırmamak gerekir.

İpekçi: Hareketin daha yavaş…

Refiğ: Konuların, temaların zaman zaman yeniden neyi anlattığını hatırlatacak şekilde olması gerekiyor. Televizyon perdesinin ufaklığı gözönünde tutularak, daha yakın resimler çekmek gerekiyor. Sinemada bu kadar çok yakın resim çekilirse, seyirciyi sıkabilir. Ayrıca tekrarlar sinema seyircisi için rahatlık vermez. Fakat yine de bunları belli kalıplar haline getirmek imkânsızdır. Bu bir duyuş meselesidir. Bunu her yapımcı, kendi hissettiği, kendi sezdiği şekle göre yapar. Bence bir kalıp formüle bağlanamaz.

İpekçi: Son olarak şunu sormak istiyorum: Televizyon hızla yaygınlaşıyor Türkiye’de. Bir çok şeyi belki de başında sinemaları etkiliyor. Televizyonun Türk filmciliğine getirdiği olumlu ve olumsuz etkileri nasıl açıklayabilirsiniz?

Refiğ: Televizyon Türkiye’ye sosyal değişmelerle birlikte geldi. İlk defa 1975’de Türk ekonomisinde sanayi sektörünün payı, zıraî sektörü geçmiş. Bu çok önemli bir değişiklik. Bu ekonomik değişme bence Türkiye’deki sosyal olayların en temel sebebi. Böyle bir dönemde televizyon geldi. Sinema seyircisi değiştiği halde Türk sineması değişmemiştir. Türk sineması televizyonun geldiği dönemde, 10 yıldan beri süregelen klâsik bir “üçlü yapım” formülüne bağlanıp kalmıştır. Bu formül sinemaların belli şirketler tarafından tutulması, seyirci tarafından beğenilen oyuncuların tutulması ve daha önce hangi filmler tutulmuşsa onlara benzer hikâyelerin yapılması… Bu üçlü formül 10 seneye yakın süre bu işi tatbik edenleri memnun eden bir şekilde sürdü. Fakat Türkiye’deki büyük sosyal değişmeler, Türk filmleri seyircisinde belli bir değişme getirdi. İşte televizyon sinemanın kalıplaşmış filmlerine kanıksamış sinema seyircisi için son derecede cazip bir oyuncak olarak geldi. Ayrıca sinemaya gitme zorluklarını ortadan kaldıran, aileyi evine bağlayan, konuyu komşuyu yeni sosyal ilişkiler içinde birbirine yaklaştıran bir olay olarak ortaya çıktı. Bu bir yenilikti ve Türk sinemasının tıkanıp kaldığı bir noktada bu tıkanıklığın iyice ortaya çıkmasına ve bu sistemin yıkılmasına yardımcı oldu. Bu bakımdan bence televizyon son derecede müsbet bir rol oynadı. Şimdi geleceği ne olacak sinemanın? Yine aynı tarihsel olayları yaşamış Amerika ve Avrupa’daki duruma bakarsak, sinema yeniden çok büyük önem kazanmış durumda. Bu önemde televizyonun payı çok büyük. Seyirciye yeni bir gerçek duygusu aşılanmış; filmlerde çok daha başka değerler ve bunların yanında, onu televizyondan ayıracak çok daha büyük bir temaşa ustalığı getirmiştir. Tahminim Türk sineması kısa bir süre içinde bu döneme girecektir. Bu döneme girmesi, bu tarz bir iki filmin, başarı kazanması ile mümkün olacaktır. Geçen yıl Yılmaz Güney’in yaptığı “Arkadaş” filmi bunun küçük bir örneğiydi. Kendi gerçeklerimize kişisel görüş noktasından da olsa gerçeklere başka türlü bir yaklaşma unsuru ile temaşa özellikleri göz önünde tutularak yapılan bir çalışma, küçük bir örnek olarak gösterilebilir. Bir çok kimseler, Yılmaz Güney’in seyirci, gözündeki özel durumunun bunda bir rol oynadığını da düşünebilirler. Hiç şüphesiz bunun çok büyük bir payı vardır. Ama Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan unsurlar arasında ayrıca cüretkâr davranışı da bulunmaktadır. Bence sinema, televizyonun bu darbesinden sonra bu tecrübeyi geçirmiş diğer ülkelerdeki gibi çok daha sıhhatli, çok daha sağlam, çok daha canlı başka bir sinemanın doğumuna şahit olacaktır.

İpekçi: Daha çok televizyona mı film yapacaksınız bundan sonra, yoksa sinemalara mı?

Refiğ: Ben çalışmamı sadece televizyon veya sadece sinema diye kısıtlamak istemiyorum. Sinemada yapmak istediğim iki proje var; bunların gerçekleştirilmesi için çalışmaktayım. TRT’nin yeni Genel Müdürü Nevzat Yalçıntaş, kendisinden önceki idarenin başlattığı Türk edebiyat eserlerinden televizyon filmi yapılma projesinin müsbet bir davranış olduğunu ve millî kültür hizmeti olarak kendi idarelerinin de buna devam niyetinde olduklarını bildirdiler ve yeni televizyon mevsimi için ne yapmak istediğimizi sordular. Benim düşüncem, Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını televizyon için yeni bir seri olarak hazırlamak…

İpekçi: Bu konuda varılmış bir karar var mı?

Refiğ: Ben Genel Müdüre sadece, “Devlet Ana”yı yapmak istediğimi söyledim.

İpekçi: Onay aldınız mı?

Refiğ: Kendisi şahsen tasvip etti. Temaslara başlandı. Daha resmî birşey şu anda yok.

İpekçi: Başarılar dilerim.

Bir Gazi ile Latife Fragmanı

Türk Sinema tarihinin en değerli filmlerinden bir çoğunda yönetmen ve senaryo yazarı olarak imzası bulunan Halit Refiğ’in filmleştirebilmek için yapımcı aradığı “Gazi ile Latife” adlı senaryosu Alfa Yayınları’nın 1932 no.lu kitabı olarak kitap ve film severlerin dikkatine sunuldu. Bu kitaptan bir bölümü aşağıda bulacaksınız. Bu bölümde Mustafa Kemal Atatürk, Latife Hanım’la evlidir. Atatürk’ün Latife Hanım’dan önceki kadını Fikriye Hanım yurt dışındaki verem tedavisini yarım bırakarak geri döner. Atatürk bir anda sevdiği iki kadın arasında kalır. Latife Hanım her zamanki gibi hırçın, öfkeli, kıskanç, saldırgan ve mantık dışıdır.

175 – ÇANKAYA – LATİFE ODA (İç – Akşam)
(Ali Çavuş’un getirdiği haber Latife’yi oturduğu yerden sıçratmıştır.)

LATİFE: Ne diyorsun Ali Çavuş?
ALİ ÇAVUŞ: Evet gelmiş. Şimdi aşağıda bekliyor.

(Latife odadan çıkarken kendine çeki düzen vermeye çalışır.)

LATİFE: Aman yarabbi… Bir bu eksikti başımızda…

176 – ÇANKAYA (İç – Akşam)
(Latife merdivenlerden iner. Kabul salonunda bir kadın beklemektedir. Bu Fikriye’dir. Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardır. İki kadın bir an birbirlerini süzerler.)

FİKRİYE: Merhaba Latife Hanım.
LATİFE: Merhaba Fikriye Hanım.
FİKRİYE: Sizi gazetelerde gördüğüm resimlerden tanıyorum.

(Latife’nin yüzünden canının sıkıldığı belli olmaktadır.)

LATİFE: Ben de sizin çok bahsinizi duydum. Ama Paşa Hazretleri geleceğinizden söz etmedi..
FİKRİYE: Uzun zamandır yazdığım hiçbir mektuba cevap alamadım. Ondan dolayı artık yazmak gereği olmadığını düşündüm.
LATİFE: Yaa. Ayakta durmayın içeriye buyurun lütfen… Paşa hazretleri neredeyse gelirler umarım.
FİKRİYE: Teşekkür ederim.

(Fikriye salona doğru yürür. Dal gibi incedir. Acınacak bir görünüşü vardır.)

177 – ÇANKAYA – SALON (İç – Akşam)
(Fikriye salondaki değişikliklerin farkına varmıştır.)

FİKRİYE: Epey değiştirmişsiniz köşkü…
LATİFE: Fark ediliyor mu?
FİKRİYE: Yakından tanıyanlar için fark etmemek mümkün değil

(Latife mağrur ve mesafeli gülümser.)

LATİFE: Tedaviniz sonuçlandı mı?
FİKRİYE: Doktorlara kalsa beni ömür boyu orada tutacaklardı. Ama ben daha fazla dayanamadım…

(Fikriye konuşmasına devam edemez. Gazi’nin sesine döner.)

M. KEMAL: Hoş gelmişsin Fikriye.
FİKRİYE: Hoş bulduk Paşam..

(Fikriye, Gazi’nin önce elini sıkar, sonra boynuna sarılmaya kalkınca Gazi kendini geri çeker.)

M. KEMAL: Latif, sen bakıver sofra hazır mı? Mutad zevat neredeyse gelir.
LATİFE: Tabii Kemal bakayım… Misafirimiz yoldan geldi acıkmıştır elbette…

(Latife sofra hazırlıkları için ayrılır. Onların birbirine “Latif” ve “Kemal” diye hitap etmeleri Fikriye’yi çok yaralamıştır.)

178 – ÇANKAYA – YEMEK SALONU (İç – Gece)
(Sofrada Kılıç Ali, Recep Zühtü ve Salih (Bozok) bulunmaktadır. Fikriye önüne konan yemeği yememekte ya başını tabağına eğip dalmakta ya da gözlerini Gazi’ye dikip uzun uzun bakmaktadır. Latife durumdan rahatsız ve tedirgindir.)

M. KEMAL: Sağlamlaşmadan senatoryumdan ayrılmakla iyi etmemişsin Fikriye…
FİKRİYE: Çok yalnızlık çektim. Daha fazla duramadım oralarda Paşam… Öleceksem kendi memleketimde öleyim…
M. KEMAL: Saçmalamaya başlama gene. Her şeyden önce sağlığını düşünmek gerekir. İstanbul’da Erenköy civarında bir ev tutalım sana…
FİKRİYE: Ankara’da kalsam olmaz mı?

(Fikriye bir taraftan da yan yan Latife’ye bakmaktadır.)

M. KEMAL: Olmaz. O tarafların iklimi senin sağlığın için daha uygun. Tevfik Paşa ile de konuşurum, sana gereken tedaviyi yaptırır. Böylece yarım kalan senatoryum tedavisi tamamlanır, sapasağlam olursun…

(Fikriye’nin, Çankaya’da kalmak arzusunda olduğu apaçık bellidir. Sofradakiler hazin haline acımaktadırlar.)

FİKRİYE: Paşam Paris’ten size küçük bir hediye almıştım. Fakat valizlerimi istasyonda bıraktığım için size getiremedim. Emir buyurursanız valizlerimi…

(Kılıç Ali atılır.)

KILIÇ ALİ: Hiç merak etmeyin Fikriye Hanımefendi… Yarın sabah erkenden aldırırız valizlerinizi.

(Gazi başı ile Kılıç Ali’ye “olur.” işareti yapar. Sonra Fikriye’ye döner.)

M. KEMAL: Bu zahmete hiç gerek yoktu Fikriye… Kendine bir şeyler alsan daha iyi olurdu.
FİKRİYE: Küçük bir şey… Beni hatırlarsınız diye düşündüm…

(Latife, Fikriye’nin varlığından iyice rahatsız olmuştur. Patlamamak için kendini zor tutmaktadır. Gazi de onun bu sıkıntısının farkındadır.)

M. KEMAL: Sen yol yorgunusun Fikriye… Bu gece erken yat. Ne yapacağımızı yarın konuşuruz.

(Fikriye sofradan kalkmak isteğinde değildir. Ama Gazi’nin dediklerine de itiraz etmemeye alışmıştır.)

FİKRİYE: Peki Paşam.

(Fikriye yerinden isteksizce kalkar. Latife’de kalkar.)

LATİFE: Size yatacağınız yeri göstereyim.

(Fikriye acı içindedir.)

FİKRİYE: Zahmet olacak… İyi geceler Paşam. İyi geceler efendim.
KILIÇ ALİ: Allah rahatlık versin Fikriye hanımefendi… Bavulları merak etmeyin…

(Latife ile Fikriye odadan çıkarlar. Sofrada sıkıntılı bir hava vardır. Gazi düşünceli, rakısından bir yudum çeker.)

M. KEMAL: Başımıza bir de bu iş çıktı… Salih sen orayı araştır. Fikriye’yi en yakın zamanda İstanbul’da uygun bir sağlık yurduna yerleştirelim.
SALİH: Baş üstüne Paşam…
KILIÇ ALİ: Bavulları ne yapalım?
M. KEMAL: Getirsinler… Hediyesini versin bakalım. Gönlünü kırmayalım…

179 – ÇANKAYA – FİKRİYE’NİN ODASI (İç – Gece)
(Latife Fikriye’nin yatacağı yeri hazırlamaktadır. Fikriye gözlerini ayırmadan Latife’yi seyretmektedir. Gazi’nin tercih ettiği kadının nasıl birisi olduğunu anlamaya çalışmaktadır.)

FİKRİYE: Dünyada herhalde sizden daha bahtiyar bir kadın yoktur.
LATİFE: Gazi ile yaşamanın kolay olmadığını bilmez değilsiniz herhalde?
FİKRİYE: Olsun… O, Dünyanın en büyük adamı. Bir insan için onun yanında bulunmaktan daha büyük saadet olabilir mi?
LATİFE: Haklısınız…
FİKRİYE: Acaba Allah neden bu mutluluğu size layık gördü? Benim günahım neydi ki beni hasta etti?
LATİFE: Bilmem… Allah’ın hikmetinden sual olunmaz…

180 – ÇANKAYA – GAZİ / LATİFE YATAK ODASI ÖNÜ (İç – Gece)
(Gece geç vakit Gazi yatmak için odaya gelir. Kapıyı açar girer.)

181- ÇANKAYA – GAZİ / LATİFE YATAK ODASI (İç-Gece)
(Latife geceliklerini giymiş, fakat yatıp uyumamıştır. Sinirli bir tavırla odada sigara içmektedir.)

M. KEMAL: Sen daha yatmadın mı?
LATİFE: Hayır seni bekliyordum. Mutad Zevat’tan fırsat kalırsa iki lâf da belki biz konuşabiliriz diye…
M. KEMAL: Peki ne konuşacağız?
LATİFE: Bu hanım buraya yerleşmeye gelmedi herhalde… Ne kadar kalacakmış öğrenebilir miyim?
M. KEMAL: Merak etme, Mutad Zevat ile bunu da konuştuk. Yarın İstanbul’a gitmesini sağlayacaklar. Bu gece kolundan tutup sokağa atmak doğru olmazdı herhalde.

(Latife sigarasını asabi bir tavırla söndürür.)

182 – ÇANKAYA – MERDİVENLER (İç – Gündüz)
(Fikriye üst kattan alt kata iner. Sabahın erken saatinde ortada kimse görünmemektedir. Etrafına bakınırken Ali Çavuş’un sesi ile döner.)
ALİ: Sabah şerifleriniz hayırlı olsun Fikriye Hanım…
FİKRİYE: Hayırlı sabahlar Ali Çavuş… Kimseler yok mu?
ALİ: Salih Bey burada… İstasyondan bavullarınızı getirttiler.
FİKRİYE: Ya Gazi hazretleri?
ALİ: Odalarından henüz inmediler. Ben Salih Bey’e haber vereyim.

(Ali çıkar. Fikriye ne yapacağını kestiremeden ortalıkta dolanır. Salih gelir.)

SALİH: Merhaba Fikriye Hanım. İyi uyudunuz mu?
FİKRİYE: Uyumak mı? Bizim için bundan sonra uyumak ne mümkün… Gün ışıyalı beri ayaktayım. Bavullarım gelse de Gazi’nin hediyesini versem…
SALİH: Bavullarınız geldi… Yaverler odasında…

(Fikriye Salih’in peşinden yaverler odasına doğru yürür.)

183 – ÇANKAYA – YAVERLER ODASI (İç – Gündüz)
(Fikriye’nin iki bavulu bir köşeye konmuştur. Fikriye onlardan birini açar, küçük bir paket çıkarır.)

FİKRİYE: İşte Gazi’ye getirdiğim hediye.
SALİH: Bana verin. Ben Gazi Hazretlerine ileteyim.
FİKRİYE: Ben kendim veremez miyim?
SALİH: Gazi Hazretleri sizin bu sabah tren ile İstanbul’a gitmenizi uygun gördüler. Sizi istasyona götürmek üzere bir fayton bekliyor.

(Fikriye büyük bir elem içindedir)

FİKRİYE: Yaa. Demek öyle uygun görüyorlar…

(Salih de sıkıntı içindedir.)

SALİH: Bavullarınızı faytona yüklesinler mi?
FİKRİYE: Yüklesinler.

(Salih’in işaretiyle Ali çavuş bavullara sarılır.)

SALİH: Ya hediye paketi?

(Fikriye hediye paketini elinde sıkı sıkı tutmaktadır.)

FİKRİYE: Bu hediyeyi birgün kendi elimle vermek isterim.

184 – ÇANKAYA ÖNÜ (Dış – Gündüz)
(Köşkün önünde iki atlı bir fayton durmaktadır. Ali Çavuş, Fikriye’nin bavullarını yükler. Salih ile Fikriye gelir. Salih, Fikriye’nin arabaya binmesine yardımcı olur. Fikriye perişandır. Salih de çok zor bir iş yapmanın acısı içindedir.)

SALİH: Bir sıkıntınız olursa beni mutlaka arayın Fikriye Hanım…
FİKRİYE: Sizin elinizden her şey gelir mi Salih Bey?
SALİH: Hayır… Ben ancak Gazi Hazretlerinin talimatını yerine getirebilirim.

(Fikriye elemli bir gülümseme ile faytona biner. Faytoncu Salih’e selâm vererek atları kırbaçlar. Fayton köşkten aşağı doğru uzaklaşır.)

185 – ARABA İÇİ (İç – Gündüz)
(Arabanın içinde Fikriye’nin gözlerinden yaşlar boşanmaktadır. Elinde sıkı sıkı tuttuğu hediye paketini açar. Paketin içinden kabzası sedef kakmalı bir tabanca çıkmıştır. Fikriye bir an tabancayla oynar. Tabancayı başına doğru götürür.)

186 – ÇANKAYA YOLU (Dış – Gündüz)
(Araba köşk yolundan aşağı doğru gitmektedir. Arabanın içinden bir tabanca sesi gelir. Arabacı arabayı durdurur. Kapıyı açar. Fikriye’nin kanlı başı arabadan dışarı sarkar. Elinde kabzası sedef kakma tabanca bulunmaktadır.)

187 – ÇANKAYA – M. KEMAL ÇALIŞMA ODASI (İç – Gündüz)
(Gazi silâh sesini duymuştur. Merakla pencereden dışarı bakmaktadır. Odaya Latife girer. Üzerinde sabahlık vardır.)

LATİFE: O patlamayı duydun mu Kemal?
M. KEMAL: Evet duydum.. Tabanca sesi..

(Latife kuşkulanır.)

LATİFE: Tabanca mı… Gene bir hadise mi var?
M. KEMAL: Bir bakayım ne oluyor?

(M. Kemal odadan çıkar.)

188 – ÇANKAYA – MERDİVENLER (İç – Gündüz)
(Gazi merdivenlerden iner. İçeri telâşla Salih girer.)

M. KEMAL: Neydi o tabanca sesi Salih?
SALİH: Çok acı bir vaziyet Paşam…
M. KEMAL: Nedir?
SALİH: Fikriye Hanım kendini vurdu…

(M. Kemal bir an donup kalmıştır. Latife Hanım da üst katta merdivenlerin başına gelmiş, olayı dinlemektedir.)

M. KEMAL: Tabancayı nereden bulmuş?
SALİH: Köşkten ayrılmadan önce elinde bir paket vardı. Bunun size kendi eliyle vermek istediği bir hediye olduğunu söylüyordu. Israr etmeme rağmen paketi bana vermedi.
LATİFE: Belki de sizi vurmayı tasarlıyordu.

(M. Kemal ters ters yukarı Latife’ye bakar.)

M. KEMAL: Saçmalama…

(Gazi’nin tepkisi de Latife’yi şaşırtmıştır. Gazi önüne döner. Gözünden bir damla yaş süzülür.)

M. KEMAL: Zavallı Fikriye…

(05 Mart 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Geçmişten İki Yıldız

Ardı ardına iki ölümle, biri çocukluğumun, biri… eh hadi, gençliğimin diyeyim, iki yıldızı uçtu gitti. 79 yaşındaki Annie Girardot, on yıldar Alzheimer’le mücadele ediyordu. Jane Russell ise ondan on beş yaş büyüktü. Russell, çocukluğumun en has yıldızlarından biridir. Hem esmer, hem güzeldir (çeşitle sitelerdeki ‘kumral’ tanımlamasını hayretle karşılıyorum). Ayrıca, kahramandır, tabancalıdır, kovboy kılığı giyer. Pekos Bill’in mıymıntı (ve sarışın) Küçük Sue’suna karşı, hayalim ve kahramanım olan Kalamiti Ceyn’in ta kendisidir. Dillere destan göğüs ölçüleri ve bir filmin yıllarca rafta kalmasına neden olan özel sütyeni, haliyle beni pek ilgilendirmiyordu. “Erkekler Sarışınları Sever”de Marilyn Monroe’ya refakat eden kadın olarak tanınmasına çok sinirlenirdim, halen de sinirlenirim. Ama adı böyle olan bir filmden ne beklersin zaten? Esmer bir kız çocuğu olarak, sarışınlara öfkeleniyordum tabii.

Annie Girardot ise, sinemayı sinema olarak bildiğimiz, esrarına varmaya başladığımız yılların eşsiz yıldızlarından biridir. Onu belki de ilk olarak Luchino Visconti’nin hikâyesi ve karakterleriyle (doğal alarak da, oyuncularıyla) aklımdan çıkmayan filmi “Rocco e i Suoi Fratelli / Rocco ve Kardeşleri”nde (1960) gördüğümü hatırlıyorum. Oysa Nazi işgâli sırasında okuduğu Konservatuar’dan sonra girdiği ve çok başarılı olduğu Comédie-Française’den sinemaya geçeli dört yıl olmuş. Tiyatrodayken de “La Machine à Ecrire / Daktilo” adlı oyununda oynadığı Jean Cocteau, onu göklere çıkarmıştı.

Sinemaya 1956’da başlamış olsa ve dört yıl içinde dokuz film yapsa da, kendini, Visconti’nin filminin trajik Milanolu fahişesi Nadia olarak göstermişti, tuhaftır, İtalyanca dublajlı bir rolde. İki kardeşin, kaba ve sert, sabık boksör Simone ile (Renato Salvatori), melek gibi Rocco’nun (Alain Delon) arasına girmişti. Kıskanç Simone, Rocco’yu dövüp Nadia’ya tecavüz ediyordu. Onun kadını defalarca (13 kez) bıçakladığı sahne akıldan çıkacak gibi değildir. Kendini bırakan Nadia’nın kurbandan farkı yoktur. Yanlış hatırlamıyorsam, bu sahne İtalyan sansürünü geçememişti.

“Rocco ve Kardeşleri”, yirmili yaşlarımın en unutulmaz filmlerinden biridir. Mukayesesiz yakışıklı (daha doğrusu, güzel), bir miktar da yetenekli Delon’u beğensem de, Renato Salvatori’ye hayran kalmıştım. Girardo ile ikisinin performansları muhteşemdir. Daha önce de fahişeler ile lekeli kadınları canlandırmış olan Annie Girardot, 60’lı yıllarda başka İtalyan filmlerinde, hatta daha sonra Luchino Visconti’nin Paris’te sahneye koyduğu iki oyunda oynadı. O sıralarda, İtalyan sinemasının en iyi karakter aktörlerinden biri olan Salvatore ise Simone’ye gelene kadar sekiz yıldır film çekiyordu. Girardot ile filmin setinde tanıştılar, 6 Ocak 1962’de evlendiler. Giulia diye bir kızları oldu. Daha sonra ayrıldılar ama aktörün 1988’de sirozdan ölümüne kadar boşanmadılar.

Girardot sinemadaki karanlık rollerine karşın, 1954 ile 1957 arasında Comédie-Française’de Molière ve Marivaux komedileri ile tanınmıştı. En çok, Molière’in “Tartuffe”ündeki nüktedan hizmetçiyi oynamayı severdi. Rocco ile aynı yılda oynadığı Alexandre Astruc filmi “La Proie pour l’Ombre” ise, onun ezilen kadın rollerinden kurtuluş filmidir. Sonraları hem komediler, hem dramlarda güçlü kadınları oynadı. 1965’te Venedik’te Marcel Carné’nin “Trois Chambres à Manhattan”ı ile En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldı. Altı Lelouch filmi, dört André Cayatte filmi ve dört Philippe de Broca filmi oynadığı 1970’li yıllarda parlak bir yıldızdı. Philippe Noiret ile birkaç filmde hoş çiftleri canlandırmışlardır; özellikle de Girardot’nun, Yunanca profesörü Noiret’ye âşık bir polis müfettişini oynadığı “Tendre Poulet”de. Üç kez César aldı: “Docteur Françoise Gailland” (1975) ile En İyi Kadın Oyuncu dalında, daha az film çevirdiği yıllarda da Claude Lelouch’un “Les Misérables / Sefiller”i (1995) ve Michael Haneke’nin “La Pianiste / Piyano Öğretmeni”yle (2001). “Sefiller”le heykelciği alınca ağlamaya başlamış ve “Sevginiz belki, bakın belki diyorum, tamamen ölmediğimi düşünmeme neden oluyor,” demişti. “Fransız sineması beni özledi mi, bilmiyorum ama ben onu özledim -çılgınca, umutsuzca, acı içinde.”

1980’li ve 90’lı yıllarda gene bir yıldızdı, gene övgüler alıyordu ama daha az film yapıyordu. Haneke 2005’te “Caché”de ona Daniel Auteuil’in yatalak ama cin gibi annesini oynattı. O sıralarda tek kişilik “Madame Marguerite”le de Paris sahnelerine dönmüştü. Daha önce Alzheimer tedavisi görmüştü ama 2007’den itibaren, gene Alzheimer teşhisi konmuş ağabeyi Jean ile birlikte Paris’te bir özel klinikte yaşıyordu. Yönetmen, besteci ve şarkıcı Bob Decout ile uzun süreli bir ilişki yaşamıştı. Ölümünü torunu Lola Vogel duyurdu.

Annie Girardot, 1970’li yıllarda ülkesinde büyük bir yıldızdı. Ama 1972’de onları geride bırakıp Fransa’nın en popüler oyuncusu olsa da, hiçbir zaman Jeanne Moreau ya da Brigitte Bardot gibi ünü Fransa sınırlarını aşmadı, onlar gibi seks sembolü olarak görülmedi. François Truffaut gibi Yeni Dalga yönetmenlerinin de ilgisini de, nedense, çekmedi. Olsun varsın, bizim hayatlarımızı zenginleştirdi. Yolun açık olsun diyoruz!

Miss Jane Russell’a gelince, ebediyyen Kalamiti Ceyn’imsiniz!

(03 Mart 2011)

Sevin Okyay

Kader Ajanları

Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) ve Matrix’i birleştirseniz, üzerine de çeşni olsun diye biraz insan-tanrı arasındaki ilişki ve kadercilik gibi kavramları ekleseniz ne olur?

Kader Ajanları’nda (The Adjustment Bureau) David Norris (Matt Damon), başarılı bir siyasetçi olma yolunda emin adımlarla ilerleyen genç bir politikacı. Bir gün karşısına genç bir kadın çıkıyor. İnsanlar için “plânlanan” kaderleri uygulamakla ve “plân”dan ayrılanları “doğru yola getirmekle” görevli “kader ajanları” birbirlerinin plânlarında olmadıkları için David ve bu genç kadını ayırmaya çalışıyorlar. Tesadüfler gibi görünen olaylar, aslında bu kader ajanlarının onları ayırmak için kullandıkları “araçlar.” Ancak ajanların bütün uğraşlarına rağmen David ile “plaânında” değil ama “kaderinde yazılı olan” bu genç kadın, ajanların ustalıkla yönlendirdikleri olayların dışında gerçek tesadüfler sonrası birbirlerine kavuşmayı beceriyorlar. Karakterler bu noktada, hafızaları ne kadar silinse dahi yine de birbirlerini bulan Sil Baştan’ın Joel ve Clementine’ini hatırlatıyorlar. Hatta arada kader ajanları David’e eğer onların dediği şekilde davranmazsa “reset”leneceğini, yani hafızasının tamamen silineceğini dahi söylüyorlar.

Bu arada, kader ajanları “kimi insanların adına melek” dedikleri yaratıklar. Bunu bildikten sonra, her ne kadar iki seveni ayırmaya da calışsalar, bu ajanların birisini öldürmeyeceğinden emin olduğumdan rahat bir nefes aldım. Bu ajanlar, yüzünü hiç görmediğimiz ama varlığı sürekli hatırlatılan, adı sürekli anılan “yönetim kurulu başkanı” (tanrı) tarafından yönetiliyorlar. Tanrı ve onun plânını uygulayan melekler insanların onlar için belirlenen plândan (kaderden) sapmamalarını sağlıyorlar. Ancak arada David gibi birkaç tanesi “başlarına buyruk” davranıp kaderlerini kendileri çizmek istiyorlar. Bu da tabii insaların ne kadar kader denen onlar için bir “yönetici” (tanrı) tarafından belirlenmiş bir hayatı yaşadıklarını, ne kadar aslında yaşamlarını kendi belirlediklerini tartışıyor.

Arada “yok, bu kadar tesadüf de olmaz” dedirtse dahi Kader Ajanları bir süredir izlediğim en romantik film. Bunda en önemli pay, yapaylığa kaçmayan ama yine de birbirlerini sevdiklerinden birbirlerine hep yeni bir şans daha tanıyan karakterlerin. İnandırıcı, karmaşıklıkları olan ama yapaylıktan uzak karakterler… Açıkçası kaslı vücudunu gizli ajan rollerinde görmeye alıştığım Matt Damon’ı romantik bir adam rolünde görmek de beni mutlu etti. Bir de tabii David’in hayatının aşkı Elise Sellas rolündeki Emily Blunt… O kadar inandırıcı ki gerçekten dansçı olmadığına inanmak zor.

Ajan/melekler arasında bir tanesi var ki onun yeri özel. O David’den sorumlu olan Harry Mitchell. Bu yorgun melek yaptığı bir hata sayesinde Elise ile David’in tekrar karşılaşmasını, David’in ajanların farkına varmasını, dahası bilerek ve isteyerek ikisinin kavuşmasını sağlıyor. En sonunda da David ile Elise’e yönetim kurulu başkanından (tanrıdan) bir mesaj getiriyor bu ajan/melek -artık kendi kaderlerini çizmekte özgürdürler. Hmmmm, bu insanlarla duygusal bağ kurabilmek gibi insani özelliklere sahip, arada sırada (David’in yaptığı gibi) tanrının kendisi ile karıştırılan bu özel melek kim dersiniz?

(03 Mart 2011)

Yasemin Sim Esmen

Adım Adım Babanın Peşinde

Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone)
Yönetmen: Debra Granik
Roman: Daniel Woodrell
Senaryo: Debra Granik-Anne Rossellini
Müzik: Dickon Hincliffe
Görüntü: Michael McDonough
Oyuncular: Jennifer Lawrence (Ree), Isaiah Stone (Sonny), Ashlee Thompson (Ashlee), John Hawkes (Teardrop), Shelley Waggener (Sonya), Garret Dillahunt (Şerif Baskin), Lauren Sweetser (Gail) Cinnamon Schultz (Victoria), Dale Dickey (Merab)
Yapım: ABD (2010)

Kalemini Missouri’ye adamış Amerikalı yazar Daniel Woodrell’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan “Gerçeğin Parçaları”, bir genç kızın etrafında dolaşarak bir toplumdaki şiddet ve yoksulluğu yansıtıyor.

1963 doğumlu Amerikalı bağımsız yönetmen Debra Granik’in “Winter’s Bone – Gerçeğin Parçaları” yapıtı film, uyarlama senaryo, kadın oyuncu (Jennifer Lawrence) ve yardımcı erkek oyuncu (John Hawkes) dallarında Oscar’a adaydı. Bu bağımsız filmin hikâyesi, Missouri eyaletininden de geçen Ozarks Dağı’nın derin vadilerinde geçiyor. Ozarks, “Aux Arkansas”ın kısaltması. Branson’ın küçük kasabasında geçen bu yoksulluk ve umutsuzluk hikâyesi, onyedi yaşındaki bir genç kız Ree Dolly’nin peşine takılan kamerayla yansıyor perdeye. Ree, psikolojik çöküntü içindeki annesiyle iki küçük kardeşine, on iki yaşındaki Sonny ve altı yaşındaki Ashlee’ye de bakıyor. Uyuşturucu işlerine bulaşmış baba Jessup birdenbire ortadan kaybolmuş. Paraları yok. Yiyeceği bile zor buluyorlar. Ree, karnını doyuramadıkları atlarını bile komşularına veriyor. Ree, alacaklıların ve polisin aradığı babası Jessup’ı aramaya koyuluyor sonra. Amcası Teardrop’tan (sulugöz gibi anlamı var) ve uzak akrabalarından yardım istiyor. Akrabayız dediği Miltonlardan ölümüne dayak yiyor ve amcası, Ree’yi ölümün kıyısından kurtarıyor sonra. Bir gizeme dönüşen aramalarının sonunda, artık bu dünyada nefes almayan babasına ulaşabiliyor Ree.

Mekânlar ve insanlar…

Film, 1953 doğumlu Missourili yazar Daniel Woodrell’in 2006’da Amerika’da yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanmış. Woodrell, hikâyelerinde genelde suç duygusunu öne çıkaran yazarlardan biri. “Gerçeğin Parçaları” filminde de yazarın vahşi şiddeti anlatan satırları görsel olarak yansıyor yer yer: Milton ailesinin Ree’yi vahşice dövmesi… Final bölümünde Metrap’ın Ree’nin babasının göldeki cesededinin ellerini elektrikli testereyle doğraması… İşte bunlar perdeye yansıyan şiddetler. Elbette daha derin şiddetler de yansıyor. O da yoksulluk ve açlık. “Süper güç” Amerika’dan yansıyan bu derin yoksulluklar çok gerçekçi ve sarsıcı. Yönetmen, yoksulluktan enkaza dönüşmüş mekânlarla insanlar arasında da metafor kuruyor. Bu filminin görselliği ve renk tonları da çarpıcı. Gri-mavimsi kış görüntüleri insana gerçekten üşüme duygusu yaşatıyor, belirtmeliyiz. Bazı Amerikan bağımsız filmlerine Amerika’nın “yeni gerçekçi” filmleri diyebilir miyiz? Öncelikle son dönemlerde bunu destekleyen yapıtlar ortaya çıkmaya başladı. Yakın tarihli birkaçı hemen akla geliveriyor. Bill Maher’ın 2008 yapımı “Sleepwalking – Uyurgezer”, Courtney Hunt’ın 2008 yapımı “Frozen River – Donmuş Irmak” ve Lee Daniels’in 2009 yapımı “Precious – Acı Bir Hayat Hikayesi” filmleri gibi. “Gerçeğin Parçaları”, yazar Woodrell’in sinemaya uyarlanan tek romanı da değil. Yönetmen Ang Lee, yazarın Amerika’nın iç savaşında geçen “Woe to Live On” romanını 1999’da “Ride with the Devil – Şeytanla Yolculuk” adıyla sinemaya uyarlamıştı. Filmin canlı performanslarla duyulan şarkıları da insana iyi geliyor.

(02 Mart 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hepsi Onun İçindi

Kaçış Planı (The Next Three Days)
Yönetmen-Senaryo: Paul Haggis
Müzik: Danny Elfman-Alberto Iglesias
Kurgu: Jo Francis
Görüntü: Stéphane Fontaine
Oyuncular: Russell Crowe (John), Elizabeth Banks (Lara), Jason Beghe (Quinn), Aisha Hinds (Collero), Ty Simpkins (Luke), Brian Dennehy (Büyükbaba), Liam Neeson (Damon)
Yapım: Lionsgate (2010)

Yaratıcı yönetmen ve senaryo yazarlarından Paul Haggis, parlak bir Fransız polisiye – gerilimi “Aşk Uğruna”yı Hollywood’a uyarlamış. İki filmi yan yana koyduğunuzda gerçekten ikisi de başarılı. İkisi de nefes kesici.

