Kategori arşivi: Yazılar

Masum Kalamıyoruz Hiçbirimiz

‘İki Şafak Arasında’ son dönemde ülkemizde üretilmiş en iyi ilk filmlerden biridir. Selman Nacar’ın uzun plan – sekanslara haiz, son derece olgun bir anlatıma sahip çalışması, bir günün sabahından başlayarak ertesi günün sabahına kadar gelişen olaylara objektif bir biçimde tanıklık ederken, izleyicisini hikâyenin sorduğu sorularla baş başa bırakır. İş kazası üzerine kurulu hikâye Uşaklı fabrika sahibi ailenin küçük oğlunun gözünden ahlâki meseleleri sorgular, köhneleşmiş bir sistem içinde çarkların nasıl döndüğünü içerden bir bakışla gözler önüne serer. Vicdan hesaplaşması üzerine bu çarpıcı deneme geleneksel aile bağları üzerine de keskin gözlemler içerir.

Tadı damağımızda kalan bu ilk uzun metrajın ardından genç sinemacının 80. Venedik Film Festivali’nin resmi yarışma seçkisi dahilindeki Orrizonti (Ufuklar) Bölümü’ne kabul edilmiş olan ikinci filmini sabırsızlıkla bekliyorduk. Yönetmenin önceki çalışmasında olduğu gibi 24 saatlik bir zaman dilimi içinde geçen ‘Tereddüt Çizgisi’ bir kez daha Nacar’ın doğup büyüdüğü Uşak kentini mekân olarak kullanıyor. Cristian Mungiu imzalı ‘Mezuniyet / Bacalaureat’ (2016) ve ‘R.M.N.’ (2022) ile Cristi Puiu başyapıtı ‘Malmkrog’ (2020) gibi filmlerden hayranı olduğumuz Romanyalı görüntü ustası Tudor Vladimir Panduru’un açılış ve kapanış sekanslarıyla büyüleyen yapım yeni bir ahlâk ve vicdan otopsisine girişiyor.

Eğitimini yurt dışında tamamlamış olan avukat Canan (Tülin Özen) yıllar sonra dönüş yaptığı kentte solunum cihazına bağlı annesinin akıbetine ilişkin ahlâki karar ile boğuştuğu 24 saat içinde, masum olduğuna inandığı ve uzun süredir savunmasını yaptığı cinayet zanlısı Musa’nın (Oğulcan Arman Uslu) hüküm duruşmasını da göğüslemek durumundadır. Zorda olan genç kadın, annesi, dava hakimi ve sanığın hayatını etkileyecek ahlâki bir tercih yapmak durumunda kalacaktır.

Nacar, film boyunca Canan’ın yanından hiç ayrılmıyor ve olaylarla genç avukatın bakışı üzerinden karşılaşıyor. Yönetmen seyircinin gün boyunca kamusal alanlarda koşuşturan Canan ile birlikte yol almasını, çürümüş sistemin çarklıları ile boğuşan genç kadının psikolojisi ile yüzleşmesini amaçladığını ifade ediyor. Canan karakteri üzerinden filmin izleyiciye ayna tutmasını ve genç kadının bahsettiğimiz gün içerisinde yaşadığı zorluklar üzerinden ahlâk ve vicdan hesaplaşmasına girişmesini istediğini; Musa’nın ‘suçlu mu değil mi, ceza alacak mı almayacak mı?’ gibi soruların açıklığa kavuşmasından çok ‘böyle bir sistem içinde yaşanıyorsa kokuşmuşluğun hayatın her alanına sirayet edeceği ve kimsenin masum kalamayacağını’ anlatmak istediğini ilave ediyor.

Kurgusu ve görselliği ile dikkatleri çekiyor ‘Tereddüt Çizgisi’. Mahkeme tavanının çöktüğü sahne sistemin çürümüşlüğünü ifade eden yaman bir metafor olarak göz dolduruyor. Canan’ı ve aile ilişkilerini, bir de elde Oğulcan Arman Uslu gibi müthiş bir oyuncu varken Musa karakterini daha iyi tanımak isterdik doğrusu. Nacar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklemeyi sürdürüyoruz.

(11 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Bedenlerin Alışverişi Üzerine

‘Rekabet / Challengers’ bir tenis kortu görüntüsünü takiben gözlerini ateş bürümüş terli üç yüzün yakın plan görüntüsü ile açılıyor. Ardından duyulan huzurlu Henry Purcell ezgisi (İngiltere, İskoçya ve İrlanda kraliçesi II. Mary’nin doğum günü için bestelenmiş ‘Sound the Trumpet’, 1694) kazanma hırsı ve güç kontrolü üzerine amansız bir mücadele öncesinde duygularımızı dengeliyor.

İtalyan usta Luca Guadagnino kendisi ile tanıştığımız 2009 yapımı ‘Benim Adım Aşk / Io Sono L’Amore’den beridir aşkın, cinselliğin o karanlık dehlizlerinde gezinmeyi sürdürüyor. Justin Kuritzkes’in ustalıklı senaryosundan perdeye aktarılan ‘Rekabet’ görünürde üç başarılı tenisçinin 13 yıla yayılan tutkulu serüvenini ilk gençlik yıllarından başlayarak anlatıyor. Krolonojik bir inceleme değil yalnız bu. Kuritzkes’in metni geçmiş ile bugün arasında tenis maçı izliyormuş hissi veren hareketli ve hareketli bir kurgu üzerinden ilerliyor.

New Rochelle, New York’ta düzenlenen tek erkekler maçında karşı karşıya gelen Patrick Zweig (Josh O’Connor) ile Art Donaldson’ın (Mike Faist) Stanford’daki yatılı günlerinden ranza komşuları olduğunu öğreniyoruz. Aynı okulun kızlar takımında fırtına gibi esen Tashi Duncan’la (Zendaya) 13 yıl önce bir turnuvada tanıştıklarında genç kız iki oğlanın aklını başından almıştır. Zaman içinde kariyerinde daha başarılı yol alan Art ile yakınlaşan ve onunla evlenen Tashi, talihsiz bir sakatlık sonucu spor hayatını bırakmak zorunda kalınca kazanma hırsını kocasının başarısı üzerinden diri tutma peşindedir. Otuzlu yaşlarında aynı turnuvada karşı karşıya gelen tenisçiler bir güç oyununa girişirler. Tashi açık açık kazananla birlikte olacağını deklare etmiştir ancak önemli olan yalnızca kazanmak mıdır.

Guadagnino bir spor draması görünümü altında ilişkilerin baştan çıkarıcı, oyunbaz tabiatının filmini çekmiş. Tenis oyunundan hareketle ilişkileri neşter altına yatırmak, üç bireyin birbirlerine duydukları arzuyu şehveti irdelemek istemiş. Yönetmen karakterlerin bastırdıkları şehvet ve seks arzularını tenis kortundaki tutku ve ihtirasları ile açığa çıkarmayı hedefliyor. Bedenin kırılganlığı kadar hareketliliğini, vücutların karşılıklı iletişimini perdeye taşıyor. Bu yüzden oyunun inceliklerinden ziyade terli sporcu bedenlerinin alışverişi ile ilgileniyor. Bakışlar ve beden dili üzerinden ilerliyor.

