Kategori arşivi: Yazılar

Kimden Yana Olursunuz?: Kara Torba Operasyonu

Eşinizle birlikte devletin gizli teşkilatında çalışıyorsunuz ve bir casusluk nedeniyle herkes kuşkulu ilan ediliyor. Sevdiğiniz, hayatınızı birleştirdiğiniz eşinizden kuşku duyar mısınız? Eşinizle devletin “bekası” karşı karşıya kalsa kimden yana olursunuz?

Yönetmen Steven Soderbergh’in Kara Torba Operasyonu, üst düzey bir istihbarat sızıntısının peşindeki ünlü ve bir o kadar da “güvenli” çiftin sadakatini sorguluyor. Filmin aksiyon gibi görünmesine kanmamak gerekir; tepeden tırnağa gerilim yüklü. George Woodhouse (Michael Fassbender), kendisine inandığı ve sadakatinden asla şüphe duymadığı, dahası Kathryn St. Jean (Cate Blanchett) eşinin de kendisine sadık olduğuna inanan biriyken yıkıcı bir siber solucan olan Severus’u ve casusların kimler olduğunu bulmak için ince ince plan hazırlar, her bir arkadaşını yalan makinesine bile sokar. Ama bu arada, eşinin de peşindedir. Kim bilir, belki de Kathryn’dir casus, çünkü bilgi vermeden gittiği yerler vardır “soramazsın, çünkü yetkin yok”tan başka bir şey söylememiştir; dahası herkes kadar kendisinin de kafasında kasap çengeli örneği soru işaretleri dolanıyordur.

Filmin iyi yanı, Britanya’da, kimse başkasının işine burnunu sokmadığından, Woodhouse dilediğini yapabilmektedir. Doluya koyar aldıramaz, boşa koyar dolduramaz. Seyirci koltuğunda siz de George Woodhouse ile birlikte insanların yaptıklarını, söylediklerini, gittiği yerleri deyim yerindeyse hallaç pamuğu gibi atıp sonuca ulaşmaya çalışıyorsunuz. Karşınızdakiler sıradan kişiler değil, temkinli ve titizler, ağızlarından çıkan her sözü ölçerek söylüyorlar, arkalarında iz bırakmıyorlar. Peki casus bulunup sorun çözülebilecek mi?

Steven Soderbergh ve David Koepp uzun yıllar birlikte çalışmış, birbirlerini gözü kapalı tanıyan yönetmen ve senaristtir. İki deneyimli arkadaşın kurduğu öykü, öncelikle uzun olmadığı için sıkmıyor. Dozunda ilerlerken boşluklar da bırakmıyor. Müziği de aynı düzeyde, katkılı… Sıkı bir gerilim filmi izleyeceğinizden emin olabilirsiniz.

18 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(17 Nisan 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Çürümüş Bir Şeyler Var Bu Toplumda

Ingmar Bergman ile Liv Ullmann’ın torunu olan yönetmen Halfdan Ullmann Tøndel’in 77. Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde prömiyerini yapan ve Altın Kamera ile ödüllendirilen ilk uzun metrajı ‘Armand’ cinsellik ve gerçeklik arayışının bulanık sularında gezinen bir psikolojik dram. Film, tanınmış bir oyuncu olan Elisabeth’in (Renate Reinsve) henüz 6 yaşındaki oğlu Armand’ın devam ettiği okula apar topar çağrılması ile açılıyor. Okul tatiline kısa bir süre kala iki çocuk hakkında ortaya atılan bir suçlama karşısında okul yönetimi temkinli bir yol izleme peşindedir. Aktif ve sosyal bir çocuk olan Armand’ın yaşıtı –ve sonradan öğrendiğimize göre- kuzeni Jon ile giriştiği tartışma sapkınlığa varacak bir şiddet eylemiyle neticelenmiştir. İki çocuğun karıştığı bir skandalın dilden dile yayılarak bomba gibi patlamasından endişe eden okul yetkilileri, birbirlerine mesafeli duran Elisabeth ile saldırıya uğrayan küçüğün ebeveynleri Anders (Endre Hellestveit) ve Sarah (Ellen Dorrit Petersen) arasında bir uzlaşma sağlayarak tartışmayı sona erdirme derdindedir. Ancak erkek kardeşinin trajik ölümünden görümcesi Elisabeth’i sorumlu tutan Sarah için olay ciddiye alınması gereken bir tecavüz girişimidir. Onun muhafazakâr bakışı çerçevesinde Elisabeth açık saçık giyinir, eğlenceye düşkündür ve oğluna kötü örnek olmuştur. Her şeyden habersiz okula koşan genç kadın son derece tuhaf ve gerçeküstü bulduğu bu suçlama karşısında hem üzgün, hem de çok kızgındır. Şüphe ile arzunun, önyargı ve saplantılar ile çocukluğun kırılgan masumiyeti arasında sinsice dolandığı toplantı ve sonrasındaki gelişmeler süratle kontrolden çıkacaktır.