Fransız Fred Cavayé’nin ilk yönetmenlik deneyimi 2008 yapımı “Pour Elle – Aşk Uğruna” filminden Hollywood’a uyarlanan “The Next Three Days – Kaçış Planı”, öncelikle kaçış bölümüyle nefes kesen bir maceraya dönüşüyor. Aslında bu film, bir erkeğin bir kadına duyduğu içten tutkunun dışarı yansıması. Fransız filminde de öyleydi. Hikâye üç yıl öncesinden başlıyor ve sonraki üç günle seyircileri nefes nefese bırakıyor. Bu trajik hikâye Pennsylvania’nın Pittsburg şehrinden yansıyor. Edebiyat öğretmeni John Brennan’ın eşi Lara, işyerinde patronuyla kavga etmiş. Patronu o gece öldürülünce polisin ilk şüphelisi olarak tutuklanıyor. Oğlu Luke’la yapayanlız kalan John, karısını kurtarmak için internet üzerinden keşfettiklerini uygulamaya koyuyor. Hapishaneden firar etmeyi birkaç defa başarmış Damon Pennington’ın tavsiyelerini dinledikten sonra plânlarını bir bir uyguluyor. Elbette bu arada hayat da akıp gidiyor. Hikâyeye başka insanlar da giriyor ve her şey daha da insancıllaşıyor. Filmin final bölümü de heyecan vericiydi. Bir şeylerin boşlukta olduğunu düşünen polis dedektifi Quinn, yağan yağmurlar altında kaldırım kenarından mazgala doğru akan suyu takip ediyor, gerçeğe yaklaşıyor, ama gerçeği seyirci öğrenebiliyor sadece. Lara, polisin gözünde sonsuza kadar suçlu kalacak belki de.

Oscarlı yönetmen Haggis…

1953 doğumlu Kanadalı yönetmen Paul Haggis, her türlü ırkçılık karşıtı ve “En İyi Film” dalında da Oscar kazanmış 2004 yapımı “Crash – Çarpışma” filmiyle hatırlanıyor sinemaseverlerce. Yönetmenin savaş karşıtı 2007 yapımı “In the Valley of Elah – Tanrı’nın Vadisinde” filmi de önemli. Haggis, büyük oyuncu – yönetmen Clint Eastwood’un Oscarlar kazanmış 2004 yapımı “Million Dollar Baby – Milyonluk Bebek” ve 2006 yapımı “The Flags of our Father – Atalarımızın Bayrakları” filmlerine de senarist olarak katkıda bulundu. Hatta son iki “007 James Bond”un senaryo yazımlarına bile katıldı yönetmen Haggis: 2006 yapımı “Casino Royale” ve 2008 yapımı “Quantum of Solace…” Yaratıcı yönetmenlerden Haggis, Hollywood’a uyarladığı Fransız hikâyesinin gölgesinde kalmamış, üstelik duygu yansımaları ve gerilim yaratma yönlerinden nerdeyse “Aşk Uğruna”yla başa baş gidiyor kendi filminde. “Kaçış Planı”nda, iç ve dış mekânların yansıyışı, ışık düzenlemeleri, çarpıcı kamera açıları ve kurgusu, yönetmenin “007 James Bond” seriyalinden teorik olarak keşfettiklerini pratik olarak uygulaması gibi. “Kaçış Planı”nın kameramanı da Fransız. Kameraman Stéphane Fontaine, Jacques Audiard’ın 2009 yapımı “Un Prophète – Yeraltı Peygamberi” filminden hatırlablir. Oyuncu performansları da birinci sınıf. Öncelikle yan karakterler filmi gerçek anlamda zenginleştiriyorlar. Film iyi, yönetmen iyi, hikâye iyi, oyuncular iyi. Haggis, filmleri takip edilmesi gereken yönetmenlerden.

(23 Şubat 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Halit Refiğ’in Yeri Hiçbir Zaman Doldurulamayacak 2

Halit Refiğ’in hayatında Burgaz adası daima önemli bir yer tuttu. Çocukluğunun Burgaz’ı denizin pırıl pırıl olduğu, içinde renk renk, bugün soyu tükenen balık çeşitlerinin (Lapina, Çırçır, Kayabalığı, Horozbina, Gümüşbalığı, Zargana, Denizatı, Dragonya ve daha niceleri) yaşadığı cennet gibi bir adaydı.

Halit Refiğ çocukluğunda (1940’larda) bir ara gemi kaptanı olmayı bile hayal etti. 1980’lerin ilk yarısına gelindiğindeyse Marmara o denli kirlenmişti ki, denize girmek ada sakinlerine tavsiye edilmiyordu. Halit Refiğ, o dönemde Adalarda evleri bulunanların denize girebilmek için Akdeniz’e kadar gittiğini söylüyordu. Yeri gelmişken belirtelim, Halit Refiğ’in 1985’te gerçekleştirdiği Tarık Akan’lı “Son Darbe” adlı film, fabrika atıklarının akarsulara verilmesi ve balıklarla insanların zehirlenmesi gibi çevre sorunlarını beyazperdeye yansıtan ilk filmlerimizdendir.

Babası

Halit Refiğ, babasıyla hiçbir zaman yakın olmadı. “Babamla hiçbir ruh yakınlığı olmadı hayatta,” demiştir. Kendisine rol modeli olarak Ata amcasını almıştı.

Annesi

Halit Refiğ, çocukken annesi kendisini kadınların çok hoşlandığı bir melodrama götürünce sinemada isyan çıkarmıştı. Oysa bir anne sırf çocuğuna eşlik etmek için sadece çocuklara yönelik bir filme bile katlanabilmekteydi. Anneler fedakârdı, çocukları değil. Annesiyle bir başka çatışmasısıysa eve getirdiği iki yavru kedinin sokağa bırakılması üzerine gerçekleşti. Halit Refik Refiğ ve Gülper Savaşçın Refiğ çifti kelimenin tam anlamıyla birer katıksız kediseverdir. Halit Refik Refiğ ve Gülper Savaşçın Refiğ çifti, sinema filmleri, TV dizileri ve TV filmleri çekilirken hayvanlara zarar verilmesine karşı çıkmışlardır.

Halit Refiğ ve Freud

Halit Refiğ, dört yaşından onbeş yaşına kadar çoğu ürkütücü, çoğu korkunç rüyalar gördü. Bunun için de rüyalar ve cinsellikle ilgili bulabildiği ne kadar İngilizce kitap varsa bunları yutarcasına okudu. “Freud benim düşünce hayatımda ilk büyük etkidir. Freud, ilk ve en sürekli etki oldu benim hayatımda. Freud insanın içindeki doğayı korkusuzca tanımasına yol açtı,” diyordu. Gördüğü bir rüyadan esinlenerek, Fettullah Gülen’in manevi önderi olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın maddi imkânlarıyla 1996’da “Köpekler Adası”nı gerçekleştirdi.

Halit Refiğ ve Karl Marx

Halit Refiğ: “Freud’un yanına koyabileceğim kadar üzerimde en büyük etkiyi Marx yaptı. Tabii Freud’un etkisi daha derin. Freud’un üstünde en çok durduğu, insan davranışlarında cinselliğin bir temel etken olması meselesiydi. Tabii ben bunu ben kendi özel hayatımda da yaşıyordum. Sadece kitabi olarak Freud böyle yazmış diye değil. Freud’a ben niye ilgi duyuyorum? Çünkü onun meseleyi ortaya koyuş tarzını etrafıma, içinde bulunduğum hayata uyguladığımda ‘adam ne güzel görmüş’ diye düşünüyorum. Benim gözlemlerim Freud’un kuramsal olarak getirdiği görüşleri doğrular yoldaydı. Dolayısıyla ben cinselliği insan davranışlarının bir temel enerji kaynağı olarak görmekteyim.”

Yaşamından Kısa Kısa Notlar:

* Halit Refiğ, Kuran-ı Kerim’i ilk defa İngilizcesinden okudu.

* 1938’de Mısır filmi “Aşkın Gözyaşları” Türkiye’de kitlesel ilgi gören ilk filmlerden biri oldu.

* Halit Refiğ İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşadığı Nişantaşı’nda yalınayak gezen insanlara rastlamıştır. Ekmeğin karneyle verildiği o dönemde ailesi Varlık vergisi darbesi yemiştir.

* Halit Refiğ, 1948’de belediyenin Türk filmlerinden aldığı verginin yarı yarıya indirilmesinin Türk sinemasında canlanmaya yol açtığını söylemiştir. Böylelikle o güne kadar seyircilerine Türk filmi göstermeyen pek çok sinema salonu kapılarını Türk filmlerine açmıştır. Refiğ, “Ancak Türk sineması devlete rağmen oluşmuş bir şey. Devletin dışında oluşmuş bir şey. Devletin resmi politikası dışında oluşmuş bir şey” diyordu.

* 1949’da Lütfi Akad’ın yönettiği Halide Edip Adıvar uyarlaması, “Vurun Kahpeye” Türkiye sinemalarında ilk seyirci rekorlarından birini kırdı. Başrollerde Sezer Sezin, Kemal Tanrıöver vardı. Yapımcı Hürrem Erman’dı.

* Halit Refiğ, 1951’de filmci olmaya karar verdi. Refiğ bu konuda şunları söylemiştir: “Benim gençlik yıllarımda filmcilere kötü yola düşmüş, sapmış insanlar olarak bakılırdı. O yıllarda filmcilik itibarlı, saygın bir meslek değildi.”

* 1952’de Lütfi Akad’ın Ayhan Işık’lı “Kanun Namına”sı Türkiye sinemalarında ilk seyirci rekorlarından birini kırdı. Türkiye’nin her yanına elektirik götürülmesi yeni sinema salonları ve yeni sinema seyircileri anlamına geliyordu.

* Halit Refiğ, 1952 yazında üniversitedeki birinci yılının sonunda filmcilik işini öğrenebilmek için hiçbir ücret almadan Ses Stüdyosu’nda çalıştı. Burada yaptığı iş, film parçalarını dublaj için projeksiyon / makine dairesine götürmek ve isteyenlere çay kahve taşımaktı. İşi öğrenebilmek için montaj odasına o kadar çok girip çıktı ki bu stüdyoda “Allahaısmarladık” filminin montajını ve seslendirmesini yapan Sami Ayanoğlu genç Halit Refiğ için “Nereden çıktı bu at sineği” diyerek ondan rahatsızlığını dile getirdi. Refiğ filmciliği öğrenebilmek için, “İstanbul’un Fethi”nde (1951) Fatih Sultan Mehmet’i canlandıran Sami Ayanoğlu’nu adeta göz hapsine almıştı, sürekli onu izliyordu.

* Halit Refiğ, 1952’de Metin Erksan’ın yönettiği ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı “Aşık Veysel’in Hayatı / Karanlık Dünya”nın başına gelenleri hep anlatır dururdu. O dönemde Türk film denetimi / sansürü, çekildiği Anadolu yöresini olduğu gibi gösteren bu filmi yasaklamakla kalmadı; kese biçe tanınmaz hale getirdi. Bu eşi, benzeri, örneği ancak Sovyetler Birliği’nde görülen türden bir yasaklamaydı. Filmin suçu, bir Anadolu köyündeki günlük yaşamın çıplak gerçeklikle yansıtılmasıydı. Bölgedeki toprakların bereketsizliği, çoraklığı, verimsizliği, kıraçlığı, çevredeki yeşil yoksunluğu, ekinlerin cılızlığı, halkın yoksulluğu, sefaleti beyazperdeye belgesel gerçekliğiyle yansıtılınca film Türkiye’deki sansür kurulunun gazabına uğradı. Film, Amerikan belgesel filmlerinden alınan / çalınan traktör, gürbüz / gelişmiş başak, ekin sahneleri eklenerek makyajlı olarak gösterime çıkarılabilecekti. 1986’ya kadar Türk sinema filmlerinin senaryoları çekimden önce devlet denetiminden ve sansüründen geçmek zorundaydı.

* Halit Refiğ, 1953’te Taksim Belediye Gazinosu’nda Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”nun seslendirilmesine dinleyici olarak katılmasını hayatının en mutlu ve en büyük olaylarından biri olarak tanımlamıştı.

* Refiğ’in çocukluk ve delikanlılık yılları İstanbul’da geçti. Gördüğü ilk köy İstanbul’daki Polonezköy’dü. Avrupa eğitimi almış bir ailenin Avrupa eğitimi almış bir çocuğu olarak İstanbul’dan Anadolu’ya ilk gittiği 1953’te gördüğü manzaralar ve karşılaştığı derin yoksulluk, yokluk, sefalet karşısında şok geçirdi.

* 1953’te yedek subay topçu okuluna girdi. 1954 ve 1955’te yedek subaylığını Kore’de yaptı. 25 günlük bir deniz yolculuğuyla İzmir’den Kore’ye askere gitti. Kore’ye gittiğinde savaş bitmiş, ateşkes yapılmıştı.

* 1954’te Hindistan’dan gelen “Avare” filmi Türkiye’de gelmiş geçmiş tüm seyirci rekorlarını kırdı.

* 6 Eylül 1955 Salıyı 7 Eylül Çarşambaya bağlayan gece yaşanan ve eşi benzeri 29 Mayıs 1453 Salı günü yaşanan yağmanın tanıklarından biri de Halit Refiğ’di. Bu konuda şunları söyleyecekti: “6 – 7 Eylül’de İstanbul’daki kanunsuz, kuralsız gecekondulaşmanın bir tahrik sonucu İstanbul’u nasıl darmadağın edeceği olayı yaşamıştır. Ben o gün İstanbul’daydım ve Beyoğlu’nda yaşananları gördüm. O gün Burgaz’da olmayı çok isterdim ama değildim. Hadisenin en korkunç şekilde yaşandığı yerdeydim. O gece Burgaz’daki Rumlara saldırmak için çapulcular adaya çıkmaya kalkıştığında adadaki Türkler çapulcuları geri püskürtüyor. 6 – 7 Eylül İstanbul tarihinde acı bir dönüm noktası olmuştur. O gece şehrin kenar semtlerinde kümelenmiş bir kısım yeni sakinlerin gayrimüslim oldukları bahanesiyle İstanbul’un yerleşik kültürünün temsilcilerine karşı, yanlış hesaplanmış örtülü devlet desteği ile giriştikleri saldırı ve yıkım, aslında fiilen değilse bile manen daha sonraki yıllarda da devam edegelmiştir.”

* Halit Refiğ, 1957’de Nijat Özön’ün önerisiyle Kemal Tahir’in “Körduman” adlı romanını okudu ve Tahir’in en sadık hayranları arasında yerini aldı.

* Halit Refiğ, 1959 yılında önce mektupla, sonra yüz yüze tanıştığı Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Walter Lassally ile bir türlü bir yolunu bulup çalışma olanağı bulamamıştır. Lassally Türkiye’deki iptidai kameralarla mucizeler yaratan Kriton İlyadis’i çok takdir etmiştir. Lassally özellikle de İlyadis’in Osman Seden’in “Düşman Yolları Kesti”sinde elde ettiği görüntüleri çok beğenmiştir.

* Halit Refiğ, Türkan Şoray’ın sinemada bir geleceği olamayacağını öngörerek de fena halde yanıldı. Cüneyt Arkın’ın da büyük bir yıldız olabileceğini başlangıçta öngöremedi.

* 1962’de Türk Film Sansür Kurulu Metin Erksan’ın “Yılanların Öcü”nün halka gösterilmesini yasakladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel filmi izleyip çok beğenince bu yasak kaldırıldı.

* 1960’larda Türk filmlerine İstanbul’da ve Türkiye genelinde gösterime girmeden önce Bursa, Eskişehir, Adapazarı gibi yerlerde test gösterimi de denebilecek ön gösterimler yapılırdı. Bu gösterimlerdeki reaksiyonlar Türkiye genelindeki reaksiyonu da yansıtırdı. Bu dönemde seyirci ilgisizliğine uğrayan belli başlı filmler, “Haremde Dört Kadın”, “Karanlıkta Uyananlar”, “Suçlular Aramızda”, “Sevmek Zamanı” oldu.

Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri”nde “Top Gun”ın öncüsünü, Ata’sını gerçekleştirmişti

* Göksel Arsoy’un eşinin babası Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in yakın arkadaşı olduğundan İrfan Tansel’in özel desteğiyle çekilen “Şafak Bekçileri” adeta “Top Gun”ın öncüsüydü. Göksel Arsoy’un eşi general kızı ve Göksel Arsoy’un babası hava kuvvetleri mensubu olduğundan Eskişehir’deki jet üssünün olanakları bu filme sunuldu. Halit Refiğ’e jetlerle gökyüzünde turlar attırıldı… Burada bir parantez açalım Refiğ yedek subay topçu okulundayken bir ara hava kuvvetlerinde pilot olmak için başvurmayı düşündü, sonra bu kararından vazgeçti.

Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin önde gidenleri “Şafak Bekçileri” çekilirken o denli hoşgörü gösterdiler ki, Halit Refiğ çekimlere ara vererek bir önceki filmi “Şehirdeki Yabancı”nın gösteriminde bulunabilmek için Moskova’ya gitti. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin desteğiyle gerçekleştirilen “İstanbul’un Fethi”nden sonraki Türk Silâhlı Kuvvetleri – Türk filmciliği işbirliğinin istisnai iki örneğinden biridir, “Şafak Bekçileri.”

“Şafak Bekçileri”nin gökyüzü sahnelerini görüntü yönetmeni Kenan Kurt’un yükseklik korkusu olduğundan Halit Refiğ çekti. Kurt Türkiye’nin en iyi görüntü yönetmenlerinden Kriton İlyadis’in yetiştirmesiydi.

“Şafak Bekçileri” önce sansür tarafından yasaklandı. Sonra Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in araya girmesiyle kesintisiz gösterilme hakkını elde etti.

“Şafak Bekçileri”nin seyirciler tarafından çok tutulması üzerine “Gurbet Kuşları” için teklif aldı. “Gurbet Kuşları” işini “Şafak Bekçileri”nin gişe başarısına borçlu olduğunu daima söylemiştir. Ancak “Gurbet Kuşları”nın yapımcısının parası bitince senaryodaki bazı anahtar ve temel sahneleri çekme olanağını hiçbir zaman bulamadı. Bu eksiklikten dolayı daima üzülmüştür.

* İstanbul’u fethetmeye gelen bir ailenin öyküsünü konu alan “Gurbet Kuşları” için ilk Antalya Film Festivali’ne Halit Refiğ’i davet eden Antalya Belediye Başkanı Avni Tolunay “Mayolarınızı alın gelin, sizi bekliyoruz,” dedi.

“Gurbet Kuşları” filminin korsan kopyaları “Altın Şehrin Fatihleri” adıyla Hindistan sinemalarında seyirci rekorları kırmış ancak bu başarıdan Refiğ’e tek kuruş bile pay düşmemiştir. Hindistan’dan gelen Halit Refiğ toplu gösterisi düzenleme talepleri Emre Kongar’ın müsteşar olduğu dönemde Kültür Bakanlığı’nca değerlendirilmemiştir.

* Halit Refiğ’in “İstanbul’un Kızları” adlı filminin setinde meydana gelen trajik bir kazada set işçilerinden biri elektirik çarpması sonucu hayatını kaybetmiştir.

* Halit Refiğ, sonradan kaybolan filmi “Şehrazat”ın bir kopyasına ulaşmayı çok arzuluyordu. Ama bu hayali gerçekleşmedi. “Şehrazat” erkekleri tek kullanımlık olarak değerlendirdikten sonra yenisinin peşine düşen sıradışı bir kadının öyküsüydü. Bu filmde Gülbin Eray’ın göğüslerinin beyazperdede görünmesi muhafazakâr seyirci üzerinde şok etkisi uyandırdı.

* 1964’te Lütfi Akad, Halit Refiğ’in de hayranlığını kazanan filmi “Tanrı’nın Bağışı Orman” adlı filmini gerçekleştirdi. Bu zamanının çok ötesindeki film, bu satırların yazarına göre Akad’ın en iyi filmidir. Akad bu filminde gezegenimizde yaşayan tüm insanları, çocuklarının ve torunlarının geleceğini koruyabilmek için, ağaçları ve ormanları korumaya davet ediyordu. Refiğ, Çelik Gülersoy’un 1972’de yayınlanan ve ağaç katliamı yapmamızdan dolayı yazarın duyduğu acıları dile getiren “İstanbul’un Anıtsal Ağaçları” adlı kitabını da çok önemsiyordu. Refiğ’e göre, “Ormanlarının yok edilmesi, tüketim çılgınlığı, sanayi ve nükleer atıklar dünya gezegenini hayvanlar ve insanlar için yaşanmaz hale getirecekti.” Lütfi Akad’ın ”Tanrı’nın Bağışı Orman”ı, insanoğlunun yaşadığı gezegeni kendi için bir cehenneme çevirmekte olduğunu konu alan, ”Artificial Intelligence – Yapay Zeka” (2001), “Day After Tomorrow – Yarından Sonra” (2004), “An Inconvenient Truth – Uygunsuz Gerçek” (2006), “Earth – Yuva” (2007), “Wall-E / Vol.İ” (2008), “Knowing – Kehanet” (2009) gibi filmlerden çok önce hayatın kaynağını, en çok korunması gerekeni, daha 1960’ların ilk yarısında gösteriyordu.

Metin Erksan ve Halit Refiğ

* Halit Refiğ ve arkadaşlarının Sinematek çevresinde toplanan sinema yazarları ve film eleştirmenleriyle 1964’ten başlayarak yolları ayrılmaya başladı. Refiğ, Yaşar Kemal, Semih Tuğrul, Onat Kutlar, Şakir Eczacıbaşı, Tuncan Okan ve Nijat Özön’ün Sinematek çevresinde toplanarak Türk sinemasına karşı cephe aldıklarını birçok defa söylemiştir. Halit Refiğ, Onat Kutlar’ın Metin Erksan ve kendisi için “Yeşilçam’ın satılmış kapıkulu köpekleri” dediğini hatırlatıyordu. Sinematek oluşumuna Metin Erksan’ın davet edilmemesi Refiğ’e göre Türk Film Arşivi yani Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nin kurulmasına vesile oldu. Çünkü Refiğ’e göre fanatik bir Metin Erksan hayranı görünen Şekeroğlu Türk filmlerinin korunacağı bir kurumun temellerini böylelikle attı.

Refiğ bu konuda şunları söyleyecekti: “Sinematek Derneği etrafında toplananlar Metin Erksan ve beni filmcilik sektöründen tasfiye etmek için savaş açmıştı.”

Yıllar sonra Sinematek Derneği’nin kurucularının bir başka girişimi olan İstanbul Film Festivali’nin ödülünü yakın arkadaşı Metin Erksan reddederken, Halit Refiğ kabûl etti. Metin Erksan ile Halit Refiğ’in bir başka görüş ayrılıkları da Atatürk Filmi konusunda yaşandı. Erksan’a göre en iyi Atatürk Filmi’ni Amerika’nın en önde giden yönetmenleri çekebilirdi. Refiğ’e göreyse en iyi Atatürk Filmi’ni Türk yönetmenler gerçekleştirebilirdi.

* Yine 1964’te yönetmen Orhan Aksoy’un siyah beyaz çekilen, görüntü yönetmenliğini ustaların ustası Kriton İlyadis’in yaptığı, başrollerini Hülya Koçyiğit ile Ahmet Mekin’in üstlendiği “Vurun Kahpeye” Türk sinema tarihinin en çok seyirci toplayan filmlerinden birine dönüşecekti. Yapımcı yine Hürrem Erman’dı.

* Halit Refiğ, 15 Ekim 1965 seçimlerinde oyunu Türkiye İşçi Partisi’ne, 1995 ara seçimlerinde Necmettin Erbakan’ın partisine verse de seçimlerde genelde CHP’den yana oy kullandı.

* 11 Aralık 1965’te Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel’in kurduğu ve 6 Kasım’da 252 oyla güvenoyu alan 30. Cumhuriyet Hükümeti’ne karşı yayınlanan ve solcu aydınların imzaladığı bildiride Halit Refiğ, Lütfi Akad, İsmail Cem, Atıf Yılmaz, Refik Erduran, Yaşar Kemal, Doğan Hızlan, Şevket Altuğ, Çetin Altan, Doğan Avcıoğlu, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Ali Ulvi Ersoy, İlhan Selçuk, Turgut Boralı’nın da imzası vardı. Bildiride hükümetin dış politikada Amerikan uyduluğundan vazgeçmesi, Vietnam’da Amerika’nın emperyalist amaçlarla giriştiği savaşa son vermesi istenmekteydi. Bildiride kitap toplatmalar, tiyatro oyunu yasaklamalar protesto edilirken, “Zorbalık devirlerinde geçerli olan, hukuk devletine yakışmaz, gizli raporlar, fişlemeler aydınları karalamak için kullanılıyor” ifadesine yer veriliyordu.

* Halit Refiğ, cebinde akrep olan insanlardan değildi. Türk sineması konusunda kaynak kitap niteliğindeki Sinema 65 Dergisi’nin yayın hayatına devam edebilmesi yüklü bir para yardımı yapması da bence çok takdire değer bir davranıştır. Üstelik bu cömertliğini kendisi değil sinema tarihçisi ve yazarı Agâh Özgüç anlatmıştır.

* Yönetmen Orhan Aksoy’un renkli olarak 1965 yılında çektiği Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun’lu “Hıçkırık”ın seyirci rekorları kırmasıyla Türk sinemasında siyah beyaz çekilen filmler azalmaya başladı. Ancak, Halit Refiğ’in siyah beyaz çekilen “Karakolda Ayna Var”ı da 1966’nın çok seyirci toplayan filmleri arasına adını yazdırmayı başardı.

* Halit Refiğ, 1967’den itibaren Hülya Koçyiğit’li filmlerin Yunanistan’da, Cüneyt Arkın’lı filmlerin İran ve Güney Amerika’da, Emel Sayın’lı filmlerin Mısır, diğer Kuzey Afrika ülkeleri, Arap ülkeleri ve Sovyetler Birliği’nde, Türkan Şoray’lı ve Zeynep Değirmencioğlu’lu filmlerimizin İsrail’de seyircilerin gözdesi olduğu dönemin Türk sinemasının en geniş dış pazara sahip olduğu zamanlar olduğunu söylerdi.

Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin”i Sovyetler Birliği’nde 25 milyon insan izlemişti

Halit Refiğ, Türk-Sovyet ortak yapımı, Nazım Hikmet’in eserinden uyarlanan, Türkan Şoray, Yılmaz Duru, Faruk Peker’li “Bir Aşk Masalı: Ferhat ile Şirin”in (1978) Sovyetler Birliği’nde 25 milyondan fazla insanı sinema salonlarına çektiğini hatırlatırdı. Atıf Yılmaz’ın Hülya Koçyiğit, Murat Soydan’lı “Cemile”sinin Arap ülkelerinde çok seyirci topladığını da söylüyordu. Türk filmlerinin Bulgaristan’da da bir ara kendilerine seyirci bulduğunu hatırlatıyordu. 1989’da Irak’ta İbrahim Tatlıses-mania yaşandığına da tanıklık etmişti. Bağdat’ta bir sinemada 1985 yılının İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar’lı “Mavi Mavi” filminin 43 haftadır aralıksız gösterildiğini öğrenecekti. Yılmaz Güney’li filmlerin 1970’lerden başlayarak yurt dışından çok sayıda alıcı bulduğunu da sözlerine ekliyordu.

İkinci Evliliği

* Halit Refiğ, İstiklal Caddesi’nde gördüğü ve çok beğendiği İsveçli Eva Bender’le hemen o anda film çevirmek istedi. Bir gece kulübünde çalışan Eva’nın alkol bağımlılığı vardı. 1961’de evlendiği Nilüfer Aydan’dan sonra 1968’de Eva Bender’le evlendi ve bu evlilik 1972’ye kadar sürdü.

Hakaret Sağanağı

* Kasım 1968’de Onat Kutlar’ın Papirüs Dergisi’nde yayınlanan “Yeşilçam” başlıklı yazısında Metin Erksan ve Halit Refiğ için şöyle deniyordu: “Sömürücü, uyutucu, ve kapkaççı Yeşilçam düzeninin kapı köpekliğini bu iki satılmış ve hasta soytarı (Metin Erksan ile Halit Refiğ) yapmaya başlamıştır. Şimdiye kadar kendilerine bataklık içinde küçük birer umut, düzeni kendi çaplarında da olsa zorlayan birer ilerici olarak bakılan bu iki Abdurrahman Çelebi’nin maskesi düşmüştür. Altından çıkan gerçek yüz Mussolini müsveddelerinin faşist çizgilerinden, gerçek bir sanatçı olamamaktan gelen kokuşmuş, karmaşaların izlerinden ve en önemlisi paranın kirli destelerinden örülüdür.”

Halit Refiğ, “Bu yazı çıktığında ben bir yıldır işsizdim. Parasızlıktan otomobilimi, ev eşyalarımı ve giysilerimi bile satmak zorunda kalmıştım. Metin Erksan’da uzun süredir işsizdi. Ev kirasını ödeyemeyince eşyalarına haciz kondu ve sokakta kaldı,” diyecekti.

Mutlu Parkan’ın Ulus Gazetesi’nde yayınlanan yazısı da daha az suçlayıcı değildir: strong>“Sansürle işbirliği ederek bir soygun şebekesi gibi çalışan Yeşilçam, ‘Killing’inden ‘Kuyu’suna, Aram Gülyüz’ünden Metin Erksan’ına, Halit Refiğ’ine kadar, tarih önünde hangi suçlardan yargılanacağını hiç hesaba katmadı.”

* 1973’te yapımcı Hürrem Erman üçüncü kez “Vurun Kahpeye” uyarlaması gerçekleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 50. Yıldönümüne yetiştirilen bu “Vurun Kahpeye” renkliydi ve yönetmeni Halit Refiğ’di. Başrollerde Hale Soygazi ve Tugay Toksöz vardı. Adnan Saygun’un da müziği bu filmde kullanılmıştı. Bu “Vurun Kahpeye” uyarlaması ilk iki uyarlamanın seyirci başarısını tekrarlayamadı.

Amerika’yı keşfediyor

Halit Refiğ: “Annie ve Ersin Pertan 1974 yazında beni tarih profesörü Rogers Hollingsworth ile Büyükada’daki evlerinde tanıştırdılar. Üç yıl sonra Amerika’ya gittiğimde Yale Üniversitesi’nde Profesörlük yapan Rogers Hollingsworth kahvaltı masasının üzerine 1 Amerikan doları koydu. ‘Bak Halit’ dedi, ‘ne görüyorsun?’, ‘1 dolar’ dedim. ‘Hayır, dikkatle bak ne görüyorsun’ diye ısrar etti. Paranın üzerinde ‘Tanrı’ya inanırız,’ yazıyor. ‘Bak’ dedi, ‘biz Tanrı’yla parayı birleştirmiş bir milletiz. Burada olduğun sürede, birçok Amerikalı ile tanışacaksın. Onlar seninle konuşurken ölçecekler biçecekler; senin onlara kaç dolarlık faydan olur, kaç dolarlık zararın olur. Senden gelecek faydanın yüksekliğine göre yakın ilgi gösterirler; senden gelecek dolar zararına göre mesafe koyarlar. Bunu bil, ona ona göre ilişkilerine dikkat et. Hoş geldin Amerika’ya’ dedi. Gerçekten bunun Amerika’nın geneli için yapılmış çok gerçekçi bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum.”

Refiğ, Oscar Wilde’ın “Satın alınamayacak hiçbir değer yok. Paran yoksa itibarın da yok,” sözlerinin Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarını çok iyi anlattığını söylüyordu.

* 1976’da Giovanni Scognamillo’nun “Batı’nın İnanç Temelleri” adlı kitabı yayınlandı. Refiğ bu kitap için “Scognamillo kitabında ferdiyetçiliğin sonucu olan yalnızlık ve yabancılaşmanın Batı toplumlarında meydana getirdiği bunalıma dikkat çekiyordu. Scognamillo kitabının bir yerinde şöyle yazmıştı: “Alçakgönüllülük ve kardeş sevgisi, Batı’nın unuttuğu, herkes ve her zaman için gerçek değerlerdir. Mesele bunları unutmamak, çare ise bunalıma, yabancılaşmaya ve dengesiz arayışa karşı bunları yeniden diriltmektir.”

Halit Refiğ Sinema Tarihçisi, Sinema Yazarı, Film Eleştirmeni Giovanni Sognamillo’yu Anlatıyor:

“Her vesile ile tekrarlıyorum, Beyoğlu’nu en iyi şekilde iki gayrimüslim anlatmıştır. İlki Said N. Duhani’ydi. İkincisi Giovanni Scognamillo’dur. Onların anlattıkları Beyoğlu ortadan kalktığına göre bir başka anlatıcının çıkması ise artık pek mümkün görülmemektedir.

Giovanni Scognamillo’yu anılarını yazmak için teşvik ederken onun çocukluk dünyasının, anasının, babasının ailelerini, içinde büyüdüğü çevrenin özelliklerini anlatmasını istiyordum. İstanbul’un Türk ve Müslüman asıllı olmayan cemaatlerinin özelliklerini, bu toplumdaki yerlerini ve işlevlerini, o dünyanın içinde yetişmiş Giovanni Scognamillo’dan daha açık sözlü, nesnel ve gerçekçi bir biçimde ifade edebilecek bir başka kimseyi tanımadığım inancındayım. Onunla bu konuyu ilk konuştuğumuz zamanlar henüz Beyoğlu’nu kurtarma ya da yeniden yaşatma hareketleri yoktu. Evet bu moda çıkmasaydı Scognamillo’nun kitabının basılması ve ilgi toplaması da belki zor olurdu.

Said N. Duhani ile Giovanni Scognamillo’dan başka birçok kimse Pera – Beyoğlu üzerine yazdı. İstanbul’u ziyaret eden yabancılar, Beyoğlu’nda gezinen, hatta oturmakta olan bizim vatandaşlar… Belki meselenin ruhunu onların hiçbirinin Duhani ve Scognamillo gibi esasından yakaladığı söylenemezse de her birinde gerçekten parçaların bulunduğu kuşkusuzdur.”

6 – 7 Eylül gecesi İstanbul’daydım. Kore Savaşı’ndan yeni dönmüştüm. Beyoğlu’nun nasıl tahrip edildiğini şaşkınlık ve dehşet içinde izledim. Savaşan taraflar arasında dört defa el değiştiren Seoul’de bile böylesine bir yıkım ve yağma olduğunu sanmıyorum. Evet o gece İstanbul tarihinde bir dönüm noktasıydı. Belki de o gece yaşanan 29 Mayıs 1453 Salı gününden bu yana en keskin dönemeçti. Hoşgörünün ve güven içinde birlikte yaşama ülküsünün sonu.

Benim Beyoğlu’nu yakından tanıyışım o geceden sonradır. Beyoğlu’nu en iyi tanımış, en iyi anlatmış kimseleri de o tarihten sonra tanıdım. Giovanni’yle 1959 yılında Baylan’da tanıştık. Metin Erksan, Atilla İlhan, Kemal Tahir ve Giovanni Scognamillo ile Beyoğlu’nun o sözü çok edilen Baylan Pastahanesi’nde ilk olarak bir araya geldik.

Gerçek bir Beyoğlu’lu olan Giovanni Scognamillo’nun çok doğru bir şekilde belirttiği gibi Beyoğlu’nu ortaya çıkaran şartlar kaybolduğunda o semtin geleneksel özelliklerinin de ortadan kalkması kaçınılmaz bir durumdu.

1964’te gösterime sunulan ve şu anda kayıp olan ‘Şehrazat’ adlı filmimi Giovanni kadar ana hatlarıyla, temel özellikleriyle yakalayıp, kavrayıp yazan olmadı. Daha sonra, ileriki tarihlerde sinemada seks, erotizm konuları ayrı bir ilgi kazandığında bu konularda yazılar yazıldı, neşredildi, ‘Şehrazat’ı bu alanda bir öncü, klâsik olarak nitelediler. Ama hepsi Giovanni’nin etkisi altında, onu referans göstererek ya da göstermeden.

Giovanni’yle ilgili bir başka anektodum: Yıl 1977. Amerikadaydım. Orada Türkiye’de eserlerini hiç tanımadığım August Derleth (1909-1971) adında müthiş bir yazar keşfettim. Onun ‘The Intercessors – Araya Girenler’ adlı eserini uyarlamaya karar verdim. O sırada Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydim. Bu eseri uyarlamak istediğimi söyledim, onlar da beğendiler. Ancak üniversite yetkilileri eserin telif haklarının kimde olduğunu bulamadı. Bu sıralarda İstanbul’daki Giovanni Scognamillo’ya durumu anlatan bir mektup yazdım. Üniversitenin bulamadığı bilgiyi Giovanni’nin mektubuma cevap olarak yazdığı mektuptan öğrendim. Giovanni’nin sayesinde yazarın telif haklarının kimde olduğunu bulabildik. Yazarın memleketi Amerika’da telif haklarının kimde olduğu araştırılıyor, Giovanni İstanbul’dan adres veriyor.

Halit Refiğ Ayrıcalıklı Mahkûm Yılmaz Güney’i Anlatıyor:

“Türk sinemasında hem oyuncu, hem siyasetçi, hem fikir adamı kişiliği Yılmaz Güney’le başlar. Yılmaz Güney yetenekli ve yaratıcı bir insandı.”

