Kategori arşivi: Yazılar

Festivalde İlk Günün Filmleri ve Bir Başyapıt

Film festivallerinde ilk günden taze bir başyapıtla karşılaşmak her zaman rastlanan şeylerden değildir. Sergei Loznitsa’nın bir önceki Cannes şenliği seçkisinde de yer almış filmi ‘Sislerin İçinde / V Tumane’ bu yıl bizlere böylesine bir keyfi yaşattı. Ukraynalı yönetmen bundan iki yıl önce yine İstanbul Film Festivali’nde gösterilen bir önceki filmi ‘Mutluluğum / Schastye Moe’ ile sinefilleri darmadağın etmişti. Bu yıl festivalin ‘Edebiyattan Beyazperdeye’ bölümünde yer alan yeni filmiyle kendisine bağlanan umutların boşuna olmadığını göstermiş oldu.

Belarus ya da Beyaz Rusya’nın tanınmış yazarlarından Vasil Bykov’un İkinci Dünya Savaşı anılarına dayanan anıt romanından uyarlanan ‘Sislerin İçinde’ 1942 yılında Alman işgali altındaki Batı Sovyet topraklarında, Nazilerle işbirliği yaptığı ve direniş davasına ihanet ettiği öne sürülen demiryolu işçisi Sushenya’nın, infazı için gelen biri çocukluk arkadaşı iki direnişçi ile dostluk, sadakat, insan onuru üzerine fırtınalı hesaplaşmasının hikâyesi. Bykov’un benzersiz metniyle Loznitsa’nın insanlığın genel durumu üzerine kapkaranlık, umutsuz bakışı birebir örtüşmüş. Üç uzun geriye dönüşle ilerleyen filmde, yönetmenin önceki çalışmasından tescilli uzun plân sekansları bir kez daha benzersiz görüntü sihirbazı Oleg Mutu’nun ellerine teslim edilmiş. Filmin satın alındığı söyleniyor ancak kaç sinemada ve daha önemlisi ne zaman gösterilir bilemem. Siz en iyisi festivaldeki son iki gösterimini (Kadıköy Reks / 4 Nisan Perşembe, 13.30; Beyoğlu Atlas / 7 Nisan Pazar, 11.00) kaçırmamaya çalışın.

İlk günün sürprizlerinden bir diğeri Güney Kore’li yönetmen Jeon Kyu-Hwan’ın ‘Yük / Mu-Ge’ adlı filmiydi. Çağdaş bir metropolde dışlanmış, bir kenara itilmiş, filmde geçen tabirle ucube ya da haşarat gibi görülerek ötekileştirilmiş insanların hikâyesi bu. Ölüleri temizlediği ve tören için hazırladığı levazımatçıda yaşamını sürdüren doğuştan kambur Jung ana karakter, trans üvey erkek kardeş, morgda çalışan temizlikçi kadın ya da sokaklarda yaşayan yarı deli fahişe kız bu kaybetmişler ordusunun diğer üyeleri. Güney Kore sinemasına has bir sertlik ve hüzün taşıyan film yönetmenin kendi sözleriyle ‘insanların bir yük gibi taşıdıkları yaşamın ağırlığı üzerine’. Festivalde iki kez daha gösterilecek (Nişantaşı Citylife / 3 Nisan Çarşamba, 16.00; Nişantaşı Citylife / 12 Nisan Cuma, 21.30)

Günün izleme fırsatını bulduğum bir diğer filmi Norveç yapımı ‘Kon-Tiki’ gerçek bir öyküden yola çıkmış. İkinci Dünya Savaşı ertesinde efsanevi gezgin yazar Thor Heyerdal’in, Polinezya takımadaları yerlilerinin atalarının Güney Amerika (Peru) kökenli olduğunun ispatı için giriştiği akıl almaz macera, başarılı CGI (bilgisayar destekli görüntü) kullanımıyla benzer Amerikan yapımlarından aşağı kalmayan bir süper prodüksiyon. 1.500 yıl öncesinin imkânlarıyla tahtadan yapılmış bir sal ve altı mürettebat ile gerçekleştirilen ve Jules Verne romanlarını anımsatan 8.000 kilometrelik bu akıl almaz yolculuğun hikâyesi, Avrupa sinema endüstrisinin Danimarka kökenli tarihi yapım şirketi Nordisk öncülüğünde kotarılmış. Bu yıl en iyi yabancı film Oscar adaylarından biri olan ‘Kon-Tiki’yi beyazperdede izlemek gerçekten keyifli bir deneyim. İki kez daha gösteriliyor. (Ortaköy Feriye / 5 Nisan Cuma, 16.00; Kadıköy Reks / 6 Nisan Cumartesi, 11.00)

(31 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Talihsiz Şairler Oscar Yolunda

Yılmaz Erdoğan’ın senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini (yönetmen olarak beşinci sinema filmi) üstlendiği, 26 milyon Türk lirası bütçeli “Kelebeğin Rüyası” (138 ya da 140 dakika) yaşayanların hiç bitmeyecek zannettiği İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zonguldak kömür madenlerinde zorunlu hizmete tabi tutulduktan sonra genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur (1920-42) ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun (1922-46) yaşam öykülerine odaklanıyor.

Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun kesişen yaşam öyküleri gazeteci yazar Hikmet Bila’nın (1954-2011) 2007’de yazdığı ve beyazperdeye bir türlü aktarılamayan “Kömür Kara” adlı sinema filmi senaryosuna da konu olmuştu…

Hikmet Bila, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’nün Zonguldak kömür madenlerini ziyaretine de senaryosunda yer vermişti.

(”Kömür Kara” adlı senaryo Morpa Kültür Yayınları tarafından kitap olarak basılmıştır.)

Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan’ın başrollerini paylaştığı “Kelebeğin Rüyası”nda, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur da rol alıyor.

“Kelebeğin Rüyası”nın 1964’ten bu yana Oscar adaylığı elde etmek için Los Angeles’a yolladığımız 20. film olması bekleniyor.

Yılmaz Erdoğan’ın, “Aşk en güzel bahanesidir şiirin” dediği “Kelebeğin Rüyası”nda aşk, şiirin de hayatın da başrolünü üstleniyor. Film, şairlerin altın çağı olan yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde adım adım gelişen bir aşkı anlatıyor.

İlk adı “Şairler” olan film CHP tek parti (Cumhurbaşkanı İsmet İnönü) döneminde 60 bin erkeğin Mısır Firavununun köleleri gibi madenlerde zorla çalıştırılmasını da konu alıyor. Bu konuda Mükellefiyet Kanunları çıkarılmış ve çok kişinin canı yakılmıştı.

“Kelebeğin Rüyası”nda Rüştü Onur’u rolü için 16 kilo veren Mert Fırat (“İntikam”), Muzaffer Tayyip Uslu’yu rolü için 19 ya da 20 kilo veren Kıvanç Tatlıtuğ (“Kuzey Güney”, “Aşk-ı Memnu”, “Gümüş”), Rüştü Onur’un tifodan ölen eşi Mediha Sessiz Onur’u Farah Zeynep Abdullah (“Öyle Bir Geçer Zaman ki”) ve o dönemde Zonguldak’taki Mehmet Çelikel Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak bulunan Behçet Necatigil’i Yılmaz Erdoğan canlandırdı.

Behçet Necatigil bu lisede genç şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun öğretmeni olmuştur.

Onur ve Uslu İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık, yokluk ve karne yıllarında bir taraftan öldürücü hastalıkla, bir yandan ekonomik sorunlarla başa çıkmaya çalışır.

İpek Bilgin’in Yarattığı Mucize: Kıvanç Tatlıtuğ

Kıvanç Tatlıtuğ’un oyuncu çalıştırıcısı İpek Bilgin’den aldığı derslerin “Kelebeğin Rüyası”ndaki oyununa çok katkısı olduğu da tartışılmaz bir gerçek.

“Kelebeğin Rüyası” Kıvanç Tatlıtuğ ve Farah Zeynep Abdullah’ın ilk sinema filmi niteliğini taşıyor.

Alman ordularının sınırımıza dayandığı ve Haziran 1941’de 3 milyon askerle Sovyetler Birliği’ni işgale kalkıştığı, o yıllarda CHP “tek parti hükümeti” bütün fabrikalarda, sanayi, tesislerinde ve madenlerde iş gücü açığını çalışabilir durumdaki herkesi zorunlu hizmete tabi tutarak kapatmıştı.

Bu kapsamda o dönemin Zonguldak’ında da 16 yaşından büyük bütün erkekler maden ocaklarında (kömür madenlerinde) zorunlu olarak çalıştırılmıştı.

(30 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Festivale ‘Hafif, Çok Hafif’ Bir Başlangıç

32. İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi ‘Aklımı Oynatacağım’, bizzat yönetmeni Pedro Almodovar tarafından başlıkta yer aldığı biçimde ‘hafif, çok hafif bir komedi’ olarak tanımlanmış. Bu nedenle filmi büyük bir beklenti içine girmeden izledik. Tavsiye ederim sizler de öyle yapın. Tanınmış İspanyol usta arka arkaya çektiği çok katmanlı filmlerinin ardından sinemadaki ilk yıllarına dönmek, gönlünce eğlenmek istemiş besbelli. Filmin özgün adı ‘Los Amantes Pasajeros’ çift anlamlı. Şöyle ki, hem ‘Aşık Yolcular’ hem de ‘Geçici Aşklar’ olarak kullanılabiliyor. İngilizce ismi ‘I’m So Excited’ yani ‘Çok Tahrik Oldum’ filmin hınzır cinselliğini vurgulamayı amaçlamış. Bizde ithalâtçı firmanın uygun görmüş olduğu ismine ise pek bir anlam veremediğimi belirtmek isterim.

Bu isim karmaşasını bir yana bırakırsak, Almodovar’ın henüz kendi ülkesinde çok yeni vizyona girmiş bu taptaze filmi, üstadın filmografisinde ‘Kika’ ve öncesini anımsatan son derece grotesk bir seks komedisi. Amerikan ZAZ parodi ekibinin absürd ‘Uçak / Airplane’ serisinin Almodovar’ın renkli dünyasına uyarlanmış hali adeta. Mexico City’ye gitmek üzere havalanmış ancak teknik bir arıza nedeniyle saatler boyu Toledo üzerinde tur atmak zorunda kalan uçağın mürettebatı ve business class yolcuları -ekonomi sınıfında uçanlar doğacak paniği engelleme amacıyla uyutulmuşlar-, üçü de gey kabin personeli, biseksüel kaptan ve yardımcı pilot, ülkenin 600 kadar tanınmış şahsiyetiyle sado-mazo erotik beraberliği olmuş eski seks yıldızı, kadınları öldürmeyen tetikçi, dolandırıcı banka patronu, geçkin yaşında bakire bir medyum kadından oluşan sıradışı tipik Almodovar karakterleri.

Düşme tehlikesi olan uçakta toplaşmış bu eşine benzerine kolay rastlanmayacak ekibin ölüm korkusuyla kamçılanmış seks fantezileri toplamı, festival açılışında farklı tepkiler aldı. Kimileri nefret etti, kimileri kahkahalarla güldü. Bizler bu filmi Almodovar’ın kısa bir soluklanması olarak kabul ediyor, kendisinden ‘Konuş Onunla’, ‘Volver’ düzeyinde filmler beklemeye devam ediyoruz.

(30 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

50 Yıl Süren Evlilik Cannes Film Festivali’nin Afişinde

15 – 26 Mayıs 2013 tarihleri arasında 66. kez düzenlenecek Cannes Film Festivali bu yılki afiş görselini Türkiye sinemalarında altı yıl gecikmeyle Mart 1969’da gösterilen “A New Kind of Love” (1963) adlı film için çekilen bir fotoğraf karesinden aldı. En İyi Giysi Tasarımı ve Müzik dallarında Oscar ödülü, En İyi Kadın Oyuncu (Joanne Woodward) dalındaysa Altın Küre adaylığı elde eden bu film Türkiye’de “Paris Tatili” adıyla gösterilmişti.

“Paris Tatili” aynı zamanda 1953’te tanışan, 1958’de evlenen ve Paul Newman’ın 2008’deki ölümüne kadar 50 yıl boyunca evli kalan Paul Newman – Joanne Woodward çiftinin birlikte kamera önüne çıktığı filmlerden biri.

Çiftin, 1959, 1961 ve 1965’te üç kızları da dünyaya gelmiş.

Woodward, Türkiye’de “Üç Ruhlu Kadın” adıyla gösterilen “The Three Faces of Eve”le (1957’nin filmi Türkiye’de 1960’ta gösterildi), Paul Newman ise “The Color of Money”le (1986) Oscar ödülünü kazanmıştı.

Türk Sineması ve Cannes Film Festivali

1939 yılından bugüne Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanan ilk ve tek filmimiz Şerif Gören’in yönettiği “Yol” olmuştu. 1982 Cannes Film Festivali’nde gösterilen “Yol”un senaryosunu Yılmaz Güney yazmış, başrolünü Tarık Akan üstlenmişti. “Yol” Kuzey Amerika’da Altın Küre Ödülü’ne de Yabancı Film Dalında aday gösterilme başarısını kazanan ilk ve tek filmimizdir.

Yine 1939’dan bu yana Altın Palmiye adaylığı elde edebilen diğer filmlerimiz de şunlar: Yılmaz Güney’in “Duvar”ı (1983), Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” (2003), ”İklimler” (2006), “Üç Maymun” (2008), “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı (2011) ve Türk asılllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında”sı (2007)…

(29 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Gerilim Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni

Bizde ‘Gizli Teşkilat’ olarak bilinen 1959 yapımı ünlü filmi ‘North By Northwest’in gala gecesinde sarışın hayranına keyifle imza verdiği sırada bir gazete muhabiri Alfred Hitchcock’a sorar: ‘Çektiğiniz 46 filmle sinema tarihinin en ünlü yönetmenisiniz, lâkin 60 yaşına geldiniz, zirvedeyken bırakmayı düşünmez misiniz?’ Hiç beklemediği bu soru karşısında neşesi kaçar üstadın. Sinema çevreleri yeni bir dönemi haberleyen Fransız Yeni Dalgasından Claude Chabrol, Jules Dassin, Henri-Georges Cluzot gibi isimlerin polisiye türünü yenileyen filmlerini konuşmaktadır. Ancak yeni ve farklı projelerin izini sürmeye kararlı Hitchcock’un sinemayı bırakmaya hiç niyeti yoktur.

Steven Spielberg’in ‘Terminal’ filminde senaryo yazarı olarak imzası bulunan İngiliz asıllı Sacha Gervasi’nin ilk yönetmenlik denemesi olan ‘Hitchcock’, Stephen Rebello’nun ‘Alfred Hitchcock and the Making of Psycho’ adlı kitabından uyarlanmış ve gerilim filmlerinin bu efsanevi isminin ilerlemiş yaşında yeni filminin esinini aradığı dönem üzerine odaklanmış. Hitchcock usta 47. filminin ilhamını, cinayet ve korku türündeki eserleriyle tanınmış Amerikalı yazar Robert Bloch’un edebiyat çevrelerinde pek itibar görmemiş yeni romanında bulur. 1940’lı yıllarda Wisconsin’de delicesine bağlı olduğu annesinin cesediyle birlikte yaşamış, kriminoloji tarihinin ünlü seri katillerinden Ed Gein’ın gerçek hikâyesi üzerine kurulmuş olan ‘Sapık’ ya da özgün ismiyle ‘Psycho’, dönem Amerikasının muhafazakâr iklimine pek de uygun düşmeyen bir malzemedir. Deneyimli kurgucu eş Alma Reville, sadık menajer ve stüdyo (Paramount) yetkilileri, şiddetin, röntgenciliğin, transvestitizmin, ensestin çarpıcı bir sunumu görünümündeki bu metnin Hitchcock’un yeni projesi olarak açıklanmasına karşı çıkarlar. Dönemin katı sansür uygulamalarıyla meşhur ‘Motion Picture Production Code’ kurumu ile de adamakıllı bir mücadeleye girişilmesi gerekmektedir. Kurt yönetmen önce karısını ikna eder, daha sonra her türlü zorluğu göze alarak ve gerekli finansmanı şahsi kaynaklarından sağlamak suretiyle projeyi hayata geçirmeye koyulur.