Genç insanların kort dışında ulaşamadıkları cinsel tatmini maç sırasında yakalayışlarının izinde, Guadagnino duyguları görsel açıdan olduğu kadar işitsel olarak da ifade etme peşinde. Taylandlı Sayombhu Mukdeeprom’un çarpıcı görüntü çalışması eşliğinde bir tenis maçı kurgusunda ilerleyen hikâyeye Trent Reznor ile Atticus Marcus’un vurucu tekno müziği eşlik ediyor. Nefes almaya ihtiyaç duyduğumuz sahnelerde ise üçlü birlikteliğin cinsel şifrelerini, iki oğlanın bastırılmış duygularını, Art’ın otorite karşısında kırılganlığını, Tashi’nin tahakküm tutkusunu mikroskop altına yatırıyor İtalyan sinemacı.

Son olarak ‘Dune’da izlediğimiz Zendaya, uzun soluklu TV dizisi ‘The Crown’un ardından geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘La Chimera’ ile dikkatleri çekmiş olan İngiliz asıllı O’Connor ve Spielberg imzalı ‘Batı Yakasının Hikâyesi / West Side Story’nin on parmağında on marifetli oyuncusu Faist’in filmin üç tutkulu genç bireyini başarıyla canlandırdığı ‘Rekabet’ çok katmanlı yapısıyla yılın en iyi filmlerinden biri olarak izlenmeyi hak ediyor.

(05 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

İsimsiz Kahramanların Şerefine

‘Dublör / The Fall Guy’ sinemada dijital efektlerin yaygınlaşmasıyla gözden düşen meslek grubuna ithaf edilmiş. Kendisi de dublör takımından olan ve 2014 yapımı ‘John Wick’ ile yönetmenliğe geçen David Leitch adrenalin yüklü aksiyon filmi yapımcılığının heyecan verici dünyasında doğrudan edindiği deneyimi ve benzersiz bakış açısını perdeye taşıdığı filminde sette geçirdiği ölümcül kazanın ardından izini kaybettiren tecrübeli dublör Colt Seavers’ın (Ryan Gosling) öyküsünü anlatıyor.

Hayatının aşkı yönetmen yardımcısı Jody (Emily Blunt) ile birlikte hayallerinin mesleğini icra eden genç adam yüksekten düşüp omurgasını parçaladığı kaza sonrasında kurşun geçirmez olmadığının farkına varmış ve hayata küsmüştür. Vale olarak çalıştığı Meksika restoranından 18 ay sonra tekrar setlere dönmeyi işbilir yapımcı Gail’in (Hannah Waddingham) ısrarı, biraz da aylardır arayıp sormadığı eski sevgilisinin ilk yönetmenlik denemesinde çalışmak için kabul eder. ‘Kovboylar ve Uzaylılar / Cowboys & Aliens’ ve ‘Çöl Gezegeni / Dune’ gibi filmlerin eğlenceli parodisi görünümündeki kozmik aşk destanı ‘Metal Fırtınası’ adlı yapımda, Guiness Rekorlar Kitabı’na geçmeye aday arabayla 8,5 takla atma benzeri türlü numara çekerek aksiyon alemine dönüş yapar. Filmin global şöhreti Tom Ryder (Aaron Taylor – Johnson) sırra kadem bastığında Colt’tan onu 48 saat içinde bulup sete getirmesi istenir. Sidney’e uçan korkusuz dublörümüzü hain bir tuzak beklemektedir oysa.

Özgün adını başrolünü Lee Majors’un oynadığı ‘80’li yılların ünlü TV dizisinden alan film, ‘Deadpool 2’ ve bir dönem dublörlüğünü yaptığı Brad Pitt’in başrolde olduğu geçtiğimiz yılın ilgiye değer aksiyonu ‘Suikast Treni / Bullet Train’ yönetmeninin tüm birikimini ustaca ortaya koyduğu akıcı ve eğlenceli bir seyirlik olmuş. Senaryosu David Pearce tarafından kaleme alınan yapım ilk yarısında Gosling ile Blunt’ın tutmuş kimyasından destek alarak klasik Hollywood’un altın çağından ‘screwball güldürüleri’nin izini sürüyor. İkinci bölüm ise araba takip sahneleri ve ustalıklı dövüş koreografisiyle aksiyon emektarlarının gözüpek numaralarından bir demet sunuyor. Bu arada türün CGI salgını öncesi ünlü klasiklerinden ‘Kaçak / The Fugitive’, ‘Son Mohikan / The Last of the Mohicans’, ‘Thelma ve Louise’ gibi kimi örnekler saygıyla anılıyor.

‘Dublör’ eski usul aksiyon filmlerinin izinde keyifli bir sinema tadı veriyor. Ustalıklı kurgusu, zeki esprileri, nostaljik bölünmüş ekran sahneleri, finalde Jason Momoa benzeri türlü sürprizleriyle ilgi çekiyor. Miami Vice dublör takımı tişörtü ile boy gösteren Gosling, ‘Barbie’den sonra bu kez Ken’in aksiyon figürü versiyonuyla şöhretini perçinliyor. The Kiss’in ünlü disco hiti ‘I was made for loving you’ kavga gürültü arasında yaşam bulan romantik aşkın sözcülüğünü yapıyor.

(04 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Duygusal Gerçekçi: Back To Black

Yaşam(ınız)ı belirleyen çevrenizdir. Kiminle, nerede yaşıyorsanız öyle davranmaya, öyle düşünmeye başlarsınız. Ailede farklı, mahallede farklı, okulda, işte farklı olsanız da bir süre sonra zaman ve zemin sizi orayla buluşturur.

Amy Winehouse, duygusal, bir o kadar da şeffaf bir şarkıcıdır kendi mahallesinde. Her şeyiyle ortada, açıktadır; gizleyecek hiçbir şeyi yoktur. Kendine has sesiyle tarzını yansıttığı şarkıları giderek daha sevilir, şöhret basamaklarını hızla tırmanır. Örnek aldığı büyükannesi gibi keyifle yaşamak isterken bir aşk yolunu keser.

“Back To Black”, birbirini seven, ama uzun süre bir arada bulunamayan iki gencin öyküsü… Amy, Black’e (Jack O’Connel) ilk görüşte aşık olur. Birbirlerini severler, hatta evlenirler de… Bu ünlü şarkıcının hem yükselmesinin hem de düşüşünün temel nedenidir.

İlişkiniz sizi belirler. İçki içen, ama uyuşturucudan uzak duran Amy, Black’le ikisini birden yaşar. Bu, girişte değindiğimiz, mahallenin belirleyiciliğidir işte.

