Kategori arşivi: Yazılar

1990 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

Bu araştırma sinema alanında araştırmalar yapan Hayri Çölaşan tarafından 2009 yılından beridir düzenli yapılan ve kameraarkasi.org web sitesinde yer alan veri tabanı çalışmasından çıkan sonuçtur.

Türkiye’nin yurtiçi ve yurtdışında düzenlediği, yabancı ülkelerin de Türkiye’de düzenlediği film festivalleri, yarışmalar ve gösterimler çerçevesinde, her türden filmin, projelerin, senaryoların sayısı, istatistikleri, aldığı ödüller, görev yapan jüri üyelerinin istatistikleri, özel ödülü verilen kişiler, destek alan projelerin yer aldığı gelişmiş bir festival yıllığı. Sinema yazarlarına, araştırmacılarına, akademisyenlere, sinema öğrencilerine, film yönetmenlerine, festival yöneticilerine, festival danışmanlarına ve sosyolojik çalışmalara çok yönlü bir kaynak oluşturmaktadır.

Yabancı ülkelerde bile yapılmayan bu kaynak birçok şekilde kullanılabilir. Birisi size “Bu yıl en iyi belgesel, kurmaca, deneysel, animasyon filmleri hangileri” diye sorarsa, deneysel film çekmek isteyen bir kısa filmci, ülkemizde çekilen ödüllü deneysel filmleri öğrenmek ve seyretmek isterse, bir öğretim üyesi dersinde güncel ve ödüllü filmleri örnek vermek isterse, bir televizyon kanalı veya kısa film programı ödüllü filmlerden bir seçki göstermek veya bir sinema programında kullanmak isterse. Bugüne kadar hiçbir kamu kurumu, dernek veya kuruluşun hazırlayamadığı işte bu liste size referans olacaktır. İlk defa film çekecekler için örnek olarak gösterebileceğiniz bir film listesi. Festivallerin veya sinema kulüplerinin gösterim seçkileri için iyi bir referans. Okuldaki veya kişisel film arşiviniz için seçki listesi. Televizyon programlarına konuk olacak yönetmen ve film tercihlerinde yardımcı olabilecek bir araştırma.

Jüri üyeleri için acaba seçimimde ne kadar başarılıyım, yılın en iyi filmlerine ben ne oy vermişim sorusunun cevabı. Festival yöneticileri için jüri üyeleri ne kadar başarılıydı sorusunun cevabı. En fazla jüri üyeliği yapan tecrübeli jüri üyelerinin listesi. Festival yöneticileri yılın en iyi filmlerini göstermeliyiz ama hangileri sorusunun cevabı.

Kısacası ülkemiz sineması için dönüp arkamıza bakabilecek verilerin olduğu, bu yıl biz ne yaptık sorusuna cevap olabilecek bir kaynak.

2009 yılından bugüne yazılan kitaplar aşağıdaki linklerden takip edilebilir:

1990 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2010 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2011 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2012 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2013 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2014 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2015 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2016 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2017 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2018 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2019 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2020 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2021 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2022 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2023 Film Festivalleri Değerlendirmesi

(02 Mart 2024)

Sinema Yazarı, Araştımacı,
Festival Danışmanı
http://www.hayricolasan.com
[email protected]
0535 566 7340

Gelecek Bugünde Gizlidir: Dune -Part 2-

İlginç geliyor, değil mi; 100. yüzyılın başındayız… Günümüz, 21. yüzyıl olduğuna göre, torunlarımızın torunlarının da göremeyeceği bir dönemde geçen bir film: Dune. Dune’un ilk bölümü 2021 yılında, Pandemi döneminde çekilmiş ve epey ilgi çekmişti. Her ne kadar istenen gişe başarısını yakalayamadığı söylense de sinefiller, ikinci kısmını merak, heyecan ve umutla bekliyordu. Yanılmadılar, muhteşem bir görselliğin içerisinde, müthiş bir film izleyecekler.

Bilindiği üzere, Frank Herbert’in bu çok sevilen, çok okunan kitabı, sinemacıların da çekmek istediği öyküler arasında ilk sıralarda yer alıyordu. Her ne kadar daha önce birkaç kez çekilmişse de istenen (edebiyatın yarattığı imajı bir filmin yaratması pek mümkün değildir, yönetmenin imajı belirleyicidir çünkü) etkiyi, doğuramadı. “Ben daha iyi çekerim” diyen gelsindi… İşte geldi de: Yönetmen koltuğunda Denis Villeneuve’ün oturduğu, “Dune: Çöl Gezegeni”nin ardından “Dune: Part 2” de gösterime giriyor. Türkçede 6 cilt olarak İthaki Yayınları arasından çıkan kitabın yine Dost Körpe çevirisiyle yeniden yayımlandığını görüyoruz. (2021 yılında 14. baskı, 2024 yılında 1. baskı… Yayınevi neden yeni baskısına birinci baskı demiş, bilemiyorum.)

Dune adıyla bilinen Arrakis gezegeni, evrende baharat adı verilen bir yanıyla uyuşturucu, diğer bir yanıyla da enerji kaynağı maddenin çıkarıldığı tek gezegen. Bir çöl gezegeni olan Dune’u, Harkonnen Hanedanı yerine Atreides Hanedanının yönetmeye başlayacak olmasıyla bir şeyler değişmeye başlar. Genç varis Paul Atreides, belki bir Mesih, belki de bir yol göstericidir. Adını kendisi alır: Muad’Dib.

Çölde yaşam

Aradan geçen onca bin yıla karşın değişen bir şey yok yaşamda. Su en büyük sorun. Günümüzde öyle değil mi? İktidar mücadelesi iki hanedan arasında kıyasıya, ölümcül bir savaşa yol açıyor. Bugün farklı mı? Bir aydan daha az zaman kaldı yerel yönetim seçimleri bile inanılmaz polemiklerle sürüyor, haksız mıyım?

Kitaptan bir alıntıyla başlamam gerekirse… “Ortodoks bir dine siyasetin karışması kaçınılmazdır. Bu iktidar mücadelesi Ortodoks cemaatinin eğitimini ve disiplinini etkiler. (…) Liderliklerini korumak için tamamen oportünist mi olmalı, yoksa Ortodoks etiği adına kendilerini feda mı etmelidirler?” Çölde yaşayanların biraz mistik, biraz geleneksel, biraz da kendi güçlerini inançlarıyla korumaya çalıştığı kumulu, akılcı bir önder düze çıkarabilir. İşte, o zaman Paul, çölün bir parçası olmaya karar verir.

Yakın planın muhteşem duygusu…

Yönetmen Denis Villeneuve ve Greig Fraser’in başarılı görüntüleri ile Hans Zimmer’in etkileyici müzikleriyle tam bir görsel şölen izliyoruz. Yakın planın muhteşem duygusu içinizi sarıyor. Belki bilinen bir hikâye, aşina olduğumuz konu ve olaylar ama işlenişiyle, yaratıcılığıyla, etkileyiciliğiyle “tam da bu” dedirtiyor. Gençler, madem para veriyoruz, hak ettiğimiz zamanı kaplasın diyormuş ve filmler bu beklenti doğrultusunda uzamış. Ancak bana biraz (biraz mı) uzun geldi.

Uçsuz bucaksız çölde kimi zaman kızgın güneşin altında birer siluet olan oyuncuların görünüşü de alabildiğine estetik. Çatışma ya da gerçek adıyla savaş sahneleri de çok etkileyici. Romanı okuyanlar, yaşama bakışı, biraz da siyasi, toplumsal ve ekolojik bir bakışı da yakalayacaklar muhakkak. Sinema, eğlendiriciliği nedeniyle olsa gerek bunca derinlemesine bakmıyor. Önce filmi izleyenler, yönetmenin imajına gerçekten kendi imajlarını katarak yepyeni bir ruh oluşturacaklardır daha baştan.

01 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(28 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Ne Kadar da Bize Benziyorlar

Hannah Arendt, totalitarizmin vardığı son noktada saf kötülüğün ortaya çıktığını yazar. Paris’te Fransızların yönetimindeki toplama kampından ABD’ye kaçarak Nazilerin elinden kurtulmuş olan Almanya doğumlu Yahudi kökenli felsefecinin yaşamı, bir kitabına da ad olan ‘kötülüğün sıradanlığı’ konusunda tartışmalara adanmıştır. Hitler ve Nazi yönetiminin ölüm saçan uygulamaları, Yahudi ırkının toplama kamplarının gaz odalarında yok edildiği toplu soykırım vahşeti sayısız kitap ve filmde ele alındı bugüne kadar. Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın bu en büyük insanlık suçunun özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor.

