Kategori arşivi: Yazılar

Buz Gibi Yataklar

Robert Eggers’in Alman dışavurumculuğunun sinemadaki önemli temsilcilerinden Friedrich Wilhelm Murnau’nun 1922 yapımı sessiz klasiği ‘Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi – Eine Symphonie des Grauens’e el atmasını uzun zamandır bekliyorduk. Bram Stoker’ın ünlü ‘Dracula’ mitinden yola çıkmış özgün metni henüz 17 yaşındayken sahnelemiş olan genç sinemacı, sağlam bir bütçe ve göz alıcı bir oyuncu kadrosu ile ne zamandır hayalini kurduğu projesini hayata geçirmiş.

Werner Herzog’un 1979 yapımı denemesinin ardından ‘Nosferatu’nun bu şimdilik üçüncü çevirimi, zifiri karanlık beyazperdede yavaş yavaş ortaya çıkan siluetler ile açılıyor. Sinemacı gözlerimizi karanlığa alıştırmak istemiş, hatta yerinde deyimle ‘karanlığın kendisini görmemizi’ arzu etmiş. Buz gibi yatağından fırlamış güzel Ellen (Lily Rose-Depp) rüyalarına dalan koruyucu meleğine seslenmektedir: ‘çağrımı duy, herşeyi yık, gel bana’. Sonsuz karanlıktan uyanan varlığın silueti özgün klasik anlatıdan farklı olarak duvarlara yansımıyor ama tül perde üzerine düşen gölgesi genç kadının arzularını şaha kaldırmaya yetiyor. Baba baskısı altında cinselliği ile tanışamamış olan Ellen, yakışıklı kocası Thomas’ı (Nicholas Hoult) bulduğunda herşeyin düzeleceğini ummuş ancak balayı dönemi çok kısa sürmüştür. ‘Gündüz Güzeli’ Séverine misali bedensel arzularının gizini süren genç kadının yolu, Karpat dağlarındaki tekinsiz malikanesinden Almanya’nın Wisburg kentine doğru cehennemi bir yolculuğa çıkan vampir Orlok (Bill Skarsgård) ya da nam-ı diğer kont Drakula ile kesişecektir.

Eggers açılıştan başlayarak özgün metni kadın karakter ve cinsel dürtüleri üzerinden yorumlamayı seçiyor, eril düzenin baskısı altında yaşayan Viktorya çağı kadınlarının cinsel özgürlük çığlıkları üzerinden ilerliyor. Genç kadın bulutlar arasından sıyrılan ay ışığının karanlığı bir nebze yırttığı gecelerde ona hükmeden gücün Tanrı olmadığının farkındadır. Vücudunda süründüğünü hissettiği, rüyalarına esir alan arzuları ‘o benim utancım’ olarak adlandırsa da çok geçmeden bunun kendi doğası olduğunu ve tabiatın açlığını temsil ettiğini idrak ediyor. Buna paralel olarak, Eggers vampir kontu çürümüşlük izleri taşıyan bedenine karşın, tüm çıplaklık ve eril cinselliği ile bıyıklı maço bir Doğu Avrupalı olarak resmediyor. Sinemacının ilk filminden beri kader yoldaşlığı yaptığı dahi görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin dönemin koyu kasvetini görselleştirme çabası bir kez daha parmak ısırtıyor. ‘Cadı / The Witch’in baskıcı gri tonları, ‘Deniz Feneri / The Lighthouse’un klostrofobik siyah-beyaz atmosferi aşılıyor; ‘Kuzeyli / The Northman’in kasvet ve kıyametinin çıtası daha da yükselerek karanlığın saf ilkelliği has sinemanın görsel mükemmelliği ile buluşuyor.

Bunca övgünün ardından bir başyapıt çıkmıyor ama. Eggers’in ilk bölümde kurduğu dünya ve bedenin tutkularını eşelediği ilginç başlangıç, gereksiz yere uzatılmış ikinci bölümde ‘Şeytan /The Exorcist’ sularına çark eden Hollywoodvari bir vampir avcısı öyküsüne meylediyor. Ellen önce bir nevi yetişkin Regan’a, ışığa kavuştuğumuz final sahnesinde ise kendi doğasının kurbanına dönüşürken, patriyarkal düzen derin bir oh çekmiş oluyor.

(04 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Cehennem Deliği: Böyle Küçük Şeyler

İzlediğiniz filmi sorarlar: “Beğendin mi?” Kimi zaman verilebilecek bir cevap yoktur bu soruya. Beğenmişsinizdir, ama bir şeyler sizi rahatsız etmiştir. Beğenmemişsinizdir, ama o kadar çok şey yaşadıklarınızla örtüşmüştür ki… Film, beğenip beğenmemenizin ötesinde duygular yüklemiştir ve nefesiniz kesilecek gibi olmuşsunuzdur.

Claire Keegan, çok okunan, etkileyici romanından Enda Walsh ile senaryosunu yazdığı “Small Things Like These”i yönetmen Tim Mialants çekmiş. Film, aslında İrlanda’da, 1980, hatta 1990’larda da hâlâ yaşayan Magdelene Çamaşırhaneleri’nin duygusunu yansıtıyor.

Küçük ve tutucu bir kasabada, eşi ve beş kızıyla, diğerlerinden ekonomik olarak çok daha iyi koşullarda kömürcülük yapan Bill Furlong (Cillian Murphy), son zamanlarda epey dalgındır. İstemediğini haykıra haykıra ağlayarak söyleyen küçük bir kızın manastıra zorla sokulduğunu görmüştür. Kasabada yaşananların duyulmaması pek mümkün değildir, ama kimse de bu konuyu dillendirmeye yanaş(a)maz.

İlginç bir film “Böyle Küçük Şeyler”, bir yargıda bulunmuyor, konuyla ilgili kimsenin yorumuna da yer vermediği gibi doğrudan bir mesaj da vermiyor.

İzleyici ne anladıysa o…

Bir kere, baştan filmin içine çekiliyorsunuz… Tam Noel zamanıdır, insanlar yeni bir yılın başlangıcından önce Christmas’ta, birbirlerine yeni armağan almak ya da gelecek armağanları ummaktayken, seyirci araya girer ve hiç karışmadan, sormadan yaşananları izler. Kış günlerinin kısa ve karanlık günlerinde her şey ürperticidir. Mialants, bilinçli olarak izleyiciye “röntgencilik” yaptırır, amacı düşünmesini sağlamak ve kimsenin söyleyemediği toplumsal gerçekliklerin fark edilmesidir.

Başlığa “Cehennem Deliği” sözünü kasıtlı olarak çıkarttım, çünkü yaşananlar hepimizin içinden çıkamadığı gerçekten önemli sorunlara değiniyor. Benzer durumları bizim ülkemizde de haberlerde izliyorsunuz, oradaki gibi burada da egemen erk böylesi adil olmayan, hukuksuzluklardan yararlanmayı tercih

ediyor. Çocuk gelin dediğimiz, erken evlendirilen (ya da filmdeki gibi tecavüz sonucu eve sokulmayan) kızların doğurdukları çocukların ruhlarını nasıl etkilediğini ve çıkan sonuçlara katlanmanın mümkün olmadığını günü birlik davranan iktidarların düşünmesini kimse beklemiyor.

Tim Mialants, yalın bir dil tutturmuş, hiçbir şey söylemeden çok şey anlatıyor. Cillian Murphy (Bill Furlong) ve anne rolündeki Eileen Walsh (Eileen Furlog), tabii rahibe rolündeki Emily Watson (Sr. Mary) gerçekten başarılı… Tüm bunların ışığında film inanılmaz etkileyici ve sadece kendi yaşamınızı değil, tüm insanlığın (savaşları da katmalı içine) geleceğini seriyor gözler önüne.