Hitchcock’un bu çok iyi bilinen ve sinema dilini yenilemiş başyapıtının oluşum sürecini izlemek her tutkulu sinemasever için keyifli bir deneyim. Başarılı makyajıyla yönetmeni canlandıran Anthony Hopkins ve eşi rolünde Helen Mirren de çok iyiler. Lâkin parlak bir başlangıç yapan bu nostaljik çalışma, tıpkı geçtiğimiz yılın ‘Marilyn ile Bir Hafta / A Week with Marilyn’ örneğinde olduğu gibi magazin ağırlıklı bir anlatıma meyletmekte gecikmiyor. Yine de büyük bir beklenti içine girmeden bu iddiasız şirin filmle rahatlıkla oyalanmak mümkün.

Scarlett Johansson diyorsanız, Norman Bates’in talihsiz kurbanı rolünde bu filmde biraz geri plânda kalmış. Yetenekli oyuncuyu doya doya izlemek isteyenlere, kendisinin halen Broadway Richard Rogers Tiyatrosu’nda, Hollywood’un güzel kadınlarının her daim cazip buldukları Tennessee Williams oyunu ‘Kızgın Damdaki Kedi / Cat on a Hot Tin Roof’un Maggie’si olarak sahne almakta olduğunu hatırlatalım. Yolu NewYork’a düşenler kaçırmasın.

(29 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Atilla Dorsay Röportajı

Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Bölümü’nden olduğu halde hayalinde olan sinema yazarlığını tercih eden Atilla Dorsay’ı Türkiye, sinema yazarı olarak tanıyor. Dorsay’ın sinema yazarlığının kurumsallaşması için gösterdiği çaba sayesinde bugün Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) hatırı sayılır bir yere sahip. Usta Sinema Yazarı Dorsay ile Türk Sineması’nın dününü ve bugününü masaya yatırdık. Darbelerin sinemamız üzerinde bıraktığı etkiden tutun da politik sinemayı sansürleyenlerin seks filmlerinin nasıl önünü açtığını anlattı Atilla Dorsay. Dünya sinemasını da çok yakından takip eden Dorsay ile çıktığımız beyazperde yolculuğunun bazı duraklarında hayatına dair önemli bilgiler de öğrendik. Örneğin bir dönem solcu olduğunda sapına kadar solcu olamadığı gibi… İşte sinema dünyasının usta kalemi Atilla Dorsay’ın film şeridindeki dünü, bugünü ve yarını…

Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Fakültesi’nden mezun olup sinema yazarlığı hayalinizde olan meslek miydi?

Evet hayalimde olan bir şeydi. Belki çok açık biçimde değil, ama flu biçimde hayalimdeydi. Bunun en büyük kanıtı, aşağı yukarı 11-12 yaşından itibaren gördüğüm bütün filmleri yazmaya başladığım defterler. O defterler hâlâ duruyor. Düzgün biçimde çizgiler ile ayırarak -ki o da mimarlık geleceğimi işaretidir belki de. Konuyu özetleyerek, yıldız vererek, hatta birkaç cümlelik eleştiriler yazarak… Bu da gösteriyor ki, açık biçimde olmasa da bilinçaltımda olan bir şeydi.

40 yıla aşkın bir süredir sinema eleştirmenliğinin Atilla Dorsay’ın hayatına neler kazandırdı?

Çok açık biçimde söyleyeyim: Dünyada belki hiçbir eleştirmene nasip olmayan ciddi bir saygınlık kazandırdı Türkiye’de. Bunu hak ediyor muyum, hak etmiyor muyum? O ayrı bir mesele. Ama genelde eleştirmenlik hangi alanda olursa olsun, çok saygınlık kazanmış bir meslek değil. Türkiye’de bunun istisnaları vardır. Örneğin bir Nurettin Ataç, Doğan Hızlan, artık aramızda olmayan Rauf Mutluay gibi isimler, gerçekten kendi alanlarında çok saygı gördüler. Bu isimler istisnalardır. Genelde Batı’da, bizde de, her alandaki eleştirmenler çok sevilip övülmez. Hele sinema eleştirmenlerinin, üstelik bizim toplumda benim olduğum yere gelebileceğini ben de rüyamda görsem inanmazdım. Ama öyle olmadı. Bir Atilla Dorsay olayı var, bunu biliyorum. Sevgi, saygı görüyorum. Aynı ölçüde hakarete de uğruyorum ama bunlar birbirinin ayrılmaz tamamlayıcısı. Dolayısıyla ona da hiç karşı değilim. Sonuçta eleştirmen olarak belli bir yere geldim. Bu yere başka türlü gelemez miydim? Mesela sinema sevdası olmasaydı içimde, belki doğrudan doğruya yazar olurdum. İlk şiir ve hikâye kitaplarım çıktı yakın zamanda… Ama yeterince ilgi görmedi. Çünkü insanın adı üçe çıktı mı, ikiye düşmüyor. Eleştirmen diye tanıyorlar ve başka işlerinize ciddiyetle bakmıyorlar. Benim hikâyelerime ciddi olarak bakan, yine yazarlar oldu. Ahmet Ümit, Karin Karakaş gibi yazarlar gayet güzel yazılar yazdı. Fakat eleştirmen taifesi hiç eğilmedi. Çünkü artık etiket konmuş: Sinema yazarı. Oysa yazar diye bir kavram var. Ben sinema yazısı yazdığım gibi, başka şeyler de yazabilirim, yazdım ve yazıyorum da. Ama kabul ettiremiyorsun. Bu sefer bir kazanç, bir kayıp getiriyor. Sonuçta her şeyin bir bedeli var.

Türk Sineması’nın 40 yıla aşkın bir sürede ne gibi değişikliklere maruz kaldığını düşünüyorsunuz?

Bende bir ölçüde nostalji var ama ayrıca da çok gerçekçiyim. Günümüzde de yapılanlara çok saygı duyuyorum ve kendimi nostalji ile bağlamak, sınırlamak asla istemiyorum. Eski Yeşilçam nostaljim ise hiç yok. Yeşilçam’ı hep olduğu gibi görmeye çalıştım. Çok sevgi, saygı duyduğum isimler, filmler, sanatçılar, emekçiler olmuştur. Ama şimdi herkeste tam bir Yeşilçam sevdası var. Onu herşeyiyle alıp yüceltiyorlar. Buna kesinlikle katılmıyorum. Çok kötü şeyler de yapıldı çünkü.

TÜRKAN ŞORAY ÇALIKUŞU’NDA OYNAMAMALIYDI

Ne gibi kötü şeyler?

En büyük kusuru, bir seri imalât düzeni vardı. Belli firmalar aynen dışarıda olduğu gibi, nasıl ki, Metro-Goldwyn-Mayer yılda 40 film üretir. Belki 42 ya da 48’de olabilir ama bilinir ki, Metro-Goldwyn-Mayer firmasından yılda 40 film çıkar. Biz de diyelim ki Arzu, Erman ya da Melek Film’den de belli sayıda film çıkacak. Yine Amerika’dan ithâl ettiğimiz yıldız sistemi çok baskındı. Türkan Şoray meselâ, hiç oynamaması gereken Çalıkuşu’nda Feride olarak karşımıza çıktı. Oysa ki ne karakter, ne de fizik olarak hiç ilgisi yoktu. Tek bir örnek veriyorum, örnekleri çoğaltabilirim ama gerek yok. Bir sürü roman ve roman kahramanları katledildi. Büyük romanlarımız kötü maceralar yaşadı. Her tutan filmin 5’er, 10’ar, 40’ar kopyası yapıldı, yabancı olsun, yerli olsun. Seri imalât dönemiydi. Kesinlikle hak etmediğimiz ve yapamayacağımız kadar film üretildi, yılda 200-250 film, Türk toplumunun hele o dönemde nesine? Ama bu yapıldı. Bu yüzden o filmlerin yüzde 70’i yok ama kimse aldırmıyor. Çünkü kimse önemsememiş onları. Başka bir toplumda ulusal sinemanın çektiği filmlerin yüzde 70’i yok olsa, ‘bir katliam’ diye çığlıklar kopar. Hemen araştırmaya girişilir. Bizde kimse fark etmiyor. Çünkü o filmler zaten zamanında da önemsenmemiş. Aşağı yukarı o hafta gösterilmiş, sonra belki bir-iki TV kanalında oynamış ve yok olmuş. Şimdi kalanı kurtarmaya, ve ne olursa olsun, en azından 200’e yakın çok değerli film var, onları bulup korumaya mecburuz. Ama Türkiye’de bu da yapılmıyor. Kaldı ki Türkiye’de kendine muhafazakâr diyen, en azından asli görevi kültürel açıdan muhafaza etmek olan bir zihniyet, bir düşünce bugün iktidarda olduğu halde bile, bu yapılmıyor.

Sizin bu konuyla ilgili bir çalışmanız oldu mu?

Ertuğrul Günay, Kültür Bakanı olduğu dönemde ve de önceki bakanlarımız döneminde, eski filmleri araştırmak, bulmak ve onarıp korumak (artık günümüzde dijitale aktarmak) amacıyla resmi ve gayri resmi olarak sayısız öneri götürdüm. Kimse tınmadı. Bugüne kadar hiçbir Kültür Bakanı bu konuyla ilgilenmedi. Örneğin Hababam Sınıfı serisi yakın zamanda dijitale aktarıldı, pırıl pırıl. Piyasadan geçen gün Vesikalı Yarim’i aldım. DVD’yi taktım, ekranda yağmurlu bir film. Televizyonlarda izlediğimiz gibi. Vesikalı Yarim gibi kült olmuş, efsane olmuş bir filmden söz ediyorum. Aşk filmi deyince toplumumuzda hatırlanan ilk filmlerden biri… Türkan Şoray denilince hatırlanan 2-3 filmden biri. Bir hayırsever çıksa da, bakanlık olur, özel sektör olur, bir banka olur, şu filmi de biz onardık, dijitale aktardık dese. Kimse bunu yapmıyor. Belleği dumura uğramış bir toplumuz. Bu bizim özelliğimiz. Çok iyi özelliklerimiz de var. Örneğin inanılmaz yardımseveriz. Sokakta düşseniz, dışarıda kimse gelmez ama burada hemen herkes koşuşturur. Vefa duygumuz vardır. Ama belleğimiz zayıf maalesef. Kültürel açıdan belleksiz bir toplumuz ve bunu çok büyük bir kusur olarak sayıyorum.

SEKS FİLMLERİ YÜZÜNDEN BAZI OYUNCULAR AR VE EDEP DUYGULARI İÇİNDE ORTADAN KAYBOLDU

Türk sinemasının en zor dönemleri Atilla Dorsay’a göre hangi dönemleriydi?

Herhalde 70’lerin ikinci yarısı… Çünkü bütün bir sinema yok oldu adeta. Ortalığı çok büyük bir sosyolojik fenomen olan ve bugün hâlâ daha bence gerektiği kadar bilimsel açıdan incelenmeyen seks filmleri sarmıştı. Hem de Milliyetçi Cephe’ler döneminde. Hem de ağır sansür döneminde… Bu nasıl olabildi? Bu sosyolojik deprem nasıl yaşandı ve toplum bunu nasıl karşıladı? Bütün bunlar araştırılmadı. Çünkü konu netameli… Kimse seks filmlerine bulaşmak istemiyor adeta. Bu yaşandı, böyle bir dönemi var Türk Sineması’nın. Cesur bir bilim adamı çıksın da hangi kesimden olursa olsun, buna eğilsin, araştırsın, nasıl oldu bu diye… Çok kötü bir dönemdi. Hiçbir şey yapılamadı çünkü. 1978 yılında Selvi Boylum Al Yazmalım yapıldıysa, bu bir mucizedir. Seks filmleri furyası 1974’den 80’e kadar sürdü. Bu dönemde çıkan iyi filmler parmakla sayılacak kadar azdır. Hepsi bireysel çabalar ile oluşmuştur. Onun dışında bir şey yapılamadı. Yıldızlar gazino sahnelerine akın ettiler. Filmler durdu. Birtakım oyuncular ar ve edep duyguları içinde ortalıktan çekildiler. Sonra döndüler veya dönemediler. Dönemeyenler de oldu. Tuhaf bir dönemdi.

60 DARBESİ SİNEMAYA ÇOK BÜYÜK DARBE VURMADI

27 Mayıs 1960 darbesinin sinema üzerinde ne gibi etkisi oldu?

60 darbesinin çok etkisi olduğunu söyleyemem. Çünkü 61 Anayasası belli haklar içeriyordu. 24 Anayasası’na göre daha demokratikti. Fikri özgürlük alanları daha açıktı. İlk defa sol düşünce kendini ifade etme imkânı bulabildi. Sol partiler kuruldu. Düşünün, Çetin Altan bile İşçi Partisi’nden milletvekili seçilip Meclis’e girerek hayli gürültü koparabildi. Solcu, emeği savunan filmler yapıldı. O filmler çok kalitelidir bizim çalışma tarihimiz açısından en azından. Örneğin Karanlıkta Uyananlar filmi Türkiye’de ilk defa grev hakkını konu etti ve savundu. Bu o yıllarda çok önemli bir şey. Çünkü grev hakkı tartışılan bir şeydi ve birden bire bunu savunan bir film geldi karşımıza. Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol filmi emekçileri ele aldı. O yıllarda Metin Erksan’ın yasaklanan filmleri var. Yasaklama olayı, Aşık Veysel’in hayatı ile başladı 1959’da. 60’larda da Yılanların Öcü, Susuz Yaz, Kuyu ile sürdü. Bütün bunlara karşı mücadeleler verildi. Sansür ve baskı da geldi, ama aynı ölçüde bir takım şeyleri söyleme fırsatı da doğdu. İlk defa gerçek anlamda politik filmler yapıldı. 60’lar çok hareketlidir. Ben 60 devriminin sinemaya çok büyük bir darbe vurduğuna kani değilim.

80 DARBESİ KADIN FİLMLERİNİ ORTAYA ÇIKARDI

12 Eylül 1980 darbesinin sinema üzerinde ne gibi etkisi oldu?

60’larda bunlar yaşanırken, 12 Eylül’de tam tersi oldu. Çünkü daha kararlı bir askeri zihniyet iş başına geldi. Birçok şeyi yasaklamak istediler. Sol’da ve Sağ’da. Ama bu çabaları daha ziyade Sol’a yöneldi o da ayrı bir hikâyedir. Ama sağdan da çok acı çekenler oldu. Bu toplumsal olaylarda tek bakış açısı yok. Mesela 80’li yıllarda her ne kadar Turgut Özal ilk seçimde iktidara geldiyse de, hepimiz biliyoruz ki MGK iktidarın tepesindeydi. Askeri vesayetin altında sözüm ona demokrasiydi. Buna rağmen o yıllarda bile 12 Eylül’ü eleştiren filmler yapılabildi. Hemen değil belki ama 85’lerden başlayarak, Sen Türkülerini Söyle, Dikenli Yol, Prenses, sonraları Eylül Fırtınası gibi 12 Eylül’e eleştiri getiren filmler yapıldı. Bu da tuhaf bir çelişkiydi. 90’lar sonrası sansür azaldı.

Askerin yönetimde olduğu sırada ‘sansür’ uygulaması en çok hangi dönemde kendini gösterdi?

