Kategori arşivi: Yazılar

Efsunlu İçsel Yolculuk

73. Berlin Film Festivali’nin ana yarışma filmlerinden ‘Disco Boy’ tropik dinginliğe sinsi bir yağmur ve içli bir mırıldanışın eşlik ettiği sahne ile açılıyor. Kamera silahları ellerinde kucak kucağa uykuya dalmış militanlara yaklaşırken kırmızılı kadının endişeli bakışını fark ediyoruz. Bir Apichatpong Weerasethakul filmini anımsatan bu düşsel girişin ardından Nijer deltasının efsunlu ikliminden bir süreliğine uzaklaşarak ana karakterin öyküsünü öğrenmek üzere Doğu Avrupa yollarına düşüyoruz. Belaruslu bir holigan grubu üç günlük vizeyle Polonya’ya maç izlemeye gitmektedir. Lakin iki arkadaşın amacı başkadır. Dağ tepe ve nehirleri aşarak kaçak yoldan Avrupa’nın kalbine ulaşma sevdasındaki Mikhail hayatını kaybederken Alexei sekiz günlük ölüm kalım savaşının ardından Fransa’ya kapak atmayı başarır. Dövmeli bedeninin boyun bölgesinde ‘yetim’ sözcüğü kazılı genç adam filmlerden çat pat öğrendiğini söylediği Fransızcası ile lejyonerliğe başvurur. ‘Korkaklar evde kalır’ mottosundan hareketle risk almaya sıcak baktığını ifade eden eski suçlu için kaybedecek hiçbir şey yoktur. Burada geçmişi ne olursa olsun herkesin şansı vardır. Zorlu askerlik eğitimini geçtiği takdirde oturma iznine, beş yıl içinde Fransız vatandaşlığına, kısaca yeni bir hayata başlaması işten bile değildir.

Filmin ilk bölümünde Claire Denis’nin ‘Beau Travail’ filmini anımsatan bir erkekler ve askeri eğitim dünyasına tanıklık ederiz. Ancak şaşırtıcı ilk filmini çeken İtalyan yönetmen Giacomo Abbruzzese’nin yapıtında çok daha fazlası beklemektedir bizleri. İkinci bölümde Alexei ya da yeni adıyla Alex’in dünyasından bir süreliğine uzaklaşarak yeniden Nijer Deltası’na döneriz. Açılışta karşılaştığımız MEND (Nijer Deltası Kurtuluş Örgütü) militanları Fransız emperyalizminin yıllardır sömürdüğü topraklarını savunmak için isyan halindedir. Cehalet ve açlıkla boğuşan halkları ve petrol şirketlerince talan edilen yurtlarını kurtarmak için atalarının itaatkâr yolundan gitmeyeceklerine and içmişlerdir. Fransız rehineleri kurtarmak için lejyoner askerlerinin deltaya çıkışı Alexei ile MEND’in lideri Jomo’yu karşı karşıya getirecektir.

İtalyan yönetmenin sağlam bir politik mesaj taşıyan sömürgecilik ve militarizm karşıtı yapıtı bu noktadan başlayarak baştan itibaren sinyallerini verdiği farklı bir duyusal evrenin kapılarını açmaya koyulur. Düşman saflardaki iki askerin nehirdeki mücadelesini kızılötesi ışık altında izlerken tekinsiz elektronik tınılar eşliğinde saykodelik bir iç yolculuğun içine dalarız. Jomo ile kızkardeşinin ateş başındaki hipnotik dansının Alex’in vicdan muhasebesine karıştığına tanıklık ederiz. Genç Belaruslu için aydınlanma anıdır bu. Abbruzzese’nin bir röportajında ifade ettiği gibi ‘sahip olduğumuz tek dünyayı kendimizden farklı olanlarla kardeşçe paylaşma gereğini’ kavrayış anıdır bu. Alexei kendinin olmayan bir dili konuşan sömürülenler kulübünde olduğu gerçeği ile yüzleştiğinde gemileri yakacaktır.

Vitalic ya da namı diğer Pascal Arbez – Nicolas imzalı elektronik tınıların usta görüntü yönetmeni Hélène Louvart’ın büyüleyici görselliğine eşlik ettiği ‘Disco Boy’un Berlin’de ‘olağanüstü sanatsal katkı’ ödülünü almış olması hiç şaşırtıcı değil. Anti kapitalist mesajını, elektronik müzik ile büyülü görsellik ile harmanlayan bu çok etkileyici ilk filmde, Alman sinemasının dünyaya armağan ettiği bukalemun oyuncu Franz Rogowski metamorfozun eşiğindeki melankolik yorumu ile yine döktürmüş. Başkaldırısını şamanik danslarıyla ifade eden Jomo’da Morr Ndiaye, Udoka’da Laetitia Ky’ın gizemli personaları, gözlerdeki heterokromi ile oluşan renklenme farklılığı yönetmenin halüsinatif bir dünya inşasına büyük katkıda bulunmuş. Abbruzzese’nin yeni çalışmalarını merakla bekliyoruz.

(11 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hakikati Yakalama Adına Moda Olanın Dışında Kalan Başka İnsanlar

“Tavuri (Şeytan)”, Derviş Zaim’in yönettiği, Mustafa Serttaş isimli bir dolandırıcının hayatına odaklanan uzun metraj bir belgesel sinema eseri. Zaim bu kez suç olgusuyla örülü “Tavuri” lâkaplı dolandırıcının uzun yıllara yayılan hikâyesini anlatarak, suçluların dünyasına derinlemesine bir bakış sunuyor. Seyircisini sıradanlıktan uzaklaştırarak, suçun karmaşıklığını ve insan psikolojisinin derinliklerini keşfetmeye davet ediyor. Belgesel; suç, kötülük, ceza, özgürlük süreçleriyle ilgili önemli sorular sormasının yanı sıra, kurmaca dışı sinemanın sınırlarını zorlamayı da başarıyor.

İlkokulu bitirmemiş olan Mustafa Serttaş, Kıbrıs’ta yoksul ve parçalanmış bir ailede yetişir ve çocukluğundan itibaren hırsızlığa başlar, bu alışkanlığı zamanla bir tutkuya dönüşür. Serttaş’ın sekiz yıl boyunca hapishane içinde ve dışarıdaki yaşamı takip edilerek oluşturulan belgeselin çekimleri Kuzey Kıbrıs’ta ve İngiltere’de gerçekleştirilmiş. Zaim, dünya prömiyerini ABD’de Mart 2023’te ‘True False’ta tüm dünyadan sadece 33 filmin gösterildiği yarışmasız özel ve butik bir festivalde yaparak önemli bir başarıya imza atıyor. Ardından Nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı olarak gerçekleşen Türkiye’deki ilk gösterim ve Haziran’da ise Safranbolu ve İzmir festivallerindeki yarışma dışı gösterimler geliyor.

Ben de belgeseli Safranbolu’da izleme ve Derviş Zaim’e sorularımı sorma fırsatı buldum.

Tavuri’nin hikâyesini belgesel film yapmaya nasıl ve neden karar verdiniz? Kısacası derdiniz neydi?

Tavuri sosyal, düşünsel, ruhsal bakımlardan bir sürü soruyu sormamı kolaylaştırabilecek bir karakter gibi duruyordu. Şahsi sebepler de projeye kalkışmama yol açtı. Ben Mustafa Sertaş’ı on yaşından itibaren yaşamaya başladığım Mağusa’nın Yenişehir semtinden tanıyordum. Adadaki 1974 savaşı nedeniyle on yaşında iken ailemle beraber Limasol’daki evimizi terketmek zorunda kalmış, Limasol’dan Mağusa’ya göç etmiş ve Mağusa’nın Yenişehir semtinde başımızı sokacağımız boş bir ev bulmuştuk. Tavuri’yi o mahallenin bize uzak bir sokağında yaşayan bir ailenin dokuz yaşındaki oğlu olarak tanıdım. Evler çok yakın olmadığı için onunla çok sık görüştüğümü de söyleyemem ama tanışıklık esnasında onun hırsızlık eğilimleri olduğunu işitmeye başladık. Giderek ciddi suçlara yöneldi. Ülkenin en namlı hırsız ve dolandırıcısı oldu. Tavuri merkezi cezaevine düştüğü sırada tamamıyla kopmuştuk. Onu yeniden görmem kırk yıl sonrasına, 2014 yılına denk düşüyor. Lefkoşa’nın Rum hapishanesinden yeni çıkmıştı. Kuzeyde arandığından şüphelendiği için Kuzey Kıbrıs’a, yani Türk bölgesine geçmekte tereddüt ediyordu. Onun hakkında bir kitap yazmış olan gazeteci Aral Moral’ı buldum. Aral Moral sayesinde Rum tarafında sınırın yakınında yer alan Ledra sokağında, Rum – Türk barikatına yüz metre mesafedeki bir kafede üçümüz buluştuk. Tavuri görüşmemizden bir süre sonra Kuzey’e, Türk tarafına geçti ve sanırım arandığı bir suç yüzünden hapishaneye düştü. O hapishaneye düştüğü zaman benim onunla Rum tarafındaki ilk görüşmemizin üzerinden birkaç aylık bir zaman geçmişti.