02 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(04 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

İki Kadın İki Film: Kutsal İncirin Tohumu ve Maria

Erkek egemen yapı yıllar, yüzyıllar boyu kadını hep ikinci sınıf olarak görmüş, küçümsemiş ama başarısından da hep gurur duymuş. Bu hafta (denk geldi, aynı gün izledik) iki ayrı kadını, iki ayrı dünyayı, iki ayrı ruhu karşılaştırabilme olanağı bulduk.

Çehov: “Sahnede silah varsa, patlamalı”

İlki Kutsal İncirin Tohumu (The Seed Of The Sacred Fig), yönetmen Muhammed Resulof’un belgeselmiş izlenimi verecek denli güçlü, ama kurgu; öyle ki oyuncularından yapımcılarına kadar kimsenin festivallere katılmasına izin verilmeyen bir İran filmi. Başörtüsünü çıkardığı için hunharca katledilen, bütün dünya için bir simge olan Mahsa Amini protestolarıyla başlıyor. Kimsenin ummadığı kadar büyük bir tepki doğuran İran’da bile kadınları günlerce sokaklara döken ve iktidara acımasız, orantısız güç kullandıran eylemler filmin ana eksenini oluşturuyor.

Biri üniversite, diğeri lise öğrencisi iki kızı olan ve yargıçlığa terfi eden adamın, İman (Missagh Zareh) eşi ve çocuklarıyla yaşadıkları… Dini, ahlâki, siyasal, sosyal hiçbir kalıba sığmayan, ama sırf daha rahat yaşayabilmek için her türlü hukuk dışı kararı vermekten (en azından çekinmemesi öğretilmiş) çekinmeyen yargıca bir silah verilir, olası tehditlere karşı.

Filmin asıl kahramanı anne. Soheila Golestani (Necmiye) tipik annelik içgüdüsüyle çocuklarını ve tabii, eşini korumak için her şeyi yapabilecek bir kadın. Öyle de oluyor. Üniversite öğrencisi Rezvan (Mahsa Rostami) daha bir bilinçlidir, yurtta kalan arkadaşıyla birlikte ucundan da olsa protestolara katılır. Evde kalmasını sağlar, yaralandığında eve getirip bakımını sağlar. Küçük kardeş Sana (Satareh Maleki) çok sevdiği ablasının yanında olur hep. Kızlarını kıramayan anne yaralanan ve tutuklanan arkadaşlarının durumunu öğrenmek için birilerini bulmaya, araya sokmaya çabalıyor; kocasının haberi olmadan kızlarının gönlünü rahatlatmaya çalışıyor.

Yargıç İman, silahı kaybolup da bulamayınca arkadaşlarından kızlarını ve eşini sorgulamalarını ister. Polis, her zaman polistir ve hiç de arkadaşça davranmaz onlara. Baba, durum giderek kötüleşip de bilgileri internete sız(dırıl)ınca ailesini köyüne götürür ve kendisi sorgulamak ister. (Burada güçlü ve güzel bir detay var: girdiği bakkalda kendisini tanıyanlar telefona sarılıp ifşa etmeye çalışırlar.) Anne, hem eşini hem kızlarını korumak için kaybolan silahı kendisinin alıp dereye attığını itiraf (!???) eder. Kızlar da, annelerini korumak amacıyla kendilerinin aldığını iddia ederler.

Yargıç, iki arada bir derede kalmış ve çıldırmıştır; o çok sevdiği çocuklarını öldürmek isteyebilecek denli gözü dönmüştür.

Ego, gurur ve haklı bir ün!

Efsanevi soprano Maria Callas’ın son dönemini ala alan filmi Steven Knight’ın senaryosundan Pablo Larraín çekmiş. Dünyaca ünlü sopranonun sesini, bağlı olarak da ününü kaybetmesi Callas tarafından da kabûl edilebilecek bir şey değildir. Ancak gururlu ve kararlı Callas çevresindekilere bunu hissettirmemeye çalışır.

Benim Jacqueline Kennedy Onassis’e benzettiğim Angeline Jolie, Callas’ı başarıyla (sesi konusu küçük bir soru işareti, ağzı senkron olsa da gerçek Callas’ın sesi kullanılmış sanki, iki sesin farkı fark edilebiliyor) canlandırıyor. Mağrur sopranonun çevresini hiç umursamayan, ama ününe toz kondurmaz tutumu filmin ana izleği… İki yardımcısı var yanında Callas’ın, Ferruccio

(Pierfrancesco Favino) ve Bruna (Alba Rohrwacher). İkisi de canla başla korumak için ünlü sopranonun yanında… Bir de uzatmalı sevgilisi var Callas’ın, evli olsa da dünyanın en zengin insanlarından, memleketlisi Aristotle Onasis. Haluk Bilginer’in fizik olarak da benze(til)diği Onasis rolünde gerçekten çok başarılı olduğu hemen tüm eleştirmenlerin ortak görüşü.

Her şey bir yana… “Maria”da sadece Maria Callas’ın yaşamı değil, bir kadının onurlu, mağrur, ama aşka yenik yaşamı yansıyor beyazperdeye.

10 Ocak 2025 / 21 Şubat 2025’ten başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

2024’den Benim Seçtiklerim

Bir seneyi daha birlikte tamamladık. 2024 yılı içinde izlediklerim arasından seçtiğim 10 filmlik geleneksel en iyiler listemi bir kez daha siz okurlarımla paylaşmak istedim. (Listede yer alan filmler üzerine sadibey.com’da yayına giren yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz)

1- ZAVALLILAR / Poor Things
Çağımızın en önemli sinemacılarından Yorgos Lanthimos’un Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü son şaheseri, anarşist ve sinik tavrının tavan yaptığı bir başyapıt. Yunan asıllı sinemacı Alisdair Gray’in çizgi dışı metninden yola çıkarak yönetmenin daha önceki çalışmalarında ustalıkla inşa ettiği kendine özgü sinema evreninde ihtirası ve zalimliği ile insan ruhunu didik didik etmeyi sürdürüyor. Lanthimos sinemada kadın özgürlüğünün en güçlü manifestolarından biri olan yapımı, ‘en pozitif, en umut dolu filmim’ olarak nitelendirmiş. Yönetmenin kendine özgü sinemasının tuhaflığı ve hınzır nüktesinden ödün vermeden biçimsel büyüleyiciliği ile göz kamaştıran yapımda, çocuk kadınlıktan bilim insanlığına uzanan süreçte her planda var olan Emma Stone kusursuz performansı ile tam anlamıyla yıldızlaşıyor. (‘Şeker ve Şiddet’ / 16.02.2024)

2- İLGİ ALANI / The Zone of Interest
Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın en büyük insanlık suçu Nazi soykırımı vahşetinin özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor. Mutluluk ve dehşetin bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izlerken, küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunar. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkumun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder, boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan. (‘Ne Kadar da Bize Benziyorlar’ / 22 Şubat 2024)

3- MÜKEMMEL GÜNLER / Perfect Days
Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış, adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) alan son başyapıtı, umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacının büyük hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga, 1985’) Japon sinemasının büyük ustası Yasujiro Ozu’ya adanmış şaheserinde, köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgarda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor. (‘Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film / 16.04.2024)