Şarkı yazmak ve şarkı söylemek bir insanın yaşamı olabilir mi? Evet, olur. Amy’nin hayatı sadece şarkılarıyla dolu. Duygularını, beklentilerini, umutlarını, hüznünü şarkılarıyla yaş(at)ıyor. Böylesine müzik dolu biri… Hiçbir şey umurunda değil. Filmde de bu açıkça, hatta altı çizilerek vurgulanıyor. Böylesine tutkulu, duygusal birinin bu serüveni uzun süre taşıyamayacağını hissediyorsunuz. Filmde kötü biri yok. Herkes kendince ve ilginçtir alabildiğine rahatlıkla oynuyor. Herkes iyi niyetli, ama gidişatı değiştirebilme şansı elde edemiyor.

Back To Black bir yaşam öyküsü, bir biyografik film değil. Back To Black, müzik yaşayan birinin şarkıları eşliğinde neleri yaptığının öyküsü; sadece açılan bir pencere yaşama. Marisa Abela, sadece Amy’e benzerliğiyle değil sesini kullanarak sivriliyor. Benimsemiş rolünü ve başarmış. Aslına bakarsanız, babası, büyükannesi ve sevgilisi de alabildiğine başarılı. Müzik zaten taşıyor sizi. Back To Black ki, ödüller de alan, kulaklarımızdan silinmeyen şarkılardı; sözlerinin ve ezgisinin eşliğinde duygularını da yaşıyoruz.

03 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(02 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Dışı Seni Yakar, İçi Beni: Dublör

Sinemada veya televizyonda görünmeyi herkes ister. Hem biliyorsunuz, dünyanın en kolay işidir yönetmenlik, değil mi? Yönetmen de olabilirim, oyuncu da… Herkesin gönlünde yatan bu mesleğin; içine girdiğinizde nasıl çetrefilli, nasıl zor olduğunu, nasıl süreç istediğini, zaman ve zemin tanımadığını, gecesi gündüzü bulunmadığını anlıyorsunuz. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” sözü boşuna söylenmemiş… Şimdi, “Dublör”ü bir yana bırakıp o zorluğun, o sıkıntılı sürecin nasıl olduğuyla başlayalım: Tam sırası.

Sinemanın ilk yıllarında yönetmen yokmuş; işi, ilişkileri koordine eden biri varmış ve o neredeyse her işi çözümlüyormuş. Zaman içerisinde işin içine estetik kaygıları da katan kişi(ler) yönetmen olmuş; zaten yönetmen sineması da öyle çıkmış ortaya. Buraya kadarı tamam. Zaman geçip teknoloji geliştikçe ekipler kalabalıklaşmış, işler birbirinin içine geçmiş, ekipler ayrışmış, her ekibin bir başı olmuş (şef) ve işler eşgüdümle yapılmaya başlanmış. Senaryo yazandan tutun da ışıkçısına, montajcısından tutun da filmin yapım aşamasında görev alan herkes elbirliğiyle bu işin başarısı için çalışmaya başlamış. Bugün “Yedinci Sanat” dediğimiz sinema, böylece herkesin gönlünde taht kurmuş ve gözdesi olmuş.

“Dublör”ü ilk çeyrek bölümünde, tam da bu nedenle çok sevdim. Öyküsünü, mesajını koyun bir tarafa… Sinema Televizyon okullarındaki öğrenciler için müthiş anlamlı ve güçlü bir ders bu açıdan bakınca. Yapımcıyla yönetmen, kameramanla ışıkçı, bilgisayar başında görev yapanla set ekibinin her an her şekilde bir isteği, yapması gereken bir iş var. Zamanında ve yerinde yapılmazsa sonucun hüsran olacağını kabul etmelisiniz. Bir kişiyle sınırlı değil ki (bir yazar veya ressam tek başına üretiyor; oysa sinema hem ekip işi hem de bir endüstri) koca bir ordu çalışıyor kameranın arkasında. Yani, yapılan iş “ne olacak ben de yaparım” denilebilecek kadar küçümsenemez. (Burada aklıma Kenan Evren geldi, resim yapmaya soyundu bir zamanlar, “Ne olacak ben de yaparım o resimlerden” demiş ve tuvalin önüne geçmişti. Rant peşinden koşanlar, yalaka takımı avuç dolusu para sayıp satın aldı resimlerini. Devran dönüp de forsu sönünce, beş para bile etmedi o resimler.)

İzle, mutlu ol, unut

Filmden çıkarken bir arkadaşım, “Dublör”ün gerçekten keyifli bir aksiyon, güçlü bir komedi, adrenalin dolu heyecan yüklü olduğunu belirttikten sonra, “izle, mutlu ol, unut” diye özetledi. Sevimli bir çift, müthiş bir prodüksiyon, hoş bir komedi, iyi bir mizah, sürükleyici bir aksiyon filminde biz izleyicileri de taşıyor iki saat boyunca. Sürenin uzunluğunu hiç fark etmiyorsunuz.

Yönetmen David Leitch’in gençliğinde dublörlük yaptığını biliyorduysanız, filmin albenisini baştan kabul edersiniz. Daha önceki filmlerinde sürükleyici ve aksiyon dolu sahnelerle duygusal sahneleri çok iyi harmanladığını bilirsiniz. Başından bir kaza geçen Dublör Colt Seavers (Ryan Gosling), sevgilisi ilk filmini çekecek olan Jody’yi (Emily Blunt) için yeniden setlere döner. Filmin yapımcısı Gail (Hannah Waddingham), çıkarları için filmin asıl oyuncusuyla bambaşka bir iş peşindedir. Amacını anlamışsınızdır, hem para kazanacak hem de Colt’tan kurtulacaktır.

Gerçekten keyifli bir film, seveceksiniz.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(24 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Medeniyet Kalkanı Tuzla Buz Olduğunda

ABD’nin genlerinde kazılı toplumsal gerilimin harlanması yeni bir iç savaşın nedeni olabilir mi? Alex Garland Amerikalıların bilinçaltına yerleşmiş bu ezeli korkunun hikâyesini eşelemek istemiş. ‘İç Savaş / Civil War’ bu açıdan yakın geleceğin distopyasını perdeye taşırken, siyasi kutuplaşmanın benzer toplumlar için ne denli yıkıcı olabileceğinin altını çiziyor.

Üçüncü dönem liderliğini sürdüren ABD başkanının tedirgin ulusa sesleniş konuşmasının provası ile açılıyor film. FBI’ın feshedilip ordunun muhaliflere karşı kullanıldığı iç savaş ortamında başkanın ‘artık zafere hiç olmadığımız kadar yakınız’ deyişine kendisinin de inanmadığı ayan beyan ortadadır. Öyle ya Batı Kuvvetleri adı altında organize olmuş isyancı gruplar ortalığı yakıp yıkarak Washington D. C.’ye doğru ilerlemektedir. Ateş ve kan bulutunun göbeğinde haber yapmaya çalışan farklı kuşaklardan dört gazetecinin başkente yolculukları eşliğinde bizler de olan bitenin izini sürmeye koyuluruz. New York’un üzerinde dumanlar yükselirken deneyimli savaş muhabirli Lee Smith’in (Kirsten Dunst) arzusu başkent düşmeden 14 aydır röportaj vermemiş başkanla konuşabilmektir. Meslek hayatında nice badireler atlatmış, tanıklık ettiği sayısız katliamın ağırlığı yüz hatlarına yansımış olan Lee, araba yolculuğunun beklenmeyen misafiri gencecik Jessie’ye (Priscilla filminden hatırladığımız Cailee Spaeny) göz kulak olmak, onun bir nevi ebeveynliğini üstlenmek durumunda kalacaktır.