“Yılmaz Güney’in 50’li ve 60’lı yıllardaki filmlerine yurt dışından bir talep olmadı. O filmlere dünyada ilgi gösterilmedi. Yılmaz Güney yurt dışından ilgi görmeyen o filmleriyle yurt içinde kendi seyircisini oluşturdu.”

“’Alageyik’ ve ‘Karacaoğlan’ın Karasevdası’nda çalışırken Yılmaz Güney’in Kürt olduğunu bilmiyordum. ‘Sürü’ye kadar Yılmaz Güney’in filmlerinde Kürt meselesine dair doğrudan bir şeye rastladığımı hatırlamıyorum. Ben Kürt konusuyla Yılmaz Güney’in doğrudan ilgisini ‘Sürü’ filmi dolayısıyla gördüm. Tabii bu Kürt meselesi benim açımdan dışarıdan tezgâhlanan bir meseleydi. Yani uluslararası bir meseleydi. ‘Yol’ filmi izne çıkan mahkûmların karşılaştıkları manzarayı anlatıyordu, dışarıdaki Türkiye’yi içerdekinden daha büyük bir hapishane olarak göstererek. Bugün itibariyle Batı dünyasında kabûl gören bütün filmler, anti ulusalcı filmlerdir. Bugün Batı dünyasında ulusalcı diye değerlendirilen tek sinema örneği yoktur.”

“Bana göre ulusal sinema fikriyatı, en büyük darbeyi ‘Yorgun Savaşçı’nın Silâhlı Kuvvetler tarafından yakılmasıyla yemiştir. Benim açımdan, ulusalcı zihniyete en büyük darbe 12 Eylül askeri darbesi tarafından vurulmuştur. Ondan sonra zaten ulusal sinemanın lâfı edilmez hale gelmiştir. Türkiye’de Ulusal Sinema fikrine sahip çıkanlara indirilen en büyük darbe ve verilen en büyük ceza benim filmim ‘Yorgun Savaşçı’nın yakılmasıdır. Üstelik bu filmi çekmemi TRT bana teklif etti. Zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve dönemin TRT Genel Müdürü’nden aldığım onayla ve çok büyük bir devlet desteğiyle ‘Yorgun Savaşçı’yı çektim. Askeri binalar tahsis edildi. Birçok müzeden toplar, makineli tüfekler çıkarıldı. Bülent Ecevit hükümeti dönemindeki yöneticilerin yapımını kararlaştırdığı, Süleyman Demirel hükümeti yöneticileri tarafından çekimi sürdürülen, 12 Eylül 1980’den sonra da her türlü askeri yardım ve devlet desteği devam ettirilen ve 1983’te gösterime hazır hale getirilen bu filmimin yakılması tipik ve klâsik bir sansür olayı, sansür meselesi değildi. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne, zamanın askeri yöneticilerine kurulmuş bir tuzaktı. Başta Kenan Evren olmak üzere, zamanın askeri yöneticileri bu tuzağa düştüler.”

“Ulusalcı düşüncelerin tam karşıtı olan ‘Yol’un Cannes’da ödüllendirilmesi çok dikkat çekicidir. Her fırsatta ‘Yaşasın Vatan!’ diyen benim filmim Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un teşvikleri ve kışkırtmaları sonucunda devlet tarafından yakıldı. Öte yandan, ‘Yol’ filminde olduğu gibi ‘Kahrolsun Türk devleti’ diyeceksin sana dünyadan ödül yağacak. Attila İlhan gibi aydınlarsa ‘Yorgun Savaşçı’yı savunan yazılar yazmıştı.”

“1957’de yönetmen Atıf Yılmaz’a ‘Yaşamak Hakkımdır’da yönetmen yardımcılığı yaptım ve Atıf Yılmaz ile senaryo yazımına katıldım. ‘Yaşamak Hakkımdır’, Fritz Lang’ın yönettiği ‘You Only Live Once’ adlı filmin bir uyarlamasıydı. Bu filmden sonra Almanya’ya gittim. Dönüşümde Atıf Yılmaz ustamı Sarıyer’deki yazlık evinde ziyaret ettim. Oturma odasında daktilonun başında genç bir adam vardı. Atıf Yılmaz bizi tanıştırdı, ‘Yılmaz Güney’ dedi.1958 yaz ayları. ‘Bu Vatanın Çocukları’nın hazırlıkları içindeydiler. Yılmaz Güney bu filmde hem yönetmen yardımcısı, hem de oyuncu olarak görev alacaktı. Benim Almanya’da olduğum sürede Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’le çalışmış; yeni bir kabiliyetli genç bulmanın mutluluğu içindeydi. Akşam Sarıyer’deki Atıf Yılmaz’ın yanından Yılmaz Güney ile birlikte ayrıldık. Sarıyer’den Taksim’e giderken yolda Yılmaz Güney, ‘Atıf Yılmaz söyledi. Sende Sergei Eisenstein kitapları varmış, onları okumak istiyorum,’ dedi. Kitapların Türkçe olmadığını İngilizce olduğunu söyledim. Yılmaz Güney de İngilizce bilmediğini söyledi ve ‘Ziyanı yok. Yine de sen kitapları bana ver, İngilizce bilmesem de ben anlarım!’ dedi.”

“Yönetmen Atıf Yılmaz’ın Yaşar Kemal uyarlaması ‘Alageyik’ Yılmaz Güney’in oyuncu olarak ikinci ama başrol oynadığı ilk filmdi. Yılmaz Güney’in ata binme konusundaki ustalığı ve deneyimi bu rol için en büyük avantajıydı. ‘Alageyik’ alelacele yapımına girişilmiş bir filmdi. Atıf Yılmaz ‘Alageyik’e yeterince hazırlanacak bir zaman bulamamıştı. Yaşar Kemal’in senaryosundan kaba hatlarıyla olay hattı ortaya çıkartılmıştı. Sahne sıralaması da kaba hatlarıyla hazırlanmıştı. Ben de Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, senaryoyu da Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’le birlikte yazmıştık. Güney aynı zamanda ‘Alageyik’in ikinci yönetmen yardımcısıydı. Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve ben birkaç gün bir araya gelip sahne sıralaması yaptık. Bu film için elde tamamlanmış bir senaryo olmadan çekime çıkıldı. Diyalogları olmayan bir senaryoyla Antalya’ya gittik. Çekimler için Antalya’da doğru dürüst bir mekân araştırması bile yapılmamıştı. ‘Alageyik’i çektiğimiz yer bugün Antalya’nın en turistik semti haline gelmiş bulunuyor. Diyalogların bir kısmı sette yazılmaktaydı. Yarın şurada şu sahneyi çekelim diye karar veriyorduk. Ertesi gün ki çekimde Atıf Yılmaz birtakım kâğıt parçalarına yazılmış diyaloglar çıkartıyor, oyuncular ne söyleyeceklerini sette öğreniyorlardı. Benim ‘Alageyik’ setinde Türk sinemasındaki çekim şartları hakkında öğrendiklerim, ‘Yaşamak Hakkımdır’dan kat be kat fazla oldu. ‘Alageyik’ Türk sinemasında bile çok sık rastlanmayan şartlarda yapılan bir filmdi. O filmde Atıf Yılmaz’ın işin pratiğini götürmedeki olağanüstü yatkınlığını gördüm. İnanıyorum ki, o şartlarda Atıf Yılmaz’dan başka kimse eli yüzü düzgün bir film yapamazdı. Bu şartlar içinde Atıf Yılmaz hiç paniklemeden, telaşa kapılmadan, son derece soğukkanlı sadece durumu idare etmiyor, filmi de yönetiyordu. Film montajlandığında hazırlıksızlığın sonucu göze çarpan hiçbir aksaklık yoktu. Hatta bir geyik avcısının hikâyesini anlatan, adı ‘Alageyik’ olan bu filmde hiç geyik görüntüsü olmaması bile ölümcül bir eksiklik meydana getirmiyordu. Yılmaz Güney’li siyah beyaz ‘Alageyik’ sinema seyircilerinden müthiş ilgi gördü. Oysa ‘Alageyik’in Cüneyt Arkın ve Mine Mutlu’lu on yıl sonraki renkli çevrimi sinema seyircilerinden fazla ilgi görmeyecekti.”

Yılmaz Güney’le bir diğer ortak çalışmamız ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’dır. Bu filmde de ben Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, Güney yönetmenin ikinci yardımcısıydı. Yaşar Kemal’in eserinin uyarlama senaryosunda Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve benim imzam vardı. Ruhi Su’da filmin türkülerini seslendirmişti. Film belki de içerisinde yeterince macera unsuru olmadığından ya da başroldeki Devlet Tiyatrosu oyuncusu Nuri Altınok halk tarafından benimsenmediğinden tam bir gişe felâketi yaşadı.”

“1979’da Yılmaz Güney kendisiyle aram pek iyi olmamasına rağmen beni İzmit Cezaevi’ne davet etmişti. Cezaevine gittiğimde gördüm ki, burada Yılmaz Güney’in büro gibi kullandığı özel odası vardı, cezaevinde resmen bir ofisi vardı, misafirlerini orada kabûl ediyordu. Görüştüğümüz mesele için birkaç kez daha ziyaretine gittim sonradan. Yılmaz Güney, ‘Yol’un montajı için ya da filmin iş kopyaları basılırken de hapishanede olması gerekirken Balmumcu’daki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde çalışıyordu. Keza oğlunun sünneti için de cezaevinden çıktı. Yılmaz Güney’in o dönemde TRT’yle bir sorunu vardı, benim ise ‘Yorgun Savaşçı’ henüz yakılmadığından TRT’yle aram henüz bozulmamıştı. Yılmaz Güney, hem bu sorunu için yardım istedi, hem de filmlerini emanet ettiği, itimat ettiği, güvendiği arkadaşlarından alacaklarını tahsil edemediğinden yakındı. İlişkilerimi kullanarak Güney’in bazı filmlerinin TRT’de gösterilmesini sağladım ve Yılmaz Güney’de bu satışlardan para kazanmış oldu.

(28 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

İyi Oyuncular, İyi Performanslar

Gerçi bir yılın geçtiğini anlamak için illâ ki ödüllere, özellikle de Oscar’a ihtiyacımız yok ama, bir yıl daha resmen geçti gitti işte. Daha doğrusu, gitti gidiyor, iki günü kaldı. Diyorum ki, Oscar tahmini yapacağıma (yeterince yaptık, herkes yaptı) şahsen ben oyunculara çok önem veren biri olduğum için, geçen yılın iyi oyuncularından, iyi performanslarından söz edeyim. Doğal olarak, çoğu da Oscar’ın dört oyunculuk aday listesinde yer alıyor.

Oyunculuk açısından da, filmler açısından da nispeten tatmin edici bir yıldı. Önceki yıldan yirmi film seçmem istenince ne kadar zorlandığımı hatırılıyorum da. Bu yıl, bir kısmı gerçek olaylara dayanan filmler izledik, sanırım hepsi aday listesinde. Her zamanki gibi, birkaç uyarlama gördük. Ve birinci sınıf oyunculuklarla şenlendik. Üstelik bu yıl, her zamankinin aksine, kadın oyuncular da dişe dokunur karakterleri canlandırma fırsatı buldular. Oysa sinemanın kadın karakterleri çoğunlukla derinliği, inandırıcılığı olmayan karakterlerdir, kâğıt kaplanlardır. Bu yıl öyle olmadı, kadın aday bulmakta zorluk da çekilmedi.

Biz gene de erkek oyuncularla başlayalım. Jeff Bridges, iki yaşındaki figüranlığını saymazsak, 1958’den beri tek bir kötü performans sunmadan, hiçbir rolü hafife almadan sürdürdüğü oyunculuk mesleğinde geçen yıl nihayet bir Oscar ödülü de görmüştü. Bu yıl Coen Kardeşler’in filmi “True Grit / İz Peşinde” ile altıncı kez Oscar adayı oldu ama John Wayne’e tek Oscar’ını getiren karakterin Bridges için aynı mucizeyi gerçekleştireceğini sanmam. Yeterince iyi oynamadığı için değil. Time Dergisi’ne göre, Bridges insanı şişman gösteren bir kostüm giymiş karaderili bir kadını oynasa da inandırıcı olur. Geçen yıl ödülü ona kaptıran rakiplerinden biri, o zaman olduğu gibi şimdi de müthiş bir performans sunduğu için.

Colin Firth, “A Single Man / Tek Başına Bir Adam”ın dantel gibi işlediği eşcinsel karakteri George ile ona yar olmayan Oscar’ı bu yıl almazsa, tarihin en büyük sürprizlerinden biriyle karşılaştık demektir. Aylar öncesinde favoriydi, halen öyle ve bunu tamamen hakediyor. “The King’s Speech / Zoraki Kral”ın, sonradan Kral VI. George olan kekeme York Dükü ‘Bertie’sinde de, bir kraliyet ailesi mensubu olmanın yanısıra özrü olan rahatsız bir kişi olarak ve yalnız bir insan olarak gerçekten çok köşesiz bir portre çizmiş. Bir kral olsa bile, sıradan faniler olan seyircilerinin gönüllerine hitap ettiğinden eminim.

Her zaman hayran kaldığım Javier Bardem, kişiden kişiye, derinliklerine inerek ve hiç çaba harcamıyormuş kolaylığıyla geçen bir aktördür. Trajik ”Biutiful”da, pek matah biri olmayan Uxbal’ı eksiksiz bir insan olarak yaratmayı bilmiş. En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde bu yıl dikkati çeken iki performans daha var. Yetmişine varan Robert Duvall “Get Low / Büyük Sır”da 1930’lu yılların münzevi keşişi olarak her zamanki kadar iyi bir performans sunmuş. “Half Nelson / Tepetaklak Nelson”la Oscar adayı olan Ryan Gosling de, “Blue Valentine”da Oscar’a aday gösterilen Michelle Williams’ın oyununu yükseltmiş, onun başarısına eşit bir başarı yakalamış.

Kadın oyuncular ise bu yıl özellikle “En İyi” kategorisinde hoş bir renklilik arzediyor. Sık sık birlikte çalıştığı Mike Leigh’in “Another Year”inde İngiliz aktris Lesley Manville, yılın en iyilerinden. Julianne Moore ise, bu yıl adaylık konusunda yardımcı oyuncu mu, esas oyuncu mu belirsizliğinin zararını çekti. Bence “The Kids Are All Right / İki Kadın Bir Erkek”te asıl başrol karakteri onun oynadığı Jules. Gene de, dördüncü Oscar adaylığını yakalayamadı. Daha önce Annette Bening ile iki kez aynı yılda En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olan, ikisinde de ödülü alan Hilary Swank ise “Conviction / Mahkumiyet”le bir üçlemeye gidebilecek gibiydi ama, olmadı. Demek ki, şimdilik “Boys Don’t Cry / Erkekler Ağlamaz” ve “Million Dollar Baby / Milyonluk Bebek”in heykelcikleriyle yetinecek. Annette Bening’in ise, “The Kids Are All Right / İki Kadın, Bir Erkek”teki oyunuyla bunca adaylığın ardından bir ödül olsun almasını isterdim ama, dördüncü kez adaylıkta kalacak gibi görünüyor. Oysa Moore ile ikisi Nic ve Jules olarak, cinsel tercihleri söz konusu olmaksızın, sıradan bir ailenin reisleri gibi, büyük bir rahatlıkla oynuyorlar.

Michelle Williams, daha “Brokeback Mountain / Brokeback Dağı”yla ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştı. 2008 yapımı “Wendy and Lucy”de ise hakikaten, neredeyse tanınmayacak bir tiplemeyle, harikulâde bir oyun sundu. Bu yıl da “Blue Valentine”da pek dokunaklı. “Rabbit Hole”u görmediğim için Nicole Kidman hakkında bir şey diyemiyorum, gene de aklıma çocuklarını kaybetmiş kişileri oynayanlar geliyor: Sissy Spacek, Nanni Moretti, Julie Christie ile Donald Sutherland… Jennifer Lawrence ise, “Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları”nda çok baskın bir oyun sunuyor. Hailee Seinfeld ile ikisi, aciz anneleri ile küçük kardeşlerini kurtarmaya çalışan ama birbirinden farklı genç kızlarda yaşlarının ötesinde bir olgunlukta.

Gelelim “Black Swan / Siyah Kuğu”nun Nina’sı ile yılın ‘galibi’ Natalie Portman’a… Colin Firth gibi O da, verilmiş olan ödüllerin hemen hemen hepsini aldı. Boynu ve başını tutuşuyla, çok gerilerde kalmış olsa bile bale çalışmış olmasının da etkisiyle, ama her şeyden çok karakterinin bağrında çarpışan beyaz ve siyah kuğuları hayata geçirişiyle, herhalde sahiden de yılın en iyisi. Benim gönlüm Bening’den yana olsa da… Gene de Portman Oscar’da kötü bir sürprizle karşılaşabilir. Çünkü böyle erken favoriliklerin (“The Social Network / Sosyal Ağ”da olduğu gibi) oy verenleri bezdirmiş olma ihtimali mevcut. Oscar listesinde gördüğüm en önemli eksik ise “I Am Love / Benim Adım Aşk”taki, neredeyse Sophie’nin seçimi gibi bir seçim yapmak zorunda kalmış Emma’sıyla emsalsiz Tilda Swinton.

Yardımcı erkek oyuncu faslı da hayli karışık. Hem genelde aday olanların beşi de çok iyi performanslar sunduğu gibi, unutulmuş şahıs olarak “The Social Network – Sosyal Ağ”ın Andrew Garfield’i de var; yani, yeni Örümcek Adam. Beni en çok sevindiren, genellikle gözardı edilmiş John Hawkes’un “Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları”nın amcası Teardrop olarak müthiş elektriği olan bir oyun sunup fark edilmesi oldu. “The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak” ile geçen yıl Oscar adayı olan Jeremy Renner ise, bu yıl aynı başarıyı tekrarladı. Doğrusu, en iyi film kategorisine girebileceğini düşündüğüm Ben Affleck filmi “The Town / Hırsızlar Şehri”nde cidden mükemmel. Özellikle finale doğru arkasından ona seslenen polisi duymazlıktan gelerek yürüdüğü bir sahne var ki, yüzünü unutmak mümkün değil.

Mark Ruffalo ve BAFTA’yı alan Geoffrey Rush da çok başarılılar, ancak bu kategoride bu yıl (şimdiye kadarki sonuçlardan da anlaşıldığı gibi) Christian Bale’in yılı. “The Fighter / Dövüşçü”nün sonunda, onun canlandırdığı Dicky Eklund’u (üstelik de ayık haliyle) görünce, Bale’in aslında abartıya kaçmadığını bir kez daha anlıyoruz. Seçicilerin sevdiği türden sıradışı, tuhaf bir karakteri oynuyor, buna karşılık sadece dikkati çekmekle kalmıyor, karakterini doğru da yorumlamış. Hemen hemen bütün eleştirmen grupları onu seçti ama gene de Geoffrey Rush’ın ne yapacağı belli olmaz diyorum.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisi de hayli zengin. Jacki Weaver “Animal Kingdom”da suç dünyasına karışmış bir ailenin anası olarak fırtınadan farksızmış ama, ne yazık ki onu göremedim. “The Fighter / Dövüşçü”nün iki kadın oyuncusu da yılın en başarılı aktrisleri arasında. “Frozen River / Donmuş Irmak”a kadar kimsenin varlığından haberdar olmadığı Melissa Leo, birazcık ‘yüksek sesle’ ama etkileyici bir oyun sunuyor. O da ailesi üzerinde hakimiyet kurmuş bir ana. Ancak Leo da (eleştirmen ödüllerinin çoğunu aldı) erken favori olma sıkıntısı çekebilir. Amy Adams ise o kendine mahsus enerjisiyle, iki karakter arasındaki dengeyi kurmuş. Zaten David O’Russell’ın filmi, yılın en iyi oynanmış filmlerinden biri. Öte yandan, Akademi son on yılda altı kez aynı filmden iki kadın oyuncuyu aday gösterdi, içlerinden sadece Catherine Zeta-Jones ödül aldı. Yani, durum biraz vahim.

“Black Swan / Siyah Kuğu” yardımcı kadın oyuncu açısından da zengin. Winona Ryder, Barbara Hershey, özellikle de Mila Kunis, Natalie Portman’ın oyununu destekliyorlar. Aslında Kunis Oscar adayı da olabilirdi ama, En İyi Oyuncu kategorisine dahil edilmek istenen Hailee Steinfeld yardımcılığa kalınca, Kunis de liste dışı kalmıştır diye düşünüyorum. Helena Bonham Carter, “The King’s Speech / Zoraki Kral”da Ana Kraliçe olarak tanıdığımız hanımın gençliğinde, gayetle abartısız, kararlı olsa da yumuşak. Doğrusu Harry Potter filmlerinden sonra onu bir rolü layıkıyla oynarken görmek hoştu. BAFTA’yı da kazandı. Steinfeld’e gelince, “True Grit / İz Peşinde”nin ilk baskısında aynı rolü oynayan Kim Darby bile onu çok beğendi. Dolayısıyla, film eleştirmenlerinden aldığı ödüllere 15 yaşında bir Oscar da ekleyebilir.

(25 Şubat 2011)

Sevin Okyay

Halit Refiğ’in Yeri Hiçbir Zaman Doldurulamayacak

Halit Refiğ “Vicdan Sahibi Bir Aydın ve İnsandı”

Halit Refiğ’i tek bir cümleyle özetlemek gerekirse “Vicdan sahibi bir aydın ve insandı.”

1982’den bu yana tanıdığım ve birçok söyleşi yaptığım Halit Refiğ’i daha yakından tanımak isteyenlere özellikle şu kitapları hararetle tavsiye ederim: İbrahim Türk’ün “Düşlerden Düşüncelere Söyleşiler”, Şengün Kılıç Hristidis’in “Sinemada Ulusal Tavır / Halit Refiğ Kitabı”, Irmak Zileli’nin “Doğruyu Aradım, Güzeli Sevdim”, Halit Refiğ’in “Tek Umut Türkiye”, Halit Refiğ’in “Şeytan Aldatması”, Halit Refiğ’in “Ulusal Sinema Kavgası”, Ömer Serim’in “Devlet Yapar Devlet Yakar: Yorgun Savaşçı Olayı”…

Halit Refik Refiğ 5 Mart 1934 Pazartesi günü İzmir’de dünyaya geldi. Annesi İsmet Hanımla babası Cemil Refik Bey 1933’te evlenmişti. Baba tarafından ailesi Balkan Savaşı sırasında Selanik’in Yunanların eline geçmesi üzerine 1913’te İstanbul’a göç etmişti. Babasının babası Refik Bey İngiltere’deki Manchester’dan Selânik’e ilk dokuma tezgâhlarını getirten kişidir. Dedesi Refik Bey 1944’te vefat edince miras kavgaları ailedeki birliği ve düzeni bozar. Ailesi Halit Refiğ’den mühendis olmasını ister. O kendi yoluna gitmek amacıyla 18 yaşında baba evinden ayrılarak sinema ve senaryo yazarı, yönetmen olmak için bir mücadele içine atılır.

Refiğ, tek amacı hoşça vakit geçirtmek olan filmler yapmayı hiçbir zaman istemedi. “Ben o tür filmleri yapmak istemiyorum. Onları yapan çok var zaten,” diyordu. Mümkün olduğu kadar kendi içine sinen, öncelikle kendini memnun eden filmler yapmaya çalıştı. Fatura ödemek, geçimini sağlamak, ailesinin temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, seyirciye hoşça zaman geçirtmeyi amaçlayan pek çok film yapsa da, yapmak istediği filmler bunlar değildi. Yetmiş kadar filminden onbeşinin gerçekten yapmak istediği filmler olduğunu söylemiştir. Bu açıdan kendisini çok şanslı bir yönetmen olarak görüyordu. Kendi dünyasını en çok yansıttığı filmleri olarak, “Hanım”, “İki Yabancı” ve “Köpekler Adası”nı sayıyordu.

Sonu olan hayatımız bir yangınsa, bu yangından kurtarabildiklerimiz, geride bıraktığımız dostlarımızın zihinlerinde kalan güzel anılar, çocuklarımız ve eserlerimizdir. Refiğ’in çocukları da geride bıraktığı eserleridir.

Bu satırların yazarına göre en iyi filmleri, en başarılmış filmleri, en iyi eserleri, “Yorgun Savaşçı”, “Aşk-ı Memnu”, “Hanım”, “Haremde Dört Kadın”, “Gurbet Kuşları”, ”İhtiras Fırtınası”, ”Şafak Bekçileri”, “İki Yabancı”, “Köpekler Adası”, “Karılar Koğuşu”, “Teyzem” ve Gülşen Bubikoğlu ile Cüneyt Arkın’ın başrollerinde olduğu “Zirvedekiler”dir. Filmlerinin görüntü ve ses kaydı temizlenmiş DVD’lerinin en azından bundan sonra sinemaseverlere sunulmasını dilerim.

Halit Refiğ’in en çok seyirci toplayan filmleri, “Adsız Cengaver”, “Leyla ile Mecnun”, “Beyaz Ölüm”, “Alev Alev”, “Şafak Bekçileri”, “Gurbet Kuşları”, “Karakolda Ayna Var”, “Kız Kolunda Damga Var”, “Teyzem”, ”Gençlik Hülyaları” ve “Fatma Bacı”dır. Bu filmlerin sayesinde diğer filmlerini yapabildiğini daima ifade etmiştir. Daima söylediği gibi Türk sinemasının tek kaynağı Türk halkının ödediği bilet paralarıydı.

Tarih ve tarihimiz başlıca ilgi alanıydı. Avrupa’daki lider ülke olma mücadeleriyle ilgili tüm kaynak kitapları okumaya çalışıyordu. Avrupa liderliği için Osmanlı İmparatorluğu, Rusya, İspanya, Fransa, İngiltere ve Almanya arasındaki sıcak çatışmalar, çekişmeler ve diplomatik savaşlar hep ilgisini çekti. İlginç saptamalarından biri de Atatürk’ün sağlığında Montrö anlaşmasıyla Çanakkale ile İstanbul boğazlarının egemenliğinin Türkiye’ye geri kazandırılmasının ve Hatay’ın sınırlarımıza eklenmesinin İngiltere ile Fransa’nın Türkiye’yi yanına çekmek için verdiği ödünler olduğunu söylemesiydi.

Ekip Ruhuna Hayatında Bir Kez Tanık Oldu

Gülper Savaşçın Refiğ’in ısrarı ile 1977’de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Wisconsin Televizyonu için, Wisconsin Üniversitesi Sinema Bölümü için yaptığı “The Intercessors – Arabulucular / Araya Girenler”in setindeki çalışma aşkına, çalışma tutkusuna hayatı boyunca bir daha hiçbir filminin setinde rastlamayacaktı. Halit Refiğ bu konuda aynen şunları söylemiştir: “Filmin kısmen öğrenci, kısmen amatör, kısmen profesyonel kadrosu, ne yazık ki Türkiye’de benim hiç rastlamadığım bir şevk ve sevgi ile işe giriştiler.”

Yazımın başlığını açıklama zamanı geldi, geçiyor: “The Intercessors – Arabulucular / Araya Girenler”i çekerken Wisconsin Üniversitesi öğrencileri bu filmin ekibine Halitwood adını uygun bulmuştu. ”Gülperistan” ise Halit Refiğ’in Sapanca’da Gülper Savaşçın Refiğ’le yaşadığı eve taktığı isimdir. Halit Refiğ ile Gülper Savaşçın Refiğ doğanın içindeki bir huzur köşesi, bir kayıp cennet olan Gülperistan’da 1995 – 2009 arasında mutluluklarına mutluluk katmışlardır.

Gerçekleşemeyen tasarıları

Asıl yapmak istediği filmlerin çoğu uzak ve yakın tarihimiz üzerine filmlerdi. Bu tasarılar, “Haçlı Seferleri”nden “Hürrem Sultan”a kadar onlarcadır. Refiğ, Bunların yüzde doksanı için yapımcı / para bulamadı.

* 1975’lerde Türkan Şoray’la Atatürk’le evlenen Latife Hanımı konu alan bir film yapmak istedi. ”Gazi ile Latife” adında bir senaryosu da var.

* Aleksandr Puşkin’in Erzurum Yolculuğu üzerine “Puşkin Erzurum’da” adında bir senaryosu var.

* Gerçek bir olaya dayanan “Haydar Kuyusu Cinayeti” de tasarılarından biridir.

* 1890’da Japonya açıklarında batan ve 500 Türk denizcinin hayatını kaybettiği Ertuğrul deniz faciası’nın filmini çekmeyi istiyordu.

* Süleyman Demirel belgeseli de yarım kalan çalışmalarındandır.

* ”Elveda Burgaz” adında bir tasarısı vardı.

* Sami Paşazade’nin “Sergüzeşt”, Yakup Kadri’nin “Yaban”, Attila İlhan’ın “Fena Halde Leman” adlı romanlarını sinemaya uyarlamayı çok istiyordu.

* Mimar Sinan üzerine bir senaryosu vardı.

* 1245’li yıllarda geçen başlıca karakterleri Selçuklular, Doğu Romalılar ve Haçlılar olan “Yaralı Kartal” adında bir projesi vardı.

* Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra Malta adasına sürülen idarecilerimizi konu alan “Malta Sürgünleri” adında bir tasarısı vardı.

Kara Sevda’nın Doğuşu ve Yükselişi

1974’te, Türkiye nüfusu 40 milyona ulaştı ulaşmasına da, sendikalı işçi sayısı hâlâ bir milyonun altındaydı. Tarım sektörü sanayi sektörünün gerisine düşmek üzereydi. Aynı dönemde kent nüfusu köy nüfusunu aşmıştı. Petrol üreticisi ülkeler petrol fiyatını yükseltmeyi akıl etmişti. Bu nedenle Türkiye’nin ithalat giderleri rekor seviyelerde artış göstermişti. Bir taraftan Türkiye’de her eve siyah beyaz televizyon giriyordu, sinemaseverler özellikle bu nedenle artık sinema salonlarındaki renkli Türk filmlerine bile yüz vermiyordu, deyim yerindeyse insanlar evlerinde seyredebildikleri siyah beyaz filmleri evlerinin dışında ücret ödeyerek izleyebileceği renkli filmlere tercih etmişti. Bu konuda Refiğ, ”TV, Türkiye’de her eve girmeden önce Türkiye sinemalarında film seyredenler yetişkinler, aileler, gençler ve çocuklardı. TV evlere girdikten sonra aileler, yetişkinler sinema salonlarından çekildi” diyecekti. Türk filmlerinin aile seyircileri (özellikle kadınlar) artık evine kapanmıştı, sinemalar seks filmlerinin istilâsına uğramıştı, Kıbrıs’a asker çıkarmamıza kızan Amerikalılar da Türkiye’ye Amerikan filmi ve Amerikan silâhı ambargosu uygulamaya başlamıştı. İşte bu dönemde Cumhuriyet Halk Partisi ile Milli Selâmet Partisi, yani Bülent Ecevit ile Necmettin Erbakan koalisyonu kuruldu. Ecevit, TRT Genel Müdürlüğü’ne İsmail Cem’i getirince, İsmail Cem Türk sinemasının en değerli yönetmenlerinden Metin Erksan, Lütfi Akad ile Halit Refiğ’i TRT için Türk edebiyatının ölümsüz eserlerini uyarlamaya davet etti. Üstelik TRT bu üç yönetmenimize 35 milimetre sinema tekniğiyle çalışabilme olanağını sağladı. Tek eksiklik bu filmlerin renkli çekilmemesiydi… Bu karar (TRT – Türk filmciliği işbirliği) Türk televizyon tarihinin en güzel, en isabetli, en yerinde kararlarından biriydi. Beş bin kadar TRT çalışanıysa bu karardan hiç memnun kalmadı. Onlara göre yozlaşmış Yeşilçam’ın yozlaşmış mensupları bu kuruma adım bile atmamalıydı. TRT’ye sadece ve sadece TRT mensupları film yapabilmeliydi. Yeni TRT Genel Müdürü İsmail Cem, 500 Günlük döneminde, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Metin Erksan ve Lütfi Akad’ın sinema filmlerini de TRT ekranına taşıdı. Bunlar arasında Halit Refiğ’in “Haremde Dört Kadın”ı da vardı. Halit Refiğ’in o dönemde TRT için gerçekleştirdiği, Türk edebiyatı uyarlamasıysa, mini dizi, siyah beyaz çekilen “Aşk-ı Memnu” oldu.

“Aşk-ı Memnu”yu sinemaya uyarlamayı ilk düşünen sinema yazarı, tarihçisi ve film eleştirmeni Nijat Özön’dür. Memduh Ün’de aynı romanı modernize ederek uyarlamayı tasarlamıştı. Halit Ziya Uşaklıgil’den Halit Refiğ tarafından uyarlanan “Aşk-ı Memnu” dizisinin sanat yönetmeniyse Annie Pertan’dı. Dizi bir anda Müjde Ar’ı Türkiye’nin en iyi oyuncuları arasına katacaktı.

CHP’li eski bakanlardan Cahit Kayra “38 Kuşağı” adlı anı kitabının 486. sayfasında “Aşk-ı Memnu”daki bazı diyaloglarda Alevilerin incitildiğini şu satırlarla anlatmıştır:

“Aşk-ı Memnu”nun bir yerinde: “Kardeş, bunlar Kızılbaş mı nedir? Mum söndü geceleri yapıyorlar,” gibi bir söz geçmiş. Altındağ’daki Aleviler ayağa kalktılar. Kültür Bakanlığı’na yürüyüş yaptılar. Partinin de bu işe el koymasını istediler.”

Halit Refiğ’in özel hayatında da “Aşk-ı Memnu” büyük bir iz bıraktı. Dizinin müzik danışmanı olan ve “Aşk-ı Memnu”daki piyano eserlerini seslendiren Gülper Savaşçın ile Eylül 1974’te başlayan aşkları Ocak 1975’te evliliğe dönüştü ve 35 yıl boyunca bu aşkın ateşi hiç sönmedi. Nikâh şahitleri Metin Erksan ve Oğuz Atay’dı. 2009 yılında Halit Refiğ’in beş ay boyunca yaşam mücadelesi vermesine tanık olan Gülper Hanım üzüntüden ne yazık ki 39 kiloya kadar düşecekti. Halit Refiğ, Müzik Tarihi Profesörü ve piyanist olan eşi Gülper Hanım için şunları söylemişti: “Beni ev adamı haline getirdi. Beni adam etti. En büyük şansım Gülper Savaşçın’dır. O benim için şansların en büyüğüdür. Genelde kendimi çok şanslı bir insan sayıyorum geçmişime dönüp baktığımda. Ama şansların en büyüğü bence Gülper oldu. Çünkü Gülper’le başka hiç kimseyle kurmayı başaramadığım, beceremediğim bir iletişim kurduk. Dünyaya bakışımız birbiriyle çok örtüşüyor. İlgilerimiz çok örtüşüyor ve hayatımda bana böylesine değer veren bir başka kimse olmadı. Bana değer verenler oldu ama Gülper’in verdiği değer ayrı… Ben ömrüm boyunca çocuk sahibi olmaktan çok korktum. Gülper ile evlendiğimiz zaman onun çocuk sahibi olma düşüncesi vardı. Çevresindekiler evlilik denilince çocuk olması gerektiğini düşünüyorlardı. Gülper’e, ‘İllâ bir çocuk sahibi olmak istiyorsan, tamam. Ama benim fikrimi sorarsan çok korkuyorum. Çünkü çok büyük sorumluluklar yükleyecektir bana ve bu sorumluluklar da kendim için düşündüğüm yolda yürümemi engelleyebilir’ dedim. Çok anlayışla karşıladı. Aradan 30 yıl geçtikten sonra kendi başımıza kalıp bir hayat muhasebesi yaptığımızda, bundan dolayı hiç pişmanlık duymadım, o da benim teklifime uymuş olmaktan dolayı pişmanlık duymadığını söylüyor. Tabii garip, bilinç dışı şeyler var. Ondaki analık, bendeki babalık duyusu gibi. Meselâ öğrencilerin gözlerine bakıyorum, biraz konuşuyorum ve diyorum ki, ‘Allahım iyi ki çocuk sahibi olmamışım. Ya bunun gibi bir çocuk sahibi olsaydım! Hayatım kararırdı.’ Bazılarını gördüğüm zaman da, böyle bir çocuğumun olmasının beni mutlu edeceği aklımdan geçiyor… Gülper ben öldükten sonra kedileriyle yalnız kalacak. ‘Hanım’ filmini yaparken Gülper benden sonra ne yapacak diye düşünmüştüm. ‘Hanım’ filmindeki kadın, yaşlanmış, eşi öldükten sonra yalnız başına kalmış ve kedisiyle birlikte yaşayan bir piyano öğretmenidir. Benim eşim Gülper de bir piyano öğretmeni. Ben öldükten sonra kedileriyle yalnız kalacak. Ve o filmi yaparken ‘Gülper benden sonra ne yapacak?’ diye düşünmüştüm.”

Halit Refiğ ve Gülper Refiğ çiftinin aşkları “Romeo ile Jülyet”, “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun”, ”Nicholas ile Alexandra” ve “Ferhat ile Şirin” gibiydi.