4- SARARMIŞ YAPRAKLAR / Kuolleet Lehdet
Yaşayan büyük ustalardan Aki Kaurismäki 6 yıl aradan sonra sinemaya dönüş filmiyle 90’lı yılların başında tamamladığı ünlü ‘proleterya üçlüsü’ne kaldığı yerden devam ediyor; işçi sınıfına ağıt niteliğindeki ‘Kibritçi Kız’ın hüzünlü finalinin tersine, bu kez nefes aldıkça umut vardır misali sevgiye, şefkate kapılarını açıyor. Godard, Bresson, Melville, Huston ya da Visconti armağanı geçmişin sinema hazineleri yalnız ruhların sığınağı haline geliverirken, hikaye yine Chaplin’e çok zarif bir saygı duruşu ile noktalanıyor. Kaurismäki evreni sinemacının retro estetiğiyle bütünleşirken, görüntü yönetmeni Timo Salminen’in eşsiz mavileri hüznü, sarılar kırmızılar dışa vurmakta zorlanılan arzuları, özlemleri yansıtıyor. (‘Sinemaya ve İşçi Sınıfına Saygı Duruşu’ / 18.05.2024)

5- KABAHATLİLER / Los Delincuentes
Yeni Arjantin Sineması’nın en parlak yıldızlarından yönetmen Rodrigo Moreno, çalışma hayatının bunaltıcılığından kaçmasına yetecek kadar para çalmayı planlayan bankacıların hikayesini anlatıyor. Bu yaman deneme beyaz yakalı yaşamın sıkıcılığına başkaldırı sıradışı bir soygun öyküsüne dönüşürken, bizleri isyankar bir özgürleşme arzusu ve para bağımlılığımıza dair çetin sorularla başbaşa bırakıyor.

6- SÖMÜRGECİLER / Los Colonos
Western türüne yeni bir soluk getiren bu sarsıcı film Şili’nin tarih kitaplarından silinmiş en kara sayfalarından birini, bölgenin yerli halkının soykırımını anlatıyor. 20. yüzyıl başlarında zengin toprak ağasının devasa mülkünün güvenliğini sağlaması için tutulan Amerikalı bir paralı asker ile başına buyruk bir İngiliz teğmene eşlik eden bölgenin yerli halkından Segundo vahşi kapitalizmin serpildiği yıllarda ulus mitinin doğurduğu şiddetle tanışacaktır. Felipe Gálvez’in ilk uzun metrajı, Latin Amerika sinemasında yepyeni ve güçlü bir sesin doğuşunu simgeliyor.

7- BİRAZ YAĞMUR YAĞMALI / Some Rain Must Fall
Çağdaş Çin sinemasından güzel bir sürpriz. 1989 doğumlu yönetmen Qiu Yang, Cannes’dan ödüllü kısa filmlerinde olduğu gibi aile ilişkileri üzerinden ilerliyor. Genç sinemacının doğal sesleri kullanıldığı melankolik filmi, usta işi diyalog ve ayrıntılarının yanı sıra görsel yetkinliği ile göz dolduruyor. Genç bir kadının kendini keşif öyküsünü; geçmişinden başlayarak bugününü, kim olduğunu, yaşamak istediği cinselliği, bir zamanlar herşey olduğunu düşündüğü aile tuzağından kaçma çabasını izlerken, bizler de onunla birlikte keşfe çıkıyoruz. (‘Hayat Boşa Gitmesin’ / 08.08.2024)

8- CEVHER / The Substance
Coralie Fargeat’ın 77. Cannes Film Festivali’nde sansasyon yaratan ikinci uzun metrajı, erkek egemen şov dünyasını, şöhret kültürünü ve kadınların sektörde var olabilmek için uymak zorunda oldukları klişe güzellik standartlarını kıyasıya topa tutan yılın en özgün filmlerinden biri. Çağdaş tüketim toplumunda yapayalnızlığı gözlerimizin içine sokarken, kuşaklararası kadim çatışmayı ve rekabetin karanlık yollara sürüklediği ezeli ebedi ana-kız ilişkisini didikleyen yapım, Cronenberg, Carpenter, Lynch ya da Haneke’den aldığı esinin yanı sıra Kubrick tarzı kırmızı ve beyazın egemen olduğu geniş açılı stilize bir görsel dünyayı ustaca inşa ediyor. (‘Unutma İkisi de Sensin’ / 08.11.2024)

9- EMILIA PEREZ
Yine 77. Cannes Film Festivali’nin ses getiren, Fransız sinemasının deneyimli yönetmeni Jacques Audiard imzalı yapım, suçtan narkotik gerilime, melodramdan pembe diziye uzanan faklı türleri aynı potada birleştirdiği hikayesini cesur ve sıra dışı bir müzikal polisiyenin hizmetine sunuyor. Mexico City’de İspanyolca konuşan oyuncularla çekilen, hukuksuzluğun kol gezdiği bir iklimden yükselen cinsel özgürlük çığlığını Almodovar hissiyatında çok renkli bir çağdaş opera tadında aktaran film yılın en dikkat çekici işlerinden. (‘Kendimi Sevmek İstiyorum’ / 09.12.2024)

10- MUTFAK / La Cocina
Alonso Ruizpalacios Londra’daki öğrencilik yıllarında çalıştığı restoran deneyimini Arnold Wesker’in tek mekanda geçen ünlü oyununa döşemiş. Meksikalı sinemacının New York’a konuşlandırdığı mutfağı çağdaş kapitalizmin mikrokozmosu misali, duygusal paslaşmalardan yeterince nasibini almamış bir dar alanda yaşam savaşı veren yoksul insanların mücadelesini kimi zaman zincirlerinden kopmuş gerçeküstücü komik bir atmosfer içinde aktarıyor. Sinemacı, her birinin ayrı ayrı düşleri, küçük de olsa hayattan beklentileri olan karakterlerine küçük ama etkileyici dokunuşlarla can veriyor. (‘Gökyüzü Çok mu Uzak / 04.12.2024)

(01 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Geriye Kalan Yalnızca Bir İroni

Gençlik ve güzellik üzerine doyumsuz filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Paolo Sorrentino’nun 77. Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer almış son opusu ‘Su Perisi / Parthenope’ ile bu yılı sonlandırıp yeni bir seneye merhaba diyoruz. Bir önceki filmi ‘Tanrının Eli / E Stata la Mano di Dio’ ile doğup büyüdüğü topraklara görkemli bir dönüş yapmış olan İtalyan sinemacı, açılış sahnesinden başlayarak bir kez daha Napoli kentine saygı duruşunda bulunuyor.

50’li yılların başında suyun içinde dünyaya gelen kız çocuğuna, kentin Yunan mitolojisindeki sirenlerden esinli eski ismi olan Parthenope adı veriliyor. 1968’de 18 yaşın tüm tazeliği ve çekiciliğine sahip genç kız (Celesta Dalla Porta) çevresindeki tüm erkeklerin başını döndüren bir afettir. Kendi erkek kardeşi dahil herkesin sahip olmak istediği bu muhteşem güzellik Prosper Mérimée’nin Carmen’i misali kimsenin olmayacak, etrafında yarattığı yıkıma aldırmaksızın kendini bir entelektüel olarak yeniden yaratma uğraşına girecektir.

‘Su Perisi’ kelimelere kolay sığmayan, beyazperdedeki görselliği ile izleyiciyi büyüleyen bir deneme. 53 yaşındaki Sorrentino, bizim kuşakların yeni yetmelik yıllarını sürdüğü 70’li yıllardan günümüze Parthenope’nin serüvenini kadim kentin görüp geçirdikleri üzerinden öykülemeye soyunmuş. 2021 yapımı otobiyografik ‘Tanrının Eli’ ile çocukluk ve ilk gençlik yıllarını perdeye taşıyarak kendi ‘Amarcord’unu çekmiş olan sinemacının filmi bu defa bir kadın ana karakter aracılığıyla en önemli mirasçısı olduğu Felliniyen sinemanın mucizeleri üzerinden ilerliyor.

