Kategori arşivi: Yazılar

17 Eylül 2010 Haftası

“Camino”, 11 yaşında yaşam dolu bir kızın ölümle buluşmasına çıkacak ve yoğun bedensel acılar çekeceği zorlu yolda, kıpırdayamadan yattığı yerden, hem yaşıtı İsa’ya, hem de ‘Oğul İsa’ya aşklarıyla yüreğinin savrulduğu serüven. Anahtar cümle, “güzelim bir kızın ruhunun, ‘en mutlu olduğu anda’ özgürleşmesi”! Ölmenin bir armağan da olabileceğini objektif biçimde (fakat bağnazları eleştiren) iki bakışla anlatan yönetmen, filmini, her seyircinin kendi yakın çevresindeki deneyimlerini gözden geçireceği bir etkiye ulaştırmış. Yaşamak ve ölmekle ilgili neye inanırsanız inanın izleyin, farklı bir film.

“Ejderha Dövmeli Kız: Millennium Üçlemesi I”, üç ay hapis yatacak olan deneyimli gazeteci adam ile şartlı tahliye edilmiş eksantrik ‘hacker’ kızın bir şekilde işbirliği yaparak, köklü / varlıklı bir geniş aile içindeki seri katilleri açığa çıkarmak ve yıllara yayılmış cinayetleri çözmek için tehlikeye atıldıkları gerilim: Ortalama bir Amerikan filminde sunulan suç öyküsünden hallice. Popülerliği ve önemi, sosyolojik referanslarında: Dünyanın en gelişmiş / ‘medeni’ toplum modelinde çözülemeyen iki sorundan biri olan kadına yönelik -ırkçılıkla da beslenen- şiddet (diğeri intiharlar), eserin temelde ilgilendiği mesele. Tam da bu noktada, bilgisayarlar aracılığıyla erkeklerin kirli dünyasını ele geçiren kızın, uğradığı şiddeti misliyle iade etmesi ve erkeği ‘bir arzu nesnesi’ olarak kullanması, -bence- her kadının gururunu okşamaktadır. Zaten film de, bu bağlamda değer kazanmaktadır… Bu İsveç ağırlıklı filmin, 2011’de, David Fincher imzalı versiyonunu bekleyiniz.

“Garip Bir Aşk Öyküsü”, “aynı evi paylaşan liseden arkadaş genç kadın ile erkek, parasızlıktan iyice sefil duruma düştüklerinde porno film çekmeye ve de birbirleriyle hiç cinsellik yaşamadıkları halde kamera önünde sevişmeye karar verirlerse neler olur” sorusunun komik yanıtlarıyla gayet müstehcen biçimde eğlendiren, ‘gelişmiş ülke’nin konjonktürüyle de dalgasını geçen muziplik! Uyaralım, aşkın ve dostluğun her tür engeli aşabileceğine dair ‘akıllı uslu’ sayılabilecek finali, kimileri için düş kırıklığı yaratabilir.

“Paris’te Son Konser”, otuz yıl önce, SSCB döneminde ırkçı bir yaklaşımla haksızlığa uğrayıp ‘dağıtılmış’ orkestra üyelerinin, şimdi, yeniden bir araya gelip yarım kalan son konserlerini tamamlamak için karşılarına çıkan fırsatı değerlendirmeleri ile gelişen, ilâhi adaletin tecellisine ve müziğin mucizevî gücüne dair bir ışıltı; değişen dünyanın, yaşam coşkuları değişmeyen insanlarının mizahi zenginlikleriyle yüzlere yerleştirilen tebessüm. Tchaikovsky’nin “Keman Konçertosu”nun seslendirildiği son bölüm, sinema ile müziğin bir araya gelmesiyle oluşan o müthiş kimyada seyirciye duygusal patlamalar yaşatıyor: Çok esaslı, çok!

“Şeytan”, gökdelen asansörünün ‘talihsiz bir yükseklik’te arıza (!) yaparak durmasıyla, içlerinden biri kötülük meleği olan beş kişinin kapana kısılmasını ve her tür melâneti ruhlarında zaten barındıran insanların kendileriyle yüzleşememeleri sonucu korkularının içten içe kemirmesiyle kolayca canlarının alınmasını, sinemada en zor meydan okumalardan biri olan ‘dar alan gerilimi’ ile öykülüyor. ‘Bir vicdan hesaplaşması hikâyesi’ olarak da tanımlanabilecek film, sinemaya özgü keyifleri almasını bilenler için ideal.

(16 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Ayarsız Yazılar 1: Derbeder Oldum Derbeder

Aslında hep aklımızın bir taraflarında tuttuğumuz ama hatırlayabilmek için de hafızamızı biraz zorlamak zorunda kaldığımız filmleri farklı bir konseptte birleştirmek istiyorum. Türk sinemasında önemli bir yeri vardır bazı ağdalı arabesk yapımların. Yıllar sonrasında Ertem Eğilmez’in Şener Şen ve Müjde Ar’lı “Arabesk” filmine de ışık tutacaklardır ne de olsa. İsterseniz enteresan bir bakış atalım ve yorumdan da öte hafızalarımızı zorlayalım. İyi bildiğim ve hatta türüne göre iyi diye bile nitelendirebileceğim bir filmle başlamak istiyorum. Temel Gürsu’nun Derbeder filmi. Aslında hemen aklınıza da gelebilir. Şöyle ki: Ferdi yine fakir ama gururlu yağız delikanlıdır. Canan ise Ferdi’nin büyük aşkı olmanın yanı sıra saf, temiz, koklanmamış bir güldür adeta. Nasıl olduysa bir şekilde Ferdi, Canan’dan bir süreliğine ayrılmak zorunda kalır ve asker arkadaşı (Enis Fosforoğlu) vesilesiyle Canan’a mektuplar yazar. Ama Ferdi’nin asker arkadaşı iki yüzlü ve kalleş olduğu için Canan’a göz koymuştur. Bu yüzden mektupların hiçbirini Canan’a vermez. Canan da bir şekilde Ferdi’nin kendisini başka bir kadınla aldattığına inandırılır. Bu kısım nasıl gelişiyor hatırlayamıyorum. Ama Canan da hayatındaki en büyük ikiyüzlülüğü yaparak Ferdi’nin asker arkadaşıyla evleniyor. Düğünde olay çıkıyor ve Ferdi kendini yerlere atıyor. O sırada resmen yabancılaştırma efekti gibi 10 dk.lık bir sahne geliyor. Ferdi çölün ortasında takım elbisesiyle yapayalnızdır ve arabesk bir şarkı söyleyerek isyan eder. Bu sırada çölde gelinliğiyle Canan görünür. Ferdi sürekli Canan’a dokunmaya çalışır ama Canan çoktan yoldan çıkmıştır ve bunun vermiş olduğu kendince haklı gururla Ferdi’nin görmüş olduğu bu rüyada sürekli görünüp kaybolmaktadır. Sonra birden yıllar geçer, Ferdi zengin olur, mal mülk, her şey gani ganidir. Film ya işte Canan ve kocası da sefalete düşmüş ve evlerini satmak zorunda kalmışlardır. Tabiki Cananların evini Ferdi alır. Ama hâlâ gururlu olduğu için evin tapusunu onların suratına fırlatır. Ve Canan’ın kocası, Canan’ı Ferdi’ye peşkeş çeker. (Bu ifade tamamen film karakterlerinin ağzından çıkmıştır) Bu sahnelerde hüzün doruğa çıkmıştır. Canan, Ferdi’nin kayalıkların dibindeki evine gelir ve hönkürerek, böğürerek ağlamaya başlar ama Ferdi onu dinlemez ve çeker gider. Canan da kendini kayalıklardan atar ve yine kendini intihar eder. (Kendini intihar etmek gibi yanlış bir tabir de işte böyle durumlar sayesinde meşrulaşmıştır.) Ferdi koşar ama yetişemez. Büyük aşk Canan’ın ölümüyle son bulur.

Tüm bunlar inanılmaz bir kurgu örgüsüyle önümüze sunulur. Son sahnede Canan’a öylesine üzülür, hatta acırız ki Ferdi’ye söylediği sözler beynimize işler. Canan, Ferdi’ye eşinin kendisini ona gönderdiğini, isterse kendisini satın alabileceğini söyler. Tabiki tüm bunlar olurken Ferdi yıllarca (her Türk filminde olduğu gibi) Canan’ın bir perdenin arkasına gizlemiş olduğu kocaman siyah beyaz resmine bakmıştır. Film, çok da derdi olmasa da dibe vuran bir kadın portresi de çiziyor. Dönemin titrek dudaklı, toplumda pek de hakimiyeti olamayan bir kadın.

Ablamla yaşadığım, çocukluğumun en saf taraflarından birine ışık tutar bu film aynı zamanda. Ferdi’nin sevdiği kız ölünce ablam günlerce yas tutmuş. Ferdi artık yalnızdır ve ablam da Ferdi’yle evlenmek için ağlayıp sızlar. Küçücük bir kızın Almanya’da izlediği ilk Türk Filmi’nin Derbeder olduğunu düşünürsek gayet sarsıcı bir durum sanırım. NOT: “Derbeder” filmi Türkan Şoray’ın oynadığı meşhur Sultan filmine de konu olmuştur. Sultan filminde bütün kadınlar toplanıp sinemaya giderler. Hatta içlerinde hamile bir kadın vardır. Herkes izlediği filmde salya sümük ağlar, hatta kadın filmi izlerken doğum yapar. İşte “Sultan” filminde herkesin sinemada izlemek için ölüp bittiği film DERBEDER’dir.

Yönetmen: Temel Gürsu
Senaryo: Erdoğan Tünaş
Görüntü Yönetmeni: Muzaffer Turan
Müzik: Ferdi Tayfur
Oyuncular: Ferdi Tayfur, Canan Perver, Enis Fosforoğlu, Mümtaz Ener, Hüseyin Peyda, Sevda Ferdağ
Yapım: 1977, Türkiye, Renkli

(14 Eylül 2010)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Rüya Gibi Bir Buluşma: AnaPop Başlıyor

Ulusal folk müziğinin yaratıcıları ve yeni nesil mirasçıları görülmeye değer bir organizasyon ile bir araya geliyor. Red Bull Music Academy tarafından kotarılan bu oldukça nevi şahsına münhasır hadise, 15 – 18 Eylül tarihleri arasında garajistanbul’da gerçekleşecek.

Sahne alacak rüya takımında kimler yok ki… Kurtalan Ekspres, Moğollar, Derdiyoklar, Gökçen Kaynatan, Selçuk Alagöz, Erkut Taçkın… Aynı havayı soluma fırsatı bulacağımız müzisyenlerden yalnızca birkaçı… Ayrıca Anadolu Pop’un günümüzdeki temsilcileri Replikas, Ayyuka ve Kırıka da temsil ettikleri müziği lâyıkıyla yapan genç müzisyenler olarak ustalarıyla aynı sahnede yer alacak.

Geçmişle gelecek arasında köprü kuracak bir müzik ve sanat etkinliği olarak tanımlanan bu çok özel organizasyonda konserlerin yanı sıra, aralarında Taner Öngür, Murat Meriç, İzzet Öz gibi değerli isimler de Anadolu Pop meselesinin etraflıca masaya yatırılacak keyifli söyleşiler düzenlenecek. Eğlenceli atölye çalışmaları ve dj setleri de 3 gün boyunca aralıksız devam edecek.

Ayrıca etkinlik kapsamında pek çok festivalde büyük ilgiyle karşılanan üç önemli belgeselde yer alıyor. Bunlardan ilki Metin Avdaç’ın yönettiği Kara Altından Altın Mikrofona isimli çalışma. Film, 1965 – 1968 yılları boyunca memleketi kasıp kavuran, Hürriyet Gazetesi’nin düzenlediği Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’nın 1968 yılı birincisi, TPAO Batman Orkestrası’nın oldukça ilginç hikâyesini konu ediniyor. Gösterimden sonra ekibin yanı sıra orkestranın solisti İlhan Telli ve grup üyelerinden Atilla Akman’ın da sizlerle buluşmayı beklediğini hatırlatalım.

Bir diğer belgesel, Didem Pekün’ün yönettiği Tülay German: Kor ve Ateş Yılları… Anadolu Pop’a yön veren isimler arasında başı çeken, muazzam güzellikte bir ses ve yoruma sahip Tülay German’ın İstanbul’dan Paris’e uzanan 40 yıllık yaşam öyküsünün anlatıldığı belgesel de görülmeye değer.

Son olarak genç sinemacı Gökçe Kaan Demirkıran’ın hazırladığı Müzikte Bir Deney – Anadolu Rock, etkinlik kapsamında sizlerle buluşmayı bekleyen önemli bir belgesel. Müzikte Bir Deney – Anadolu Rock, kendi türünde son yılların en dikkat çeken çalışmalarından birisi oldu ve hâlâ görmediyseniz bu kez kaçırmayın.