Hapishane yetkililerinden izin alarak onu içeride iken ziyaret ettim. Konuşmayı ve çekim yapmamı kabûl etti. Ama proje sadece onun üzerine değildi. Daha doğrusu bir sürü mahkûmla konuşmaya, çekim yapmaya başlamıştık. Kafamda suç olgusu ile ilgili sınırları tam netleşmemiş bir proje gerçekleştirmek vardı ama karakter, çatışma, temel fikrin ne olacağı gibi gibi konular aklımda o sıralarda henüz net değildi. Netleştirmek umuduyla hapishanede yatan bir sürü mahkûmla eşzamanlı biçimde konuşuyor, hikâyelerini dinlemeye, onları anlamaya çalışıyordum. Zamanla Tavuri temas ettiğim mahkûmların arasından tek konuştuğum insan olarak kaldı. Röportajlar yapmayı zamana yayarak sürdürdüm. Aradan aylar geçti ve çalışma gözlemci belgesele doğru evrilmeye başladı. Ama gözlemci belgesel olarak kalmadı. Zamanla belgeselin başka duraklarına doğru seyahatini sürdürdü ki tarzlar arasındaki bu yolculuğu nihai ürünün içeriği mânâsında olumlu ve keyif verici olarak değerlendiriyorum.

Yeri gelmişken meraklısına not olarak ileteyim. Onunla yaptığım konuşmalardan oluşan geniş malzemeyi ayrıca montajlamaya çalıştım. Şu anda beş bölümlük kırk dakika civarında bir malzeme söz konusu. Bu yıl, yani 2023 yılında seyirciye sunulan Tavuri filminden bağımsız, ayrı bir sözlü çalışma bütünü olarak o malzemeyi de seyirci karşısına ileride çıkarmayı planlıyorum.

Tavuri’nin hikâyesini belgesel sinemaya yansıtırken, biçim üzerine nasıl kafa yordunuz? Bu süreci paylaşır mısınız?

Yaptığım belgesel, Bill Nichols’un tabiri ile bir açıklayıcı belgesel değildir. Filmi çıkarmaya gayret ederken motivasyonlarım ne idi? Çocukluk arkadaşınız, ülkenin en namlı dolandırıcı ve hırsızı haline dönüşmüşse, bu durum size iyilikle kötülüğün doğası, kötülüğe karşı nasıl bir mesafe alabileceğimiz, insanın yazgısı ve özgürlük, kurumlar üzerine bereketli bir soruşturma alanı açabilir. Bu sorular benim onunla olan şahsi tarihim ve belgeselin yapısı, inşa ediliş biçimi üzerinde başka kıymetli sorularla zenginleştirilebilir diye düşündüm.

Eski mahalle arkadaşımla seneler sonra kamera varken sohbet etmeyi başarabilir, hatta onunla beraber yürümeyi ekleyebilirsem; etik, özgürlük, sorumluluk, hakikatin saptanması üzerine verimli sorular üretebilirim diye hayal etmiştim. Elbette motivasyon listesi artırılabilir. Sosyal deneyimin hangi alanlarının sinema tarafından reddedilmekte olabileceğini düşünüyordum o sıralarda. Filmografimin biçim, içerik, tür, yaklaşım olarak zengin ve geniş bir yelpazeye yayılması beni memnun ediyordu ama bir yandan da yaşadığım, parçası olduğum coğrafyanın sinemasının bazı konu ve insanları görmezden gelip gelmediğini soruyor, hakikati yakalama adına moda olanın dışında kalan başka insanları, onların deneyimlerini taze yaklaşımla ele almayı tasarlıyordum. Belgeselin günümüzde aldığı biçim üzerine soru sormak da amaçlarım arasındaydı. Devir filminde belgesel ile kurmaca arasında yer alan çok bereketli araziye dalmıştım. Burada aynı deneyimi olmasa da farklı bir yapı ve lezzeti yakalama şansı beni heyecanlandırıyordu.

Bir belgesel çekerken karakter ile belgeselci arasındaki ilişkiyi dengelemek çoklukla zordur? Hele ki karakteri sizin özelinizde olduğu gibi yıllar öncesinden tanıyorsanız. Siz bu dengeyi nasıl sağladınız?

İşi sürdürürken meseleye ve karaktere mesafeli durmaya, onlarla benim arama mümkün olduğunca estetik uzaklık koymaya çalıştım. Karar verici denebilecek kendi pozisyonumu da sorgulayıcı bir bakışla gözlemledim, yani klasik manada merkezi figür olmamaya gayret ettim. Kamera önü ‘katılımcılarını’ olabildiğince işin içine katarak üretmeye çalışmanın nihai sonucun hakikati bakımından daha hayırlı olabileceğini aklımda tutmaya çalıştım. İşe başlarken projeyi entelektüalize etmek, fazla plan yapmak niyetinde değildim. Aşırı plan yapmazsam bile sonuçların ilginç olabileceğini seziyordum, çünkü enerjisi çok yüksek bir persona ile beraber yürüme şansı kazanmıştım ki, şükür, baştan itibaren sona dek beraber yürümeyi başardık. Projenin en zor kısımlarından biri, Tavuri gibi her an ne yapacağı kestirilemeyen bir karakterle beraber uzun süren, bütçesiz bir işe kalkışmaktı. Yine de Tavuri ile birlikte sonun ne olacağını bilmeden, projenin ucu açık kalacak biçimde yürüdük. Beraber yürüme, ucu açıklık, self reflektivetenin işin içinde bulunması gibi terimleri özellikle kullanıyorum. Çünkü yapımın ve sürecin sadece ve her noktada benim tarafımdan domine edilen bir seyir izlemesini istemiyordum. Saptamam, işin içinde Tavuri’nin de bana ortak bir yönetmen olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ben bir yönetmen olarak filme alacağım olaylara müdahale edecektim, ki ettim, ama Tavuri bazı kararlarda benimle aynı fikirde olsun, sahneyi kurmasa bile, akışa rıza göstersin, bana öneride bulunabilsin istiyordum. Bu niyetim nasıl gerçekleşebilir, onu da bilmiyordum ama bir şekilde işin başında karşılıklı röportaj yapmak üzere kolları sıvadıktan sonra süreci götürecek sinerjiyi yakaladık. Onun temposunu dinlemek, temposuna göre çekimi ayarlamak, kimi zaman yavaş, kimi zaman hızlı çekmek, çekimleri on beş günde bir yaparak dinlenmesini sağlamak, her zaman olmasa da zaman zaman karşılıklı karar almaya gayret etmek, çekimde iken zevk almaya çaba sarf etmek ve zevk alabildiğimiz için de fazla düşünmeksizin işi sürdürmek, akıntıyla akmak zannedersem işin üzerinde olumlu etkide bulundu. Deyim yerinde ise, kervanı yolda düzecektik, ki öyle oldu denebilir.

Filmin festival yolculuğundan söz edersek; yarışmalara katılmadınız bu filmle sadece gösterim bölümlerinde yer aldınız? Bunun özel bir sebebi var mı?

Tavuri filmini olabildiğince ‘korumak’ istedim. Yine de burada bir açmaz var. Ana akım sinema dışında bir iş yaptığınız zaman, o filmin pazarlama bütçeleri genelde büyük olamayabiliyor. Hatta sembolik olabiliyor. Bu nedenle filmi tanıtabilmek, raf ömrünü uzatabilmek için, festivallerdeki muhtemel olumsuz koşulları bilseniz bile gözünüzü kapatıp yapıtınızı festivallere sokmak zorunda kalabiliyorsunuz. Ben de Tavuri için elimizde diri bir tanıtım bütçesi olmadığı için öyle yapmak zorunda kaldım. Yani festival kulvarına girmek zorunda kaldım daha evvel yaptığım üzere. Ama festival kulvarına girerken de onu korumaya gayret ettim.

Tavuri’nin True False gösterimi esnasındaki geri bildirimlerden oldukça memnun kaldım. Yani oradaki seyirciden gelen titreşim filmi yapım sürecindeki yıllara dağılan yorgunluğumu aldı, açıkçası o atmosferden sonra İstanbul’a hoşnut döndüm. Filmi şu ana dek yarışma dışı göstermek biçimindeki tavrım bundan sonra yapacağım her filmde aynı biçimde devam edeceği anlamını taşımıyor. Çünkü kendimi ve ileride yapacağım işleri bu tip beyanlarla sınırlamak istemiyorum. Bir filmi gün ışığına çıkarma serüveninde daha sonraki yıllarda muhtemelen şöyle bir tablo ile karşı karşıya kalabileceğimizi tahmin ediyorum. Şartlar bugünkü gibi sürmeye devam ederse görünür bir gelecekte festival, ana akım sinema ve platformlar arasındaki keşmekeş devam edeceğe benziyor, bu da şartların alternatif işlerin tanıtılmasını olumsuz etkilemeye devam edeceğinin bir işareti. Yani alternatif işlerin üretilmesini, üretildikten sonra pazarlanmasını, duyulmasını sağlayacak diri mekânizmalar ve finans kaynakları görünür gelecekte yoğun biçimde ortada olmayacak. Her projede deyim yerinde ise ‘yeni, taze pazarlama, gösterim yollarını eldeki kaynaklar ve şartlar ölçüsünde o projenin hayrı için keşfetmek’ zorundayız, her filmin hayrına olacak ayrı bir güzergâh keşfetmek zorunda kalabiliriz. Ben öyle yapmaya gayret ediyorum.

Ağırlıklı olarak kurmaca film çekmekle birlikte belgesel de çekiyorsunuz? Aralarındaki fark ne sizin açınızdan?

Belgeselin konusunu ele alırken uzanabileceği kılcal damarların el değmemişliği, biçimsel ve içeriğe dair cüreti, deneme yapabilme yelpazesini genişletebilmesi, biçim ve içerik manasında bir uçbeyi olabilecek gibi durması beni cezbediyor. Ama bu saptamalar onun kurmaca ile aralarındaki ana fark olarak ileri sürülemez. Muhtemelen söyleyebileceğim şeylerden birisi, bu filmi yaparken kendimde gördüğüm etkilere ilişkin olabilir. Sahici bir belgesel yapma girişimi daha önce kurmaca filmler yapmış bir yönetmenin kurmaca yapma deneyiminden kaynaklanabilecek alışkanlıklarını, olumsuz denebilecek tortularını temizleyebilir. Eğer kişi belgesel sonrası kurmaca yapmaya devam edecekse belgesel deneyimi ona kurmacaya ilişkin kariyerine ve sanatına yeni bir ivme kazandırmasının yolunu açabilir. Kendi sanat anlayışında değişiklik yapmayacaksa dahi işi üretirken neyi, nasıl, niçin yaptığını daha taze bir gözle görmesini sağlayabilir. Ha, bazen de kurmaca üretme kapasitesine olumsuz etkide de bulunabilir. Ama az evvel değindiğime dönecek olursam tazelenmekten daha büyük kazanç var mıdır dünyada?