’28 Gün Sonra / 28 Days Later’, ‘Gün Işığı / Sunshine’ gibi Danny Boyle filmlerinin senaryosunda imzası bulunan Garland ilk yönetmenlik denemesi ‘Ex Machina’ ile yönetmenliğe parlak bir giriş yapmış, onu takip eden çok başarılı bilim – kurgu denemesi ‘Yok Oluş / Annihilation’ın ardından geçtiğimiz yıl bizde de gösterime giren toksik erilliğin şiddet çeşitlemeleri üzerine çizgi dışı çalışması ‘Adamlar / Men’ ile izleyiciyi ikiye bölmüştü. ‘İç Savaş’ İngiliz asıllı yönetmenin bağımsız ruhunu koruduğu ancak ana akım sinemaya daha fazla göz kırpan son çalışması. Filmde bir yandan, yıllardır uzak diyarlarda kaotik savaşları tetikleyen ABD’nin kendi topraklarında dehşet ve kaosu deneyimlemesine, New York 5. Cadde’de bombaların patladığı, Beyaz Saray’ı hedef alan isyancı kuvvetler ile başkanın adamları arasında seyreden kanlı iç savaşın distopik kurgusuna; öte yandan savaş muhabiri gazetecilerin toplumu ve dünyayı haberdar kılmak arzularına, görev bilinci ve dayanılmaz tutkularına tanıklık ediyoruz. Garland her iki tarafın da sevmediği, hatta başkentte polisin gördüğü yerde vurduğu söylenen gazetecilerin aralarındaki ilişkiyi önemsemiş; olan biteni ‘başkaları sorgulasın diye kayda alan’ deneyimli Lee ile kaotik şiddet ikliminden beslenen şöhret peşindeki Jessie arasındaki alışverişi Robert Altman’ın ünlü klasiği ‘Nashville’in finalini andıran müthiş bir sekans ile sonlandırırken ABD’nin pragmatik ruhuna keskin bir neşter atmayı becermiş. Oyunculuk, kurgu ve görüntü yönetimi de gayet başarılı.

‘İç Savaş’ özellikle finaldeki baskın bölümüyle Hollywood aksiyonlarının izini süren ana akım izleyiciyi tatmin ediyor kuşkusuz. Buna karşılık bir Amat Escalante filmini aratmayacak ölçüde (‘Heli’yi düşünün meselâ) şiddet içeriyor. Yıllardır Güney Amerika’nın ve Orta Doğu’nun mazlum ülkelerinde tezgâhlanan toplu kıyım, işkence ve savaş ortamını bumerang misali sahibine pas eden bu ilgiye değer çalışma, medeniyet kalkanı tuzla buz olduğunda toplumsal kutuplaşmanın ülkeleri ne hallere düşüreceğine ilişkin korkularımızla bir kez daha yüzleştiriyor bizleri.

(22 Nisan 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Mutlulukla Bir Bağı Var Muhakkak: Siyah Çay

Çay, dünyanın en çok tüketilen belki de ilk sıradaki içeceklerinden… Bizim ülkemizde de hem çok seviliyor, hem de çok tüketiliyor. Çay deyince herkesin dikkat kesilmesinin temelinde bu özellik yatıyor. Ancak buradaki siyah çay, sadece çay değil, filmi taşıyan Aya’ya (Nina Mélo) takılan lâkap aynı zamanda.

Gerçek bir çay kültürünü izliyoruz filmin girişinde (doğrudan filmin öyküsüyle bağlantısı yokmuş gibi gözükse de çayın yaşamı belirleyiciliği anlamında önemli). Çay, doğal olarak bir sosyal statü, bir kaynaşma aracı, bir sosyalleşme fırsatı, bir keyif olanağı ve kuşkusuz tepeden tırnağa keyif. Aya ile işyeri sahibi Cai’nin (Chang Han) öğrenme/öğretme amaçlı karşılıklı konuşmalarında geleneksel çay kültürü, kültürel anlamı da yer alıyor. Cemal Süreya’nın herkesçe bilinen ünlü “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” sözünü belki de “Çayın mutlulukla bir bağı var muhakkak.” diye çevirmiş olmalı yönetmen Abderrahmane Sissako.

Guangzhou’da sadece Çinliler değil Afrikalı göçmenler de şehrin hareketliliğini sağlıyorlar. Göçmen / sığınmacı / mülteci deyince akla hemen ayrımcılık, ırkçılık, ötekileştirme de geliyor ve hepsi yer alıyor filmde. Aya, tam nikâh töreninde kendisini aldattığını öğrendiği müstakbel kocasını bırakıp Çin’in Guangzhou kentine gidiyor. Çalıştığı çay dükkânının sahibi (önceki ilişkisinden 20 yaşında bir kızı, evliliğinden de yine aynı yaşta bir oğlu var) ile aralarında duygusal bir ilişki gelişiyor. Hani Aya, nikâhta kaçmıştı kendisini aldatan kocasından? Demek ki gönül ferman dinlemeyebiliyor.

Film göçmenler üzerine kurulmuş olsa da ırkçılıktan çok kadın erkek ilişkilerine odaklanıyor; bir de el emeğiyle çalışanlara… Tabii, hepsinin gönlünde yatan aslan, kendi işlerini kendi ülkelerinde kurmak… Hayalin sınırı olmaz ki!

Bir yanıyla keyifli ama istenilen düzeyi tutturamamış bir film.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(18 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Her Savaş Yıkımdır, Ölümdür: İç Savaş

Savaşlar neden çıkar? Örneğin siz, neden savaşırsınız (veya neden savaşa karşısınız?) Ülkeler arası savaşlar, iki ülkenin egemenliğini belirlemek için çıkarılırken iç savaşlar kimin egemenliği için çıkıyor? Benzeri onlarca soru sorulabilir. Ütopya güzellikleri, mutlulukları, ferah bir yaşamı anlatıyorsa distopya tam tersine, şiddeti, çirkinlikleri, zorlukları ve daha da kötüsü “yaşamın bitişi”ni anlatıyor. Bu kez “İç Savaş”ta, aslında pek de uzak görünmeyen bir gelecek anlatılıyor ve tabii, distopya.

Alex Garland, yeni filmi “İç Savaş”ta, ABD’nin 19 eyaletinde başlayan ve giderek ülkeyi saran bir öngörüyü yazmış ve çekmiş. Film ve öyküsü, aslına bakılırsa hiç de hayal gibi gelmiyor, “olmaz” dedirtmiyor. Çok değil, birkaç yıl önce yaşananları aklınıza getirdiğinizde küçük ama etkili “provaları”nın yaşandığını anımsarsınız.