Mevzu kısaca böyle, detaylar www.anapop.org adresinde… Anadolu Pop’un öncüleri Barış Manço, Cem Karaca, Fikret Kızılok ve daha birçok müzisyenin ruhlarının orada olacağına şüphe yok. Bu anlamlı ve büyülü buluşmayı kaçırmayın demeye gerek var mı ki?

(14 Eylül 2010)

Gizem Ertürk

Adı Aşk Bu Eziyetin

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

Bursaspor Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam, Suat Oktay Şenocak’ın yönettiği “Adı Aşk Bu Eziyetin” filmine destek vermiş, filmde …

… kendisiyle yapılan bir röportajla perdeye geliyor. Aferim, takdire şayan bir davranış. Vaadettiği halde filmin Bursa’da yapılan …

… galasına ise gelmemiş. Aferim, bu daha da takdir edilesi bir davranış. En azından gençlere, verilen sözlerin yerine getirilmemesinin …

… insanın karizmasını nasıl çizdiğini güzel bir örnekle göstermiş oluyor. Film, sıfır bütçeyle, imece usulüyle çekiliyor, başlandığında …

Bursaspor’un şampiyonluk ihtimali falan ortada yok. Gençler büyük fedakârlıklarla filmlerini tamamlıyorlar, o aşamada Bursaspor

… şampiyon oluyor, film vizyona giriyor. Böyle bir olay 1000 yılda bir bile gerçekleşmez. Galaya gitsene, desteğini versene, …

… verdiğin röportajlarda milleti filmi seyretmeye yönlendirsene. Bu arada bilmeyenlere hatırlatayım. “Adı Aşk Bu Eziyetin” filmi …

… fanatik bir Bursaspor taraftarının hayatı üzerinden futbol sevgisi ve taraftarlığı hakkında sinemamızda yapılmış en dikkat çekici film.

Film festivali, şenliği, günleri, ayları -her neyse işte- gibi etkinliklere çağrılan davetliler içinde en dikkatimi çekenler araya adam …

… sokarak kendilerini zorla davet ettirenler. Festivallerde, şenliklerde, günlerde, aylarda -her neyse işte- dikkat edin, …

… organizasyonlardan, otellerden, yemeklerden, içmeklerden en çok şikayet edenler kimlerse, onlardır. Beğenmiyorsan gelme kardeşim, …

… daha iyisini yapabiliyorsan, buyur sen yap.

Filmin Türkçe adı, önce sinemalife.com Dergisi’nin tanıtım yazısında “Ölümcül Deney: Yaşamdan Sonra” diye anıldı, tersninja.com’un “Bu …

… Hafta Vizyona Giren Filmler” köşesinde ise “Ölümcül Deney 4: Ölümden Sonra” diye anılıyor. Oysa filmin afişinde “Resident Evil: …

… Ölümden Sonra” yazıyor. Tabiki bu karışıklıkta, serinin 4. filmini gösterime çıkaran şirketinin de katkısı yok değil, çünkü önceki …

… filmler, Ölümcül Deney (20 Eylül 2002 / New Films), Ölümcül Deney: Kıyamet (03 Aralık 2004 / Medyavizyon), Ölümcül Deney: İnsanlığın …

… Sonu (19 Ekim 2007 / UNP Filmcilik) şeklindeki Türkçe adlarıyla gösterilmişti. Yabancı filmlerin Türkçe isimlerinde zaman zaman …

… benzer karmaşalar yaşanıyor. Geçtiğimiz günlerde seyrettiğimiz “Splice” orijinal isimli film için önce “DNA adı tesbit edilmişti, sonra “Deney” adına …

… karar verildi, “DNA”ya da kıyılamadığı için film “Deney – DNA” şeklinde değişik bir isimle vizyona girmiş oldu. “Son Kahraman – John Rabe”

… de de aynı tereddüt var. Keza canavar balıkları konu edinen filmin “Pirana 3D” adıyla anılması için basına ısrarla ricada …

… bulunuldu, fakat Beyoğlu’na çıktığımda baktım, sinemanın birinde sadece “Pirana” yazan bir afiş var. Herhalde 2 boyutlu kopya …

… gösterdiğinden 3D afişi seyirciyi yanıltabilir diye farklı bir afiş daha yapılmış. Böyle küçük teferruatlarda da seyirciye saygı …

… yakalanabiliyor. Aferim.

İlk sayısı Kasım 2007’de yayınlanan sinemalife.com Dergisi, başlangıcından beri kendisini “Türkiye’nin ilk online sinema dergisi” …

… olarak lânse ediyor, oysa http://www.dergiplanet.com/ adresindeki Dergi Planet’in ilk sayısı, tesbit edebildiğim kadarıyla 06 Mayıs …

… 2007’de yayınlanmış. Dedikten sonra iğneyi birde kendime, dolayısıyla sadibey.com’a batırayım -ki adalet mülkün temeli olsun. Geçen …

… yıl basın sponsoru olarak destek verdiğimiz 21. Ankara Film Festivali, jest yaparak ilânımızı yayınlamıştı. İlânın arka plânında …

… kullandığımız görselin sinemalife.com Dergisi’nde yayınlanan sinemasinemadir.com web sitesinin ilânındaki görselle aynı olduğunu …

… yeni farkettim. Ancak ilk olarak kimin kullandığını maalesef tesbit edemedim, belirtmiş olayım.

(11 Eylül 2010)

Sadi Çilingir

10 Eylül 2010 Haftası

“Adele’nin (doğrusu: Adele’in) Olağanüstü Maceraları”, popüler serüven kitapları yazarı, bağımsız kadınların öncüsü genç Adele’in, tek yakını olan kız kardeşini bitkisel hayattan çıkarabileceğine inandığı mumyayı ödünç alma amacıyla Mısır’da giriştiği tehlikeli keşiften, Paris’e korku salan tarih öncesi hayvanın izini sürmek zorunda kalmasına uzanan, sürükleyici sergüzeştlikleri. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde geçen bu fantastik olaylar dizisi, ‘kendi içinde’ inandırıcı ve görsel kalitesinin avantajlarını nitelikli bir ‘humor’ oluşturmakta kullanabilen nadir örnekler arasında… Bu yüksek kalitenin kaynağı, uyarlandığı çizgi romanın ayakları yere basan ve fakat çocuksu da olabilen yapısı: Bilimsel bilgi ile gerçeküstü unsurları incelikli biçimde buluşturan bir yapı. Jacques Tardi imzalı bu çizgi romanın “Indiana Jones” ve “Jurassic Park”tan önce yaratılmış, 1970’lere ait olduğunu anımsatırım.

“Centilmen”, son bir görev için sakin İtalyan kasabasına sığınmış tetikçinin, ‘ölüm korkusu’ ile ‘aşkı duyumsayarak yaşama’ arasında ruhu mengeneye sıkışmış adamın öyküsü. Ya da, erkek cinsinin kırılganlığı! George Clooney’nin ‘döktürdüğü’, biri kiralık katil, diğeri fahişe iki kadın ve vicdanı temsil eden rahip rollerindeki oyuncuların da etkili oldukları filmin, retro izler taşıdığının altını çizmek gerek.

“Resident Evil: Ölümden Sonra”, bilim kurgu – korku – aksiyon trüklerinin sergilendiği bir şov, bir ‘sinema varyetesi’: Umbrella Corporation marifetiyle insanları yaşayan ölülere dönüştüren virüs dünyayı gerçek bir cehenneme çevirse de, bu seride, yenilmez kadın Alice’e güvenimiz tam! İşte onun yenilmezliği sayesinde de, zamanı, olayları, gelişmeleri sonsuza dek uzatabilecek geniş bir spektrumda, öykülere takılmadan gösterinin tadını çıkarmanızı öneririm. Aksi halde ‘ipin ucu kaçtı’; neler olup bittiğini, neler döndüğünü anlamaya çalışmanız beyhude bir çabadır. Yetenekli yönetmen Paul W. S. Anderson’ın, patenti Cameron’da olan ve doğaldır ki “Avatar”da kullanılan “Fusion System” 3D tekniğiyle çalıştığını anımsatayım (yani bu film, bazıları gibi ‘çakma’ 3D değil).

“Saftirik Greg’in Günlüğü”, yeni ortaokul öğrencisi oğlanın, örneğin, ailedeki ‘düşman’ ağabeyinin marifetlerini, okuldaki saçmalıkları / aptal kızları, en yakın arkadaşı tombulla ‘hayatın acımasız yüzü’ndeki dostluk sınavını, ileride mutlaka ünlü (ve zengin) olacağına dair düşüncelerini içeren anı defterinin yaprakları arasına çocukça bir saflıkla nüfuz eden eğlenceli film. Düzenli yazan Greg gibi olayları ritmik aktaran, hareketli – basit resimlemelerin bağlacında, tam da çocukların zaviyesinden dünyaya bakabilen, izleyenin muhakkak kendi küçüklüğünden bazı anları yakalayabileceği, zevkli bir çalışma.

(08 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Sinema, Tiyatro, Drama, Birisinin Aklına Soru İşareti Düşürmek İçin Bile Büyük Mucizedir

Televizyon dizisi, tiyatro ve sinema filmlerinde her seferinde farklı rollerde gördük kendisini. Sadece sahnede, film karesinde ya da beyaz camda değil, 18 yıl devlet tiyatrolarında çeşitli görevler üstlenerek hizmetine devam etti Ahmet Mümtaz Taylan. Kendisiyle neredeyse bir günümüzü alan bir söyleşi gerçekleştirdik. Doğrusunu söylemek gerekirse, belki de bir söyleşi değil, çok keyif aldığımız sohbete mazhar olduk. Sinemalife okuyucularına o sohbetin bir bölümünü paylaşıyoruz. Eminiz siz de okurken en az bizim kadar keyif alacaksınız!..

Sizi izleyince ‘Mahalle’den çıkan Bilge’ ama fazla tevazu sahibi ve kendisini çok fazla göstermediği için aslında çok rahat görünen bir mahalleli diyebiliyor insan. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Evet!.. Öyle bir resim görünüyorsa eğer, o resim eninde sonunda realitedir. Ben öyle bir şey kovalamadım. Bir oyuncu olarak, kendinizi belli bir kategoriye hapsedecek şeyden, uzak durmaya bakarsınız. Genel olarak oyuncu refleksi, belli bir çekmeceye kapatılmaktan kaçmak üstüne kuruludur. Onu da oyunculuğunuzun kalitesiyle ve her defasında rol ve senaryo anlamında birbirinden farklı tercihler yaparak, tesis etmeye çalışırsınız. Bizim ülkemizde çok mümkün değildir bu.

Neden mümkün değil?

Çünkü dönemsel izleme alışkanlıkları vardır. Bir kere seyirci ile ilişkinizin motoru televizyon. Sinema ve tiyatro değil. Tiyatroda yıllık seyirci bir milyon civarındadır. Sinema da da yerli filmler için 18 – 20 milyon bilet satılıyor. Her sene çok iyi filmler çekilmeyebiliyor. Geçen yıl 80 civarında film çekildi. Onlardan bir kaçında oynadığınızı varsayın. Ama televizyon öyle değil. Popüler bir diziyi bir gecede 4 ile 6 milyon civarında seyirci kitlesi izleyebiliyor. Hal böyle olunca da seyircinin sizin üzerinizdeki fikri, televizyonda oynadığınız karakterler üzerinden oluşuyor. Tiyatro ve sinema maceranızı bilmeyip televizyon üstünden karar veriyor seyirci.

Bir röportajınızda şöyle diyorsunuz: “Bir arkadaşım benden çok kazanacağı zaman ben kendime onu barem almam” sizin dünyaya bakış açınızda çok etkili mi bu şekilde düşünmeniz?

Kıyas kafasıyla yaşamamak gerekir. Kim ne kazandı mukayesesiyle bakmamaya gayret ediyorum hayatımda. İnsan neticede zaaflarıyla maluldür!.. O da bir zaaftır ve zaman zaman kıyaslarız. Hakkaniyet peşindeyseniz kıyas; doğru bir ölçüt değil. Sizin kendi bilgi birikim ve donanımızla ilgilidir daha çok. Ben payıma düşeni, başkalarının payına düşenlerle kıyaslayarak belirlemiyorum. Daha pragmatik bir ölçütüm var. O süreçte maddi ve manevi olarak ihtiyacıma bakarım. Beni hayatta mutlu eden tek şey işim değil çünkü.

Mutlu olmayı keşfedebilmiş ve manevi anlamda tatmin olmak mıdır bu anlamda düşünceniz?

Maddiyattan önce maneviyat gelir gibi kabadayı lâflar edemem. Ama sadece para için de tatsız bir işi yapmam. Yapabilmem için de o süreçte çok katı şartların oluşması lâzım. Meselâ, kızımı okula gönderemeyeceksem, çok da beğenmediğim bir filmde, hoşlanmadığım bir karakteri yine en iyisini yaparak oynarım.

Ama size bir gölge düşürmez mi bu durum?