Bir belgesel film değerlendirirken nelere dikkat edersiniz öncelikle? Sizin belgesel sinema tanımınız nedir?

Belgeselin kendi koyduğu öncellere ne kertede riayet edip etmediğine bakmak sanırım faydalı bir yaklaşımdır. Ayrıca belgesel üretim sürecinde veya nihai yapıtta en başta kendine koyduğu öncelleri değiştirmeye kalkıştıysa, bu değişikliğin gerekçelerinin inandırıcılığına bakmak isterim. Elbette anlattığı şey ile anlatma biçimi arasındaki gergin birliğin filmin içinde doygunluğa ulaştırılıp ulaştırılmadığı konusu da filmi değerlendirirken ele aldığım konuların arasındadır. Belgesel sinemanın tanımına bu röportajın sınırları içinde girmek niyetinde değilim. Tanıma ilişkin ne söylenirse söylensin edilen lafın ya eksik ya da fazla kalabileceğinden çekindiğim için belgesel tarifine şu an için kalkışmamak daha doğru gibi geliyor bana. Ama her belgesel yapıt belgeselin tarifine ilişkin kendi tanımını örtük olarak izleyiciye, okura, fısıldar; dahası yapıtın içine örtük veya açık yedirebilir. Tavuri’ye bakılması benim belgesele dair fikrimin ne olduğunu en azından 2023 itibarı ile sizlere sezdirebilir. Öyle umuyorum.

(Bu yazı ilk olarak 09 Temmuz 2023 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(10 Temmuz 2023)

Semra Güzel Korver

Bir Öteki’nin Bir Diğer Öteki’ye Bakışı: Ren Altını

Dünyanın en büyük sorunu, kim ne derse desin, göçmenlik, mülteciler, sığınmacılar… Hangi nedenle olursa olsun -ki, ister ekonomik, ister siyasal, ister ekolojik nedenlerle, isterse umut yüklü- insanlar zorunlu olmadıkça göçmenliği seçmezler. ABD Gümrük ve Sınır Muhafaza (CBP) verilerine göre Amerika Birleşik Devletleri’ne geçen düzensiz Türk göçmenlerin sayısı 2021’de 6 bin 945’e çıktı. Resmi rakamlara göre 2022’nin tamamında ise bu sayı 21 bin 698 oldu. Yani göçmenlik sadece bizim ülkemizin değil tüm dünyanın en temel sorunlarından biri… Küresel ısıtma sürdüğü, petrol gibi fosil yakıtlar kullanıldığı sürece kuraklık ve susuzluk artacak, buna da bağlı olarak göçmenlik artacak.

Gerçekliği böyle belirledikten sonra, hemen tüm ülkelerde olduğu gibi gelişmiş sayılan Avrupa ülkelerinde de göçmenler hep “öteki” olarak görülecek. Hatta öyle ki, bir “öteki” ile diğer “öteki” çatışacak, alan ve itibar kazanmak için. İşke Ren Altını (Rheingold) bu “ötekiler savaşı”nın öyküsü…

Fatih Akın, bir otobiyografiye uzaktan dayanarak, Xatar olarak da bilinen (en kolay adlandırma olarak) girişimci Giwar Hajabi’nin hikâyesini anlatıyor Rheingold’da.

Fatih Akın da bir “öteki”, öyküsünü ele aldığı ünlü gangster, müzisyen, rapçi Xatar da… Kendi yaşadıklarının, aslına bakılırsa diğerlerinin yaşadıklarından pek bir farkı olmasa gerek. Aynı dışlanmışlık, aynı küçümseme, aynı sömürü ve aynı aşağılama… Geriye kala kala ayakta kalabilmek için tek bir seçenek kalıyor.

Rap müziği…

Öteki olmaya, itilmişliğe, aşağılanmaya karşı ya asimile olacaksınız ya da direneceksiniz. Bunun ilk örneklerini müzikte görüyoruz: Rap, belki de ilk başkaldırı hali. Bir anlamda günümüz cazı.

Fatih Akın, bu örneklerin ilklerinden, belki de en başarılılarından birinin öyküsünü anlatıyor.

Filmde birçok açık uç var. Ne oldu, nasıl oldu, niye öyle oldu gibi. Giwar Hajabi’nin babası, ünlü orkestra şefi nasıl oldu da (veya niye) eşini, evini, çocuklarını terk etti? Burada, Buñuel’e kulak vermek gerekir: “Bir filmde bir şey iki kez gösteriliyorsa, anlamı farklıdır” diyor usta. Filmin başında, orkestra içinden bir virtüöz saygın müzikçi Eghbal Hajabi’ye gülümser. Aynı gülümsemeyi bir kez daha görürüz, ama bu kez Bonn’da ve Humeyni İran’ından kaçıp, hapislerden geçtikten sonra yeniden müzikle ilgilenmeye başlayan Eghbal evini terk eder.

Ya hep ya hiç!

Filmin çıkışını oluşturan anı/yaşam öyküsünün adı da “Ya Hep Ya Hiç”tir. Hiçbir çıkış yolu bulamamışsanız ya da kaybedecek bir şeyiniz yoksa gözünüzü karartır en olmadık işlere bile girersiniz. Zaten film boyunca Xatar’ın bu seçimlerinin izini sürüyoruz.

Giwar da öyle yapıyor. Porno kasetçilikten yakalanınca uyuşturucu ticareti yapıyor, kendisini soyanlara karşı dövüş dersleri alıp, bulunduğu yerin “reis”i oluyor. Bir arkadaşı kendisini “Amca” (Uğur Yücel) ile tanıştırır. Akın, Yücel ile birlikte Yılmaz Güney’e bir göndermeyle selam verir burada. “Amca” Xatar’ın okumasını ister… Güney’in ünlü “Umutsuzlar” filminde, çözüm olarak söylediği “Orospu olacaksa, okumuş orospu olsun.” sözünü anımsatıyor. Ancak “Amca” Güney’i bir adım ileri taşır, gözünü kırpmadan kendisine karşı gelen adamı öldürür, hem de herkesin önünde.

Uzun ve karmaşık…

Ren Altını, evet, uzun… hiçbir yönetmen onca emek verip çektiği sahneyi, hatta planları atamaz, emeğine acır. Belki onun için iyi bir kurgucunun filmi son haline getirmesi daha doğrudur. Ancak, film sarkıyor mu, hayır, sıkıyor mu, yine hayır, ama uzun mu, evet uzun.

Baba Eghbal Hajabi evini terk etmese böyle olur muydu sorusu takılıyor ister istemez insanın aklına. Erkek egemen dünyada (müzisyenliğinin verdiği özgüveni de eklerseniz) babanın eşine ve çocuklarına uzak durması, onlarla (eskiden olduğu gibi) ilgilenmemesi de aslında bir “öteki”leştirme öyküsü. Baba, müzisyen olmanın getirdiği saygınlıkla toplumda (veya bulunduğu yerde) kabûl görüyor olsa da gidişatı belirleyen oluyor. Hapishanede görüştüğü Xatar ile diyaloğu belirleyici bu anlamda.

Fatih Akın’ın ne anlattığı veya anlatamadığı üzerine bir tartışma yaşanıyor. Filmde birçok belirsizlik var. Akın, eğer bir biyografi anlatıyor olsaydı, bu değerlendirmeler haklıydı… Ancak Akın, ötekilerin dışlanmışlıklarını, hayattan koparılmalarını anlatıyor. Ötekiler, hiçbir şeyi tam olarak yaşa(ya)madıkları için hayatlarının da tam olmadığını vurguluyor. Hem öyle olmasa Fatih Akın filmi olur muydu Ren Altını?

07 Temmuz’da gösterimde…

(04 Temmuz 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Fırtınalı Bir Yaşam

Fatih Akın’ın pandemi sonrası gösterime giren son çalışması ‘Ren Altını / Rheingold’ Kürt asıllı Alman gangsta rapçi Giwar Hajabi, nam-ı diğer Xatar’ın otobiyografik romanı ‘Alles Oder Nix’ten (Ya Hep Ya Hiç) uyarlanmış. Xatar’ın fırtınalı yaşamından ilk hatırladığı kareler bir Irak hapishanesinden. İran Kürtlerinden saygın bir besteci olan babası Eghbal Hajabi 1979 yılında Humeyni diktasınca aforoz edildiğinde karısı ile dağda özgürlük savaşçılarına katılıyor. Burada bir mağarada doğan oğlan çocuğa ‘acı çekmekten doğan’ anlamına gelen Giwar adı veriliyor. İran – Irak savaşının ortasında Bağdat’a doğru yola çıkan aileyi casus oldukları şüphesiyle Irak hapishanesinde zor günler bekliyor.