Oxford doğumlu Martin Amis’in 2014 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, 2 dakika kadar süren koyu karanlık ile açılırken, deneysel çalışmaları ile bilinen besteci Mica Levi’nin izleyeni aklın alamadığı bir gerçekliğe hazırlayan tekinsiz müziği kapkara statik perdeyi doldurmaya başlıyor. Yakından bildiğimiz saf kötülüğün ayak sesleridir bunlar. Müzik kaybolurken kuş cıvıltıları işitilmeye başlanır. Auschwitz ölüm kampının komutanı yarbay Höss ve 5 çocuklu ailesi ormanlık alanın nehre ulaştığı noktada dostları ile birlikte güneşli bir günün keyfini çıkarmaktadır. Yüzme partisi sona erdiğinde ferah konutlarına dönen ailenin rutin hayatını gözlemlemeye başlarız. El ayak çekildikten sonra komutan baba kapıları kilitler, ışıkları söndürür.

Kampın hemen bitişiğindeki evde hizmetkarlarıyla rüya gibi bir hayat kurmuştur Höss ailesi. İşkolik Rudi (Christian Friedel) kampı denetlerken karısı Hedwig (Sandra Hüller) ev düzeni ve yoktan var ettiği bahçesi ile ilgilenir. Aile cenneti yudumlarken bahçe duvarı ve üzerindeki dikenli tellerin ötesindeki cehennemde tarihin en korkunç katliamı gerçekleşmektedir. Bahçeye sızan kokuyu duymayız ama hissederiz. Ölüm fabrikasının bacalarından yükselen dumanları uzaktan görür dehşete düşeriz. Kamera film boyunca kampın içine girmez ama makinelerin homurtusunu, aralıklı silah seslerini, gaz odalarından yükselen acı çığlıkları Johnnie Burn imzalı allak bullak edici ses tasarımı yoluyla işitirken kanımız donar.

Aile iki adım ötelerindeki dehşete ilgisiz olarak gündelik yaşamını sürdürmektedir oysa. Doğum günleri kutlanır, dostlarla havuz başı partisinde eğlenilir, nehir kıyısı gezmeleri yapılır, karı koca gece ayrı yataklarda refah gelecek düşleri kurar. Bayan Höss bir mahkûma ait kürk manto ile aynanın karşısına geçer. Bir başka mahkûmun rujunu keyifle dener. Bir diğerinin diş macununa gizlediği mücevheri eline geçirdiği için mutludur. Alt gelir gruplarından gelmiş, mutlak diktatöre biat etmek suretiyle düşledikleri burjuva hayatına kavuşmanın hazzı ile sarhoş Höss’ler tüm insani değerlerini kaybetmiş gibidir. Totaliter düzenin ulaştığı bu son noktada vicdan ve ahlaki yetilerini yitirmiş bir toplumun mercek altına alınmış bireyleridir onlar. Bu ultra natüralist deneyimin son derece dehşete düşürücü olması ve izleyeni derinden etkilemesi işte bu ‘ne kadar da bize benziyorlar’ duygusundan ileri gelir. Evet onlar canavar değil sıradan insanlardır. Ve Glazer’in altını çizdiği gibi bu hikâye yalnızca geçmişe değil günümüze de aittir. Filmin dünyada yaygın gösterimini sürdürdüğü son dönemde İsrail yönetiminin Gazze’de uyguladığı mezalim tarihten hiç ders almayan insanoğlunun genetik gaddarlığının son tezahürü değil de nedir!

Müzik ve ses tasarımının da desteğiyle deneysel mükemmelliğinin doruğuna ulaşan filmde Glazer deneklerini bir bilim insanı titizliği ile misroskop altında incelemeyi sürdürür. Çiftin kimi senaryoda yazılı kimi doğaçlama sahnelerinin önemli bölümü eve ve bahçeye yerleştirilmiş küçük gizli kameralarla çekilmiş, görüntü yönetmeni Łukasz Żal’den donuk, mekanik bir renk paleti kullanması istenmiş, uzak planlar, en fazla omuz çekimleri kullanılmıştır. İngiliz sinemacı bu denli karanlığın içinde küçük bir direniş ışığı, bir ümit kapısı aralamayı da ihmal etmez. Evin büyük kızının gece karanlığına sızarak açlıktan ölmek üzere olan mahkumlar için çalışma alanlarına elmalar bıraktığı hayalet izlenimi veren sahnelerde termal kamerayla kullanılır. Bu bölümün savaş yıllarında Polonya direnişinde kavga vermiş, çekimler sırasında Höss ailesinin tam 4 yıl yaşamış olduğu evde ikamet eden 90 yaşındaki Alexandria’nın kendi anılarından senaryoya dahil edildiğini ayrıca not düşelim.

Mutluluk ve dehşetin bu denli bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izleriz. Küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunmaktadır. Sözgelimi Polonyalı mahkûm işçi Rudi’nin çizmelerini temizlerken su kırmızı akar; bahçıvan kamptan gelen külleri gül bahçesinin toprağına serper; büyük oğlan küçüğü bahçe odasına kilitlediğinde dışardan gaz tıslaması taklidi yapar ya da aynı oğlanlar altın dişleri üzerinde çene kemiği iskeletleri ile oyun icat ederler. Güllerin alının perdeyi kaplayarak kıpkırmızı bir kan gölüne dönüşüvermesi birikmiş isyanımızın görsel bir dışavurumudur sanki. Bu görsel detaylar dışında kulağın işittiği dehşet çok daha şiddetlidir. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkûmun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder. Boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan.

(22 Şubat 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Gülmeye İhtiyacımız Varmış, Gerçekten: Senden Başka

Sosyal, siyasal, ekonomik, kişisel ve hepsinin üstüne, felâkete dönüşen çevresel sorunlar yaşıyoruz birbiri ardına. Yetmezmiş gibi seçimler de yaklaşınca hemen her partinin vaat adı altında sıraladığı projeler hayatımızı kararttı neredeyse. Şeriat istemeyen bir avukat, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten tutuklanması talebiyle gözaltına alındı, ardından da adli kontrolle serbest bırakıldı; laik bir ülkede. Anlaşıldı, Anayasa gibi laiklik de lafta. Yazık!

Böylesi karmaşık ve Berat Albayrak’ın görevden affını istediği mesajında belirttiği gibi “at iziyle it izinin karıştığı” bir ortamda insan biraz nefes almak, rahatlamak istiyor. Sinema da -bize okulda öğretildiği gibi ağırlıklı olarak eğlenme amaçlı olduğundan- bu rahatlamayı, nefes almayı sağlayan en güzel imkân. Tam da burada, “Senden Başka” gerek romantik komedi unsurları, gerekse aydınlık görüntüleriyle iyi bir seçenek.

Yönetmen Will Gluck’ın, senaryosunu da yazdığı, bir yanıyla bilindik, bir yanıyla da merak ettiren ve başarılı rejisiyle “Senden Başka”, olmadık bir sıkışıklık içerisinde birbirleriyle tanışan iki gencin, Bea (Sydney Sweeney) ve Ben (Glen Powell), hem geçmişlerini unutmak hem de yeni bir geleceğe yelken açmak isterken arkadaş kurbanı olmalarıyla başlıyor. İkisi de en yakınlarına etkilenmemiş gibi davranıp umursamaz cevaplar verince ve daha da önemlisi ikisi de bunları duyunca araları daha da açılır. Ortak arkadaşları, kardeşleri ikisini de evlenme törenine çağırır. Orada bir “oyun” oynamak, birbirleriyle ilişkileri varmış gibi davranmak zorunda olduklarını görür ve bu oyunu kabul ederler.