Gazetecilik öyküsü…

Film, üç gazetecinin savaşın ortasında başkente, Beyaz Saray’a ulaşıp Başkanla röportaj yapması isteği aslında. Film, sadece bu üç gazeteciye değil, savaşın önlenemez kötülüğüne, yaşamı yerle bir edişine, insanların (ayrımcılık ve ötekileştirmenin de yükselmesiyle) öldürülüşüne odaklanıyor.

Savaş neden çıkmış, şiddet neden bu kadar yükselmiş, savaşmayan eyaletlerde yaşam nasıl sakin kalabilmiş gibi soruların yanıtlarını izleyici kendisi verecek, vermeli, çünkü Alex Garland buralara hiç değinmemiş. Sadece Başkanın, “vatan bölünmez, bayrak inmez” sözünü duyuyoruz. Sahi, bu söz bizde de çok kullanılıyor. Geleceği mi gösteriyor dersiniz?

Üç fotoğrafçı ve iki muhabir, haber atlatmak niyetini de barındıran bir zorlu yolculuğa çıkıyor. Savaş fotoğrafçısı Lee, (Kirsten Dunst), savaş muhabiri Joel (Wagner Moura), yaşlı muhabir Sammy (Stephen Henderson) ile savaş fotoğrafçısı olmak isteyen Jessie (Cailee Spaeny) hem birbirlerini korurlar hem de yıllarca benzer cephelerde benzer olaylar içinden geçtiklerinden duygularını yitirmiş gibi gözükseler de içten içe savaşa lanet okurlar.

Savaşın kötülüğü…

Esir alınanların neden işkence gördüklerinin yanıtı yoktur, aslında savaşın da yanıtı yok ya… Askerler sırf renginden ötürü, farklı ülkelerden geldikleri için, sadece karşı tarafta bulunmaları nedeniyle acımasızca öldürüyor insanları. Şu an dünyanın birçok bölgesinde çeşitli savaşlar yaşanıyor; insanlar ölüyor, öldürülüyor… hiç sordunuz mu: Neden? Ukrayna – Rusya, Filistin – İsrail, Azerbaycan – Ermenistan (aslında değil ama) diyelim ki iki ülke arasındaki savaşlar… Peki Suriye’deki, Irak’takiler? “İç Savaş” filmi Amerika’yı anlatıyor diye bizim hiç umursamamamız mümkün mü? Savaş burnumuzun dibinde.

Film savaşın acımasızlığını, olağanüstü siyah beyaz fotoğraf kareleriyle de destekliyor. Bir küçük ayrıntı, ilginç kuşkusuz, film kullanıyor Jessie. Evet, evet, eskiden banyo edilen, karta basılan negatif film çekiyor. İyi bir gönderme… Yakın plan savaş görüntüleri ve kurgusu çok güçlü filmin bir artısı da o duyguyu yükselten müziği…

19 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(17 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film

Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış olan son başyapıtı ‘Mükemmel Günler / Perfect Days’* adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) almış. 2013 yılında kaybettiğimiz ünlü rock müzisyeni bu ölümsüz bestesinde sevgili ile parkta sangria içtikleri, hayvanat bahçesinde hayvanları besledikleri, daha sonra bir film izleyip eve döndükleri mutlu bir günü anlatır. Wenders’in filmi umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor.

Birçok yapıtında şehirlerden esinlenen usta sinemacı bu kez “Tokyo Tuvaleti” adında gerçek bir kentsel yenileme projesinden esinlenerek hem gayet şiirsel hem de dokunaklı bir filme imza atmış. İşini son derece titizlikle, kendini vererek ve gururla yapan orta yaşlı adam ahenkli rutinini, özenle yinelediği eylemlerini bir sanata, çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmüştür. Mütevazi evinde gün doğmadan kalkar, yatağını toplar, bitkilerine özenle su verir. Evin kapısından çıktığında yeni güne şükreder. Temizlik araç gerecini yüklediği minivanı ile trafiğe çıktığında eski müzik kasetlerini dinleyerek yola koyulur. Öğle molasında oturduğu parkta asırlık ağaçların dibinde bitmiş filizleri kağıttan muhafazalar içinde yanına alır. Eski model fotoğraf makinası ile yaprakların rüzgârda zarifçe salınışını fotoğraflar. İş bitiminde eve dönerken uğradığı alt geçit çarşısında karnını doyurur. Yatmadan önce küçük odasını boydan boya kaplayan kütüphanesinden bir kitap alır, William Faulkner’ın bizde ‘Çılgın Palmiyeler’ olarak bilinen ‘Wild Palms’tan okur biraz, sonra uykuya dalar. Siyah – beyaz rüyalarında günden kalan imajlar dışavurumcu bir estetikle perdeye yansır.

Hirayama’nın mükemmel günleri böylece sürüp gider. Japon sinemasının yıldız oyuncularından Kôji Yakusho geçtiğimiz yıl Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülen performansıyla filmi çok az diyalogla neredeyse tamamen sırtlanıyor. 70’li 80’li yılların müzik kasetlerinden yükselen unutulmaz şarkılar onun kelimelere dökmediklerini anlatıyor bizlere. ‘House of the Rising Sun’ın (The Animals) tınılarıyla açılan film, Patti Smith, Otis Redding, The Rolling Stones, The Kinks, Van Morrison’dan ezgilerle besleniyor. Lou Reed’in başta sözünü ettiğimiz ünlü bestesinin ardından filmi noktalayan Nina Simone şarkısı ‘Feeling Good’ filmin temel mesajını müzik aracılığı ile vurguluyor. Hirayama her biri teknolojik sanat yapıtı gibi olan umumi tuvaletleri özenle temizlerken beklenmedik karşılaşmalar bizi kısa süreliğine onun geçmişine götürüyor. Wenders bu geçmişi kaleme almış olmasına ve baş oyuncusuna anlatmış olmasına karşın izleyiciye detay vermiyor, yaşamı sanat düzeyine çıkarmış adamın geçmiş hikâyesini izleyicinin hayal gücüne bırakmayı tercih ediyor. Hedefi müzik kasetleri, ağaçlardan süzülen günışığı, kitaplar gibi günlük hayatın ufak mucizeleriyle varoluşumuzun güzelliklerini keşfe çıkmak, sakin bir mutluluk arayışının izini sürmektir. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacı bu noktada hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga’, 1985) Japon sinemasının büyük ustalarından Yasujiro Ozu’ya adanmış bir şaheser ‘Mükemmel Günler’. Köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgârda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor.

*Bu güzel film Filmekimi’nin ardından, Wenders ve Yakusho’nun ziyaretleri kapsamında 43. İstanbul Film Festivali’nde yeniden programlanmış. 23 Nisan Salı 13:30 Kadıköy Sineması’nda, film ekibinin katılımı ile 27 Nisan Cumartesi 19:00 Atlas 1948 Sineması’nda gösteriliyor.