1986 yılında Fransa’ya iltica eden Hajabilerin Paris’teki düzeni ünlü bestecinin evi terk etmesi ile sarsılır. Müzisyen anne ev işlerine giderek aileyi ayakta tutmak için çabalasa da, piyano eğitimini yarım bırakacak olan Giwar yeraltı dünyasının girdabında bambaşka bir hayata yelken açacak, Fransa – Hollanda – Almanya üçgeninde küçük bir suçludan büyük bir uyuşturucu satıcısı düzeyine yükselişi pek hızlı olacaktır. Bir sevkiyatı kaybolunca, uyuşturucu çetesine borçlarını temizlemek için genç adamın devasa bir altın soyguna dahil olması kaçınılmaz olur. Yeniden hapishane yıllarına dönüş yapacak olan Giwar çileli başlamış hayatının öfkesi ve isyanını kelimelere döktüğünde -Kürtçe ‘tehlikeli’ anlamına gelen- Xatar adını alacak ve önünde gettolardan müzik listelerinin zirvesine uzanan yeni bir kapı açılacaktır.

Xatar’ın dramatik olduğu kadar şaşırtıcı öyküsü Akın’ın büyük ilgisini çekmiş ve senaryo yazımında öykünün ana karakteri ile işbirliği yapmış. Xatar’ın olgunluk dönemini Alman oyuncu ve karate şampiyonu Emilio Sakraya canlandırdığı yapımda Akın’ın göçmen getto yaşamı ve yeraltı dünyası bölümlerinde önceki filmlerinden aşina olduğumuz kıvrak anlatımına tanıklık ediyoruz. Guy Ritchie esinli soygun ve kaçıp kovalamaca bölümleri ise filmin dağıtımını üstlenmiş Alman Warner Bros aracılığı ile Hollywood’a bir selam çakma gibi duruyor. Ancak sinemacının 30 yılı aşkın bir yaşam dilimini iki küsur saat içine sığdırma çabası 2014 yapımı ‘Kesik / The Cut’ örneğinde olduğu gibi başarılı bir sonuç vermiyor. Giwar’ın ailesi ve kız arkadaşı ile ilişkisi son derece klişe sahnelerle geçiştirilmiş. Aynı karikatürize yaklaşımın müzik ve rap tutkusunun gelişim süreci için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Film iddialı ve eksantrik adını, post romantik dönemin dev Alman bestecisi Richard Wagner’in Nibelungenleid ismini taşıyan İskandinav mitolojisi esinli dört epik operası (ya da bestecinin tercih ettiği terminoloji ile ‘dram’ından) oluşan müzikal serinin ilk bölümünden almış. Mitolojik deniz kızlarının muhafaza ettiği Ren Altını esprisi Akın’ın kentten kente dağılan öyküsünü toparlamaya yetmiyor ne yazık ki.

(01 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzay-Zaman ile Barbut Oynamak

Çağdaş sinema endüstrisine yön veren dev şirketler rekabetinin son parlak ürünü ‘The Flash’ gösterimini sürdürüyor. Marvel’ın ‘Örümcek-Adam’ patentli çok başarılı animasyon serisinin devam filmi vizyonuna devam ederken, DC daha önce ‘Justice League’ dizisinde yardımcı karakter olarak boy göstermiş olan Flash önderliğinde kendi evreninin tüm süper kahramanlarına selam çakmış. Ezra Miller’in yeniden hayat verdiği Flash bilindiği üzere fırtınalı bir gecede yıldırım çarpması sonucu elektrik akımının kimyasallar ile etkileşimi neticesinde süper güçler kazanmış, Looney Tunes’un çöl kuşundan esinle ışık hızını aşan süratli koşucu özelliğine sahip bir karakter. Gündelik hayatında Barry Allen kimliği ile sakar ve gösterişsiz iken Clark Kent misali Superman’e dönüştüğünde harikalar yaratan bir süper kahraman.

Yönetmenliğini Andy Muschietti’nin üstlendiği yapım yüksek enerjili bir başlangıç sekansıyla açılıyor. Artık yaşanası bir kent haline gelmiş olan Gotham’da işler yine karışmış, patlamalarla sarsılan şehir hastanesinin doğu kanadı yıkılma noktasına gelmiştir. Batman Güney Amerika’daki bir volkan felâketi ile ilgilendiğinden sadık dostu Alfred (kısa performasında Jeremy Irons) bizim saf görünüşlü Allen’dan yardım ister. Flash kostümüne bürünen genç adam doğum koğuşunun patlayan camlarından yağmur gibi düşen bebekleri havada toplarken (burada ‘Baby Shower’ esprisi harika!) geri dönen Batman hastane kargaşasına sebebiyet veren virüs hırsızlarını köprüde geçen soluk soluğa bir mücadele sonucu haklar. Bu hızlı girişin ardından rutin hayatına döner ve kendi trajedisi ile baş başa kalır Allen. O da Batman gibi küçük yaşta yalnız kalmış, annesi gündüz vakti evlerine dalan meçhul biri tarafından bıçaklanırken suç marketten dönen babasının üzerine yıkılmıştır. Ertesi günkü duruşmada suçsuzluğu ispatlanamazsa babasından ömür boyu uzak kalması muhtemeldir. Işık hızını aşan sürati ile geçmişe dönebilen Allen gelişmelere müdahale ederek annesinin hayatını kurtarmayı, böylece bedbaht geçen çocukluğunu onarmaya niyetlenir. Lakin yaş almış ama formunda Batman’in (kısa rolünde Ben Affleck) tarihin akışına müdahale etmenin sakıncalarına ve uzay-zaman ile barbut oynanmayacağına dair tüm uyarılarına rağmen Allen dinlemez ve olayların akışını değiştirir. Saçlarına hafiften kır düşmüş annesi ile (hâlâ cazibeli Maribel Verdú) buluştuğu huzurlu yuvasına yeniden kavuştuğunda onu büyük sürprizler beklemektedir. Geçmişe yolculuk yaptığı yer farklı bir evrendir. Baba evindeki bu evrende 18 yaşındaki ergen görünüşlü Allen ile karşılaşır. Karşılaşmanın şokunu yaşarken güçlerini kaybettiğini anlar. 2013 tarihli ‘Çelik Adam / Man of Steel’in kötü Kriptonlusu General Zod (Michael Shannon) ortalığı talan etmek üzere yeryüzüne indiğinde Superman dahil diğer bir çok süper kahramanın bu evrende var olmadığını fark eder. Genç ikizi ile birlikte umutsuzca Batman’in malikanesine vardığında karşısına çıkan saçı sakalı birbirine karışmış emektar Batman’den (Tim Burton imzalı 1989 yapımı filmden Michael Keaton) yardım ister.

2013 yapımı ‘Mama’ adlı ilk uzun metrajı ile ilgi alanıma giren, Stephen King yapıtı ‘O / It’in övgüyle karşılanmış yeniden çevrimlerinin ardından DC patentli bir süper kahraman projesi emanet edilen Arjantin asıllı Andres (kısaca Andy) Muschietti bu sürprizli üstün yapım ile hayli uğraşmış. Filmin çift kişilikli ana karakterinin son dönemin en yetenekli oyuncularından Ezra Miller’e teslim edilmesi yerinde olmuş. 2011 tarihli Lynne Ramsay filmi ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need To Talk About Kevin’de övgü toplamış sorunlu ergen performansı ile sinema dünyasına adımını atmış olan Miller’in adı son dönemde kriminal olaylara karışmış olmasına karşın, cinsiyetsizliğine ilişkin cesur açıklamaları ile yankılar yaratmış olan oyuncudan vazgeçilmemiş. Genç oyuncu bu parlak ve yaratıcı öykünün duygusal damarını, ailesini yitirmiş Allen’ın hüznünü aktarmada gayet başarılı. Filmin sürprizleri yazdıklarımla bitmiyor. Beethoven 9. Senfoni koral pasajının prestissimo bölümünü andıran çoklu evren çarpışmasının doruğunda 80’li yıllardan günümüze DC evreninin çocukluk anılarımızda yer etmiş yüzleri bir bir karşımıza çıkıyor. ‘Geleceğe Dönüş / Back to the Future’ ruhundan hareketle anılar tazeleniyor, kaybettiklerimiz için hüzünleniyoruz.

(28 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ateş ile Suyun Dansı

Animasyon devi Pixar’ın son ürünü olarak 76. Cannes Film Festivali’nin kapanışında dünya prömiyerini yapan ‘Elemental: Doğanın Güçleri’ yönetmen Peter Sohn’un hayal projesiymiş. Koreli sinemacı ailesinin 70’lerin başında Amerika’ya gelişi ve Bronx’un küçük bir mahallesinde mütevazı bir market işlettiği yıllardan esinlenmiş. Bu çok kişisel olduğu denli evrensel nitelikteki büyük umutlar öyküsünü ustalıkla tasarladığı bir fantastik evrene taşımış.

Farklı diyarlardan gelen, farklı küçük mahallelerde farklı diller konuşan grupların kültür mozaiği ile New York City’yi anımsatan ‘Element City’ büyük kente göç ediş sırasıyla su, toprak, hava ve ateş topluluklarından oluşuyor. Ateş grubundakiler biraz sona kalmaları bir de tehlike (!) arzettikleri için asimilasyon sorunu çekiyor ve sürünün kara koyunu misali ‘öteki’ muamelesi görüyor. Ailesinin işlettiği ve ilerde bir gün başına geçmesini bekledikleri markette çalışan ateş kız Ember’ın (Türkçe dublajındaki adıyla Alev’in) zapt edilmesi zor sinirinin nedeni bundan kaynaklı. Su borusundaki arıza neticesinde tanıştığı sugillerden Wade ile (bizdeki dublaj adıyla Deniz) karşılaşması hayatında bir dönem noktası oluyor. Babasının dükkanını korumak isteyen ateş topu ile naif ve kırılgan su oğlanının zıt kutupların çatışması olarak başlayan birlikteliği Romeo ve Juliet misali tutkulu bir aşka dönüşmekte gecikmiyor.