Asla da gölge düşürmez!.. Onlar Hollywood kafası. Onu da ne küçümserim, ne de eleştiririm. Bir şeyi oynayıp oynayamama konusunda vereceğim karardaki ölçüt, benim oraya bir şey katıp katmamamdır. Yoksa oynayamayacağım herhangi bir rol yok. Ben profesyonel bir oyuncuyum. Bir önceki işimin aksine bambaşka bir karakteri oynarım ve daha da heyecan vericidir. Aslında bir kategorinin oyuncusu olmaktan ya da öyle anılmaktan hoşlanmam doğrusu. Sadece iyi, kötü, ironi karakterleri oynamak gibi özel bir tercihim yok. Zaten bütün karakterlerin söyledikleri, yaptıkları belli bir neden sonuç ilişkisine dayalıdır. Dolayısıyla iyi ve kötü demekte, belli bir kıyas kafasıyla onu değerlendirmektir. Benim hayatımda böyle bir bakış açısı yok. Bana teklif edilen karakterler kötü adam ya da iyi adam ise bu beni tek başına etkilemez. Bunların nedenlerine bakarım.

Bir anlamda senaristin de işini kolaylaştırmış oluyorsunuz!..

Evet, yani senarist bakar, bu karakter bu biçimde iyi işliyor der ve zaten oradan karakteri yürütmeye başlar. Başta çok sıktır meselâ benim oynadığım kötü adamlar sevilir. Evet kötü adamdır!.. Ama sevilir, seyirci onu sever fakat yine de kötü adam der. Çünkü ben doğru bulunmayan onaylanmayan davranışlar gösteren bir karakterin neden onu öyle yaptığı ile de ilgili oynamaya gayret ederim. Bir hikâyeye kendimi koyarım. Benim katkım genelde bu yolda olur. Yazılanın ötesinde ardında duran, daha sonra yazılacakları etkileyecek katkılarda bulunmaya çalışırım. Oyunculuğa öyle bakıyorum. Ben ne katabilirim?

Sokaktan geldiğiniz fikri doğru mu?

Doğru yani ben sokakta büyüdüm.

Nasıl bir büyümeydi o?

Doğrusu çok tekin bir hayatım olmadı. Korunaklı bir hayat sürdüğümü ya da korunaklı bir biçimde büyüdüğümü geliştiğimi yetiştiğimi söyleyemem. Genelde tekinsiz, sıkıntılı ortamlardaydım. Orta sınıf burjuvaya göre bayağı sıkıntılı ortamlarda bulundum. Çok küçük yaşta evden ayrıldım. Farklı işlerde çalıştım, konservatuarda öğrenci olana kadar. Çiçekçilik, inşaat asfalt işçiliği yaptım, madenlerde çalıştım.

Anadolu’nun farklı şekli!..

Tabi tabi!.. Güneydoğu’da asfalt döktüm. Kantarcılık yaptım. Ankara’da İzmir’de çiçekçilik yaptım küçüklüğümde.

O dönem, meselâ hayata dair bakışınız neydi? Sorguluyor muydunuz hani kendinize yönelik bir gelecek öngörünüz var mıydı meselâ?

Her gençte olduğu gibi bir yırtma psikolojisiyle yaşıyordum. Tabi kendim için öngördüğüm hayal vardı, çok da mütevazi şeyler değildi. Şimdi bakıyorum da o şartlara bakıldığı zaman çok genç yaşta bir insanın kuracağı hayaller değilmiş!..

Ne gibi hayaller?

Yani bir devlet memuriyeti hayal etmedim hiçbir zaman. İşte bir küçük evim, tatlı bir karım, kavun kafalı çocuklarım olsun türünden hayallerim olmadı. Biraz gözü yukarda bir çocuktum. Yaptığım işin en iyisini yapmayı hep istedim. Çiçek yaparken de son derece iyi çiçek, barit madeninde tavana tabanca vururken de onu iyi yapmaya çalışırdım. Asfalt şantiyesinde de iyi olmaya çalışırdım. İktisat Fakültesi’ni okuduğum zaman da ülkeyi değiştirmeyi hayal ediyordum. Donanımımla falan, formasyonumla. Sonra yönetmenliğe, oyunculuğa karar verdiğim zaman da en iyisini yapmaya çalıştım. Genel olarak yani herkes tarafından sevilmeyi, beğenilmeyi, göze değmeyi isteyen bir yapım vardı. Genelde oyunculuk için iyi bir şeydir bu. Bir insan için ne kadar iyidir onu zaman gösterir. İnsanı berbat edebilecek, rezil ya da vezir edebilecek bir şey ve benim için kötü sonuçları olmadı. Genelde eğilimlerimden, insani zaaflarımdan, isteklerimden, arzularımdan, derli toplu bir insan çıkardığımı düşünüyorum. Çok da şikâyet edilmeyecek bir insana dönüştüğümü düşünüyorum.

İktisat fakültesinde okurken o zaman Türkiye’yi değiştirme dönüştürme düşüncem vardı dediniz. O nasıl bir değiştirme düşüncesiydi?

Biz 80 kuşağıyız. Ben 65 doğumluyum. Cunta döneminde 15 yaşındaydım. Ve şimdiki 15 ile 1980 yılındaki 15 yaş birbirinden çok farklı şeylerdir. Şimdi, 15 yaşında dolaşan genç arkadaşlar, bizim dönemimizde yetişkindi.

Yani büyümek zorundaydınız.

Büyümek zorundaydık. Çünkü genç yaşta, çok genç yaşta kolay da kaldırılamayacak, insanı hiç de tahmin etmediği yerlere savurabilecek pratikler yaşadık.

Meselâ?

Yani işte 79’u 80’e bağlayan dönemi düşünün. Çok zor yıllardı. 15 yaşında belinizde silâhla gezebiliyordunuz. Ben belimde silâhla gezdiğimi söylemiyorum tabi. Belinde silâhla gezen arkadaşlarım vardı, belli bir fraksiyonun üyesi değilseniz, aidiyet konusunda büyük bir eksiklik yaşardınız. Ben sol görüşlü bir gençtim, sol görüş sempatizanıydım.

Sosyalist?

15 yaşında birisini 80 yılında kategorik olarak sıkı tanımlamak çok zordur. Genelde her şeysinizdir. O ara bir tanesini çok seviyorsunuzdur. Çünkü en güzel ağabeyler ablalar o fraksiyondadır ve orada hissedersiniz kendinizi. Yoksa benim şimdi şucuydum, bucuydum demem biraz komik kaçar. Neci olabilirsin ki 15 yaşında? İşte İzmir’deydim, Karataş Lisesi’nde okuyordum. Darbe bağıra bağıra geliyordu, bir tek gününü bilmiyorduk. Bugün yarın olacak diye biliyorduk. Zor bir dönemdi. Her şey o kadar para kazanma, kapma, götürme üstüne kurulu sosyal, siyasal ve ekonomik bir hayat yoktu o zaman. Başka zorluklar vardı. Çünkü daha hikâyeye açık bir dönemdi 80’ler. 68’lerin anlatacağı şeyler var, 78’lerin anlatacağı şeyler var. Bir de 80 kuşağı diye bir kuşak var. 80 kuşağı, aslında 80’de doğanlar değil. Onlar çocuk yaşta… Şimdi biraz onların hikâyesi üstüne bugün konuşabiliriz. Ama 60’lar 65’lerde doğanlar kayıp ve kabahatlı bir kuşaktır. Zor bir kuşaktı ve kimlik bunalımı vardı.

Iskalanmış bir hayat dönemi miydi 80?

Benim açımdan öyle bir şey yok. Bir kuşak, karinesini bulmakta çok zorlandı. Düşünün şimdi okuyan, seyreden tartışan iyi müzik dinleyen bir üst kuşağınız var, ağabeyler. Çok sertler çok romantikler, çok tatlılar, çok çekiciler, bir de bir takım statükocu, militarist insanlar var yani. Bu iki modelin arasında sıkışıp kalmış ve ben ne olayım, ben ne olacağım, ben ne olsam iyi olur diyen bir adölesan topluluğu var. Çok tatsız bir yere de savrulabilirsiniz, çok kimliksiz, bulanık, amorf, flu bir figüre de dönüşebilirsiniz. O dönemde işte heder edilmiş bir kuşağı da kendinize örnek alarak, onların birikimini taşımayı, döküp saçtığını toplayıp, kullanmak, yapmak, etmek üzere cebinize koyup bir kenarda o kargaşanın bitmesini beklersiniz. Ben o işte sağdan soldan dökülenleri toplayıp bir kenarda tozun dumanın dağılmasını bekleyen bir genç topluluğunun içindeydim. Öyle çok arkadaşım var.

Ne kadar beklediniz? Bekleyiş ne zaman bitti?

İşte 80’de ben 15 yaşındaydım. Hemen erken okudum biraz. Hemen İktisat Fakültesi’ni, sonra konservatuarı bitirdim. 89 yılında ikinci üniversiteyi bitirmiş olarak konservatuardan mezun oldum ve Diyarbakır’a gittim. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu sınavını kazandım o sene ilk defa Devlet Tiyatrosu sınavla alıyordu. 89 ile 93 arasında Diyarbakır’daydım. Bölgenin en karışık olduğu, sokaklarda bombaların patladığı dönemdi. İşte Vedat Aydın, Musa Anter falan hepsi bütün o şeylerin…

Hayatın o kadar gerçek olduğu bir şehirde, gerçeği yansıtmayı misyon edinen bir tiyatro yapmak nasıl bir duygu?

Bir kere onu yapıp yapmadığımızdan tam da emin değilim. Çünkü neticede devlet tiyatrosuydu. Şunu herhalde yüksek sesle söylemek lâzım. Devlet Malzeme Ofisi niye Diyarbakır’da varsa, Toprak Mahsülleri Ofisi niye varsa, Devlet Tiyatrosu da onun için açılmıştı oraya. Devletin oradaki varlığını pekiştirmek, hissettirmek için. Devlet Tiyatrosu hissettiremez belki, ordu falan var ama en azından pekiştirme, burada da her şey diğer batıdaki gibi hissi yaratmak üzere kurulmuş bir tiyatroydu. Biz o bağlamdan koparmayı, onun üstüne çıkarmayı beceren bir kuşak olabildik Diyabakır’da!..

Repertuar seçimlerine karışılıyor muydu ya da konjonktüre uygun seçimler dayatılıyor muydu size?

Tabi ki yani Devlet Tiyatrosu’ndan bahsediyoruz neticede. Dayatılıyordu elbette!.. Bunu bir oto sansür olarak düşünün. Özellikle yöneticilerin eline bu sene oynatılacaklar listesi gidiyor muydu bilmiyorum ama o şekilde olmasa bile bunun farklı farklı yöntemleri vardır. 60 senedir öyle işliyor.

Peki o dönemde seyirci kitlesi ve seyirciyle aranızdaki ilişki nasıldı?

Ben 89 da Diyarbakır’a gittiğimde, Diyarbakır Devlet Tiyatrosu 1 yıldır çalışıyordu, 88’de açılmıştı ve kendi içine kapalı, Diyarbakır’daki memurların, devlet memurlarının, dışarıdan, şehrin dışından gelen devlet memurlarının rağbet ettiği tiyatroydu. Batıdan gelmiş, doğudan gelen askerler de dahil, her türlü devlet memurunun ve ailelerinin çok severek doldurdukları bir tiyatroydu. Çünkü onların için de tutunacak bir daldı tiyatro. Ancak bu devlet tiyatrosunu Diyarbakır’da kurumsallaştırmak için yeterli bir manzara değildi. 92’de Yücel’in genel müdür oluşuyla, benim Diyarbakır’ı idare etmeye başlamamla birlikte, sur içinden seyirci almaya odakladık kendimizi. Ben hatırladığım kadarıyla 92’de, Nazım’ın Ferhat’la Şirin’ini, Vaclav Havel’in Görüşme Kutlama Çağrısı’nı, Shakespeare’den Macbeth’i filan repertuara almıştım. % 100 doluluk oranıyla ve çocuk oyunlarından tutun da, her türlü temsilimizde haftalar öncesinde biletlerin tükeneceğini ve şehir halkının salona geldiği bir biçimi bir yıl içinde tiyatroya soktuk. Biz iyi çalışıyorduk, bizden önce giden oyuncular da bu eğilimdeydiler ama idari anlayış, seçimler ve tercihler o yönde değildi. % 100 seyirci oranının altına düşmedi genelde ve Diyarbakır halkı, Kürtler, devlet tiyatrosunu düzenli olarak doldurdu.

Nasıl algılıyorlardı öyle bir ortamda tiyatroyu ve oyunları?

Genel olarak Kızılderililerden bahsetmiyoruz. Kürtler ülke sorununu batılılardan daha iyi bilir!..

Ama o an çektikleri bir acı var. Yaşadıkları bir acı var.