12 Mart 1971 muhtırası her ne kadar bir darbeye dönüşmemiş olsa da, o dönem inanılmaz sansür uygulandı. Sol’a karşı bir kampanya başlatılmış ve Yılmaz Güney bunda en çok hedef alınan sanatçı olmuştu. 74’den sonraki milliyetçi cephe iktidarları döneminde, sansür daha çok kendini göstermiştir. Özellikle politik sansür… Politik filmlerini sansürleyenler seks filmlerinin önünü de açmıştır ilginç biçimde. 70’lerin sonlarında o kadar çok film yasaklandı ki, 1979 Antalya Film Festivali yapılamadı. Önemli bir iki film yasaklanınca, diğer sinemacılar da filmlerini çekti, festival yapılamadı. Üstelik bu Ecevit’in o kısa süren başbakanlığı sırasında oldu. Ertesi yıl, 79’da yapılamayan festivale katılamayan filmlerin de katılacağı çok daha görkemli bir festival yapılacaktı. Çok kısa zaman kala, 12 Eylül darbesi oldu. Çok ilginçtir, Antalya Film Festivali’nin iki yıl üst üste yapılamaması… 80 sonrası çok daha farklı. Dünyadaki büyük değişimler, herşeye rağmen bizim topluma da yansıdı. Ve örneğin ‘kadın filmleri’ ortaya çıktı. Kadın ilk defa ana kahraman oldu filmlerde. Onun aşkı, cinselliği, hatta erkeği bir cinsel nesne olarak seçmesi perdelere gelir oldu. Hülya Koçyiğit gibi melek karakterler oynamış kapalı bir star, Şerif Gören’in Kurbağalar ve Firar filmlerinde açık bir cinselliği olan, onu yaşayan, erkek partnerini seçen kadın rollerine çıktı. Türkan Hanım da o yıllarda kurallarını, kanunlarını yıkıp bir dizi kadın filminde oynadı. O Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Şerif Gören, Zeki Ökten, Ömer Kavur, İrfan Tözüm, Yusuf Kurçenli vb. imzalı filmlerin toplumsal açıdan çok önemli olduğuna inanıyorum.

SAPINA KADAR SOLCU OLAMADIM

Atilla Dorsay hayatı boyunca kendisini hangi tarafta konumlandırıyor?

Hiçbir zaman çok aşırı fikirlerin insanı olmadım. Solcu olduğum dönemde de sapına kadar solcu olamadım, istesem de. Sağ’cı da olmadım zaten. Ama Sağ’ı anlayışla, büyük ilgiyle izledim. Özellikle sinemada Sağ’ı ve İslamcı filmleri çok ciddiye aldım. Çünkü çağdaş bir toplumda her şey gibi inançların da sanata konu edilebileceğine ve de bireysel ya da gurupsal arayışların, çelişkilerin, bunalımların Batı’da da olduğu gibi sanatla işlenmesinin önemine inandım, hala da inanıyorum. Özellikle Yücel Çakmaklı, İsmail Güneş, Mesut Uçakan gibi yönetmenleri olabildiğince yakından izleyip filmlerini değerlendirmeye çalıştım.

ŞERİF GÖREN İLE YILLARDIR KONUŞMUYORUZ

Eleştirileriniz yüzünden sizinle selâmı kesenler oldu mu?

Evet oldu!… Biri Şerif Gören… Yıllardır konuşmuyoruz. Diğeri Mustafa Altıoklar. Yapımcısı olduğu Emret Komutanım filmi için ağır bir yazı yazmıştım bu yüzden konuşmuyor benimle. Mehmet Ali Erbil’in ne kadar berbat bir oyuncu olduğunu yazdım. Aslında berbat demedim ama ima etmiş olabilirim. O da haklı tabi, kimse kendisine böyle diyen adamla konuşmaz. Çeşitli yerlerde karşılaştığımızda başımızı çeviriyoruz.

SİYAD’A ÜYE SEÇİMİNDE POLİTİK YAKLAŞILMAMALI

70 milyonluk ülkemizde sadece 90 SİYAD üyesi olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hem evet, hem hayır… Dışarıdaki eleştirmenlik de çok ahım şahım değil. Hele Amerikan eleştirmenliği… İzliyorum bazen, dışarıdayken onların gazete ve dergilerini alıp sinema yazarlarını okuyorum. Gözlemlediğim şu ki, Amerikalılar yüzeysel yaklaşıyorlar filmlere. Adeta Hollywood ya da Oscar yaklaşımı gibi… Başarıyı, yeniliği seviyorlar. Cesur fikirleri de seviyorlar aslında, ama Fransızlar’ın o ünlü ‘auteur – yaratıcı yönetmen’ kavramı ve o tür filmlere sevgi saygıları pek yok. Meselâ çok başarılı bir yönetmeni yıllarca övmüşler, birden bire adam o kadar iyi olmayan film yapıyor. Hemen adamı parça parça edebilirler. Ama Fransızlar en azından geçmişine saygı gösterir, onun neden kötü bir şey yaptığını anlamaya çalışır. Fransa eleştirisi daha derin, metodik, kavramsal ve kavrayıcıdır. Fransız kültüründen geldiğim için, eleştiride de o ekolden etkilendim. Özellikle sinemasever aşamasından ciddi eleştirmen aşamasına geçtiğimde, Fransız eleştirisinden hayli dersler aldım. Yıllarca Fransızların sinema dergilerini düzenli alıp takip ettim. Benim eleştirilerim onlara dayandı.

Ama öte yandan, ben Amerikan Sineması ile büyüdüm, bunu kabul etmek lâzım. ‘Tür sineması – cinema de genre’ denen şeyi de çok sevdim. Bir gangster, korsan, casusluk filmini, bir komedi veya dramı, bir aksiyon veya korku filmini ayrı ayrı yerlere koyup kendi kuralları, kendi çerçeveleri içinde ele almayı öğrendim. Hâlâ tür sinemasını çok severim. İyi bir komedi, tarihi film veya melodram beni çok heyecanlandırır. Şimdiki sinema eleştirmenleri ise genelde aşırı Avrupa bağlantılı… Tür sinemasını ciddiye almayanları var. Oysa Fransızlar bütün o teorilere rağmen, o tür sinemayı da çok sevmişlerdir. Tür sinemasının büyük Amerikan ustalarını yine Fransızlar çok sevip incelemişler ve onları dünya çapında tanıtıp sevdirmişlerdir: John Ford’dan Howard Hawks’a, Nicholas Ray’dan William Wellmann’a, Frank Tashlin’den Jerry Lewis’e… Bizim kimi eleştirmenler, sanki çocukluklarında hiç sinemaya gitmemiş, 17-18 yaşlarında başlamışlar. Hiç çocuk bir yan yok içlerinde. Oysaki sinemanın çocuk, naif bir yanı vardır. Bunu da görebilmek lâzım… Örneğin ben Karaoğlan filmini beğendim. Çünkü teknik açıdan çok iyi yapılmış buldum. Benim anladığım türde bir tarihsel fantezi, ciddi tarihsel film değil. Bu filmlerin yıllarca yabancılarını izledik. Bizde de en azından romanlarını okudum. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun benim gençliğimi besleyen tarihi romanları bunlardır. Türk tarihini alıp fantezi unsuruyla beslemek… Bunun iyi yapılmış bir örneğini gördüm. Ben sevdim, ama hiçbir eleştirmen sevmediği gibi seyirci de sevmedi işin tuhafı. Çok tuhaf geliyor bu bana. Halbuki Türk toplumunda kendi tarihine uyanan bir ilgi var. Karaoğlan gibi bir karakter yaşamamış olabilir. Ama o yıllarda yaşamış olabilecek bazı kahramanların ve kimi tarihsel olayların ilginç bir birleşimi. İyi de kotarılmış film. Adam çok yakışıklı, çok iyi atlıyor sıçrıyor. Herkes gayet iyi oynuyor. Kötü adamlar gerçekten kötü gibi duruyor. Daha ne istenir? Ama seyircimiz gitmedi.

Neyse, bütün bu genel çerçeve içinde Türk eleştirmenleri bence kötü bir yerde durmuyorlar. Herşeye rağmen sinemayı bilen, seven yeni bir kuşak geliyor. DVD sayesinde klâsiklere erişmek de artık çok kolay oldu. Biliyorum, akşamları meraklıları benim gibi oturup klâsik filmleri izliyor ve yazıyorlar. İnternette, bloglarda eski filmlerin de yeniden değerlendirilmesi ortaya çıkıyor. Meselâ bir Arka Pencere sinema dergisi var. İsmini Yönetmen Alfred Hitchcock’un ünlü filminden almış ve her bölümü de ayrı bir Hitchcock filminin adıyla sunuluyor. Bu başlı başına ünlü yönetmene bir saygıya dönüşüyor. Dolayısıyla Türk eleştirmenlerini hiç de kötü bir yerde bulmuyorum. Bazı arkadaşlar, tür ya da genelde Amerikan sinemasını külliyen reddediyorlar, aşırı ideolojik yaklaşıyorlar. Zero Dark Thirty filminin eleştirilerinde de böyle bir tavır belirdi. Ama öte yanda çok daha kavrayıcı ve bilinçli bir kuşak da geliyor. Eleştirmen arkadaşlarımın yaptıklarını seviyorum ve izliyorum.

Sinemayı bu kadar seven bir toplum olmamıza rağmen 70 milyonluk ülkemizde sadece 90 SİYAD üyesi olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

SİYAD’ı 70’lerin sonlarında kurduğumuzda, ortada kim varsa aldık. Çünkü yaygın biçimde sinema yazarı yoktu. Magazincileri de aldık: Ses, Yıldız, Artist gibi dergilerde çalışan, yazan, hatta resim çeken arkadaşları aldık. Ve Sinema Yazarları Derneği’ni kurduk. Böyle çok da devam edemedik. Çünkü 1980 darbesi tüm derneklerle birlikte bizim derneği de kapattı. 90’ların ortasında derneği yeniden kurduğumuzda daha seçici olduk. Ama artık oldukça fazla yazar olduğu için, eski sıkıntıları çekmedik. Kendi adıma, eleştirmenliğin kurumsallaşmasına çok gayret gösterdim. Sanırım kendimi över gözükmeden bunu söyleyebilirim. Şimdi daha seçiciyiz dedim. Ama yine de benim dönemimde, bu işe emek vermiş ve en az iki yıl yazmış herkesi almak taraftarıydım ve alıyordum. Sonraki kimi başkanlar daha nekes davrandılar. Onu alalım, bunu almayalım gibi. Gözünün üstünde kaşı var, dudağında beni var gibi. Ama sanıyorum şimdi makul bir orta yol bulundu.

Politik mi yaklaşıldı?

Evet, sanırım öyle oldu… Politik yaklaşmak insan doğasında var. Ama ben, örneğin İstanbul ile ilgili yazılarımda kesinlikle politik ve ideolojik yaklaşmıyorum. Benim mimarlığım, İstanbul severliliğim bana hangi fikri estiriyor ve neyi savunup eleştirmemi emrediyorsa, onu yazıyorum. AK Parti yapıyor veya yapmıyor, Başbakan istemiş veya istememiş. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Ama tuhaf bir şekilde, insanlar âlâkasız bir konuya çok politik ve ideolojik açıdan bakıyorlar. Türkiye böyle ikiye bölünmüş bir toplum oldu neredeyse. Arkadaşları üyeliğe seçerken, buna katiyen bakmamalıyız. Sinema alanında kalem oynatıyorsa, nereden gelirse gelsin, kalem oynatması yeterli olmalı. Mevlana gibi bir örnek varken karşında, böyle bir şey olabilir mi? Sen üye ol, sen olma… Ama maalesef bazı arkadaşlarda bu şartlanma var.

SİYAD üyelerinin genelde, gazetelerde köşeleri tutan isimlerden oluştuğunu görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kısmen doğru. Fakat son dönemde internet sitelerinde yazanlardan da üye seçimi yapıldı. Dergiler ön plâna çıktı. Mesela bir ara Altyazı Sinema Dergisi’nin genç ve çalışkan kadrosu olduğu gibi alındı. Başka sinema dergisi de pek yok.

1 Kasım 2007 yılında yayına başlayan Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife sektörden destek görmediği gibi SİYAD’tan da hiç destek görmedi. 50. sayısından sonra yayın hayatını noktalamak zorunda kaldı. SİYAD’ın bu anlamda sinema yayıncılığına ne gibi katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?

Sinemalife kapanmamalıydı. Çünkü sinema sektörünün de böyle dergilere ihtiyacı var. Yayın hayatına devam etmeliydi. Derginin kapanmasına gerçekten üzüldüm. O tarihlerde ben başkan olsaydım, kesinlikle desteğim olurdu.

Sürekli tartışılan festivallerdeki jüri seçimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kuralları olmayan bir çaba!.. Bu işin bir el kitabı yok. İyi jüri nasıl seçilir? şeklinde bir el kitabı olsa da hepimiz kullansak!… Ama yok. İyi jüriler seçilmiyor. Hep çok tartışmalı kararlar veriyorlar. Mutlaka jüri başkanının yönetmen olması lâzım bence… Aktif yönetmen olması lâzım. Eski bir Yeşilçamlıyı oraya getirmek de bir şey ifade etmiyor. O Yeşilçamlıların bazıları yıllardır film izlemiyor. Kendi dönemlerine takılıp kalmışlar. Oradan saygın bir ismi alıyorsun, jürinin başına geçiriyorsun, olmuyor. Hem belli bir tanınmışlığı olan, hem işini seven, ciddiye alan yönetmen olmalı. Ayrıca işin içine sinema yazarlarını da sokmak lâzım. Genelde festivaller sinema yazarlarını almıyor. Jüriler parlak isimlerin dışında, daha ciddiyetle oluşturulmalı. Antalya gibi bir festival bile son yıllarda jürilerini sadece magazin açısından oluşturuyor. Olur mu böyle bir şey?

Adana Altın Koza Film Festivali’nden ilk kez bir sinema eleştirmenine onur ödülü verildi… Bu ödül ile ilgili nasıl bir okuma yaptınız?

Aslında o sadece bana verilmiş bir ödül değildi. Türkiye’deki sinema yazarlarına verilen bir ödüldü. Bu açıdan anlamlıydı. Fakat o yıl sadece bana ve Türkan Şoray’a onur ödülü verilmek istendi. ‘Böyle şey olmaz, bir-iki isim daha ekleyelim, en azından bir de yönetmen olmalı’ dedim. ‘Hayır” dediler. Böyle şey olur mu? Türkan Şoray ile ben onur ödülü alıyoruz. Şoray da gelmedi zaten, sahneye tek başıma çıkmak zorunda kaldım. Ayıp bir şey oldu.

Sinemamızın Türk toplumunu yeteri kadar iyi okuyabildiğini düşünüyor musunuz?

Seyircinin kendi problemlerini görmekten çok avunmak istediğini düşünüyorum. Son yıllarda gişe yapan filmlerin hiç biri ciddi konulara dayanmıyorlar. Çünkü hep hafif komediler iş yaptı. Temelde böyle. Onun yanı sıra Babam ve Oğlum gibi dönemsel bir film de iş yaptı. Ama bu istisnalar birkaç filmden öteye geçemedi. Genelde komediler iş yaptı. Komedi derken onları da küçümsemek istemiyorum. Komedi var, komedi var. Bu bir Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan komedisi ise, benden de şapka. Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı her şeyi beğendim. Neşeli Hayat, Vizontele serisi… Bunlar bayıldığım filmler oldu. Cem Yılmaz’ın katıldığı hemen her şeyi beğendim. Son filmine gitmedim. Çünkü stand-up gösterisinin filme alınmış hali beni ilgilendirmiyor. Onun dışında, yaptığı her işe çok saygı duydum. Ama Şahan Gökbakar’a bu kadar ısınamadım. Ancak Recep İvedik serilerinde de bazı ilginç şeyler vardı, kabul etmek lâzım.

Ne gibi ilginç şeyler?