(16 Nisan 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Öyle Dostlarız ki Kelimesiz Anlaşırız: Robot Düşleri

Pablo Berger’in yönettiği ve Ivan Labanda, Albert Trifol Segarra, Rafa Calva ile Jose Garcia Tos’un seslendirdiği animasyon film Robot Düşleri (Robot Dreams). Yeni bir film olmasına karşın “İkiz Kuleler”i görünce içim bir hoş oldu. İki kez gördük hem de, uçak saldırıları sonucu yıkılan o kuleleri. Besbelli yapımcı ve/veya yönetmenin saygı duyulması amacıyla yer verdiği bir şeydi.

Animasyonların en büyük özelliği yalın ve sakin olmasıdır; ağırlıklı çocuklar izlesin diye yapıldıklarından hiçbir soru işareti, kaygı ve/veya bilinmezlik bırakılmaz. Anlatılan ortadadır, yoruma pek açık değildir, ne görüyseniz beyazperdede onu anlatır.

Robot Düşleri de günümüz çocuklarının en çok ilgi duyduğu robotlarla iç içe bir öykü anlatıyor; tabii, yalnızlıkla bağlantılı olarak… Günümüzün en büyük sorunlarından biri samimi olamamak, arkadaşlık kuramamak (bunda pandemi kadar sosyal, siyasal ve kültürel yapı da belirleyici) ise buna karşı bir şeyler yapmalı. İnsan, eğer sosyal bir varlıksa, iletişimi de aynı oranda yüksek olmalıdır.

Filmin kahramanı bir Dog (köpek). Yalnızlıktan sıkılınca kendisine bir robot arkadaş alır (kuryeyle gelen paketteki robotu kendi monte eder). Artık ondan mutlusu yoktur. Her yere birlikte giderler, çocuklar gibi şen ve arada yaramazlık yapacak kadar da sıkı arkadaştırlar.

Bir kumsalda uyuyakalınca, mevsim geçer ve plaj kapanır. Arkadaşlık burada kendisini gösterecektir. Dog, hapse girmeyi bile göze alır. Hem Dog’un hem de Robot’un ayrı kaldıkları süre boyunca düşlerini izleriz. Nasıl da güçlü bir arkadaşlık kurmuşlardır; biz de neden öyle olmayalım.

Yazısız karikatürler vardır, bilirsiniz, çok şey anlatır. Yaşamın her anına her alanına seslenir onlar.

Robot Düşleri de, arkadaşlığın, vefanın, dayanışmanın New York’tan yazılan mektubu. Robot Düşleri’nin 2024 Oscar adayı olduğunu da belirtelim.

19 Nisan’da başlayarak gösterimde…

(15 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İKSV Festivallerinde Çizgi Dışı Bir Müzisyen: Dimitris Skyllas

İstanbul Film Festivali’nin sinemaseverler ve müzik tutkunları için paha biçilmez nitelikteki özel bölümlerinden ‘Musikişinas’ 43. yaşında festivalde tekrar yerini alıyor. Talking Heads’in Hollywood Pentages tiyatrosundaki efsanevi gösterisini Jonathan Demme imzalı ‘Stop Making Sense’, ünlü Japon besteci üzerine Neo Sara imzalı ‘Ryuichi Sakamoto / Opus’, 18. yüzyıl İtalya’sında manastırda pop müziği icat eden bir grup genç kadın müzisyenin hikâyesini anlatan Margherita Vicario filmi ‘Gloria!‘, Fransız yönetmen Anne Fontaine imzasını taşıyan yirminci yüzyıl Paris’inin altın çağında Maurice Ravel ve unutulmaz eseri üzerine odaklanan ‘Boléro’ bu bölümün ilham verici yapıtları olarak izlenmeyi sürdürüyor.

Dünya prömiyerini geçtiğimiz Kasım ayında Selanik Film Festivali’nde yapmış olan Dimitris Zivopoulos imzalı seçkinin sürpriz filmi ‘Dimitris Skyllas: Afterpop’* ise Yunanlı çağdaş besteci Skyllas’ı henüz tanımamış ülkemiz müzik insanları için kaçırılmaz bir keşif olacağa benzer. 35 yaşındaki müzik adamının yaratıcılık sürecine bakış atan film 21. yüzyılda genç bir bestecinin Pelion dağının pastoral yamaçlarından ‘Barbican Centre’ın devasa sahnesine uzanan serüvenini izliyor. Bir yandan ritüellere bağlı bir müzisyen, bir yandan partilerin aranan yüzü, zamanımızın klasik müziği diye bir şey var mı sorusunu sorarken, film konuya taze ve kişisel bir bakış açısı getiriyor. Kronolojik ilerleyen film, Dimitris Skyllas’ı BBC Senfoni Orkestrası tarafından sipariş edilen senfonik yapıt ‘Kyrie Eleison’un yazımından icrasına tüm süreç boyunca mercek altına alıyor. Yapıtın iskeletinin nasıl adım adım inşa edildiğini, sadece bir kalem ve kâğıtla çıkan ilk notadan besteci, orkestra şefi ve 90 müzisyenin bir araya geldiği provaya nasıl ulaşıldığına tanıklık ediyoruz.

İKSV izleyicisinin Skyllas ile randevusu 43. İstanbul Film Festivali ile sınırlı kalmıyor. Bestecinin sipariş üzerine yazmakta olduğu son yapıtı ‘Son İlahi / The Last Anthem’in 52. İstanbul Müzik Festivali’nde ilk kez izleyici karşısına çıkması bekleniyor. ‘Kökler’** teması adı altında bu topraklarda geçmişten günümüze yaşamış farklı halkların, dillerin, dinlerin kültürel zenginliğine odaklanan projenin ilk bölümünde seslendirilecek olan eser Türkiye ve Yunanistan toplumlarını derinden etkileyen mübadeleyi 100. yılında anmayı amaçlıyor. Skyllas ‘Son İlahi’yi ‘mübadillere adanmış çağdaş bir ağıt; şefkatin ve kültürel kardeşliğin müzikal bir sembolü ama en önemlisi, kayıplar ve acılar karşısında coğrafi ve etnik kökenlerden bağımsız, hepimizin aynı olduğunun anımsatıcısı’ olarak tanımlıyor. SATB koro, trombon, akordeon, perküsyon ve org için yazılmış eserin dünya prömiyerini kurucu şefi Burak Onur Erdem yönetimindeki Rezonans Korosu ile Maria Deli, Tolga Akkaya, Maria Deli, Müşfik Galip Uzun ve Lena Şenol’dan oluşan bir ekip hazırlıyor.

* ‘Dimitris Skyllas: Afterpop’ 23 Nisan Salı 21:30 (film ekibinin katımıyla) ve 24 Nisan Çarşamba 13:30 seanslarında Nişantaşı City’s Cinewam Sineması 3 no’lu salonda gösteriliyor

** ‘Kökler’ projesinin dünya prömiyeri 11 Haziran Salı 21:30’da Deniz Müzesi’nde gerçekleşecektir.

(15 Nisan 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kocaman Bir Soru İşareti: Niye? – Vincent Ölmeli

Sıradan bir çalışanken, bir stajyer saldırır, bilgisayarla kafasını yarar, ardından muhasebeci kalemle kolunu yaralar. Bunlardan sonra korku gözlerinde büyür Vincent’in, birkaç küçük çaplı ölümüne saldırıyı atlatırsa da, belli olmuştur artık. Göz teması kurduğu kim olursa olsun hemen saldırır, hatta çocuklar bile…

Niye sorusu kasap çengeli örneği gelip oturuyor karşınıza. Neden saldırırlar Vincent’e? Kimdirler? Acaba o da saldıracak mıdır, daha önceki filmlerde görüldüğü gibi; bulaşıcı bir durum mudur? Merak, heyecan ve gerilim giderek yükselir.