Norveçli yönetmen ilk gençlik yıllarında ilköğretim okullarında çeşitli sorumluluklar almış. Böylece yakından tanıdığı bir çevre ve iyi gözlemlediği ebeveyn davranışlarından hareketle yaman bir toplumsal eleştiriyi perdeye taşıyor, mikrokozmik açıdan okul sistemi ile çağdaş toplumun çürümüşlüğü arasında paralellikler kurmayı deniyor. Bu süreçte okul müdürü Jarle (Øystein Røger), stres altında endişesini dile getiremeyen öğretmen Sunna (Thea Lambrechts Vaulen) ile tartışmanın en hararetli anlarında burnunun kanamasına mani olamayan müdür yardımcısı Ajsa (Vera Veljovic-Jovanovic) toplumsal düzenin temsilcileri olarak ne yapacaklarını bilemiyorlar. Yangın alarmı bozulmuş, duvarlarının sıvaları dökülen okul, uzun koridorları, uzayıp giden merdivenleri, ürkütücü gotik mimarisiyle çürümüşlüğün metaforu olarak filmin ana karakterlerinden biri haline geliyor. Genç sinemacı Ullmann Tøndel ile görüntü yönetmeni Pål Ulvik Rokseth bu tekinsiz mekânı içten içe tararken, buz gibi İskandinavya’yı çağrıştıran soluk, donuk, cansız bir renk paletini tercih ediyor.

Büyük ebeveynlerinin izinde, yakın planları bolca kullanan yönetmen karakter odaklı bir anlatı sunarken, Joachim Trier imzalı 2021 yapımı ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / Verdens Verste Menneske’ ile Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülen Renate Reinsve muhteşem Elisabeth yorumuyla bir kez daha gönüllere yerleşiyor. Hikâye ağırlıklı olarak gerçek zamanda geçmesine rağmen, Bergman yapıtlarında olduğu gibi geçmişin acıları ve başa çıkılamayan travmalar, özlemler bir bir ortaya dökülüyor, geçmiş ile hesaplaşmaya girişiliyor. Buna karşın tipik Bergman anlatılarından farklı olarak insanlık komedisi alanı atlanmıyor. Yönetmenin Elisabeth’in yeniden doğuşu olarak nitelendirdiği fantastik dans sahnelerinde, ya da genç kadının iddiaların saçmalığı karşısında dakikalarca süren ve bir savunma eylemine dönüşen gülme krizi sekansı boyunca okulun ya da sistemin katı duvarları deliniyor, aniden bastıran sağnakla bahçeye çıkıp hep birlikte taze havayı soluyoruz.

Klostrofobik bir alanda başlayan, gerçeküstücü coşkun bir anlatıya evrilen ‘Armand’ sürpriz finalinde insan karanlığının ürkütücü gerçeği ile ters köşe yapıyor. Bu şaşırtıcı final filmin konvansiyonel olmayan yolculuğunu bir miktar zedeliyor belki ama yine de, engin bir sinema mirasını genlerinde taşıyan gencecik sinemacının deneysel arayışlarını ihtiva eden bu ilgiye değer ilk uzun metrajı tüm sinefillere hararetle öneriyorum.

(11 Nisan 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Teknoloji Romantizmi Öldürür mü?: Kabul Et veya Reddet

Teknoloji belirliyor her şeyinizi… Tek mekânda geçen soluksuz izlenen filmler vardır; bu film de öyle. Teslim olmak ya da olmamak, sorun burada düğümleniyor; ya da iki ucu sivri kazık. Hangisinden yana olacaksınız, birinden birini seçebilir misiniz, göz göre göre ölüme gidecekse… Bırakın yaşamayı dillendirilmesi bile çok zor, insanı terden, sıkıntıdan patlatır.