Sadece Kürtler değil, Türkler, Arap kökenli Türk vatandaşları için de genel olarak o baskı altında yaşamak, esasen bir yaşam biçimine dönüştüğü için buradan göründüğü gibi değil. Meselenin özü de ordadır. Kürt bir arkadaşım bunu çok güzel dile getiriyor. “İstanbul’dan Hakkâri’ye baktığın zaman gördüğün şey ile Hakkâri’den Türkiye’ye doğru dönüp baktığın zaman görünen şey aynı şey değildir.” Gerçekliği bölünmüş Kürt halkının. Gerçeklik algısı da bölünmüş. Yılmaz Erdoğan söylüyor bunu, “Türkiye bölünmez ama gerçekliği bölünmüş” diyor. Doğrusu tam da bunun içinde bulunuyorduk. Biz o kargaşanın içinde iki üç günde bir Diyarbakırlı arkadaşlarımızla halı sahada futbol oynardık. Haftada 4 – 5 gün oyunumuzu oynardık.

Doğudan sonra Almanya’ya gidiyorsunuz. Nasıl bir deneyim oldu, yani nasıl bir korku ile gittiniz? Şöyle bir algı da var, ben batıdan doğuya gidip orda gerçekten çok iyi işler çıkaran öğretmen arkadaşları tanıyorum. Meselâ 10 yıldır adam Van’da. Öyle bir idealizmi benimsemiş ki hiçbir güç onu buraya getiremez tekrar. Böyle bir idealizm de oluşuyor mu gerçekten?

Ben belli bir idealin peşinde koştuğum için gitmedim Diyarbakır’a. Sadece benim sürdürdüğüm yaşam biçimini algılama, kavramaya yardımcı olabilecek onu geliştirebilecek birçok sınavdan geçebileceğim bir yere gittiğimin bilinciyle gittim. Seçmedim, gönderildim!.. Diyarbakır’ın benim birey olarak gelişimimde de, profesyonel kimliğimde de pratik olarak çok büyük katkıları vardır. Doğrusu orda yaşanan trajediye tanıklık etmek, bir dönem onun parçası olmak eğer buradan belli sonuçlar çıkarmayı becerebiliyorsanız ve böyle bir donanımınız niyetiniz varsa iyidir. Niyetiniz varsa size çok şey katar. Çok şey götürür bezen götürdüğü şeyler de bir katkıdır. Genç heyecanlı çok iyi niyetli yanlarım öldü Diyarbakır’da. Ama yerine beni öldürmeyecek şeyler de koymayı başardım o süreç de.

O hem 80 dönemi hem bölgenin en sıcak olduğu yıllarda orda görev yapmak, Nietzsche’nin dediği gibi “öldürmeyen acı güçlendirir” durumu mu söz konusuydu?

Evet!.. Bir yerde bu kadar acının bu kadar yüksek olduğu coğrafya, geçenlerde birkaç ay önce boğaz köprüsünde arabasını bırakıp ölmeyi seçen bir üniversite hocası bir hanımefendinin bıraktığı notu gördüm. Kağıda şöyle yazmış sadece: “Çok fazla acı var.” O kadar çok şey anlatıyor ki bu cümle. Bu ülkede çok fazla acı var. 200 – 300 sene sonra bu ülkede yaşanan bu sert tartışmaların koca ülke tarihinde, koca dünya tarihinde ne kadar objektif bir değeri olacak bilemiyorum. Muhtemelen hiç konuşulmayacak bunlar. Bunu biliyor olmak, bunu düşünüyor olmak çok acı verici. “Kürt kökenli yurttaş” tatsız bir lâf. Kürt kardeşlerimizin yaşadığı sıkıntılar, yoksulluktan yoksunluktan kaynaklanan bu kadar fazla acı ve şiddet, bu kadar çok insan hayat ziyanı. Bütün bunların gelecekte 200 sene sonra dönüp, Türkiye’de ne yaşanmış diye bakacak bir yurttaşımıza anlatacağı çok fazla şey olmayacak. Bunu biliyor olmak çok acı, çünkü o dönemin o çağın problemleri bunlar olmayacak. Düşünün şimdi başörtüsü yüzünden üniversiteye giremeyen, alınmayan öğrencilerle ilgili bir şey tartıştığımızı zannediyoruz. Konunun başörtüsü ya da bir kamusal alan ihlâli olup olmadığı ile ilgili bir tartışma olduğunu düşünüyoruz. Oysa bütün bunlar toplumun hafızasında, benliğinde yaralar, erozyonlar yaratan şeyler. Kötü tatsız tartışmalar. Ülkenin geleceğine bunların ne denli katkısı var. Bunlardan çok emin değilim. Başörtüsünü tartışmamız lâzım, etnik kökenlerle ilgili, insanların etnik kökenleriyle tarif edilmeleri, değerlendirilmeleri, belli bir yaşam standardında belli bir kökene sahip olduğu için baştan burada hüküm giymek gibi şeylerin ilerde objektif bir değeri olamayacağını bilmek, hayatın içinden bunların gerçekten de en önemli şeyler olmadığını biliyor olmak, tiyatronun sinemanın, sanatın aslında bu kadar önemli olmadığını, hayatın karşısında hiçbir şeyin o kadar önemli olmadığını biliyor olmak insanı bazen öldüren de donduran bilgilerdir. Bazen çalışmaktan, yaşamaktan soğuyorsunuz…

Bir tarafta sinema tiyatro yapılıyor ama orda da hayat ziyan oluyor yani değil mi?

Bizim burada dünyanın en iyi filmini çekiyor olmamız, en iyi oyununu oynuyor olmamız, benim Hamlet’i, National Tiyatro’da bile görünemeyeceğim bir başarıyla oynuyor olmamın Gazze’deki bir çocuğa ne katkısı var? Hayatın devamına ilişkin bir çaba içerisindesiniz. Hayata bağlanmak, başkalarının hayata bağlanmasını sağlamak için, birisinin aklına bir soru işareti düşürmek için bile büyük bir mucizedir sinema, tiyatro, drama, komedi!.. Bunlar öğretmenlik, öğrenmek, bilgi, iletişim, siyaset, ekonomi falan çok önemli şeylerdir. Ama insanın hayatına değerler katmasıyla ölçülür varlığı. Bu tartışmalar bize ne katıyor diye düşündüğüm zaman bazen çok üzülüyorum. Çünkü biz yaşarken Avrupa Topluluğu’na girdiğimizi ya da girmediğimizi biliyor olacağız ama torunumun bunu hiç bileceğini zannetmiyorum.

Sinema gerçekliğin dilini konuşmaya başladı. Ama tiyatro Türkiye’nin toplumsal gerçeğini konuşuyor gibi gelmiyor. Tiyatroda oyunlara baktığınızda bile daha psikolojik ağırlıklı bir zeminde gittiğinde ve bu zeminin kendi içinde bir statüko yarattığını o statüko da Türkiye’nin toplumsal gerçekliği ile örtüşmüyor. Türkiye’de böyle bir tiyatronun ne zaman oynanabilir sizce.

Şimdi bu eleştiriye ve tespite katılmamak mümkün değil, tamamıyla katılıyorum. Çok büyük oranda katılıyorum ama bir yandan da ödenekli tiyatrolarda da, özel tiyatrolarda da çok özel işler yapan yönetmen ve oyuncuları, kreatörleri yok saymayalım.

Meselâ Kürtlerle ilgili bir oyun yapıldı mı?

Yapılmadı. Ödenekli tiyatrolar tarafından yapılmadı. Özel tiyatroların da o tarafta olup yangının içinde olanları, bunları yapmaya çalıştı yapabildiği kadar. Tiyatro, sinema, o ülkenin gündemini bire bir takip etmek zorunda mıdır, ondan emin değilim. Ben sanatçının her gelişmeyi takip edip, neredeyse gündeme yanıt veren ya da soru soran bir vazifesi olduğunu düşünmüyorum. Öyle bir vazife yüklemek haksızlık olur. Durumdan vazife çıkarmak başka bir şeydir. Bunun için çaba sarf eden ödenekli ödeneksiz tiyatrolarda bazı girişimler, ürünler var. Genele ilişki saptamalar doğrudur. Bunun da bir tane nedeni var. O işleri yapabilecek oyuncu ve yönetmenlerin olmadığı için değil, bu tiyatrolar öyle yönetiliyor. Türkiye’de ödenekli tiyatrocuların ağır, yapısal sorunları vardır. Statükocu, eski, merkeziyetçi bir anlayış ile devlet tiyatroları, şehir tiyatroları da genel olarak idare edile gelmiştir. Buna itirazı olanlar vardır ama onların sesi statükocular kadar çok çıkmamaktadır. İçinde çalışan insanların da sorumluluğu vardır ama yönetimler statükocudur. Mümkün olduğu kadar suya sabuna dokunmadan, bir tür seçkin bir sanat kategorisi olarak da tiyatroyu sürdürme eğilimi hep öne çıkmıştır. Türkiye’de ve gerçekten de bu ülkenin sorunlarını yakıcı bir şekilde takip etmez tiyatro. Genel olarak bana dersen ki Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu bu ülkenin sorunlarıyla meseleleriyle gündemiyle yeterince ilgili midir? Bununla ilgili tespit yapmak yol göstermek soru sormak anlamında bir işlev üstlenmiş midir? Hayır, üstlenmemiştir. Buna katılıyorum. Ama bu da daha katılımcı daha demokratik işleyişlerle kazanılabilecek bir pratiktir. Galiba bu konuda yeterince güçlü olamıyor ödenekli sanat kurumlarımız. 2006 yılında istifa etme nedenim sadece ve sadece budur. Yani ben Devlet Tiyatrosu içerisinde yapılan tiyatroyu biçim olarak da içerik olarak da sindiremediğim için ayrıldım.

Nuri Bilge Ceylan’ın son filminde Yılmaz Erdoğan ile birlikte rol aldınız. Büyük ihtimalle de Cannes’de gösterime girecek değil mi?

Evet büyük ihtimalle öyle olur.

Oradan ödülle döner mi?

Büyük ihtimalle öyle olur. (Gülüyor!…)

Tiyatroda az önce toplumu okuma noktasındaki beceriye vurgu yaptık fakat Türk sineması o değişimi toplumsal okumayı çok daha iyi beceriyor. Sanatsal anlamda da iyi gösteriyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çünkü statüko kırıldı. Hayat kendi içine kapalı güdük topluluklar hariç hiçbir yerde bir durulacak bir bent bırakmadı. Yıkıp geçiyor teknoloji, iletişim bireyin gücüne kuvvetine iradesine olan inancın tekrar kazanıldığını düşünüyorum. Toplumculuk evet. Toplumcu sanat evet. Ama bireyi göz ardı etmemek lâzım. Biz duygusu iyidir. Ben hayatım boyunca biz duygusunu kovaladım. Ben olmayı çok istedim. Bazı benlerin olmadığı bizatihi mümkün olmuyor. Biz ile sürü arasındaki farktır o. Yalçın Hoca’nın da zaman zaman söylediği gibi, sürülerde aşık olmaz. Sinema gelişecek çünkü eskiden film çekebilmek için çok yüksek bir ilişki ağı, iyi bir bütçe teknolojik donanım, ekipman meselesi daha zor bir meseleydi. Şimdi neredeyse elinizdeki cep telefonu biraz daha geliştiği zaman HD kalitesinde görüntü çeker hale geldiğinde iphone içinde olacak. Devlete inat, Kültür Bakanlığı’na inat o sinemanın kendi içindeki devletine inat bütün bunları aşar üstünden uçar gidersiniz kimse de tutamaz sizi. Sinema, müzik, edebiyat çünkü artık kitap basmak zorunda değilsiniz insanlara yazdıklarınızı iletmek için. Bir köşe kadısı olmak zorunda da değilsiniz bir gazetede. Bir bloğunuzun olması yeterli.

Peki, Türk sineması’ndaki sorunumuz nedir size göre?

Senaryo sorunumuz var. Neden sinemamız daha iyiye gidiyor. Bizim sinemayı ilk çekmek konusunda bir sıkıntımız yoktu ki. İmkanlar daha sınırlıydı, şimdi daha geniş, enstrümanlar daha yaygın, daha ucuz, daha kolay ama her zamanki sorunumuz bugünde devam ediyor. İyi senaryolar üretilemiyor çünkü yazmayı bilmiyoruz. Bir şeyi yapabilmenin şehvetine kapılıp, nasıl yapılacağı hakkında yeterince düşünmüyoruz. Hep yapmakla ilgili olup, nasıl yapılacağı ile ilgili değiliz. Yapmak önemlidir, hayat yapmak üstüne kuruludur doğrudur. Düşün ve yap.

Yönetmen bazında, birçok ödülle döndük, uluslararası festivallerden ama oyuncu anlamında henüz elle tutulur bir başarımız olmadı bunu neye bağlıyorsunuz?

Kafalar özgürleştikçe, teknoloji o özgürlüğe servis yaptıkça, teknoloji ucuzladıkça, imkânlar genişledikçe zaten var olan özgür kafalar o işleri yapabilir hale gelecekler. Şunu da unutmayalım; dünyanın Hollywood’da da, Bollywood’da da, Avrupa sinemasında çıkan her ürün bir inci tanesi değildir ve öyle bir mecburiyet de yoktur. Eğlence sektörümüzün bir parçası olduğumuzu, daha büyük bir oranda olduğumuzu da unutmayalım.