Düğünün yapılacağı Avustralya’da, Sidney’e giderler. İlgimi çeken öncelikle yeşillik oldu. Bizde olmayan yeşil kent onlarda apaçık ve gerçekten çok. Gündüz ve gece manzaralarıyla kent tanıtımı da çok yerinde… yani çağırıyor insanları. Bu, bir anlamda turizm daveti ve biz zaten yeşili yok ettiğimiz için (ormanları otel yapımı, maden sahası açmak, otoyol ve havalimanı yapmak için katlettik) böylesi bir turizm daveti pek mümkün görünmüyor.

Filme girmeden önce gençlerin eskisi kadar sosyalleşmediği üzerine konuşuyorduk; yeni kuşakların sorunu olarak gördük bu kapanıklığı… Bu ve benzeri filmler umut verici olabilir, tabii izlerseniz.

23 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(20 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Şeker ve Şiddet

Çağımızın en önemli sinemacılarından Yorgos Lanthimos’un Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü son şaheseri ‘Zavallılar / Poor Things’i merakla bekliyorduk. Beklediğimize değdi. İskoçyalı Alasdair Gray’in 1992’de yayımlanan aynı adlı çizgi dışı romanından uyarladığı son çalışması, sinemacının İngilizce dilinde çektiği ‘İstakoz / The Lobster’ ve ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’in ardından anarşist ve sinik tavrının tavan yaptığı bir başyapıt.

‘Zavallılar’ çağdaş bir Frankenstein öyküsünden yola çıkıyor. Babadan bilim adamı Dr. Godwin Baxter (Willem Dafoe) köprüden atlayarak intihar eden genç bir kadını yeni dünyaya gelmiş bebeğin beyni ile yaşama döndürüyor. Sıra dışı bir zihniyete sahip babanın kesip biçtiği deney ürünü oğul, bu defa kendisi bilimin sınırlarını zorlamış ve tanrısal (ön adına dikkat!) girişiminde soyadını verdiği Bella’yı (Emma Stone) yaratmıştır. Günde 15 kelime öğrenen Bella beden yaşı ile zihin yaşının çakışma sürecini, deney şartlarının kontrol altında tutulduğu dış dünyanın tehlikelerinden uzak, korunaklı ve de eğlenceli bir ortamda tamamlar. Beyni hızla gelişirken Bella yaşadığı malikanenin çatısından gözlemlediği dünyayı keşfetme arzusu ile dolup taşmaktadır. Cinselliği uyanmaya başladığında doktor babası genç kızı asistanı Max (Rammy Youssef) ile evlendirme kararı alır ve onların her daim aynı evde yaşamalarını ister. Gelgelelim uçkuruna düşkün avukat Duncan Wedderburn (Mark Ruffalo) cazip çocuk kadını tecrübeye, temasa, özgürlüğe açmak, göz alıcı yaratığı dünyaya salıvermek niyetindedir. Jerskin Fendrix’in uyumsuz müziği ile açılan ilk bölüm bu noktada siyah – beyazdan renkliye döner ve Bella’nın hayata yelken açtığı müthiş serüveni başlar.

Lizbon’da dünya dediklerinin ‘coşkulu zıpzıp’ (furious jump) adını verdiği seks oyunları ve bir nefeste yutulan şekerlemeler yanında öfke ve şiddetten ibaret olduğu gerçeğiyle tanışması uzun sürmeyecektir. Wedderburn ‘sadakat bana göre değil, bana aşık olmanı istemem’ dese de başka erkeklerin genç kadına ilgisi onu çılgına çevirir ve genç kadını daha kolay kontrolü altında tutmak için İskenderiye seferini yapan gemi yolculuğuna çıkarır. Lüks yolcu gemisinde tanıştığı entelektüel Harry (Jerrod Carmichael) İskenderiye durağında onu dünyanın tüm yoksulluğu, emek sömürüsü ile tanıştırır. İnsan doğasının onulmaz zalimliğine tanıklığı onun çocuk kadınlıktan deneyime, bilgiye, eleştirel düşünceye akışının başlangıcı olur. Dünyanın sınırlamalarını kavramaya başladığı bu dönemde Harry’den ‘kendini gerçeklerle koru, dinlere, kapitalizme, sosyalizme hiçbir şeye inanma!’ öğüdünden hareketle ‘paranın bir hastalık olduğu’ gerçeği ile buluşur. Kendi kendisinin üretim aracı olduğu keşfettiği süreçte Fransız kerhanesinin alabildiğine leş, bazen eğlenceli seks buluşmalarında komik olduğu kadar hüzünlü insanlık manzaralarına tanıklık eder. Bella yorulur, hırpalanır ama şeker dükkanına düşmüş aç çocuk misali herşeyin tadına bakar, herşeyi deneyerek büyümeyi seçer. Özgürlük arayışı bir çoğumuz gibi onu da yalnız ve bitkin bir serüvenciye dönüştürür bazen. İşte o zaman ‘arayışlarımın yükünden kurtulmak beni rahatlatacaktır belki’ cümlesini kurar. Bella’nın kişisel ve sosyal bilinci geliştikçe ona cinselliğin kapılarını açan cazip partnerine olan ilgisini kaybedecektir.

‘Köpek Dişi / Kynodontas’ yönetmeninin gözde teması ‘kontrol’ tüm ihtişamıyla sahnededir. Duncan ve sonrasında hayatına giren erkeklerin kontrol altına almaya zorladığı Bella özgürlük mücadelesinde kararlıdır. İnsanlık ahvalini, dikte ettirilen kuralları sorgulamaktan hoşlandığını her söyleşisinde dile getirmiş olan Lanthimos kuralları eğip bükmenin, onlar ters yüz edildiğinde neler olacağının tasavvuru ile eğlenmektedir. Yalnızca ‘Tanrı’ dediği yaratıcı babası genç kadının duygusal yolculuğuna ve hayata özgürce yelken açmasına mani olmayacak ve yaşama gözlerini yumarken bilimsel mirasını kızına emanet edecektir.

Gray’in çizgi dışı metninden yola çıkarak daha önceki çalışmalarında ustalıkla inşa ettiği kendine özgü sinema evreninde ihtirası ve zalimliği ile insan ruhunu didik didik etmeyi sürdürüyor Lanthimos. Ömer Behiç’in (Kırık Hayatlar / Halit Ziya Uşaklıgil) ‘insanlar! insanlar! hepsinin göğsü yırtıcı bir hayvanın zulümlerini saklıyor’ çaresizliğindeki onulmaz melankoliye yer yoktur onda, ama tespit aynıdır: insan ’vahşet saçan bir varlıktan’ başka bir şey değildir. Raskolnikov’u çağrıştıran alter egosu Harry, felsefenin vakit kaybı olduğundan dem vurarak ‘felsefe ile iyileşme fikrinin gaddar hayvanlar olduğumuz gerçeğinden kaçmaktan ibaret olduğunu’ dillendirecektir. Film, erkekler dünyasının taleplerine karşı duran ve onlara ‘ben senin fethedilecek toprağın değilim’ deme cesaretini gösteren Bella’nın kişiliğinde sinemada kadın özgürlüğünün en güçlü manifestolarından biri aynı zamanda. Lanthimos’un ‘en pozitif, en umut dolu filmim’ nitelendirmesi bu yüzden anlamlı.

Tuhaf Yunan Dalgası’nın öncü isminin bugüne değin çektiği Anglosakson sermayeli en yüksek bütçeli filminde kendine özgü sinemasının tuhaflığı ve hınzır nüktesinden ödün vermemeyi sürdürüyor. ‘Zavallılar’ biçimsel büyüleyiciliği ile göz kamaştırırken, çocuk kadınlıktan bilim insanlığına uzanan süreçte her planda var olan Emma Stone kusursuz performansı ile tam anlamıyla yıldızlaşıyor. Mutlaka izlenmeli.

(16 Şubat 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kötülüğün Sıradanlığı ya da… İlgi Alanı

Sinema görsel bir şölen. Her ne yaparsa, her ne anlatırsa görselliği öndedir ve ağırlık da o izlediklerinizde olacaktır.

Ancak Jonathan Glazer’in İlgi Alanı (The Zone of Interest) filmi sessizliğiyle ve kokusuyla inanılmaz güçlü ve bir o kadar da değerli bir gerilim yaratıyor. İkinci Dünya Savaşında, ünlü toplama kampı (aslında cezaevi olarak inşa edilmişse de), imha etme ve krematoryum olarak kullanılan Auschwitz’te dünyanın gördüğü en büyük kitle kıyımını sadece ses ve kokuyla aktarıyor.