Pixar’ın önce sanat departmanında işe başlayan, daha sonra öykü bölümünde çalışan, ses işlerine bulaşan yönetmen Sohn, tıpkı Ember gibi adım adım hedefledikleri için uğraş vermiş. Farklı elementlerin çatışması ve kaynaşmasını anlatan öykü hem kişisel hem de çağdaş göçmen sorununa yaklaşımı ile evrensel. Animasyon ile yaratılan renkli ve fantastik dünya Thomas Newman’ın etnik enstrümanlar kullandığı müzik bandı ile son derece etkileyici. Lauv’un seslendirdiği ‘Steal the Show’ şarkısını önümüzdeki yıl Oscar adayları arasında göreceğime de nerdeyse eminim.

Göçmen metaforu animasyon evreninde pek rastlamadığımız romantik bir aşk hikâyesi ile renkleniyor. Ember’ın öfkeli ateşi aşkın sihriyle yatışırken filmin görsel başarısı izleyeni büyülüyor. Çevrenin ‘Ateş ile Su asla birlikte olmaz’ dayatmasına, ‘sen beni söndürürsün, ben seni buharlaştırırım’ endişelerine sabırla göğüs geren (‘ufak ufak dokunuşlarla başlayalım’) ikilinin tutkulu ve komik aşkının her yaştan izleyiciyi etkileyeceğini düşünüyorum. Amerikan toplumunun röntgenini çeken senaryo, genç bireyin geleceğini köklerine bağlı ailenin istekleri değil kendi hayalleri doğrultusunda kurma çabasını destekliyor, küçük mahallelerde su baskınlarına yol açan dev transatlantik metaforuyla azgın kapitalizmin çevreye ve farklı kültürlerin zenginlik kattığı dünyamıza verdiği tahribata dikkat çekiyor.

(27 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Arkeolojinin Bin Gizemiyle Örülmüş Tutkulu Bir Macera: Indiana Jones ve Kader Kadranı

Tüm zamanların en iyi öykü anlatıcılarından biri olan Spielberg, ilkinin yaratıcı olduğu “Kamçılı Adam” Indiana Jones için gene çizgi roman tadında bir prodüksiyonun yapımcılığını üstlenmiş.

Yeni (belki de Harrison Ford için son) Indiana Jones, iki dünya savaşı görmüş, oğlunu Vietnam’a göndermek istemese de engelleyememiş ve ölümünün acısını yaşamış. Nazi subayların, savaş sonrasında ABD’deki çalışmalarıyla Ay’a gidişi görmüş…

Film, insanlık tarihi boyunca bilimin savaşlara hizmet ettiğini, bunun acısını da tüm dünyada herkesin çok çektiğini gözler önüne seriyor… Bu arada, barış isteyenlerin, barış için çaba harcayanların savaşları engelleyemediğini (devletlerin inanılmaz mücadelesini) bir kez daha görüyoruz, insani olmasına karşın. Paraya esir olmuş yakın arkadaşı, Dr. Shaw’ın kızı ile çatıştığını izliyoruz.

Düşbaz birinin hayali kahramanı

Spielberg, 1981 yapımı Kutsal Hazine Avcıları’ndan bu yana şimdiye kadar beyazperdeye aktarılmış en sevilen karakterlerden biri olduğuna hiç şüphe bulunmayan, Amerikan Film Enstitüsü’nün “tüm zamanların en iyi ikinci film kahramanı” olarak seçtiği Indiana Jones’i yine yalnız bırakmayıp James Mangold’a teslim etmiş. Senaryosu Jez Butterworth ve John – Henry Butterworth ile David Koepp ve Mangold tarafından George Lucas ve Philip Kaufman’ın yarattığı karakterlere dayanılarak yazılmış. Filmin müziklerini 1981 yapımı Kutsal Hazine Avcıları’nın da müziğini yapan John Williams bestelemiş.

Indiana Jones’tan, onun bir bakıma vurdumduymaz, kaygılı ama tasasız tavrından, şu geçen 40 yılı aşkın sürede etkilenmeyen var mıdır acaba? Hepimiz bir şekilde onu sevdik, benimsedik… bu kez, teknolojinin de desteğiyle geçmişi de takip ediyoruz. Gerçi teknolojiden yararlanılsa da yaşlanan Ford’un eski hareketliliğinin kalmadığı, durgunluğu üzücü, ama 154 dakikalık film, -arada kesintiler olsa da- soluksuz izleniyor, merak ve heyecan dorukta hep.

Film New York’ta, emekliliğe adım atan Indy’yi bulan vaftiz kızı, Helena Shaw (Phoebe Waller – Bridge), zamandaki çatlakları bulma gücüne sahip olduğu iddia edilen meşhur Arşimet Kadranı’nı aramak için yaptığı sürpriz ziyaretle işler değişir. Yıllar geçse de aradan, Nazi’ler kendilerini gizleyerek, uzay çalışmalarının başına geçmiş ve Jürgen Voller, (Mads Mikkelsen) başarı da elde etmiştir ve tabii, o da Kadranın peşindedir.

Tamam işte, öykünün temeli çatıldı bile…

Arşimet’in kadranı, zamanda yolculuk yapmaya fırsat yaratan bir alet. Arşimet, önemini ve özelliğini bildiği için, kadranı iki parçaya bölmüş ve saklamış. İki parçayı birleştirip de kurduğunuzda zamanda yolculuk bile yapabiliyorsunuz. Indiana Jones ile Helena Shaw ve tabii, peşindeki Nazi’ler birlikte bizi de geçmişe taşıyor. Arşimet’in o ünlü mancınıklarının da kullanıldığı savaşa katılıyorlar. Bir küçük ayrıntıyı da belirteyim: Helena’nın bakmakla zorunlu olduğu Teddy (Ethan Isidora) el hünerlerini (!) de kullanarak onları yalnız bırakmıyor.

Ne demiştik!

Dünyanın en iyi öykü anlatanlarından birinin yapımcılığını üstlendiği, dünyanın en iyi çizgi kahramanı denli benimsenen Kamçılı Adam’ı izlememek olmaz. Önceki maceralarının damaklarda (belleklerde) kalan tadıyla -ki, filmde geçmişi de görüyoruz- o güzel süreci bir kez daha anımsıyoruz.

Filmin sonunda da bir sürpriz var: Şapka. Sizi bilmem ama benim görüşüm, Indy’nin vaftiz kızı, Kamçılı Adam’ın yerine geçeceği… Öyle ya, kapitalizm gölgesinden yararlanmadığı ağacı keser.

30 Haziran’da gösterimde…

(26 Haziran 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Anderson Usulü Kozmik Hüzün

Çoklu evren çılgınlığının hüküm sürdüğü günümüz sinemasında Wes Anderson patentli özel aleme dalmaya ne dersiniz. Çağdaş sinemanın ayrıksı yaratıcısı yıllar boyu ilmek ilmek inşa ettiği evreninin son sürümü ‘Asteroit Şehir / Asteroid City’de bizleri 1950’li yıllara ışınlıyor.

Bizde ‘Alacakanlık Kuşağı’ olarak yayına girmiş 50’lerin ünlü TV dizisi ‘The Twilight Zone’ gizemini aratmayan açılışta Rod Serling kıvamındaki eksantrik sunucudan (Bryan Cranston) filme adını veren çok tutmuş sahne oyununun televizyona uyarlandığı bilgisini alıyoruz. Siyah – beyaz prologda, tam 785 kez sahnelenmiş oyunun yazım sürecine, Tennessee Williams esinli oyun yazarının (Edward Norton) yaratım sancılarına tanıklık ediyoruz. Derken perde renge bürünüyor ve 3 perdelik oyunun film versiyonunu izlemeye koyuluyoruz. Bu oyun içinde film süreci, oyuncuların sahne gerisindeki çalışma süreci ile iç içe geçerek Anderson yapıtının alıştığımız çok katmanlı yapısını oluşturuyor.

Güneybatı Amerika’nın 87 nüfuslu kurgu çöl kasabası, yaşı küçük dehası büyük kıdemsiz uzay gözlemcilerinin de davetli olduğu ‘Uzay Araştırmaları Kongresi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Savaş fotoğrafçısı Augie Steenback (Jason Schwartzman) ergenlik çağındaki parlak zekâlı oğlu Woodrow (Jake Ryan) için buradadır. Karısını erken yaşta yitirmiş olan genç adam, geçmişin acılarını ifadesiz bakışları ile maskeleyen ünlü yıldız Midge Campbell (Scarlett Johansson) ile karşılaştığında ruh ikizini bulduğunu anlar. İki yaralı ruh, kayıplarının hüznünü paylaşır bir süreliğine. Derken gizemli şeyler olmaya başlar. Tam ortasında 5000 yıllık meteor krateri bulunan çöllük araziden atomik testlerin sarsıntıları duyulur, ardından radyoaktif mantar bulutları yükselir. Seminer için toplanmış kalabalığın dehşetli bakışları arasında bir uzay gemisi sürpriz konuğu ile birlikte gökten iniverir. Herkesin bilinmezlik endişesi ile baş başa kaldığı süreçte yerleşim bölgesi güvenlik güçlerince karantinaya alınacaktır.