Toplum Recep İvedik’e neden gidiyor? Orada kendisinden bir parça mı buluyor? Bir kere o var. Recep İvedik’in bayağılığı, aslında hiç toplumda var olmayan bir şey değil. Türkiye’de sadece kırsal kesimde değil, büyük kentlerde de hayli kaba davranışlar var. Bunu trafikte yaşıyoruz. Trafikte öyle işler oluyor ki, normal bir insan katiyen onu yapmaz. Bu sadece bir örnek. Dolayısıyla insanlar Recep İvedik’te kendini görüyorlar, eğleniyorlar. Benim güldürünün işlevine çok saygım var, onu da söyleyeyim. Ayrıca bizim dertli, sorunlu toplumumuz gülmek istiyor. Sadece biraz daha kaliteli biçimde güldürsünler, tek talebimiz bu olmalı. Ayrıca Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerini de çok beğendim. İçinden gelen bir duyarlılığı, bir melankolisi var. İlk iki filmine bayıldım. Dolayısıyla popüler film illâ ki kötü film değildir, komedi dahil. Bu önyargıdan kurtulalım. Ama öte yandan, lütfen dört milyon insan gitti bahanesiyle kimi filmleri de başyapıt diye bize satmaya kalkmasınlar.

JÖNLERİMİZ, BÜYÜK AKTÖR OLAMADI

Atilla Dorsay’a göre Türk Sineması’nın en büyük aktörleri kim?

Geçmiş yıllardan Yeşilçam’dan çok beğendiğim bir aktör yok. Onları poz yapan oyuncular olarak görüyorum. Buna dramatik oyuncular da dahil. Meselâ Yıldırım Önal çok önemsenmiştir ama ben onun oyunlarına tahammül edemezdim filmlerde. Çok abartılı gelirdi bana. Münir Özkul’u çok severim, o varlığı ile güldürüyordu insanı. Yoksa aktör olarak Özkul da çok iyi bir aktör değildir. Hele o jönlere hiç takılmayalım, onların hiçbiri büyük aktör değil. Ama zaman içinde kimileri iyi oyuncu oldular, şaşırtıcı biçimde. Mesela Aytaç Arman. Jön olarak geldiği sinemada, yıllar içinde bayağı iyi oyuncu oldu. Başka bir örneği de yok. Son dönemde de Şener Şen’i çok beğendim. Komedi türünden gelmesine rağmen özellikle Eşkıya’dan sonra öyle bir aktör oldu ki tek kelimeyle muhteşem.

Aktrisler için neler söyleyeceksiniz?

Aktrislerden de hiç eğitimleri olmadığı halde zaman içinde belli bir yere gelenler oldu. Türkan Hanım bunlardan biri ve kuşkusuz başlıcasıdır. Hülya Koçyiğit, Fatma Girik de öyledir, hakikaten bir yere gelmişlerdir. Hülya Avşar’ın bile çok iyi oynadığı birkaç filmi vardır. Bile diyorum, çünkü onun da hiç oyunculuk eğitimi filân yoktur. Gökten zembille, bir güzellik yarışmasından gelmiş. Öbürleri farklı yerlerden mi geldiler? Geçmişte öyleydi. Şimdi ise daha bilinçli bir oyuncu kuşağı geliyor. Şimdi de oyuncuyu çok beğeniyorsunuz, birden ortadan kayboluyor. Çünkü çark dönmüyor artık. Yılda 200, hatta 100 film de yok artık. Şimdi 50-60 film ancak çekiliyor. Örneğin Özgü Namal’a Mutluluk filminde bayıldık, sonra Namal birdenbire yok oldu. Kim kalacak bugünkülerden yarına? Gerçekten bilemiyorum.

Türk Sineması bugün dünya sinemasında nasıl bir yerde duruyor?

Belli bir yere geldi. Dünya üzerinde hangi festivale gitsem, aşağı yukarı her yıl ‘aman bize bir Türk filmi tavsiye et’ diyorlar. Eskiden kimse aldırmazdı. Şimdi arıyorlar, iyi ve yeni bir Türk filmi istiyorlar. Bu yıl Berlin’in panorama bölümüne (önemli bir bölümdür, hemen yarışmanın arkasından gelen) iki Türk filmi birden alındı. Cannes’a umuyorum ki bir Türk filmi gidecek. Hepsi ünlü isim peşinde. Özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın peşinde… Başka da yok pek. Ne Reha Erdem’i, ne Zeki Demirkubuz’u, ne Semih Kaplanoğlu’nu doğru düzgün tanıyorlar ama başladı. Bu isimler olduğu zaman ciddiyetle bakıyorlar. Diğerleri zor yer buluyor. Ben hep şuna inandım. Yerini bulursa, bu isimlerin dışındaki filmler de gösterilir. Son dönemde en çok beğendiğim filmlerden biri, Özcan Alper’in filmi Sonbahar oldu. Hiç büyük festivale katılamadı. Bir iki küçük festivale katıldı ve ödül aldı. O filmin büyük bir festivale girmesini çok isterdim. Reha Erdem, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu da çok üstün sinemacılar, bayılıyorum onların filmlerine. Ve de elbette yepyeni bir kuşak geliyor. Kimselerin tanımadığı Emin Alper’in Tepenin Ardı dünyayı dolaşıp dünya kadar ödül aldı. Küf filmi de öyle. Artık herkesin şansı var, yeter ki iyi bir şeyler yapılsın!…

YAZAR ÇİZER TAKIMI SENARYO YAZSIN

Türk Sineması’nın en büyük sorunu nedir?

Senaryo çok büyük sorun. Dört başı mamur senaryoları ben bugüne kadar çok görmedim. Geçenlerde Amerikan filmi Bitik Şehir’i izliyoruz. Çok matah bir film de değil. Ama ilk yarım saati ağzım açık izledim. Senaryo o kadar güzel ki… Akıyor ve şiirsel. Kahramanları kötü insanlar: Hırsız, suçlu, kriminal, polis ya da yozlaşmış politikacı. Hiçbiri entelektüel değil ama senaristler öyle lâflar yerleştirmiş ki, hem sırıtmıyor onun ağzında, hem de özgün ve çarpıcı duruyor. Dedim ki “Gözlerimi kapasam da sadece dinlesem.” O kadar güzel senaryolar yazmayı başarıyorlar. Bizde bu olamıyor pek. Ama işte olacak. Yazar-çizer takımı daha çok katılırsa, herhalde olacak.

Bu anlamda sinemada bir ‘dil’imizin oluştuğuna inanıyor musunuz?

Aşağı yukarı diyelim. Gerçi bir Türk Sinema dili yok ama dünyada da İngiliz, Fransız sinema dili de yok. Bu yönetmene göre değişen bir şey. Rahmetli Lütfü Akad “Öyle bir Türk filmi olmalı ki, film başladıktan 5 dakika sonra insanlar evet bu Türk filmi desinler” derdi. Yok öyle bir şey. O bir hayaldi bence. Ama artık üslûbu olan yönetmenler bayağı oluşmaya başladı. Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu’nun kişisel birer üslûpları var.

İNANÇ VE SANATI BİRLEŞTİRDİĞİNDE BÜYÜK SANAT ESERİ DOĞAR

Türkiye’de Sol’un sinemamız üzerinde etkisinin olduğu aşikâr. Muhafazakâr sinemanın aynı ölçüde sinemaya katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bu çerçevede bakmadım hiç. Yetenekli insan sağdan da soldan da çıkar. Genelde entelektüeller sol eğilimli olduğu için, oradan daha iyi yönetmenler çıktı gibi gözüküyor. Sağ’ın yönetmenleri bugüne kadar çok fazla işler yapamadılar. Ben hâlâ Sağ’dan çok sağlam bir yönetmen bekliyorum. Gerçi İsmail Güneş’in Ateşin Düştüğü Yer’ini ben çok beğendim. Müthiş hümanist ve güçlü bir filmdi. Son dönemde sağ kesimden gelen en iyi filmdi. Gerek onun, gerek daha genç yönetmenlerin daha iyi işler yapmasını bekliyorum. İnanç sanatla ters düşmek zorunda değil. İnanç ile sanat pekâlâ bir yerde birleşebilir ve birleştiği yerde de büyük sanat eseri doğar. Batı’da koyu Hıristiyanların çok başarılı filmler yaptıkları görülmüştür. Türkiye’de bu daha çıkmadı. Ama genelde Müslümanlar’da bu daha çıkmadı. Müslümanların sanat ile ilişkisi hâlâ bir tartışma konusu. Her şeyin kaynağını kutsal kitapta aramak düşüncesi belki sanatçının yolunu kesiyor olabilir. Çünkü her şeye rağmen sanat, dünyevi bir şey… Dünya sinemasında dinsel ögelere dayalı, inancı tartışan filmlerin avantajı görselliğe açık olmalarıdır. Bizde ise heykel ve resim gördüğü zaman başını çeviren Müslümanlar var. O alemi sinemaya alıştırmak çok da gerekli mi? Evet gerekli. Ben şahsen inanıyorum. Hem inanca, hem de sanata saygısı olan birisi olarak, bu ikisini birleştirip gayet iyi eserler verilebileceğine inanıyorum. Bunu şu ana kadar göremedik pek. Bunu sonuna dek savunmak da benim haddim değil.

AMERİKAN ZEVKİ YERLERDE SÜRÜNÜYOR

Günün birinde bir Türk filminin En İyi Yabancı Dilde Oscar’ı kucaklayabileceğine inanıyor musunuz?

Bilemiyorum. Ateşin Düştüğü Yer’den filminden umutluydum. Filmin insancıl mesajının herkesi, bu arada Amerikalıları etkileyeceğini sanıyordum. İlk dokuza giremedi. İlk dokuza giren filmler de abuk sabuk filmler. Bu Amerikan zevki gerçekten yerlerde sürünüyor. Hele yabancı filmlere baktıkları zaman… Anlamıyorlar çünkü o filmleri. Dolayısıyla anlayabildikleri, kendilerine ortalama bir mesaj veren, biraz eli yüzü düzgün filmleri hemen finale bırakıyorlar. Umutsuzum bu konuda. Dünya sanatını okuyamıyorlar.

ÖLDÜĞÜMDE “İYİ YAŞADI VE MUTLU ÖLDÜ” DESİNLER

Bugüne kadar binlerce filmi eleştiren Atilla Dorsay özeleştirisini yazıyor olsa başlığa ne atardınız?

“Erdemleri kadar kusurları da olan bir adamdı” derim. Kusurlarını kabul edip onlara yenilmemeyi başardı. Erdemlerini ön plâna çıkardı. Tutkularını asıl işi haline getirebildi. Ailesini neredeyse sinema kadar sevdi. Öldüğüm zaman da “iyi yaşadı ve mutlu öldü” diyebilirsiniz.

(29 Mart 2013)

Köksal Akpınar
Cihan Medya Haber Dergisi

İran Demir Perde Ördü

İran, yönetmen Cafer Panahi’nin yurt dışına çıkmasına da, yurt içinde film çekmesine de ne yazık ki izin vermiyor…

Son olarak, Panahi ve Kamboziya Partovi’nin ortak yönetimiyle İran’da gizlice çekilen Kapalı Perde adlı film yurt dışına kaçırıldı, 2013 Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı için yarıştı ve festivalin bu yıl ki senaryo ödülüne layık bulundu…

İran Devleti’nin filmin “gizlice çekilmesine” ve yurt dışına kaçırılmasına tepkisi de gecikmedi… İran’ın buna tepkisi, Kapalı Perde filminin Berlin galasına katılan Kamboziya Partovi ve oyuncu Maryam Moghadam’ın pasaportlarına İran’a dönüşlerinde el koymak oldu.

Aynı zamanda 37. Hong Kong Film Festivali’nin kapanış filmi olan Kapalı Perde, 30 Mart – 14 Nisan 2013 tarihleri arasında düzenlenecek olan 32. İstanbul Film Festivali programında da gösterilecek.

(28 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Etkileyen ve Ürküten Bir Korku – Gerilim

Lanet (Sinister)
Yönetmen: Scott Derrickson
Senaryo: C. Robert Cargill-Scott Derrickson
Müzik: Christopher Young
Kurgu: Frédéric Thoraval
Görüntü: Chris Norr
Oyuncular: Ethan Hawke (Ellison), Juliet Rylance (Tracy), Fred Dalton Thompson (Şerif), Michael Hall D’Addario (Trevor), Clare Foley (Ashley), James Ransone (Şerif Yardımcısı), Nicholas King (Bughuul/Boogie)
Yapım: Alliance (2012)

Ailelerin vahşice katledilişini gizemli bir sinema anlatımıyla perdeye yansıtan Scott Derrickson’ın “Lanet” filmi, çoğu anda seyircinin nefesini kesiyor. Zekice yazılmış ve yönetilmiş filmin finali beklenmedik.

Bu film, gözden düştüğünü düşünen yazar Ellison Oswalt üzerine. O, kanlı cinayet olayları üzerine “gerçek suç” kitapları yazıyor. Son zamanlarda televizyonlara çıkamayınca ailesiyle Pensilvanya’ya gelmiş. Yeni kitap yazmak istiyor. Film, sekiz milimetre görüntüler üzerine açılıyor. Aile fertleri ağaca asılmış ve korkunç ölümleri kamerayla kaydedilmiş. Ardından film, Oswalt ailesini yeni evlerine taşınırken gösteriyor. Sonra şerif geliyor. Bir şeylerin yolunda olmadığını hissediyorsunuz. Ardından evden şüphelenmeye başlıyorsunuz. Çok geçmeden, kasaba dışındaki evin sekiz milimetrelik filmde katledilen ailenin yaşadığı ev olduğunu fark ediyorsunuz. Yazarın karısı Tracy ev kadını. Bir oğulları ve küçük kızları var. Küçük kız Ashley yeni evi sevmemiş, gitmek istiyor. Küçük olmasına rağmen duvarlara güzel resimler de çiziyor. Yazar, faturaları ödeyebilmek için buralara gelmiş. Okul kitapları yazmayı istememiş. Ama, asıl buraya gelişini çok geçmeden fark ediyorsunuz. Kasabadaki işlenmiş cinayetler onu buraya çekmiş. Evin bir odasını kendi ofisine dönüştüren yazar, evin tavan arasında sesler duyuyor. Yukarı çıkan yazar, orada sekiz milimetre projeksiyon makinesi ve film bobinleri buluyor. Filmi izleyince aradığı şeyin yanı başında olduğunu anlıyor yazar. Aile katliamları, 1966’dan 1998’e kadar sürmüş. Yazar, katliam filmlerini izlerken bir şeyin farkına varıyor. Katledilen ailelerden bir çocuk ortadan kaybolmuş hep. Yazar bunun cevabını filmlerin sonunu gördüğünde öğrendiğinde her şeye geç kalıyor. Yazar, şerifin cinayet olaylarına yakın duran genç yardımcısının desteğiyle cinayetlerin ayrıntılarına ulaşıyor. Sonradan öğrense de, katledilen ailelerin hepsi bu evde yaşamış. Çoğu başka şehirlerde öldürülse de. Yazarın oğlu Trevor, “gece terörü” yaşıyor sürekli. Bir tür kâbus gibi bir şey bu. Çocuk, uyurgezer gibi. Babası onu sürekli bir yerlerde buluyor.