Siz olsanız ne yaparsınız bu durum karşısında. Bilinmeyen bir güçle öldürmek için saldıranlardan kaçmaktan başka yapabilecek bir şey yoktur. Aslında filmi izlemek gerekir, özünde vermek istediklerini anlamak için çünkü sizin bakışınızla benim, benim bakışımla bir başkasınınki farklı olacaktır.

Kara mizahı, gizemi ve yoğun şiddeti benzersiz bir dille aktarıyor yönetmen. Mathieu Naert’in yazdığı, Stephan Castang’ın yönettiği filmde Karim Leklou, Vimala Pons, François Chattot rol alıyor. Baktığınız açıyla doğru orantılı olarak prodüksiyonu ucuz bir film; üç oyuncuyla, üç mekânla bütün filmi tamamlamışlar. Ama film dediğiniz prodüksiyon mudur sadece?

Yaşamın belirleyiciliği, toplumsal kaygı, nefret ve bilemediğimiz etkilerin varlığıyla bir bütün. Yanınızdaki insanın sorunlarını, sorunlarının çözümlerini, sorularını, sorularının yanıtlarını bilemeyebilirsiniz; herkese aynı davranırsanız, -bu filmde vurgulandığı üzere- baltayı taşa vurduğunuzun resmidir.

Vincent, bir kızla tanışır, zaten herkesten uzak, özellikle inzivaya çekilmiş olarak yaşamaktadır, çünkü göz göze geldiği herkes saldırır. Margaux, ona saldırmaz, ama inanmaz da… Bir deneme yapar Vincent durumunu anlatmak için onlarca insan kovalar, kız da anlar olanı biteni. Aşk gibi bir güzelliği bile yaşayamamak gerçekten de can yakıcıdır. Ama ah ki, bu saldırılar olmasa.

Stephan Castang’ın bu ilk uzun metrajlı denemesi gerçekten ilginç ve sarsıcı. Soru işaretini çözebilecek gibi görünmüyor hiçbir şey. İçinde yaşadığımız toplumsal, siyasal, ekonomik ve ekolojik bunalımdan kurtulamadığımız için Castang bizi uyarıyor. Ya kurtuluruz ya da… sonrasını siz(ler) ekleyin.

12 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(03 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tam Aziz Nesinlik: Mucize Aynalar

Aziz Nesin, yaşamın içinden, yaşama rağmen öyküler yazıp bizi bize anlatan çok (çoktan da çok) önemli bir yazar. Olmaz ki… diyeceğiniz olayların olduğunu gören, bilen, yaşayan ve bunları yazarak bizleri de şaşırtan, kara kara güldüren (aslında güleriz ağlanacak halimize) biri. Edebiyatçılar arasında Aziz Bey olarak anılan, dışarıdan bakınca çok da kendini göstermeyen, ama boyunca kitabıyla sadece öykülere değil yaşamın her yanına, her anına dokunan önemli bir sanat insanı. Tiyatro oyunları, senaryoları, öyküleri, dergileri, gazete yazıları yazan, (bir çoğumuza örnek olsun) dakikası boş geçmeyen, toplumsal dayanışmayı da öncelleyen Aziz Nesin’i tanımayan yoktur sanırım, öykülerini okumayan da, en azından duymayan…

“Tam Aziz Nesinlik” dediğimiz hemen her şaşırtan, hayrete düşürten, olayı rahat ve akıcı diliyle anlatan, buna da bağlı olarak hepimizin anılarında yaşayan birinin öykülerini sinemaya gönül düşüren herkes çekmek ister. Kısa hikâyecikler halinde yapıldığında çarpıcılığıyla öne çıkacak öyküler, filmi uzatmaya kalkıştığınızda tadını yitirir sanki. Her genç sinemacı gibi ben de bir dönem senaryolaştırmaya kalkışmış ama başaramamıştım. Hatta kendisiyle yaptığımız bir röportaj sırasında “Nasıl oluyor da, oluyor?” diye sormuştum. Özünü kaybettiğiniz zaman Aziz Bey’in verdiği heyecan, tattırdığı güzellik sönüyor.

Nesin Vakfı desteğiyle…

“Mucize Aynalar”, Nesin Vakfı’nın desteğiyle Tolga Örnek tarafından yazılmış ve çekilmiş. Tolga Örnek, başarılı bir yönetmen, bu filmde de çok başarılı… Aziz Bey’in öykülerini tek olarak aldığınızda uzaması pek olumlu sonuç vermeyeceğinden, altı öyküsünü birleştirmiş ve kurgulamış senaryosunu. Düşlerini gerçekleştirmek için koşturmaktan hayatlarını yaşamaya fırsat bulamayanların öyküsü, anlatılan. Dışarıdan baktığınızda hepimizin içinde olduğu sosyal, kültürel, politik ortam da öyle… ancak burada anlatılan geçmişi saklayan ve bir zaman sonra dışarı kusan (!!!) mucize bir aynayı icat eden Şahap Cenabettin’in öyküsü. Adına takılmayın, ünlü bir yazarın adıyla soyadını (ilkokul öğrencilerinin hep yaptığı) yer değiştirince gülümsetiyor kuşkusuz… Eee, adı üstünde zaten.

Şahap Bey, doğru yerde, doğru zamanda, doğru tutumları alsa dünyaca ünlü ve zengin olabilecekten iflâsın eşiğine gelmiş bir mucittir. Eşi, kaynanası, kuzeni el birliğiyle onu kurtarmak için çabalarlar ve zaten olaylar da öyle başlar. Film, gerçekten çok çarpıcı başlıyor, içine alıyor izleyiciyi, ancak gerek çerçevelerin boşluğu (kadrajların sanki yeterince düşünülmemesi) ile dönem dönem temposu düşüyor. O düşüşler arttıkça da izleyici sıkılıyor. Kim bilir, belki kısa filmler halinde, bölümler olarak düşünülse daha bir iyi mi olurdu diye düşünüyor insan.

Belli bir düzeyin üstündeki filmi, gelirinin Nesin Vakfı’na aktarılacağını da bilirse izleyici de sahiplenir.