Anderson’ın uzun yıllar birlikte çalıştığı yapım tasarımcısı Adam Stockhausen ile birlikte yarattığı kurgu kasaba, yönetmenin alameti farikası farklı katmanlar içinde ayrıntılarla zenginleşen bir dünya yaratıyor. Renkli bölümler parlak -ki ne parlak- çöl ışığı izlenimini vermek için özel filtrelerle çekilmiş. Kimi çok kısa rollerde de olsa yönetmenin gözde yüzleri ve ilk kez çalıştığı birkaç düzineyi aşkın pek ünlü oyuncular insanoğlunun kozmik hüznünü, bilinmeyeni keşif arzusu kadar bilinmeyen karşısında telaşlı ve komik çaresizliğini ete kemiğe büründürüyor. Tek bir karesinden filmlerini tanıdığımız yönetmenin 2014 yapımı ‘Büyük Budapeşte Oteli / The Grand Budapest Hotel’ Anderson’ın Avusturyalı yazar Stephen Zweig’a yazdığı aşk mektubudur. Sondan bir önceki ‘Fransız Postası / The French Dispatch of The Liberty, Kansas Evening Sun’ hayranı olduğu ‘The New Yorker’ dergisi editör ve yazarlarına ve de Fransız Yeni Dalga ekolüne ithafıdır. Anderson bu defa 50’li yılların soğuk savaş iklimine odaklanarak ikinci büyük savaşın ardından dünya hakimiyetini ilan etmiş -ve henüz Vietnam bozgununu yaşamamış- kibirli Amerika’nın röntgenini çekmeye koyulmuş. Uzayı keşfetme tutkusu ile bilim adamlarıyla işbirliği yapmış generallerin hırslı otoriter dünyasında nükleer başlıklar yük vagonlarıyla taşınıyor çöllük ücra bölgeye. Atomik denemeler kaygısızca sürdürülüyor. İçine doğduğu kafası karışık Amerikan toplumunun 15 yıl öncesine neşter atan sinemacının sonraki çalışmalarından birinde kamerasını Vietnam trajedisi ile sarsılmış çiçek çocukları kuşağının Woodstock manifestosuna çevirmesini bekliyorum şahsen.

Bir söyleşisinde, John Ford westernlerinden, ‘The Petrified Forrest’ (1936) ve ‘Bad Day at Black Rock’ (1955) filmlerinin çöl sahnelerinden ilham aldığını ifade ediyor sinemacı. Final jeneriğine döşediği çocukluk anıları ile yüklü ‘Looney Tunes’dan ‘Road Runner’ esinli hızlı koşucu çöl kuşu ile yaşam hüznünü komikle buluşturan yapıtını noktalamayı tercih ediyor. Roman Coppola ile birlikte kaleme aldığı girift senaryonun siyah – beyaz katmanlarında ise 50’li yıllar New York tiyatro dünyasına sevgi dolu özlemi gözlemliyoruz. Elia Kazan esinli tiyatro yönetmeni (Adrien Brody) ile dönemin yükselen Metod oyuncuları hep bu dönemin nostaljik iz düşümleri olarak yerini almış. Jason Schwartzmann ile Margot Robbie’nin yer aldığı tiyatro binasının yangın merdivenlerinde çekilmiş uhrevi sahne ise filmin unutulmaz sekanslarından birini oluşturuyor.

(24 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali 16 Haziran’da Başlıyor

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İZFAŞ, İZELMAN ve Kültürlerarası Sanat Derneği işbirliği ile T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü katkılarıyla düzenlediği 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali, 16 Haziran Cuma günü açılış töreniyle başlayacak. İlk yılından beri teması sinema – müzik ilişkisi olan festival, filmlerde özgün müzik kullanımını özendirmek amacıyla, sinema – müzik ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyor, sinema ve müziği buluşturarak kültür endüstrileri içinde önemli bir yeri olan bu iki alanın sorunlarının tartışılmasına zemin yaratmayı ve zaman içinde bu alanlardaki üretimde İzmir’in payını artırmayı hedefliyor.

Tutsak Bedenler

‘Joyland’ ya da dilimizdeki karşılığıyla ‘Neşe Diyarı’ adına aldanmayın. Bu film hiç de mutlu bir dünyayı anlatmıyor. İlk uzun metrajını çeken Saim Sadiq imzalı yapım keyifli bir sahne ile başlıyor gerçi. Beyaz bir çarşafın altına gizlenmiş iki kız yeğeni ile şakalaşan Haider Rana (Ali Junejo) ile tanışıyoruz önce. Genç adamın görücü usulü evlendiği eşi Mümtaz (Rasti Faruk) ile baba evinde süren geniş aile düzeni, erotik dansların sergilendiği bir gösteri merkezinin dans ekibine katılması ile ters yüz oluyor. Uzun süren bir işsizlik dönemi sonrası gönülsüz olarak kabûl etmiştir iyi maaşlı yeni işini. Tepki çekmemek için de, karısı hariç evdekilere ‘tiyatro müdürü’ olduğu yalanına sığınır. Böylece bambaşka bir alemin içine dalan Haider eğlence dünyasında birlikte çalıştığı trans dansçı Biba ile tutkulu bir ilişkiye adım atar. Derken yıllardır bedenine hapsettiği bastırılmış arzuları gün ışığına çıkıverir.

Yakın trans arkadaşı yüz vermediği bir maçonun bıçak darbeleriyle gözleri önünde katledilmiştir Biba’nın. İş yaptığı alemde ‘öteki’ olarak damgalandığı için sürekli savunma halindedir. Haydar’ın şefkatli yakınlığında huzur bulur. Aynı huzur genç adamın evdeki karısı için de geçerlidir. Mümtaz kocasının işsiz olduğu dönemde çalışmaya başladığı güzellik salonunda makyözlük yeteneği ile övgü toplamış, lakin erkek çocuk beklenen evde üçüncü kızını dünyaya getiren eltisine yardım etmek üzere ev işlerine dönmek zorunda kalmıştır. Kocası ile cinselliğin pek uğramadığı dostça beraberliği onu eskisi gibi ayakta tutmaya yetmemektedir artık. Çevresindeki güçlü kuvvetli erkek bedenlere çekilen genç kadın kendisini hapislik hayatından azad etme cesaretini bulabilecek midir.

Yönetmen Sadiq (ya da Sadık mı demeli) doğup büyüdüğü Lahor’da çekmiş filmini. Din ve geleneklerin hüküm sürdüğü kara ikliminde ataerkil düzenin ezdiği bireyler Karaçi’nın okyanus iklimine ulaşabilecek midir. Her biri toplumun buyurduğu kalıplara -yönetmenin tercihiyle 4.3 formata- sıkışmış bu üç ruh ve üç beden için çıkış yolu var mıdır. Biri sessiz mücadelesine yenik düşüp yaşamına kendi elleriyle son verecek, diğeri özgürlüğün izini sürmeyi deneyecektir belki. Özgürlük beraberinde yalnızlaştırsa da kişiyi, toksik erkekler dünyasının engellerini aşarak kayalıklar arasından engin denizlere kavuşmanın bambaşka bir tadı olduğunun farkına varacaktır belki bir diğeri. Cannes Film Festivali tarihinde ana seçkiye kabûl edilen ilk Pakistan filminin yönetmeni Sadiq doğup büyüdüğü memleketin tutsak insanlarına öfkeyle değil, incelikli bir şefkatin gizleyemediği derin bir hüzünle bakarken insanlık, cinsellik, özgürlük hakkında sorularına yanıt arıyor ve umut yolculuğundan hiç vazgeçmiyor.

(16 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayali Bir Drama…: Asteroit Şehir

Tiyatro sahnesinde, sunucunun arkasındaki Asteroit şehrindeyiz, yıl 1955. Alabildiğine yalın bir dekor var ve sunucu bilgileri sıralar. Önemli bir mekânda olduğumuzu, anlatılanlardan öğreniyoruz. Milattan önce, hem de çok önce düşmüş bir meteorun krateri yanında kurulmuş bir merkez burası. Geleceğe yönelik hayallerin gerçekleş(tiril)mesi için herkesin bilimsel çalışmalara canla başla katıldığı bu merkezde, günün anlam ve önemine uygun bir ödül töreni yapılacaktır. Ödül törenine, Augie Steenbeck (Jason Schwartzman), üç kızı ve ödüle layık görülen genç oğlu Woodrow (Jake Ryan) ile birlikte gelir. …kader ağlarını bundan sonra örer.

Hollywood sineması biz izleyicilere ya kovboy filmleriyle yarattığı soykırımı ya da gelişkin teknolojisiyle hükmettiği dünyayı anlattı bugüne değin. Tabii ki, istisnalar kuralları bozmaz, ama bu gerçeği de kimse inkâr edemez. Ancak bu kez bir hayal dünyasında, gerçeklikleri farklı bir yolla aktarıyor. Yönetmen Wes Anderson oyun içindeki oyun ve onun içindeki bir oyunu anlatırken (tabii, oyuncu içinde oyuncu ve onu da oynayan bir oyuncu) konuyu bir televizyon programı aracılığıyla işliyor.

Düşündüren, düşündürdükçe de ileride (çok değil, tam tamına 15 yıl sonra) Ay yolculuğu ile hayatı da içeren bir öykünün görselleştirilmesi… Sanki bir daha izlemek istiyor insan, kaçırdığı olası ayrıntıları yakalayabilmek için… Tanıdık oyuncular Tom Hanks, Scarlett Johansson ve Jason Schwartzman bize hayaller dünyasında gerçeklik duygusu doğuruyor.

Bizim için (uzak olasılık olsa da) gelişmiş ileri ülkelerin yeniden uzay çalışmalarına başlaması haberlerinin gündem maddelerini oluşturduğu günümüzde, “Ay’a gidilmedi, Ay nurdur gidilemez” ya da “Kur’an’da yeri var” gibi spekülasyonların önünü kesecek ilginç bir film.

Augie ile oyuncu Midge Campbell (Scarlett Johansson) arasında bir etkileşim yaşanıyor. Çocuklar başta olmak üzere kimse o yakınlaşmayı kabûl etmiyor (yoksa ediyor da göstermiyor mu). Bir savaş fotoğrafçısı olan Augie, yakın bir zamanda eşini kaybetmiştir. Bir tas içindeki küllerini ve küçük kızlarını büyükbaba Stanley Zak’a (Tom Hanks) vererek Midge ile yaşamını sürdürmeyi kararlaştırır. Pantolonunun beline sıkıştırılmış tabancasıyla Zak, pek farklıdır, çocukları yanında toplamayı başarır.