İlham veren anlatım…

Yönetmen Scott Derrickson filmini, yazar Ellison’ın algısıyla yansıtmaya çaba göstermiş perdeye. Seyirci, yazarın anladığı kadar kavrıyor olayları. Bu yüzden final bölümü beklenmedik oluyor, yazar ve seyirciler için. Bazı şeyleri daha önceden anlamaya başlıyor diyenlere kulakları tıkamalı. Bu film, gerçekten sürprizli ve üzerine yazı yazarken seyircinin merak duygusuna da saygı duyulmalı. Filmin görselliği estetik anlamda etkileyici. Çarpıcı kurgu da, gerilimi ve ürpertiyi arttırıyor filmde. Ani ve beklenmedik kısa kısa görüntüler, müziğin de desteğiyle insanı koltuğunda kıvrandırıyor gerçekten. Bu görselliği ve kurguyu sinemaskop perdede yaşamak gerekiyor. Ses efektlerinin yardımıyla bazı anlarda içimizin titrediğini de hissettik. Filmin ışık düzenlemeleri de dışavurumcu estetiğini yaratıyor perdede. Yönetmen, mekânlara düşen ışıklarla kasvet duygusunu yaratabilmiş. Korku sineması, en başından beri dışavurumcu ışık yansımalarıyla insanın bilinçaltı korku yaşatmaya çalıştı. 1910’lu, 1920’li yıllardaki Alman sinemasındaki korku filmleri öncüydü. Alman sineması, F. W. Murnau ve Robert Wiene’nin dışavurumcu filmleriyle korku sinemasına çok şey kattı. Üstelik o filmler sessizdi. 2012 yapımı “Sinister-Lanet”, genel anlamda bir iç mekân filmi. Sanki yazarın iç dünyası gibi. Daha da ileri yazarın zihninde yaşadığı kâbusu gibi. Evin tasarımı da buna katkıda buluyor.

Yönetmen, gerçekten yazarla seyirciyi özdeşleştirmiş. Film seyrederken, yazarın yaşadığı sancılara dokunduğunuzu hissediyorsunuz. Elbette finaldeki trajedi dışında. Yönetmen kamerayı çok az dışarı çıkartmış. Sanki uykudan uyanıyormuş gibi. Bu anlarda bir anlık ferahlık geliyor insanın üstüne. Yazar, filmleri bilgisayarına yükledikten sonra perdede farkına varılamayan ayrıntıların da farkına varmaya başlıyor. Bazı şeyleri zihninde birbirine bağlasa da tamamlayamıyor. Yazarın “ayin ölümleri” adını verdiği katliamların amacı neydi? Filmde bunun doğrudan açıklaması yok. Bunlar paganların kurban ayini miydi? Yazar, bilgisayarında kare kare görüntüleri izlerken, şeytanı andıran aşırı makyajlı bir görüntü fark edilse de zihindeki boşluk dolmuyor.

Ethan Hawke, yazar kompozisyonuyla iyi bir oyunculuk sunmuş. Olayların gelişimiyle yüzünde oluşan şaşkınlık etkileyici. Filmdeki en küçük oyuncu Clare Foley, Ashley karakteriyle seyirciye sıcaklık gönderiyor. Final belki de bu yüzden şaşırtıcı. Evin annesi Tracy, tipik Amerikan ailesinin temel direğini simgeliyor. Erkekler, böyle bir eşinin olmasını hayal etmiş olabilirler. Varlığıyla güç veriyor ve bu dünyada başarılamayacak hiçbir şeyin olmadığını duyuruyor bu karakter. Filmdeki küçük roller de derinlikli. Şerifin yardımcısı filme çok şey katmış. Senaryosu sağlam iyi çekilmiş “Lanet” filmi, korku ve gerilim sinemasını sevenleri tatmin edecek gibi. Sekiz milimetrelik görüntülerin de çok sarsıcı olduğunu belirtmeliyiz son olarak. Buna “snuff film” deniliyor. Gerçek ölümler, işkenceler ve çocuk pornosu kamerayla kaydedilip, bu gerçekçi görüntülerden haz alanlara satılıyormuş. Bu da sinemada sapıklar için bir tür olmuş. Doğaüstü paranormal filmlerin ustası Amerikalı yönetmen Derrickson’ı, 2005’teki “The Exorcism of Emily Rose-Şeytan Çarpması” ve 2008’deki “The Day the Earth Stood Still-Dünyanın Durduğu Gün” filmlerinden hatırlayabilirsiniz.

(28 Mart 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bir Zamanlar Pangaltı İnci Sineması Vardı

Türkan Şoray, Sinemam ve Ben adlı kitabında bir zamanlar filmlerinin gösterildiği Pangaltı İnci Sineması’nın kapanmasından dolayı duyduğu üzüntüyü de dile getiriyor. (Sayfa 38-39)

Pangaltı İnci’nin çevresinde/yakınında ne yazık ki tam bir sinema kıyımı/katliamı yaşandığına ne yazık ki ben de tanık oldum.

Harbiye Konak, Harbiye As, Pangaltı Tan, Osmanbey Site (Movieplex), Maçka/Dolmabahçe Cinebonus G-Mall, Dolmabahçe Süzer Plaza (Gökkafes), Şişli Nova Baran, Teşvikiye AFM, Beşiktaş Mıstık, Beşiktaş Yumurcak benim hatırlayabildiğim o bölgedeki diğer kurban sinema salonları…

Beyoğlu Sinema Kıyımı!

Beyoğlu da bu kıyımdan fazlasıyla nasibini almış durumda… Emek, Saray, Lale, Alkazar, Yeni Melek, Elhamra, Rüya, Lüks, Sinepop yine benim hatırlayabildiğim kapanan sinema salonları… Bunlara Atatürk Kültür Merkezi içindeki sinema salonu da dahil edilebilir.

Beyoğlu Emek’in Yeri Ayrı

Naum Tiyatrosu, üç bin ev ve yabancı ülke temsilciliklerinin de yandığı 1870 büyük yangından sonra inşa edilen ve Mimar Alexandre Vallary (1850-1921) imzasını taşıyan Beyoğlu Emek’in bulunduğu bina 1884’te açılmış… Bu bina önceleri Kulüp, Jimnastikhane, eğlence merkezi ve tiyatro, 1929’dan itibaren de sinema olarak kullanılmaya başlanmış. Sinemanın 1958’e kadar adı Melek… Bu tarihten sonra ise sinema Emekli Sandığı’nın malı olmuş ve adı da Emek olarak değiştirilmiş… Uzun yıllar -ikisi de bugün hayatta olmayan- Orhan Kurtuluş ve İsmet Kurtuluş kardeşler tarafından işletildiğini hatırlıyorum. Emek’in sinema olarak hizmetini sürdürebilmesi için Met Film’in sahibi rahmetli Erol Özpeçen’in de büyük maddi fedakârlıkları olduğunu da biliyorum.

Kurtuluş kardeşleri hatırlarken onların işlettiği ve 1975-2002 arasında Ankaralılara hizmet veren Akün Sineması’nın da 2002’den sonra Devlet Tiyatroları’na devredildiğini kaydetmeden geçemeyeceğim.

İyi Haber: Şişli Kent, Kültür Yaşamına Geri Döndürüldü

Şişli Belediyesi sayesinde çok uzun süredir kapalı durumda olan Şişli Kent Sineması çok yakın zamanda bir kültür merkezi olarak tekrar canlandırıldı. Çok da iyi oldu.

Sözü Sinemam ve Ben kitabının Pangaltı İnci Sineması’yla ilgili bölümüne ve Türkan Şoray’a bırakıyorum:

“Melek Film’in sahipleri Şahan ve Kaçuni Haki aynı zamanda Pangaltı’daki İnci Sineması’nın da sahibiydiler. (…) İnci Sineması’nda kendi şirketlerine yaptığım filmlerin galaları çok görkemli olurdu. Sinemada benim özel locam vardı. Filmleri Şahan Haki’nin eşi Melina ablam ve dünya tatlısı kızları Mayda ile Şeyda, hep birlikte bu locadan seyrederdik.

İnci Sineması hep Türk filmi oynatırdı. Çevirdiğim yeni filmin başladığı hafta, Pazartesi günü ilk seans 11 matinesi seyircileri sinemanın önünde uzun kuyruklar oluştururdu. Bazı sabahlar arabayla özellikle Pangaltı İnci Sineması’nın önünden geçerdim. Kalabalığı, sıraya girmiş beni seven, yüreklendiren seyircilerimi görmek isterdim, çok mutlu olurdum. Maalesef şimdi sinema kapandı. Haki ailesi sinemayı satıp Amerika’ya göç etti. Çok üzülmüştüm. Uzun yıllar o taraflarda bir yerlere gitmem gerektiğinde bir zamanlar Haki ailesinin evlerinin bulunduğu Bomonti’den geçmemek için yolumu değiştirdim. Pangaltı İnci Sineması’nın olduğu yerden geçerken hâlâ hüzünlenirim.”

Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam adlı kitaptan Pangaltı İnci’yle ilgili anekdot

Melek Film’in sahiplerinden Kaçuni Haki’nin Ses Dergisi’nde 1973’te (40 yıl önce) Yeşilçam’da Alarm! başlığıyla yayınlanan yazıdaki sözlerini de sinema yazarı ve film eleştirmeni/tarihçisi Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam adlı kitaptan (Küre Yayınları) aktarmak isteriz:

“Hem sinema sahibiyiz, hem de yapımcı… İnanın sözlerime, Pangaltı İnci Sineması 7 aydır kâr edemiyor. Cebimize para girmediği gibi ayrıca üstüne para ödüyoruz. Sinemayı küçültmeyi düşünüyoruz. Yüzde elli düşüş var geçen yıla oranla. 28 yıldır ilk defa başımıza geliyor.”

(27 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Mel Gibson, Al Pacino ve Russell Crowe Türk Filmlerinde Oynayacak Haberleri

Önce, Ransom ve Komplo Teorisi’nden 20’şer milyon dolar, Cehennem Silahı 4, The Patriot, We Were Soldiers, Signs-İşaretler filmlerinden ise 25’er milyon dolar ücret alan, iki Oscar ödüllü Mel Gibson’ın Çanakkale: Yolun Sonu’nda oynayacağı açıklandı.

Sonra, S1m0ne filminden 11 milyon dolar ücret alan, Oscar ödüllü Al Pacino’nun Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid filminin (Khalid ibn al Waleed) oyuncusu olduğu duyuruldu… (Daha geniş bilgi için Hürriyet Gazetesi’nden Cengiz Semercioğlu’nun 06 Ekim 2012 tarihli yazısını okuyabilirsiniz.)

Şimdi de, A Beautiful Mind-Akıl Oyunları ve Cinderella Man’den 15’er milyon dolar, Master and Commander’dan ve Robin Hood’dan 20’şer milyon dolar ücret alan, Oscar ödüllü Russell Crowe’un Anzac & The Johnny Turk adlı filmde oynayacağı iddiaları var… Anzac & The Johnny Turk’ün açıklanan bütçesiyse yedibuçuk milyon dolar…

Bu kadar pahalı oyuncuların ücretlerinin hangi bütçelerden karşılanacağını hiç tartışmadan, yıllardır bu tür haberler uçurulmasına artık fena halde doyduğumuzu söylemek istiyorum.

Not: Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi’nden (2009) 300 bin Euro, Un Plan Parfait (2012) adlı filmden ise 900 bin Euro ücret alan Diane Kruger’ın da, senaryosunu Mutane Açık’ın yazdığı, yönetmenliğini Erdal Murat Aktaş’ın üstleneceği Beyaz Hüzün: Sarıkamış adlı filmde Özcan Deniz, Fikret Kuşkan, Altan Erkekli, Yetkin Dikinciler, İsmail Hacıoğlu, Güven Kıraç ile birlikte rol alacağının açıklandığını da unutmadık. Güya bu filmde Özcan Deniz, Kars dolaylarında yaralanarak bölüğünden kopan Faik Çavuş’u canlandıracaktı. Onu yaralı bir şekilde evine kabul edip hayatını kurtaran genç Alman kadını ise Diane Kruger oynayacaktı.

Bunun gibi sayısız örnek var.

(25 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Sinemayı Tutkuyla Seven, Yazan Adam: Atilla Dorsay

“Kapısından ilk kez adım attığımda sanırım Kasım 1982’ydi. Hemen her konuğu gibi ben de önce yatakhanesini ve sosyal tesislerini keşfetmiş, sonra ara mekânlarla da haşır neşir olmuştum. Arkalarda bir bina vardı, başlarda yanına gitmemiz, girmemiz yasak olan. Sonradan anlamıştık, ‘Barış Davası’ orada görülüyordu. Sanırım 83-84 öğretim yılında artık gerçek işlevi ‘Spor salonu’ olan o mekân da bizimdi. Dört yılımı geçirdiğim ve biraz da mimarlık okumanın avantajıyla, doğru eller tarafından tasarlandığını daha birinci sınıfta çözdüğüm Topkapı Atatürk Öğrenci Sitesi’nde (AÖS), oranın konuğu olan birçok öğrenci gibi benim de unutulmaz anılarım oldu. Ama bence en ilginçlerinden biri, üçüncü sınıftan sonra yurt içinde film gösterilmesiydi. Üstelik filmlerin seçimi, oradaki makiniste bırakılmıştı. Birkaç sinemasever olarak durumu çakmış, zamanında izleyemediğimiz filmler için makinistin gönlünü almaya başlamış, ‘İstek listeleri’ni çoktan hazırlamıştık. Rehberimiz de Atilla (Dorsay) Abi’nin kitaplarıydı. ‘Mitos ve Kuşku’ ya da ‘Sinema ve Çağımız’dan okuduğumuz ve görmek istediğimiz eski filmleri makinist abimize söylüyor, o da büyük bir alçakgönüllülükle şirketlerden bu filmleri toparlıyordu (bazıları için de “Ben bu filmden bir şey anlamadım ama” diyordu.) Bu dönemde izlediğim ve bir tür açık kapattığım filmler arasında Losey’in ‘Troçki Suikastı’, Visconti’nin Camus uyarlaması ‘Yabancı’ vardı.”

Yukarıdaki paragraf Radikal Gazetesi yazarı Uğur Vardan’ın 18 Mart 2013 tarihli “Yurtta sulh, cihanda sinema” başlıklı yazısından…

1949’dan bu yana (yaklaşık 64 yıldır) seyrettiği filmlerle ilgili değerlendirmelerini, izlenimlerini kaydeden Atilla Dorsay bu işi Cumhuriyet Gazetesi sayesinde 1966 sonundan itibaren profesyonelliğe dökmüş… Böylece Atilla Dorsay’ın birkaç kuşağa sinemayı sevdirme serüveni başlamış…” Dokuzdan beşe, tam zamanlı, bir işte hiç çalışmadım. Bu da kendimi geliştirmeme çok yardımcı oldu,” diyor Atilla Dorsay.

Atilla Dorsay En Çok Beğendiği Türk Filmlerinin Listesini Bu Yazı İçin Oluşturdu; Listede 74 Film Var!