‘Hiçbir şey bilmediğini ama herşeyi sevdiğini’ söyleyen Parthenope antropoloji eğitimi almaya başlar. Hayranı olduğu İngiliz yazar John Cheever’dan (muhteşem Gary Oldman) ölümsüz hayat dersleri alır. ‘Aşk bir gizem, seks ise cenaze törenidir’; ‘güzellik savaş gibidir, her kapıyı açar’ benzeri özdeyişler ile ‘erkeklere ilgi duymasaydım senin peşinden ayrılmazdım’ diyen eşcinsel yazar onun taze gençliğinin bir dakikasını bile çalmaktan çekinir.

Parthenope büyük bir trajedinin tetiklediği çalkantılı ama harika serüveni boyunca farklı kişilerle karşılaşır. Herkeslerden sakladığı deforme evladına kol kanat germiş antropoloji profesörü (eşsiz Silvio Orlando) onun yaşam rehberi olur. Mafyozo Roberto (Marlon Joubert) eşliğinde arka sokakların sefaleti ve Napoli’nin kralını mavi fenerler ile karşılayan, melankolik ve kederli bakışlarıyla kirli ama capcanlı kentin yoksul halkıyla tanışır. Karanlık izbelerin

yoksulluğundan kendini kurtarmış aktrisin (Luisa Ranieri) yıllar sonra Napoli halkına kibir ve sövgü yüklü söylemine, iki mafya ailesinin genç varislerinin davetliler önünde çiftleştikleri tuhaf törene tanıklık eder. Genç kadın, ‘özgürlüğün kapıdan içeri giremediği’ Katolikliğin yasaklı dünyasında San Gennaro mucizesi ile göz boyayan rahip ile birlikte olurken, dinsel ile dünyevi olanın sınırları aşılır.

‘Napoliler hayatı her gün yeni baştan keşfediyor, hayatın onların şaşırtması gerektiğine inanıyorlar. İşte ben de bunu aynen böyle anlatmak istedim’ diyor Sorrentino. Mucizelerin gerçekleştiği toprakları ‘kendi duygularına dair bir kent’ olarak tanımlıyor.

Yönetmen orta yaşlarının başlarında çektiği ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ (2013) ve ‘Gençlik / Youth’un (2015) ardından yaşlılık senfonilerine bir yenisini eklerken, Parthenope’nin 70’li yaşlarına hayat veren bir dönemin çekici güzellerinden Stefania Sandrelli’nin yılların yıprattığı yüzüyle, gençliğin, güzelliğin geçiciliğini bir kez daha hatırlatır. Ancak ömür su misali akar, insanlar geçip giderken kimselere yar olmayan kadim şehir tıpkı bizim İstanbul’umuz gibi gizemini ve eşsiz güzelliğini korumayı sürdürecek, fani hayatın sonunda geriye yalnızca bir ironi kalacaktır. Sonbaharını yaşayan Parthenope’nin kentin bugününe bakarken gülümsemesi tam da bundan olmalı.

(29 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Nosferatu… Sinemada İzleyin, Muhakkak

Dönem filmlerinin en büyük özelliği, izleyicinin günümüzle bağlantısını kurarak kendi yaşamından izler bulmasını sağlamaktır, bana göre. Sinema bir sanatsa, bir mesajı olacaksa -ki olmalı muhakkak- bu, her zaman herkesin aynı mesajı alacağı anlamına gelmez. Ortaçağ Avrupa’sının en bilineni vampir öyküleri… Hem gerilim yaratır, hem korkutur, hem de merak uyandırır. Günün gündeminden sıyrılırsınız, yeni bir bakış açısı bulursunuz, konuşacak, daha doğrusu tartışacak bir konunuz olur. Vampir, ya da cadı veya gulyabani, bilindiği gibi hayal ürünüdür ama hem yaygınlığıyla hem de yarattığı duygularla her zaman, her yerde, her biçimde yankı bulur.

Robert Eggers’in Nosferatu’sunda, emlakçı Thomas Hutter (Nicholas Hoult), vampir bir müşteri adayı olan Kont Orlok (Bill Skarsgård) ile kader buluşması için Transilvanya’ya gider. Hutter’ın yeni gelini Ellen (Lily-Rose Depp), onun yokluğunda arkadaşları Friedrich ve Anna Harding’in (Aaron Taylor-Johnson ve Emma Corrin) bakımına bırakılır. Profesör Albin Eberhart Von Franz (Willem Dafoe) Fredrich Harding’in Thomas yokken Ellen’ı tedavi etmekle görevli profesördür. Ortaçağ karanlığı filmin hemen her anında, her alanında kendini gösteriyor. Yoksulluk taşan

sokaklardaki kalabalıkla iç içe kentsoyluların (daha doğrusu tüccarların) nasıl da mutlu yaşadığını atlamıyor film. Bu etki öylesine güçlü ki, ister istemez siz de kapılıyorsunuz filmin gizemine. Sinemada izlenmesini önermemin nedeni atmosferi o denli iyi yansıtmış ki, evde ya da bilgisayarda asla o etkiyi, o hissi bulamazsınız. Birincisi, sinemanın temel özelliklerinden, karanlık salonda yaşamdan soyutlanarak sadece beyazperdeye odaklanmanız, buna da bağlı olarak ilginizi dağıtacak hiçbir etkenin bulunmaması. Karanlığın da bir anlamı var ve Nosferatu bunu bir kez daha kanıtlıyor.

Konta ev satmak ve kontrat imzalatmak için yola çıkan Thomas, yolda bir köyde gecelemek zorunda kalır. Sonrasında gelgitler, sanrılar, beklentilerle karışık hayaller öyküyü taşıyan güç olarak gösterir kendini. Düş(ünce) öylesine büyük ve etkili güçtür ki, yaşamınızı değiştirebilir. (Bu, sadece film için değil, kendi yaşamınız için bile geçerli, denemesi bedava, kazanımı ise ölçülemeyecek denli büyük.)

Thomas genç eşine kavuşabilmek için zorlu yolları aşmaya çabalarken imgelemler ve giderek artan bir korku hissiyle boğuşan Ellen, kontrolünün çok ötesinde bir güçle karşılaşır: Vampir.

Filmin ardından duygularınızda bir değişme olursa kendinize sorun, neler değişti!

03 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(28 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bir (Öz)Eleştiri: Evcilik

1955’te, ünlü “Yaz Bekarı” (The Seven Years Itch) filmi yeni bir kaygı yarattı herkeste. Marlyn Monroe ile Tom Ewell’in başrolleri paylaştığı filmi Billy Wilder çekmişti. Yanılmıyorsam, ilk “evlilikte yedinci yıl sendromu” o filmde çıkmıştı ve aradan geçen yıllara karşın hâlâ yaşıyor.

Ümit Ünal’ın, kendi senaryosundan çektiği 10’uncu filmi “Evcilik”te evliliklerinin yedinci yılında iki çifti anlatıyor: Biri kentli, iyi para kazanan ama birlikteliklerindeki duygusallık giderek zayıflayan, diğeriyse yoksul, sorunlu ama hep mutlu… Evliliklerini kurtarma (!) çabası olduğunu anladığımız bir çift Filiz (Öykü Karayel) ile Fatih Artman (Fırat) birtakım nedenlerle, aslında çok da denk geldiği gibi kimsenin olmadığı bir kıyı oteline giderler. Otelde sadece çalışan Aysun (Deniz Işın) ile Özkan (Nejat İşler) vardır. Birinin mutsuzluğu diğerinin mutluluğunu kıskanıp da “oyun” haline getirince olaylar gelişir.