1950’lerin Amerika’sının iki kutbunun tarihi ve mitleriyle dolu Asteroit Şehir, yönetmen Wes Anderson’ın yaptığı tüm filmlerden çok daha anlam katmanı yüklü. Başa dönersek: Tiyatro sahnesinin önündeki sunucu (Bryan Cranston), “Bu geceki program bizi yaratılışa ilk elden tanık olmak için sahne arkasına götürüyor. Amerikan sahnesinde sergilenen yeni bir oyunun bitişi.” derken hepimize yeni bir pencere açtığının farkında aslında…

16 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(16 Haziran 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

The Flash: Süper Kahramanlar Çoklu Evrende…

Yüksek hızlı, alabildiğine duygu yoğunluklu, yer yer kahkaha atacağınız, kimi zaman şaşırıp da kafanızda kasap çengeli soru işaretleri oluşacak, kimi neyi, niye ve nasıl istediğinizi belirleyemeyeceğiniz tam bir sinema şöleni.

The Flash’ı, hep yaptığım gibi mesajıyla değil, sadece (ama sadece) görsel gücü ve yarattığı şölen havasıyla değerlendirmeyi tercih ediyorum. Geçmişi değiştirmek, bırakın bugünün teknolojisini, hiçbir zaman mümkün olmayacak (“Olmuşla ölmüşe çare yok”, belirleyici bir atasözü, biliyorsunuz). Barry Allen (Ezra Miller), bir şekilde edindiği süper güçleri sayesinde iyilik yapan bir gençtir. Dışarıdan baktığınız zaman (Superman’deki Clark Kent’in dış görünüşünü hatırlayın) pek bir süper kahraman gibi gözükmese de giysisini giydiğinde her şeyin üstesinden gelebilecek denli güçlü, başarılı, akıllı, iş bitirici, çözüm bulucu haline dönüşür.

Küçükken annesinin öl(dürül)mesinden babasının sorumlu tutulmaktadır; hem anneden hem de babadan olmuştur; babasını hapisten kurtarmak, annesinin de ölümünün önüne geçmek için süper gücünü kullanmaya karar verir. Barry, her şeyi bırakıp bu sorunu çözmeye girişir.

Bırakın olur mu, olmaz mı tartışmasını… Sinema bir eğlence, eğlenme aracıdır (diğer tüm niteliklerinin yanında). Deprem, ardından seçimler, su baskınları, ekonomik zorluklar, çözümsüzlük gibi yaşamsal sorunlar yumağından sıyrılmak, LGS ve YGS cenderesinden kurtulmak için ve tabii, düş(ünce) dünyasında olsun bir miktar keyiflenmek için The Flash biçilmiş kaftan.

Tarihin akışını değiştiren olaylar çok fazla, ama dönüp de o olayları “öyle değil de böyle sonuçlansın” diye değiştirmek pek mümkün değil. Bilim insanları, araştırmacılar, sanatçılar, en çok da sinemacılar bu konu üzerine çok kafa yorup yepyeni düşünceler üretiyor, sunuyorlar. Evet, öyle değil de böyle olsaydı daha iyi (veya kötü) olabilirdi… Demek ki daha dikkatli olup, seçenekleri daha titiz eleyip, önünü ardını düşünerek karar vermek en doğrusu. Tabii ki, kitapları okuyup filmleri izleyerek olası benzerlikler bulunan durumlara karşı tetik durabiliriz.

Kelebek etkisi…

Bilinen bir örnekten yola çıkan The Flash, küçücük bir değişimin yıllar içinde ne denli büyük sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor. Turgut Özal’ı anımsayanlarınız vardır muhakkak… “Halamın bıyıkları olsa, amcam olurdu.” demişti… Barry’nin annesinin ölümünü, geçmişe gidip o anı yaşatmayarak, engellemesi dünyanın yörüngesinden oynaması kadar önemli değişiklikler yaratıyor. Biz de keyifle izliyoruz. Hemen belirtmem gerekir ki, bu dediğim, bilimsel araştırmaların yapılmaması, sürdürülmemesi anlamına gelmiyor.

Çoklu evren…

Barry, annesinin ölümünü geriye dönüp engellediğinde, çoklu evrene girer… Kimlerle buluşmaz ki orada. Hepimizin hafızalarında yaşayan Süperman’den, Batman’e, birçok “eski dost” süper kahramanı görüyoruz.

Ama en ilginci Barry’nin delikanlı haliyle erişkin halinin bir arada bulunması doğal olarak. Kuşkusuz iki Flash birbirini çekemeyip birçok çelişkiyi de birlikte çözmeye (ya da yaşatmaya) başlıyor. Onların çekişmesi de ilginç.

Son söz… Ezra Miller, başarılı olsa da taciz ve istismar suçlamaları nedeniyle pek sevebildiğim bir oyuncu değil. Kendisini cinsiyetsiz olarak tanımlayan oyuncunun, hırsızlık (son yıllarda üzerine çokça spekülasyon yaratıldı) yapmasını bile o kadar önemsemiyorum, ama taciz ve saldırganlık kabûl edebileceğim bir şey değil.

16 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(15 Haziran 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kara Komik Bir Yolculuk

Beau Wassermann korku ile doğum anında tanışıyor. Annesinin karanlığın içinden duyulan boğuk çığlıkları ve tekinsiz uğultular eşliğinde. Bebek ağlamıyor önce. Daha sonra poposuna vurulan hafif bir şaplakla hayatı tırmalamaya başlıyor. Amerikan bağımsız sinemasının genç yaratıcılarından Ari Aster’in merakla beklenen yeni filmi ‘Korkuyorum’ ya da özgün adıyla ‘Beau Korkuyor / Beau Is Afraid’ travmalarından muzdarip ana karakterinin hikâyesine böyle başlıyor. Daimi terapisti ile görüyoruz sonra onu. Uzaklarda yaşayan annesinin aramaları buradayken de kesilmiyor. Babasının ölüm yıldönümü münasebetiyle aylardır görmediği annesinin davetini -doktorunun ifadesiyle suçluluk duygusuyla- kabûl etmek zorunda kalıyor. Yozlaşmış Gotham kentini andıran New York sokaklarına çıktığında onunla birlikte baş döndürücü bir kargaşanın içine dalıyoruz. İlk 45 dakikada türlü belâ ve saldırıyı atlatıyor atlatmasına ama sonunda oturduğu mahallede terör estiren bıçaklı seri katilin ve yoldan geçmekte olan aracın çarpmasından kurtulamıyor.

Epizodlar halinde ilerleyen filmin ikinci bölümünde yaralı Beau onu kırsaldaki evlerine taşıyan cerrah ve karısının misafiri olur. Asker oğulları Nathan’ı Caracas’daki bir operasyonda kaybetmiş olan eksantrik çiftin Z kuşağından kızları uyuşturucu ve haplarla uçmuş haldedir. Çatışmada ölen oğullarının aksine eve yara almadan dönmüş, silahla oraya buraya saldıran ruhen sakat asker arkadaşı da bahçedeki karavanda yaşar. Dingin başlayan bu geçici konukluk kısa süre sonra ölümcül bir kaçıp kovalamaca ile sonlanacaktır. Yeniden baba ocağına doğru yola koyulur Beau. Issız ormanın derinliklerinde karşısına çıkan, kendilerine ‘Ormanın Yetimleri’ adını vermiş gezici tiyatro topluluğunun oyunu onun benliğini, geçmişini geleceğini sorguladığı düşsel bir deneyime dönüşür. Odysseus misali eve dönüş öyküsü ve geçmişiyle hesaplaşması nasıl sonuçlanacak ve 45 küsur yaşlarındaki bakir Beau sonunda huzura kavuşabilecek midir.

Sinema evrenine parlak bir giriş yaptığı 2018 yapımı ‘Ayin / Hereditary’ ve hemen peşinden ‘Ritüel / Midsommar’da travma sonrasında geçmişleri ile yüzleşmek zorunda kalan aile bireylerini konu alır Aster. ‘Ayin’de annesi tarafından sevilmediği yüzüne vurulan Peter, ailesine musallat olan ruhlara sığınarak kendine yeni bir aile bulur. ‘Ritüel’de ise ailesini feci bir biçimde kaybeden Dani, İsveç’in güneşli gecelerinde kendine yeni bir aile bulmanın mutluluğunu tadar.

‘Korkuyorum’ aynı minvalde doğumundan başlayarak travmalar yaşamış ana karakterin çıkış yolları arama çabası üzerinedir. İlk bölümler kara komik bir Amerikan kâbusu teması üzerinden ilerler. Post ‘Taxi Driver’ New York sokaklarında insanların birbirlerini bıçakladığına, serseri güruhun ev bastığına, izbe koridorların cesetten geçilmediğine tanık oluruz. Kırsala çekilmiş varlıklı ailelerin gencecik oğulları Venezuella’da -ya da Irak’ta, Afganistan’da- ölüp gittiğinde milli kahraman (!) olarak anılmasını acı bir tebessümle karşılarız. Dehşeti komikle buluşturan yaratıcı senaryosu ile Aster bu belki de en tekinsiz yapıtını ülkesi ve kentinin hınzır eleştirisi ile beslemekte gayet başarılıdır. Ülkenin genel travmasından bireysel travmaya geçiş sürecinde ise Beau’nun durumu Peter ya da Dani’den farklılık arzeder. Çok fazla kontrolün onun kişiliğini yok edişinden muzdarip Beau’nun benliğine döndüğü eve dönüş yolculuğu, annesinin ölümcül baskısından kurtulması için ona yeni ufuklar açacak mıdır?