İşte Bu Liste:

– Lütfi Akad’dan (11 film); “Kanun Namına”, “Ana”, ”Kızılırmak Karakoyun”, “Vesikalı Yarim”, “Irmak”, ”Beyaz Mendil”, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Hudutların Kanunu”, “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet”

– Atıf Yılmaz’dan (5 film); “Erkek Ali”, “Balatlı Arif”, “Kalbe Vuran Düşman”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen” ve “Adı Vasfiye”

– Reha Erdem’den (4 film); “Beş Vakit”, “Kosmos”, “Korkuyorum Anne” ve “Hayat Var”

– Zeki Demirkubuz’dan (4 film); ”C-Blok”, ”Masumiyet”, “Yazgı” ve “Yeraltı”

– Yeşim Ustaoğlu’ndan (4 film); “İz”, “Pandora’nın Kutusu”, “Güneşe Yolculuk” ve “Araf”

– Semih Kaplanoğlu’ndan (3 film); “Yumurta”, “Süt”, “Bal”

– Yavuz Turgul’dan (3 film); “Eşkıya”, “Gönül Yarası” ve “Av Mevsimi”

– Metin Erksan’dan (3 film); “Susuz Yaz”, “Sevmek Zamanı” ve “Yılanların Öcü”

– Nuri Bilge Ceylan’dan (3 film); “Uzak”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Üç Maymun”

– Yılmaz Erdoğan’dan (3 film); “Organize İşler”, “Neşeli Hayat” ve “Kelebeğin Rüyası”

– Yılmaz Güney’den (2 film); “Umut” ve “Ağıt”

– Erden Kıral’dan (2 film); “Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Vicdan”

– Halit Refiğ’den (2 film); “Haremde Dört Kadın” ve “Hanım”

– Çağan Irmak’tan (2 film); “Babam ve Oğlum” ve “Issız Adam”

– Derviş Zaim’den (2 film); “Nokta” ve “Filler ve Çimen”

– Duygu Sağıroğlu’ndan “Bitmeyen Yol”

– Ömer Kavur’dan “Anayurt Oteli”

– Şerif Gören’den “Yol”

– Tomris Giritlioğlu’ndan “Salkım Hanımın Taneleri”

– Reis Çelik’ten “Lal Gece”

– Memduh Ün’den “Üç Arkadaş”

– Osman Seden’den “Düşman Yolları Kesti”

– Abdullah Oğuz’dan “Mutluluk”

– Ahmet Uluçay’dan “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”

– Özcan Alper’den “Sonbahar”

– Zeki Ökten’den “Sürü”

– Levent Semerci’den “Nefes: Vatan Sağolsun”

– Özer Kızıltan’dan “Takva”

– Tolga Örnek’ten “Devrim Arabaları”

– Mahsun Kırmızıgül’den “Güneşi Gördüm”

– Seren Yüce’den “Çoğunluk”

– Beş yönetmenli (Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay) “Anlat İstanbul”

– Handan İpekçi’den “Büyük Adam Küçük Aşk”

– Serdar Akar’dan ”Gemide”

– Mustafa Altıoklar’dan “Denize Hançer Düştü”

– Tayfun Pirselimoğlu’ndan “Hiçbir Yerde”

Atilla Dorsay, Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün Galatasaray Lisesi’ni ziyaretinde yaşandığı iddia edilen dil sürçmesini de bu yazı için şöyle anlattı:

Önce olayı hatırlayalım… Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle (1890-1970) ve 1921’den bu yana evli olduğu eşi Yvonne Vendroux de Gaulle’ün (1900-79) Ekim 1968’de Galatasaray Lisesi’ndeki karşılamasında yaşandığı ileri sürülen dil sürçmesi ve diğer şehir efsaneleri hâlâ güldürüyor, bundan sonra da güldürmeye devam edeceği anlaşılıyor.

De Gaulle çifti Haziran 1967’de 5. Cumhurbaşkanımız Cevdet Sunay ile eşi Atıfet Sunay’ı Paris’te en iyi şekilde ağırlamış, bir yıl sonra da bu ziyarete Türkiye’ye gelerek karşılık vermişti.

De Gaulle Türkiye gezisi sırasında “Kıbrıs için bölünme şarttır,” tarzında siyasi demeçler de vermişti.

Can Dündar, “Birand; Bir Ömür, Ardına Bakmadan” adlı kitabında Mehmet Ali Birand’ın eşi Cemre Hanıma yazdığı 6 Kasım 1968 tarihli mektuba yer vermiş, mektuptan Birand’ı De Gaulle’un Türkiye gezisi gibi o günlerde yaşadığı olayların çok yorduğu anlaşılmıştı. O tarihte Birand, Milliyet Gazetesi için çalışıyordu.

De Gaulle çifti, Mekteb-i Sultani’nin kuruluşunun 100. Yıldönümünü kutlamak için Galatasaray Lisesi’ne gelmişti.

Sabah Gazetesi yazarı Atilla Dorsay, Hakan Sonok’a 1968’de olduğu ileri sürülen dil sürçmesini 45 yıl sonra 2013’te şöyle özetledi:

“O olay şudur: Ziyaret sırasında bir görevli de Gaulle çiftini karşılarken yanlışlıkla ‘Nous voudrions vous baiser- Sizi düzmek isterdik’ diyor. Baiser fiilinden üretilmiş olan ‘baiser-öpücük’ kelimesini yanlış kullanıp ‘sizi öpmek isterdik’ demek isterken… Ama kullandığı biçimiyle, dediğim gibi, bu ‘sizi düzmek isterdik’ anlamına geliyor. Ve de bayan De Gaulle bu sözlere, bu dil sürçmesine ‘Tanrı kocamı korusun!’ diye karşılık verir. Ama bunun bir şehir efsanesi olması ihtimali çok daha öndedir sanırım.”

“Dorsay’ın Penceresinden” ve “Atilla Dorsay: Sinemayı Yazan Adam”

Remzi Kitabevi yayını “Dorsay’ın Penceresinden” (Kültür ve Sanat Dünyamızdan Atilla Dorsay’ın Yazdığı Portreler) ve Say Yayınları tarafından basılan, dağıtılan, Atilla Dorsay’la Rıza Kıraç’ın yaptığı nehir söyleşi “Atilla Dorsay: Sinemayı Yazan Adam” adlı kitaplar, emektar yazarın dünyasına, düşüncelerine ve yaklaşık yarım yüzyıllık serüvenine ışık tutuyor. Bu çok yararlı, çok kolay okunan kitaplar tüm sinemasevenler ve tüm iletişim fakülteleri (özellikle de sinema-TV okulu) öğrencileri için eşsiz bilgi kaynakları, hazineleri niteliğini taşıyor. Kültürle sanatla ilgili herkese tavsiye edilir.

47 Yıldır Yazıyor ve Emeğinin Karşılığını Almaya Başladığını Düşünüyor

1966 sonundan bugüne, yaklaşık 47 yıldır sinema üzerine düşünen ve yazan Atilla Dorsay, Türk filmlerinin ulaştığı seviyelerden, çok memnun… Bunda kendisinin de, Sinematek’in de, İstanbul Film Festivali’nin de yetiştirdiği sinemaseverlerin payı olduğunu söylüyor.

Atilla Dorsay, İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olduğu 1974 ve 75 yıllarındaki 500 günlük dönemde TRT’nin, sinema klâsiklerini (“Hoşgörüsüzlük”, “Bir Millet Uyanıyor”, “Haremde Dört Kadın” ve “Jan Dark’ın Tutkusu” gibi), Rekin Teksoy, Erman Şener, Onat Kutlar, Giovanni Scognamillo ve kendisinin sunumlarıyla göstermesinin Sinematek’i Sıraselviler’den bütün Türkiye’ye yaydığını kaydediyor. Bunun televizyon aracılığıyla sinema sanatının sevdirilmesinin Türkiye’deki ilk örneği olduğunu belirtiyor.

Reha Erdem ve Nuri Bilge Ceylan’ın İlk Filmleri Dorsay’ı Heyecanlandıramamış

Atilla Dorsay, şunu da kabul ve itiraf ediyor ki, Reha Erdem, Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmleri kendisinde heyecan uyandıramamış.

Türk Sineması’nı Uzun Yıllar Reddetti

Atilla Dorsay uzun yıllar Türk sinemasına karşı, son derece mesafeliydi, son derece uzak durdu. Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ına bayıldığını hatırlıyor. Ama Atilla Dorsay, uzun yıllar Türk sinemasını reddetti. Tam bir sinemaseverdi ama sadece Avrupa ve Amerika’dan gelen filmlerle beslenen bir sinemaseverdi. Sonra Türk sinemasıyla barıştı.

Yılmaz Güney’in “Umut”undan İtibaren Türk Sinemasını Yazmaya Başladı

Atilla Dorsay, Aralık 1966’dan bu yana yabancı filmler üzerine, 1970’te, Yılmaz Güney’in “Umut”undan başlayarak da Türk filmleri üzerine yazıyor. Yazarlık hayatının ilk 27 yılı Cumhuriyet Gazetesi’nde geçti. 1979 yılında Türk Dil Kurumu kendisine Türkçeyi basında en iyi kullanan yazar ödülünü layık buldu. 1949 yılından bu yana, tam 64 yıldır, seyrettiği filmlerle ilgili izlenimlerini yazıyor, not tutuyor.

Cumhuriyet Gazetesi’nin En Çok Okunan Yazarlarından Biriydi

Hasan Cemal’in “Cumhuriyet Gazetesi’ndeki İç Savaş’ın Perde Arkası: Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” adlı kitabındaki yer verdiği Sonbahar 1982 tarihli bir okur araştırmasına göre Atilla Dorsay, Cumhuriyet’in en çok okunan yazarları arasındaydı. Yine aynı kitaba göre gazetenin başyazarı Nadir Nadi işçi, memur ve emekli kökenli okurlardan gelen tepkiler üzerine, Atilla Dorsay’ın seçkin lokantaları dolaşarak, onların en lezzetli yemeklerini tadarak oluşturduğu yeme-içme köşesine noktayı koymuştu, Hasan Cemal’in Dorsay’dan yana tavır koymasına rağmen. Yine aynı kitapta Dorsay’ın Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı projesinin filmleştirilmemesi için Haçlı Seferi düzenleyen Oktay Akbal ile Berin Nadi’ye karşı çıktığı, Halit Refiğ’den yana sesini çıkardığı belirtilir.

Sabah Gazetesi’nde Çalışmaktan Memnun

Atilla Dorsay, şu sıralar Sabah Gazetesi’nde yazarlığına devam ediyor. Sabah’ta yazmaya başlarken arka sayfadan anons edilmesi kendisini mutsuz etmiş. Robin Williams gibi dünya çapında tanınan yıldızlarla yaptığı özel söyleşilerin Sabah’ta iyi bir şekilde değerlendirilmemesi de kendisinde hayal kırıklığı yaratmış. Ancak bugünlerde gazete yöneticilerinden Serhat Albayrak ile son derece iyi bir iletişim kurmuş bulunmaktan son derece memnun.

Yıllar Önce Hürriyet Gazetesi’yle de İş Görüşmesi Yapmış

Atilla Dorsay, yıllar önce Hürriyet Gazetesi’nde yazmaya başlamasını arzulayan Ertuğrul Özkök’ten aşırı, kabul edilemez isteklerde bulunmasından dolayı basınımızın amiral gemisinde yazmaya başlayamadığını da saklamıyor.

Ailesi

Anneanesiyle babaaannesi uzaktan akraba olan Atilla Dorsay anne tarafından da baba tarafından da Yunanistan göçmeni. Devlet Demiryolları’nda müfettiş olarak çalışan babası Hüseyin Avni Bey (1991’de vefat etti) soyadını alırken “Yüce Soy”, “Yüksek Soy” anlamına gelen Dorsay’ı seçmiş. Atilla-Leman Dorsay çiftinin babaları yaşamlarının son dönemlerinde ne yazık ki Bellek Silinmesi/Alzheimer hastalığının pençesine düşmüş. Atilla Dorsay’ın annesi İkbal Rahime Dorsay ise torunu Gökhan’ın 31 yaşına ulaşmasını bile görmüş… 17 Mart 1939 Cuma günü İzmir Karşıyaka’da dünyaya gelen Atilla Dorsay’ın 1969 yılında tanıştığı Leman Karaca Dorsay ile Şubat 1973’te evlenmiş. Leman Hanım, her başarılı erkeğin başarısında en büyük pay evli olduğu kadınındır kaidesinin en güçlü, en güzel örneklerinden biri. Leman ve Atilla Dorsay çiftinin Gökhan (1976) ve Ece (1979) adlı iki çocukları bulunuyor.

Pişmanlıkları

Atilla Dorsay ailesiyle ilgili şunları anlatıyor:

“Ve ben bir anlamda annemle babamın İzmir’deki rahat hayatı bırakıp İstanbul’a gelmelerinin baş sebebiydim (…) Ve ben ailemin hiçbir zaman İzmir’deki kadar mutlu olduklarına inanmıyorum. Burası büyük bir kent, burada kaybolup gittiler. Bu büyük bir fedakârlıktı. Annem bir gün, “Biz seni okutmak için İstanbul’a geldik. İzmir’de kalsaydık hepimiz çok daha rahat olurduk,” dedi. Hem maddi hem manevi açıdan bunu söylediğini düşünüyorum. Bunu da çok takdir ediyorum (…) Şimdi bizim kuşağın bir günahı var. Yalnız bizim kuşağın değil, birçok kuşağın günahı bu. Annemizle, babamızla onların geçmişiyle, aile tarihiyle yeterince ilgilenmedik. Aslında birçok kuşak bu hatayı yaptı (…) Kendi sorunlarıma öyle dalmıştım ki ailemle yeterince ilgilenemedim. Bunu her zaman büyük bir pişmanlıkla hatırlıyorum (…) Çok sevdiklerimiz için gerekeni yapamadığımız duygusu acaba evrensel mi? Ben sevgili ana babamdan başlayarak, çok kişi için böyle düşünüyorum. Ve onlara gerektiğinde sevgimizi, dostluğumuzu, hayranlığımızı ya da minnetimizi yeterince belirtememiş olmanın ızdırabını yaşıyorum. Bilmem, benim gibi başkaları da var mı? (…) Şu kahrolası gündelik yaşam temposu hepimizi öylesine esir almış ki (…) Bir ailem ve yeterince vakit ayıramadığımı düşündüğüm iki çocuğum var (…) Kızıma yardım etmek istediğim zamanlarda, “Baba ne olur sen çekil, gölge etme yeter, çünkü senin varlığın, ünün altında ezildiğim zamanlar oldu, bırak ben bildiğimi yapayım,” demiştir bana.

Galatasaray Lisesi ve Hababam Sınıfı

“Zaten Galatasaray’ın temel özelliği de daha 19. yüzyıldan başlayarak Türkiye’nin Batı’ya açılan bir penceresi olmasıdır. Bu klişe bir söz gibi gözükür ama tamamıyla doğrudur. Galatasaray, Batı’ya ait olan birçok iyi şeyi, yararlı, çağdaş şeyleri, Türkiye’ye ithâl etmekte kale işlevi görmüş çok sağlam bir müessesedir. Bütün bunları söylerken Galatasaraylılığı çok yücelttiğimi de sanma yani. Yine benim dönemimde belli ölçüde bir klası vardı. Sonraları Galatasaray Lisesi, oradaki sınıf atmosferi, bana ‘Hababam Sınıfı’ filmlerini hatırlatmaya başladı. Tabii o yıllarda ‘Hababam Sınıfı’ filmleri yoktu, Rıfat Ilgaz’ın romanını da okumuş değilim ama sonra o film serisini görünce, ‘Yahu, bu bana bir şeyleri hatırlatıyor,’ dedim. Sonra keşfettim, Galatasaray’daki sınıfları hatırlatıyor. Yani Galatasaray, insanı belli bir hamur içinde alıp yoğuran, ona birtakım erdemler aşılayan, hayat karşısında donanımlı kılan bir yer. Ancak, benim anladığım ölçüde Batılı anlamda okumaya, öğrenmeye, kendini geliştirmeye teşvik etmeyen, edemeyen bir eğitim sistemine sahip. Her şey biraz arkadaşlık, dostluk, hocalarla dalga geçme, şaka, espiri ama gerçek bilginin etrafında dolanma gibi tipik ‘Hababam Sınıfı’ özelliklerine yakın düşüyor. Galatasaray böyleydi de çok daha sağlam, çok daha iyi eğitim veren liseler var mıydı? Ona da pek inanmıyorum, bu Türkiye’nin eğitim sistemine özgü bir şey. Ama Galatasaray ünü oranında bu sistemden kendini sıyırıp gerçek anlamda bir eğitim yeri de olmuş değil. Bu eleştirimi de söyleyeyim (…) Şunu da söyleyeyim, Galatasaray bana çok şey verdi.”

Aynur Hanım

Atilla Dorsay, gençlik yıllarında Aynur adında esmer güzeli bir pavyon kadınını oradan çekip kurtarmayı hayal etmiş.