24 saat düzeniyle çalışan o iğrenç insan öğütme merkezinden makinelerin tekdüze sesi hep kulaklarda… Kurtulmak ne mümkün! İnsan nereye kadar alışabilir? Gelir gelmez evi de bahçeyi de rahatlığı da çok seven büyükanne dayanamayıp kaçıyor.

Çok yıllar önce Sam Peckinpah’ın (Bring Me The Head Of Alfredo – Bana Onun Kellesini Getirin) filmini izlediğimde bunca yoğun duymuştum filmden yükselen kokuyu, şimdi, “İlgi Alanı”ndan sonra hâlâ burnumda o koku. (Bu arada, Yavuz Turgul’un Av Mevsimi filminde ‘çaylak’ polisin ellerini yıkasa da çıkaramadığı ceset kokusunu unutmamalı…) Glazer, o kokuyu hissettiriyor.

Rudolf Höss (Christian Friedel), Auschwitz toplama kampının komutanıdır, eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve çocuklarıyla birlikte geniş bir avlu içinde yüzme havuzu da bulunan, sera yapabildikleri, çiçek yetiştirebildikleri, kovan kurup bal elde edebildikleri evlerinde -görünüşte- çok da mutludurlar. Evleri yüksek beton duvarlarla çevrilidir ve üzerinde dikenli teller vardır. Duvarlar evi değil toplama kampını korumaktadır aslında. Komutanın işi kolay, getirilip yakılarak yok edilen Yahudilerden kalanları evine gönderip ailesinin de rahat etmesini sağlamaktadır. Kimi zaman bir astragan kürk, kimi zaman altın dişler, kimi zaman iyi kıyafetler gelmektedir. Kadının yardımcıları Yahudiler arasından seçilmiştir, hepsi sonlarının ne olacağını bildiklerinden pür dikkat işlerini yapmaktadır.

Arada yanlışlıklar da olmaz değil… Bir gün derede yüzerlerken bir kemik bulan komutan çocuklarını apar topar çıkarır ve neredeyse kazırcasına yıkanırlar. Bahçedeki çiçekler insan külüyle sulanır. Çocukların en büyük oyuncağı altın dişlerdir. Komutanın titizliği de göz ardı edilmemeli… Yönetmen bazı şeyleri göstermese de anlatmayı iyi başardığı için derme çatma ve alabildiğine kirli bir çeşmede yıkanması iyi bir detay. Bu arada, filmde neredeyse hiç detay plan yok. Geniş planlarda kampın bacalarından çıkan kara dumanlar göze çarpıyor.

Biz izleyici olarak sadece tanıklık ediyoruz yaşananlara. Alabildiğine güçlü bir gerilim var zaten filmde, ister istemez gözlerinizi bile yummaktan kaçınıyorsunuz, kaldı ki başka bir şey… Sinemanın başarısı.

16 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(14 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Memleket Gibidir Okul

Polonya göçmeni Carla Nowak’ın yeni göreve başladığı sıfır tolerans ilkesine bağlı ilköğretim okulunda disiplin ön plandadır. Arka arkaya yaşanan hırsızlık olayları kurumda huzuru kaçırırken bir Türk öğrenci önyargıya dayalı bir biçimde suçlanır. Öğrencilerin bireysel özgürlüğünü savunan idealist Carla, yabancı kökenli öğrencisine uygulanan ayrımcı uygulamadan büyük rahatsızlık duyar ve olayı bireysel olarak araştırmaya karar verir. Sınıfında okuyan Oskar’ın annesi okul çalışanı bayan Kuhn’u gizli kamera kaydı ile teşhis ettiğinde tek arzusu bilerek ceketinin cebinde bıraktığı cüzdanından çalınan paranın iadesi ve belki küçük bir özürdür yalnızca. Ancak işler böyle gitmez. Kuhn önce inkâra kalkışır, daha sonra ayrımcı bir dille kibirlendiği Carla’yı kişilik haklarını ihlâlle suçlar. Böylece çözümü basit bir mesele okul yönetiminin ve öğrenci gruplarının dahil olmasıyla beklenmedik bir noktaya evrilmeye başlar.

Dünya prömiyerini 2 ödülle döndüğü Berlin Film Festivali’nde yapmış olan taze Oscar adayı ‘Öğretmenler Odası / Das Lehrerzimmer’i izlerken ‘Gemide’nin ünlü repliği düştü aklıma. Erkan Can’ın ağzından kültleşmiş monologda ‘gemi’ memleketi çağrıştırır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde herşeyin düzenli ve kontrol altında tutulduğu okullar için de böyle düşünmüş olmalı filmin Türk asıllı yönetmeni İlker Çıtak. 2019 yapımı ‘Söz Senettir /Es gilt das gesprochene Wort’ filmi ile tanıyıp sevdiğimiz sinemacının İstanbul Alman Lisesi’nde eğitim gördüğü dönemde 14 – 15 yaşlarındayken başlarına gelen benzer bir hadiseden yola çıkarak sınıf arkadaşı Johannes Duncker ile ortaklaşa kaleme aldığı metin tek mekânda başlayıp bitiyor. Okul, yöneticileri, öğretmenleri, öğrencileri, velileri, öğrenci temsilcileri, okul gazetesi çıkaran ekip başta olmak üzere öğrenci grupları ile Almanya özelinde çağdaş demokratik toplum düzeninin minyatürü olarak yorumlanmış.

Topluluğun dar alandaki paslaşmaları basit bir olay zincirinden gerilimi giderek yükselen kaotik bir sürece doğru hızla yol alırken Çatak’ın yüreği idealist öğretmenle birlikte çarpıyor kuşkusuz, ancak öteki karakterleri ele alırken klişe iyi – kötü ayrımından özenle uzakta kalmış. Herkese kulak veriyor, anlamaya çalışıyor. Haklı haksız yarıştırması yapmadan tüm tartışmaları perdeye taşıyor. ‘Korsaj’dan hatırladığımız Judith Kaufmann imzalı 4:3 dar format usta içi görüntü tercihi tek mekândaki sıkışmışlık hissini aktarırken, gerilimin giderek doruğa tırmandığı anlatıda başta Carla olmak üzere karakterlere yakın plan odaklanmamızı sağlıyor. Kamera yerinde durmuyor zaten. Marvin Miller’in yine yönetmenin isteği doğrultusunda ağırlıklı olarak kalın yaylıları kullandığı müziği daha ilk plandan yaklaşan gerilimli tartışma ortamını haberliyor. Okul mekânında sıradan bir hırsızlık olayı Çatak’ın detayları oya gibi işleyen kıvrak ve usta işi yorumuyla derinleşiyor, çağdaş Batı toplumlarının adalet, kişilik hakları, göçmenler, ayrımcılık gibi temel meseleleri üzerine bir manifestoya dönüşüyor. Carla Nowak’ta mükemmel bir performans sunan Leonie Benesch’in bir sahnede öğrencileri ile birlikte ellerinden geldiği kadar çığlık atması sistemdeki kaosa rağmen çıkış yolu arayışlarının sembolüne dönüşüyor. Çatak’ın final jeneriğine döşediği dingin Mendelsohnn müziği ise (‘Bir Yaz Gecesi Rüyası / Ein Sommernachtstraum’ uvertürü) bu kaotik düzende umudu barındıran bir nevi soluk alma molası olarak düşünülebilir.

(08 Şubat 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kendi Kendimizin Üretim Aracıyız: Zavallılar

Filmde, benim başlığa çıkardığım cümle, yaptıkları iş nedeniyle kendilerini tanımlamak için kullanılmış olsa da, insan yaratma (!) nedeniyle filmin ana teması, savsözü olarak öne çıkıyor.