Başlangıçlar her zaman heyecan vericidir; ne yapacağınızı şaşırırsınız, bırakın ne giyeceğinizi bilmeyi ne yapacağınızı bile… Buna bir de teknolojinin katıldığını düşünün! Yönetmen Christopher Landon, lüks, havası yüksek, besbelli pahalı bir lokantada ilk kez buluşacak bekâr anne Violet (Meghann Fahy) ile genç fotoğrafçı Henry’yi (Brandon Sklenar), gösteriyor bize. İki genç, daha birkaç cümle etmeden, birbirlerini bile tanımadan Violet’in telefonuna gelen tehdit içerikli şantaj mesajlarıyla kâbus yaşamaya başlar.

Düşünebiliyor musunuz, yıllar sonra ilk kez biriyle buluşacaksınız, eliniz ayağınız birbirine karışmış, ne yapacağınızı bilemez bir haldeyken, doğrudan size, hem de adınızla seslenerek direktifler veren mesajlar alıyorsunuz. Küçük çocuğunuz var, evinizi telefonunuz üzerinden görüntülü kontrol edebiliyorsunuz. Sesinizi çıkarmamanız, yoksa çocuğunuzun öleceği bildiriliyor, zaten görüyorsunuz da… Yakışıklı, çekici arkadaşınıza bir şey diyemiyorsunuz; o, ilk buluşmaların heyecanından olduğunu sanıyor. Müthiş bir gerilim ve tabii iyi oyunculuk. Müziğin katkısını, görüntülerin heyecanı arttırdığını da unutmamalı…

Yapay zekâ ile birçok şey yapılabiliyor; yararlı olduğu apaçık, ama tam tersine kötü sonuçlar da doğurabilir mi? Sizin başınıza gelmesin, ama birçok kişi telefonlar veya bilgisayarlar aracılığıyla aranıp kandırılarak soyuluyor. Yönetmen Landon, soygunu daha ileri taşıyarak ölümle kalım arasındaki bir aşamaya taşıyor. Sahi, teknoloji -artık yapay zekâ- yaşamımızı belirleyecek mi? Buna nereye kadar izin vereceksiniz ya da vermeli misiniz?

Gerçekten insanın psikolojisini zorlayan, çelik gibi bir sinir gerektiren, hızlı ve mantıklı düşünmenizi isteyen gerilimin dorukta olduğu “Kabul Et veya Reddet” ile kendinizi de sınayacaksınız.

11 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(10 Nisan 2025)

Korkut Akın

[email protected]

44. İstanbul Film Festivali Altın Lale Yarışma Filmleri

İstanbul Film Festivali’nde 43 yılın ardından yeni bir dönem başlıyor. Uzun metraj dalında önceki yılların Ulusal ve Uluslararası yarışmaları yeni düzenleme doğrultusunda yerli ve yabancı filmlerin uluslararası jüri tarafından birlikte değerlendirileceği tek bir ‘Altın Lale Yarışması’ şemsiyesi altına alınıyor. Bu yıl jüri başkanlığını 6 dalda Oscar adayı 1998 yapımı ‘Elizabeth’ ile bilinen Hint asıllı yönetmen Shekhar Kapur’un yürüteceği Altın Lale seçkisinin merakla beklenen gösterimleri ise 13 Nisan Pazar gününden itibaren başlıyor.

Ana Yarışma seçkisi bu yıl 15 filmden oluşuyor. Bunlardan 6 tanesi yerli yapım. Tolga Karaçelik’in Steve Buscemi’nin başrolünü üstlendiği ‘Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi’ dünya prömiyerini 2024 New York Tribeca Film Festivali’nde yaptı. Auteur yönetmenlerimizden Tayfun Pirselimoğlu’nun yeni filmi ‘Idea’ şehirden uzak ıssızlıkta, karanlık bir iş adamına ait boş villada bekçilik yapan Kemal’in (Tarhan Karagöz) kapağında ‘İdea’ yazan kitap ile karşılaşmasının ardından cehenneme dönen yaşamını öykülüyor. ‘Meteorlar’ belgeseliyle ödüller kazan Gürcan Keltek’in dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan son filmi ‘Yeni Şafak Solarken’, gerçek benliği ile temasını kaybettikçe, zihni başka bir gerçekliğin istilâsı altında kalan Akın’ın (Cem Yiğit Üzümoğlu) hikâyesi üzerinden ilerliyor. Rotterdam Film Festivali seçkisinde ilk kez görücüye çıkan yeni Pelin Esmer filmi ‘O da Bir Şey mi’, İstanbullu ünlü yönetmen Levent’in (Timuçin Esen) bir festival otelinde kat görevlisi olarak çalışan Aliye’nin (Merve Asya Özgür) çetrefilli hikâyesi üzerinden birbirinden tamamen farklı iki hayatı karşı karşıya getiriyor. Beğeniyle karşılanan 2015 yapımı ‘Nefesim