2004’te İsveç’teki Uppsala Üniversitesi’nin “Hanım” filminin gösterisi için yaptığı davet Gülper Savaşçın Refiğ’i, Halit Refik Refiğ’in 1968 – 72 yılları arasındaki eşi Eva Bender ile bir araya getirdi.

Gülper Savaşçın Refiğ’in “Kediciklerim” ve “Ahmet Adnan Saygun ve Geçmişten Geleceğe Türk Musikisi” adlarında iki kitabı bulunuyor.

Halit Refiğ Kedileri Anlatıyor:

“Kedide insanı etkileyen özellikler kişiden kişiye göre değişir. Ben tüm hayvanları sevmekle birlikte en çok kediye yakınlık duyarım. Rastgele bir izahı mümkün değil, literatürde yazdığı gibi bağımsızlıklarına son derece düşkün olmaları beni en çok etkileyen yanlarıdır, taraflarıdır. Bilindiği gibi köpek, sahibine ölümüne bağlanır, her an gözleri sahibinde olur, ilgi göster diye, kedi insan için bu kadar çok fedakârlığa katlanmaz, talep göstermez. Karnı doysun ve güvenliği sağlansın başka bir şey istemez. İllâ beni sevmelisin, sevdiğini göstermelisin diye bir yük bindirmez insana. Kedi ile aranızda hem sevgi vardır, hem de bu sevgi zorunluluk getirmez. Ben sevginin mesafeli olanını tercih ettiğim için kedilerle çok iyi anlaşıyorum.”

“’Hanım’ filminde oynayan, rol alan kedi, daha önce reklâm filmlerinde oynamış, kameraya alışkın artistik bir kediydi. Kediler, yönlendirildiklerini hissedince genelde karşı koyarlar ve genelde kedilerle çalışmak diğer hayvanlarla çalışmaktan daha zordur. Ama ‘Hanım’ filminde fazla bir zorluk yaşamadık. ‘Hanım’ ve ‘Karılar Koğuşu’ filmlerinde oynayan kediler, Gülper’in ‘Kediciklerim’ kitabında adı geçen Türkân Hanım’ın kedileriydi. Türkân Hanım onlarla öyle güzel bir iletişime girmiş ki, öyle güzel bir iletişim kurmuş ki kediler insanlarla birlikte çalışmayı, film çevirmeyi yadırgamıyorlardı.”

“Kedi, öncelikle görsel olarak çok güzel bir canlıdır. Diğer hayvanlardan çok daha esnektir, vücudunu çok daha güzel kullanabilmektedir. Sanatçı için plâstik bir güzelliği vardır. Edebiyatta ve resimde de kedi konu edilir çokça. Bence kedi, fiziki olarak iyi bir malzeme daha ziyade. Ama edebiyatta insanla kurduğu yakın iletişim nedeniyle köpek daha iyi bir malzemedir. Örneğin, Jack London’un ‘Call of the Wild – Vahşetin Çağrısı’ romanında anlatılan St. Bernard köpeği ile insanın ilişkisi… Hayvanlar ile ilgili yazılmış en güzel hikâyelerin başında gelir.”

“Filmlerimde iki şekilde hayvan kullandım. Bazıları filmin içinde fonksiyonel, dramatik rolleri olan hayvanlardı. ‘Hanım’ filminde oynayan Prenses ve ‘Karılar Koğuşu’nda oynayan kedi gibi. İkisinin de sahibi Türkân Hanım’dı. Kedileri her gün getirir götürür, sahibeleri olarak yanlarında durur, bekler, mama ve tuvalet ihtiyaçlarıyla ilgilenir, çekim aralarında onlarla oynardı. Böylece kediler tanımadıkları insanlar arasında ürkmez, rahat ederlerdi. ‘Köpekler Adası’ filmimdeki köpekler ise Tuzla’da onlarca köpeğe bakan Esin Hanım’ındı. Çekimlerin yapıldığı üç hafta boyunca Esin Hanım, köpekleriyle birlikte adaya geldi, gitti, onların her türlü bakımıyla, ihtiyacıyla ilgilendi. Hayvanların sahibi varsa, çekimler sırasında onun da sette bulunması hayvanlar açısından önemlidir.”

“Bir de filmlerimde tesadüfen bulunan hayvanlar var. Yazılmış bir hayvan rolü olmadığı halde kendilerini beyazperdeye, beyazcama davet eden, davet ettiren hayvanlar… Örneğin, ‘Aşk-ı Memnu’ filminde çekimlerin yapıldığı boş yalıya bir kedi girmiş. Onu ortalıkta dolaşırken görünce karnını doyurduk, sevdik ve piyanonun üstüne bıraktık. Karnı doyunca orada uykuya daldı. Aslında senaryoda olmadığı halde çok güzel kedili bir sahne çektik. Bize çok güzel bir kedili sahne armağan etti kedicik. Birkaç gün daha bizimle çekimlere katıldı ama sonra geldiği gibi kendiliğinden çekti gitti. Filmlerde hayvan kullanılırken çok dikkatli ve hassas olmak gerekir. Geçmişte ve bugün ne yazık ki bazı filmlerde, dizilerde sahne gerçekçi ve sarsıcı olsun diye hayvanların öldürüldüğü durumlar oldu. Ben her zaman bu gibi sahneler de maket kullandım. Hayvanlara hiçbir zarar gelmemesi için gereken her neyse gereğini yaptım, her zaman.”

Kemal Tahir Hayranıydı

TRT – Türk sineması işbirliğini 1974’te başlatan Bülent Ecevit, İsmail Cem, Metin Erksan ve Halit Refiğ’in ortak bir tutkuları vardı: Kemal Tahir hayranlığı…

Romancı Kemal Tahir’in kendisinin ve eserlerinin büyüsüne kapılmış filmciler arasında Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez ve “Kurt Kanunu”nu sinemaya uyarlayan ve “Yorgun Savaşçı”da set fotoğrafçısı olarak çalışan Ersin Pertan ilk akla gelenlerdir. Refiğ en başarılı filmlerinden “Haremde Dört Kadın”, “Yorgun Savaşçı” ve “Karılar Koğuşu”nu Kemal Tahir’in yazdıklarına dayandırmışır. Refiğ, 1970 sonbaharında kanser ameliyatı, 1971’de kalp krizi geçiren, 1973’te bir başka kalp kriziyle ölen Kemal Tahir’le 1957’den itibaren 17 yıl boyunca yakın bir dostluk geliştirmişti. Kemal Tahir Refiğ’in çok kadınlı, bol kadınlı hayatını sürekli ve kıyasıya olarak eleştirmiştir. Kemal Tahir Halit Refiğ – Gülper Savaşçın Refiğ evliliğine ve aşkına şahit olabilseydi kuşkusuz çok mutlu olurdu.

Kemal Tahir, Atatürk’ün daha hayatta iken, Nazım Hikmet ile birlikte Yavuz (eski adı: Goeben) Zırhlısı’nda bir Komünist ayaklanması girişimi tezgâhlamakla suçlanarak, 1938’de 15 yıl hapis cezası almış, Demokrat Parti’nin af çıkardığı 1950’ye kadar da 12 yılını cezaevinde geçirmek zoruna kalmıştı. Suçlanan ve 29 Mart 1938’de Harp Okulu Askeri Mahkemesi tarafından mahkûm edilen kişilerin, Çarlık Rusya’sı donanmasının gözbebeği olan dretnot Potemkin’de Haziran 1905’te çıkarılan isyanın bir benzerini plânladıkları iddia edilmiştir.

Kemal Tahir’in cezaevi yılları beyazperdede: “Karılar Koğuşu”

Hülya Koçyiğit: “Kadir İnanır’ın otuz – kırk yıllık sanat hayatı, yüz tane filmi vardır sanırım; bu filmlerin hepsi kendi başına önemli filmler elbet, ama bu filmdeki (“Karılar Koğuşu”) oyunculuğu bambaşkadır. Çok doğru bir yönetmenle, çok doğru bir senaryoyla olduğu için zannedersem. Halit Refiğ’in hayatında belki de en çok yapmak istediği filmlerden biriydi, “Karılar Koğuşu.”

Halit Refiğ: “Kadir İnanır’ın hayatında gösterdiği en iyi oyunculuk performansı “Karılar Koğuşu”ndadır.”

Halit Refiğ, açık yüreklilikle ifade etmiştir ki, Kemal Tahir’in en çok beğendiği Türk filmi, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”ydı. Çağının çok ötesinde olan birçok film gibi ”Haremde Dört Kadın”, “Muhsin Bey” ve “Züğürt Ağa”, ”Sevmek Zamanı”da sinema salonlarında gösterildiğinde seyirci bulamayan Türk filmlerinden biridir.

Kemal Tahir Halit Refiğ’e “Bir Türke Gönül Verdim” adlı filmini hiç sevmediğini de söylemiştir.

“Haremde Dört Kadın”

Kadın eşcinselliği, çok erkekli kadınlar gibi temalara yer veren, 1899 yılını 1900 yılına bağlayan günlerde geçen ve senaryosunu Kemal Tahir ile Halit Refiğ’in birlikte yazdığı “Haremde Dört Kadın” hem seyirciden ilgi görmedi, hem de Antalya Film Festivali’ne gönderilen kopyası, “Türk ailesine hakaret ediliyor” gerekçesiyle sinemayı basan kişiler tarafından imha edilerek, Antalya Film Festivali jürisine gösterilemedi. Bu filmi gerçekleştirmesinde, Atıf Yılmaz’ın yapımcı bulması yanı sıra, “Şafak Bekçileri” ve “Gurbet Kuşları”nın seyirciden büyük ilgi görmesi büyük rol oynadı. Bu zamanının çok ötesindeki film (”Haremde Dört Kadın”) daha sonra TRT tarafından bile gösterilecekti.

Halit Refiğ, Kemal Tahir’in 20 Nisan 1973 Cuma gecesi katıldığı yemeğe gitmesine neden olduğundan yaklaşık 36 yıldır acı çekiyordu. Olay şöyle gelişmişti. Mehmet Barlas’ın Şişli’deki evindeki yemeğe davet edilen ve bu yemeğe Mete Tunçay’da davetli olduğundan gitmek istemeyen Kemal Tahir’i bu geceye katılmaya ikna eden Halit Refiğ oldu. Yemekte Mete Tunçay’ın Kemal Tahir hakkındaki olumsuz ve kırıcı değerlendirmeleri romancının yeni bir kalp krizi geçirerek ölümüne neden olacaktı. O gece Mehmet Barlas’ın evindeki yemekte Ercan Arıklı’nın ağabeyi Tuncer Arıklı, İsmail Cem, Afşin Germen, Ali Sirmen ve eşleri de vardı. Mete Tunçay’ın Kemal Tahir’e söylediği “Siz tarihe sadakat göstermiyorsunuz, olayları, gerçekleri saptırıyorsunuz. Sizin eserlerinizi toplatmak lâzım. Kitaplarınızın toplatılmayı hak etmesinin nedeni, porno oluşları değil, tarihsel gerçeklerin iç yüzünü ancak birkaç yüz kişi ciddi kaynaklardan araştırabilecekken, sizin büyük bir sorumsuzlukla, sahici (gerçekten yaşamış) kişilere asla kendilerinin olamayacak görüşler yakıştırmanızdır,” tarzındaki sözleri 1971’de çok ağır bir kalp krizi geçiren, yüksek tansiyon sahibi, ağır bir kanser ameliyatı geçirmiş, sol akciğeri alınmış bulunan ve konuşmasında belli bir zorluk olan Kemal Tahir’in sonu olacaktı.

Kemal Tahir’in fikrinden yola çıkan “Şeytan Aldatması”

Halit Refiğ, 27 Mayıs 1960 darbesini yapanları destekleyen filmi “Şafak Bekçileri”nden sonra 27 Mayıs’ın perde arkasındaki güçleri öğrendikçe 27 Mayıs’a karşı bir tavır geliştirmiştir.

Halit Refiğ, 30’a yakın kaynak kitabı inceledikten sonra, 27 Mayıs 1960 darbesinin Amerika Birleşik Devletleri’nin teşviki, kışkırtması ve desteğiyle gerçekleştiğine dair ipuçlarına ulaştığını söylüyordu. Adalet Partisi’nin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in Milliyet Gazetesi yazarı İsmail Cem’e söylediği “12 Mart 1971 askeri darbesinde Amerikan Gizli Servisi, İstihbarat Servisi CIA altımızı oydu, meğer işin başından beri içindeymişler,” sözlerini sürekli tekrarlıyordu.

Halit Refiğ, Süleyman Demirel’in Mayıs 1995’te Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Batı Sevr’i istiyor” ifadesinin de çok önemli bir itiraf olduğunu her fırsatta tekrarlıyordu. Refiğ’e göre 10 Ağustos 1920’de imzaladığımız anlaşmayı Atatürk ve Türk milleti paramparça etse de Batı Dünyası onu yeniden bize imzalatmaya çalışıyordu.

Refiğ’e göre 1950’lerin sonunda ABD Türkiye’nin sanayileşmiş bir ülke olması için gereken borç parayı Demokrat Parti Hükümeti’ne vermediği gibi, bu borç parayı Sovyetlerden istemeye hazırlanan Menderes hükümetini askeri darbe yaptırtarak alaşağı etmişti. Refiğ, Süleyman Demirel ve Adalet Partisi’nin Türkiye’nin sanayileşebilmesi için Sovyet kredisi kullanmasını takdir ediyordu ve 1975’te Türkiye’nin tarım toplumu olmaktan bir sanayi toplumu olmaya geçtiğini hatırlatıyordu. Yine Refiğ’e göre Amerika Kıbrıs’ın Yunan adası olması için çok çaba harcamıştı ve çok çaba harcamaya devam ediyordu.

Halit Refiğ, Hülya Koçyiğit’in Berin Menderes’i canlandıracağı ve senaryosu 1994’te yazılan “Şeytan Aldatması”nda 27 Mayıs 1960 darbesini, cellâtlarını ve kurbanlarını konu aldı. Bu senaryosu Oliver Stone’un Kennedy Suikastinin perde arkasını konu alan “JFK” adlı filmiyle ufku ve gözleri açılanlara özellikle tavsiye edilebilir. Bu senaryosunda Demokrat Parti’nin seçim sandığında ve parlamentoda çoğunluğu elde etmesine rağmen iktidar olamadığını anlattı. Yılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” romanında da anlatıldığı gibi 6 – 7 Eylül yağmalarına dönüşen protesto gösterilerinde Demokrat Parti iktidarı olayların kontrolünü elinden kaçırarak sonunu hazırlamıştı. Varoş sakinleri de büyük bir zevkle kentin en zengin ve varlıklı mahallerinin altını üstüne getirmişti. Refiğ, bu eserinde İnönü – Bayar çekişmesinin, zıtlaşmasının Türkiye’yi felakete sürüklediğinin de altını çiziyordu. Senaryoda aksi, huysuz, hırçın bir ihtiyar olarak portresi çizilen Bayar uzlaşma değil, sertlik ve inatlaşma yanlısıydı. Bu olaydan bir 20 yıl sonra da Ecevit – Demirel çekişmesi, zıtlaşması ülkeyi iç savaşın eşiğine sürükleyecekti. 27 Mayısı hazırlayan etkenlerden birinin subayların maaşlarının düşüklüğü olduğuna da “Şeytan Aldatması”nda değinilir.

“Şeytan Aldatması”nda Menderes’in opera sanatçısı Ayhan Aydan’la evlilik dışı ilişkisi de doğal olarak yer alıyordu. Senaryonun bir sahnesinde Berin Menderes Ayhan Aydan’ı telefonla arar ve kocasını sorar. Demokrat Parti ileri gelenlerinden Mükerrem Sarol’un kendinden çok genç kadınlara düşkünlüğü de senaryoda yer bulur.

Senaryoda 27 Mayıs 1960 darbesinden hemen önce ölmese Demokrat Parti’ye destek verenlerden Saidi Nursi’nin Yassıada olağanüstü mahkemelerinde yargılanacağı da ima edilir. Yine senaryoda çok çarpıcı bir tarihi olaya da yer verilir. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir mektup yazarak, Demokrat Parti’nin Celal Bayar’ı Çankaya’dan indirerek yola devam etmesini, onun yerine Adnan Menderes’in Cumhurbaşkanı olmasını tavsiye etmiştir.

”Şeytan Aldatması”nda 27 Mayıs’ın itici gücünün özellikle Profesörler, Akademisyenler olsa da iplerin alt kademedeki subaylarda olduğu da betimlenir. Radyoevinin ele geçirilmesiyle başlayan darbenin ilk anlarında Cemal Gürsel, Cumhuriyet Halk Partisi lideri İsmet İnönü’ye “Emrinizdeyiz,” diyecektir. Profesörlerin subaylara tavsiyesi de çok çarpıcıdır: “Hükümeti devirdiniz. Devirdiklerinizi asmazsanız onlar sizi asar.” Böylece İstiklal Mahkemeleri tarzı yeni bir yargılama sistemi uygulamaya sokulur. Menderes eğer “Ben bu olağanüstü ve hukuk dışı mahkemeyi, yargılamayı tanımıyorum, kabûl etmiyorum,” diyebilseydi, darbecilerin buna verebilecek çok tatmin edici bir cevaplarının olmadığı da bir başka gerçektir. Menderes darbeciler karşısında zayıf bir karakter göstermiş ve onlara direnmemiştir. Ayrıca sürekli ilâç verilen, sürekli iğne yapılan Menderes ruhen tamamen çökertilmiştir. Darbeci subaylar 20. Yüzyılın başında 2. Abdülhamit’i deviren subayların yaptığının aynısını yaparak Demokrat Parti ileri gelenlerinin her türlü kişisel parasına el koyar. Demokrat Parti ileri gelenlerinin ailelerine acıyan Cumhuriyet Halk Partisi üyesi, işadamı Vehbi Koç sahip olduğu Divan Oteli’nin kapılarını beş parasız ve çaresiz kalan Berin Menderes dahil Demokrat Partili kadın ve çocuklara açar. Yassıada tutsaklarına dayakta atılır. Dövülenler arasında Atatürk ile İnönü’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın damadı, Bayar ile Menderes’in Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’da vardır. Berin Menderes ve Aydın Menderes’in Adnan Menderes’le görüşme hakkının ellerinden alındığı zamanlar olur. Yassıada’da Menderes’e 50 kelimeyi aşmayan mektup kısıtlaması ve ailesiyle en fazla yarım saat görüşme sınırlaması getirilir.

İsmet İnönü bile Demokrat Parti yöneticilerine idam cezası verilmemesini Cemal Gürsel’den ister, Gürsel’de İnönü’yle aynı fikirdedir, ancak darbenin diğer önderleri illa idam cezası çıkarmaya kararlıdır. Ortalıkta Demokrat Parti taraftarlarının Sarayburnu’ndan Yassıadaya deniz altından tünel kazarak tutuklu Demokrat Parti liderlerini kaçıracaklarına ilişkin deli saçması dedikodular gezinmeye başlar. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın “İdam cezaları verilmezse orduda hoşnutsuzluklar olabilir,” dediği kulaktan kulağa yayılır. Yarbayların korgeneralleri azarladığı emir komuta zincirinin kalmadığı ve koptuğu bir süreçtir bu.

“Şeytan Aldatması”nda Demokrat Parti’nin Yassıada olağanüstü mahkemesinde 15’i idam, 31’i ömür boyu hapis cezası alan önderlerinin iktidar süreleri olan 10 yılda Amerika’yla ilişkileri geliştirmek için çok büyük çaba sarf etmelerine rağmen Amerika’yı bir türlü memnun edemedikleri de belirtilir.

“Şeytan Aldatması” adı da Kemal Tahir’in yazmayı tasarladığı, ama 63 yıllık kısa ömrüne sığdıramadığı, 27 Mayıs darbesi konulu romanının adıdır. Kemal Tahir’de Halit Refiğ’de yabancı devletlerin Türkiye’de 27 Mayısta ve sonrasında birçok kez kardeşi kardeşle savaştırmanın yollarını bulduğunu söylemiştir.

“Yorgun Savaşçı” Faciası

Filmin çekimlerinin ve her türlü işlemlerinin tamamlanmasına Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in tam desteği olmasına rağmen “Yorgun Savaşçı”nın yakılma sürecini İlhan Selçuk’un 3 ve 7 Ağustos 1979’da yayınlanan “TRT ‘Yorgun Savaşçı’yı çekmemelidir. Kemal Tahir ‘Yorgun Savaşçı’da milli mücadele tarihini saptırmıştır. Kemal Tahir, Atatürk düşmanıdır. Bir Atatürk düşmanının eseri TRT tarafından çekilmemelidir.” tarzındaki yazıları başlattı. Halit Refiğ, “İlhan Selçuk, Madanoğlu askeri cunta davasının altı numaralı sanığıydı,” diyordu.

1965’te ilk defa edebiyatseverlere sunulan “Yorgun Savaşçı” romanı Cumhuriyet Gazetesi’nin Yunus Nadi Ödülü’nü kazanmasına rağmen “Yorgun Savaşçı”nın TRT için sekiz saatlik bir filme dönüştürülmesine en şiddetli itiraz Cumhuriyet Gazetesi’nden gelecekti. Bir süre sonra TRT’ye ve genelkurmaya gerçekte olmayan generallerden ve subaylardan ihbar ve şikâyet mektupları yağmaya başladı. Bir ara Can Gürzap’a suikast yapılacağı ihbarları bile geldi. ”Yorgun Savaşçı”nın sekiz saatlik bir film olarak gerçekleştirilmesini Bülent Ecevit başlatsa da, Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde de filmin tamamlanması için her türlü kolaylık ve destek devam etti.

Halit Refiğ, “Yorgun Savaşçı”nın yakılması için çaba harcayanlarla onların dolmuşuna binenlerin 1452 – 1498 yılları arasında yaşayan, sanat eseri ve kitap yaktırmasıyla meşhur Katolik din adamı Girolamo Savonarola’dan hiçbir farkları olmadığını hep söylemiştir.

Şu sözler de Halit Refiğ’indir: “Defalarca belirtmeye çalıştım, ‘Yorgun Savaşçı’ olayının temel nedeni benim daha önce TRT’ye yaptığım ‘Aşk-ı Memnu’ dizisidir. TRT bürokrasisisi ve TRT’nin maaşlı kadroları 1974 yılında üç Türk sinema filmi yönetmenine (Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ) o zamanki TRT Genel Müdürü İsmail Cem tarafından TRT’de film çekmek için iş verilmesini katiyen hazmedememişlerdir.”

Halit Refiğ ve Kemal Tahir, 1960’ların ilk yarısında Güneydoğu Anadolu’da dağa çıkan bazı bireysel eşkıyalarla ilgili bir film tasarısı için 1965 başında bölgede incelemelerde bulundu. ”İnsan Avcıları” adlı bu tasarı gerçekleşmedi.

Halit Refiğ’in Kemal Tahir’le birlikte geliştirdikleri Osmanlı İmpararatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi üzerine bir tasarısı da vardı.

Halit Refiğ’in Kemal Tahir’le birlikte üzerinde çalıştığı “Şeytanın Sarayı” adlı bir korku filmi senaryosu da vardı. Yapımcı Ertem Eğilmez olacaktı.

Halit Refiğ, Kemal Tahir’in romanı “Devlet Ana”yı Başbakan Bülent Ecevit’in tam ve olağanüstü desteğine rağmen bürokratik engelleri aşıp filmleştiremedi.

Adnan Saygun Hayranlığı

Halit Refiğ ve Adnan Saygun, Türkiye’de değeri bilinmeyen yaratıcılarımızdan sadece iki tanesidir. Başka bir ülkede doğup büyüselerdi, yaşasalardı kuşkusuz el üstünde tutulurlardı. Dünya müzik otoriteleri tarafından, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük besteci kabûl edilen Adnan Saygun’un ülkemizde müzik yaşamının bitirilmek istenmesi, hatta bakkallık yapmak zorunda kalması, ölümünden sonra da tüm arşivinin ve kitaplarının insan görünümündeki akbabalarca çalınması, tüm vicdan sahibi aydınlar gibi Halit Refiğ’i de çok incitmiştir.

Adnan Saygun Halit Refiğ’in doğduğu yıl olan 1934’te Atatürk tarafından ilk Türk operası “Özsoy”u bestelemekle görevlendirilmişti. Halit Refiğ’e göre “’Özsoy’ inanılmaz güzellikte melodilerle örülmüştür. Ama gene inanılmaz bir ihmâl ve umursamazlığın kurbanı olarak bir kenarda adeta zorla unutturulmak istenmektedir.”

9 Haziran 2007’de Aya İrini’de düzenlenen Adnan Saygun’un 100. Doğum yıldönümünü kutlama konserine Halit ve Gülper Refiğ çiftiyle birlikte gitmiştim. Refiğ, besteci Adnan Saygun’ın eserlerine hayranlığı her fırsatta dile getirirdi. ”Vurun Kahpeye” ve “Hanım”da Adnan Saygun’un eserlerini fon müziği olarak kullanmıştır. Adnan Saygun’a karşı Türkiye’de yapılan haksızlıklar Halit Refiğ’in canını çok acıtmıştı. Adnan Saygun’un, 1973’te “Vurun Kahpeye”de müziğinin kullanılmasına son derece bozulduğu da bir gerçektir. Eğer Halit Refiğ, Mimar Sinan üzerine filmini çekebilseydi Adnan Saygun fon müziğini besteleyecekti. Bu konuda Adnan Saygun’dan söz almıştı. 1975 ile 1991 arasında Adnan Saygun’la yoğun bir dostluk bağı geliştirmişti. Son derece mesafeli bir insan olan Adnan Saygun ve eşi en azından bu fanatik hayranlarıyla aralarındaki mesafeyi kaldırmıştı. Halit Refiğ’in eserlerini en çok sevdiği diğer besteciler Mahler, Wagner ve Bruckner’di.

Halit Refiğ’in “Saygun ile Son Yıllar, Son Günler” yazısından iki bölüm şöyle:

“(Adnan Saygun) Halit Refiğ’le vedalaşırken, ona Eflatun’un “Apologia”sının son paragrafını ezberden okudu:

“Artık ayrılmak zamanı geldi. Yolumuza gidelim:
Ben ölmeye, siz yaşamaya…
Hangisi daha iyi?
Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez.”
(…)

Halit Refiğ: “Saygun Hoca Çapa Hastahanesi’ndeydi. Hastahaneden eve dönerken ben heyecan ve şaşkınlıktan köprü yoluna saptım. Saygun Hoca arkada bitkin oturduğu yerde durumu fark etti. Bana yanlış yola girdiğimi söyledi. Kısmette meğerse Saygun’un İstanbul’a köprüden son bir defa bakması varmış.”

Adnan Saygun 6 Ocak 1991’de pankreas kanserinden vefat edecekti.

Refiğ vefatından kısa bir önce de Zincirlikuyu Kabristanı’nda Adnan Saygun’a çok yakın bir yere toprağa verilmeyi vasiyet etti ve bu vasiyeti yerine getirildi. Adnan Saygun ve Halit Refiğ’le ilgili ortak bir nokta daha vardır. Saygun, Halit Refiğ o dönemde beş bin kadar TRT mensubunun tüylerini diken diken ederek “Aşk-ı Memnu”yu çevirirken TRT’de yönetim kurulu üyesiydi. TRT mensuplarıysa Türk sinemasının en iyi yönetmenlerinin bile TRT için film çevirmesini istemiyorlardı.

Akıllı ve Namuslu Olduğu İçin Çok Yalnız Bırakılan Aydın: Oğuz Atay

Halit Refiğ’in, 43 yaşındayken, 1977’de beynindeki tümör nedeniyle vefat eden arkadaşı yazar Oğuz Atay için söyledikleri çok çarpıcıdır: “Oğuz Atay her şeyden önce olağanüstü dürüst bir insandı. Çok dürüst bir insandı. O kadar dürüsttü ki, bu dürüstlük ona çocuksu bir safiyet vermekteydi. O kadar zeki, o kadar bilgili bir kimse olmasına rağmen insanlardaki kötülük temayülü, kötülüğe yatkınlık onu çok şaşırtmaktaydı. İnsanlardaki dürüstlükten uzak her türlü harekete şaşırırdı. Tanıdığı bazı insanların kötülüğe, alçaklığa eğilimleri / ne kadar yatkın oldukları onu çok şaşırtıyordu.”

Halit Refiğ, Oğuz Atay’ın “En değerli varlığımız beynimizdir,” sözünü hiç unutmadı. Oğuz Atay Halit Refiğ’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanını uyarladığı Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesi üzerine bir roman yazmaya da çalışmıştı.

Halit Refiğ’in Hayatını Kolaylaştıran İnsanlar

Halit Refiğ mesleğinin Mozart’ıysa, çevresi sadece Salieri’lerle kuşatılmış değildi. Atıf Yılmaz Halit Refiğ’in pek çok film tasarısına yapımcı bulunmasında çok önemli roller oynamış ve meslekdaşına son derece yardımcı olmuştur. ”Haremde Dört Kadın”, “Şehrazat”, ”Hanım”, “İki Yabancı” ve ”Bir Türke Gönül Verdim” de bunlardan beşidir. Halit Refiğ çeşitli tasarılarını filme dönüştürürken Memduh Ün, Türker İnanoğlu, Kadir İnanır, Müjde Ar, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Latif Erdoğan ile yine bu vakfın manevi başkanı Fethullah Gülen, Bülent Ecevit ve İsmail Cem’den de destek görmüştür. Diğer can dostları arasında Kemal Tahir, Mimar Sedad Hakkı Eldem, Adnan Saygun, Oğuz Atay, Metin Erksan, Lütfi Akad, Ersin ve Annie Pertan’da vardı. Halit Refiğ, Mimar Sedad Hakkı Eldem için de şunları söylemişti: “Mimar Sinan’dan sonraki en büyük mimarımız olmasına rağmen ne yazık ki en önemli eserleri (Yalova Termal Otel ve Taşlık Şark Kahvesi) bir bir yok ediliyor. Yazıklar olsun.”

Halit Refiğ, Ersin Pertan’ın 23 Temmuz 2009’da erken yaşta vefat etmesine de çok üzülmüştü. Çok hasta olmasına rağmen 25 Temmuz’da Ersin Pertan’ın Zincirlikuyu Mezarlığı içindeki Camiden kaldırılan cenazesine katılmıştı.

Halit Refiğ’in Kültürel Besin Kaynakları:

Halit Refiğ katıldığı Moskova Festivali’nde dünya sinemasının en değerli ve en önemli iki yönetmeninden Fellini ile Visconti’nin yan yana gelmemek için özel çaba göstermesi gibi tarihi bir olaya tanık oldu. Visconti’nin “Senso – Günahkar Gönüller”ini Halit Refiğ 28 kere izlemişti. Sergei Eisenstein, Luchino Visconti, John Ford, İngmar Bergman Halit Refiğ’in en çok beğendiği film yaratıcılarıydı.

Moskova’da Sovyet yönetmen, Nazım Hikmet’in arkadaşı, Mark Donksoy’un bir babanın oğluna yapabileceği tavsiyelerini hiç unutmadı. Donksoy, “Yönetmenliğin ilk on yılı zordur, ikinci on yılı daha zordur, üçüncü on yılı hepsinden çok daha zordur,” demişti. Visconti, Refiğ’le karşılaşmasında “Leopar” adlı filmini her gün bir kere izlediğini anlatacaktı. Refiğ sadece balo sahnesi 72 dakika süren bu filmin Türkiye’de ithalâtçısı tarafından kesilmesine ve meşhur balo sahnesinin Yeni Melek Sineması’nda yarım saatten daha kısa olarak gösterilmesine tanık olacaktı. Halit Refiğ, ilk gösterimi 1931’de gerçekleştirilen ve bugün 1914 – 1918 Dünya Savaşı üzerine yapılmış en müthiş filmlerden biri kabûl edilen, “Tell England – Anlat İngiltere” adlı ilk Çanakkale Savaşı filmine de, “Çanakkale Geçilmez” adıyla Türkiye sinemalarında gösterilirken, gereken saygıyı göstermediğimizi ve bu filme Türkiye’de çekilen bazı ek, yama sahneler montajlandığını da anlatmıştı. Kısaca söylemek gerekirse Halit Refiğ müthiş bir sinefildi.

Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife”sinden Zübeyde Hanım Fragmanı

Türk Sineması’nın en iyi, en deneyimli senaryo yazarlarından ve yönetmenlerinden Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosu Alfa Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.

Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosunda Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımla ilgili birçok bölüm var. Senaryodaki bölümlerden birinde Zübeyde Hanım Latife Hanım’ın Atatürk’le o tarihlerde henüz gerçekleşmemiş olan evliliğinin yürümeyeceğini öngörüyor. Zübeyde Hanıma göre Latife Hanım, Atatürk’ü mutsuz edecek bir kadın. Oğlu üzerinde çok etkili olan Zübeyde Hanım vefat etmeden önce oğlunu bizzat uyarabilseydi belki de bu evliliği engelleyebilirdi. Ancak bunu başarabilir miydi, başaramaz mıydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Zübeyde Hanım 1857 – 14 Ocak 1923 tarihleri arasında yaşadı. Zübeyde Hanım – Ali Rıza Bey evlilliğinin dördüncü çocuğu Mustafa Kemal Atatürk oldu. Atatürk doğduğunda Zübeyde Hanım 24 yaşındaydı. Zübeyde Hanım’ın bu evlilliğinden olan çocukları Fatma, Ömer, Ahmet ve Naciye erken yaşta vefat etti.

Aşağıda Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosundan Zübeyde Hanımla ilgili bazı bölümleri bulabilirsiniz.

59 – ÇANKAYA KÖŞKÜ – ZÜBEYDE ODA (İç- Gündüz)
(Kapı açılır. Mustafa Kemal arkasında Fikriye ile içeri girer. Zübeyde Hanım oğlunu görünce heyecanlanmıştır. Olduğu yerde doğrulmaya çalışır.)

ZÜBEYDE: Oh benim Mustafa oğlum.

(Mustafa Kemal annesinin kıpırdanmasına meydan vermeden onun yanına koşar.)

M. KEMAL: Kıpırdanma anacığım biliyorsun ayakların ağrıyor.

(Zübeyde Hanım sevgiyle oğlunun eline sarılır.)

ZÜBEYDE: Öyleyse ver elcağızını öpeyim.

(M. Kemal telaşla elini çeker.)

M. KEMAL: Aman anacığım duymasınlar. Anasına elini öptürüyor derler vallahi.
ZÜBEYDE: Ne derlerse desinler efendim. Sen bugün olmuşsun Paşa. Sen bugün olmuşsun milletin babası. Hem de bütün Müslümanların babası. Ben öperim elbette elcağızını, yanakcağızını.

(Mustafa Kemal annesine sarılmıştır. Zübeyde Hanım onu sevgiyle öper.)

M. KEMAL: Sen çok yaşa anacığım. Ağrıların nasıl?
ZÜBEYDE: Off. Ağırır bütün gece bacaklarım. Toparlarım altıma olmaz, döşerim yatağa sızlar, bilmezler bu doktorlar benim hastalığımı.
M. KEMAL: Ben geldim ya bir çare bulacağız inşallah.
ZÜBEYDE: Aç mıdır karnın? Kursun Fikriye sana güzel bir sofra.
M. KEMAL: İyi olur doğrusu.

(M. Kemal kapının ağzında sesini çıkarmadan onlara bakan Fikriye’ye döner.)

M. KEMAL: Fikriye sen yemekleri hazırla. Ben birazdan dönerim.
FİKRİYE: Peki Paşam.

(Fikriye sessizce odadan çıkar. Mustafa Kemal annesine döner.)

M. KEMAL: Doktor Tevfik Rüştü Bey ile konuştum. Fikriye’nin halini beğenmiyor. Ciğerleri fena imiş.
ZÜBEYDE: Sorsan kendisine “Yok bir şeyim, turp gibiyim” diyor.
M. KEMAL: Böyle çocukluk olmaz. Artık İsviçre mi olur, Almanya mı bilmem, ama dışarıda uygun bir yerde tedaviye göndermek lazım.
ZÜBEYDE: İstemez gitmek hiçbir yere. Çünkü duymuştur İzmir’e sen bulmuşsun bir Lütfiye.

60 – ÇANKAYA – YEMEK SALONU (İç – Gece)
(Mustafa Kemal Fikriye ile yemektedirler.)

FİKRİYE: Ne olur Paşam beni bir yere gönderme. Vallahi hasta değilim ben. Hep düşmanlarımın uydurması. Ben olmayınca sana kim bakar? Sabah kahveni kim getirir? Esvaplarını kim ütüler?
M. KEMAL: Merak etme, bunları yapacak birini buluruz. Önemli olan, senin en kısa zamanda sağlığına kavuşman. Ben seni karşımda canlı, yanakları al al görmek isterim.

*****

87 – ÇANKAYA – ZÜBEYDE’NİN ODASI (İç – Gündüz)
(Zübeyde Hanım koltuğunda uyuklamaktadır. Açılan kapı ile uyanır.)