Frankeştayn’ı biliyorsunuz, modern Prometheus… Peki, aynı düş(ünce) başkaları tarafından geliştirilemez mi? Alasdair Gray, Glasgow’da, dişi Frankeştayn öyküsü yazar, aslından yüz elli yılı aşan zaman sonra. Doktor Frankeştayn bir canlı yaratır, öykü doktorun üzerine yoğunlaşır. Gray ise Doktor Godwin (ilginç değil mi, tanrı ve kazanma sözcüklerinin bileşimi) üzerine değil yarattığı canlı, kadın üzerine kurar öyküsünü. Bizim, “Zavallılar” olarak izlediğimiz filmi Yorgos Landhimos çekmiş. Görselliği başarılı, oyuncular başarılı, müzik izleyiciyi taşıyor ve film bittikten sonra da o duygu, o heyecan, o yenilik sürüyor insanın zihninde…

Yaşamına, bilinçli olarak son veren hamile kadının karnındaki bebeğin beynini kadına aktaran Godwin (Willem Dafoe), bedeni gelişkin ama beyni çocuk olan kadını (Bella) (Emma Stone) bir yandan eğitir, bir yandan da üzerinden bilimsel araştırmalar yapar. Bu bir yabancılaşmadır ve sinema yabancılaşmayı gerçekten çok severek kullanır (değerlendirir).

Film; Bella’nın, hapsedildiği laboratuvardan çıkıp toplumsal ahlâk (baskı) ve görgü kuralları, cinsellik, aşk, sosyal sınıf, yoksulluk ve hepsinden önemlisi erkeklerin dünyayı kontrol etme çabalarıyla dolu gerçek bir dünyayla karşılaştığını anlatıyor. Diyalektik olarak hiç bilmediğiniz, duymadığınız, üzerinde eğitim almadığınız bir şeyi olduğunca kavrayamaz, anlayamazsınız. Erkek egemen ve buna da bağlı olarak feodalizmden kurtulmuş, kapitalizme hızla giden dünyanın toplumsal kuralları, ahlâk anlayışı/baskısı o çizgide gelişir. Ona ters yapılan her şey (düşünceniz bile) itici, kötü, yanlış olarak algılanır. Bunun, bizdeki tipik örneği; Kürtlerle barış çabası -açılım süreci- ve Gezi Direnişi sonrasında haksız, hadsiz, hukuksuz tutuklanmalar ve verilen cezalardır. Bella da aynı nedenlerle toplum içine çıkarılmaz, çıktığında da anlaması, anlaşılması kolay değildir. Duygularını niye saklamak gerektiğini bilemez. Tıpkı beslenmek, barınmak, yürümek gibi bir şeydir seks de onun için.

Eğitimin yararını çok açık bir şekilde izliyoruz. Bella, bütün yönlendirmelere (Godwin’in asistanıyla evlendirilmesi isteğine), itirazlara (çapkın Duncan Wedderburn’ün –Mark Ruffalo- kendisini kaçırıp cinsel obje olarak kullanmasına) ve cinselliğin parayla alınıp satılmasını anlamamasına rağmen bildiği gibi yaşar, iyi bildiğini yapar, kötü bildiğinden kaçınır, karşı çıkar.

Wedderburn ile çıktıkları gezide, aynı gemide yolculuk eden insanlara karşı söyledikleri şaşırtıcıdır. Oysa Bella, kötü niyetli, art niyetli veya içten pazarlıklı değildir. Kumardan kazanılan parayı yoksullara vermek için gemi personeline -ki, o gemicilerin parayı kendi ceplerine atacakları yüzde bin beş yüz nettir- teslim etmesi tam da bu duygunun yansımasıdır.

Doktor Jekyll gibi…

Dr. Henry Jekyll’in hikâyesini okumuş veya izlemişsinizdir. Kişilik bölünmesi diyebileceğimiz bir vaka üzerinden insan anlatılır orada; iki tarafı olduğuna inanır Dr. Jekyll insanların, melek ve şeytan yüzü. Muhakkak ki, birebir değil, ama birbiriyle bağlantılıdır “Zavallılar” ile… Godwin, babasının deneğidir, Bella’yı da denek olarak kullanır (bu arada kafası köpek bedeni tavuk, kafası ördek bedeni keçi yaratıklarla deneyler yaptığını belirtmek gerekir). Bella, bazı hazları deneyimleyerek bulurken; Godwin, babasının ileride karşılaşması olası durumları öngörerek hiçbir şey yaşa(ya)mamıştır. Bella’yı Godwin’den ayıran en önemli fark budur.

Yönetmen, birkaç aşamalı filmin özellikle ilk bölümünde siyah beyaz görüntüyü tercih etmiş; biraz rüya, biraz hayal, biraz gizem katmış bu… Set tasarımı ve görüntüler alabildiğine estetik ve gerçekten büyüleyici.

Kitap olarak…

Hep tartışılagelen bir şeydir, roman mı daha başarılı o romandan uyarlanan film mi? Muhakkak ki, iki sanatı kıyaslamamak gerekir. Ancak unutulmaması gereken, edebiyatın imaj yarattığı, filmin ise imajın imajı olduğu için hayale farza yer bırakmamasıdır. Hep verilen bir örnektir (Yaşar Kemal için örneğin) bir yaprağın düşüşünü 60 sayfaya yayılır. Oysa filmin süresini de göz ardı etmemek gerekir muhakkak, yönetmenin (senaristin) görmek istedikleriyle sınırlısınızdır. İskoçya’nın önemli yazarlarından Alasdair Gray’in 19. yüzyıl sonlarında yaşamı anlattığı “Zavallılar” İthaki Yayınları (çeviren Süha Sertabiboğlu) arasından çıktı. Şöyle bir karıştırma fırsatım oldu, epey ilginç. Zaten yayımlanmasıyla çok ses getirmiş… Şimdi sıra (ya koydum bile) kitabı da okuyup filmle karşılaştırmakta.

09 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(06 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Rehber

Mert Erez’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği Rehber adlı kısa filmin başrollerinde Murat Kılıç, Damla Sönmez, Kemal Burak Alper, Sercan Gülbahar, Meltem Berber, Burak Özbaykuş ve Nebil Sayın oynuyor. Filmde, Ali yıllar önce terk ettiği kasabasına oğlu İsa’nın ölümü üzerine geri döner ve döndüğünde hiç tanımadığı oğlundan geriye kalan eşyalarla yüzleşir. Bir cüzdan, bir fotoğraf ve oğlunun cep telefonu. Ali, oğlunun cep telefonunun rehberinde kayıtlı insanlarla konuşarak oğlunun izini bir dedektif gibi sürer ve onu tanımaya çalışır. Film dünya prömiyerini 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yaptı.

  • Basın Bülteni
  • Fragman
  • IMDb
  • Korkut Akın Yazıyor

Rehber yazısına devam et

Uyuduğunda Zihnindeyim

Saçı dökülmüş orta yaşlı adam adam havuz çevresindeki sararmış yaprakları süpürürken, yeni yetme kız bahçe sandalyesine bağdaş kurmuş kaygısızca tırnakları ile oynamaktadır. Tepeden düşen demirden anahtarlık bahçe masasının camını tuzla buz eder aniden. Sonrasında yine gökten düşen ayakkabı tekinin suda yüzdüğünü görürüz. Derken hacimli bir diğer cismin çıkardığı ses havuzun içinde yankılanır. Genç kız ‘Şeytan’ filminin Regan’ı gibi havalandığında dehşet içerisinde babasına seslenir ancak adam hiçbir müdahalede bulunmadan umursamaz bir biçimde işini yapmayı sürdürür. Ürkütücü bir ses bandı ile açılan ‘Rüya Senaryo / Dream Scenario’nun ilk düş sekansıdır bu.

Kızı Sophie bu tür rüyaları üçüncü kez görmüş ve öğretim üyesi Paul Matthews her seferinde hiçbir şey yapmadan öylece hareketsiz kalmıştır. Bu konuda kendisi de şaşkındır. Mesele aile içinde halledilir de benzer rüyalar başta öğrencileri ve çevresindekiler olmak üzere sayıları gittikçe artış gösteren bir insan topluluğu tarafından deneyimlenmeye başlayınca Paul anında bir fenomene dönüşür. Televizyonlara çıkar, röportajlar yapılır. Ortalığı kasıp kavuran bu rüya salgını silik akademik hayatında tek arzusu olan yıllardır başlayamadığı kitabını yazmak ve bunu saygın bir yayınevine kabul ettirmek için büyük bir fırsattır onun için. Reklam ajansının Sprite markasının yüzü olması ya da Obama’nın düşlerine girmesine ilişkin önerileri, hele hele ajansta çalışan ‘96 doğumlu güzel Molly’nin kendisinin ana aktörü olduğu seksi rüyasını yeniden yaşama isteği karşısında şaşkınlığı büyür. Ancak her yükselişin bir düşüşü olacaktır. Rüyaların pasif aktörü zihinlerine daldığı kişileri Freddy Krueger misali vahşi bir biçimde katletmeye başladığında Paul toplumun nefret objesine dönüşür. Artık herkesin lanetlediği düşlerin seri katilidir o.