(07 Eylül 2010)

Fatih Doğulu – Köksal Akpınar

http://www.sinemalife.com

Gençliğim, Eyvah!

Ortalama bir çift, akşam yemeğinde bir aradadır. Oğlan kıza evlenme teklifi etme niyetindedir fakat kafasında kırk tilki dolaşan paranoyak kızımız geceyi -sonrasında da yaşamını- berbat etmekte zorlanmaz. Öfkeyle terk ettiği masadan zararla oturduğu bir başka masada açar gözlerini, geçirdiği trafik kazasının ardından- morgta…

Bu noktadan sonra, öldüğüne inanmayan Anna, -öldüğüne inanmayan yalnızca kendisi değil, sevgilisi de aynı şüphe içinde- ve film boyunca kendisinde bir bit yeniği olduğunu düşündüğümüz cenaze müdürü Eliot merkezli bir hayat sorgulama süreci başlıyor. Bu aslında hepimizin, geç olmadan yapması gereken bir süreç. Yaşarken hayatın bizlere sunulan bir armağan olduğunun farkında mıyız? Yoksa biz de herkes gibi, hayatlarımızı itinayla cehenneme mi çeviriyoruz? Yaşayan ölüler miyiz?

Agnieszka Wojtowicz-Vosloo’nun ilk yönetmenlik denemesi Afterlife (Diriliş) ilk bakışta bir korku filmi gibi görünse de özünde bir dram taşıyor. Çünkü derdi bilindik korku taktikleriyle sizi germek değil, hayatınız üzerine düşünmeniz ve endişe etmenizi sağlamak.

Usta aktör Justin Long ve yükselişteki genç oyuncu Justin Long’un gayet tatmin edici performanslarının bulunduğu film keşke Christina Ricci’nin vücudundan bu kadar medet ummasaydı.

Diriliş, dahi fikrini gölgede bırakacak tutarsızlıklar barındırsa da -yönetmenin ilk filmi olduğunu ve insaflı olmak gerektiğini de hesaba katarsak- hiç sıkmadan, yer yer de merakla kendini izletiyor. Vizyondaki diğer filmlere şöyle bir bakınca da, hiç de fena bir alternatif olmadığı gerçek. Özellikle Pirana ve ‘dan ağzı yanmış bir kazazede olarak söylüyorum bunu…

(04 Ağustos 2010)

Gizem Ertürk

03 Eylül 2010 Haftası

“Çılgın Hırsız”, yasalarca ‘kötü’ olarak tanımlanan eylemlerde bulunan, üstelik ‘çirkin’ birinin nasıl çocukça saf / iyi insan ve şefkatin de her tür kötü huydan bağımsız hareket edebilen bir güzellik olduğunu, bir hırsız ile üç küçük yetim kız kardeş arasında gelişen ilişkide örnekliyor (“Üç Haydut”u anımsayacaksınız). Animasyon stili ise, Avrupalı sanatçıların katkılarıyla, 1960 – 70’lerin Fransız – İtalyan polisiyelerinden damıtılmış lezzetler sunuyor: “Fantomas” fantastikliği ile “Pembe Panter” mizahı arasında bir mükemmel eğlence.

“Predators”da bu kez, ‘hain’ bir bilim adamı dışında, seçkin savaşçılardan / paramiliter güç mensuplarından oluşan grup, avcılık oyunundaki piyonlar olarak Predator türünün egemenliğindeki gezegene ‘atılarak’ sürülmekte ormana… Macar kökenli yönetmen Nimrod Antal kendine özgü dokunuşlarla, biyolojik ve silâhlanma – gizleme özellikleri itibariyle ‘mükemmel bir tasarım’ın ürünü olan Predator’lara karşı, tüm fiziki zayıflıklarına / ahlâki zaaflarına rağmen insan aklının, iradesinin ve dayanma gücünün mücadelesini aktarmış. Seyirci dikkatinin asla dağılmadığı klâs bir aksiyon!

“Seni Uzaktan Sevmek, zor, hem de çok zor! Otuzlarımda, kariyer için San Francisco’da yaşamak zorunda olmam sıkıntılı bir süreci gerektiriyor… Ancak ben hiç düşünmeden senin yanına, birbirimize sırılsıklam âşık biçimde o altı mükemmel haftayı geçirdiğimiz New York’a dönerim” dese de kadın, pek farklı durumda olmayan erkek ilerisini düşünür: “Yanımda belirsiz bir geleceğe atılıp, sonra beni suçlamanı istemem!” Ve gözyaşlarını bırakıverir erkek… Aynı durumu yaşayanların çok iyi bilebileceği bu çaresizliği tamamen hissettirse de belgesel kökenli kadın yönetmen, bir şey, asıl tadı veren bir unsur eksik filmde. Bu eksiklik -sanırım- oyuncuların izleyeni ele geçiren o özel cazibeden yoksun oluşları. Tamam, oyunlarında sorun yok fakat olmuyor; rollerini kendilerine özgü biçimde yükseltemiyorlar. Sonuç: ‘Kekremsi bir gülünçlük ve romantiklik’!

“Son Kahraman John Rabe”, Çin – Nanjing’de SIEMENS firmasının 27 yıllık yöneticisi ve Nazi Partisi üyesi olan adamın, ülkesine temelli dönmesine bir gün kala, tüm riskleri üstlenerek, Japon işgâli altında sistemli – sistemsiz kırımlara sürüklenen yerli halktan 200.000 kişinin ‘güvenli bir alan’da toplatılarak hayatlarının kurtarılmasında üstlendiği öncü rolün hikâyesi. Pek bilinmeyen bir döneme (1937 – 38) ait ‘dip notlar’a ulaşabileceğiniz gerçek öykü, 2. Dünya Savaşı öncesinde, Almanya’nın Pasifik’teki müttefiki Japonya’nın yayılmacılığı ve ırkçılığı ile ilgili, belgesel görüntülerin de kullanıldığı tüyler ürpertici ayrıntılarla savaşta insanlığın tamamıyla bittiği noktalara dikkat çekiyor. Tek bir adamın (Hitler gibi) milyonları ölüme sürükleyebilecek gücünün, aynı parti üyesi yine tek bir adamın (John Rabe) yüz binleri kurtarabilecek iyiliğiyle dengelenmesi, insanlıktan umudun kesilmemesi gerektiğine dair bir örnek tabii. Klâsik sayılabilecek öykülemede Çinli karakterlerin güdük kalması, tek zaaf gibi. Bu haftanın en kayıtsız kalınamayacak filmi olduğu kesin!

“Ustura”, abuk sabukça sosyal sosa bulanmış bir hikâye fonu önünde şiddetin en tiksinçine, kadın etinin basit pazarlamasına, mizahın en kalitesizine doyamamış olan eski kuşağa ve bu ‘ucuz’ alt kategori filmlerinin iflâh olmaz tüm fetişlerine mal üreten Rodriguez – Tarantino ikilisinin yeni açtıkları ‘tezgâh’. Meraklıları başına üşüşüp bir de mânâlandırmaya çalışsınlar; ben uzağından geçmeyi yeğliyorum.

(01 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Kalmak İçin Gitmek: Revolutionary Road

Sözlerin boğazınıza düğümlenmesi gibidir hayat. Her yutkunuşta acı verir. Sarılmak bu kadar mı zordur öteki zamana? Yoksa geri kalmak mıdır iç çekişin sinsiliğinde hayat. Uzun mudur hayat, yoksa çığlık atana dek mi süreriz kervanımızı? Yol upuzun oysa ki… Sonunu görmek mümkün olmuyor. Yolun sonuna koşabilmektir yalnız kovboyların derdi. Hayat bir iç çekiştir yeri geldiğinde. Sabırsız, yer yer de dingin. Kana kana su içmenin keyfidir umuda sarılmanın verdiği haz. Ya da karda açan bir çiçeğin sessizliği, gülümseyişi, titreyişi… Hayat, sonsuz bir uçurumdur… Döner durur kendi içine…

Revolutionary Road iki kere izlemiş olduğum bir filmdir. Hayat kendi içine evrilirken sinemanın buna kayıtsız kalamayışının kanıtı. Her anı gerçektir. Ya da gerçeğin bu olduğuna şartlanmışızdır. Sanırım kitabi bir eleştiri yapamayacağım bu film hakkında. Şeffaf olan bir şeyler var ya da her şey şeffaf. İçinize işliyor ya da benzer durumlara gebe kalmışsa sizin de hayatınız içinize işlemekten başka da çare kalmıyor. Filmde Amerikan Banliyo yaşamına dair, süslü tekdüze hayatlara dair bir eleştiri var. Sam Mendes sanki anlattığı konuda ihtisas yapmışçasına döktürüyor. Filmin sosyolojik boyutundan da öte psikolojik tespitleri, bu tespitleri ifade edişi her sahnenin altını sağlam bir şekilde dolduruyor. Komşu misyonunun ya da o dayatılmış misyonun katkısı da ustaca işlenmiş. Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio da döktürmekten öte kariyerlerinin zirve noktasını çizmiş oluyorlar. Titanic sonrası gözlerimiz de yaşarmıyor değil bu uyumlu çifti gördüğümüz zaman. Kitap uyarlaması olduğu aslında her halinden belli olsa da bunun altından ustaca kalkmış yönetmen.

İnsanın kendi gerçeğini çizmesi üzerine bir film aslında Revolutionary Road. Dış faktörlerin insan psikolojisine ne derece etki ettiğine işaret ediyor. Pencereden esen buz gibi bir rüzgâr misali. Aslında her şeyin özünde de o buz gibi esen rüzgâra verilen tepki yatıyor. Sözde gerçeklikleri ne derece arkamıza alabildiğimiz, söylenen sözleri, sosyal statü diye konumlandırılan ünvanların ezici gücünü ne kadar göz ardı edebildiğimizle âlâkalı anlatılanlar. Birilerine kulak asmanın saçmalığı, gitmenin bir noktada kalmak, kalmanın da bir noktada da gitmek olduğunu görememenin cehaletini duyumsatıyor. Revolutionary Road derdini çok aşan bir üslûba sahip: “Herkes boşluğa düştüğünü fark eder ama umutsuzluğu görmek cesaret ister.” Durup düşünmek, düşündükçe daha derin anlamlar aramak amacıyla ustaca çalışılmış replikler bunlar. Gerçi kitabın yazarı Richard Yates’in sayesinde vücut bulmuş bir anlatımdan bahsediyoruz. Ama Sam Mendes daha iyisini yapamazdı sanırım. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’da beni yüzleştirdiği, gerçek dediğim olgu bu filmde tamamen altüst oldu. Aile ne olursa olsun dimdik ayakta duran, tüm sırların, yalanların tek bir potada eritildiği yarı saha maçıyken Sam Mendes aile içinde aile yaratmış. Bir şey içinde başka bir şey var yani. Daha da özüne iniyoruz sosyal statülerimizin. İşte indiğimiz o en derin çukurda da varoluşumuz yatıyor çırılçıplak bir şekilde. Umutsuzluğu görmek cesaret istiyor, büyük zorluklara katlanmak gerekiyor. Aynı zamanda gitmenin kalmak olduğuna dikkat çekiyor. Hayatta kalmak zor bir uğraşken gitmek de zorlaşıyor. İçiçe geçen bir takım gitgelleri tasvir ediyor film.

Kate Winslet beyazperdede hayatının performanslarından birine imza atmış. Kavga sahnelerinde yaratılan gerçeklik, aslında hepimizin somut anlamda ya da içsel olarak kendi kendimizle yaşadıklarımıza ayna tutuyor. Başlarda iki kişilik bir dünya tasavvur edilirken dakikalar aktıkça filmi izlerken bu dünya da küçüldükçe küçülüyor. Filmde fonda da iki adet çocuğu var başroldeki çiftimizin. Ama bu çocukları doğru düzgün perdede göremiyoruz. Daha doğrusu bize pek gösterilmiyorlar. Kendimiz olabildiğimiz noktada çocuklar da silikleşmeye başlıyor. İsteklerimiz, hayallerimiz, umutlarımız olunca asıl önemli olan kendimizi buluyoruz ve bizden diye atfedilen parçalarımız silikleşiyor. Filmde çocukların pek görünmeyişi de anlatılmak istenen vahim durumu daha iyi kavrayabilmemiz açısından yerinde bir tercih olmuş. Şayet gelmek üzere olan üçüncü çocuğu hiç görmesek bile varolmaya başlaması ve hakkında konuşulanlar sayesinde dehşete kapılıyoruz. İnsanoğlunun varoluşu başkalarının zorlamalarından, gelenekçi yaklaşımların oluşturduğu dayatmalardan, kendimiz olamayıp esir kalmış ruhlardan ibaretmiş meğer. En kötüsü ve her şeyi özetleyen de aslında sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin aslında bize sahip olmasından kaynaklanıyor oluşuymuş meğer. Oturduğumuz ev, sahip olduğumuz araba, koltuklarımız, değerli mücevherlerimiz, takım elbiselerimiz, çocuklarımız… Aslında her şey bizi esaretin gölgesinde bırakmaya başlamış. Umutsuzluk da işte yavaş yavaş tüm bunların farkedilebildiği noktada kendisini göstermeye başlıyor. Cesareti de farkındalığından alıyor. April’in ölüme doğru yol aldığı sahne ve hemen sonrası yüreğimi sızlattı. Farkedemediğim bir noktaya taşıdı beni. Bu da cinsiyetsizlik aslında. Film karı – koca misyonunu somut anlamda apaçık gösteriyor olsa da anlatılmak isteneni kavradıktan sonra hepimizin aslında birer et parçası olduğumuzu fark etmemizden öteye geçemiyor. Kadın ya da adam, ya da yoldan geçen biri, eve giren deli -ki aslında kim deli?- gibi gibi bir sürü cevapsız ama kimliksizliğin eşiğine gelmiş sır gibi saklanan bir cinsiyetsizlik.