ZÜBEYDE: Ah Mustafa Oğlum..

(Mustafa Kemal anasının yanına gelir. Saygılıdır.)

M. KEMAL: Doktorlar iyi olman için senin deniz kıyısında oturmanı tavsiye ediyorlar. Seni İzmir’e göndersem ne dersin?
ZÜBEYDE: Yok öyle plaçka.. Mustafa’nın yanından bir yerciklere gitmem. O doktorlar gitsin İzmir’e efendim. Ben otururum Mustafa’mın yanında.

(M. Kemal annesinin yanındaki koltuğa oturur.)

M. KEMAL: İyi ama anacağım, hem beni “evlen” diye sıkıştırırsın, sonra seni gelini görmek için İzmir’e gönderecek olsam “Mustafa’mın yanından ayrılmam” diye tutturursun.

(Evlenme sözünü duyunca Zübeyde Hanımın yüzü gülmüştür.)

ZÜBEYDE: Abe doğru mu söylersin evlatçığım.. Lütfiye midir yoksa bu gelincik?

(Mustafa Kemal gülümser.)

M. KEMAL: Lütfiye değil, Latife. Bizim doktor Tevfik Rüştü Beyin akrabası olur. İzmir’e git bir gör bakalım. Doktor İzmir havasının sana iyi geleceği fikrinde…

(Zübeyde Hanım bir an duraklar. Oğlunun kendisini İzmir’e göndermek için vesile yarattığından kuşkulanmıştır.)

ZÜBEYDE: Bak Mustafa oğlum, beni İzmir’e göndermek için icat etmeyesin bir kolpa?

(M. Kemal kendini tutamaz güler.)

M. KEMAL: Anacığım bu işin şakası yok diyorum.. Kızı beğenirsen evleneceğim..

*****

89 – İZMİR – VAGON İÇİ (İç – Gündüz)
(Zübeyde Hanım özel olarak hazırlanmış vagonda bir bambu koltukta oturmaktadır. Karşılayıcılar elini öperek, saygıyla selamlar. Latife ile Tevfik Rüştü girerler. Salih tanıştırır.

V. ABDÜLHALİM: Hoş geldiniz Tevfik Rüştü Bey..
TEVFİK RÜŞTÜ: Hoş bulduk efendim.

(Latife Tevfik Rüştü Beyin boynuna sarılır.)

LATİFE: Enişteciğim.
T. RÜŞTÜ: Merhaba Latife.
V. ABDÜLHALİM: Hanımefendi hazretleri rahat bir yolculuk geçirdiler mi?
T. RÜŞTÜ: Maşallah.. Yorgunluğunu belli etmemeye çalışıyor.
V. ABDÜLHALİM: Biz kendilerine şehir adına bir hoş geldiniz diyelim, hemen istirahatını sağlarız..

(Yaver Salih erkana yol gösterir.)

SALİH: Buyurun efendim.

(Vali, belediye reisi ve askeri komandan vagona giderler.)

SALİH: Bak anacığım.. Bu kızcağızdır Latife…

(Latife heyecan içinde Zübeyde Hanımın elini öper.)

LATİFE: Hoş geldiniz efendim.

(Zübeyde onun yanaklarından öper.)

ZÜBEYDE: Kızımız pek güzelmiş Salih oğlum.

(Zübeyde Hanım resmi durumlarda kendini zorlayıp düzgün Türkçe ile konuşmaktadır.)

ZÜBEYDE: Sizi istasyonda çok bekletmedik ya!
LATİFE: Beklemenin sözü mü olur Hanımefendi. Olsa olsa size biran önce kavuşma heyecanı içindeydik..

*****

96 – MUAMMER BEY KÖŞK – SALON (İç – Gündüz)
(Latife Zübeyde Hanımı tekerlekli iskemlesinde yemek salonuna getirir. Tevfik Rüştü Bey Zübeyde Hanım için hazırlanmış yemekleri kontrol etmektedir.)

ZÜBEYDE: Kızcağızımızın sizinle hısım olduğu belli, Tevfik Rüştü oğlum… Neresinden mi? İyi adam idare etmesinden.
TEVFİK RÜŞTÜ: Sizi şu perhiz yemeklerine de bir alıştırabilse, buna ben de inanacağım..

(Zübeyde Hanım sofradaki yemeklere bakar, yüzünün buruşturur.)

ZÜBEYDE: Gene mi bu tatsız tutsuz haşlamalar.. Abe Latife kızım yok mudur bana bir kemikçik pirzola, bir lokma fıstıklı tatlı?
LATİFE: Vallahi benim bir suçum yok efendim.. Doktorunuz ne emrederse ben onu yapıyorum.

(Yaver Salih ve Doktor Asım girerler.)

ZÜBEYDE: Oooo hoş gelmişsiniz Salih oğlum… Var mıdır Mustafa’mdan bir haber?

(Salih, Zübeyde Hanımın elini öper. Tevfik Rüştü Beyin elini sıkar. Latife ile selamlaşır. Doktor Asım da aynı şeyleri yapar.)

SALİH: Hürmetleri vardır anneciğim. Mecliste çok meşgul olduğu için sizi ziyarete gelemiyorlar. Bugün kü toplantıda Saltanat’a son verildi.

(Tevfik Rüştü irkilir…)

TEVFİK RÜŞTÜ: Olacağı buydu zaten…

(Zübeyde ile Latife de merak kesilmişlerdir.)

ZÜBEYDE: Bitti mi koca Osmanlının hükmü?

SALİH: Osmanlının hükmü İngilizlerin İstanbul’u aldığı gün bitmişti anacığım. Bundan sonra hüküm milletin…

(Salih Tevfik Rüştü’ye döner.)

SALİH: Gazi Hazretleri sizi de Ankara’ya bekliyorlar… Hanımefendinin sağlığı ile Doktor Asım Bey ilgilenecek…

(Tevfik Rüştü Zübeyde Hanıma döner.)

TEVFİK RÜŞTÜ: İzninizle ben ayrılayım efendim.

(Tevfik Rüştü Zübeyde Hanımın elini öper.)

ZÜBEYDE: Git git.. Mustafa’mı yalnız bırakma başı sıkıştığında..

*****

99 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gece)
(Oda karanlıktır. Zübeyde Hanım yatırıldığı yatakta acılar içinde kıvranmakta, inlemektedir.)

100 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODA ÖNÜ (İç – Gece)
(Zübeyde Hanımın iniltileri odasının dışına kadar taşmaktadır. Onun karşısındaki odada yatan Latife hole çıkar. Yatak kıyafetlidir. Bir an Zübeyde Hanımın odasından gelen iniltilere kulak verir. Sonra kapıyı yumuşakça açarak odaya girer.)

101 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gece)
(Zübeyde Hanımı yatağında acılarla kıvranmaktadır. Latife yanına gelir. Başucu lambasını yakar.)

LATİFE: Neyiniz var Hanımefendi?
ZÜBEYDE: Öldürecek beni bu ağrılar.. Romatizma..
LATİFE: Babamın romatizma ağrıları için Fransa’dan getirdiği bir ilaç var. İzin verirseniz onu bir deneyeyim.
ZÜBEYDE: Aman uyandırmayalım doktor Asım’ı. Etmesin itiraz. Deneyelim babacığının ilâçcını.

(Latife koşar adımlarla odadan çıkar.)

102 – MUAMMER BEY KÖŞK – MUTFAK (İç – Gece)
(Ateşte su kaynamaktadır. Latife bir ilacı şişesinden ölçüyle kaynayan suya atar. Sonra gene telaşlı hareketlerle büyük parçalar halinde hazırlanmış pamukları kaynayan suya bastırır.)

103 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gece)
(Zübeyde Hanım yatakta kıvranmaktadır. Latife elinde kâse ile gelir.)

LATİFE: Bu ilâçlı pamukları ağrıyan yerlere saralım. Dizlerinizi sıcak tutar.

(Zübeyde Hanım yattığı yerden doğrularak Latife’nin işini kolaylaştırmaya çalışır. Rumeli ağzı ile konuşmaktadır.)

ZÜBEYDE: Nasıl da düşünür anacığını evlatçığım benim.. Saralım bre melaike kızcağızım.. O pamukları yapıştıralım ayacağızıma..

(Latife sıcak pamukları sardıkça Zübeyde Hanım rahatlamaktadır.)

ZÜBEYDE: Ohh.. Rahatladım billa.. Rabbim göndermiştir bu melaikeyi besbelli. Allah da seni rahatına ve muradına eriştirsin..

(Latife Zübeyde Hanımın gönlünü alabildiği için çok memnundur. Tedavi şekli devam eder.)

*****

106 – MUAMMER BEY KÖŞK – ZÜBEYDE ODASI (İç – Gündüz)
(Zübeyde Hanım koltuğunda oldukça solgun ve bitkin görülmektedir. Salih odaya girer. Zübeyde’nin şakacılığı da pek kalmamıştır.)

ZÜBEYDE: Ooo Salih oğlum. Neredesin sen?
SALİH: Merkez komutanlığındaydım anacığım. Telefonda Paşa Hazretleriyle konuştum.. Hürmetleri var. Sağlığınızı sordu.
ZÜBEYDE: Son iki gündir hiç iyi değilim. Söyle Mustafa’ma aldırsın beni Ankara’ya.
SALİH: Az önce doktorunuzla konuştum. Şu vaziyette yolculuk olmaz diyor… Latife Hanım yok mu?
ZÜBEYDE: Gitmiştir ailecağızını karşılamaya… Dönerlermiş Fransa’dan..
SALİH: Gördünüz mü? Şimdi gitmeye kalkarsanız, sanki onlardan kaçmış gibi olur.. Latife Hanım da çok üzülür..

(Zübeyde Hanım zorlukla bir sır tevdi ediyormuş gibi konuşur.)

ZÜBEYDE: Bak evlâtçığım, şimdi dinle beni.. Bu kızcağız iyidir, hoştur, fakat tutmamıştır gözüm bu işi.. Bu kızcağız da bilmez benim oğlumu sevmediğini. O sever Mustafa Kemal Paşa’yı. O sever Gazi Paşa’yı. O ister kurulsun Çankaya’da buyursun ona buna. İster olsun büyük hanımefendi.. Sevmez o benim Mustafa’mı. Evlatçığım sen beni tez elden götüresin Ankara’ya söyleyeyim Mustafa’ya “Bu iş olmaz”.

(Zübeyde Hanımın düşünceleri Salih’i şaşırtmıştır. Bir an ne diyeceğini kestiremez.. Kapı açılır Latife içeri girer. Sevinç içindedir. Salih ile Zübeyde’deki durgunluğu fark etmez. Salih’i selamlar, Zübeyde Hanımın elini öper.)

LATİFE: Ooo hoş gelmişsiniz Salih Bey. Siz nasılsınız bugün?
ZÜBEYDE: Hamdolsun… Aileniz geldi mi?

(Zübeyde Hanımın Rumeli ağzına alışmış olan Latife onun düzgün Türkçe’ye döndüğünü fark edince irkilir.)

LATİFE: Geldiler efendim.. İzin verirseniz arzı hürmet etmek istiyorlar.
ZÜBEYDE: İzin ne demek.. Ben evinizde misafirim. Lütfen buyursunlar, kendilerine teşekkür etmek isterim.

(Latife koşar adımlarla çıkar. Salih bir an tedirgin Zübeyde Hanıma bakar. Zübeyde Hanım bir gayretle yüzündeki yorgun ve hasta ifadeyi bir Hanım sultan ifadesiyle örtmeye çalışır. Latife, babası, annesi ve iki kız kardeşini odaya alır. Hepsi de Fransa’dan geldikleri belli olacak şekilde, son derece şık ve saygılıdır.)

(24 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Black Swan: Aronofsky Usulü Kuğu Gölü Balesi

Darren Aronofsky, “Requiem For a Dream”dan beri farklı arayışlar içerisinde olan bir yönetmen. Bilinen üslûpları bozarak kendine has yeni söylemler geliştirmeye çalışıyor. Fantastik sanılan ama aslında tamamen psikolojik temelli olan birçok gönderme yapıyor filmlerinde. Yönetmenin bizlere son hediyesi de: “Black Swan.” Üzerine bambaşka şekillerde tekrar tekrar düşünülebilecek bir film. Psikolojik okumalarının yanı sıra sosyolojik çıkarımları da olan; içinde vahşi bir aşkı da barındıran cinsten.

Film, Kuğu Gölü Balesi’nin sahnelenme sürecinde hem beyaz hem de siyah kuğuyu sahnede canlandırması gereken Nina karakterine yoğunlaşıyor. Başlarda sadece bir hırs oyunu gibi gözüken süreç Nina’nın paranoyasına dönüşüyor. Aronofsky filmde yer yer gerçeği ve gerçeğe yakın görüntüleri biraraya getiriyor. Bunda da oldukça başarılı ki izleyicinin de aklı karışıyor. Paronayaklık, delilik ve tutku arasında gidip gelmeye varıyor her şey. “Reguiem for a Dream”de ve “Wrestler”da gördüğümüz bağımlılık temalı anlatım biçimi “Black Swan”da Nina karakteriyle daha da ön plâna çıkıyor. Siyahın ve beyazın net bir şekilde ayrımını koymanın derdinde ilerleyen film kişinin kendini keşfedebilme buhranına mahkûm oluyor. Aronofsky bu sancılı süreci artık fiziksel olarak da hissedebilmenin altını çiziyor. İçimizde varolan ama farkına varamadığımız özgür duygular bedenimizi delik deşik ederek ortaya çıkıyor. Aslında tıbbi bir vaka da söz konusu filmde. Paranoyaklık sınırında gezinen bir insanın kafasında kurduğu bir dünya var. Diğer insanların kendilerine zarar vermeye çalıştığını düşünüyor. Bu düşünce önce beynini kemiriyor, buna dayanamayan Nina da vücuduna zarar vermeye başlıyor. Tüm bunlar çevreyle olan çeşitli uyum sorunlarından da kaynaklanıyor aslında. Yönetmenin diğer filmlerinde de es geçilemeyecek aile unsuru bu filmde de yoğun bir etki unsuru.

Nina, mükemmele yaklaşmaya çalışan bir insandır. Disiplinli olarak çalışır, sevgi dolu bir annesi vardır, hâlâ masumiyetinin gölgesinde büyütür umutlarını. Ama Nina’yı acıtan bir şeyler vardır. İşte aile unsuru tam da bu noktada altının deşilmesi gerektiği bir yerde karşımıza çıkıyor. Mükemmelliyetçi anne kızını da kendi gibi yetiştirirken onun bazı şeyleri daha da abartmasından rahatsız oluyor. Oysaki her şeyi yine o yaratmıştı. Ve şimdi önüne geçemeyeceği bir boyuta geliyor. Masumiyetin cinsel hazlara, farklılıklara kapalı olmakla bağdaştırıldığı bir dünyada Nina’nın hemcinslerine duyabileceği ilgi sadece acı çekmesine neden oluyor. Bale öğretmeninin kendisini keşfetmesi için uyguladığı yöntem; Nina’nın bastırdığı cinselliğini, şiddetini, yalan ve gerçek arasında yaşadığı bocalamayı daha da belirginleştiriyor. Sonunda da engel olamadığı şiddeti vücuduna saplanıyor.

Filmin çok derinlerde bahse konu ettiğim cinsel kimliksizlik sorunsalı üzerinden anlatmaya çalıştığı bir süreç de var. Hayvansal dürtülerin içimizdeki dikenleri dışa taşıma konusunda bilinen en etkin yöntem olduğuna değiniliyor. Aile tarafından altan alta bastırılmış cinselliğin ne istediğine karar veremeyen ve farklı bağımlılıkları yücelterek kendine hedefler koymuş bir nesle zemin hazırladığına dikkat çekiyor. Mükemmeliyetçi ebeveynler farkında olmadan çocuklarının zihinlerine binbir türlü psikolojik travmayı kodluyorlar. Filmin bu şekilde okumasına zemin hazırlayan en büyük etkenlerin başında da yönetmenin diğer filmlerindeki açılımlar olduğunu es geçmemek gerekir.

Uzun zamandan sonra Winona Ryder’ı da görmek güzeldi filmde. “Beettle Juice” filminin asi kızı şimdi zaman denilen hain düşmana yenik düşüyor. İşte tam da bu noktada vefasızlık üzerine bir takım demeçler de var. Winona Ryder’ın oynadığı karakter Nina’nın karşısında ayna görevi üstleniyor. Yıllar sonra mahkûm olma olasılığıyla yüz yüze olduğu terk edilme korkusuyla başbaşa kalıyor. Bir diğer söyleyişle de sonsuz mutluluk yoktur diye de algılanabilir. Hepsinden öte belki o da Nina’nın yaşadıklarına benzer bir ruh haline sahiptir. Keza günah çıkarmak için hastaneye gittiğinde kendi günahıyla yüzleşiyor. Soğuk olan mezenin de sadece intikam olmadığını anlıyoruz bu sahnede.

Biraz da filmin görsel gücüne değinmek istiyorum. Öncelikle Çaykovski’nin etkileyici tınısı işitsel boyutta algımıza direkt işliyor. “Billy Elliot”dan beri bu melodiyi bir filmin içinde genel olarak bu kadar senkronize bir şekilde duyumsamamıştım. Öte yandan öyle bir açılış sekansına sahip ki film geri kalan sahnelerde de aslında neyle karşılaşacağımıza dair çok net ipuçları veriyor. Hırçın bir dans sahnesi bu. Rüya olduğunu tahmin etmek de zor olmuyor. Sürpriz yapmıyor Aronofsky bize çünkü derdi de hiçbir zaman bu olmamıştı. Film, Nina’nın bilinçaltını en saf haliyle yansıtan bu dans sahnesiyle açılıyor. Ve film boyunca dans ve dövüş birarada ilerliyor. Tutkuyla bir işe sarılmanın hastalık boyutunda tüm bünyemizi nasıl sarmaladığını, başka bir şeyi düşünmenin nasıl imkânsızlaştığını ve tüm bunların da bize nasıl bir bağımlılık yüklediğini Nina’nın vücudunda fark edebiliyoruz. Takdire şayan oyunculuğuyla kesinlikle Natalie Portman’sız düşünülemeyecek bir filme imza atmış Aronofsky. Öyle ki film, çok ciddi bir çalışma sürecinde bu hale kavuşmuş olsa gerek. Eni konu bale yapmayı öğrenmiş ve içindeki gerçek siyah kuğuyu da ortaya çıkartmış genç oyuncu. Aronofsky cephesinden baktığımız zaman ise tamamen Natalie Portman düşünülerek yazılmış bir senaryo izlenimi veriyor. Bu yıl Oscar ödüllerinde banko olarak ismi geçen Portman kuşkusuz heykele de uzanacak. Uzanması da gerekiyor.

Kuşkusuz birçok ödüle uzanacak olan “Black Swan” bana izlemiş olduğum birçok filmi de hatırlatan ama kendine has yolu olan bir film. Örneğin “Mullholland Drive” filminde yaşanan paronaya sorunu, hayalle gerçeğin içiçe geçmesi ve kaçınılmaz sonu itibariyle aklıma takılan bir çağrışım yaptı. Ayrıca Alan Parker’ın 1984 yapımı “Birdy” isimli filminden de bahsetmek istiyorum. “Birdy”de Vietnam savaşına katılmış ve kendini kuş zanneden, uçabildiğini düşünen bir adamın öyküsü anlatılıyordu. Film, savaş psikolojisi adına başarılı bir çözümleme oluşturmuştu. Özgürlüğünü, savaşın yıkıcı psikolojisi sayesinde bulan bir adamın bunu delilikle keşfedişinin öyküsü. Bu filmde sosyolojik bir etki vardı karakterin yaşadıklarının üzerinde. “Black Swan” ise tamamen psikolojik yansıması daha fazla olan bir film. Ayrıca “Kosmos”da da deliliğin bireyi ne derece özgür kıldığını düşünmüştüm. Bu düşünce uçmak eylemini bile gerçekmiş gibi algılamaya yardımcı olmuştu. Nina ise delirmekten öte bir paronayanın içinde. Uçabilmesi için bir şeyleri öldürmesi gerekiyor. Belki aklıma gelen bu filmler bağlantısı sadece benim algıma yansıttıkları yüzündendir. Ya da yıllar yılı aslında dönüp dolaşıp aynı sancıları çekiyor oluşumuzdandır.

Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Yapım: 2010, ABD, Renkli

(22 Şubat 2011)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Kara Fatma’nın Sinemamızdaki Yansımaları Üzerine Bir Ön Bilgi Yazısı

sadibey.com’da yapımcı Gonca Elmas Akay’ın Kara Fatma adlı romanı hakkındaki yazıyı okuyunca, romanı okumamış olmama rağmen Kara Fatma (ve diğerleri) hakkında sinemamızın tutumuna bakmak istedim.

Sayın Akay’ın dikkatini çeker mi veya sinemamızın bu konudaki genel tavrının isim kullanmakta gösterdiği çalışkanlığı, içeriklerde aynı şekilde gösteremediği gerçeğini ne şekilde etkiler, karar veremiyorum. (Bunu şunun için yazıyorum sinemamızın tarihi kişi ve olayları ele aldığı filmler üzerine yaptığım (yapmayı düşündüğüm) bir araştırma için sayın Scognamillo’ya “Sinemamızda ‘tarihi film’ var mı?” şeklindeki soruma, O da, benim gibi yeterli -olumlu- cevap verememişti.)

Kara Fatma, 1966’da Nuri Akıncı’nın bir filmine konu olur. Konu açıklaması, Özgüç tarafından -hiç bir açıklık taşımayan- “İstiklâl Savaşı kahramanlarından Kara Fatma’nın öyküsü” (Türk Filmleri Sözlüğü, sayfa 299) şeklinde yapılmıştır. Başrolü (Kara Fatma) Sevda Ferdağ oynar. Akıncı, aynı yıl Bombacı Emine isimli bir film daha yapar. “İstiklâl Savaşı’ında geçen bir kahramanlık öyküsü.” (age, sayfa 289) Emine rolünü Birsen Menekşeli oynarken, Yusuf Sezgin, Necdet Çağlar her iki filmin diğer oyuncularıdır. Akıncı, aynı yıl “Kahraman Kadınlarımız” diye bir film daha hazırlar; “hazırlar” diyorum çünkü bu sonuncu film diğer iki filmden oluşturulan, konusu “İstiklâl Savaşı yıllarında düşmanla mücadele eden kadın kahramanların öyküsü” (age, sayfa 298) olarak veriliyor. Hem Ferdağ, hem de Menekşeli (ve Yusuf Sezgin) filmin oyuncuları arasında. Bu üç filmi de görmedim ama sinemamızın olaya / olaylara nasıl baktığını biraz bildiğim için bu çıkarsamamın hatalı olduğu düşüncesinde değilim.

Kara Fatma ve Bombacı Emine, Saliha Çavuş ve Pembe Hatun’la birlikte bir yıl önce (1965), Tunç Başaran’ın çektiği “On Korkusuz Kadın” filminin de kahramanlarını oluştururlar. “İzmir’in yabancı güçler tarafından işgâli sırasında kurtuluş hareketine katılan Bombacı Emine, Kara Fatma, Saliha Çavuş ve Pembe Hatun’un kahramanlık öyküsü” (age, sayfa 271) şeklinde verilen konu yine hiç bir açıklama taşımamaktadır.

[“On Korkusuz Kadın” (Başaran / 1964), “On Korkusuz Adam” filminin iş yapması üzerine yapılan bir filmdir. “On Korkusuz Adam Kıbrıs’ta” Rumların yaptığı mezalime mani olmak üzere adaya giden on kişinin serüvenini anlatır. O film ise kuruluş olarak John Sturges’in “The Magnificent Seven / Yedi Silahşör” filminin bir uyarlamasıdır ama aslında Sturges’in filmi de Kurosawa’nın “Shichinin no Samurai / Yedi Samuray” filminin uyarlamasıdır. Japon feodalitesinde yaşanan olaylar önce A. B. D. / Meksika sınırına, sonra da Kıbrıs’a taşınır. “On Korkusuz Adam” filminde Yılmaz Güney’in canlandırdığı tip (hiç konuşmaz -sadece üç kez konuşur ve hepsinde de “benim için fark etmez” der-) çok ilgi çeker, sonradan “Konyakçı” (Başaran / 1965) filminin yapılmasına neden olur. Bu film de George Stevens’ın “Shane” filminin uyarlamasıdır.]

Açtığımız bu parantezin öncesinde, belirtildiği üzere, bir kısım filmlerimizde ele alınan İstiklâl Savaşı kadın kahramanlarımız olayına yaklaşım yeterli olmamakla beraber biraz açıklık kazanmıştır. “Kahramanlar” hakkında yeterli araştırma yapılmadan, seri şekilde filmler yapılmıştır.

1973’de Osman F. Seden, Nene Hatun hakkında bir film yapmaya başlar, daha sonra filmde anlatılanların Nene Hatun ile ilgisiz olduğu söylenince filmin adı “Gazi Kadın” olarak değiştirilir. Eleştiriler sonuna kadar haklıdır, çünkü Seden’in yaptığı film Vittorio de Sica’nın “I Girasilo / Sun Flower / Güneş Çiçeği (Çiçekleri)” filminin uyarlamasıdır. De Sica’nın filminde İkinci Dünya Savaşı’nda geçen olay Osmanlı – Rus Savaşı’na (93 Harbi’ne) taşınmıştır. “Gazi Kadın” filminin afişlerinde “Nene Hatun” ibaresi yer almaz ama sinemamızın kaynak kitaplarında “Gazi Kadın” filminin yanında “Nene Hatun” ismi de yer alır (Özgüç / Evren). Nene Hatun ile ilgisi olmayan bu filmin yapılışından yıllar sonra bu kez adı “Nene Hatun” olan film yapılır (Avni Kütükoğlu / 2010). Ciddi bir ilgi görmeyen filmin de Nene Hatun üzerine bir araştırma olmadan yapıldığı, çok az eleştirisinde belirtildi.

(21 Şubat 2011)

Orhan Ünser

Acıların Kadını Ayşe Şasa

Ayşe Şasa, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi senaryo yazarlarından biri… 13 yıl çok yakınında olduğu Kemal Tahir yanı sıra, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal, Bülent Oran, Giovanni Scognamillo, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atilla Dorsay gibi Türk kültür hayatının pek çok değeri uzun yıllar Ayşe Şasa’nın, yanı başındaydı, hayatından gelip geçti. Ayşe Şasa, sağlık durumundaki ciddi bozulmalara rağmen, senaryoları, yazıları ve kitaplarıyla, daima Türk sinemasının ve kültür hayatının merkezinde oldu.

Birkaç hafta önce “Bir Ruh Macerası” adlı kitabından yola çıkarak Ayşe Şasa’nın kültür ve sinema hayatımıza katkılarına yakından bakmaya çalışmıştık. 04 Ocak 2010’da yayınlanan bu yazımızın başlığı “Ayşe Şasa’nın ‘Ruh Macerası’na kayıtsız kalmayın”dı. Ayşe Şasa’nın bir diğer kitabı “Yeşilçam Günlüğü”nden yararlanarak yazdığımız, “Ayşe Şasa’nın ‘Yeşilçam Günlüğü ve ‘Yorulmayan Savaşçı’ Kemal Tahir” adlı yazımız Türk sinemasının gizli ve gerçek tarihini öğrenmek isteyenlere çok yararlı ipuçları ve takip edilmesi, izlenmesi gereken ekmek kırıntıları sunuyor.

“Yeşilçam Günlüğü” ve “Bir Ruh Macerası” adlı kitaplar aracılığıyla hayatının ikinci yarısında Türkiye’nin deruni varlığındaki mevcut yoğun iman potansiyelini – Öteki Türkiye’yi- tanıma fırsatına ermiş bir insanın (Ayşe Şasa’nın) yüreğine yolculuk yapıyorsunuz.

“Gerçeğin Değişkenliği Kemal Tahir” adlı kitabında Halit Refiğ, Ayşe Şasa ve Kemal Tahir için şunları söylemiştir: “1958’den 1965 yılına kadar Kemal Tahir ile aramızda hiçbir ciddi ideolojik tartışma olmadı. Ben O’na olağanüstü bir bilge saygısıyla bakıyordum. O büyük ölçüde Selanik kökenli olmamdan ötürü benim solculuğumu pek ciddiye almıyordu.Metin Erksan, Atıf Yılmaz ve Ayşe Şasa gibi öbür meslekdaşlarımın da sık sık katıldığı toplantılarda konular ideolojik meselelerden çok sanat ve toplum ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyordu. Kemal Tahir filmcilerin kendisine gösterdiği ilgiden memnundu. Ama Yeşilçamlılarla fazla yüz göz olup Marksizmi sulandırma ithamı ile karşılaşmaktan da bir ölçüde çekindiğini hissediyordum. (…) Kemal Tahir, filmciler arasında en çok Metin Erksan’a değer verirdi. En sevdiği Türk filmi de Metin Erksan’ın yarattığı “Sevmek Zamanı”ydı. Benim yaptığım filmlerin hiçbirinden çok fazla hoşlanmadığını hissettim.”

Ayşe Şasa Hatırlıyor:

“İçine doğduğum zümre ticaret burjuvazisiydi, elit bir zümreydi. (…) Yönetici zümrelerden gelen, çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca bu zümrenin öldürücü zehrinden -yabancılaşmadan- fazlasıyla pay almış biriyim. Çok istediğim halde içinden çıktığım zümreyi sinemada, beyazperdede tasvir etmek, bu zümreyle olan gerilimli akrabalık bağımı derinlikli bir şekilde ele almak ne yazık ki bana nasip olmadı. Oysa sanatçılar için bu tür hesaplaşmalar çok verimli arınma vesileleridir. Dahası, Türk sinema tarihi boyunca yönetici zümreler beyazperdede daima dıştan, uzaktan, yüzeysel olarak anlatılmışlardır. Reha Erdem’in ‘A Ay’ıyla, Kutluğ Ataman’ın ‘Karanlık Sular’ adlı filmleri bu açığı ilk kez gözle görülebilir şekilde kapatmıştı.

(…) Benim yetişme çağımda Burjuva ailelerde hala Tanzimat’tan gelen yabancı dadı çalıştırma geleneği sürüyordu. Ailem de bu kötü ve korkunç geleneğin etkisi altındaydı. Ailem, bana çok büyük bir iyilik yapmış olduğunu düşünerek, beni hepsi de İkinci Dünya Savaşı cehenneminden kaçmış ve ruhen sakat olan kimi Yahudi, kimi Katolik, kimi Protestan birtakım dadılara teslim etti. Ailem, bu insanları kafasında idealize ettiğinden dadılarımdan fiziksel ve ruhi çok şiddet gördüm. (…) Çok yalnız ve bedbaht bir çocukluk yaşadım. Aşırı iletişimsiz bir dünyada büyüdüm. İleride şizofreniye kadar yol açacak düzeyde bir iletişimsizlik yaşadığım için beyazperdeyi milyonlarca insanla iletişim kurma aracı olarak seçtim. Bir de, fantezilerimi canlanmış, filme çekilmiş olarak görmenin sevinci bana çocuk heyecanı verirdi. (…) Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, ’iyi bir Batılı’ olmamı arzulayan ebeveynlerim tarafından ellerine teslim edildiğim yabancı uyruklu dadılarımdan dolayı yoğun Yahudi-Hıristiyan etkilerine tabi oldum. (…) Bir zamanlar hem Ateisttim, hem de Marksisttim. (…) Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi (konu özeti) gibi özetleyebiliyorum.1960 yılında 18 yaşımda sinemaya adım attığımda, Marksist dünya görüşünü beyazperde aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi… Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum.

(…) 30 yaşımda başlayıp 48 yaşıma kadar süren ağır bir ruhsal çöküş yaşadım.

(…) Bugün kendimi Müslüman olarak tarif ediyorum. (…) Yahudi ya da Hıristiyan değil, Müslüman olduğuma açıklıkla karar verdikten sonradır ki, zenaatımda, sinemada da yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın sınavından geçmesi icap ettiğini kavradım. Trajik dünya görüşünü reddedip, trajik-olmayanın peşine düşmem bu dönemece rastlar.”

Ayşe Şasa’nın Hayatının Dönüm Noktası: 1981

Ayşe Şasa’nın hayatında dönüm noktası 1981 yılıdır. O yıl İbnü’l Arabi’nin “Fusüsu’l-Hikem” adlı kitabını (Kabalcı Yayınevi tarafından Ekrem Demirli’nin çevirisi ve şerhiyle yayımlanmıştır) okumaya başladı. Klasik anlamıyla bir tasavvuf kitabı olmayan “Fusüsu’l-Hikem”, Avrupalı ve Amerikalıların teozofi, İslam filozoflarının ise ilm-i ilahi ya da marifetullah olarak tanımladıkları bir disiplini temellendirmeyi hedefleyen özgün bir kitaptır. “Fusüsu’l-Hikem” İbnü’l Arabi’nin öğrencisi Sadreddin Konevi’ye göre bir metafizik kitabıdır ve Allah’ın varlığını, O’nun alemle ilişkisini konu edinmektedir.

Ayşe Şasa’yı Tedavi Eden Kitap “Fusüsu’l-Hikem”

Ayşe Şasa, “Fusüsu’l-Hikem” için şunları söylüyor:

“İslam’a ve İslam tasavvufuna yönelmemi, bütünüyle bir tek kaynağa, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’ye borçluyum. Onun 1981’de okumaya başladığım, “Fusüsu’l-Hikem”i geleneğin sırlı kapısından girip şiir dolu bir aleme adım atmama vesile olmuştu. Yine, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin himmetiyle, derece derece ilerleyen “Fusüsu’l-Hikem” okumaları sayesinde, tam 18 yıl boyunca pençesinde kıvrandığım ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtuldum. (…) Hayatımda karşılaştığım en olağanüstü metin “Fusüsu’l-Hikem”dir. (…) Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıtı olan o eşsiz metafiziği okudukça; ‘Ben bunca yıl bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl da habersiz kalmışım,’ diye hayıflanıyordum. (…) 1981 yılından itibaren, tasavvuf düşüncesi, bilhassa Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin görüşleri bana çok büyük ışık olmaya, kaynak olmaya başladı ve o güne kadar hiç bilmediğim bir enerji verdi, bir neşe verdi. Doğrusu şimdi biraz da bu enerjiyi sinema alanına yansıtmaya çalışıyorum. Allah izin verirse… (…) “Fusüsu’l-Hikem”i okumaya başladığımda o güne kadar okuduğum, bildiğim her şeyden farklı, adeta kainatta bir üst alemden, bana doğru böyle bir ruh, bir rahmet akmaya başladı. (…) Müthiş bir büyülenme olayı oldu. Ve insiyaki olarak, yani çok ıstırap çekmiş bir hasta olduğum ve “Fusüsu’l-Hikem” bana ilk andan itibaren şifa vermeye başladığı için, kitabı bırakamadım. Devamlı olarak okudum. Okumaya devam ettim.”

Ayşe Şasa ve Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi

Ayşe Şasa’nın hayatına yön veren sözlerden biri de Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi’ye ait… Bu söz şöyle: “Alemde her ne ise aradığın, bil ki onun cevabı, karşılığı kendi kalbindedir.”
Bizde bu vesileyle, Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi’nin yedi çok yararlı öğüdünü hatırlatalım:

-Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
-Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
-Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol.
-Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
-Mütevazilikte toprak gibi ol.
-Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
-Olduğun gibi ol, göründüğün gibi ol!…

Ayşe Şasa’nın Mahmud Esat Hocaefendi’yle Tanışması

Ayşe Şasa, Nakşibendi tarikatının kollarından biri olan İskender Paşa cemaatinin Şeyhi Prof. Dr. Mahmud Esat Coşan Hocaefendi’yle (1938-2001) tanışacağı gün, ilk defa, başını örtmüştü. Bilindiği gibi, Esat Coşan Hocaefendi’nin Şeyhi’yse, aynı zamanda kendisinin kayınpederi olan, Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’ydi (1897-1980). Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi, dönem dönem, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal gibi siyasetçilerden desteğini esirgememişti… Vatan Gazetesi yazarı Süleyman Ateş’in 4 Ocak 2010’da yazdığı gibi, “Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi de, Yunus Emre de, Ahmet Yesevi de, Hacı Bektaş-ı Veli’de birer tarikata bağlıydı.”

20. Yüzyıl Yıkım Çağı

Ayşe Şasa, “Temerküz (toplama ve yok etme) kampları, atomik infilâkları, Çernobil’leriyle, azgın bir bencilliği kışkırtan tüketim toplumunun hasta zihniyetiyle uzay çağı dediğimiz 20. Yüzyıl insanoğlu için zahirde şanlı, batında çirkin bir yıkım çağı oldu,” diyor.