Kesilene Kadar’ın ardından uzunca bir süre sessiz kalan Emine Balcı’nın son çalışması ‘Buradayım, İyiyim’ doğum sonu depresyonu henüz geçmemiş çalışan anne Filiz’in (Bige Önal) nefes alabileceği bir dünya kurma çabası üzerine kurulu. 2012 yılında ‘Sessiz – Be Deng’ adlı çalışması ile Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülünü kazanan Rezan Yeşilbaş’ın dünya prömiyerini Rotterdam’da yapan ilk uzun metrajı ‘Uçan Köfteci’ uçma isteği ile yanıp tutuşan seyyar köfteci Kadir’in (Nazmi Kırık) absürt hikâyesini anlatıyor. Alman yapımı ‘Histeri / Hysteria’ Türk asıllı yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay imzasını taşıyor. ‘Oray’ ile tanıdığımız sinemacının dünya prömiyerini Berlin’de yapan ikinci uzun metrajı, göçmenlerle yabancı kültürler çatıştığında hep mevcut olan ince ve üstü kapalı ırkçılık ve ikiyüzlülüğü işliyor. İran asıllı yönetmen Alireza Khatam imzalı ‘Öldürdüğün Şeyler / The Things You Kill’ dünya prömiyerini yaptığı Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nden Dramatik Dünya Sineması kategorisinde en iyi yönetmen ödülü ile döndü. Filmin başrollerinde Ekin Koç, Erkan Kolçak Köstendil, Hazar Ergüçlü ve Ercan Kesal gibi ülkemiz sinemasının tanınmış iyi oyuncuları yer alıyor.

Altın Lale seçkisinin diğer yabancı yapımlarına bakacak olursak. Polonyalı yönetmen Damian Kocur ikinci uzun metrajı ‘Yanardağın Altında’da (Pod Wulkanem) İspanya’ya tatile giden Ukraynalı ailenin öyküsü üzerinden turistlikten mülteciliğe geçişi, mizahı elden bırakmayan bir incelikle anlatmayı denemiş. Kohei Igarashi’nin sevmek ve kaybetmek üzerine dokunaklı keşfi, geçmişle bugün arasında gidip gelen duygu yüklü dramı ‘Super Happy Forever’ Japon auteur yönetmenler Ozu ve Kore-eda’nın minimalist yapıtlarını çağrıştırıyor. Dünya prömiyerini Altın Aslan için yarıştığı Venedik Film Festivali’nde yapan ‘Hasat / Harvest’, ‘Yunan Tuhaf Dalgası’nın simge isimlerinden Athina Rachel Tsangari’nin imzasını taşıyan trajikomik bir Western uyarlaması. Kâbuslardan fırlamış 7 gün boyunca, belirsiz bir zaman ve mekânda aniden ortadan kaybolan köyün hikâyesini anlatan yapım, ekonomik kriz zamanlarında yabancıların günah keçisi ilan

edilmesini ele alıyor. İkiz kardeşi Silvan ile birlikte yönettikleri 2021 yapımı ‘Örümcek ve Kız / Das Mädchen und die Spinne’ ile bağrımıza bastığımız İsviçreli sinemacı Ramon Zürcher’in yeni filmi ‘Bacadaki Serçe / Der Spatz im Kamin’, aile dinamiklerinin ne kadar karmaşık, aile içi huzurun ne denli kırılgan olduğunu inceleyen bir dram. Geçtiğimiz yıl Venedik’te yarışma dışı gösterilmiş olan Fabrice du Welz’in yönettiği ‘Maldoror’ 1990’larda Belçika’yı sarsan bir seri katil ve adli skandaldan esinlenmiş. Macar yönetmen Bálint Szimler’in ilk uzun metrajı ‘Ders Olsun / Fekete Pont’, ders verdiği okuldaki eski usul eğitim yöntemlerine meydan okumak isteyen genç öğretmen Juci’nin hikâyesi üzerine kurulu. Dünya prömiyerini Rotterdam’da yapan, İranlı yönetmen Sahand Kabiri’den gelen ‘Tayfa / The Crowd’ ise arkadaşları için bir veda planlayan Z kuşağından gençlerin toplumun ataerkil gerçekliği ile çatışmasını anlatıyor.