Revolutionary Road tam da anlatmaya çalıştığını anlatmış, izleyenleri kilitlemiş dediğimiz yerde biraz gereksiz bir biçimde uzamaya başlıyor. Frank’in hastaneden çıkıp caddede koşmaya başladığı sahnede her şey çözümlenmişti aslında ve burda da ekranın kararması gerekiyordu. Ama ardarda bir dizi zorlama kapanış sekansı daha geldi. Wheeler’ları efsaneleştirme çabası olmamış. Wheeler’lar silinmeye mahkûm karakterleri oynamamışlar mıydı film boyunca. Gerçi tam olarak bu hükme de karşı çıkan sahneler de yoktu. Ama şekil itibariyle Avrupa Sinemasına çok çok yakın duran bu film final itibariyle de netleşmeye mahkûm olmamalıydı. Filmle ilgili tek rahatsızlık duyduğum nokta bu, yani Kate Winslet’in perdeden ayrıldıktan sonraki tüm sahneleri. Ama her şeye rağmen yıkılamayan tabular aslında kendi özümüzde başlıyormuş fikri güzel işlenmiş.

İzlemesi zor bir roman ve okuması da oldukça zor bir film Revolutionary Road. Son yılların en başarılı Amerikan filmi. Bağımsız olmayan ama bağımsıza en yakın duran, Amerikan yaşam tarzını eleştirirken Avrupa’nın yozluğuna da ışık tutan bir film…

Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, Kathryn Hahn
Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins
Senaryo: Justin Haythe, Richard Yates (Kitap)
Müzik: Thomas Newman
Yapım: 2008, ABD/İngiltere, Renkli

(31 Ağustos 2011)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Nasıl İsyan Etmem

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri: (Aslında aşağıdaki notlar günlüklerin 23.sü olmalıydı ama artık işin iyice suyu çıktığından numaralamayı bırakıyorum.)

Film festivalleri yine birbirine girdi. Başlamasına 3 hafta kalmasına rağmen hâlâ hangi filmlerin katılacağı açıklanmayan 1. Çanakkale …

… Troia Film Festivali 15 – 19 Eylül tarihleri arasında düzenlenecekken, 5. Uluslararası Mardin Film Festivali’nin 17 – 23 Eylül …

… tarihleri arasında gerçekleştirileceği açıklandı. 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali de 20 – 26 Eylül tarihleri …

… arasına ertelenmişti. Yani koskoca 365 gün 6 saatlik yılda başka gün bulunamıyor da 3 tane festival 12 gün içine sıkıştırılıyor.

Adana Festivali’nden 14 gün sonra başlayacak olan ülkemizin en köklü festivali Antalya bir öncülük yaparak Türkiye Film Festivalleri …

… takvimi düzenlemeli, ülkemizde düzenlenecek film festivallerinin birbirlerini olumsuz etkilemelerinin önüne geçilmeli. Bu yılki …

… akıbeti meçhul olan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’ni de görevlendirilecek yeni bir organizasyon şirketi tutup 26 …

… Kasım’da başlayacak 1. Malatya Uluslararası Film Festivali günlerine denk getirirse, -öyle bir rekor var mıdır bilmiyorum ama- …

… bir yıl içinde aynı zaman aralığında film festivali düzenleme konusunda Guinness Rekorlar Kitabı’na gireriz herhalde.

Bazen, filmcilerimize hakikaten hayran kalıyorum. Neden derseniz, hesapla, kitapla gerçekleştirilemeyecek işleri gerçekleştirebiliyorlar.

Hadi diyelim ki büyük beklentiye sebep olan “New York’ta Beş Minare” ile “Kurtlar Vadisi Filistin”i bayram öncesindeki aynı haftada …

… gösterime sokuyorsunuz. Bayram ve sömestr tatilleri sinemacıların en gözde haftaları olduğundan, onu anladık. En son ülkemiz …

… sinemalarında 19 Ekim 2007’de “Hallowen”de seyrettiğimiz Danny Trejo’nun iki filminin birden 03 Eylül’de gösterime girmesine ne demeli?

“Ustura”da başrolde izleyeceğimiz -belki de dünyanın en çirkin fakat en karizmatik oyuncularından- Trejo, koskoca yılda başka hafta …

… yokmuş gibi “Predators”da da yan rol oyuncusu olarak karşımıza geliyor. Neyseki 20 Ağustos’ta “A Takımı” ile seyrettiğimiz Liam …

… Neeson, “Diriliş” filmi ile ertesi hafta, yani 27 Ağustos’ta perdeye gelerek aynı akıbete uğramaktan kurtuldu.

Günlük arası ekstra not:

Keza geçmişte Tarık Akan (aynı haftada 2 filmi), Cüneyt Arkın (aynı haftada 3 filmi), Türkân Şoray ve Hülya Koçyiğit’in filmlerinde de bunları yaşamıştık. Hatta Türk sinemasının yegâne üç isimli filmi (çok bilirim ya) Süreyya Duru’nun Hülya Koçyiğit’li “Rabia”sı (diğer isimleri: “İslâmın Nuru”, “İlk Kadın Evliya”) ile adını şu anda çıkaramadığım yönetmenin (galiba Memduh Ün) Fatma Girik’li “Rabia”sı Beyoğlu’nda karşılıklı oynamışlardı. Maşallah.

Günlük devam:

01 Ekim’de de -ne …

… gereği varsa- yerli filmlerin sıkı bir kapışmasına şahit olacağız. Ekim başında, şimdilik tam 4 yerli filmin gösterime girmesi …

… plânlanmış durumda. Biray Dalkıran ilk 3 Boyutlu Türk filmi “Cehennem” ile “Araf” ve “Cennet”in ardından üçlemesini tamamlamış oluyor.

“Harbi Define”, “Kako Si?” ve “Kavşak”, üçü de ilk yönetmen filmleri. Ne diyelim hayırlısı olsun, umarız seyirci adil bir paylaşım yapar.

26 Kasım’da başlayacak olan Malatya Uluslararası Film Festivali, yapacağı uzun ve kısa film yarışmalarında Altın Kayısı Ödülü vereceğini …

… açıklayınca çeşitli yorumlar duyulmaya başladı. Daha dün, 11 Temmuz’da Ermenistan’da 7. Erivan Uluslararası Altın Kayısı Film …

… Festivali düzenlenmişken ve tüm dünyada Altın Kayısı deyince Erivan akla gelirken Malatya neden ödülüne Altın Kayısı adını verdi, …

… diye sektörde sorular dolaşmaya başladı. Neyseki Malatya Uluslararası Film Festivali, şehrin adıyla birlikte anılan Kayısıyı …

… kardeşlik bağı kurma amacıyla ödül adı olarak belirlediklerini açıkladı da ortada herhangi bir ard niyet olmadığı anlaşıldı. Bundan …

… böyle Erivan ile Malatya’nın arasında Altın Kayısı ödülleriyle manevi bir bağ oluşacak.

(29 Ağustos 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Bazı Yönetmenlerimize Farklı Açıdan Yapılan Bir Bakış

Sinemada yönetmenlik için çok şey söylenir, en kestirmeden, “bir filmin -sinema eserinin- çekim işlemlerini idare eden kişi”. Biraz daha genişleterek “bir filmin bütünlük içinde gerçekleşmesini yapan (kontrol eden, denetleyen) kişi”. Sinemayı tek kişinin (yönetmenin) yapması gerektiğini söyleyenler ağırlıktadır da, bunun bir ekipçe de yapılabileceğini -kollektif bir yapı- olduğunu ileri sürenlerde vardır. Bu kez, hiç bu alanlara girmeden, sinemamız tarihinde sayıları 500 ulaşmış olan yönetmenlerimizin sadece birbirleri ile ilişkilerine ve yakın plândaki ilişkilerine (aile ilişkilerine) değinmek istiyorum.

Bilinen de vardır, bilinmeyen de ama en çok kardeş yönetmenler vardır, sinema tarihimiz içinde. En bilinen kardeşler Çetin KARAMANBEY ile Metin ERKSAN’dır. Soyadlarının farklı olması, KARAMANBEY’in sonradan değiştirmesi ile olmuştur. ÖZÖN’ün “geçiş dönemi yönetmenleri” arasında saydığı KARAMANBEY, yaş itibari ile de ERKSAN’a önde gelir. Sinemacılar döneminde film çekmeye başlayan ERKSAN, diğer meslektaşlarından farklılık göstererek “yaratıcı yönetmenler”imiz arasında yerini alacak, artık film çekmese de bu özelliğini -sineması bakımından- koruyacaktır. Sinema tarihimizde farklı soyadları ile yer alan Çetin – Metin kardeşlerin bir akrabaları da (!) görüntü yönetmeni Mengü YEĞİN’dir ve o son uğraş olarak yönetmenliği denemiştir.

Bir diğer kardeş yönetmenler ise yine “geçiş dönemi yönetmenleri”nden Aydın ARAKON ile İlhan ARAKON’dur. Aydın ARAKON, senaryo yazarı olarak başladığı sinemada yönetmenliğe geçtikten sonra belli bir süre kardeşi İlhan ARAKON ile birlikte çalışır, yönetmen / görüntü yönetmeni olarak. Sinemamızın başlangıç dönemi görüntü yönetmenlerinden olan İlhan ARAKON ise, kardeşinden yıllar sonra bir tek film (Garipler Adası / 1955) çekerek yönetmenliği deneyecektir. Ayrıca İlhan ARAKON’un Halıcı Kız’ın perdelemesine rağmen ilk “renkli” filmimiz olan Salgın’ın (Ali İPAR / 1954) görüntü yönetmeni olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

İkisi de tiyatrocu olan Hadi HÜN – Agâh HÜN kardeşler de sinemamızın yönetmenleri arasında yer alırlar. Her iki yönetmenimiz de sinemada da oyunculuk yapmışlardır. Hadi HÜN bir tek film çekmiştir: Harman Sonu / Köy Güzeli (1946). Muhsin ERTUĞRUL’un Kızılırmak – Karakoyun (1946) filminin bazı sahnelerini çektiği söylenirse de, aksini (yönetmediğini) söyleyenler de vardır. Agâh HÜN az sayıda film yönetmiş, oyunculuğuna ise devam etmiştir.

Orhan ATADENİZ sinemamızın -hâlâ- örnek gösterilen kurgucularından birisidir. Johnny WEISSMULLER’in oynadığı Tarzan: The Ape Man (1932) filminden de faydalanarak Tarzan İstanbul’da (1952) filmini çekmiş ve eski yüzme şampiyonu WEISSMULLER yerine Tarzan rolünde Toma (Tamer) BALCI’yı oynatmıştır. Yönetmenliğinin yanında kurguculuğa da devam etmiş, ölümünden sonra da yetiştirdiği kardeşi Yılmaz ATADENİZ kurguculuğa devam ederken yönetmenliğe geçmiş, özellikle avantür tarzında sinemamızın en verimli yönetmenlerinden biri olmuş, bir kısım Yılmaz GÜNEY filmlerinin yönetmeni olmuştur.

Bir yapımcı, İ. Necil OZON, 1955 yılında şirketini kurarak, yapımcılığa başlayarak tek filmini yönetiyor: Kader. Ağabeyinin ilk filmi Kader’in senaryosunu yazan Ural OZON ise 1957’den başlayarak 1967’ye kadar az sayıda film yönetti.

Yapımcı / yönetmen Hicri AKBAŞLI’nın kardeşi Veli AKBAŞLI yönetmenliğe başlamadan önce, ağabeyinin filmlerinde Atilla DİNÇER adıyla oyunculuk yapmış, sonra perdelerden çekilerek ve biraz ara vererek 1965 ve 1967 yıllarında Tavan Arası ve Vahşi Ölüm filmlerini çekmiştir.

Sinemamızın başlangıç günlerinin önemli görüntü yönetmenlerinden biri olan Enver BURÇKİN, 1953’de bu çalışmasına Vahşi Arzu filmi ile birde yönetmenliği katacaktır. Sonradan yine görüntü yönetmenliğine devam ederken, bir yıl sonra, 1954 yılında kardeşi Selahattin BURÇKİN de ilk filmini çekecek ve kardeşler kamera arkasında beraber çalışacaklardır.