Kemal Tahir, Halit Refiğ, Metin Erksan ve Ayşe Şasa

Ayşe Şasa, 1960’lı yıllarda, Kemal Tahir, Halit Refiğ, Metin Erksan’la çok yakındı. Bu konuda şunları söylüyor:

“Kemal Tahir’i 1960’ta tanıdım. İlk gördüğüm zaman beni çok etkiledi Kemal Tahir. Çünkü benim içinde yaşadığım dünyanın çok dışında bir dünyadan söz ediyordu; Anadolu insanından, Osmanlı’dan söz ediyordu. Burada insiyaki olarak, o andan itibaren geleneğimi aramaya başladım. Ve Kemal Tahir çevresinde bu nedenle yer aldım. Yani Batı’ya karşı gelirken, ona karşı köklü, yerli bir gelenek arıyordum.Ve bu ihtiyacımı, bu arayışımı çok iyi cevapladı Kemal Tahir.

(…) Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’sı; konusu, özü, biçimi itibariyle, Türk sanatını, 150 yıldır, acıklı biçimde pençesinde debelendiği Batılı trajik hayat görüşünden bütünüyle arıtıp, trajik olmayan yerli hayat anlayışına, bu anlayışın beslediği zengin yerli estetiğe kavuşturmuştur. Bu, yalnız Türk filmcilerini değil, Türk sanatının bütününe sunulmuş, çok geniş spektrumlu ölümsüz bir hayat kaynağıdır.

1968’de Halit Refiğ’in öncülüğünde billurlaşan ‘Ulusal Sinema’ görüşü, esinini şüphesiz Kemal Tahir’e borçluydu. O günden bu yana ve bugünden geleceğe, Türk sanatında, mahalli boyutun özgün derinliğini taşıyacak her kuramda, her üründe yine mutlaka Kemal Tahir’den bir iz olacaktır.

(…) Kemal Tahir, “Türk filmlerine kendi bakışımızı ve yerli karakterlerimizi eklemeliyiz,” diyordu.

(…) Kemal Tahir’in sohbetlerine yoğun olarak katıldım. O ve eşi beni bir çeşit manevi evlat gibi benimsemişti; asi olduğum, isyan ettiğim biyolojik aileme karşılık, manevi ailem olarak onları seçmiştim. Sonra, Kemal Tahir, klasik Marksizm’le iş yapan çevreler ile çok büyük bir çatışmaya girdi. Daha doğrusu çok büyük düşmanlıklara hedef oldu. Ve dışlandı. Bütün o olayların şiddetini, depremini Kemal Tahir’in yanında yer almış olduğum için ben de yaşadım ve derinden acı çektim.Kemal Tahir’in görüşü bence hala Marksistler için geçerlidir. Eğer böyle bir ideolojinin hala eleştirel gücü varsa, Kemal Tahir’in görüşünün bugün aşılamamasındandır. Çünkü Marks’ın son döneminde ele aldığı Osmanlı ve Türk toplumuna ilişkin çok çok özgün tezlerini klasik Marksizm’e karşı ortaya getirmişti.

(…) 1960’lı yıllarda, Türk filmcileri arasında meslek üzerine konuşmalar, bildiğim kadarıyla, şimdikinden çok daha yoğundu. O dönemde, sinemayı bir sanat olarak ele alan yönetmenlerin sayısı bugünkünden çok azdı. Metin Erksan, Halit Refiğ, Lütfi Akad ve Atıf Yılmaz sık sık aynı çatı altında toplanıp, durum muhasebesi, durum değerlendirmesi yaparlardı. Günün sorunu, piyasanın aşırı ticari temayüllerine direnebilmek, haysiyetli ürünler verebilmekti. Haysiyetli ürünler vermenin ilk koşulu, yerli bir estetik kurmaktı. Yerlilik sorunsalının, hepsi de solcu olan o dönemin önde gelen yönetmenleri arasında çok önemli bir yeri vardı. Kemal Tahir, yazdıkları ve söyledikleriyle ortamı temelden etkileyen bir otoriteydi. Söz konusu yönetmenleri ve bir kısım senaryocuları derinden düşünmeye, araştırmaya sevk eden saygınlık odağıydı.

(…) Sinemaya adım attığım 1960’lı yıllarda Türk düşüncesine yerli bir perspektif getirmek için büyük çabalar gösteren romancı Kemal Tahir ve sinema alanında onun fikirlerinden esinlenen Halit Refiğ, Metin Erksan gibi filmcilerle yaptığımız yoğun sohbetler, beni derinden etkilemişti. Anti-Batıcı Marksistler olarak o dönemde geliştirmeye çalıştığımız sistematik, 1970’li yılların ortalarına doğru beni tatmin etmekten artık uzaktı. 1980’li yıllardan başlayarak kimliğimi yeni bir boyut çevresinde derinleştirmeye çabalıyordum. Tevhid düşüncesi, İslam metafiziği, tasavvuf, bu yeni boyutun odağını teşkil etmekteydi.”

Kemal Tahir’e Göre Türk İnsanı ‘Bitmez Ruh Gücü’ne Sahipti

Ayşe Şasa, Kemal Tahir’i anlatmaya devam ediyor:

“Kemal Tahir, ‘Mahpusluk da bir çeşit ölümdür,’ der, ‘Yol Ayrımı’ adlı romanında…

(‘Yol Ayrımı’ Türkiye’de demokrasinin ilk doğum sancılarını konu alır. Romanda Serbest Fırka’nın kuruluşu, Darülfünun’da meydana gelen ayaklanmalar, İstanbul sokaklarında olup bitenler ve tarihin derinliğinde kalan ayrıntılar da vardır. ‘Yol Ayrımı’, savaştan zaferle çıkmış bir milletin demokrasi yolunda attığı bebek adımlarının izdüşümlerini aktarır.)

(…) Kemal Tahir’le ilgili şunu da söylemeliyim: O’nunla 13 yıllık yoğun dostluğumuz boyunca, onun cezaevi deneyiminden bir kez bile yakınarak söz ettiğine tanık olmadım. Bunu en büyük ayıp sayardı. Kemal Tahir hapishaneyi büyük bir okul olarak nitelerdi. ‘Orada insanların konuşmalarını dinlerken, bazen okyanuslar çarpışıyor sanırdım,’ demişti bir keresinde… Anadolu Türk insanının ruh karmaşasına, sık sık sözünü ettiği ‘bitmez ruh gücüne’ olan o derin inancını hapishanede edinmişti. Bu ‘ruh gücü’ teması ne zaman gündeme gelse, neredeyse ‘mistik trans’ diyebileceğim bir havaya girerdi Kemal Tahir…

‘Ölü Evinden Anılar’, ‘Yeraltından Notlar’, ‘Suç ve Ceza’, ‘Kumarbaz’, ‘Budala’, ‘Ecinniler’, ‘Karamazov Kardeşler’ adlı romanların yazarı Dostoyevski’nin Rus insanında bulduğu baş döndürücü ruh girdapları ile, Kemal Tahir’in Türk insanında gördüğü tükenmez zenginlikler arasında hep bir benzerlik görmüşümdür. (…) Türk toplumunun benliğini paramparça eden sosyal maraz konusunda belki ilk köklü ve önemli teşhisler Kemal Tahir’e aittir.”

Ayşe Şasa’nın Merhum Kocası Bülent Oran Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı”sını Değerlendiriyor

12 Eylül askeri yönetimi tarafından negatifleri imha edilen, Halit Refiğ’in Kemal Tahir’den uyarladığı “Yorgun Savaşçı”yı yakılmadan hemen önce stüdyoda izleyen, Ayşe Şasa’nın eşi Bülent Oran, “Gördüğüm kadarıyla ‘Yorgun Savaşçı’, Halit Refiğ’in ‘Aşk-ı Memnu’ sunu sinema yapıtı olarak, rahat dörde katlar,” demişti. (Vedat Türkali’nin Tüm Yazıları ve Konuşmaları; Sayfa: 148, Gendaş Yayınları)

Bülent Oran Anlatıyor:

“Türkiye’de entelektüel geçinmek istiyorsan iki özelliğin olmalı: Birincisi Allah’a inanmamak, ikincisi Türk filmlerine her fırsatta küfretmek.”

Türk tarihinde üzerinde en çok uzlaşma sağlanan Aydın: Kemal Tahir

Ayşe Şasa, Bülent Ecevit, İsmail Cem, Metin Erksan ve Halit Refiğ’in ortak bir tutkuları vardı: Kemal Tahir hayranlığı… Romancı Kemal Tahir’in kendisinin ve eserlerinin büyüsüne kapılmış filmciler arasında Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez ile “Kurt Kanunu”nu sinemaya uyarlayan ve “Yorgun Savaşçı”da set fotoğrafçısı olarak çalışan Ersin Pertan ilk akla gelenlerdir. Refiğ en başarılı filmlerinden “Haremde Dört Kadın”, “Yorgun Savaşçı” ve “Karılar Koğuşu”nu Kemal Tahir’in yazdıklarına dayandırmıştır. Refiğ, 1970 sonbaharında kanser ameliyatı, 1971’de kalp krizi geçiren, 1973’te bir başka kalp kriziyle ölen Kemal Tahir’le 1957’den itibaren 17 yıl boyunca yakın bir dostluk geliştirmişti. Kemal Tahir, Refiğ’in çok kadınlı, bol kadınlı hayatını –Gülper Refiğ’le evlenmeden önceki hayatını- sürekli ve kıyasıya olarak eleştirmiştir. Kemal Tahir, Halit Refiğ – Gülper Savaşçın Refiğ evliliğine ve aşkına şahit olabilseydi kuşkusuz çok mutlu olurdu. Ancak buna ömrü yetmedi.

Kemal Tahir, Atatürk daha hayatta iken, Nazım Hikmet ile birlikte Yavuz (eski adı: Goeben) Zırhlısı’nda bir Komünist ayaklanması girişimi tezgahlamakla suçlanarak, yani bir iftira sonucunda, 1938’de 15 yıl hapis cezası almış, Demokrat Parti’nin af çıkardığı 1950’ye kadar da 12 yılını cezaevinde geçirmek zorunda kalmıştı. Suçlanan ve 29 Mart 1938’de Harp Okulu Askeri Mahkemesi tarafından mahkûm edilen kişilerin, Çarlık Rusya’sı donanmasının gözbebeği olan dretnot Potemkin’de Haziran 1905’te çıkarılan isyanın bir benzerini planladıkları iddia edilmiştir.

Kemal Tahir’in cezaevi yılları beyazperdede: “Karılar Koğuşu”

Hülya Koçyiğit: “Kadir İnanır’ın otuz – kırk yıllık sanat hayatı, yüz tane filmi vardır sanırım; bu filmlerin hepsi kendi başına önemli filmler elbet, ama bu filmdeki (“Karılar Koğuşu”) oyunculuğu bambaşkadır. Çok doğru bir yönetmenle, çok doğru bir senaryoyla olduğu için zannedersem. Halit Refiğ’in hayatında belki de en çok yapmak istediği filmlerden biriydi, “Karılar Koğuşu.”

Halit Refiğ: “Kadir İnanır’ın hayatında gösterdiği en iyi oyunculuk performansı “Karılar Koğuşu”ndadır.”

Halit Refiğ, açık yüreklilikle ifade etmiştir ki, Kemal Tahir’in en çok beğendiği Türk filmi, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”ydı. Çağının çok ötesinde olan birçok film gibi (”Haremde Dört Kadın”, “Muhsin Bey” ve “Züğürt Ağa”) ”Sevmek Zamanı” da sinema salonlarında gösterildiğinde seyirci bulamayan Türk filmlerinden biridir.

Kemal Tahir, Halit Refiğ’e “Bir Türke Gönül Verdim” adlı filmini hiç sevmediğini de söylemiştir.

“Haremde Dört Kadın”

Kadın eşcinselliği, çok erkekli kadınlar gibi temalara yer veren, 1899 yılını 1900 yılına bağlayan günlerde geçen ve senaryosunu Kemal Tahir ile Halit Refiğ’in birlikte yazdığı “Haremde Dört Kadın” hem seyirciden ilgi görmedi, hem de Antalya Film Festivali’ne gönderilen kopyası, “Türk ailesine hakaret ediliyor” gerekçesiyle sinemayı basan kişiler tarafından imha edilerek, Antalya Film Festivali jürisine gösterilemedi. Halit Refiğ’in bu filmi gerçekleştirmesinde, Atıf Yılmaz’ın yapımcı bulması yanı sıra, “Şafak Bekçileri” ve “Gurbet Kuşları”nın seyirciden büyük ilgi görmesi büyük rol oynadı. Bu zamanının çok ötesindeki film (“Haremde Dört Kadın”) daha sonra TRT tarafından bile gösterilecekti.

Kemal Tahir’in Son Yemeği

Halit Refiğ, Kemal Tahir’in 20 Nisan 1973 Cuma gecesi katıldığı yemeğe gitmesine neden olduğundan yaklaşık 36 yıldır acı çekiyordu. Olay şöyle gelişmişti. Mehmet Barlas’ın Şişli’deki evindeki yemeğe davet edilen ve bu yemeğe Mete Tunçay’da davetli olduğundan gitmek istemeyen Kemal Tahir’i bu geceye katılmaya ikna eden Halit Refiğ oldu. Yemekte Mete Tunçay’ın Kemal Tahir hakkındaki olumsuz ve kırıcı değerlendirmeleri romancının yeni bir kalp krizi geçirerek ölümüne neden olacaktı. O gece Mehmet Barlas’ın evindeki yemekte Ercan Arıklı’nın ağabeyi Tuncer Arıklı, İsmail Cem, Afşin Germen, Ali Sirmen ve eşleri de vardı. Mete Tunçay’ın Kemal Tahir’e söylediği “Siz tarihe sadakat göstermiyorsunuz, olayları, gerçekleri saptırıyorsunuz. Sizin eserlerinizi toplatmak lâzım. Kitaplarınızın toplatılmayı hak etmesinin nedeni, porno oluşları değil, tarihsel gerçeklerin iç yüzünü ancak birkaç yüz kişi ciddi tarih kaynaklarından araştırabilecekken, sizin büyük bir sorumsuzlukla, sahici (gerçekten yaşamış) kişilere asla kendilerinin olamayacak görüşler (sözler, ifşaatlar) yakıştırmanızdır, ” tarzındaki sözleri, 1971’de çok ağır bir kalp krizi geçiren, yüksek tansiyon sahibi, ağır bir kanser ameliyatı geçirmiş, sol akciğeri alınmış bulunan ve konuşmasında belli bir zorluk olan Kemal Tahir’in sonu olacaktı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kemal Tahir Değerlendirmesi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 16 Ocak 2010’da yaptığı konuşmada, “Nasıl ki Fuzuli, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, bu ülkenin ortak değeri ise, Muhsin Ertuğrul da bu ülkenin değeridir. Nazım Hikmet de bu ülkenin bir değeridir. Kemal Tahir de bu ülkenin bir değeridir. Oğuz Atay da bu ülkenin değeridir,” demiştir. Bu konuşma aslında iki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın da (Bülent Ecevit ve Recep Tayyip Erdoğan’ın) Kemal Tahir’in üstün değeri üzerinde uzlaştıklarının bir kanıtıdır.

Akıllı ve Namuslu Olduğu İçin Çok Yalnız Bırakılan Aydın: Oğuz Atay

Geçtiğimiz günlerde vefat eden Halit Refiğ’in, 43 yaşındayken, 1977’de beynindeki tümör nedeniyle vefat eden arkadaşı yazar Oğuz Atay için söyledikleri de çok çarpıcıdır: “Oğuz Atay her şeyden önce olağanüstü dürüst bir insandı. Çok dürüst bir insandı. O kadar dürüsttü ki, bu dürüstlük ona çocuksu bir safiyet vermekteydi. O kadar zeki, o kadar bilgili bir kimse olmasına rağmen insanlardaki kötülük temayülü, kötülüğe yatkınlık onu çok ama çok şaşırtmaktaydı. İnsanlardaki dürüstlükten uzak her türlü harekete şaşırırdı. Tanıdığı bazı insanların kötülüğe, alçaklığa eğilimleri ne kadar yatkın oldukları onu çok şaşırtıyordu.”

Halit Refiğ, Oğuz Atay’ın “En değerli varlığımız beynimizdir,” sözünü hiç unutmadı. Oğuz Atay Halit Refiğ’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanını uyarladığı Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesi üzerine bir roman yazmaya da çalışmıştı.

Oğuz Atay, Kemal Tahir için şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Kemal Tahir Türk tarihine eğilirken, zengin kültür geleneğimizden esaslı bir şekilde yararlanmanın gereğini duyan ilk romancımızdır.”

Bülent Ecevit’in 1968’deki Kemal Tahir Değerlendirmesi:

“Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’ romanıyla güç bir işe girişmiştir: Yüzyıllarca dünya tarihinde ağırlığını duyurmuş olan, ona rağmen gerçek kimliği çok az tanınan bir büyük devletin, Osmanlı Devleti’nin, karakterini çözümlemeye çalışmıştır.

Modern ruhbilimde, bir insanın karakterini çözümlemek için genellikle, onun çocukluğuna gidilir. Kemal Tahir’de, Osmanlı Devleti’nin karakterini çözümlemek için bu devletin çocukluk yıllarına, hatta doğuş öncesine gitmekte, onu doğuran koşulları incelemektedir.

(…) ‘Devlet Ana’da Kemal Tahir; büyük yazarlık gücüne, geniş bir tarih bilgisini ve derin bir sanatçı sezgisini de katarak; bu oluşumu ve bu doğuşu dile getirmektedir.

Heyecanlı bir serüven gibi sürükleyici, bir toplumsal psikanaliz gibi aydınlatıcı, bir tarih araştırması gibi öğretici bir yapıt, ’Devlet Ana.’

(…) Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’da, bu etkileri ve bu kimliği, Osmanlı Türk tarihinin derinliklerine inerek ve Anadolu halkının toplu bilinçaltını (collective unconsciousness) o derinliklerde deşerek, ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

Bu adeta, günümüzün Anadolu Türkünü anlamak için, onun bir ulus olarak doğuşuna ve doğuş öncesine kadar inen bir psikanaliz değerlendirmesidir.

‘Devlet Ana’, edebiyat tarihimizin de, tarih edebiyatımızın da en önemli olaylarından biridir.

Fakat bu olay, bu çalışma, burada bitmemeli, Kemal Tahir’in araştırmacılığı, sezgi gücü ve sanatçılığı ile daha yakın çağlara doğru sürdürülmeli; en az, Osmanlı Devlet ve toplum düzeninin olgunluk çağına kadar (Kanuni Süleyman çağına kadar) getirilmelidir.

Bu düzenin bozuluşu, Kanuni Süleyman’ın son döneminde başlar. O bozulma dönemine kadar kendimizi, kendi devlet ve toplum düzenimizi gereği gibi tanırsak, belki bir Anadolu Türk rönesansı için bir sıçrama tahtasına erişmiş oluruz.

Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’yla giriştiği çalışmayı, daha yakın çağlara doğru sürdürerek buna yardımcı olabilir.”

İsmail Cem’in 1973’teki Kemal Tahir’i Değerlendirmesi:

“Kemal Tahir, halkın yararına bir tarih ve kültür yorumunun ilk örneklerini, çoğunluğun bir büyük suskunluk içinde olduğu, anlayıp göremediği yıllarda, cesaretle söylemiştir.

(…) Kemal Tahir, ‘Ben halkımın mutluluğunu sosyalizmde görüyorum’ demenin yıllar boyu insanı kahrettiği bir dönemin yürekli savaşçısıdır, herşeyden önce.

(…) Kemal Tahir romanları, Türkiye’nin kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır bir bakıma.Kemal Tahir, 1920-1950 döneminin yorumunu getirir romanlarında. Bu, O’nun ilk büyük katkısıdır ülkesinin halkına ve düşüncesine. Değişik, çarpıcı fakat genel çizgisiyle mutlaka doğru bir yorumdur Kemal Tahir’inki. Devrim nedir, ne değildir; ilerici kim, gerici kimdir; halk budala mıdır; yöneten ülkücü müdür; bir dönem, halkçı açıdan nasıl değerlendirilir; tarih nedir, dersleri nelerdir? Bunları araştırır Kemal Tahir. Bilim adamının sustuğu, ya da ‘bilmediği’ bir zaman kesitinde, halktan yana olduğunu sananların halka karşı çıktığı bir dönemde yazılmıştır bütün bunlar. Geçmişin bürokratik kalıplarında yoğrulmuş ‘idealist’ tavırlı aydınların düşünce tembelliğini sarsan, yıkan görüşlerdir. Ve ilk olarak, etkili biçimde Kemal Tahir tarafından ortaya konmuştur. Büyük bir yalnızlıkta, her taraftan gelen hücumlara göğüs gere gere, Kemal Tahir’in eserleri, yarattıkları büyük şüphe ile aydını yeniden düşünmeye ve düşünsel tabuları eleştirmeye, toplumcu hareketi doğru yorumlara yöneltmiştir.

(…) Kemal Tahir’in ikinci büyük tutkusu Türkiye insanıdır, Osmanlılardan başlayıp günümüze süren Türkiye kültürüdür. Türkiye insanının bilgeliği, yüceliğidir. Bu tutkusunda da Kemal Tahir, ilkinde olduğu gibi anlayışsızlıkla, çıkarlarla ve yıkılmaz duvarlarla savaşmıştır.

‘Türkiye’nin kültürü nedir, Batı nedir, Batı kültürünün bize etkisi ne olmuştur?’ sorularına, Kemal Tahir ömrünü tüketmiştir. Yarattığı yeni soru işaretleriyle insanları düşünmeye, doğruyu aramaya, hatta bulmaya yöneltmiştir. O’nu yanlış olarak ‘şovenizmle’ suçlayanlara, o kendi sanatçı sezgileriyle emperyalizm ve kültür arasındaki ilişkileri; kültürün bu ilişkilerdeki işlevini (fonksiyonunu) göstermiştir. Bütün söyledikleri yüzde yüz doğrular olmamıştır kuşkusuz. Ama kendini ve geçmişini inkâr edenlerin, çok değişik çıkarlara hizmet de edebilecek tavırlara kayıtsız şartsız kapılanların ortamında, dikkatleri ana sorunlara çekmiştir.

Başka bir deyişle, Kemal Tahir, halkın yararına bir tarih ve kültür yorumunun ilk örneklerini, çoğunluğun büyük bir suskunluk içinde olduğu, anlayıp göremediği yıllarda, cesaretle sergilemiştir.

(…) Bir rastlantı, ölümünden dört beş saat önce Kemal Tahir’le bizi aynı dost meclisinde bir araya getirdi.

Yorulmayan Savaşçı, görüşlerini savaşının son saatlerinde de aynı inançla savunuyordu. Fakat sesi biraz kısılmıştı; acılı yılların, bir büyük mücadelenin ve iki yıl önce inanılmaz şekilde üstesinden geldiği amansız hastalığın etkileri O’nu yavaş konuşmaya zorluyordu.

Kemal Tahir’i son gecesinde dinlerken, sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik.

‘Sizler gençsiniz,’ demişti, ölümünden önce, ‘Size şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil, sistemli bir düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil bir sistem içinde düşünmelidir insan… (…) İnsanlar yanlış yapabilir. Ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır… (…) Ben romanlarımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. Hatta, gelecek için yazar…’

Ve bu sözlerle noktalamıştı son gecesini Kemal Tahir.”

Vedat Türkali Kemal Tahir’i ve Kemal Tahir’in Filmcilerle Olan İletişimini Değerlendiriyor:

“Celal Bayar anılarını yazmıştı, o günlerde Kemal Tahir, Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım’ adlı anı kitabına bir övgü – eleştiri yazmak zerafetini ihmâl etmedi. Ben hiçbir gün Celal Bayar’ın eserine övgü yazabilecek bir tutumun doğru bir tutum olabileceğine inanmam.

İşte Kemal Tahir bizim filmci arkadaşları yazık ki çok kötü etkiledi. Atıf Yılmaz’ın bir ‘Ah Güzel İstanbul’ filmi vardır. Bir kepazeliktir, ne dediğini kendisi de bilmez, ama bu filmin senaryosunu, diyaloglarını yazan Ayşe Şasa’ya iri iri lâflar ettirilmiştir. ‘Dolandırıcılar Şahı’, ‘Suçlu’, ‘Erkek Ali’ gibi filmler yapan Atıf Yılmaz, birden kalkar ve bu ne idüğü belirsiz çarpıklık örneğini verir. Ama Atıf Yılmaz yeni boyutlar getirdiği inancındadır, ‘ulusal sinema’ yapıyordur.”

(Vedat Türkali: Tüm Yazıları Konuşmaları” adlı kitap; Gendaş Yayınları, Sayfa: 62)

Ayşe Şasa “Ulusal Sinema” Kavgasını Anlatıyor:

“Sinemaya ilk girdiğim yıllarda, en büyük tasam, Türk filmine cahili olduğu Batılı dramaturjiyi giydirmek; o günkü Batıcı zihniyetime uygun olarak, onu ‘adam etmek’ti (!) Batılı dramaturjiyi Türk filmine giydirince ortaya çıkan onulmaz sahteliği ve sakaleti ancak sonraları fark etmeye başladım. Yerli malzeme -Türk hayatı, Türk davranışı, Türk ahlâkı, Türk Jesti- Batılı sanatın biçim anlayışıyla bağdaşmıyor; ortaya, malzemenin sürekli kustuğu bir çirkinlik çıkıyordu.

Türk sinemasını sahiciliğe ulaştırabilmek için, öncelikle Türk toplumunun özgün yapısından, Türk tarihinin özelliklerinden kaynaklanan yerli bir espiriyi, Türk nomosunu derinlemesine kavramak; onu bütün ayrıntılarıyla nitelemek, tarife sunmak gerektiğini o zaman fark ettim. Aynı kapsam, aynı çerçeve içinde Halit Refiğ, Kemal Tahir’le birlikte ‘Asya Tipi (Usulü) Üretim Tarzı’nı gündeme getirmişti. Halit Refiğ, Türk toplumunun Batı’dan farklı bir sosyal yapı ve ruh taşıdığını; Türk sinemasının Batılı değerler ışığında gerçekleşemeyeceğini savunuyor; Türk toplumunun farklı yapısını Marx’ın Asya Tipi Üretim Tarzı Modeli’yle açıklamaya çalışıyordu. Hiçbir soyutlamaya yatkın olmayan okur yazar kesim, Marx’ın bu egzotik üretim teorisiyle kötü Türk filmi arasında nasıl bir bağlantı kurulabildiğini asla fark etmiyor; Halit Refiğ demagoji yapmakla suçlanıyordu. Ne var ki Halit Refiğ’in her çeşit esneklikten, yumuşaklıktan yoksun savunma üslûbu, daha ilk adımda karşı tarafın kaba provokasyonlarına bütünüyle yenik düşerek, ‘Ulusal Sinema’ başlığı altında ortaya atılan o çok önemli sorunsal çekirdeği, daha ilk adımda su alıp, bilinçsizlik ve bilgisizlik okyanusunun derinlerine gömülüyordu.”

Ayşe Şasa, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” ve “Susuz Yaz” Adlı Filmlerini Değerlendiriyor:

“Metin Erksan, “Sevmek Zamanı”yla Türk sinemasında, belki de Batı’nın etkisiyle egemen olmuş dramatik kalıpları yer yer büyük çapta kırarak, lirik denebilecek bir anlatımın ilk zeminini kuruyordu.

(…) Bugün, Türk Sineması’nın 77. Yılı adlı televizyon programını izledim. Programda gösterilen sayısız film fragmanı arasında belki bir tek Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ına ait parçalar, ekrana yırtıcı bir kişilik potansiyelinin bastırılamaz işaretlerini taşıyor; görüntü coşuyor, belirsizliği bir anda yırtan bir kişilik, bir tat, süregelen karanlığa rağmen patlıyor, uç veriyor… Türk sinemasının o kurşun rengi benliksizliğinin içerdiği bir trajediyi bir kez daha fark ediyorum. Metin Erksan gibi büyük bir yeteneği bile sonunda boğdu bu ortam, bunu başardı diye düşünüyorum.”

Ayşe Şasa, Reha Erdem’in “A Ay”ını Değerlendiriyor:

“Genç ve yetenekli yönetmen Reha Erdem’in “A Ay”ı Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”yla başlattığı bu akımın bir devamı sayılabilir mi?

Baştanbaşa bir rüya atmosferinin müphem sınırları içinde ve her türlü dramatik aksiyonun dışlanışıyla şekillenen “A Ay”, gizem ve humour içeren çok kişilikli bir üslupla, inanç temasını işliyor. Ustalık ve sadelikle yerleştirilmiş küçük, şiirsel motifler, allegorik yapıyı besliyor, sürekli bir akış kazandırıyor. “A Ay”, ışık, oyun, montaj ve diyalog anlayışıyla Türk sinemasının biçim dağarcığına taptaze nitelikler katıyor. Türk sinemasında bugüne dek rastlamadığım ölçülülükte bir zaman ve mekân duyarlılığı taşıyor.

(…) Türk sinemasındaki 30 yıllık deneyimimde, bazı meslekdaşlarımın bana heyecan veren filmleri olmuştur. Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ını ve ‘Sevmek Zamanı’nı, Lütfi Akad’ın ‘Vesikalı Yarim’, ‘Hudutların Kanunu’ ve ‘Gökçe Çiçek’ini, Halit Refiğ’in ‘Bir Türke Gönül Verdim’ ve ‘Yasak Aşk’ını gördüğüm zaman ne kadar mutlu olduğumu anımsıyorum. Reha Erdem’in ‘A Ay’ını görünce havalara uçmaktan, Giovanni Scognamillo’ya telefon açıp, ‘Büyük bir filmci geliyor,’ demekten kendimi alamadım.

(…) Türk sinemasında hayalin zincirlerini kıran ve rüyanın kapısını aralayan yapıtlar az olmakla birlikte, bu yolda bazı örnekler mevcuttur. Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ gerçek ötesine doğru zorlanmış bir araştırmadır. Lütfi Akad’ın ‘Gökçe Çiçek’i bir göçebe kızın manevi dünyasını, hayatın bir aşamasında ulaştığı vecd halini, bilicilik gücünü kurcaladığı oranda doğaüstüne ve rüyaya yaklaşır. Halit Refiğ’in ‘Hanım’ı, ölüm-ötesine göndermeler yaparken, yer yer manevi boyutun uyarıcı çekimini duyurur. Yine Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sı, yer yer tahayyüli hayatın mecazlarından yararlanır. Reha Erdem’in ‘A Ay’ı küçük ve yalnız bir kız çocuğunun psişik yaşantısını, onun zengin iç görüler yoluyla ulaşmaya çalıştığı zaman aşkın bir hakikati anlatır; bütünüyle açık gözle görülen bir rüya gibidir.

(…) Benim için, Reha Erdem’i tanımak, onun ilk filmi ‘A Ay’ı görmek ve aynı zaman dilimi içinde Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sını izlemek bir dönüm noktasıydı. (…) Bunlar Türk sinemasında açık seçik ‘metafizik’ nitelikler taşıyan yapıtlardır.”

Ayşe Şasa, Halit Refiğ’in “Karılar Koğuşu”nu Değerlendiriyor:

“Halit Refiğ’in Kemal Tahir’den uyarladığı ‘Karılar Koğuşu’ soylu bir çalışmadır.

TRT için yönettiği “Aşk-ı Memnu”da biçimsel inceliklerine hayran kaldığım Halit Refiğ sinemasına, ‘Karılar Koğuşu’nda yönetmenin olgunluk döneminin büyük yalınlığı yansıyor.Tıpkı olgun dönemindeki Lütfi Akad gibi, Halit Refiğ’de ustalığını kesin, tok, yalın bir anlatımla derinleştirmek konusunda kararlı görünüyor.

‘Karılar Koğuşu’ ile hapishane gerçeğine alabildiğine soylu bir stille yaklaşan Halit Refiğ, gündelik modalara sırt çevirmek, zoru, en zoru seçmek konusundaki sebatını ortaya koyuyor. Bugünkü Türk sineması içinde oldukça tekil bir konum bu. Pek çok filmcinin Türk toplumunun gerçek malzemesine ve dertlerine sırt çevirip, Batılı sinemanın penceresinden çiğ fanteziler türettikleri, pek çoğunun yalancı bir sorunsala tutunmaya çalıştıkları bir dönemde Halit Refiğ hiçbir kaçışa izin vermeyen, her çeşit gözde ‘numara’yı elinin tersiyle itiveren bir tutum benimsemiş.

1990 yılında Atilla Dorsay dışında, Halit Refiğ’in soylu filmi ‘Karılar Koğuşu’nun önemini kavrayan eleştirmen pek çıkmadı. (…) Her türlü değerin ters yüz olduğu bir sistemde buna bir anlamda belki de sevinmek, Halit Refiğ ve Kemal Tahir adına gurur duymak gerekir. Bir Dostoyevski’nin Rus sineması için taşıdığı potansiyel ne ise, bir Kemal Tahir’in Türk sineması için sağladığı birikim o denli büyük. Halit Refiğ’in rejisini izlerken bunu bir kez daha iliklerime kadar duyumsamak, meslekten bir filmci olarak bana büyük bir coşku verdi.”

Ayşe Şasa’nın 1992 Yılında Yaptığı Bir Ertem Eğilmez Değerlendirmesi:

“Sanatsal değerler taşıyan bir popüler sinema araştırmasını, Ertem Eğilmez’in ölümünden (1989’dan) bu yana kimse üstlenmedi.”

İki Dost: Ayşe Şasa ile Giovanni Scognamillo

Ayşe Şasa evine ziyaretine gittikten sonra 1990’da dostu, eleştirmen, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo için şunları yazmıştır: “Giovanni’nin evinde O’nun kişiliğinden ortalığa bir dinginlik, bir huzur yayılır… Giovanni, Türk sinemasının sorunlarına, daima sahici bir konumdan, samimi bir açıdan, bilgili, eleştirel, dikkat ve sevgi dolu bakmaya çalışmıştır.

Giovanni Scognamillo’yla konuşuyoruz. Konumuz yine Türk sineması… “Bir meselede gerçekçi olalım. Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir sentaksı bile olduğu söylenemez,” diyor Giovanni. “Birçok insan, falan kamera açısını neden seçtiğini, filân yerde neden yakın ya da uzak plân kullandığını hâlâ bilmiyor,” diyor. Sesinde keder var.

“Aynı kanıdayım,” diyorum. “Bazı arkadaşlar film kamerasını, altlarına yeni Mercedes çekmiş hacıağalar gibi kullanıyorlar. Bir afra, bir tafra, bir hareket, bir gösteriş… Anlatılan konuyla, malzemeyle hiç ilgisi olmayan mekanik, yapay bir anlatım çıkıyor ortaya. Fırfır dönmeler, büyük hareketler. Ortada fol yok, yumurta yok. Sonuçta sinema olmuyor yapılan. Birtakım frapan, geveze, hareketli fotoromanlar ortaya çıkıyor.”

Ayşe Şasa ile Atıf Yılmaz Türk sinemasının Türk kültüründen Yararlanması Gerektiği Düşüncesindeydi

Ayşe Şasa ile Atıf Yılmaz Türk sinemasını geliştirmek ve ileriye götürmek için büyük çaba harcadı. Bu konuda Ayşe Şasa şunları söylüyor: “Türkiye’de seyirlik sanatları, Orta Oyunu ve Karagöz’ü belki ilk defa şuurlu, iddialı şekilde kullananlardan biri, yönetmen Atıf Yılmaz olmuştur. Onun 1960’lı ve 1970’li yıllarda yaptığı 3 film; ‘Aah Güzel İstanbul’, ‘Yedi Kocalı Hürmüz’, ‘Köroğlu’ bu tutuma örnektir. Son dönemde Yavuz Turgul, -özellikle ‘Gölge Oyunu’nda- orta oyunundan bolca yararlanmıştır.

(…) 1968’de Atıf Yılmaz ve ben Türk sinemasında, Türk filmlerinde orta oyunundan, minyatürden yararlanmaktan söz edince, en saygın eleştirmenler tarafından alaya alınmıştık. Bir Batılı (Avrupalı ya da Amerikalı) filmcinin filan empresyonistten etkilenmesi, falan Batılı filminde, örneğin gotik esin kaynaklarından söz etmesi bir erdemdir de, bizim kendi malzeme ve dünyamıza yönelmemiz nedense hep şüpheyle, alayla karşılanır. Şovenlik karalaması hazırda bekliyordur.

Bütün bunlara rağmen, 1950’den bu yana yapılagelen Türk filmlerinde, çoğunlukla sanatsız ve bilinçsiz bir biçimde de olsa, mahalli bir sinematografinin, hiç değilse bazı müphem ipuçları vardır. Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi yönetmenler, bu eğilimleri yüzeye çıkarmak konusunda bazı spontane buluşlar yapmışlardır.”

Akira Kurosawa Osmanlı Üzerine Bir Film Yapsaydı

Ayşe Şasa Japon yönetmen Akira Kurosawa’yla ilgili bir varsayımını şu sözlerle ifade ediyor: “Akira Kurosawa, Osmanlı tarihinden yola çıkarak, Osmanlı’yla ilgili bir film yapabilseydi, ortaya belki de bizden, bizim kendi yaptıklarımızdan çok daha biz olan bir film çıkardı diye düşünüyorum.”