Sedad Hakkı Eldem’in Öğrencisi

Atilla Dorsay, Halit Refiğ’in “Mimar Sinan’dan sonraki en büyük Türk mimar” olarak tanımladığı Sedad Hakkı Eldem’in öğrencisi. Dorsay, Eldem için daha mütevazi bir ifade kullanarak, “20. yüzyılın en büyük Türk mimarı,” diyor. Bakımsız sakallı, derbeder görünümlü insanlara antipati duyan Atilla Dorsay bu özelliğini Sedad Hakkı Eldem’den almış görünüyor.

Bizans’ı Semavi Eyice’den, Ege’yi Halikarnas Balıkçısı’ndan, Dans’ı Panosyan’dan öğrendi.

Atilla Dorsay şanslı bir insan. Kız tavlamak için gerekli olan dans tekniklerini Panosyan’dan, Turist rehberliği yapabilmek için gerekli Bizans bilgilerini Sanat Tarihçisi Profesör Doktor Semavi Eyice’den, Ege Uygarlıklarını Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan (diğer adıyla: Halikarnas Balıkçısı; “Mavi Sürgün” filminde Can Togay tarafından canlandırıldı) öğrenmiştir. Mütevazi bir ailenin çocuğu olan Atilla Dorsay geçimini uzun yıllar yazarlıktan çok turist rehberliğiyle kazanmıştır. Eşi Leman Hanım’da uzun yıllar turist rehberliği yapmıştır.

Rüzgar Gibi Geçen, Kaybolan Yıllar

“Ben kırk yıl önceki, yirmi yıl önceki, hatta on yıl önceki eğlence tarzıyla yaşamayı bugün arzu etmiyorum. Bunun anlamsız olduğunu biliyorum, her yaşın getirdiği farklı şeyler var, olumlu ya da olumsuz… (…) Meselâ yaşın getirdiği şey bedenin zayıflamasıysa, uyku ihtiyacının artması, enerjinin azalmasıysa, buna karşı durmanın da bir anlamı yok.”

Yerel Yönetimlerin Baş Görevi Sanat Olamaz

Atilla Dorsay, “Yerel Yönetimlerin Görevi İçinde Sanat En Başta Gelir” fikrini savunan Doğan Hızlan gibi aydınlardan daha gerçekçi bir yaklaşıma sahip.Bu konuda şöyle diyor:

“Yolumuzu yapıp, ışığımızı, suyumuzu ve elektiriğimizi getiren, sokaklarımızı aydınlatıp, parklarımızı yapan, ulaşımımızı sağlayıp, evimizin önünü süpüren belediyelerin baş görevi sanat olabilir mi? Belki tuzu kuru bir ülke için, zorlama da olsa bu söylenebilir. Ama sevgili Doğan Hızlan, binbir sorunlu ülkemiz için bu kadarı biraz fazla lüks olmuyor mu?”

Mutluluk

“İnsan en fazla beş dakika mutlu olabilir. Daha fazlası insan doğasına aykırı. Ne yapıp edip kendimizi mutsuz edecek bir şeyler buluyoruz ve rahatlıyoruz.”

Kısır Döngü

“Türkiye’de fikirleri olanlar hiçbir zaman uygulamaya geçemiyor, uygulama için başa geçenlerin ise bu konularda fikirleri yok. Bu kısır döngü devam ediyor tabii.”

Empati

“Empati denen şey çok önemli. Kendini karşındakinin yerine koyma özelliği… Bizim toplumda bu çok eksik, hatta hiç yok diye düşünüyorum.”

Dostları:

“Yarım düzine kadar gerçek dostum var.”

Balık Hafızalı Toplum

“Türkler kadar geçmişini koruyamayan, çok çabuk unutan, hafızası olmayan, balık kadar belleksiz başka bir toplum var mıdır, merak ediyorum.”

Halit Refiğ

Atilla Dorsay “Hanım” filmiyle Halit Refiğ’e Antalya Film Festivali’nde ödül verilmesi için gerçekten çok çaba harcadı ve amacına ulaştı. Bence kendisinin en isabetli seçimlerinden biri “Hanım” konusundaki ısrarıdır.

Atilla Dorsay Halit Refiğ’in “Hanım” filmi için şunları söylüyor: “Ben kişisel olarak Halit Refiğ’in ‘Hanım’ adlı filminin de Türkiye’nin Oscar aday adayı olarak Los Angeles’a gitmesi için elimden geleni yaptım. Ancak diğer seçicileri ikna edemedim. Oysa Halit Refiğ’in ‘Hanım’ adlı filmi Türkiye’nin Oscar aday adayı olabilseydi, belki de Oscar adaylığı elde edebilirdi.”

Atilla Dorsay, Halit Refiğ hakkında şunları söylüyor:

“Haremde Dört Kadın”, ”Bir Türk’e Gönül Verdim” ve “Hanım” Türk sinemasının temel taşlarıdır. Hikâyeler bizdendir. Anlatım tarzı hiçbir zaman Amerikan kurgusu gibi değildir, belli bir ritim yavaşlığı vardır. Belki Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde de var olan hayatın gerçek ritmi, Halit Refiğ’de de vardır, her ne kadar sinemaları çok farklı gözükse de.

Atıf Yılmaz

“Geniş, dost bir yüreği vardı onun… Dünü ve bugünüyle Yeşilçam’da, Atıf Abi gibi insanlara yüreğini açan, herkesle dost olan insan yoktu.”

Mizah

“Komedi dramanın öteki yüzü. Gülmek çok sağlıklı bir eylem. Mizah,insanı insan yapan bir duygu. Ben bugüne kadar gülen hayvan görmedim! Köpeğimi güldürmeye çalışıyorum, başaramadım bugüne kadar! İyi komedyenler toplumu sağlıklı kılar, toplumun rahatlamasını sağlar. İki saat boyunca insanın kafasındaki sorunları atıp daha soylu şeyleri düşünmesine yol açar.”

Ertem Eğilmez

Türk sinemasında en az takdir gören, en çok hakkı yenen yönetmenlerin başında gelen Ertem Eğilmez için Atilla Dorsay şunları söylüyor:

“Ben zaman içinde Kemal Sunal’ı da, Zeki Alasya-Metin Akpınar’ı ikilisini de sevmeyi öğrendim. Bütün bunları söyledikten sonra, rahmetli Ertem Eğilmez’i ve Arzu Film ekolünü anmamak da mümkün değil. Çünkü bütün bu oyuncular, özellikle 1970’li yıllar boyunca Arzu Film çatısı altında ün kazandılar. Orada Ertem Eğilmez’in kişiliğinin şemsiyesi altında daha bilinçli bir çaba oldu. Orada senaristler, oyuncular hep birlikte, bugünkü sinemamızın komedi geleneğinin bir nevi temellerini attılar. Arzu Film komedileri bugün hâlâ beğenilen, aranan, izlenen filmler. Tabii isterdim ki o filmler temizlensin, yeniden basılsın da o çizik, bozuk kopyalardan kurtulalım… Bunu bütün Türk filmleri için söylemek mümkün tabii. Arzu Film komedileri Türk komedisine belli bir düzeyi ve zevki getirdiler. O düzey bugün Cem Yılmaz’lara, Yılmaz Erdoğan’lara kadar uzandı.

Croissant

Atilla Dorsay, “hilâl, ay” anlamına gelen Kruasanın (Croissant, Kruvasan, Kuruhasan) Avrupa yemek kültürüne Türklerin bir hediyesi olduğunu da söylüyor.

Politize Olmak

“1970’li yıllar benim kişisel tarihimde solculuk yıllarıdır. Bunda tabii o yıllarda dost olduğum ve bu işin teorisini benden çok daha iyi bilen Onat Kutlar’ın da katkısı oldu. O yıllarda biz Onat’la İstanbul’da yapılan birçok panele, açık oturuma katıldık. Hatta sendikaların düzenlediği ve insanların sol yumruklarını havaya kaldırıp, ‘Tek Yol Devrim’ diye bağırdıkları kalabalık toplantılara katıldık (…) Biz de sol yumruğumuzu kaldırıp ‘Tek Yol Devrim’ diye bağırmadık gerçi. Yine de bu konuşmalarımızda son derece politik olmak, politize olmak zorundaydık ve bütün o panellere, toplantılara bakıyorum da benim için biraz yapay bir durumdu.”

(20 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Çağrı’ya Kardeş Film: Allah’ın Kılıcı: Halid Bin Velid

Türk TV yapımlarına bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan ya da olmayan kırktan fazla ülkede on milyonlarca insanın gösterdiği olağanüstü ilgiden de cesaret alan Türk sineması Fetih 1453′ten sonra bu yıl dev bir prodüksiyona daha imza atacak…

20 milyon dolardan (yaklaşık 40 milyon Türk lirasından) fazla para harcanacak Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid (Khalid ibn al Waleed) adlı prodüksiyon Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu (The Message) filmine Türkiye’den bir kardeş niteliği de taşıyor…

Fida Film’den Murat Akdilek’in yapımı olan Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid (Khalid ibn al Waleed), 13 Aralık 2013’te Tiglon Şirketi’nin dağıtımıyla beş yüzden fazla kopyayla sinemaseverlere sunulacak…

Bilindiği gibi, İslâm alimleri, Hazreti Muhammed başta olmak üzere pek çok İslâm önderininin (kurucusunun) filmlerde canlandırılmasına izin vermiyor… Halid bin Velid ise beyazperdede gösterilebilen az sayıdaki İslâm önderinden biri…

Halid bin Velid hâlâ bulunamadı

Bu satırlar yazıldığında Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid’in (Khalid ibn al Waleed) başrolü için çok uzun süredir aranan karizmatik ve yetenekli oyuncu hâlâ bulunamamıştı.

Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu (The Message) Oscar Ödülüne Aday Olmuştu

2005’te Ürdün, Amman’da ne yazık ki bir terör saldırısında 75 yaşındayken hayatını kaybeden Mustafa Akkad’ın yönettiği, üç Oscar ödüllü besteci Maurice Jarre’ın (Lawrence of Arabia ve Doktor Jivago’nun da bestecisi) fon müziğiyle Oscar ödülüne aday gösterilen Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu (The Message) 1979 yılının son çeyreğinden itibaren Türkiye sinemalarında milyonlarca insan tarafından izlenmişti… Suudi Arabistan’ın bütün engelleme çabalarına karşın Libya lideri Muammer Kaddafi’nin sağladığı 10 milyon dolarlık bütçeyle ve diğer olanaklarla gerçekleştirilen Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu (The Message) Mısır’daki El Ezhar İslâm Araştırmaları Akademisi’nin Müslümanlara tavsiyesini de elde etmişti. Hazreti Muhammed: Son Peygamber adlı uzun metrajlı animasyonda da Mısır’daki El Ezhar İslâm Araştırmaları Akademisi’nin gösterim izni/onayı bulunuyor.

Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu’nun senaryosuna katkıda bulunanlar arasında 25 milyon dolarlık dev prodüksiyon Waterloo’da da (Türkiye’de 1972’de Waterloo Savaşı adıyla gösterildi) çalışan Harry Craig’de var.

Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu’nun Galası

Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu’nun 34 yıl önceki İstanbul galasınaysa (Balmumcu Kışlaönü’ndeki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde düzenlenen) Mustafa Akkad ve bu filmde Hazreti Hamza rolünde olan iki Oscar ödüllü Anthony Quinn’de katılmıştı…

Tarsem Singh Tarzında Bir Film: Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid

Yapımcı Murat Akdilek’in Hakan Sonok’a söylediğine göre, Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid (Khalid ibn al Waleed) filmi Uhud Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaşan Halid bin Velid’in daha sonra Müslüman olarak Hazreti Muhammed’in emrine girmesini ve bundan sonraki serüvenlerini Tarsem Singh (Müzik videoları ve sinema filmleriyle tanınan 1961 doğumlu Hintli yönetmen) tarzında çarpıcı, göz alıcı, gösterişli, stilize bir görsellikle beyazperdeye yansıtacak.

Yönetmen: Hakan Kırvavaç

Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid’in yönetmenliğini reklâm dünyasında Ketche lâkabını kullanan, ilk Romantik Komedi filminin yönetmeni Hakan Kırvavaç yapacak… Senaryoyuysa aralarında Zaman Gazetesi yazarı M. Nedim Hazar’ın da bulunduğu yedi kişilik bir ekip yazdı.

Mekânlar: Fas ve Tunus’tan

14 yıllık bir zaman dilimini konu alacak Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid’in çekimleri Fas ve Tunus’ta gerçekleştirilecek… Çağrı: İslamiyetin Doğuşu’nun çekimlerine de Fas’ta başlanmış ancak Suudi Arabistan Kralı’nın Fas Kralı’na baskıları sonucu çekim ekibi Fas’tan kovulmuştu!

Bütçe: 40 Milyon Türk Lirası

Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid’in 20 milyon doları geride bırakan bütçesiyse Türk sinemasında bugüne kadar harcanacak en büyük rakam… Bundan önceki en büyük bütçeli Türk filmiyse yaklaşık 17 milyon dolar harcanan, Faruk Aksoy’un yönettiği, Türkiye sinemalarında 6 milyon 565 bin kişi tarafından seyredilen Fetih 1453′tü.

Çağrı: İslamiyetin Doğuşu’nun Halid bin Velid’i

Hazreti Muhammed tarafından Allah’ın Kılıcı (Seyfullah) ünvanıyla onurlandırılan Halid bin Velid’i, Çağrı: İslamiyetin Doğuşu’nda Michael Forest canlandırmıştı.

Halid bin Velid’in Yaşam Öyküsü:

Hazreti Peygamberin, hakkında “ne güzel kul” diye buyurduğu sahabîdir. Hazreti Peygamber (s.a.s.) Mute savaşındaki başarısından ötürü onu Allah’ın kılıcı diye övmüştür. Hazreti Hâlid (r.a.)’in doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mekke’nin şerefli ve itibarlı ailelerinden biri olan Mahzum oğullarındandır. Ordu komutanlığı Hazreti Hâlid’in ailesinin bir imtiyazıydı. Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında Hâlid bin Velid, Kureyş ordusunun komutanlarından birisiydi.

Hudeybiye anlaşmasından sonra Hazreti Peygamber umre için Mekke’ye gidince Hâlid’in daha önce Müslüman olan kardeşi Velid’e Hâlid’i sordu. Hz. Peygamber Hâlid gibi bir insanın müşriklerin (Müslüman olmayanlar) içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti. Velid kardeşi Hâlid’e Peygamber (s.a.s)’in bu iltifatını bildiren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hâlid müslüman olmak için Mekke’den yola çıkınca, yolda Amr b. el-Âs ile karşılaştı ve beraberce Mekke’den Medine’ye gelip müslüman oldular.

Hazreti Hâlid hicrî sekizinci yılda yapılan Mute savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu komutanlarının sırayla şehîd olması üzerine Ashab istişâre ederek komutayı Hazreti Hâlid’e verdi. Hz. Peygamber Medine’de olup bitenleri haber verip komutanların şehid düşmesini anlattıktan sonra komutayı Allah’ın kılıçlarından birinin aldığını söylemiştir.

Bu olaydan sonra Hazreti Hâlid, Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı orduyu kalabalık düşman karşısında bozguna uğratmadan Medine’ye getirmeyi başardı.

Hazreti Hâlid, Mekke fethinde süvarilerin komutanı idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu. Mekke fethinde müslümanlara karşı çıkan gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır. Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber Nahle’deki Uzza putunu kırmaya Hâlid bin Velid’i gönderdi. Hâlid Uzza putunu kırıp geri döndü.