Yine bir yönetmen / görüntü yönetmeni kardeşler ise Cevat OKÇUGİL ile Nejat OKÇUGİL’dir. Uzun süre birlikte çalışmışlar, sonradan Nejat OKÇUGİL ayrılarak yönetmenlik yapmaya başlamıştır. Bazı afiş ve kaynaklarda görülebilecek V.(asıf) OKÇUGİL isminde bir yönetmen ise yoktur. Bu Cevat OKÇUGİL’in takma isim olarak bir kısım filmlerinde kullandığı çocuğunun (babasının da) adıdır. OKÇUGİL kardeşlerin bir kardeşleri de sinemamızda yıllarca yardımcı oyunculuk yaptı: Nevzat OKÇUGİL.

Fehmi TENGİZ, ağabeyi Asaf TENGİZ’in filmlerinde oynayan bir oyuncudur. Bir süre sonra 1969 ve 1970’de iki filmde yönetmenlik yapar: Kibar Ali ve Hippi Perihan. Ancak Fehmi TENGİZ’in yönetmenliği bununla bitmez, 1974’de Yavuz ÖZKAN’ın başladığı Uygunsuzlar filmi yarım kalınca Fehmi TENGİZ tarafından tamamlanır.

Sinemamızın okullu (IDHEC) yönetmenlerinden Atilla TOKATLI, herkesin adını duyduğu fakat hemen hemen kimsenin görmediği Denize İnen Sokak filmini 1960’da çeker. Dört yıl aradan sonra ise Gel Barışalım filmini çeker. Gösterime çıkan fakat hiç dikkat çekmeyen bir film olur; gösterime çıkamayan ilk filminin rağbetini yakalayamaz. İlk filmi SON KUŞLAR’ı 1965 yılında çeken Erdoğan TOKATLI ise, bu filmi ile yaptığı çıkışı bir daha zor yakalar. İkinci filmi Eşrafpaşalı’dan (1966) sonra sinemaya beş yıl ara verir, sonraki dönüşünde değişik yapıda filmler yapar.

Dergi yıldızlığı ile sinemaya giren Tanju GÜRSU uzun yıllar oyunculuk yapar. Bir süre sonra kardeşi Temel GÜRSU yönetmen olarak film çekmeye başlar ve bir dönem piyasanın en çok çalışan yönetmeni olur. Tanju GÜRSU ise 1975 – 1976 yıllarında ikişerden dört film çekerek yönetmenliğe veda etti.

Zımba Gibi Delikanlı filmi ile dar bir alanda ilgi çektikten sonra, asistanlıktan gelme yönetmen Remzi A. JÖNTÜRK çeşitli türlerde filmler çekmeye devam etti, adı afişlerde zaman zaman CÖNTÜRK olarak da yer aldı. Sonraları çektiği filmlerin senaryolarını Mehmet AYDIN yazmaya başladı. Daha sonra yönetmenliğe başlayacak olan AYDIN’ın tam adı Mehmet Aydın JÖNTÜRK idi. Aralıklarla film çeken İsmail GÜNEŞ’in kardeşi Mehmet GÜNEŞ, 2008’de bir Türk Usulü adında bir film çekti. Henüz gösterime girmemiş olan filmin, çekim sonrası işlemlerinin yapılmadığı rivayet edilsede, film çekim aşamalarını geçmiş olduğundan sinemamıza bir kardeş yönetmen daha gelmiş oldu.

Yukarıda saydığımız kardeş yönetmenlerden farklılık gösteren Yağmur TAYLAN ile Durul TAYLAN, sinemada yaptıkları filmlerde birlikte çalışarak diğerlerinden ayrılmaktadırlar. Televizyon dizisi ve sinema filmi çalışmalarında birlikte çalışmaya devam eden ikili, televizyon filmi Yıldız Tepe’de birlikteliği bırakmışlar, filmi Yağmur TAYLAN tek başına çekmiştir.

Sinemamızda kardeşlerin farklı yapımevleri kurarak yapımcılık yaptığı da görülmektedir. En bilinenlerden biri Berker ve Türker İNANOĞLU kardeşlerdir. Bunlardan daha önceliği olan ise Naci DURU ile Nazif DURU’dur. Bu kardeşlerin çocukları Süreyya DURU ile Nejat DURU’dur. Babalarından yapımcılığı devralan kuzen yönetmenlerden Nejat DURU, 1959 ve 1962’de iki filmde (Şeytan Mayası / Şarkıcı Kız) yönetmenlik yapmıştır. Süreyya DURU ise yapımcılığının yanında 1961’den (İstanbul’da Aşk Başkadır) vefat ettiği 1988 yılına kadar yapımcılığı yönetmenlikle beraber sürdürmüştür. Son filmi Ada’yı tamamlayamadan vefat etmiş, filmi kızı Dilek DURU ve film ekibi tamamlamıştır.

Vedat TÜRKALİ sinemamızda uzun süre senaryo yazarı olarak tanındı, roman ve oyunlar da yazdı. Senaryo yazarı olarak hâlâ sinemamızın önem taşıyan bir çok filmine senaryolar yazdı: Karanlıkta Uyananlar, Otobüs Yolcuları (E. GÖREÇ), Bedrana, Kara Çarşaflı Gelin (S. DURU), Erkek Ali (A. YILMAZ). Sonra da kısa süren bir yönetmenlik serüveni yaşadı; aslında ilk filmi Sokakta Kan Vardı’nın sansür süreci tek başına bir serüvendir. Sessiz sedasız gösterime çıkan Kopuk filmi ise, benim için tüm eksikliklerine rağmen hâlâ gözardı edilmiş bir filmdir. Barış PİRHASAN önce kitapları (şiir / öykü) ile okuyucuya ulaştı, sonradan senaryoları ile beyazperdeye adını yazdırdı. Uzun aralıklı zamanlarda az sayıda filmle yönetmenliğe de geçerek baba-oğul yönetmenler halkasına eklendi. Soyadlarının farklı olması, asıl adı Abdülkadir PİRHASAN olan babasının Vedat TÜRKALİ ismi ile tanınmış olmasından doğuyor.

Bir oyuncu olan Renan FOSFOROĞLU’nun, Fikret HAKAN’ın oynadığı ilk film olan Köprüaltı Çocukları’nı yönettiği söylenir ve çok kitapta da öyle yazar. Aslında bu filmi, filmin yapımcısı Ömer AYKUT, Nuri ÜNAL adı ile yönetmiştir. İşte bu filmi yönettiği söylenen ve yazılan Renan FOSFOROĞLU başka filmlerde de yönetmenlik yapmıştır: Kokulu Film. Yıllar sonra oğulları tiyatro oyuncusu olmalarına rağmen sinemada da oynamışlardır, büyük oğlu Ferdi MERTER FOSFOROĞLU (annesi oyuncu Muazzez ARÇAY) zaman zaman senaryolar yazmış, bunda bazen Ferdi MERTER, bazen MERTER FOSFOROĞLU adını kullanmıştır. Oyunlar da yazan Ferdi MERTER’in, sinemadaki yönetmenliği hayli ilginçtir. Fransız yazar Boris VIAN’ın Amerika’da geçen Mezarınıza Tüküreceğim romanını yine Amerika’da -ama yıllar önce- geçen bir western olarak sinemaya uyarlamıştır: İpini Boynunda Bil. Ne yazık ki film pek ses getirmemiş, hatta çoğunlukla duyulmamıştır bile. Renan FOSFOROĞLU’nun diğer oğlu Enis FOSFOROĞLU (annesi Mualla FIRAT / FOSFOROĞLU / KAVUR) sinemada sadece oyuncu olarak çalışmıştır. Ferdi MERTER bu uğraşlarında genellikle soyadını kullanmamaktadır.

Kimya Mühendisi, müzikçi, yapımcı, senaryo yazarı ve yönetmen Hulki SANER, kendi yapımevine çektiği -özellikle- komedi filmleri ile ünlenmiş ve adını duyurmuştur. Ürettiği tipler içinde bir Turist Ömer bile tek başına sinemamızda yer etmesine yeter. Yurt dışında sinema eğitimi gören oğlu Adnan SANER ise yapımevi içinde devamlı gölgede kalmış, az sayıda senaryo yazmış, bir de film yönetmiştir: Severek Dövüşenler (1966). (Sn. Agâh ÖZGÜÇ’ün Sözlüğü’nün 1. cildinde bu filmin R. MAMOULIAN’ın The Mark of Zoro filminin uyarlaması olduğunu yazarsa da, film daha çok Louise MAILLE’nin Viva Maria’sından izler taşır. Brigitte BARDOT ve Jeanne MOREAU çifti Sevda FERDAĞ ile Suzan AVCI’ya oynatılmıştır.)

Sinemamıza Arzu Film Ekolü diye bir anlatım dili kazandıran Ertem EĞİLMEZ, yapımcılıktan yönetmenliğe geçenlerdendir. Arabesk’i çekerken tamamlayamamış vefat etmiştir. Sinemamızda bir Hababam Sınıfı olgusu oluşturmuş ve bunu yıllara yaymıştır. Ölümünden sonra, oğlu Ferdi EĞİLMEZ bu sınıfı şimdilik üç filmle (ikisinde yönetmen olarak) devam ettirmiştir. Oğul EĞİLMEZ şimdilik “sınıf” dışına çıkmamıştır?

Sinemamız içinde sessizce filmler üreten yapımcı / yönetmen Hidayet PELİT’ten sonra oğlu Bülent PELİT’de yönetmeliğe başlamış, Martılar Açken’den sonra şimdilik bir suskunluk dönemine girmiştir.

Tiyatro oyuncumuz Levent KIRCA sinemada çok az sayıda filmde oynamış, tiyatrodan sonra televizyona yönelmiştir. Son filmi ile yönetmenliğe başlayan KIRCA’dan sonra oğlu Oğulcan KIRCA Son İstasyon isimli filmini seyirciye ulaştırmıştır. Rivayet odur ki daha önce yapılmış, seyirciye ulaşmayan bir başka filmi daha vardır.

Tunca YÖNDER televizyon kökenli çalışmaları ile tanınırken, çekildikten sonra yakıldığı söylenen TRT yapımı Yorgun Savaşçı (Kemal TAHİR / Halit REFİĞ) dizisinin bir kopyasının bulunup gösterime çıkacağı haberi üzerine, bir özel televizyon kanalı için başrolünü aynı oyuncuya (Can GÜRZAP) oynatarak diziyi ikinci kez çekmişti. Sonradan yönetmenliğini televizyonlara, televizyon filmi (dizi değil) ile sürdürmüş ve sıra sinema filmine gelmişti, Ağrı’ya Dönüş’ü çekti (1993). Televizyon için çektiği bir kısım dizilerden, sinema versiyonları da hazırladı, böylece film (!) sayısı artıyordu. Kızı Nisan AKMAN ise, Nisan YÖNDER adı ile oynadığı Kapıcılar Kralı (Z. ÖKTEN) filminden sonra Beyaz Bisiklet (1986) ile yönetmenliğe de başlayacaktır. Dünden Sonra Yarından Önce filminin bir kısmını kocası Eriş AKMAN çekmiş olmasına rağmen, afişlerde adı bulunmamaktadır. Eriş AKMAN, sonradan yönetmenliği de denemiş, Çelik Pençe adında fantastik bir film çekmiştir. Ne de Olsa Çocuk adıyla çektiği filmi Antalya Film Festivali’nde yarışsa ve gösterim aşamasına geldiyse de henüz seyirciye ulaşmamıştır.

1953’de yapımevi Hayal Film adına tek filmi, Ölüm Yarışı’nı yöneten İsmail HAYAL (ALKAYA)’dan sonradan başka bir film çıkmamıştır. Yıllar sonra kızı Yasemin ALKAYA sinemada önce oyuncu olarak yer almış, sonradan geri plânlara çekilerek -şimdilik- iki adet dramatik-belgesel (yarı kurgusal) film yönetmiş, kurgusal projelerini perdeye yansıtmamıştır.

AKMAN çiftinden önce sinemamızda anılması gereken bir başka -asıl- çift ise Ali ÖZGENTÜRK – Işıl ÖZGENTÜRK çiftidir. Sokak tiyatrosundan ve kısa filmden gelen Ali ÖZGENTÜRK, ilk filmi Hazal ile çıkış yapmış, sonra da At‘ı çekmiştir. Işıl ÖZGENTÜRK ise sinemamızın görmezden geldiği Sevgi Soysal’ın Tanta Rosa adlı romanını Seni Seviyorum Rosa adı ile tek film olarak çekmiştir. Şimdilerde ‘sinema stüdyosu’ alanına yönlenmiştir.

Kardeş-kuzen, baba-oğul, karı-koca yönetmenleri biraraya toplamaya çalıştık. Eksiğimiz varsa hatırlatılması bizi de memnun edecektir. Biraz dedikodu, biraz aleni şeylerin biraraya toplanması olan, ancak bir ara-yazı olabilecek bu yazıyı sadece isimleri zikrederek, bilgilerinize arzediyorum.