Son dönemin ilgiye değer absürd komedilerinden olan ‘Rüya Senaryo’yu Kristoffer Borgli yönetmiş. Ülkemiz izleyicisi Norveç asıllı sinemacıyı bir önceki çalışması ‘İlgi Manyağı / Sick of Myself’den hatırlayacaktır. Geçtiğimiz yıl özellikle ‘Başka Sinema’ çevresinde büyük ilgi görmüş olan film ilgi manyaklığının ve göz önünde olma arzusunun varabileceği noktalar üzerine hayli absürd bir kara komedidir. Yönetmenin üçüncü uzun metrajı olan ‘Rüya Senaryo’ aynı minval üzerinde rekabetçi çağdaş tüketim toplumunu, popüler kültürün kurbanlarını, linç kültürünü kıyasıya eleştiriyor, çabuk ulaşılan zirveden tepetaklak düşüşün ironisini yapıyor. Uç noktaları denemekten çekinmeyen genç sinemacı yılların deneyimli aktörü Nicolas Cage’i mükemmel bir biçimde kullanırken, final bölümüyle yakın geleceğin kara komik dünyasına göz kırpıyor. Bu farklı ve eğlenceli kabusu deneyimlemenizi öneririm.

(02 Şubat 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Usul Esastan Önce Gelir (mi?): Öğretmenler Odası

İşte, okulda, sokakta, yaşadığımız her yerde bir aradayız; kim neci, ne yapar, neyi niye yapar bilemediğimiz gibi gizli saklı yapıldığında da saptayamayabiliriz. Hırsız da, yalancı da, kötü niyetli olan da var muhakkak. Temkinli oluyoruz o nedenle, kapımızı kilitliyoruz, pek tanımadığımızla sıkı fıkı olmamaya çalışıyoruz. Ama ya o(nlar) aynı işyerinde birlikte çalıştığımız insanlarsa… İki seçenek çıkıyor önümüze: ya sessiz kalacağız ya da itiraz edeceğiz.

İlker Çatak’ın, Almanya’nın Oscar adayı da gösterilen filmi “Öğretmenler Odası” tam da bu ikilemi anlatıyor. Tabii, benim yukarıda yazdığım kadar basit değil çözümü bulmak. Mahalle baskısı belirleyici. İnsanların sosyal, dini ve etnik (özellikle artan göçmenlikle birlikte ırkçılığa varan) durumları karar vermede en önemli etkenlerden. Bir de yönetimin (bunu sadece bir okul, bir işyeri, bir fabrika olarak alabileceğimiz gibi ülke olarak da düşünebiliriz) “aman tatsızlık çıkmasın” düşüncesiyle, muhafazakâr tutumu da eklenince çözüm giderek daha da zorlaşıyor. Hemen baştan söyleyeyim: Kürt sorununun çözümlenememesi de aynı nedene bağlanıyor. Egemen erk işine geldiği kimi zaman barışçıl kimi zaman savaşçıl oluyor.

Matematik ve beden eğitimi öğretmeni Carla, (ayrımcılığı ortadan kaldıracak “günaydın” uygulaması ile 0,9 ile 1 arasında bir sayı var mı sorusu da gösteriyor ki, sorgulayıcı bir eğitim taraftarıdır) okula yeni gelmiştir. Sınıfı, Türk, Kürt, Arap, Polonyalı, Hristiyan, Müslüman öğrencilerden oluşuyor. Çocuklar arasında -aslına bakarsanız- çok kolay çözümlenebilecek bir hırsızlık, etnik kimliği nedeniyle bir çocuğun üzerine atılıyor. O çocuğun yapmadığı belirlense de, okul yöneticileri ve onu suçlayan öğretmenler (hatta veliler bile) özür dilemekten kaçınıyor; kaldı ki okulun “sıfır tolerans” kararı var.

İhkak-ı hak

Bizim ülkemizde sürekli yapılmak istenen (genellikle de yapılan) kendi işini kendin gör mantığıyla hüküm vermek ve ceza kesmek, hukukta kabûl gören bir şey değil. Hukukçu olmadığım için nerede ve nereye kadar doğrudur, nereden sonra “suç” oluşturur, bilemiyorum. “Sallandıracaksın Taksim’de, bak bakalım bir daha yapıyorlar mı” diyenler, bin yıllardır aynı suçların işlendiğini nedense göz ardı ediyor. Şimdi bizde idam yok, ama varken, onlarca insan asılırken de cinayetler işleniyordu, soygunlar yapılıyordu… Demek ki, başka bir şey yapmak, düşünmek gerek.

Carla, okul yönetiminin ve öğretmenlerin bu duruma göz yummasının hata olduğunu kanıtlamak için gizli kamerayla çekim yapar ve bir kişinin hırsızlık yaptığını belirler. Ancak o, bir Almandır ve okul yönetimi gibi veliler de o “hırsız”dan yanadır. Düğüm orada daha da sıkılaşıyor… gizli kamerayla çekim yapmasının yanlış olduğu belirtilerek (her ne kadar hırsız kadın okuldan uzaklaştırılmışsa da) Carla’ya karşı da tavır alınır. Karla’nın da bir göçmen olduğunu belirtmem gerekiyor mu, neden suçlandığını anlatmak için…

Her şeye rağmen Carla, iyiden, idealist diyebileceğimiz kadar doğrudan, ama özellikle de çocuklardan yana davranmayı sürdürür. Yönetime ve arkadaşlarına anlatmaya çalışır. Kopya çeken, arkadaşını döven, hatta kendisinin bilgisayarını kanıt yok etmek adına kaçırıp atan çocuğa karşı aynı davranır.

Bir yere kadar…

Burada aklımıza gelen bir soru var… Sineklerin Tanrısı romanını (en azından filmini) biliyorsunuzdur. Yazarının Nobel aldığı bu romanda, çocukların içlerindeki iktidar hırsıyla akla gelmeyecek kadar kötü olabileceği anlatılıyordu. Sonradan kurgu olduğu belirtilen bu romanda yaşananların gerçeği yansıtmadığı Rutger Bregman’ın, “Çoğu İnsan İyidir” kitabında anlatılıyor.

Bir okul, bir derslikteki öğrenciler, öğretmenler üzerinden anlatılsa da, “Öğretmenler Odası” üzerinde yaşadığımız dünyanın, ülke iktidarlarının, yönetim sistemlerinin eleştirisi olarak gösteriyor kendisini.

Evet, usul esastan önce gelir. Evet, yalanla dolanla, gizli kamerayla, işkenceyle elde ettiğiniz kanıt/itiraf üst mahkeme tarafından geçersiz sayılır ve davanın yeniden görülmesi istenir. Suçlamanın haklı ve geçerli bir temele oturması istenir. Sanık (veya hükümlü) belki de o fiili işlemiş olabilir, ancak iddia makamının daha farklı deliller sunması istenir. “Öğretmenler Odası”nda da, benzer bir durum söz konusu… Konu yüzeysel gibi gözükse de alabildiğine derin ve gerçekten çok, hatta çoktan da çok önemli.

Böylesi bir durumda (bizim ülkemizdeki siyasiler edinilmiş bilgileriyle kendilerince karar varırlar ve halk da bunu kabul edebilir, ama gerçeklik hiç de böyle sürmüyor) ne yapılması gerektiğini tartış(tır)an “Öğretmenler Odası”nın izlenmesi ve çerçevesinin genişletilerek tartışılması (yerel seçimler öncesi, oy kullanmadan) gerekli, bence.