Ümit Ünal’ın yakın planlarıyla izleyiciyi daha başından sarıp sarmaladığı film, hemen her orta yaştaki evli çifti ilgilendiriyor. Bir hareket lazımdır eski duygusallığı güçlendirmek için ve kentsoyluların bulabildiği sadece “oyun”dur. Ama ters teper.

Antalya’da, Altın Portakal’da “en iyi senaryo” ile “en iyi erkek” oyuncu ödülüne uzanan “Evcilik”, psikolojik bir gerilimi taşıyor aslında. …ve galiba ödül de kazanan Nejat İşler’in fevri, gergin tavrı heyecan yaratıyor: Acaba ne yapacak? Filmin diğer oyuncuları arasından sıyrılan Deniz Işın, gerçekten de umut vaat ediyor. Çok başarılı. Diğer oyuncularsa filmi değil ama yaklaşımını kaldıramamış görünümde.

27 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(25 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Birbirine Tutunarak Güçlenme Hikâyesi: Bir Gün, 365 Saat

Yönetmen arkadaşım Eylem Kaftan’ın pandemi döneminde çektiği ve bugün hâlâ festival festival dolaştığı filmi Bir Gün 365 Saat filmini İstanbul Film Festivali’nin son günlerinde izleme şansı bulmuştum. Cinsel istismar, ensest, pedofili gibi konular ne yazık ki dünyanın her yerinde yaygın olmakla birlikte ülkemizde rahatça konuşulamayan, daha çok yok sayılan, üstü kapatılan durumlar. Toplum baskısı, tehdit, ölüm korkusu ve benzer nedenlerle gün yüzüne çıkamayan nice korkunç hikâyede türlü şiddete maruz kalan ya da hayatını kaybeden insanların haberleriyle dolu çevremiz aslında. Açıkçası bu konuda bize umut veren gelişmeler duymuyoruz, öğrendiğimiz her acı hikâye bizi daha da umutsuzlaştırıyor. Bu kişilerin haklarını savunacakları ortamlar olmadığını, adaletin yerini bulmadığını düşünüp daha da karanlığa çekiliyoruz.

Yönetmen öz babaları tarafından istismara uğrayan çocukların/gençlerin gerçek hayat öykülerini belgeselleştirirken, alıştığımız ve belki biraz da sıkıldığımız stilde, üst üste röportajlardan oluşan basmakalıp bir belge film çekmek istememiş. Gerçek hikâyelerini dinlediği kızların, yaşadıkları istismara hayır dedikleri ve bu yolda adım attıkları zamanları canlandırmalarını istemiş. Başta çekinen, utanan kızlar daha sonra “Biz neden utanıyoruz, bize bunu yaşatanlar utanmalı, biz utanacak bir şey yapmadık.” diye düşünerek fikir değiştirmiş ve Kaftan’ın ve ekibinin teklifini kabul etmişler.

Filmde üç genç kızın babaları tarafından uğradıkları istismarlar sonucunda kurtulmak için çareler ararken yollarının kesişmesini, birbirlerine destek oluşlarını, üçünün de annelerinin ne yazık ki kızlara destek olamamalarını ve bu kızların haklarını arayışları sonucunda sığınma ve avukat haklarını öğrenişlerini, babalarını mahkemeye verişlerini ve dava sürecinde birbirlerine yoldaşlık, kız kardeşlik edişlerini izliyoruz. Kız çocuklarını istismar ettiğini öğrenmiş ve eşinden şikayetçi olarak kızlarının yanında olmuş bir anneyle tanışıyorlar bu süreçte kızlar. Anne, kızlara kendi yaşadıklarını anlatıyor. Böyle bir şeyin gerçek olabileceğine asla inanamadığını ancak ne yazık ki eşini suçüstü yakaladığını ve hem kızlarının hem de kendisinin psikolojik tedavi sürecinde olduklarını anlatırken, diğer kızlar gözyaşlarını tutamıyorlar, elbette seyirci olarak biz de.

Ancak böylesi zor ve sert bir konuyu ele alan bu belgeselde zerre ajite edilmiş durum yok. Filmde neredeyse estetize edilmiş gibi, steril bir atmosfer var başından sonuna. Olayların gerçek oluşu boğazınıza bir yumru gibi oturuyor elbette ve duygulanıyorsunuz ama gazetenin üçüncü sayfasında okuduğunuz bir haberin yorumsuzluğuna rağmen saf gerçek nasıl canınızı acıtırsa bu belgeseli izlerken de canınızı yakan saf gerçek oluyor. Duygularınızı istismar edecek bir müzik, bir açı, bir kurgu biçimi kullanılmamış. Hatta bir sahnede iki kız taksiyle birlikte yaşayacakları eve doğru, özgürlüklerine doğru giderken radyoda Ahmet Kaya’nın “Tezgahtar Nebahat” şarkısı çalmaya başlıyor ve kızlar pencereden sarkarak avaz avaz bu şarkıyı söylemeye başlıyorlar, yüzlerinde kocaman bir gülüşle… Neşeli bir kurgu film izler gibi hissediyoruz bu ve benzeri bir-iki sahnede.

Filmin sonunda bu kızların babalarının aldıkları hapis cezalarını ve kızların artık kendi yollarını çizebilmiş olduklarını, eğitimlerini hukuk, psikoloji gibi alanlarda devam ettirdiklerini öğreniyoruz. Müthiş umut dolu bir atmosferle, mutlu yüzlerle sonlanıyor film.

Yazımın başında da belirttiğim gibi hak mücadelelerinin olumlu sonuçlanmadığı yüzlerce olayla karşı karşıya kalıyoruz ne yazık ki toplumumuzda. “Artık adalet sadece bir kadın adı” gibi cümleler kuruyoruz kendi aramızda. Seslerini duyuramayan mağdurlar, aleyhte alınmış kararlarla dolu dava dosyaları, boş yere yiten yıllar, kayıp yaşamlar, biten ömürler… Hal böyleyken Bir Gün 365 Saat belgeselinde dört adet istismar dosyasında adaletin yerini bulduğunu öğrenmiş olmak insanı şaşkın bir mutluluk hissiyle bırakıyor. Alışmadığımız bir son. Güvenin kalmadığı, umutların tükendiği bir coğrafyada tertemiz bir umut, hem de gerçek,

kurmaca bir hikâye değil. Belgeseli bu yönden kıymetli buluyorum. Her şeyden önce, işe yarar bilgiler veren bir belgesel. Kadına yönelik şiddete karşı mağduru koruyan mekanizmalar iyi işler çıkartabiliyor, öğreniyoruz ki. Mağdurların ücretsiz avukat hakları var. Sığınma evinde 6 aya kadar kalma hakları var. Belgeselde yer alan bu cesur kızlar, istismara uğrayan ama korkan, sesini çıkaramayan, belki haklarını bilmedikleri için hareket edemeyen kişiler için birer rol model olabilirler. Onlara cesaret verebilir, kimlere, nerelere başvurulabileceği ile ilgili bir çıkış kapısı rolü üstlenebilir bu film.