Ayşe Şasa ve Lütfi Akad

Ayşe Şasa, Lütfi Akad’la ilgili şunları söylüyor: “Lütfi Akad usta 1968’de ‘Bugüne dek yaptıklarımız, ne yapılmaması gerektiğinin göstergesidir,’ demişti. Umarım bundan böyle, yapılması gerekene geçeriz. Lütfi Akad’ın sözü bence bütün güncelliğini koruyor.”

Türk filmlerinin seyircileri

Ayşe Şasa’nın Türk sinemasını ayakta tutan Türk halkı hakkındaki değerlendirmesi de şöyle: “Cemal Kutay’la bir söyleşimizde bu konuyu gündeme getirdim. Kutay, Avusturyalı Türkolog Engelhardt’ın ‘Türkiye ve Tanzimat’ adlı yapıtındaki düşüncelerini hatırlattı: ‘Batılılar Tanzimat ile Türk Devleti’ni tamamen teslim aldı. Teslim alamadıkları Türk halkıydı.’”

Türk Filmleri Avrupa’da ve Amerika’da Seyirci Bulabilir mi?

Ayşe Şasa, Türk filmlerini Avrupa ve Amerika’da sadece bu ülkelerde yaşayan Türklerin ve Kürtlerin ya da onlarla evli yabancı ülke vatandaşları haricinde kimsenin seyretmeyeceğini daha 1990’da yazmıştı. Bu konuda şunları söylüyor: “Türk sinemasının ürünlerinin herhangi bir zamanda Batı için, şu ya da bu biçimde ilginç olabileceğine inanmıyorum.

Türk filmi ne Batı’nın onda kendini bulabileceği kadar Batılı olabilir, ne de Batı’ya özel bir cazibe oluşturacak oranda egzotik bir görünüm kazanabilir. Batı pazarlarının talepleri açısından bizler ne ‘gereğince Batılı’ ne de ‘yeterince Doğulu’ bir ülkeyiz.

Türk kültürünün Batı kültürü karşısındaki bu konumu, Batı’nın etnosantrik durumu, Türk filminin Batı’da ilgi uyandırmasına her zaman engel.

(…) Bir zamanlar Yılmaz Güney sinemasının Batı’da uyandırdığı ilgi de ayrıcalıklı bir durumdur. Yılmaz Güney’in Batı sistemine politik açıdan denk düşen bölgeci eğilimleri ve starlıktan gelen karizmatik kişiliği, onun çevresinde özel bir efsane ve çekim alanı yaratmıştı. Bu marjinal örnek genele maledilemez. Ne kadar gelişirse gelişsin, Türk sinemasının Batı’da Pazar bulması hayaldir ve istisnalar kaideyi bozmaz. Batı pazarı Türk sinemasının sorunu olmaktan çıkmalı. Gündemdeki mesele bu sinemanın kendi kültürel çevresi ile olan bağlantısını derinleştirmesidir. Kaldı ki, Türkiye’yle tarihsel ve kültürel planda bağı olan Batı dışında pek çok ülkenin, uzun vadede bir potansiyel Pazar olduğu bilinen gerçektir.”

Ayşe Şasa’ya Göre Değerli Filmlerin Bazıları:

* Küçük Dünya / Osman Sınav
* Hünkar’ın Bir Günü / Osman Sınav
* Hasret / Metin Çamurcu
* Bize Nasıl Kıydınız? / Metin Çamurcu
* Bosna, Mavi Karanlık / Yücel Çakmaklı
* Sahibini Arayan Madalya / Yücel Çakmaklı
* Sevmek Zamanı / Metin Erksan
* Susuz Yaz / Metin Erksan
* Gölge Oyunu / Yavuz Turgul
* Ahmet Uluçay Filmleri
* Akira Kurosawa Filmleri
* Yalnızlar / Tuncer Baytok
* A Ay / Reha Erdem
* Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu / Engin Ayça
* Danimarkalı Gelin / Salih Diriklik
* Kelebekler Sonsuza Uçar / Mesut Uçakan
* Veysel Karani / İsmail Güneş
* Mavi Sürgün / Erden Kıral
* Karanlık Sular / Kutluğ Ataman
* İki Yabancı / Halit Refiğ
* Hanım / Halit Refiğ
* Karılar Koğuşu / Halit Refiğ
* Bir Türke Gönül Verdim / Halit Refiğ
* Aşk-ı Memnu / Halit Refiğ
* Yasak Aşk / Halit Refiğ
* Vesikalı Yarim / Lütfi Akad
* Hudutların Kanunu / Lütfi Akad
* Gökçe Çiçek / Lütfi Akad
* Solaris / Andrey Tarkovski
* Andrey Rublev / Andrey Tarkovski
* 2001 / Stanley Kubrick
* Pather Pachali / Satyajit Ray

(20 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Ayşe Şasa, Zoraki Kral Filmindeki Kral 6. George Gibi Dadılarının Kurbanı Olmuştu

Senaryo yazarı Ayşe Şasa’nın gizli dünyasına ve sırlarına “Bir Ruh Macerası” adlı kitabı okuyarak ortak olabilirsiniz.

Türk sinemasına seçkin senaryolar kazandıran Ayşe Şasa, Timaş Yayınları tarafından basılan “Bir Ruh Macerası” adlı anı – söyleşi kitabıyla hem hayatında iz bırakan kişileri ve olayları hatırlıyor, hem de dramını bizimle paylaşıyor. Kitap için Ayşe Şasa’yla söyleşileri gerçekleştirenlerse Leyla İpekçi, Meryem Atlas ve Berat Demirci.

Ayşe Şasa, kereste ticaretiyle zengin olan bir ailenin şefkat ve ilgi fakiri kızıydı. Ayşe Şasa, doğduğunda annesi bebeğin kız olmasından hoşnut olmadığından ona hiç anne sütü vermemiş.

Ayşe Şasa, “Bir Ruh Macerası” adlı anılarında, tüm çocukluğu ve genç kızlığı boyunca, anne – babası tarafından, ihmâl edildiğini, onlar tarafından itilip kakıldığını, ezildiğini ve kendisiyle kardeşlerinin yabancı uyruklu dadıların insafına ve otoritesine terk edildiğini açıklıyor. Üç çocuklarını yabancı ellere teslim ve emanet eden Melike ve Avni Şasa kelimenin tam anlamıyla lüküs hayat içine dalmış, hatta yuvarlanmış vaziyetteymiş. Ayşe Şasa ve kardeşlerinin en değerli yılları büyük bir sevgisizlik ve mutsuzluk sarmalı içinde kaybolmuş. Ailesinde iletişimsizlik son sınırdaymış.

Çocukluğuna dair hiçbir olumlu hatırası olmadığını söyleyen Ayşe Şasa’nın akıl sağlığındaki bozulmaya, ilk evliliğindeki derin yoksulluk günleriyle, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin baskıcı karakteri de katkıda bulunmuş, tuz biber ekmiş. Ayşe Şasa, iki kez intihar girişiminde bulunmuş, bir ara uyku haplarına bağımlı olmuş. Vücut ağırlığı 40 kiloya kadar düşmüş.

Ayşe Şasa, Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin “Füsusu’l Hikem” adlı kitabını 1981 ve 1982’de okuduktan sonra İslâm’a ve Allah’a sığınarak içsel huzur bulmayı başarmış.

1941 doğumlu Ayşe Şasa’nın soyadı Kafkasya’da ok – yay anlamına geliyor. “Yeşilçam Günlüğü”, ”Delilik Ülkesinden Notlar”, “Şebek Romanı” adlı kitapları da var. Ayşe Şasa, 1960’da Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezun oldu. Bir dönem Robert Kolej İdari Bilimler Bölümü’ne devam etti.

Ayşe Şasa sırasıyla, Atilla Tokatlı (1932 – 1988), Atıf Yılmaz (1926 – 2006) ve Bülent Oran’la (1924 – 2004) evlendi.

Ayşe Şasa Anlatıyor:

* “Annem başkalarına peri kızı; bana ejderhaydı.”

* “Anneannem babama bir keresinde isyan etmiş ve ‘Avni Bey sizi mahkemeye vereceğim bu çocuğu tamamen dadıların eline bırakarak ona zulmediyorsunuz’ demişti.”

* “Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi gibi özetleyebiliyorum. 18 yaşımda sinemaya adım attığımda Marksist dünya görüşünü sinema aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Sinemaya girdiğimde Yunan trajedilerini yerli filmlere uygulamaya çalışmıştım. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi. Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren Türk sinema seyircisine borçluyum… Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim.”

* “Ecnebi dadıların hegemonyası altındaydım, beş yaşıma kadar bana bakan Macar Yahudisi Frau Katie, diplomalı ve iddialı bir bakıcı. Aşırı bir disiplin merakı var, benimle yalnızca Almanca konuşuyor. Katie’den ana olunca, anadilim de neredeyse Almanca oluyor. Sonraları, bir hayli zaman Türkçe konuşurken zorlandım; anadilimi öğrenmek epey zamanımı aldı, çok çaba sarf ettim.”

* “O zamanlar biz, Gümüşssuyu’nda, Ayaspaşa’da Alman Konsoloshanesi’nin karşısında Saadet Apartmanı’nda oturuyoruz. Schwester Katie bizi çocuk arabasıyla Taksim Parkı’na geziye götürüyor ve orada diğer mürebbiyelerle buluşuyorlar. Tahmin ediyorum üzerime çullanan korkuların asıl sebebi bu mürebbiyelerdi. Savaş yıllarındayız, bu insanlar savaştan kaçmışlar, İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını taşıyorlar, geceleri evdeki hizmetkârlarla beraber radyo dinliyorlar ve sürekli savaşın felâketlerini konuşuyorlar. Ölümden bahsediyorlar, bombalardan, yangınlardan söz ediyorlar, korku verici olaylar anlatılıyor ve bunlar küçücük yaşımda, benim şuur altımda, uzun süre hayatımı çok kötü etkileyecek çok derin bir tesir bırakıyor. Alman diktatör Adolf Hitler’in adı geçiyor, Nazilerin adı geçiyor, Gestapo’nun adı geçiyor.”

* “Zannederim dört yaşımdaydım, bir araya gelen çocuk bakıcıları, bir sürü insanın diri diri gömülüşüne dair bir hatıra anlatmışlardı. Çok küçüğüm, gömülmek ne, ölmek ne bilmiyorum. Bunlar o kadar dehşet verici bir şekilde anlatılıyor ki bende müthiş bir ölüm korkusu başlıyor.”

* “Annem babam yurt içinde ve dışında hep gezmedeydiler, gezme halindeydiler, gece gündüz geziyorlardı, başka bir muhitte, başka şeylerle meşgûl kişilerdi.” (…) ”Ben zavallı bir zengin kızıydım.”

* “Dadı Barbara, Allah’a küfretti. Ağza alınacak bir şey değil. (…) Bir gece beni aldı ve İnönü gezisine götürdü. Parkın ortasında bir çukur vardı. Beni gece orada bıraktı ve kaçtı. Bu daha sonra çok büyük bir korku, bir travma yaratacak bir olaydı. İlk defa gece sokakta yalnız kalıyorum, sebebini anlayamıyorum. Yaptığı şeye bir mânâ veremiyorum. Ağlaya titreye evin yolunu bulup eve geri dönüyorum, eve geldiğim zaman annemin babamın önünde kapıda beni karşılıyor ve bağıra bağıra ‘Elini tuyordum, benden kaçtı,’ diyerek beni pataklamaya başlıyor.”

* “Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu insanlara da görgülü demekte zorlanıyorum. İşte bütün bu Batılılaşma modasının trajik bir maraz olarak ortalığı kemirdiği bir döneme denk düşüyor benim çocukluğum.”

* “Dadım ciğerlerim açılsın, vücudum sağlıklı olsun diye kışın beni karda yatırıyordu.”

* “İki yaşıma kadar sinir sistemim herhalde direnmiş, sağlıklı bir çocukmuşum çünkü. Annemin kardeşi Güzin Teyzem anlatırdı, iki yaşımdayken bir gün Schwester Katie: ‘Yaramazlık yaparsan giderim, bir daha da gelmem,’ diye beni tehdit etmiş. Ben Frau Katie’ye diyorum ki: ‘Güle güle Frau Katie, güle güle.’ Yani ‘Cehenneme git!’ der gibi, alay ediyormuşum ve muzip muzip gülüyormuşum.”

* “Schwester Katie bana Almanca Tanrı kavramını (Lieber Gott) aşıladı ve bu kavram bende iyiden iyiye yer etmişti. Gece gündüz Tanrı’yı düşünüyordum, annemi babamı bana göstermesi için ona yalvarıyordum; beni görmeleri, bana yakınlık göstermeleri için çok dua ettiğimi hatırlıyorum.”

* “Dadılarımla gittiğimiz Yıldız Parkı’nda çıkışı bulamadık. Bu parkta hayatımdaki ilk halüsinasyona tanık oluyorum. Parkta kaybolduğumuz korku dolu saatler esnasında karanlıkta yürürken, yolun kenarında ayakları ve elleri üzerinde sürünen bir adam görüyorum ve çok korkuyorum. Bu hatırlayabildiğim en erken halüsinasyon.”

* “Sadist Dadı Barbara kardeşim Bekir’e ve bana şiddet uygulamayı seviyor. Dudaklarımıza tentürdiyot sürüyor. Durmadan bize vuruyor, odunla dövüyor ve üstelik de kulak zarının üstüne vuruyor.”

* “Adeta Charles Dickens romanlarında yetimhanedeki çocuklara yapılan zulüm altındaydım, kendi evimde yetim gibiydim.”

* “Yedi sekiz yaşlarındayım, bir kâğıda ‘Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!’ diye bir not yazıyorum…”

* “İngiliz aileleri kendine örnek alan babamın tutkuları tenis, yelken, avcılık, kayak ve balık tutmaktı. Tam bir spor delisiydi.”

* “Abdest almayı ve namaz kılmayı bana anneannem öğretti. Galiba yedi yaşındaydım. Büyük dayım Rauf Orbay da lise yıllarımın sonuna doğru bana bir Kur’an-ı Kerim hediye etmişti. Üstün İnanç’ın İslâm ile ilgili telkinleri üzerimde etkili oldu.”

* “Rauf Orbay (1881 – 1964) Dayım son gördüğümde bana ‘Annemle babamı çok özledim’ demişti.”

* “Bu iç yalnızlığımı 40 – 45 yaşıma kadar yaşıyorum.”

* “Babam annemle övünürdü: ‘Biz modern insanlarız; ben annenizle yemek pişirsin, çocuk baksın diye değil, arkadaşlık etsin diye evlendim,’ derdi. Annem kendisini ressam olarak tanımlar; babam da daima ‘Annen sanatkârdır,’ derdi. Annem ressam da olamamıştı, anne de olamamıştı.”

* “Bir ara annem bana şunları söyledi: ‘Baban çok yakışıklı, varlıklı, sosyal hayatında da pırıltılar saçan çok aktif bir adam… Onu takip etmeseydim adım adım, onu benim elimden alırlardı. Bu büyük korku yüzünden sizinle hiç ilgilenemedim.’”

* “Ortaokul üçüncü sınıftaydım. Bir psikiyatra götürdüler. Psikiyatr beni sorguladıktan sonra, ‘Sen çocukluğunu atlamışsın, dikkat etmezsen gençliğini de yaşayamazsın. Zihni hayatın tehlikede,’ dedi. Ben kendisine sık sık intihar etmeyi düşündüğümü söyledim.”

* “Ben Cevat Çapan’ın evinde Atilla Tokatlı, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ ve Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Walter Lassally ile tanıştım. (…) Selahattin Hilav ile Atilla Tokatlı beni Kemal Tahir’in evine götürdü. Çok kısa sürede Kemal Tahir ile eşi Semiha Tahir bana yüreklerini açarak manevi anne baba oldular.”

* “Hastalığıma sebep olan olaylardan bir tanesi de Kemal Tahir’in kansere yakalanmasıydı. Çünkü Kemal Tahir benim bir tür mürşidimdi. Kansere yakalanmasına çok ama çok üzüldüm.”

* “Osmanlı Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti’nden çok farklı bir yanı olduğunu fark ediyor Kemal Tahir, ama bu farklılıkta İslâm’ın rolünü yeterince vurgulamıyor.

* “Atilla Tokatlı’yla evliliğimizi parasızlık gölgeledi. Açlığın ne demek olduğunu öğrendim. O yaşta bir enkaza döndüm. Dengesiz bir insan olan Atilla sebepli sebepsiz öfkeleniyor; öfkesini kimden çıkaracağını bilmediği için bana çullanıyordu. Evliliğimiz bir buçuk yıl sürdü.”

* “Bizim burjuvazimiz Batılı burjuvazi gibi değil. Ne kültürden, ne fikirden nasibini almış bir garabet…”

* ”Beşir Ayvazoğlu, Batıya karşı olup da Batılı fikirlerle kurtulmaya çalışmamı, Batılı dadılardan gördüğüm zulmü ve Batılı hayat tarzına karşı takındığım menfi tavrı, yine Batı’dan gelen Sosyalist fikirlerle bertaraf etmeye kalkışmamı bir trajedi olarak yorumladı.”

* “Ailemin Tuzla’daki yazlığında, ‘Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar / Yeryüzünde sizin kadar yalnızım!’ şarkısı dilime pelesenk olmuştu.”

* “Bir ahir zaman Osmanlı aristokratı olan Bülent Oran (1924 – 2004) beni dinledi dinledi: ‘Seni insanlar boyuna posuna bakarak kuvvetli bir şey zannediyorlar, oysa Andersen’in her zaman yağmur altında, yalınayak kibritlerini satmaya çalışan kibritçi kızına benziyorsun,’ dedi.

* “1981 ya da 1982’de okuduğum Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin ‘Füsusu’l Hikem’ adlı kitap hayatımı değiştirdi. Tasavvuf düşüncesinin temel eserlerinden biri olan bu eserin tam adı ‘Fusûsu’l-Hikem ve Husûsu’l-Kilem’dir. İslâm literatüründe hakkında en fazla şerh yazılan eser olma özelliğine sahiptir… ‘Füsusu’l Hikem’i okudukça anladım ki, bize İslâm’ı çok kötü gösterdiler, Kur’an’dan kopardılar; oysa alemde aradığım ne varsa hepsi burada diye düşünmeye başladım… İslâm, gençliğimde bana seyrettirilen ‘Vurun Kahpeye’ filminden ibaret değilmiş; benim bütün bilgim, orada gördüğüm softalara ve yobazlara dayanıyor çünkü… İslâm’ın ne kadar muhteşem bir din olduğunu Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin ‘Füsusu’l Hikem’ adlı muhteşem eserinden öğrenirken, kendi kendime ‘İslâm müthiş bir şey ama Müslümanlar nasıl kimseler acaba?’ diye sormaya soruşturmaya başlıyorum. (…) Bir mevtaya dönüşen ben, Allah’ın inayetiyle, evvelâ ‘Füsusu’l Hikem’ ve sonra Bülent Oran ile Doktor Doğan Soyumer sayesinde yeniden diriliyorum, mezardan kalkmak gibi bir şey… Her şey Alllah’ın kudreti ile… Art arda dizilen sebep silsilesi…”

* “Yıl: 1991. Bir gün aile dostumuz bir yaşlı hanımla telefonda konuşuyorum, o sırada Körfez Savaşı var. O hanım alafranga yetişmiş biri, bana telefonda körfez bombardımanını kastederek diyor ki: ‘Çok güzel pastalar yaptım, oturdum televizyonun başına, bombardıman çok başarılı oldu! Dehşete düşüyorum… Bu, benim içine doğduğum nasıl bir çevre? Orada insanlar ateş altındalar, bunlar pasta yiyerek bombardıman seyrediyorlar ve nezih oluşundan bahsediyorlar. Bunu düşüne düşüne, alt üst olmuş bir vaziyette, derhal bir örtü bulup başıma takıyorum ve aynada kendime bakmaya başlıyorum. ‘Ben…’ diyorum, ‘bu bombayı kafasına yiyenlerle aynı saftayım. Ben sizden değilim!’”

* “Gençliğimde bir film çekimi esnasında bir yalıda çalışmıştık. Bir eski zaman hanımefendisi, bir Osmanlı hanımefendisi, o yalının sahibesi, ‘Kızım, gel bak bir otur yanıma, sana bir şey söyleyeceğim!’ demişti. Sanki ilham gelmiş gibi. ‘Biliyor musun, hayat senin için bitti zannedersin, yeniden başlar, bitti zannedersin yeniden başlar.’ Çok güzel değil mi? Benim hayatım defalarca bitti zannettim ve hep yeniden başladı. Bu böyle bir şey… Bitiş çizgisine geldim derken, yeni bir yol açılıyor, taze bir hayat… Herhalde gerçek sona vasıl olduğumuz zaman da, orada yeni bir hayata doğuyoruz.”

* “‘İslâm bizi geri bıraktı, Batı karşısında yenilgilerimizin sebebi İslâm’dır!’ hükmü, giderek bir inanç, bir yaşama biçimi halini aldı. Bunu da modernlik kisvesi altında hınç ve taassupla dolu telkinler halinde yaydılar; bu tür ideolojilere ve akımlara neredeyse meşruiyet kazandırıldı… Bu yanılgıların ortasında doğdum ve yetiştim. Gerçeğin ise tam tersi olduğunu pek çok bedel ödeyerek idrak ettim.”

* “Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazi hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım… Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin.”

* “Şimdi şu eski koltuklarda oturuyorum ve gücümün yettiğince tefekkür ediyorum… Herkes geleceğe doğru hayal kurar; bense geçmişe doğru… Bir bahçeye yolculuk yapıyorum… Manolyalar, frenk üzümleri, yıldız çiçekleri, çimenler; tam bir cennet bahçesi… Bir zamanlar, yani çocukluğumda öyle bir bahçenin ortasındaydım; ama o nimetin o günlerde şükrünü eda edebilme hassasiyetine sahip değildim. Şimdiki halimle: aklım ve gönlümle o güzel bahçeye dönüyorum… Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu benim geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim.”

Memduh Ün, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

* “Ayşe Şasa önceleri Atilla Tokatlı’yla evliydi, sonra Atıf Yılmaz’la birleştirdi yaşamını. Atilla Tokatlı’da Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydı. Ayşe Şasa çok iyi kayak yapardı. Atıf Yılmaz’la Uludağ’a çalışmaya gittiğimizde anlatmıştı. Ayşe kolejde okurken erkek giysileri giyer, erkeklerle yarışır, birinci olurmuş hep. Ayşe o sırada Atıf’la evliydi. Hep beraber Uludağ’a gitmiştik. Atıf’la ben Ayşe’ye özenip kayak öğrenmeye heveslendik. Hoca tuttuk, ama adam bize çok bağırıyordu. Ben Atıf’a, sette biz herkese bağırıyoruz ya, bu adam da onların intikamını alıyor bizden demiştim. Ama bu öykünün sonu bayağı tatsız, çünkü tam öğrenip kaymaya başladık, Atıf düştü ayağını incitti. Bizim kayak eğitimi de böylece sona erdi.

* Senarist ve oyun yazarı Sadık Şendil çok tatlı, esprili hikâyeler anlatırdı. Birisi şöyle: Sadık Bey bir gece evde senaryo çalışırken, cama vurulduğunu duyuyor. Tuhaf bu, çünkü apartmanın dördüncü katında oturuyor. Merak ediyor, kalkıp pencereye yaklaşıyor. Ayşe Şasa’yı görüyor. Ayşe Şasa çok uzun boylu bir kadındır.”

Hakan Sonok’un Notu: Ayşe Şasa “Bir Ruh Macerası” adlı anılarında (Sayfa: 121) boyunu açıklıyor: 1.78… Görüldüğü gibi Ayşe Şasa’nın efsanelere, kitaplara, fıkralara konu olan uzun boyu abartıldığı kadar uzun değildir.

Atıf Yılmaz, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

İkinci kocası Atıf Yılmaz da Ayşe Şasa’yla evlenmeden önce, kadının 15 yaş küçük olmasını ve kendinden uzun boylu olmasını dert, sorun etmişti. Atıf Yılmaz Ayşe Şasa’ya “Sen ev kadını olamazsın, yemek pişirmeyi bilmeyen bir kolejlisin,” demiştir.

Atıf Yılmaz, “Hayallerim, Aşkım ve Ben” adlı anılarında Ayşe Şasa’yı şöyle anlatır: “Cizre beylerinden Bedirhan Paşanın torunudur… Yılmaz Güney’in Ayşe Şasa’ya karşı garip bir sevgisi ve saygısı vardı. Kimbilir belki de Ayşe Kürt Prensesi olduğu içindir. Yaşar Kemal’in yalancısıyım. Ayşe Şasa’yla evleneceğim zaman, İstanbul’da Kürt ileri gelenleri Ayşe Şasa bir Türk’le evleniyor diye epeyce bozulmuşlar. Onun üzerine Yaşar Kemal göğsünü gere gere ‘Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Damadımız öz be öz Kürt’tür,’ demiş. Ayşe Şasa benimle kâh ‘Proleter Kürt’, kâh ‘Asimile Kürt’ diye dalga geçip dururdu.

Bir gün, Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre, Ayşe Şasa’yla oturduğumuz çatı katına geliyor. En büyük eğlencemiz salondan çıkılan terasın beton korkuluğuna kesme şekerleri dizip, Kilis’ten aldığım havalı tüfekle nişan almak. Salondan attığımız için karşı komşular bizi görmüyor. Kiremitlerin neden durmadan kırılıp çatladığını bir türlü anlayamıyorlar. Yarışı genellikle Ayşe’yle Nebahat kazanıyor. İkisi de bizden daha iyi atıcı. Yılmaz Güney bu işe ciddi ciddi bozuluyor.

Yine bir gece de saat 24:00’ü çoktan geçmiş olmalı. Kapı çalınıyor. Açıyoruz. Gelen Yılmaz Güney. Yanında hiç beklemediğimiz bir hanım arkadaşı. ‘Hoşgeldiniz, buyrun,’ filân diyoruz. Geçip oturuyor, yarım saat sonra da kalkıp gidiyorlar. Yılmaz Güney, o gece Ajda Pekkan’la gelmişti. İlkleri bana gösterme alışkanlığı nedeniyle gelmiş olmalı.”

Ayşe Şasa Ailesinin Kökenlerini Anlatıyor:

Babam Avni Şasa; baba tarafından Çerkes, annesi Mihriban Hanım tarafından Güneydoğuda Bedirhan aşireti denilen önemli bir aşirete dahil. Bedirhan’ların bir rivayete göre büyük komutan Halid bin Velid’e kadar dayandığı iddia edilir. Çok geniş bir aşirettir.

Giovanni Scognamillo, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

“Türkiye’deki film üretim ve yapım düzeni Ayşe Şasa’ya iyi gelmedi. Hastalanmasında belki, bir ihtimâl, bu çalışma düzeninin de bir payı, bir katkısı oldu. Ayşe Şasa çok dürüst, çok düzgün, çok ilkeli bir insandı. Yeşilçam hengamesinin içine düşünce sarsılmış olabilir.”

Atilla Dorsay, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

“1970’lerin fırtınası içinde solculuğu ağır bastı ve evlendiği Atıf Yılmaz’ın tarihsel çerçeveli kimi filmleri içinde bile toplumcu mesajlar veren güzel senaryolar yazdı. Ama sonra Ayşe Şasa başkalaştı, farklılaştı. O adına akıl dediğimiz hazinenin başkalarınınkinden farklı olarak işlemesi gibi belalı bir serüveni yaşadı, toplumun ve tıbbın şizofreni dediği bir tür hastalığa yakalandı. İnanıyorum ki bu sadece kişisel bir serüven, bünyeye ve yapıya bağlı bir tezahür değildi. Yaşadığı çevreye ve ortama bir türlü uyum sağlayamayan ve kendine ait iklimi bulamayan hassas ve nadir bir bitkinin sararıp solmasına benzer bir öyküydü.

Ama artık “A Beautiful Mind – Akıl Oyunları” (2001) adlı harikulâde filmi de görmüş olarak daha iyi biliyoruz ki, şizofreni türü hastalıklar sürekli değildir, dönem dönem iyileşebilir ve her koşulda, o kişinin sanatsal veya bilimsel üretimini, diğer insanlarla alışverişini, kültürel etkinliğini azaltmaz, hatta kimi zaman çoğaltırlar. Ayşe Şasa’da uzun ve ıstıraplı yıllardan sonra, bu kez senaryo yazarı değil, sadece sinema yazarı olarak aramıza katıldı. 1990’lardan itibaren Dergâh Dergisi’ne yazdığı kısa, ama özlü yazılar, ondaki yeni değişimin dışavurumuydu. Bu, Kemal Tahir’in öncülüğünde izlenen uzun yoldan kalma Doğu – Batı sorunlarına, bu uzun ve bitmez kavganın aşamalarına, bu kez yeni ulaşılmış bir durumun, bir merhalenin, bir ilâhi aydınlanmanın, kısaca tasavvufun ışığında bakmayı simgeliyordu.

Ayşe Şasa adına tasavvuf denen çileli, ama mükâfatlandırıcı yolda adım adım ilerliyor, sanki ruhunu geniş bir umman gibi uzanan inananlar ordusunun içinde küçük ama anlamlı bir varlık olarak yeniden yaratıyordu. Ve tüm bunlar, onun ilk aşkına, yani sinemaya olan tutkusunu azaltmıyor, tersine yeni duraklara doğru sürüklüyordu. Ne özel, ne şahsi, ne farklı bir macera… Bizimkilerden ne farklı bir kader…”

Halit Refiğ, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

“Benim duygu ve düşünce dünyamı en iyi yansıtan filmlerim olarak ‘Hanım’ı, ‘Köpekler Adası’nı, ‘İki Yabancı’yı da sayabilirim. ‘İki Yabancı’ya en sıcak yaklaşım Ayşe Şasa’dan geldi. Ayşe Hanım, ‘İki Yabancı’ya çok anlamlı bir değer vermiştir.”

Hakan Sonok’un Notu: Ayşe Şasa, gözle görülenin ötesinde, rüyanın kendisine yer bulduğu filmlere ilgi duyuyor ve bu konuda şunları söylüyordu: “Türk sinemasında hayalin zincirlerini kıran ve rüyanın kapısını aralayan yapıtlar az olmakla birlikte bu yolda bazı örnekler mevcuttur. Bunlar hangileri midir? Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’, Lütfi Akad’ın ‘Gökçe Çiçek’i, Halit Refiğ’in ‘Hanım’ı, yine Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sı ve Reha Erdem’in ‘A…Ay’ı… Anlıyorum ki tasavvuf modern dünyaya yoğun bir ışık düşürmeye, taptaze, beklenmedik yorumlar getirmeye aday.”

Ayşe Şasa’nın Senaryo Yazarlığını Üstlendiği Filmler:

* Çapkın Kız
1963 – Siyah Beyaz – Uğur – Melek Film Yapımı.
Yönetmen: Memduh Ün. Senaryo: Ayşe Şasa Tokatlı, Bülent Oran.
Görüntü Yönetmeni: Mustafa Yılmaz.
Oyuncular: Türkan Şoray, Tamer Yiğit, Ahmet Tarık Tekçe, Semih Sezerli, Vahi Öz, Aziz Basmacı, Hulusi Kentmen.

* Cemile
1964 – Siyah Beyaz – Artist Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı. Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Murat Soydan, Çolpan İlhan, Ferit Şevki, Reha Yurdakul.

* Son Kuşlar
1965 – Siyah Beyaz – Efes Film Yapımı.
Yönetmen: Erdoğan Tokatlı. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Ali Uğur.
Müzik: Mehmet Abut.
Oyuncular: Ediz Hun, Tijen Par, Selma Güneri, Ayfer Feray, Aliye Rona, Kenan Pars, Senih Orkan, Talat Gözbak, Tuncel Kurtiz, Şükriye Atav.

* Murad’ın Türküsü
1965 – Siyah Beyaz – Güven Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Yaşar Kemal, Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Manasi Filmeridis.
Müzik: Ruhi Su.
Oyuncular: Fikret Hakan, Pervin Par, Hayati Hamzaoğlu, Aliye Rona, Danyal Topatan, Ercan İnangirey, Emine Erhan, İlhan Hemşeri, Ali Şen.

* Toprağın Kanı
1966 – Siyah Beyaz – Güneş Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Recep Bilginer, Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
Oyuncular: Fikret Hakan, Belgin Doruk, Erol Taş, Feyzi Tuna, Tuncer Necmioğlu, Nuran Aksoy, Hakkı Haktan, Ali Seyhan, Güngör Denizaşan.

* Ah Güzel İstanbul
1966 – Siyah Beyaz – Be Ya Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Safa Önal, Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
Oyuncular: Sadri Alışık, Ayla Algan, Diclehan Baban, Feridun Çölgeçen, Güngör Denizaşan.

* Kozanoğlu
1967 – Siyah Beyaz – Dadaş Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz.
Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
Oyuncular: Yılmaz Güney, Suna Keskin, Tuncer Necmioğlu.

* Balatlı Arif
1967 – Siyah Beyaz – İrfan Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Rafet Şiriner.
Oyuncular: Yılmaz Güney, Nebehat Çehre, Sami Tunç, Candan Isen, Danyal Topatan, Tülin Oral.

* Harun Reşid’in Gözdesi
1967 – Siyah Beyaz – And Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Sevda Sezer’in romanından).
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
Oyuncular: Ajda Pekkan, Erol Tezeren, Tuncer Necmioğlu, Devlet Devrim, Turgut Özatay, Lale Belkıs, Tülay Erdeniz, Danyal Topatan.

* İlk ve Son
1968 – Siyah Beyaz – Kadri Film Yapımı.
Yönetmen: Memduh Ün. Senaryo: Ayşe Şasa, Memduh Ün, Bülent Oran (Esat Mahmut Karakurt’un romanından).
Görüntü Yönetmeni: Cahit Engin.
Oyuncular: Cüneyt Arkın, Selda Alkor, Funda Postacı, Eva Bender.

* Köroğlu
1968 – Siyah Beyaz – Uğur Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
Müzik: Yücel Paşmaklı.
Oyuncular: Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Reha Yurdakul, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Baradan, Mümtaz Ener, Aynur Akarsu, Omtar Durukan, Behçet Nacar.

* Kızıl Vazo
1969 – Renkli – Saner Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Peride Celal’in romanından).
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Murat Soydan, Reha Yurdakul, Oktar Durukan, Orhon Arıburnu, Müge Serdar, Meltem Mete, Behçet Nacar.

* Yedi Kocalı Hürmüz
1971 – Renkli – Hisar Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Sadık Şendil’in oyunundan).
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
Müzik: Nevzat Sümer.
Oyuncular: Türkan Şoray, Tanju Gürsu, Salih Güney, Süleyman Turan, Münir Özkul, Suna Selen, Mualla Sürer, Rukiye Göreç, Ali Şen, Necdet Yakın, Güzin Özipek, Ahmet Turgutlu, Cevat Kurtuluş.

* Unutulan Kadın
1971 – Renkli – Akün Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa, Bülent Oran.
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
Oyuncular: Türkan Şoray, Kadir İnanır, Metin Serezli, Gülistan Güzey, Nubar Terziyan, Aynur Aydan, Birtane Güngör.

* Battal Gazi Destanı
1971 – Renkli – Uğur Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
Oyuncular: Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Meral Zeren, Reha Yurdakul, Melek Görgün, Kerim Afşar.

* Cemo
1972 – Renkli – Akün Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Kemal Bilbaşar’ın romanından).
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
Müzik: Yalçın Tura.
Oyuncular: Türkan Şoray, Fikret Hakan, Melda Sözen, Bilal İnci, Aliye Rona, Danyal Topatan, Tuncer Necmioğlu.

* Utanç
1972 – Renkli – Akün Film Yapımı.
Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
Müzik: Yalçın Tura.
Oyuncular: Filiz Akın, Kadir İnanır, Ülkü Ülker, Bülent Kayabaş, Mümtaz Ener, Ayşin Atav.

* Hacı Arif Bey
1982 – 5 Bölümlük TRT Dizisi.
Yönetmen: Yücel Çakmaklı.
Senaryo: Bülent Oran, Ayşe Şasa.
Oyuncular: Ahmet Özhan, Neda Arneriç, Numan Pakner.

* Ve Recep ve Zehra Ve Ayşe
1983 – Renkli – Ekin Film Yapımı.
Yönetmen: Yusuf Kurçenli. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Suat Kapkı.
Oyuncular: Necla Nazır, Mahmut Cevher, Pembe Mutlu, Mesut Engin, Tuncer Necmioğlu, Ani İpekkaya, Nilüfer Aydan, Haşmet Zeybek, Meral Niron, Fatih Özses, Mehmet Esen.

* Ölmez Ağacı
1984 – Renkli – Meya Film Yapımı.
Yönetmen: Yusuf Kurçenli. Senaryo: Ayşe Şasa.
Görüntü Yönetmeni: Kenan Davutoğlu.
Müzik: Cem İdiz.
Oyuncular: Necla Nazır, Hakan Balamir, Çetin Öner, Gülsen Tuncer, Erich Romm, Sonja Good, Sema Çeyrekbaşı, Bülent Oran, Oya Sensev.