Filme gelince… Yine Aytekin Çakmakçı’yı anmadan geçemeyeceğim. Ünlü ve gerçekten de başarılı görüntü yönetmeni Aytekin, “Bir filmde görüntüyü, kamera hareketini, oyuncunun oyununu görmüyorsanız (unutuyorsanız), film sizi taşıyorsa, o filmin kameramanı doğru iş yapmıştır.” diyordu. Erken kaybettik, doğanın kucağında yine kamera elinde görüntü peşinde koşuyordur muhakkak.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(29 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Onca Dehşet ve Ölüm Varken

*Dikkat: sondan ikinci paragraf filmin finaline ilişkin ‘spoiler’ içermektedir*

Mülteciler meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüz yüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bizde de kısa bir süre gösterimde kalmış Altın Ayı ödüllü filmi ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu belki de en önemli toplumsal sorununa çevirmiş, belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz yapıtında acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasına çabalamıştı. Sicilya’nın güneyinde bulunan Afrika’ya en yakın İtalyan adası Lampedusa’da 18 ay geçiren sinemacı, bu süre zarfında sayısız trajik olayla karşılaşmış, tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna, denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefalete tanıklık etmiş. Yakınlık kurduğu Nijeryalı mülteciden bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını, yüzlercesinin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini dinlemiş. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ederken şiirsel yakarışıyla dünya kamuoyunun ve Avrupa’nın suskunluğuna son vermesini hedeflemiş.

Keza festivallerde ve de ‘Başka Sinema’nın özel gösterimlerinde sınırlı sayıda izleyiciye ulaşan ‘Tenere’ yine böyle bir çabanın ürünüdür. Gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez’in görüntü yönetmenliğini ve kurgusunu da üstlendiği müthiş belgeseli adını Büyük Sahra’nın göbeğinde çöl yolcularının yararlandığı su kuyusuna sahip bölgesinden alır. 2010 yılında cüzdanındaki tüm banka kartlarını kırıp, son parasını çocuklara dağıtarak Türkiye’nin sınır bölgelerine bisikletiyle yolculuk etmek üzere yola çıkan kendi imkanlarıyla çektiği belgeselinde, Agadez şehrinden yoksul Nijerlilerin ailelerini geçindirmek için Sahra çölünü geçerek Libya ve çevresine yolculuklarını anlatır. Nuh’un gemisini andıran bir kamyon üzerinde 5 gün 5 gece süren bir ölüm yolculuğudur bu. Sahra’nın merhameti yoktur, yakaladığını yutar. Şanslı olan varmak istediği yere varır.

Bu hafta bizde de gösterime giren çağdaş İtalyan sinemasının öne çıkan isimlerinden Matteo Garrone imzasını taşıyan ‘Kaptan Benim / Io Capitano’ bu yürek yakıcı meseleyi gündemde tutmayı hedefleyen son çalışma. Romalı yönetmenin olayların geçtiği mekânlarda amatör oyuncularla çektiği Venedik’ten 4 ödüllü son filmi, Rosi ve Söylemez’in belgesellerinden farklı olarak kurmaca bir çalışma. Senegalli Seydou kuzeni Moussa ile birlikte Avrupa’ya kapağı atma hayalleri kuruyor. Aileleri mütevazı bir dükkan işleten yeni yetmeler geçimden ziyade daha özgür bir geleceğe yelken açmanın, Seydou cep telefonunda imrenerek takip ettiği pop müzik ünlülerinden biri olarak hayran ordusunu peşinden koşturmanın derdindedir. İki genç, Seydou’nun annesinin ve onları başlarına gelebilecekler hususunda sertçe uyaran esnaf abilerinin sözünü dinlemeyip, inşaatlarda çalışarak biriktirdikleri para ile yola koyulur. Anzaklı gençlerin serüven uğruna Çanakkale’ye gelmeleri misali bu yolculuğun hiç de kolay olmadığını idrak etmeleri uzun sürmez gerçi. Hasan Söylemez’in ‘Tenere’de tanıklık ettiği ölümcül Sahra yolculuğunun son etabında sadece güçlüler ve şanslılar hayatta kalmayı başarır. Sonrasında da Libya mafyasının işkence odalarından sağ çıkabilenler.

Güney İtalya’da mafya ve şiddet sarmalını ele alan 2008 yapımı ‘Gomorra’ ile ilk çıkışını yapmış olan Garrone bizde gösterime girmeyen ‘Masalların Masalı / Il Racconto dei Racconti’de mitolojik hükümranların karanlık öykülerini perdeye taşır. Tahakküm ve şiddetin izlerini küçük bir kıyı kasabasına taşıyan Cannes’dan ödüllü bir önceki çalışması ‘Dogman’ 1980 başlarında İtalya’yı sallamış gerçek bir cinai vakadan yola çıkmasına karşın gerçeküstücü sularda gezinen bir peri masalı gibidir.

Dakar evinin sıcak ilişkileri, Afrika davullarının ateşli ritmine eşlik eden rengarenk dansların atmosferi ile açtığı son filmi zorlu yolculuğun acımasız gerçekliği ile sertleşiyor. Çöl sahnelerine serpiştirdiği rüya sekansları onun masalsı damarından izler taşısa da özellikle Libya bölümlerinde hem öykünün gidişatına, hem de yönetmenin sinemasına özgü şiddet sarmalına sürükleniyoruz. Garrone iki ana karakterine ve bir noktadan sonra tamamen Seydou’ya kitleniyor. Genç çocuk akla gelebilecek türlü eziyetleri göğüslerken film boyunca konu mankeni misali çevresinde yer alan sığınmacıların -masal bu ya- kurtarıcısı haline geliyor. Yüzme bile bilmeyen Seydou’nun mavi engin yolculukta kaptanlığı üstlenmesi ve tekneye balık istifi doldurulmuş garibanları zayiatsız karaya ulaştırması izleyicide bir rahatlama duygusu yaratıyor kuşkusuz. Ancak yaşanan onca trajedi anımsandığında böylesine mutlu bir final ister istemez ‘sığınmacı sorunu’ istismarını getiriyor akla. Sicilya kıyılarına ulaşabilenleri eski kıtada nelerin beklediği ürpertiyor bizleri ama Garrone daha sonrasıyla –şimdilik diyelim- ilgilenmiyor.

Hollywood süper kahraman öykülerinin bir nevi izini süren filme Amerikalılar bayıldı. 10 Mart gecesi 5 adaydan biri olduğu ‘en iyi uluslararası film’ dalında Oscar ödülüne ulaşmasını pek muhtemel görüyorum. O gece Garrone’nin hayli dokunaklı teşekkür konuşmasına şık kostümü ile hemen yanı başında yer alacak baş oyuncusu Seydou Sarr eşlik edecektir mutlaka. Ancak hakkını yemeyelim, Seydou’nun umudunu ve çaresizliğini başarı ile aktaran Sarr birinci sınıf bir performans veriyor. Venedik’teki ödül töreninde mikrofonu hikâyenin esin kaynağı aktivist Kouassi Pli Adama Mamadou’ya veren Garrone’nin yönetmenlik başarısı ile Paolo Carnera’nın kusursuz görüntü çalışmasını da es geçmeyelim. Oscar gecesi muhtemel alkışların meselenin gündemde kalması hususuna katkıda bulunmasını, Avrupa’nın duyarsız sessizliğini delmesini umut ediyorum.

(28 Ocak 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

İçinizdeki Çocuğu Öldürmeyin! Aşk Mevsimi

Birini seversiniz, kavuşamazsınız, bu aşk olur denir ya… Biz, aşkı hep kavuşulamayan olarak kabul etmişiz. Büyük hata kuşkusuz. Ali Yaman, gençlik aşkı Şirin’in peşinden koşuyor yıllarca. Şirin, hoşuna gitse de bir türlü onaylamıyor Ali’nin bu yaklaşımını. Görece rahat iki genç arasında gelişen duygu; gerek aile içinde, gerek mahalle baskısı, gerekse eğitim beklentisi, daha da önemlisi daha yakışıklı, daha güzel, daha paralı, daha lüks yaşam vaat eden nedeniyle sürüncemeye giriyor.

Filmin savsözü “Hayatının aşkı mı, hayat arkadaşın mı”. Bu, aslında bizim toplumsal olarak sevgiyi de, sevmeyi de, takıntı haline getirmeyi de sürdürdüğümüzün göstergesi. Dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir, zamanla kişi değişebilir, anlayışlar farklılaşabilir; aşk diye gördüğünüz hayat arkadaşı olabilir veya tam tersi.