05 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(28 Mart 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Rekabetçi Düzenin Laneti

Profesyonel Amerikan güreşi dövüş ve güreş ögeleri içeren resmi ve gerçek bir rekabet sporudur. Bildiğimiz Türk usulü güreş stillerinden çok farklı olarak sakatlayıcı darbelere müsamaha gösterilen hayli sert bir gösteri formudur. Amerikan bağımsızlarından Sean Durkin’in gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkan son filmi ‘Demir Pençe / The Iron Claw’ ’70 sonlarından 90’lı yıllara uzanan süreçte Amerikan güreş tarihine damgasını vurmuş bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Baba Jack Adkisson 5 yaşındaki ilk oğlunu talihsiz bir kaza sonucu kaybetmiş, ailenin üzerine çöreklendiğine inandığı lanetten kurtulmak için Nazi esinli Fritz von Erich adını alarak rakiplerine korku salıp en büyük olmanın peşine düşmüştür. 50’li yılların sonlarında ringlerde fırtına gibi esmeye başlamış, ancak sağ avucu ve parmaklarıyla rakibin alnına baskı uygulayarak pes ettirmeyi amaçlayan kendine özgü ‘demir pençe’ hareketi ile Texas fatihi olmasına karşın dünya şampiyonluğu altın kemerine ulaşamamıştır. Ağzından düşürmediği ‘dünyanın en güçlüsü olursak kimse bize zarar veremez’ mottosundan hareketle ve karşı konulmaz baba baskısıyla dövüş mirasını boy boy dört von Erich’e devredecek, ancak ringde yaşanan kazalar ve beklenmedik talihsizlikler aile bireylerini bir trajedi yumağının içine sürükleyecektir.

Dönem neoliberal rüzgârların estiği yıllardır. Cannes’da dünya prömiyerini yaparak ödülle dönen 2011 yapımı ilk uzun metrajı ‘Martha Marcy May Marlene’ ile sinema evrenine giren Durkin, pandemi etkisiyle çok izlenemeyen 2020 yapımı ‘Yuva / The Nest’de hırslı bir borsacının ailesini sürüklediği yıkımı 80’li yıllar Thatcher İngiltere’si fonunda anlatmıştı. Bu kez ‘derin Amerika’da geçen hikâye rekabetçi düzenin gözünü kör ettiği babanın neden olduğu yıkıma eğilirken toplumsal eleştiriden ziyade yoğun bir aile dramına odaklanıyor. Yabancı bir eleştirmenin hınzır deyişiyle ‘yılın ağır sıklet melodramı’nda profesyonel sporların en zahmetlisinden sert sahneler izliyoruz. Yaşanan kayıplar ardından anne Doris Tanrı’ya ve kiliseye sığınmayı sürdürürken, ölüme meydan okumaya kararlı baba yumruk gücünden, toksik erkeklikten medet umuyor. Olan boy boy çocuklara oluyor. Anne tarafından özenle korunan, babanın güçlü olmaları için gece gündüz antrenmana koştuğu oğlanlar hayat karşısında donanımsız büyüyememiş yetişkinlere dönüşüyor. Amerikan kapitalizminin baş tacı ettiği ataerkil aile düzeni böylece yaşanan kâbusun tetikçisi haline geliyor.

(24 Mart 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Yarışmak Değil Koşmak İstiyorum

Adını Helen dilinde ‘genç adamın yurdu’ anlamına gelen Kaz dağları yakınındaki aynı adlı antik kentten alır ‘Neandria’. Yeni yetmelerin dünyasına duyarlılıkla eğilmiş, onların sıkışmışlıklarını aşarak özgürlüğe yelken açmalarının şiirini yazmış olan Reha Erdem’in özlenen sinemasının bu son örneği, mekân olarak Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı Kayacık köyüne götürür bizleri. Antik kent kalıntılarının eteğinde bulunan yoksul köyün civarında dağ bayır koşan gencecik Suna ile tanışırız önce. Babanın çekip gittiği köy evinde annesi ile birlikte yaşayan geç kız atletizm yarışmalarına hazırlanmaktadır. Annesi onun yarışlarda başarılı olmasını içinde debelendikleri yoksulluk çukurundan çıkabilmek için fırsat olarak görse de o ‘yarışmak’ değil yalnızca ‘koşmak’ ister.

Köyün genç çocuklarından Mako ayyaş babaya ve üstüne üstüne gelen dünyaya isyanını rap şarkılarıyla dile getirir. Wes Anderson filmlerinden fırlamışa benzeyen daha küçük Filiz ise youtube kanalına köyden haberler ekleme derdindedir. Ama buralarda kayda değer bir şeyler olmuyordur ki! Televizyon ekranından iklim felâketleri izlenir ancak gerek ekolojik gerekse insan ilişkileri anlamında dünyanın dört bir tarafında ne yaşanıyorsa bu köyde de aynı şeyler yaşanmaktadır. Erdem’in ‘Kosmos’undan kopup gelmişe benzeyen sahte imamın gözyaşlarına karışan müdahalesi de pek fayda vermez. Köy arazisine yapılacak olan taş ocağı doğayı tahrip edecek, suyu kirletecektir. İnşaat izni bile alınmadan ortaya çıkan dozerlerin patırtısı çocukların şen şarkılarını bastırmaya başlamıştır bile.

Tarih okumak isteyen Suna’nın ve genç kuşakların işi zordur ancak açmazlarını, sıkışmışlıklarını kendi çabaları ile aşmak için koşuyu sürdürmek zorundadırlar. Reha Erdem’in erdemli sineması en başından beri bu umudun peşinde, aşkın bulunmadığı yerde aşkın izini süren o genç insanların yanındadır. Hayat’ın İstanbul varoşlarındaki karşı duruşundan Jîn’in ülkenin uzak doğusundaki dağlarından yankılanan isyanına, ‘Koca Dünya’nın kimsesiz çocuklarının dayanışma çabalarına Çanakkale’nin köyünden Suna’nın, Mako’nun, Filiz’in umut dolu itirazları eklenir.

Erdem’in genç oyuncuları yönetmekteki becerisine bir kez daha şapka çıkarır, Suna’ya hayat veren Deniz İlhan’a, Mako’da ‘Aşk Yok’, ‘Hiç’, ‘Yıkamadım’ gibi gibi kendi yazdığı sözleri yorumlayan rapçi Izzy’ye alkış tutarız. Yönetmenin değişmez çalışma arkadaşı Florent Herry’nin görüntüleri yine birinci sınıftır. Alican Çamcı’nın çağdaş müzik çalışması çok etkileyicidir. Kurguyu bir kez daha üstlenmiş olan Erdem, Japon usta Ryûsuke Hamaguchi’nin ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok’ta yaptığı gibi Godard’vari kesmelerle müziği aniden susturur, duygusallığın tuzağına düşmeden yerleşim bölgesini bekleyen tehlikeyi her daim hatırlatır.

Ön jeneriğin başında ‘ekolojik anlamda sürdürülebilir koşullar sağlanarak çekilmiştir’ ibaresine uygun bir çalışma ile her anlamda ekolojik dengeyi gözeterek kotarılmış olan ‘Neandria’ başarılı bir Reha Erdem filmi olmanın yanı sıra ülkemizin ilk ‘yeşil filmi’ olarak izlenmeyi hak ediyor.

(22 Mart 2024)

Ferhan Baran

[email protected]