* Kanayan Bosna
1993 – TV Dizisi.
Yönetmen: Yücel Çakmaklı.
Senaryo: Üstün İnanç, Ayşe Şasa.

* Dinle Neyden
2008 – Renkli – PHS Film & ATM Film Yapımı.
Yönetmen: Jacques Deschamps.
Senaryo: Ayşe Şasa, İsmail Eren.
Görüntü Yönetmeni: Octavio Espirito Santo.
Müzik: Özhan Eren.
Oyuncular: Ahu Türkpençe, Alican Yücesoy, Emin Olcay, Metin Hara, Lale Mansur.

(19 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Sonuncu Mohikan Giovanni Scognamillo

Dünyada neslinin son örneği, nesli tükenmek üzere olan çok özel insanlara özel bir ilgi gösteren, ilgi duyan yaratıcılar daima olmuştur. Dünya sinemasından Michael Mann, Türk sinemasından ise Yavuz Turgul (Turgul, “Fahriye Abla”, “Muhsin Bey”, “Eşkıya”, “Gönül Yarası”, “Gölge Oyunu”, “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” ve “Av Mevsimi”nin senaryo yazarı ve yönetmeni, “Züğürt Ağa” ile “Kabadayı”nın senaryo yazarıdır) filmlerinde türlerinin sonuncusu olan bu çok özel insanları konu etmişlerdir.

Aylin Ünal’ın “Giovanni Scognamillo: Aşk ve Korku” adlı kitabıyla, Annie Geelmuyden Pertan’ın “Bir Sinema Aşığı: Giovanni Scognamillo” adlı belgeselleri de işte bunu yapıyor.

Aylin Ünal’ın “Giovanni Scognamillo: Aşk ve Korku” adlı kitabı Hayal-Et Sinema Kitaplığı etiketiyle piyasaya sunuldu.

Aylin Ünal, bu kitabında Giovanni Scognamillo’nun aşk, dans, müzik, resim, gizemcilik, edebiyat ve en önemlisi de sinemayla nasıl tanıştığını, sinemanın kendisine hissettirdiklerini, kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini, dönemin değerlerini ve Levanten olmayı, Giovanni Scognamillo’nun açık sözlü, samimi, içten yorumlarıyla birlikte bizimle paylaşıyor.

Yazar aynı zamanda Giovanni’nin hayatından sunduğu kesitlerle Pera’dan Beyoğlu’na uzanan tarihsel süreci de ortaya koyuyor.

Geçtiğimiz günlerde Giovanni Scognamillo üzerine “Bir Sinema Aşığı: Giovanni Scognamillo” adlı bir belgesel de gerçekleştirildi. Belgeselin yönetmeni ve senaryo yazarıysa Annie Geelmuyden Pertan. Annie Pertan, Ertem Eğilmez’in “Arabesk”, Başar Sabuncu’nun “Kaçamak”, Nesli Çölgeçen’in “İmdat ile Zarife”, Halit Refiğ’in “Aşk-Memnu” ile Türk – İran ortak yapımı “Adsız Cengâver”, İrfan Tözüm’ün “Devlerin Ölümü” ile “Mum Kokulu Kadınlar”, Muzaffer Arslan’ın “Ankara Ekspresi”, Engin Cezzar’ın “Kaldırım Serçesi”, Atıf Yılmaz’ın “Tatlı Betüş”, Ümit Elçi’nin “Böcek”, Ersin Pertan’ın “Şarkıcı”, “Kuşatma Altında Aşk”, “Kurt Kanunu” ve “Tersine Dünya” adlı film yapımlarında sanat yönetmeni olarak çalışmıştı.

“Bir Sinema Aşığı: Giovanni Scognamillo” adlı belgeselde Türker İnanoğlu, Halit Refiğ, Rekin Teksoy, Metin Demirhan, Ayşe Şasa, Alin Taşçıyan, Agâh Özgüç, Aylin Ünal ve Nalan Söylemez, Giovanni Scognamillo’yu anlatıyor.

“Bir Sinema Aşığı: Giovanni Scognamillo” adlı belgesel Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’yle Fono Film Stüdyosu’nun katkılarıyla gerçekleştirildi.

Çok Şey Bilen ve Bildiklerini Paylaşan Benzersiz Aydın

Çok şey bilen, bu bilgilerini isteyen herkesle paylaşan Giovanni Scognamillo bizi bizden iyi tanımış, anlamış, anlatmış ve hepimizi hem kitapları, hem söyleşileriyle aydınlatmıştır. Giovanni Scognamillo’nun en büyük ve kendisine en çok borçlu olduğumuz özelliği çağdaşlarının (aynı yılları yaşayanların) sadece “lay lay lom” tükettiği bir dönemin kayıtlarını tutmuş, tanıklık tutanağını yazmış olmasıdır. Bunun için her türlü övgüyü ve teşekkürü hak ediyor.

Giovanni Scognamillo’nun annesi Elisabetta Filipucci, İstanbul doğumlu bir Yunan vatandaşıdır. Babası Leone Scognamillo ise İstanbul doğumlu bir İtalyan’dır. Yönetmen Luchino Visconti nasıl “Milano Kontu”ysa bizce Giovanni Scognamillo’da “Beyoğlu Kontu”dur.

Giovanni Scognamillo, “Avrupa’nın İstanbul’daki kalesi” Beyoğlu’nun ve İstanbul’un en güzel yıllarının / altın çağının sonunun son tanığı ve son anlatıcısıdır. Tepebaşı’nda konser veren Dario Moreno’nun evden dinlendiği yıllardır bunlar. Oyuncu Greta Garbo’nun Beyoğlu Tünel’de dolaştığı yıllardır (1924) bunlar. Dünya edebiyatına yön veren John dos Passos (İstanbul’a hem 1921’de, hem 1922’de geldi) ile Ernest Hemingway’in İstanbul’u keşfe çıktığı yıllardır (1922) bunlar.

25 Nisan 1929 Perşembe günü doğumlu Giovanni Scognamillo’nun ailesi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının hemen başında İstanbul’a yerleşmiştir. Giovanni Scognamillo, Türkiye’nin, İstanbul’un, Beyoğlu’nun yakın tarihinin ve 1917’de ilk konulu filmler çekilmeye başlandığına göre de neredeyse Agâh Özgüç, Rekin Teksoy ve Nijat Özön’le birlikte tüm Türk filmlerinin tarihinin en yetkin tanığı ve belleğidir.

Madame Bovary’nin yazarının gezip gördükten sonra tipik bir Avrupa kasabası olarak tanımladığı Pera ya da Beyoğlu’nun tarihini, yükseliş ve çöküş yıllarını en iyi ve en detaylı Giovanni Scognamillo ile Said N. Duhani anlatmıştır.

Giovanni Scognamillo, “Eski Evler Eski İnsanlar: 19. Yüzyılda Beyoğlu’nun Sosyal Topoğrafisi” (1947 tarihli) ve “Beyoğlu’nun Adı Pera iken: Geri Dönmeyecek Zamanlar” (1956 tarihli) adlı ölümsüz kitapların yazarı Duhani’yle bugün tarih olan Şark Muhallebicisi’nde tanışmıştır.

Burada yeri gelmişken Said Duhani’yle ilgili bir parantez açalım: Said N. Duhani, babası Naum Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Lübnan Mutasarrıfı’yken Ortadoğu’nun Paris’i Beyrut’un Beydettin Sarayı’nda çocukluğunu yaşamış, babası Harıciye Müsteşarıyken de (Birinci Dünya Savaşı öncesi) İstanbul Beyoğlu’nda ve Paris’te tam bir La Dolce Vita – Tatlı Hayat sürmüştür.

Giovanni Scognamillo, “Bir Levanten’in Beyoğlu Anıları”nın bir yerinde şöyle yazmıştır:

“Beyoğlu, ya da daha gerilere gidersek Pera, işlevini yitirmiş bir dönemin ve toplumun Beyoğlu’suydu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile noktalanan. Kaldı ki, Beyoğlu, kendine özgü Levanten, Kozmopolit ve alafranga havası ile, çağın bir hayli dışında kalmış, tarihsel akıştan kopmuş, özlemler ve yıkık anılar içinde yaşayan bir bölgeydi. Öyle sanıyorum ki nostaljik olma hevesine kapılanların bu eski Beyoğlu’nun, bu kapitülasyon kalesinin, bu No Man’s Land’in bu tür özelliklerini de anımsamaları gerekiyor.”

Giovanni Scognamillo, “Beyoğlu Yazıları”nın girişinde de şunları yazmıştır:

“Benden sulu gözlü ve bol ah vahlı, abartılı ve özentili satırlar, anılar ve duygular bekliyorsanız hevesiniz ne yazık ki kursağınızda kalır. “Nostalji” denilen o özlem ve hasretten yana olmadığımı bilen bilir, bilmeyen de bu vesile ile öğrenmiş olur. Bir insanın, bir toplumun, bir ülkenin, bir kentin ve bir mekânın geçmişi muhakkak ki anılır, yazılır, konuşulur ve düşünülür. Ve tüm bunlar son derece gereklidir. Nedir ki ben buna “nostalji” değil de “tarih” demeyi, o tür bir duyguyu bir araştırma, inceleme, belgeleme nedenselliğini saymayı (ve böylece uygulamayı) yeğlerim. Bu da bir davranış ve değerlendirme, ola ki daha ölçülü ve daha gerçekçi.”

Giovanni Scognamillo 1936’ya kadar Asmalımescit 50 numarada, 1936 – 1959 arasında Kallavi Sokak’ta, 1959 – 1995 arasında Postacılar Sokağı’nda, 1995’ten bugüne kadar da Cihangir / Fındıklı’da ikâmet etmiştir.

1934’te Karnavalların yasaklanması, Beyoğlu ve Tatavla (Kurtuluş) için bir kilometre taşıdır, bir kırılma noktasıdır.

Giovanni Scognamillo, 19 Kasım 1938 Cumartesi günü Atatürk’ün İstanbul’a veda etmesinin de kalan son tanıklarındandır.

11 Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi doğal olarak Scognamillo’nun ailesine de darbe indirmiştir. İktidardakiler, Gayrimüslimleri bu vergiyle tamamen saf dışı etmek istemişlerdir. Bu tasfiye 6 Eylül 1955 Salı olaylarıyla tamamlanmıştır.

Hürriyet Gazetesi yazarı Emel Armutçu’nun İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan ve Giovanni Scognamillo’yla yaptığı nehir söyleşi “Bir Levanten Şövalye”nin bir bölümünden Giovanni Scognamillo’nun eniştesinin evini Varlık Vergisi’nden dolayı nasıl kaybettiğini öğreniriz. (Sayfa: 42 – 43)

Giovanni Scognamillo, en az 91 masum insanın öldürüldüğü, 7.500 işyerine, 177 ibadethaneye ve mezarlıklara saldırıların düzenlendiği 9 Kasım 1938 Çarşamba’yı, 10 Kasım Perşembe’ye bağlayan gece Almanların Yahudilere karşı düzenledikleri saldırıların (“Cam Kırıkları Gecesi / Kristallnacht”) tüm gayri müslimlere yöneltilmiş bir benzeri olan “organize suç dalgası” 6 Eylül 1955 Salı gecesini Kallavi Sokak’ta / Beyoğlu’nda yaşamıştır. O akşam ve o gece ellerinde önceden hazırlanmış listeler bulunan saldırganlar, önceden işaretlenmiş evlerdeki, işyerlerindeki ve ibadethanelerdeki gayrimüslimlere karşı terör estirmişlerdir. Gayrimüslimlerin Türkiye’deki tasfiyesini sağlayan ve Türkiye’deki kültür hayatını çölleştiren en önemli ikinci olaydır bu.

Giovanni Scognamillo da bu devasa olayları konu aldığını iddia eden “Güz Sancısı” adlı sinema filminin gerçeğin yanına bile yanaşamadığını söylemektedir.

1948’de İsrail’in kurulmasıyla Türkiye’den de buraya göçler olmuş ve Beyoğlu havuzunun suyu tamamen değişmeye başlamıştır. 1960’larda Rumlar da Türkiye’den sürgün edilerek bu süreç hızlandırılır.

Giovanni Scognamillo, 1948’den bu yana sinema üzerine yabancı dillerde, 1961’den başlayarak da doğrudan Türkçe yazmaya başladı. Sinema, bilim kurgu, korku, fantastik edebiyat, Türkiye, Türkler, İstanbul, Beyoğlu, vampirler başlıca konularıydı ve kimi yıllar dört yeni kitabı okurla buluştu. Başka bir ülkede olsa sponsorları olabilirdi. Kitaplarının satış geliriyle krallar gibi yaşardı ve her türlü imkâna sahip olurdu. Ancak Türkiye’de çok üretken, kitapları çok satan yazarların bile yazdıklarıyla orta halli bir yaşam sürdürmesi bugüne kadar pek mümkün olmadı, olamadı, ne yazık ki.

Giovanni Scognamillo, delikanlılık döneminde bir ara ruh hekimi olmak istedi ve günlük hayatını sürdürebilmek için kitapevi işletmekten bankacılığa (1951 – 65 arası) kadar çeşitli işlerde çalıştı. Çalıştığı şirketlerden biri sinema salonlarına reklâm filmi dağıtımı yapıyordu. Ailesinde en iyi derecede Türkçeye sahip olan babası da uzun yıllar Türkiye’deki film ve sinema sektöründe çalışmıştı.

Giovanni Scognamillo, ebeveynlerine karşı her zaman iyi bir evlât oldu ve her zaman onlara karşı vazifelerini yerine getirdi. Babası felç geçirdikten sonra 21 Ağustos 1969’da akciğer kanserinden vefat etmişti. 1970’li yıllardaysa hasta annesine bakabilmek için işinden ayrılarak kendini ona adayacaktı. Kasım 1978’de vefat eden annesi hastalığının son döneminde oğlunu bile tanımaz olmuştu.

Hitler ile Stalin’in “dünyanın en ünlü vampirleri” olduğu, dünya egemenliği için savaşa tutuştuğu ve tam 73 milyon insanın ölümüne neden olduğu” yıllarda ergenliğini yaşayan Giovanni Scognamillo hayatı boyunca kan emicilere ilgi duydu, onlar üzerine okudu ve yazdı. Çünkü ona göre insanlar kan emiciler ve kanı emilenler olarak ikiye ayrılıyordu.

Giovanni Scognamillo, Ekim 1987’den bu yana da felç rahatsızlığına karşı mücadele vermektedir.

Bu satırlar yazıldığında Giovanni Scognamillo’nun hayattaki en büyük destekleri Atina’daki evini kapatarak babasının yanına taşınan kızı Sandra ve asistanı Nalan Söylemez’dir.

Yakından Tanıyanlar Giovanni Scognamillo’yu Anlatıyor:

Ersin Pertan: “Ben Giovanni Scognamillo ile tanıştığımda sene 1970’di. Yeni Melek Sineması’nın orada Fida Film’le aynı işi yapan, sinema salonlarına reklâm filmi dağıtan Sinemareklâm Şirketi vardı. Scognamillo’yla oradaki bürosunda tanışmıştım. Eşim Annie’yle Giovanni daha önceden tanışmışlardı. Benim Giovanni’yle tanışmam Annie’nin vasıtasıyla oldu. Hepimizin müşterek sevdiği bir konu vardı: Sinema. Oradan dostluğumuz ilerledi.

Giovanni ile arkadaşlık ediyorduk. Ben o zamanlar sinema yazıları yazmaya başlamak istiyordum. İlk yazım, Karagöz ve Türk Sineması başlıklı bir incelemeydi. Onu ilk olarak Giovanni’ye okuttum. Giovanni okudu ve eleştirdi. Sonrasında da “Bu yazıyı basacak bir dergi düşün” deyince o bana bir cesaret verdi. Yazıyı o zamanın ağırlıklı sanat dergilerinden Yeni Dergi’ye verdik. Böylece Giovanni sinema hakkında yazılar yazmaya başlamama vesile oldu ve beni cesaretlendirdi. 70’li yıllarda sinema hakkında başka yazılar da yazdım. Yedinci Sanat Dergisi’nde çalıştım. İnceleme yazıları yazdım ve bu yazıların başlamasında Giovanni hep vesile oldu.

Giovanni’nin yazılarından etkilendim. Türkiye’de o dönemde film eleştirilerinde üç yazar yani Giovanni Scognamillo, Tuncan Okan ve Semih Tuğrul dışındakilerde çok sık rastlanan şöyle bir durum vardı: Bir filme objektif yaklaşamıyorlardı. Daha çok filmlere amigo gibi yaklaşıyorlardı. Yani kendi desteklediği, tuttuğu bir yönetmenin başarısız bir filmi gelse de o filmde cevher arama çabası vardı. 70’li yıllarda özellikle sol eğilimli eleştirmenler ve sağ eğilimli eleştirmenler filmlere devamlı taraftar mantığıyla yaklaşmaktaydılar. Ben de Annie’de kariyerimizde gerek yazarken, gerekse de yönetirken herhangi bir kampın içerinde yer almadık. Almak da istemedik ve bu kamplardan destek görmek beklentisi içinde de olmadık. O yüzden de ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamadık. Ben sinema yazısı yazarken Giovanni’nin sağ duyulu, sağlıklı ve objektif yaklaşımından etkilendim. Scognamillo, filmin değeri üzerine analizler yaparken film solcuysa solculuğundan etkilenmeyerek, sağcıysa sağcılığından etkilenmeyerek ele alır. Giovanni’nin film eleştirmenliğinden etkilendiysem, ancak her konu üzerinde doğru bulduğunu yazma eğiliminde olduğu için etkilenmişimdir. Scognamillo, daha sonra biz film yaptığımızda bizim filmlerimizi de eleştirdi. Hiçbir şekilde arkadaşlığımızı göze almadan, tamamen kendi bildiği ve inandığı yaklaşımla değerlendirdiğini gördük. Bunu sadece bana değil daha başka yönetmenlere de yaptığını gördük. Çok yakın arkadaşı olan yönetmenlerin de filmlerini eleştirirken işe arkadaşlığını katmadı.

Biz Annie ile 1990’da “Kurt Kanunu”nu çekmeye başladığımızda Giovanni’ye rol teklif etmek aklımızdan geçmedi. Oysa geçmeliydi. Çünkü onunla zaten iki kısa film (“Mavi Sakal” ve “Sanrı”) yapmıştık ve onlarda başrol oynamıştı.Giovanni “İstanbul Kanatlarımın Altında” ve “Karanlık Sular” gibi filmlerde roller alınca, biraz kıskandım mı diyeyim; kendime kızdım mı diyeyim… İkisi arasında bir duyguyla ilk fırsatta Giovanni’ye diğer filmlerden daha ağırlıklı bir şekilde rol vermeye karar verdim. ”Kuşatma Altında Aşk”, tabii o dönem için çok da farklı bir konuydu. Daha evvel Türk Sineması’nda İstanbul’un fethine hiç Bizanslılar’ın gözünden bakılmamıştı. Giovanni’nin görüşleri de bizim için tabii ki önemliydi. Derken onun gerçekten yaşamış bir karakteri canlandırmasını istedik. ”Kuşatma Altında Aşk”ta İmparator Konstantinos’un sağ kolu olan bir bilim adamını canlandırdı Giovanni.”

Annie Geelmuyden Pertan: “Büyükada’dan çocukluk arkadaşım Ali Dilber beni Burgazada’lı Halit Refiğ’le tanıştırdı. Toplantılarımız olurdu ve bir toplantıda Halit Refiğ’in Akyol Sokak’taki evinde Giovanni ile tanıştık. Giovanni ile aslında çok ortak noktalarımız vardı. Çünkü ikimiz de yabancı uyrukluyuz. İkimiz de Beyoğlu’nda büyüdük. İkimiz de edebiyattan hoşlanıyoruz. İkimiz de korku edebiyatından hoşlanıyoruz. Oradan da bir arkadaşlığımız olmuştu. O dönem daha filmlerde çalışmamıştım ama filmlerle ilgileniyordum. Giovanni’yle arkadaşlığımız ilerleyince onu Ersin’le tanıştırdım. Hep beraber buluşup sinema konuşurduk. Sevdiğimiz konulardan bahsederdik. Bir yerlere giderdik. Beraber gazinolara bile gittik. Feyzi Tuna ile birlikte zaman zaman Scognamillo’nun evine giderdim. O zamanlar Giovanni’nin annesiyle de tanışmıştım.

Sanıyorum ki her arkadaşlık bir alışveriştir. Vermek var, almak var. Tabii ki ben Giovanni’den çok şey aldım. Meselâ ben Edgar Allan Poe’yu biliyordum ama Lovercraft’ı bilmiyordum ve bana ilk Lovercraft kitaplarını Giovanni verdi. Eminim ki o da benim arkadaşlığımdan da çok şey aldı.”

Halit Refiğ: “Her vesile ile tekrarlıyorum, Beyoğlu’nu en iyi şekilde iki gayrimüslim anlatmıştır. İlki Said N. Duhani’ydi. İkincisi Giovanni Scognamillo’dur. Onların anlattıkları Beyoğlu ortadan kalktığına göre bir başka anlatıcının çıkması ise artık pek mümkün görülmemektedir.

Giovanni Scognamillo’yu anılarını yazmak için teşvik ederken onun çocukluk dünyasının, anasının, babasının ailelerini, içinde büyüdüğü çevrenin özelliklerini anlatmasını istiyordum. İstanbul’un Türk ve Müslüman asıllı olmayan cemaatlerinin özelliklerini, bu toplumdaki yerlerini ve işlevlerini, o dünyanın içinde yetişmiş Giovanni Scognamillo’dan daha açık sözlü, nesnel ve gerçekçi bir biçimde ifade edebilecek bir başka kimseyi tanımadığım inancındayım. Onunla bu konuyu ilk konuştuğumuz zamanlar henüz Beyoğlu’nu kurtarma ya da yeniden yaşatma hareketleri yoktu. Evet bu moda çıkmasaydı Scognamillo’nun kitabının basılması ve ilgi toplaması da belki zor olurdu.

Said N. Duhani ile Giovanni Scognamillo’dan başka birçok kimse Pera – Beyoğlu üzerine yazdı. İstanbul’u ziyaret eden yabancılar, Beyoğlu’nda gezinen, hatta oturmakta olan bizim vatandaşlar… Belki meselenin ruhunu onların hiçbirinin Duhani ve Scognamillo gibi esasından yakaladığı söylenemezse de her birinde gerçekten parçaların bulunduğu kuşkusuzdur.”

6 – 7 Eylül gecesi İstanbul’daydım. Kore Savaşı’ndan yeni dönmüştüm. Beyoğlu’nun nasıl tahrip edildiğini şaşkınlık ve dehşet içinde izledim. Savaşan taraflar arasında dört defa el değiştiren Seoul’de bile böylesine bir yıkım ve yağma olduğunu sanmıyorum. Evet o gece İstanbul tarihinde bir dönüm noktasıydı. Belki de o gece yaşanan 29 Mayıs 1453 Salı gününden bu yana en keskin dönemeçti. Hoşgörünün ve güven içinde birlikte yaşama ülküsünün sonu.

Benim Beyoğlu’nu yakından tanıyışım o geceden sonradır. Beyoğlu’nu en iyi tanımış, en iyi anlatmış kimseleri de o tarihten sonra tanıdım. Giovanni’yle 1959 yılında Baylan’da tanıştık. Metin Erksan, Atilla İlhan, Kemal Tahir ve Giovanni Scognamillo ile Beyoğlu’nun o sözü çok edilen Baylan Pastahanesi’nde ilk olarak bir araya geldik.

Gerçek bir Beyoğlu’lu olan Giovanni Scognamillo’nun çok doğru bir şekilde belirttiği gibi Beyoğlu’nu ortaya çıkaran şartlar kaybolduğunda o semtin geleneksel özelliklerinin de ortadan kalkması kaçınılmaz bir durumdu.

1964’te gösterime sunulan ve şu anda kayıp olan “Şehrazat” adlı filmimi Giovanni kadar ana hatlarıyla, temel özellikleriyle yakalayıp, kavrayıp yazan olmadı. Daha sonra, ileriki tarihlerde sinemada seks, erotizm konuları ayrı bir ilgi kazandığında bu konularda yazılar yazıldı, neşredildi, “Şehrazat”ı bu alanda bir öncü, klâsik olarak nitelediler. Ama hepsi Giovanni’nin etkisi altında, onu referans göstererek ya da göstermeden.

Giovanni’yle ilgili bir başka anektodum: Yıl 1977. Amerikadaydım. Orada Türkiye’de eserlerini hiç tanımadığım August Derleth (1909 – 1971) adında müthiş bir yazar keşfettim. Onun “The Intercessors – Araya Girenler” adlı eserini uyarlamaya karar verdim.O sırada Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydim. Bu eseri uyarlamak istediğimi söyledim, onlar da beğendiler. Ancak üniversite yetkilileri eserin telif haklarının kimde olduğunu bulamadı. Bu sıralarda İstanbul’daki Giovanni Scognamillo’ya durumu anlatan bir mektup yazdım. Üniversitenin bulamadığı bilgiyi Giovanni’nin mektubuma cevap olarak yazdığı mektuptan öğrendim. Giovanni’nin sayesinde yazarın telif haklarının kimde olduğunu bulabildik. Yazarın memleketi Amerika’da telif haklarının kimde olduğu araştırılıyor, Giovanni İstanbul’dan adres veriyor.

Aylin Ünal: “’Beyoğlu adlı bir kız’ der Giovanni Scognamillo, aşık olduğu kadını anlatırken. Kendisi de aslında Beyoğlu gibidir. Sayısız insanın hayatına tanıklık ederken, bir o kadar coşkuyu ve acıyı içinde barındırır. Buna rağmen çoğu zaman da suskun kalır. Giovanni’yi anlatmak Beyoğlu’ndan bahsetmeye benzer.”

Metin Demirhan: “Giovanni, çok az sayıda olan harika insanlardan birisidir. Sadece yazar olarak değil. Benim için Giovanni aynı zamanda bir düşünür, felsefeci. Benim sanata, edebiyata bakışımı belirleyen önemli insanların başında geliyor. Onunla oyuncaklara bile bakışım değişti. Ben çizgi romanları onunla daha çok sevdim. Edebiyatı daha çok sevdim.”

Türker İnanoğlu: “Giovanni, sinemalarda büyüdüğü, sinemalarda yetiştiği için tam bir sinemacı ve filmci oldu. Dünya sinemasını çok iyi bilen biriydi. Örneğin 1956’da çekilmiş bir X filmi kameramanına kadar, oyuncusuna kadar takip eden, bilen kişiliği vardı. Bir defa her şeyden önce Giovanni tam bir entelektüeldir. Çok okumuştur. Filozoftur. Kimsenin arkasından konuşmayan, içine kapanık, dedikodu yapmayan tamamen kendine kapalı, tamamen kendini okumaya vermiş bir kişi. Bu özellikleri tabii hemen yaklaşınca fark ediliyor. Fark ettikten sonra da etki altında kalıyorsunuz zaten. Kendisi bilgiyi düşünen kişi. Bana kalırsa günümüzde artık nesli tükenenlerden bir tanesi.

İlerleyen seneler içinde Giovanni’nin benim hayatımda çok önemli bir yeri oldu. Benim hem en yakın arkadaşım oldu, hem iş arkadaşım oldu, hem de sırdaşım oldu. Benim çevremde sağ kollarımdan birisi oldu Giovanni.”

Sandra Scognamillo: “Beklediğim gibi bir baba. Bunu söyleyeyim. Bu her şeyi açıklıyor.”

Rekin Teksoy: “Benim de dostlarımdan biri Giovanni’dir. Kişi, görüş birliğine vardığı insanlarla dostluk kurar. Yani onunla ortak bir ilgi alanım da var: Sinema. Herkesle böyle ortak bir ilgi alanım yok. Ve tabii zaman da çok önemlidir dostluklarda. Çok kişi vardı ama çoğunun fikirleri zamanla değişti. Giovanni ise tanıdığım zaman nasılsa hâlâ aynı. Çok şeyler yaptı, o ayrı. Fakat aynı kişi. Hiç değişmedi. Ben de değiştiğimi zannetmiyorum. Bunun için bugüne kadar Giovanni benim değişmez dostum haline geldi. Eğer ben bir sinema yarışmasına jüri üyesi olsam gözüm kapalı yerimi Giovanni’ye terk edebilirim. O bir fenomen!”

Nalan Söylemez: “Giovanni gibi bir dostum olduğu için çok şanslıyım. Kısaca bu dostluğu tanımlamak gerekirse, aslında ikimiz de ışıklı bir sahnede gibiyiz. Giovanni, Chaplin’i, bense büyümeye çalışan küçük bir kızı oynuyorum.”

(17 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

18 Şubat 2011 Haftası

“Zoraki Kral”, babasının ölümü ve ağabeyinin tahttan -mecburen- feragat etmesiyle, kısa sürede, “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” tacını, hem de ikinci büyük savaşın yaklaştığı bir dönemde takmak zorunda kalan (1937) VI. George’un (1895 – 1952) önemli engeli olan kekemeliğinin, Avustralyalı bir üstat tarafından tedavi edilmesi süreci… Ve aslında bu sürecin dramatik bölümleri aracılığıyla, emperyalizmin tepe noktasındaki soylu erkin içine bir psikolojik bakış. Bugün demokrasinin seçkin üyesi olan ülkenin sınıfsal kodlarına ilişkin bir irdeleme. Lezzetli bir film: Hem metninin kıvrımları içinde dolaşmak, hem oyuncuların -fiziksel bukalemunlukları başta- karakterlerinin içine nüfuz edişlerini izlemek, hem de dönemi aynen canlandıran yapım ve kostüm tasarımlarına parmak ısırmak isteyen sinema âşıkları için.

“Yeşil Yaban Arısı”, bir radyo tiplemesi olarak başlayıp çizgi romana / televizyon dizisine dönüşen serüvenin, gazete sahibi genç zengin Britt Reid ile şoförü, yardımcısı, aslında ‘her şeyi’ olan Kato’nun, zeki sekreter Lenore’un yardımlarıyla, kentin kötü adamıyla bölge savcısının işbirliğini çökertmeleri bölümü… Süper kahraman kalıplarını kırıp insani zaaflara yer açan Michel Gondry’nin mizahi bakışının farklı kıldığı film. Bir reklâm için kullanılan ‘Matrix zamanı’nın babası olan yönetmenin, ilk kez karşımıza çıkan bir estetikle buluşturduğu dövüş sahnelerinin (Kato – Vision) etkisini 3D marifetiyle katladığı harika bir seyirlik. İsteyenler -şu sıralar pek yabancısı olduğumuz- gazetecilik ahlâkı üzerine düşünme fırsatı da bulabilirler.

“127 Saat”, Utah, Moab yakınlarında tamamıyla izole bir kanyonda sağ elini büyük kaya parçasına sıkıştırarak kapana kısılan genç dağcının, filme adını veren süre boyunca anılarının çıkageldiği sanrıları, seçimleri, bencillikleri, düşleri eşliğinde umutsuzca kurtulmaya çalışmasının gerçek hikâyesi. Dar bir alana sabitlenmiş karakterin içine düştüğü beyhudeliğin, bilinç ve giderek bilinçaltı çevresine ördüğü ‘tehlikelerin’ kusursuzca yansıtılmış görsel / işitsel karşılıkları, Danny Boyle (“Slumdog Millionaire”) damgalı. “Küçük bir öyküden sinemada ustalığın tanımına ulaşmak ne demektir” sorusunun seçkin bir örneği.

(16 Şubat 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Ve Tanrı Kadını Yarattı: Lavinia Longhi

Bir zamanlar onlarca defa Ses Dergisi’ne kapak olan efsanevi oyuncu Claudia Cardinale’ye 09 – 14 Ekim 2010 tarihleri arasında düzenlenen 47. Antalya Film Festivali’nde kadın oyuncu ödülünü kazandıran “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica” adlı sinema filminin güzeller güzeli afeti Lavinia Longhi, Monica Bellucci’yle lezbiyen (eşcinsel) sevişme sahnesinde rol aldığı “Sanguepazzo” adlı filmle dünya çapında tanınıyor… “Sanguepazzo”nun ilk gösterimi 14 – 25 Mayıs 2008 tarihleri arasında düzenlenen 61. Cannes Film Festivali’nde (Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” adlı filminin en iyi yönetmen ödülüne lâyık bulunduğu ve büyük ödül Altın Palmiye için yarıştığı) yapılmıştı…

Yarı İtalyan, yarı Karadağlı (Balkanlı) bir melez olan Lavinia Longhi, 1.71 boyunda… Siyah saçlı… Ela gözlü… Bisiklete biniyor, yüzüyor, basketbol oynuyor ve sörf yapıyor… Akıcı İtalyanca, Sırpça, Hırvatça, İngilizce konuşabiliyor… İyi derecede Fransızca biliyor… Lavinia Longhi, “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın setinde birkaç da Türkçe sözcük öğrenmiş…

Yönetmen ve senaryo yazarı Ali İlhan’ın dört yılını verdiği ”Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın Türk oyuncularıysa İtalyanca bilmediklerinden filmde İtalyanca diyaloglarını ezberleyerek oynadılar… “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın baş erkek oyuncusu İsmail Hacıoğlu, İtalyanca ve İngilizce bilmediğinden sevişme sahnesi çevirdiği Lavinia Longhi’yle de aracısız konuşma olanağı bulamamış! “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın setinde Lavinia Longhi ve İsmail Hacıoğlu çevirmen aracılığıyla konuşabilmişler…

Kuzey İtalya’da yaşayan (Milano’dan Roma’ya taşındı) Lavinia Longhi, “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”da canlandırdığı Sicilyalı Valentina karakterini daha inandırıcı canlandırabilmek için Güney İtalyalılar gibi konuşmayı da öğrenmiş…

Lavinia Longhi, 1960’lı yıllarda üç filminde oynattığı, yakın dönemde dört Oscar ödülü kazanan Clint Eastwood’u üne kavuşturan adam, Spagetti Westernlerin ünlü yönetmeni Sergio Leone (1929 – 1989) üzerine bir tez hazırlamış…

Unutmadan belirtelim: “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın yönetmeni ve senaryo yazarı Ali İlhan’da fanatik bir Sergio Leone hayranı…

Lavinia Longhi, Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın bir filminde rol almayı çok arzuluyor.

“Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”, Pinema Filmcilik (Pamir Demirtaş) dağıtımıyla 18 Şubat’ta Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak.

“Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın künyesi:

Yapım Şirketi: Ares Media
Yapımcı: Can Arca, Elvan Albayrak Arca
Senaryo: Ali İlhan
Yönetmen: Ali İlhan
Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan
Uygulayıcı Yapımcı: Gökhan Tuncel
Genel Koordinatör: Deniz Oktar
Süre: 110 dakika.
Müzik: Orhan Şallıel
Oyuncular: Claudia Cardinale (Sinyora Enrica), İsmail Hacıoğlu (Ekin), Lavinia Longhi (Valentina), Teoman Kumbaracıbaşı (Giovanni), Nilay Cennetkuşu (Maria), Fahriye Evcen (Sinyora Enrica’nın Gençliği), Bedia Ener (Meraklı Komşu), Galip Erdal (Postacı), Murat Karasu (Ekin’in Babası).
Konuk Oyuncu: Acun Ilıcalı.

“Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak – Diventare italiano con la signora Enrica”nın konusu:

Yıllar önce, başka bir kadın uğruna evini, karısını ve oğlunu terk eden kocasının çekip gitmesinden sonra hiçbir erkeği kapısından içeri sokmayan, oğlunu da yatılı bir okula göndererek başından atan Sinyora Enrica (yaşlılığı: Claudia Cardinale, gençliği: Fahriye Evcen), İtalya, Rimini’deki evindeki boş odaları kız öğrencilere kiralamakta, ek iş olarak da hem terzilik yapmakta, hem de bir pazarda çalışmaktadır.

Yıllarca bozmadığı bu kuralı (evine erkek kiracı kabûl etmeme kuralını) yağmurlu bir gecede, adından dolayı kız zannedilerek kendisine kiracı / pansiyoner olarak yollanan Türk öğrenci Ekin (İsmail Hacıoğlu) için bozacaktır. Önceleri evinin kapılarını bu yabancı delikanlıya açmaktan hiç memnun olmayan Sinyora Enrica, bir süre sonra yıllarca kilitli tuttuğu kalbini de bu Türk gencine açacaktır. Filmin oyuncularından Giovanni rolündeki Teoman Kumbaracıbaşı’ysa Sinyora Enrica’nın oğlu ve babası henüz çok küçük yaşlarda onu terk ettiği için sorunları olan bir kişiliktir. Çalışmak istemeyen ve kazık kadar olmasına rağmen anne parası yemek isteyen Giovanni’nin Sinyora Enrica’ya karşı haksız ve acımasız davranışları Ekin’de talihsiz yaşlı kadına karşı bir koruma duygusu geliştirecek ve böylece ikisinin arasında bir gönül bağı, bir yakınlaşma oluşacaktır. İtalyanca öğrenmek için bu ülkeye gelen Ekin için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve hayatı kökten ve geri dönülemez bir değişime uğrayacaktır.

(15 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net