Filmin öne çıkan mesajı: Sebat edin, içinizdeki çocuğu (o mutluluğu) yok etmeyin, bir gün sizin de yüzünüze güler hayat, ama geç kalırsa da şaşırmayın. Ali, yıllarca peşinden koştuğu, aşkı nedeniyle süründüğü Şirin’in, nedense (orası filmde) geri dönmesiyle ne yapacağını şaşırıyor. Sahi, siz olsanız ne yaparsınız?

Benzer bir durumu yaşamış biri olarak, ben hem aşkı hem hayat arkadaşımı buldum. Acı çektim tabii, acı da çektirdim. Zaman her şeyin ilacıymış hepsi anı olarak kaldı geride… Bilmem Şirin ile Ali Yaman’ın durumu ne olur?

Murat Şeker’in, Ali Tanrıverdi ile senaryosunu yazdığı ve çektiği film, yaşlı, genç herkese sesleniyor. Biraz hüzün, biraz neşe, biraz duygusallık ve çokça güzellik barındırıyor içinde. Sıcak bir film çekmiş, karamsar değil, düşündüren, belli anlamda yol gösteren. Tabii ki, insanlar film(ler)i, ağırlıklı olarak eğlenmek amaçlı izler; burada eğlencenin yanında kocaman bir hedef de söz konusu. Okulda, ailede, mahallede tabu olunca, aşk anlatımı filmlere kalıyor.

İçinizdeki erkeği öldürün, ama içinizdeki çocuğu asla. Bu çok önemli. Erkek egemen bir dünyada beklentilerin erkeğin asıp kesmesi, bağırıp çağırması, esip kükremesi yönünde… Ancak film alabildiğine yumuşak, esnek ve anlayışlı. Keyifle izlerken kendinizi göreceksiniz o karakterlerde.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(26 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Birlikte Yaşamayı Öğrenebilmek

Cannes Film Festivali ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılış filmi olan ‘Hayvan Krallığı / Le Règne Animal’ yakın bir gelecekte geçiyor. Tıbbi olarak açıklanamayan mutasyonlar sonucu bazı insanlar hayvana dönüşmektedir. Bu yaratıklardan bazıları yetkililer tarafından ele geçirilmeden kaçmayı başarır. François Marindaze (Romain Duris) 16 yaşındaki oğlu Emile (Paul Kircher) ile birlikte, dönüşerek ormanlık alana kaçan karısının peşine düşer. Genç çocuğun vücudunda başlayan değişimler işin seyrini değiştirecek, baba oğulun farklı olanları yok etmeye kararlı toplum ile mücadelesi giderek derinleşecektir.

Fransız sinemasında görmeye alışık olmadığımız bilimkurgu örneğinin orta kuşaktan yönetmeni Thomas Cailley’i dünya prömiyerini yaptığı yıl Cannes’dan 4 önemli ödülle dönen ve 34. İstanbul Film Festivali’nde bizde izleyici karşısına çıkmış 2014 yapımı ilk uzun metrajı ‘İlk Görüşte Aşk / Les Combattants’ filminden anımsıyoruz. Uzun bir aradan sonra çektiği yeni filminde ‘bedenler ve arzular, dürtüler ve deformasyonlar, vahşi yanımız, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağımız endişesi ve ortak atalarımız hakkında’ kendisini ifade etmek istediğini belirtiyor bir söyleşisinde. Yaşadığımız Covid belası onu özellikle tetiklemiş.

Cailley’nin Fransız sineması için hayli yüksek bir bütçe ile kotardığı filminde Hollywood aleminin bilgisayar destekli numaralarından ziyade gerçek oyuncuların makyaj ve aksesuar yardımı ile yaratıklara dönüşmesi yoluna gidilmiş. Özellikle ikinci yarıda dozu artacak olan aksiyona çağdaş insani kaygılar eklenirken, duygusal bir büyüme hikâyesine, Emile’in kendi kanatlarıyla uçma ve yaşam yolunu özgürce çizme mücadelesine yer açılmış. Bu sürece kısa süre önce Christopher Honoré filmi ‘Liseli / Le Lycéen’de dikkatimizi çekmiş olan genç yetenek Kircher’in önemli katkısı olduğunun altını çizmek isterim. Kendisi tanınmış Fransız aktör Jérôme Kircher ile Polonyalı ölümsüz yaratıcı Krzysztof Kieslowski imzalı ‘Üç Renk: Kırmızı’, ‘Véronique’in İkili Yaşamı’ filmlerinin unutulmaz aktrisi Irène Jacob’un oğlu oluyor.

Memelilerden eklembacaklılara öyküde yer alan hayvan türlerinin tasarımını İsviçreli çizgi romancı Frédérik Peeters’in üstlendiği yapım geçtiğimiz günlerde Fransız sinemasının Oscar’ı olarak kabul edilen César ödüllerine 12 dalda aday gösterildi. Kanadalı usta David Cronenberg’e özgü beden teknoloji etkileşiminden hareketle insanoğlunun kırma dokular antolojisinden örnekleri ya da onun çömezi ‘Raw’ ve ‘Titane’ yönetmeni Julie Ducournau’nun şok edici denemeleri beklemeyin. Başta ‘Alien’ olmak üzere Hollywood mitlerinden esinli, içine şanson da karışmış Fransız usulü orta halli bir bilimkurgu ‘Hayvan Krallığı’.

(26 Ocak 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Belki Bir Gün! Rüya Senaryo

Andy Warhol, “Bir gün herkes 15 dakikalığına şöhret olacak.” demiş. Sinemacılar durur mu, bu sözü alıp gerçekten olup olamayacağını beyazperdeye getirmiş: Rüya Senaryo (Dream Scenario).

Muhakkak ki, çok çarpıcı bir gelişmenin -belki de ilk örneği olduğu için- ilgi çekeceği düşünülen konu, ne yazık ki, sadece başrol oyuncusunun ününe bağlı kalmış. O da işinin hakkını vermiş, taşımış gerçekten de…

Paul Matthews (Nicolas Cage), sıradan bir öğretim görevlisidir ve bir kitap yayımlatarak kendisini aşmaya çalışır sadece. Birileri onu rüyasında görmeye başlar. Bu giderek artar ve bir anda dünyanın en ünlü kişisi olur Matthews. Yardımsever biridir, ancak rüyalarda hiçbir şey yapmaz. Kaza geçiren birine yardım etmez, düşen birini kaldırmaz, yangını bırakın söndürmeye çalışmayı uzaktan bakar sadece. Rüya görenler onun nedenlerini araştırırken, kendisi daha aktif olmayı ister. Yani birilerinin rüyasında daha etkin olmayı,,,

Reklam anlaşmaları, kitap yayımlama fırsatları, hiç ummadığınız (genç) birileriyle birliktelikler… Sıradan bir öğretim üyesiyken karşısına çıkan bu fırsatlar karşısında afallayan ve “etik” davranmaya çalışan Paul’ün yaşadıkları meraktan korkuya, kaygıdan umutsuzluğa kadar genişliyor. Evi, kızları, eşi ile bile anlaşamıyor. İyiler yanında kötüler de var, kıskançlıklar, intikamlar, tuzaklar… İlginç bir öykü. Hoş bir film. Ancak yetmiyor. Birçok şey temellendirilmeden öylesine yerleştirilmiş sanki. Günümüzde, herkesin sosyal medya üzerinden yakındığı (aslında hayatın içinde de rastlanıyor) algoritma nedeniyle az çok farkında olduğu bir gerçeğin ilk tanıtımları… Öyle bir özellik kazandıracak bir fırsat geçse elinize, istediğiniz her şeyi rüyada da olsa gerçekleştirebilseniz kötü mü olur? Yapay zekânın gideceği yol belli oldu demektir. Büyük olasılıkla rüyalarınızı da teslim edeceksiniz birilerinin (buradaki birileri sosyal medyayı da, siyasal ve sosyal yaşamı da yönlendirenler tabii ki) eline.

Sanal evren, üç boyutlu gözlüklerle içindeymiş gibi hissi veriyor ya. Bu yeni rüya gözlükleri de öyle olacak. Filmi izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz, belki size yetişmeyecek, ama gelecekte neler olacağını öğrenmek ve şimdiden çocuklarınıza müjdeyi vermek için bir fırsat.

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2024)

Korkut Akın

[email protected]