Bir açıdan bakıldığında, her şey bu kadar güllük gülistanlık mı, her şey bu kadar kolay mı, yoksa bu kızların yaşadıklarında şans faktörünün de payı var mı gibi sorular gelebiliyor insanın aklına. Ancak yine de başından sonuna takip edilmiş ve gerçekleri ortaya koymuş bir belgesel yapım olarak bu yönüyle sorumluluk sahibi bir film olduğunu düşünüyorum ve daha çok izlenmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Kitlelere ulaşabilmesi açısından festivallerde gösterilmesinin yanı sıra vizyona da girecek olmasına sevindim. İlgili farklı gösterim alanlarında da yer verilmesi gereken,

kıymetli bir yapım Bir Gün 365 Saat. Konuşulmayan konuları konu edinmesi, belki tartıştıracak olması açısından bile kıymetli. Reha Erdem’in filmlerinden aşina olduğumuz başarılı görüntü yönetmeni Florent Herry’nin filmin dokusuna kattığı hoşlukları da söylemeden geçmemiş olalım. Marc Collin‘in filmin anlatısının genel tonuna uyacak şekilde değişken kullandığı müzik ve Burçak Yurdakul‘un özenli kurgusu da amacına hizmet ediyor ve teknik açıdan da başarılı, farklı bir belgesel çıkıyor karşımıza. Başka Sinema ile sadece Çarşamba vizyonda. Bulduğunuz yerde izlemeniz önerisiyle…

NOT: Bu yazının aslı 15 Mayıs 2024 tarihinde MelisInema adlı blogda yayınlanmıştır.

(24 Aralık 2024)

Melis Zararsız

Parthenope: Su Gibi Akıp Geçen Bir Ömür

Herkesi, her şeyi kendi bakışımızla değerlendirir ve belirleriz. Bazen yargıladığımız da olur ama biliriz ki, yaşam bizi taşıyandır ve asla umursamaz kimseyi.

Sinema, başından beri (aslına bakarsanız sanatın bütün dalları) mitolojiye dayandırır öykülerini, tabii ki ağırlıklı olarak Yunan Mitolojisine. Mitoloji, her şeyin ötesinde, bilmesek de içimize işleyen, genlerimizi oluşturandır, buna da bağlı olarak hepimiz benimseriz. Dikkat ederseniz, çizgi filmlerden, bilimkurgulara kadar beğendiğimiz tüm filmler mitolojik ögeler taşır.

Böylesi bir girişten sonra, Su Perisi (Parthenope) filminin sadece görünenle yetinmediği apaçık. Güzellik sadece güzellik midir? Ya iyilik? İnsan ilişkileri sadece bu “görünen”lerle belirleyici olabilir mi?

Usta yönetmen Paolo Sorrentino, kendisinin yazdığı senaryoyla keyifli ama bir o kadar da düşündürücü bir filmle çıkıyor bu kez de. Akdeniz ülkelerinin kendine özgü güneş, ışık, sıcaklık, yeşillik ya da insan ilişkileri her şeyiyle yansıyor beyazperdeye. Güzel mi, evet, kesinlikle. Anlaşılır mı, hayır, kesin değil. İzlenmeli mi, muhakkak. Her ne kadar uzak duruyorsa da, biraz içine girdikçe kendinizi buluyorsunuz filmin bir yerinde. Yaşam kendi yolunda geçip giderken siz (biz, hepimiz) bir yerinden katılıyorsunuz o akışa ve bir yerde ayrılıyorsunuz ister istemez. Denizin dalgalarıyla törpülediği, keskinliğini yumuşattığı çakıl taşları gibi… Hani, “mermeri oyan suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir” meselindeki gibi…

27 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(24 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Irkçılık Diz Boyu

Justin Kruzel arızalı toplumsal ortamlardan şiddet sarmalına sürüklenmiş genç erkeklerin hikâyesini anlatmayı sürdürüyor. Avustralyalı yönetmen uzun metraj kariyerine uzak kıtanın güneyinde yaşanmış gerçek olaylardan yola çıkarak çektiği ve bir seri katili merkeze aldığı hazmı hiç de kolay olmayan 2011 yapımı ‘Snowtown’ ile başlıyor. Daha sonra, Cannes’da ana yarışma seçkisine alınan ‘Macbeth’ (2015) ile bilinçli bir biçimde kötülüğü seçmiş Shakespeare karakterine yöneliyor. 19. yüzyıl sonları orman haydutlarını konu aldığı ‘Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikâyesi’nin (2019) ardından ikinci kez Cannes ana yarışmasına kabul edildiği ve yine gerçek bir öyküye dayanan ‘Nitram’ (2021) geliyor. Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödülüyle dönen Caleb Laudry Jones’un olağanüstü performansı ile seçkinleşen ve Kurzel’in bugüne kadar çektiği en iyi filmi olan ‘Nitram’, çekirdek ailesi ile yaşayan Martin Bryant’ın trajik mutsuzluğunun öfke patlamasıyla, tarihe Port Arthur Katliamı olarak geçen, Tazmanya’da bir kafede 35 kişinin ölümüyle sonuçlanan elim olay üzerinedir.

Avustralyalı sinemacı üç yıl aradan sonra çektiği ve bizde de gösterim şansı bulan son filmi ‘Düzen / The Order’ ile, bu kez 1980’li yılların başlarında yaşanmış gerçek bir öyküden yola çıkmak suretiyle gözde temasının yeni bir çeşitlemesine imza atmış. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan film, aşırı sağın palazlanmaya başladığı 40 küsur yıl öncesinin ABD’sinde, kuzey batı eyaletlerini saran şiddet olaylarını, banka ve zırhlı araç soygunlarının, bombalamaların düzen ve huzuru sarstığı bir dönemi perdeye taşıyor. Ohio’nun küçük kasabasına tayini çıkan FBI mensubu Terry Husk (Jude Law) çalkantılı yılların

ardından huzuru bulmak istediği beldede karısı ve iki küçük kızının gelişini beklerken, kendini peşpeşe yaşanan cinayet olaylarının ortasında buluveriyor. Ajan Husk bu suç zincirinin arkasında, bölgedeki dini cemaat lideri tarafından yönlendirilmiş, işsizlik ve yoksulluğun öfke yüklü faturasını göçmenler ve de siyahi halktan çıkarmaya kalkan beyaz üstünlükçü militan örgüt ‘Düzen’ ve onun neonazi lideri Robert Jay Mathews olduğunu ortaya çıkarıyor. Ancak tehlike çok daha büyüktür. Yandaşlarının sayısı giderek artmakta olan Matthews, ABD hükümetine karşı planladığı yıkıcı bir iç savaşın hazırlıkları içindedir.

Kurzel’in 1983’lerde yaşananlar vasıtasıyla çağımızla paralellik kurması, başlangıç noktası olarak ilgimizi çekmedi değil. Öyle ya, bugün Donald Trump’ın aşırı sağ söylemiyle beklenmedik bir biçimde ikinci kez iktidara gelmesini hazırlayan, ilmek ilmek örülmüş bir süreçten söz ediyoruz. Keza günümüz dünyasında, ülkemizde ya da başka coğrafyalarda dini ya da milliyetçi temelli oluşumların bir terör silsilesi halinde dışavurumlarının tehdidi altında yaşamıyor muyuz. Kurzel’in filmi bu tür fanatik tehditler konusunda güncelliğini yitirmeyen bir uyarı olarak ilgiye değer kuşkusuz. Ancak sinemacı olay örgüsü ve gelişimini kurarken beylik polisiye anlatıların, televizyonda her hafta onlarcası gösterilen FBI serilerinin bildik aksiyon düzeninden öteye

geçememiş. Filmin yapımcıları arasında olan Jude Law’un ‘kahraman şerif’ portresi tek boyutlu, çalakalem yazılmış. Yardımcı ekipten ajan Joanna Carney (Jurnee Smollett) ya da suçlularla aynı okullarda okumuş bölgenin yerlisi şerif yardımcısı genç Jamie Bowen (Tye Sheridan) için de aynı şeyler söylenebilir. Keza suçun içinde olan eril çete fertlerinin geçmişleri, yakınları ile ilişkileri yüzeysel bir biçimde geçiştirilmiş. Hele hele çete lideri Matthews’ta Nicholas Hoult’un ‘Robin Hood’vari yakışıklı karizması filmin temel mesajını gözden kaçırtacak bir seçim olmuş. Yanlış anlaşılmasın, bu denli karanlık emeller peşinde olanların ‘No Country For Old Men’in şeytani yüzü Anton Chigurh benzeri resmedilmesi gerekmiyor belki ancak dört başı mamur bir karakter yazılmayınca perdede görünen yanıltıcı ve yönlendirici olabiliyor.