Aster üç saat uzunluğundaki filminde alameti farikası yenilikçi kamera açıları, müzik kullanımı, düşlerin hayallerin gerçek dünya ile ustaca buluştuğu mükemmel kurgusu ve her cümlesi özel nehir senaryosu ile yine çok özgün bir çalışmaya imza atmış. Üçüncü epizodda Şilili yaman canlandırma ustaları Cristóbal León ile Joaquín Cociña’nın imzalarını taşıyan 12 dakikalık animasyon sekansı filmin zirvelerinden.

Daha fazla ayrıntıya girmek isterdim, ancak sürprizleri açık ederek bu baş döndürücü görsel – işitsel destansı serüveni geniş perdede izleme keyfini bozmak istemiyorum. Son bir cümle ile oyunculardan söz etmeden bitirmeyelim: filmi dört bir koldan sırtlamış aktör Joacquin Phoenix, ‘Napoleon’ ve ‘Joker’in devam öyküsüne hayat verdiği yoğun temposu içinde nüanslı yorumuyla harikalar yaratmış. Nathan Lane, Amy Ryan, Patti LuPone ve bağımsızların kraliçesi Parker Posey parlak yorumlarıyla bu uzun yolculukta onun can yoldaşı olmuşlar.

(09 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kuşaktan Kuşağa Travma Aktarımı

Rüyasında anne diye sayıklar Rama. Senegal asıllı Laurence Coly’nin 15 aylık kızını Kuzey Fransa’nın bir sahil kasabasında medcezir dalgalarına bıraktığı haberi onu fazlasıyla etkilemiştir. Kendisi ile yakın yaşlardaki memleketlisi böylesine kan dondurucu bir cinayeti nasıl işleyebilmiştir. Coly gibi o da beyaz bir adamla birliktedir ve dört aylık hamiledir.

Bir önceki otobiyografik filmi ‘Biz / Nous’ (2020) ile tanıdığımız Alice Diop, ‘en iyi ilk film’ ve ‘jüri büyük ödülü’nü kazandığı 79. Venedik Film Festivali’nden başlayarak ünü sinema alemine yayılan, Fransa’nın Oscar aday adayı olmuş ilk kurmaca uzun metrajı ‘Saint Omer’de 2013 yılında yaşanan gerçek bir olaydan, Fabienne Cabou’nun gizemli davasından yola çıkmış. Kurgu karakteri Rama gibi o da trajedinin izinden mahkemenin yapılacağı şirin Saint Omer kasabasının yolunu tutmuş, oturumları izlemiş, notlar almış. O dönemde böyle bir niyeti olmadığı halde, yıllar sonra kendi yaşamı ile paralellikler kurduğu bu davayı belgesel tadında bir kurgu öykü olarak çekmeye karar vermiş.

Diop’un alternatif benliği Rama’yı üniversitede verdiği dersinde tanıyoruz önce. Marguerite Duras şaheseri ‘Hiroşima Sevgilim / Hiroshima Mon Amour’dan alıntıda Nazi işbirlikçisi kadınların sıfıra vurulmuş saçları ile teşhir edildiği ünlü utanç sahnesidir bu. Partneri ile gittiği aile yemeğinde annesi ile gergin ilişkisini fark ediyor ve bebek beklediğini gizlemeye çalıştığını sezinliyoruz. Rama aynı Diop gibi duruşmayı izlemeye gidiyor.

İlk bakışta sabit kamera ile çekilmiş uzun monologları nedeni ile klasik bir mahkeme filmi izlediğimiz duygusuna kapılıyoruz. Ancak Diop’un yapıtı farklı sularda ilerleyen bir terapi sürecine dönüşmekte gecikmiyor. Kendi korkunç eylemini anlamlandırmakta zorlanan eğitimli Laurence’ın yanıt arayan gözlerinde ailesinin sömürge sonrası travmaları ile yüzleşiyor genç kadın. Film, karakterleri hakkında hiçbir ahlaki yargıda bulunmadan onların hakikatleri çözme çabalarına ortak eden tavrıyla, Laurence ile Rama’nın ortak aile tarihleri üzerinden Fransız toplumunun ‘öteki’yi aşağılayan ikiyüzlü tavrını açığa çıkarıyor.

Wittgenstein üzerine çalışmak istediği tez hocasının tanıklığında ortaya döküldüğü üzere ‘farklı bir kültüre gözünü açmış Afrika kökenli kadının, iyi eğitim almış olsa dahi, Avusturyalı bir düşünüşle ne ilgisi olabilir ki’! Kendini hep ezik ikinci sınıf vatandaş hissetmiş annesinin sömürge yılları ertesinde kızını ana dilini konuşmaktan men etmesi genç Laurence’ın bir arkadaş çevresine girmesini de engellemiştir. Yalnızlığı Fransa’daki üniversite yıllarında da sürecek olan genç kadının duruşma süreci giderek kuşaktan kuşağa aktarımın, anneden kız çocuğuna aktarılan travma deneyiminin ortaya döküldüğü gerilimli bir ‘aile terapisi’ seansına dönüşüverir. Genç kadının kederi Medea’nın trajedisine, Pasolini’nin ünlü uyarlamasının final bölümünde Maria Callas’ın hüznüne karışır. Nina Simone’un seslendirdiği ‘Little Girl Blue’ iki kuşağı acıda birleştirir. Caroline Shaw’un 8 ses için yazdığı enfes partita’sından tınılar içsel gerilimlerin dışa vurumuna dönüşür.

Alice Diop kendi toprağını, kendi hikâyesini duygusallığa prim vermeden aktarırken, Claire Mathon’un enfes kamera işçiliği ve iki oyuncusunun (Rama’da Kayije Kagame, Laurence’de Guslagie Malanda) ölçülü yorumları sakin görünümü altında nefes nefese izlenen filme büyük katkı sağlar. Son dönemin en iyi filmlerinden biri olan ‘Saint Omer’in sinema salonlarına gelişi biraz gecikmeli oldu, kaçırmamaya çalışın.

(08 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Transformers: Canavarların Yükselişi

Birkaç gün önce yapay zekânın, yöneticisinin sözünü dinlemeyip kendi bildiğine (önceki emre itaat ettiğine) hareket ettiğine, yöneticisini öldürmeye çalıştığına dair bir haber vardı. Şaka gibi, ama ürkünç. Gerçekten ne olacağını bilemediğimiz, öngöremediğimiz bir döneme giriyoruz. Dünyayı robotlar mı yönetecek?

Robotların ilk örneklerini filmlerde gördük. Filmlerde gördüklerimizin yaşanacağını, hayatımızı belirleyeceğini düşünerek kendimizi hazırladık. Kimi zaman iyi şeyler de çıktı, kimi zaman yanlışlıklar serisi de belirleyici oldu. Yapılanların ne sonuç vereceğini bilemediğimizi kabûl etmemiz gerekiyor. GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) yiyecekler, açlığa çözüm bulacağı inancıyla geliştirildi, ama öyle olmadığı çok kısa bir zaman içerisinde görüldü. Ama yine GDO’lu ürünlerin yaşamamızı ne denli değiştirdiğini de kullanabildiklerimizden biliyoruz. Demek ki, robotlar da yaşamımızda şimdikinden çok daha etkin yer alacak. İnsan zaten zorunlulukları nedeniyle değil mutluluğu ve huzuru için barış içinde yaşamalı. Teknoloji geliştikçe birçok şey değişti, değişecek. İnsanlar daha az çalışacak; gezmeye, görmeye, eğitime, bilime daha çok zaman ayırabilecek. İşleri robotlar yapsın.

Önceden görme işine liderlik diyoruz

Sanatçılar hep önceden görüyor ve işaret ediyorlar… Georges Méliès, 1902’de “Ay’a Seyahat” filmini yaptığında, insanların Ay’a gidebilecekleri hayal bile edilmiyordu. Jules Verne de benzer romanlar yazmadı mı? Aradan geçen yıllar, onların öngörüleri doğrultusunda çalışan bilim insanları tarafından tahayyül edilenlerin gerçekleşmesini sağladı.

Sinemacıların, yine teknolojiyle doğru orantılı, hayalleri geliştikçe beyazperdeye yansıyanlar daha da güzelleşti, ilginçleşti… Bunların başında Transformers serisi geliyor. Bizim kuşağın karada ve suda giden araba sevdası, bugünün çocuklarında Transformers ile hayatı değiştiren arabalara dönüştü.

Görselliği yüksek Transformers’ların her geçen gün gelişmesi doğal, buna da bağlı olarak yeni temalar, yeni arabalar, yeni modeller ve yeni insanlar katılıyor aralarına.

Bu kez Güney Peru’daki 15. yüzyıl Inca kalesi Machu Picchu’da, 1887’de bıraktığımız Transformers’ların duygularını yakalamaya çalışıyoruz. Yıl, 1994 olmuştur, temel aktörler değişmese de birçok giren ve çıkan vardır filmin kadrosuna. Görüntüleri çekip bilgisayarlar yardımıyla stüdyoda filme dönüştürmek yerine, yerinde çekimler yapılınca daha bir ‘canlı ve dinamik’ olmuş perdeye yansıyanlar.

Sinemanın 37 sözcüğü var, biliyorsunuz: İyi – kötü, zengin – yoksul bunların en çok kullanılanı. Bu dramatik yapıda da iyi – kötü çatışması var; tek farkla iyiler de araba, kötüler de… Dünyayı ele geçirmek isteyen kötülere karşı mücadele eden iyilere bu kez iki siyahi genç de katılıyor: Noah Diaz (Anthony Ramos) ve Elena Wallace (Dominique Fishback). Sürükleyici ve dolu bir film. Hayalin ne kadar gerekli olduğunun kanıtı da aynı zamanda.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(08 Haziran 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com