(29 Ağustos 2010)

Orhan Ünser

Türkiye’yi Güldüren “Şabanoğlu Şaban”, Avrupa’yı Güldürmek İçin Gün Sayıyor

IMDb tarafından dünyanın en komik filmi seçilen Şabanoğlu Şaban’a İspanya yolları gözüktü.

Türk sinemasının en iyi komik karakterlerinden biri olan Şaban’ı canlandıran Kemal Sunal’ın ölümünün üzerinden tam 10 yıl geçti. Ama Kemal Sunal hâlâ televizyonların eskitemediği yüzlerden biri. Kolay kolay da eskimeyecek gibi gözüküyor. Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen, Adile Naşit, Ayşen Gruda ve Şevket Altuğ’un başrollerini paylaştığı, Ertem Eğilmez’in yönettiği 1977 yapımı Şabanoğlu Şaban retro komedi filmlerinin öncülüğünü üstlenerek Hollywood komedi filmlerini saf dışı bırakmayı başardı. Şabanoğlu Şaban’ın bu başarısı ülkeler arası hizmet alışverişinde sınır tanımayan IMDb tarafından organize edilen “Dünyanın En Komik 50 Filmi” listesine girdi ve böylece Türk sinemasını harekete geçirdi. Defalarca izlenmesi ve reyting rekorları kırması da cabası… Bununla sınırlı kalmayan ve Türk komedi filmlerinin yolunu açan Şabanoğlu Şaban’ın bu denli ilgi görmesi Türkiye sınırlarını aşıp İspanya’ya kadar uzandı.

Altyazı Hazırlıkları

Merkezi Barcelona’da bulunan Contra Corriente Films’in sahibi Adolfo Blanco Lucas, Arzu Film ile iletişime geçerek filmi İspanya’da vizyona çıkartmak için gösterim haklarını talep etti. Şabanoğlu Şaban’ın İspanya’da vizyona çıkartılmasına olumlu yanıt veren Arzu Film bunun üzerine Adolfo Blanco ile en kısa zamanda görüşmeye karar verdi. Şirket şu sıralar İspanyolca altyazı çalışmaları ile uğraşıyor.

(28 Ağustos 2010)

Arzu Çevikalp

arzucevikalp@arzufilm.com.tr

Saymadım Kaç Yıl Oldu

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 23

Allah rahmet eylesin, 24 Ağustos’ta kaybettiğimiz yönetmen Osman Nuri Ergün sinemamızda Kemal Film yönetmeni olarak tanınırdı ve …

… çevirdiği filmlerinin afiş ve jeneriklerinde adı genellikle O. Nuri Ergün olarak geçerdi. İlginç bir tesadüf, Kanal D Home Video,

Osman Nuri Ergün’ün vefatından önceki hafta, sanatçının oyuncu olarak görev aldığı “Atatürk’ün Casusu İngiliz Kemal Lawrense Karşı”

… adlı filmin DVD.sini Osman Fahir Seden Koleksiyonu adı altında yakında piyasaya çıkaracağını basına duyurmuştu. Ünlü casusun adı …

… Lawrence olarak yazılır, ancak filmin afişinde Lawrens olarak geçiyor. Lütfi Akad’ın adı da zaman zaman afişlere Lütfi Ö. Akad, …

… Ö. Lütfi Akad, Osman Seden’in Osman F. Seden, Osman Fahir Seden olarak yazıldığını biliyoruz. (Ö. Lütfi Akad’ın açılımı Ömer Lütfi …

… Akad’tır.) Diğer bir yönetmen, 48 adet film yönetmiş olan Nişan Hançer’in adı ise sadece bir filminde, Orhan Ünser’den öğrendiğime …

… göre “Zagor: Kara Bela” filminin afişinde Nişan Hançeryan olarak geçiyormuş. Bahsi açılmışken Fantastik Türk Sineması’na ilgi …

… duyanlara müjde vereyim. Sinemamızda çekilmiş olan “Zagor: Kara Korsanın Hazineleri” ve “Zagor: Kara Bela” adlı 2 adet Zagor filmi …

… kayıp idi. “Korkunç Koleksiyoncu” gibi, filmler kayıp olsada şirket sahiplerini veya varislerini bulup, şirket mülkiyetlerini satın …

… alarak zengin bir Türk filmleri arşivine sahip olan Fanatik Video / Horizon International, kayıp olan 2 adet Zagor filmini nereden …

… bulduysa bulmuş, yakında DVD.lerini satışa sunacakmış. Zagor filmlerinin çok önemli bir özelliği daha varmış. Malûm Zagor, …

… İtalyanların yarattığı bir çizgi roman kahramanı. İtalyanlar kurdukları çizgi roman müzesi için araştırma yaparlarken Zagor’un …

… dünyada ilk defa Türkiye’de sinemaya aktarıldığını tesbit etmişler. Fanatik Video hemen, her iki filmin de DVD.sini müzeye hediye …

… etmiş. Fanatik Video / Horizon International şimdilerde mülkiyetine sahip olduğu fakat afişleri kayıp filmlerine, Yeşilçam döneminde …

… yüzlerce yağlıboya afiş yapmış olan İbrahim Erez’e her hafta bir adet afiş yaptırıyor ve yepyeni bir afiş hazinesi ortaya çıkarıyor …

Konuya vakıf, bilen birkaç arkadaşla tartıştık, yapılan uygulama doğru mudur diye. Sonunda doğru olduğuna karar verdik. Tutup şimdi …

… Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ını yenilenmiş kopyası ile yeniden sinemalarda gösterime çıkarmaya kalksak ve orijinal afişi bulunamasa, …

… doğal olarak pekâlâ yeni bir afiş yaptırabilir. Geçenlerde Orhan Ünser’le Fanatik Video’ya ziyarete gittiğimizde “Gurbet Kuşları”nın …

… yeni yapılan afişini de gördük. Sinemamızın önde gelen klâsiklerinden olan filmin eski orijinal afişinde de Orhan Kemal’in eserinden …

… uyarlandığı yazar. Oysa Orhan Kemal’in böyle bir eseri yoktur. Sadece filmin diyaloglarının yazımı Orhan Kemal’e teklif edilmiştir.

Bu vesileyle belirtmiş olalım. Bu vesileyle belirtmek faydalı oluyor. Bir kez daha belirtmiş olayım. Yine sinemamızın ünlü klâsik …

… filmlerinden, Göksel Arsoy ve Nilüfer Aydan’“Şafak Bekçileri”nin DVD.si de yakında çıkıyor, yanlış duymadıysam belki bir ilk …

… olarak Blu-Ray’i bile çıkabilir. Bu arada üstadımız Agâh Özgüç’ün de Türk filmlerinde mekân olarak İstanbul’u inceleyen, bol …

… fotoğraflı geniş bir kitap hazırlamakta olduğunu da belirteyim. Keza Memduh Ün de büyük bir şevkle anılarını yazmaktaymış.

Harald Zwart’ın yönettiği “The Karate Kid”den 2 adet “Beyazperde Yazısı”: “Çok fazla iyi bir şey, kötü bir şey demektir.”; “Hareketsiz …

… durmak birşey yapmamak değildir.”

Beyefendi atıyor: “Cumhuriyet döneminde şu kadar yol yapılmıştı da, bizim dönemimizde bu kadar yapıldı…” deye.

Yapılanların hepsi sizin maharetiniz değil efendim. Teknik gelişti teknik. Biz harita teknisyenleri 20 yıl önce bir noktanın koordinatını…

… logaritma cetvelleriyle yarım saatte hesaplardık. Şimdi adam takeometresini kurduğu zaman günde 1.000 nokta okuyor. Makine …

… koordinatları anında hesaplıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında adamlar kazma kürekle yol yapmaya çalışıyordu.

Güne başlarken “Günaydın” diyoruz, haftaya başlarken de “Haftaaydın” desek mi?

(26 Ağustos 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

27 Ağustos 2010 Haftası

“Diriliş”, trafik kazası geçirdikten sonra ölüm raporuyla getirildiği cenaze evi morgunda öldüğünü ‘inkâr’ eden genç kadın ile defin işlemine kadar onu ‘ikna’ya çalışan görevli arasındaki etkileşim süresince, yaşamanın, her salisesiyle ne denli değerli bir armağan olduğunu anlamamızı sağlamaya çalışan ‘soğuk’ film. Keskin, ‘steril’ ve ölüm gibi tavizsiz stili, hikâye ile son derece uyumlu. Bu rol için, “The Addams Family”den bu yana yüzüne baktıkça -zaten- ürperdiğiniz Christina Ricci’den daha doğru bir seçim olamazdı. Bu film, bir ihtimâl, seyrettikten sonra, mütereddit kaldığınız konularda kesin kararlar almaya sevk edebilir.

“Pirana 3D”, vaat ettiklerini yerine getiren film: 70 ve 80’lerin ‘canavarlaşmış hayvan saldırıları’ içeren korku hikâyeleri kalıbını kullanırken, bugünkü teknoloji marifetiyle sınırsız vahşet sunuyor. Bu, eğlenceli bir katliam! Ve dehşetten önce ruhumuzu iyice okşayan kadın vücutları sunumu, 3 Boyutlu film seyretmenin abartılı keyfini katlıyor. Hınzır adam Alexandre Aja’nın, yüzlerce genç insanın parçalanmış vücutları ve kanlarıyla mezbahaya çevirdiği göldeki saldırı sahnesinde ritmi borçlu olduğu kurgucu arkadaşı Baxter, filmin önemli adamı. “Pirana”nın sunduklarını bilerek gidiniz lütfen. Hiç bir sahneden olmasa, iki çıplak kadının “Lakme – Flower Duet” eşliğindeki su balesinden büyük zevk alacaksınız.

“The Karate Kid”, on iki yaşındaki Amerikalı çocuğun, kendisini sevip kollayan yegâne kişi annesiyle geldiği yeni ülkesi Çin’de, yardımlaşma, onur, dürüstlük, çalışkanlık, sabır gibi erdemleri içine alan bir yaşam-spor biçimi Kung fu’yu, geçmişinde büyük bir acı saklı yalnız bir adam olan hocasından öğrenerek olgunlaşmaya adım atmasının hikâyesi. Baştan sona Çin’de çekilen ve ülkenin kültürü, doğası, sanatı, insani incelikleri ile öykünün dokusunun oluşturulduğu ‘selis bir aile filmi’. Will Smith – Jada Pinkett Smitt ikilisinin oğulları Jaden Smith, dramatik ve fiziksel performanslarıyla, ‘kalıtım’ın önemli bir örneği olduğunu ispatlıyor.

(25 Ağustos 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

O Kapı’dan İçeri Girdik ve…

Türk asıllı yazar Akif Pirinçi’nin romanından uyarlanan “Kapı”, Anna Saul yönetmenliğinde geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. Şansı hak eden bir Alman gerilimi olan “Kapı”nın en büyük tercih sebebi, klişe Hollywood gerilimlerine hiç mi hiç yüz vermiyor olması…

Peki “Kapı”dan içeri girince bizi neler bekliyor? Konu şöyle, mutluluğu kapı komşusunun kollarında arayan, garip ressam David, -çünkü yaptığı resimler de kendisi gibi pek bir acayip kahramanımızın- ailesinin kıymetini bilmemekte… Güzel karısını aldatmakta, küçük kızına ilgi göstermemekte…

Ama insan bir şeylerin değerini kaybedince anlar ya, David’in başına gelen de böyle bir şey… Kızına göz kulak olması gerekirken, komşusuyla kaçamak yapmayı tercih eden David, bir anlık ihmalinin bedelini çok ağır ödüyor. Bağcıkları açık bir vaziyette, kelebek peşinde koşan küçük kızı, Azraile davetiye çıkarınca acı son kaçınılmaz oluyor. Kız, evlerinin havuzunda boğuluveriyor. Sonrası büyük bir yıkım…

Bence bir insanın yaşayabileceği en büyük hayal kırıklığı, pişmanlıktır. “Kapı”da işte bu büyük hayal kırıklığı ve akabindeki pişmanlığın öyküsü. Hayatta her şey bir gün unutulsa da, -ölüm bile- pişmanlıklar yaşam boyu yakanızdan düşmez. Bazen kaybolmuş gibi görünse de asla yok olup gitmez, fırsatını bulunca da hortlar.

Filmin sorguladığı bir diğer mevzu ise “Bir şansımız daha olsaydı her şey farklı olur muydu?” sorusu… Pek tabi aklı başında her insan hatalarından ders çıkarır. Peki, aklı başında değilken yaptığı hataları ne kadar telâfi edebilir, orası kocaman bir soru işareti.

“Kapı” sert bir iç hesaplaşma… Bir insanın dibe vuruşunun derinlerinden ve vicdan azabının doruklarına çıkan ilginç bir deneme. Sıkı başlayan, gelişme bölümünde biraz yoldan sapsa da, finale giden yolda toparlayan ve gerçekten başarılı bir finalle görülmeyi hak eden bir film…

(24 Ağustos 2010)

Gizem Ertürk