(18 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hepimiz Aynı Süreyi Yaşıyoruz: On Saniye

Çocuğu, hem de son sınıftayken okuldan atılan anne, rehberlik öğretmeniyle görüşmeye gider. Şimdi durun, neler konuşurlar? Kim baskın çıkmaya kalkışır? Öğretmen mi haklıdır, öğrenci mi, yoksa anne mi? Belki de hepsi birden haksızdır. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi belki de “Sen de haklısın” demek gerekir?

Geçen gün uçakta personele saldıran, “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?”, “Param her şeyi yapmama izin verir”ci biri vardı haberlere de yansıyan. O bilmem hangi holdingin yönetim kurulu üyesi kendince haklı mazereti olmasaydı o kadar hadsiz davranır mıydı? Onu o kadar bağırtan güç para mıydı yoksa?

Örnekleri çoğaltmak mümkün. İşte, öyle bir anne… Öldürdüğü kediyi çekip arkadaşlarına paylaşmakta hiç sıkıntı duymayan çocuğu… Kurallar gereği bir üstte gibi duran, ama annenin hadsiz tavrı nedeniyle sakin davranmaya çalışan öğretmenin sabrı nerede kadar dayanır? Sahi, öğretmenin de sorunları, sıkıntıları, egosu yok mudur? O da eklenince birbirine “diklenen” iki kadın arasından seyirci sıyrılabilir mi?

Ceylan Özgün Özçelik’in, Erdi Işık’ın senaryosuna dayanan “On Saniye” filminde iki oyuncu var: Anne Bergüzar Korel, öğretmen Bige Önal. Özçelik, bir oda içinde birbirini çiğ çiğ yiyecek kadar gerilen iki kadının üzerinden evrensel, hepimizi ilgilendiren bir gerilim öyküsü anlatıyor. Aslında hepimiz her an benzer gerginlikler içerisindeyiz, bırakın üflemeyi, dokunsanız yanacak derecede hem de.

Filmi, Adana’da, Altın Koza için yarışırken izlemiştim. Ceylan Özgün Özçelik, standart ölçekleri de bir tarafa bırakarak (baş boşlukları o kadar yüksekti ki, iki kadının da birbiri karşısında dibe battığını hissettirdi) alabildiğine serbest davranmış. Oyuncular da başarılıydı, en azından beyazperdeye yansıyan gerilimin etkisini yaşatabildikleri için, bazı aksamaları gözden uzak tutmak gerekir.

Bilmem, siz öyle mi davranırsınız, ama hemen her gün hayatın her alanında birilerinden kendimizi üstün görmek, diğerlerini yok saymak gibi bir duygu hepimizi sarıyor. Kendimize gelmemiz için…

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(17 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tarih Bize Yol Gösteriyor: Düzen (The Order)

1980’li yıllardan, tarihi suç ve gerilim filmi. Faşist bir suç örgütü olan The Order (Düzen), Yahudilere, Siyahilere, Meksikalılara, (açıkça göstermese de) kadınlara düşman ve onları yok ederek iktidarı ele geçirmek istiyor. Örgüt, hedeflers doğrultusunda birçok bombalama, banka soygunu yapınca FBI devreye girer. Ajan Terry Husk (Jude Law), yerel polis gücüyle birlikte kendilerini iyi gizleyen bu örgütü bulur. Örgütün asi lideri Bob Mathews (Nicholas Hoult) yakalanmayacağına, yakalanırsa da kahraman olacağına inanan biridir. Ajan Terry, onu canlı yakalayarak kahraman olmasına izin verecek midir?

Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel’in, Kevin Flynn ve Gary Gerhardt’ın 1989 tarihli kurgu dışı kitabı “The Silent Brotherhood”a dayanarak çektiği film, her ne kadar beyaz üstünlüğünü sağlayan bir örgütü anlatsa da günümüzle bağlantılı olarak izleyiciyi ülkemize (komşulara da) getiriyor. Bizde de benzer örgütlenmeler var ve bizdekiler de alabildiğine kanlı eylemler düzenliyor. 1980’lerde güvenlik kameraları şimdiki kadar her binada, her sokakta, her kurumda yoktu, buna da bağlı olarak soygunlar yapılabiliyordu. Artık güvenlik kameraları her yerde olduğu için neredeyse evlerine kadar takip edilebiliyor bu tür eylemciler. Soygun eyleminin dışında ırkçı, ayrımcı, dinci örgütlenmeler bugün de var ve hâlâ etkin.

Bu tür faşist ve dinci örgütlenmeler cesur gibi görünseler de poliste hemen çözülüyor; film bunu çok net veriyor. Diğer taraftan, kadınlara güvenmeyen, onları parayla kandırabileceklerini sanan örgüt lider ve militanları ele veren yine kadınlar oluyor.

Tarihi olaylara dayanan, gerçekçi öyküler anlatan filmleri izlemenin yararı, hayali hedeflere inanmamayı sağlamaktır, diyebiliriz.

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(13 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Bir Süper Kahraman Doğuyor: Avcı Kraven

Çizgi roman kahramanlarını ve çizgi romandan filme uyarlanan filmleri sevenlerin kaçırmak istemeyecekleri, beğeniyle izleyecekleri bir film. Aslan ısırınca, yarı ölü haldeyken, büyükannesinin formülü gizli sihirli iksirini içiren yerli kız, ölmesine izin vermez Sergei Kravinoff’un (Aaron Taylor-Johnson), yani Kraven’in. Hatırlarsınız Revenant’ta da ayı idi Leonardo DiCaprio’yu ısıran…

Genç yerli kızın Calypso (Ariana DeBose) sihirli iksiri süper güçle donatır Kraven’i. Kraven’in acımasız babası Nikolai Kravinoff (Russell Crowe) oğlunu acımasız yetiştirmek, onu kendi (tabii ki yasa dışı) işinin başına geçirmeyi planlamaktayken Kraven, hem barışçı hem çevreci hem hayvansever ama bir o kadar da gaddar bir kan dökücü olmuştur. Çıkarları çatışınca aralarındaki gerilim artar, birbirlerine düşman kesilirler. Her ne kadar çizgi romandan yola çıkan süper kahraman demiş olsak da şiddetin çıktığı seviye açısından bakınca çocukların izlemesi pek de önerilemez…

Filmin ana sözü: Doğadaki en acımasız, en kötücül tek canlı insandır. Filmin güçlü bir oyuncu kadrosu var, gerçekten çok iyiler. Bir aksiyon filmi için kamera hem çok hareketli hem de başarılı. Müzik de iyi. Ancak senaryodan da kaynaklanan insanı şaşırtan, kabul edemeyeceği sahneler filmin o sihrini düşürüyor.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(12 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Günün Hikâyesi

81. Venedik Film Festivali’nin ‘Orrizonti’ (Ufuklar) seçkisinden prestijli bir jüri özel ödülü ile dönen ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ hayli düşük bütçesine kıyasla şenliğin yankı yapan yapımlarından biriydi. Bunda ilk filmini çeken Murat Fıratoğlu’nun ne yaptığını bilen sade ve dingin üslûbunun büyük katkısı vardı kuşkusuz.