Hazreti Ebû Bekir Hâlife olunca Hazreti Hâlid’i komutan olarak yalancı Peygamberlerin üzerine gönderdi. Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid’i Buzaha’da mağlup etti sonra Temimoğulları üzerine yöneldi ve Mâlik b. Nuveyra’nın komutasındakilerle karşılaştı. Mâlik’i silâh bırakmasına rağmen esir etti ve öldürdü. Hazreti Ömer, Hâlid’i bu olayda hatalı davrandığı gerekçesiyle kınamıştır. Daha sonra Museylemetu’l-Kezzâb’a karşı sefere çıktı ve onu Yemâme sınırında Akraba denilen yerde mağlub etti ve öldürttü. Yalancı Peygamberlerle olan mücadelesinden sonra zekât vermeyen kabileler üzerine gönderildi. Onları da sindirdi. Daha sonra Hicrî oniki yılında Irak’a İranlılara karşı gönderildi. İki ay zarfında İran Sâsânî ordularını bozguna uğratarak Hire’yi ele geçirdi ve Fırat çevresini hâkimiyeti altına aldı.

Suriye sınırında Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet merkezinden Hz. Hâlid’e Irak bölgesinin komutanlığını Müsenna’ya bırakarak Şam’a gitmesi emri verildi. Hicrî onüçüncü yılda Bizanslıları Acnadeyn’de mağlup ederek Şam’a doğru püskürttü. Hz. Hâlid şehri muhasara etti ve hicrî ondördüncü yılın Receb ayında Şam (Dımaşk/Damascus) şehrini fethetti. Daha sonra bu fethine Humus’u ekledi. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna uğrattı. Kudüs’ü kuşattı ve teslim aldı. Onun sayesinde bütün Suriye mıntıkası Müslümanların eline geçti.

(18 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Grace Kelly Versus Lady Diana

İkisi de korkunç birer trafik kazasında hayatını kaybeden Monaco Prensesi Grace Kelly ve Galler Prensesi Lady Diana’nın yaşam öykülerini konu alan filmler (Grace of Monaco ve Diana) bu yıl beyazperdede hasılat ve ödül için karşı karşıya gelecek.

Bu nedenle yazının başlığında Meryl Streep ve Dustin Hoffman’a Oscar ödülü kazandıran Kramer Versus Kramer-Kramer Kramer’e Karşı’dan (1979) esinlendik.

Çok yakın arkadaş ve dost Nicole Kidman ile Naomi Watts bu filmlerin başrol oyuncuları.

Grace of Monaco

Film yıldızlığını bırakarak Monaco Prensesi olan, sonradan sinemaya dönüş yapmak isteyip kocasının engeline takılıp dönemeyen ve korkunç bir trafik kazasında ölen Grace Kelly’i (1929-82) Nicole Kidman’ın canlandırdığı 30 milyon dolar bütçeli Grace of Monaco 2013 sonunda sinemaseverlere sunulacak…

Yedi buçuk milyon dolar ücret aldığı The Hours-Saatler’le (2002) Oscar kazanan Kidman, Rabbit Hole-Mutluluğun Peşinde (2010) ve yedi milyon dolar ücret aldığı Moulin Rouge’la da (2001) Oscar ödülü adaylığı elde etti.

Grace of Monaco’nun yönetmeni şarkıcı Edith Piaf’ın (1915-63) fırtınalı yaşamını konu alan La vie en rose-Kaldırım Serçesi adlı filmi makyaj ve en iyi kadın oyuncu (Marion Cotillard) Oscar’larını kazanan, kostüm dalında da Oscar ödülüne aday olan yönetmen Olivier Dahan.

Grace of Monaco’da canlandırılan karakterler arasında kumarhane ve otelleriyle ünlü Monaco prensliğine para akıtan/yatıran İzmir doğumlu, büyük İzmir yangınından (1922) sonra yurt dışına giden Yunan milyarder Aristotle Onassis (1906-75) ile onun sevgilisi opera şarkıcısı Maria Callas da (1923-77) var…

Grace of Monaco’nun bir diğer karakteri Grace Kelly’i Rear Window-Arka Pencere (1954) adlı filminde oynatan, Marnie-Hırsız Kız (1964) adlı filmiyle de sinemaya döndürmeye çalışan ve bu konuda büyük mücadele veren yönetmen Alfred Hitchcock (1899-1980).

Diana

Diana’da kocasınca her fırsatta aldatılan bir kadının kocasına verdiği karşılıklar ve yaşadığı aşk ilişkileri konu ediliyor.

Parkinson hastalığından muzdarip, savaşı kazanmak için her türlü barbarlığı yapmış ordusu yenik düşmüş, Rusların eline geçmemek için her şeyi yapmaya hazır Adolf Hitler’in son günlerini yabancı film dalında Oscar ödülüne aday gösterilen ölümsüz bir filme (Çöküş-Der Untergang) dönüştüren Oliver Hirschbiegel imzalı Diana’daysa Paris’te paparazzilerden kaçarken trafik kazasına mı, suikaste mi kurban gittiği hâlâ tartışılan, öldüğünde karnında Mısırlı işadamı Dodi Al Fayed’in bebeğini taşıdığı ve bu bebeğin cesedinin İngiliz ajanlarınca (gerçek James Bond’lar tarafından) Diana’nın karnından hamilelikten hiçbir iz bırakmayacak şekilde çıkarılarak kaçırıldığı iddiaları (komplo teorileri) gündemden düşmeyen Prenses Diana’yı (1961-97) eşsiz Naomi Watts canlandırdı.

King Kong’dan (2005) beş milyon dolar ücret alan Naomi Watts, 21 Grams-21 Gram (2003) ve The Impossible-Kıyamet Günü’yle (2012) Oscar ödülüne aday gösterildi.

İngiliz Kraliyet ailesinin bu filmde kendilerine yöneltilecek suçlamalardan endişe duyduğu söyleniyor.

Umarım bu film İngilizlerin çürümüş, kokuşmuş monarşi kurumunu terk etme sürecine bir katkıda bulunur; en azından bu süreci hızlandırır.

(18 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

İlişkilerin Dinamiği Üzerine Çağdaş Bir Sinema Dersi

31. İstanbul Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan başkanlığındaki jürinin oybirliğiyle uluslararası yarışmanın büyük ödülü Altın Lale’ye lâyık gördükleri ‘Yalnız Gezegen / The Loneliest Planet’, geçtiğimiz yıl festivali yakından izleyen sinema yazarları için önemli keşiflerden biriydi. Filmin gecikmeli de olsa şimdilik İstanbul’da iki salonda (Beyoğlu Beyoğlu / Mecidiyeköy Cevahir Cinemaximum) gösterime girmiş olması mutluluk verici.

St. Petersburg doğumlu Amerikalı Julia Loktev’in uluslararası bir kadroyla (Meksikalı Gael Garcia Bernal, İsrail asıllı Hani Furstenberg ve Gürcü aktör Bidzina Gujabidze) çektiği film, uzun süreli bir beraberliği sürdürmekte olup evlenme plânları yapan Alex ve Nica çiftinin yörenin yerlisi bir rehber eşliğinde Gürcistan kırsalının muhteşem ve ürkütücü doğasında yaptıkları gezi üzerine. Kafkas dağlarının eteklerinde yemyeşil yaylalarda başlayan ve zaman geçtikçe çiftin ilişkilerinin değişen dinamiğine şahit olduğumuz beklenmedik bir serüvenin filmi bu. Doğanın tüm güzelliğiyle filmin aktörlerinden biri haline geldiği yolculuk başlarda gizemli ve egzotik doğa parçasında aşklarını perçinleyen çiftin turistik bakışını yansıtır havadadır. Ancak hiç beklenmedik anlık bir gelişme, ilişkinin tüm dinamiğini değiştirerek çiftin arasındaki dengeyi farklı bir noktaya taşır. Bölgenin yerlisi köylüler ile yaşadıkları olay, Alex’in evrensel erkeklik kodlarıyla yüzleşmesine, Nica’nın yaşadığımız gezegenin belki de en önde gelen gerçeğini, yalnızlığını duyumsamasına neden olur.

Tom Bissell’in ‘God Lives in St. Petersburg’ adlı hikâye serisinden ‘Expensive Trips Nowhere’ isimli öyküsü kadar Julia Loktev’in kişisel anılarından da beslenmiş olan ‘Yalnız Gezegen’, ilişkilerin kırılganlığı ve her an değişime açık dinamiğine ilişkin mükemmel bir deneme. Üç kişinin vahşi doğa parçası üzerindeki yürüyüşlerinden ve rengi değişen ilişkilerinden ibaret mütevazi görünümünün altında çok önemli şeyler söyleyen film, sinemanın bir görüntü sanatı olduğunu iki saat boyunca bizlere duyumsatan, günümüz sinemasında örneğine artık zor rastlanan katıksız bir bağımsız çaba. Has sinemaseverlerin ve özellikle sinema okuyan gençlerin mutlaka izlemesi gereken filmlerden.

(16 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çanakkale İçinde Vurdular Beni

Çanakkale Savaşı 1915 – 1916’da İngiliz ve Fransızların İstanbul’a yönelik deniz harekâtına karşı denizde ve karada verilen bir savunma savaşı… Osmanlı’ya hayli pahalıya mal olmuş bir savaş. Sırf maddi bakımdan değil, oraya gidip de dönemeyen / dönmeyen nesiller bakımından da. İngiltere de, hükümetin çekilmesine neden olan savaşın sonucu, -gerçi- hiç de ummadıkları bir direniş gören iki müttefikin Osmanlı hakkındaki fikirlerini değiştirmemiştir ama, silâh yerine politikanın kullanılmasına neden olmuştur. O günleri yaşayan nesillerin üzerinde büyük etkisi olan savaş, peşinden gelecek olan işgâl ve işgâle karşı verilen -yıllarca sürecek- Kurtuluş Savaşının gölgesinde hiç bir zaman kalmamış, -direnişin boyutları ve savunma bakımından- özelliklerini korumuştur.

Ferdi Tayfur, 1904 Çanakkale doğumlu bir sanatçımızdır, sinemaya, bizde Çanakkale Geçilmez adı ile gösterilen bir filmde oynayarak başlamıştır; film, yabancı bir filme (Tell England?) bazı sahnelerin eklenmesi ile oluşturulmuş bir filmdir. Sinemamız daha Muhsin Ertuğrul döneminden başlayarak (Ateşten Gömlek, Bir Millet Uyanıyor) Yeşilçam süresince her yıl bir kaç Kurtuluş Savaşı filmi üretmiştir ama bunların içinde günümüze kalanlar üretilen filmlerin yanında çok az bir sayı oluşturmaktadır. Bu Kurtuluş Savaşı filmlerinin hemen hepsinde, finalde Mustafa Kemal’in asker elbisesi ile veya sivil -ama hemen hepsi savaş sonrasında- çekilmiş filmleri yer almaktadır fakat hiç birinde Mustafa Kemal savaşın bir canlı unsuru olarak yer almamakta, canlandırılmamaktadır. Bu filmlerin içinde anlatılan olaylar birbirine benzemenin yanında, zaman zaman yabancı film uyarlamaları dahi olmaktadır. Dediğimiz gibi Mustafa Kemal’in yer almadığı bu filmler, finalde Kurtuluş Savaşı’nın finali ile bitirilir, hepsinde Mustafa Kemal’in bir güneş gibi doğarak ulusu zafere götürdüğü “sözle” ifade edilir.

Sinemamızda ayrı bir “bütün” oluşturan, Kurtuluş Savaşı filmlerinde, Çanakkale Savaşı yer almaz, Kurtuluş Savaşı da film-lerde anlatılan olayların sonunda bağlandığı bir sonuçtur ama Mustafa Kemal adı filmlerde zaman zaman anılır. Çanakkale Savaşı’na dönersek 1964’de Turgut Demirağ’ın yapacağı Çanakkale Aslanları (1964) filmine kadar bir boşluk vardır. Demirağ, bu filmi “ordu”dan da destek alarak ve askeri sahneleri (savaş sahnelerini) Nusret Eraslan’a çektirerek tamamlar. Nusret Eraslan o zamanlar, muhabere Albay rütbesi ile orduda bulunan bir subay olup, konu ile ilgili (kurtuluş savaşı) başkaca filmleri de olan bir sinemacıdır. Ordu ile işbirliği yapılarak çekilen bu film, konu itibari ile fazla dikkat çekmese de, o zamanlar yeniden başlanılan “renkli film” örneklerinden biri olmak bakımından dikkat çeker. Yalnız bu filmin bir özelliği de Mustafa Kemal’in -ilk kez?- görüntülü olarak yer almasıdır, çok kısa bir görüntüde, askerlerine, tarihe geçen ünlü komutu: “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum, biz ölene kadar yerimize gelecek birlikler savaşı sürdüreceklerdir…” ile yer alır.

Bu filmden sonra, uzun bir zaman Çanakkale konusundan yine uzak durulur. Önce TRT TV’sinin dramatik belgesellerinde, Mustafa Kemal görüntü olarak yer almaya başlar ve yine dramatik belgesellerde durum devam eder. Bunların bir kısmı Mustafa Kemal’in askeri, bir kısmı da savaş sonrasındaki sivil yaşamı ile ilgili görüntülerdir. Bunlarda Mustafa Kemal’i çeşitli oyuncular canlandırır -benzemesi de gerekmez.

Bir kaç yıldır, yeniden ön plâna çıkan Çanakkale Savaşı, üzerine çeşitli kitapların yazılmasına neden olur, kitaplardan sonra ise, bu kez sinema filmleri olarak gündeme gelen görsel anlatımlardır. Filmler peşi peşine çekiliyor ve çekiliş sırasına bakılmadan gösterime giriyor. Yönetmenler savaşı, Çanakkale Savaşı’nı çeşitli açılardan ve çeşitli şekillerde ele alıyorlar. Bu bir eksiklik ama ne kitapları okudum, ne de filmleri gördüm. Her ikisinin giderek artış göstermesi dikkatimi çekti, hani körlerin fili tarifi gibi, neresini tutuluyorsa orasından anlatılması örneği, Çanakkale Savaşı’na nereden bakıyorlarsa veya ne niyetle bakıyorlarsa o şekilde anlatıyorlarmış gibi geliyor bana. Böyle bir sonuç çıkarmak yanlış ama her gün yeni bir Çanakkale filmi ile karşılaşınca ister istemez böyle düşünüyor insan.

Kurtuluş Savaşı filmlerinin içinde yabancı film uyarlamaları dahi vardır ve savaş, zaman ve alan bakımından daha geniş bir sahaya yayıldığı için konuyu ele alan filmlerde farklı görünümler taşır. Metin Erksan, Karanlıkta Uyananlar (Ertem Göreç) filmi için söylenen -genel yargıda biçimlenen- “grev filmi” tanımlaması için, “grev filmi olmaz, grevdeki insanın filmi olur” diyor. Yukarıdan beri söylediğimiz “Çanakkale Savaşı filmleri” sözü de böylece sağlam bir zemine oturmuyor; Çanakkale Savaşındaki insanların, -askerlerin, geride kalanlarının- filmi demek daha doğru oluyor. Filmlere bu açıdan bakmak tek başına doğru bir değerlendirme olmaz, savaşı -çatışmayı- ön plâna çıkarmak, sinemasal anlatımı, sırf çatışma olarak değil, nedenlerini ve katılanları ile birlikte ele alarak, insandan uzaklaşmadan ama çatışmanın da kendi ve acı gerçeğini, nedenleri ile göstererek, bir dile ulaşmak gerekir diyorum. Tabii bu tek ölçüsü sinemasallık olan ama Çanakkale’de olanlara dair olması gereken bir bakış açısı ile olmalı. Yukarıda değindiğim gibi, hiç birini görmediğim -bu bir eksiklik-, giderek artan Çanakkale filmlerine ne kadar gereklilik var, yoksa bu geçici bir moda mı? Çanakkale filmleri ile o savaşı, içeriğini, tarihsel önemini, orada şehit veya gazi olanların gerçek yüzlerini ve en önemlisi o savaşın toplumsal, tarihsel nedenlerini ve sonuçlarını ne kadar yapıyor ve ne yargılara varıyor ve -seyirciyi- vardırıyoruz. Yine de Çanakkale filmlerini her ne olurlarsa olsunlar görmek gerek.

(16 Mart 2013)

Orhan Ünser