Film, sıcak bir yaz günü domateslerin tuzlanarak kızgın güneş altında kurumaya bırakıldığı bir düzlükte açılıyor. Kadın erkek işçilerin çalıştıkları alanı bir gelincik tarlası özeniyle kadrajına alıyor Fıratoğlu. Lakin kamera emekçilere yaklaştığında gerilim ve huzursuzluğu hissediyoruz. Yaklaşık iki haftadır yövmiyesini alamayan mevsimlik işçilerden Eyüp’ün malum sabrı taşmıştır. Gelecek hayali ile göç ettiği kıyı kenti İzmir’de aradığını bulamadığı gibi vadesi yaklaşan borcunu ödeyemezse soluğu belki de cezaevinde alacaktır. İşvereni Hemme ile giriştiği ağız dalaşında sert bir küfür yiyince hiddetlenir ama yanındakiler tarafından zaptedilir. Ancak anasına söven patronundan intikam almaya kararlıdır.

Eyüp’ün yüklükteki yorganların arasından aldığı tabanca ile Hemme’yi öldürmeyi planladığı uzun sıcak günde geçiyor film. Külüstür aracı ile Siverek merkezine doğru yola çıkan Eyüp, tekleyen motorunu uçsuz bucaksız kuru otlar arasında abide gibi

yükselen koca çınarın altına bırakarak yoluna devam ediyor. Açılıştaki Yılmaz Güney sineması izlenimi yerini Abbas Kiarostami ya da çağdaş ustamız Nuri Bilge Ceylan esinli karelere bırakıyor. Uzun planlar ve kısa kesmeler eşliğinde zamanın akışını, ovanın sessizliğini duyumsuyoruz.

Şehre yaklaştığında bir şeylerin Eyüp’ü fikrinden caydırmasını istiyoruz. Kıraç topraklarda meyve ve hayranı olduğu gülleri yetiştirmeye çalışan dostunun ısrarlı sohbeti ona Ege’nin serin meltemini hatırlatıyor. O sıcakta kocaman karpuzu taşımaya gücü yetmeyen yaşlı dedenin yardımına koşuyor daha sonra. Öğle sıcağında siestaya dalmış bakkalın açık televizyonunda dönen ‘Heidi’ animasyonu ile çocukluk yıllarına dönüyor genç adam.

Camiye koşturan arkadaşının yerine baktığı kırtasiye dükkanında ilkokuldan beri görmediği kız arkadaşı ile idealist sınıf öğretmeninin onlara ezberlettiği Cahit Sıtkı Tarancı’dan ‘Haydi Abbas Vakit Tamam’ dizelerini okuyorlar. Sürprizlerle dolu Siverek sokaklarında yaşamın şiiri ile bütünleşiyor Eyüp. Öyle ki çarşıda karşılaştığı müteahhitlikten palazlanmış dayı oğlunun zenginlik gösterisine bile sabırla katlanıyor. Gün bitimine doğru yeni bir Eyüp vardır karşımızda.

Hukuk mezunu olup asıl mesleği avukatlık olan Fıratoğlu, Eyüp rolünü bizzat üstlenmiş. Yan rollerin önemli bölümünde de kendisi gibi amatör aile fertlerini oynatmış. Baştaki davul zurnalı girişi finaldeki düğün halayına ustaca bağlayan genç yönetmen, Adana ve Ankara’dan en iyi film ödülleriyle dönen ilk denemesinde sağlam bir sinemacı kumaşına sahip olduğunu kanıtlıyor. Yeni çalışmalarını sabırsızlıkla bekliyoruz.

(10 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri

Filmin adından anlaşıldığına göre Hemme (veya herkes) her gün yaşıyor bunu. Ekonomik sorunlar, hayat pahalılığı, evsizlik, sağlık sorunları, eğitimin yerlerde sürünmesiyle birlikte buna bir de borçluluk eklenince herkes her gün bir kez daha ölüyor (ya da öldürülüyor mu demeliyim). Doluya koyuyorsunuz almıyor, boşa koyuyorsunuz dolmuyor ve hepsi birden hiçbir işe yaramıyor, bir yaraya merhem olmuyor.

Eyüp, bankanın başlatacağı icrayı en azından bir süre daha geciktirmek için Urfa’da domates kurutma işinde çalışır. Belli bir birikim, deneyim ve yetenek gerektirmeyen ama o “sarı sıcak”ta, güneşin altında biteviye çalışmak gerekir. Parası ödenmedikçe sıkıntısı artan Eyüp, sonunda kavga eder ve sorumlu olan kişiyi (Hemme) öldürmek için köye, silahını almaya gider.

Film bundan sonra başlıyor…

Murat Fıratoğlu’nun yazıp yapıp yönettiği, ödüller kazanan ve üzerinde çokça durulan filmi “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, çaresizliği, çözümsüzlüğü, ama en çok da “hayır” demeyi beceremeyen birinin en küçük bir kıvılcımla parlayıp bir şey yap(a)madan sönmesini anlatıyor.

Yalın ve sakin bir film olarak nitelenebilecek “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, ayrıntısız ve ağırlıklı genel plan sekanslarıyla “ilk film” sakıncalarını da taşıyor yanında. Oyunculuklar, tamam, önemli değil, ama izleyici biraz da oyun istiyor. Yönetmen, oyunculara mizansen vermemiş, kendisi de zaten oynamaktan uzak. Madem öyle, nasıl oldu da o kadar ödül aldı diye sorulabilir. 1970’lerde “kilim mi filim mi” denirdi, yerel motiflerin ilgi çekmesiyle doğru orantılı, özellikle Avrupa’ya giden ve ilgi çeken filmler için. “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” de öyle… Filme giremedik, dışarıdan izledik.

Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanının kahramanını, arkadaşı temizleyecek kadar iyi yürekli ama en ufak bir söz uğruna biri öldürecek kadar gözü kara olarak çizmişti… Murat Fıratoğlu da kendisinin oynadığı Eyüp’te bu tanımı geçiriyor beyazperdeye. Sıkıntılı olmasına, zamanının darlığına rağmen yolda gördüğü herkesin çağrısına “hayır” demeyi bilmediği için yavaş yavaş hırsı geçince ve hasmıyla birlikte el ele halaya bile durur.

Bizim bir günümüz…

Anadolu’nun birçok yerleşiminde yaşam yavaş akar, insanın sinirlerini gerecek kadar sakindir insanlar, zamanlarının ‘boşa’ geçtiğini düşünmezler, yeter ki rahatları bozulmasın. Zaten yakıcı güneşin altında insan, ister istemez gevşiyor, hareket edecek takati kalmıyor… Yakıcı sıcağın ezdiği insanların yavaşlığında izliyoruz filmi, benim gibi yerinde duramayanlar da var salonda ve derin nefes alıp vermeler çoğalıyor, ama merak dorukta: Ne olacak?

“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” bizim bir günümüz zaten; kim yaşananlara, yoksulluğa, yolsuzluğa, açlığa, parasızlığa karşı çaresiz değil. Biz de her gün ölüyoruz Hemme gibi.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]