(10 Nisan 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Okul, Aile, Çocuk: Armand

Giderek mahalle baskısı da diyebileceğimiz bir kaos içinden çıkan “Armand”, aslına bakarsanız, tam bir günümüz toplumunu, eğitim sistemini, çocuklara bakışı eleştiriyor.

Altı yaşında iki çocuk arasında yaşanan, çocukça bir konuşmanın, ailenin de katkısıyla nasıl dallanıp budaklandığını, asıl sorunun çocuklardan önce aile büyüklerinden kaynaklandığını anlatan film, “çocuk yalan söylemez” efsanesini de yıkıyor. Çünkü çocuk da yalan söyler, anne babasının yönlendirmesiyle… zaten aile terbiyesi (eğitimi) de bu değil mi, her ülkede, her ailede, her zaman yaşanan.

Okul yönetiminin basiretsiz davranmasıyla altı yaşındaki iki çocuğun (öğreniyoruz ki, ailecek de görüşüyorlar ve temel sorun da orada) doğrudan kendileriyle görüşmek yerine anne babaları (Armand’ın babası yok, ölmüş, genç ve bekâr anne herkesin gözdesi) üzerinden, hem de haber vermeksizin çözmeye kalkışmak pek doğru bir yaklaşım değil. Geçen yüzyılda bile bu kadar hatalı davranmıyordu okul yöneticileri. Tabii, bizim ülkemizi dışında tutmak gerekir; bizde eğitimin ‘e’si yok, yönetim de aynı…

Armand’ın babası ile Jon’un annesi kardeşler ve bu iki kardeşin yaklaşımında belirgin bir hata var; tabii, kendi ailelerinden gelen. Aşamamışlar. Şiddet de gösterebiliyorlar, manipüle de edebiliyorlar. Jon’un babası, Armand’ın genç ve bekâr annesini arzuluyor ama bir şey elde edememiş. Belli ki, küçük bir kasabanın birbirini tanıyan erkeklerinin de -evli ya da bekâr olmaları fark etmeksizin- gözü annenin üzerinde.

Büyük bir psikolojik savaş veriliyor okulda yapılan görüşmede. Armand’ın annesi, küçük çocuklar arasında tartışmaların, kavgaların olabileceğini, cinsellik içeren “doktorculuk” oyununun masum bir oyun olduğunu söylerken, eniştesi yaşananların farkına varıyor.

Filmi anlatmak yerine… Günümüz toplumunda çocukların yalıtılmış bir çevrede yetiştirilmesinin doğurabileceği sorunlara değinmeyi yeğlerim. Sadece Norveç’te değil, bizde de, “aman, çocuğuma birileri bir şey der, kötü bir şey yapar, döverler, düşer yaralanır” ve benzeri bahanelerle çocuklar her “büyük gözaltı”nda, evden çıkmadan, hayatı tanımadan büyü(tülü)yor. Buna da bağlı olarak daha gergin, daha sorunlu, daha bencil, kavgacı olabildiği gibi anlamın ve nasıl olacağını bile bilmediği cinsel küfürler edebiliyor. Siz, ne kadar korursanız koruyun, çocuk, televizyondan, internetten, okuldan öğrendiklerini yansıtıyor; bu da gerilimi arttırıyor.

“Armand” küçük bir çocuğun değil, bütün bir toplumun, günümüz dünyasının eleştirisi aslında. Yönetmenin ilk filmi olmasına karşın gerçekten başarılı. Gerilim hiç düşmüyor, soru işaretleri kasap çengeli misali asılı kalıyor izleyicinin kafasında. Görüntüler, özellikle okulun yarı karanlık koridorlarında merak unsuru ile birlikte etkileyici… Diğer taraftan, Norveç’in Oscar adayı olamaması, Berlin’den sadece Altın Kamera ödülüyle dönmesi şaşırtıcı. Küçük ve okul çağında çocuğu olanların muhakkak izlemesi gerekir; çocuk yapmak isteyenler de tabii. Yetmez, eğitimcilerin, Bakandan müdüre, öğretmenden rehbere ve tabii, eğitim yazıları yazanlara kadar herkesin… Gelin, biz, bu filmi her yetişkinin izlemesi gerektiğini vurgulayalım, çünkü bir toplumda yaşıyoruz ve herkes birbirinden farklı.

11 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(07 Nisan 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Vay Be Etkisi…

Florian Girardot, 16 yılı aşkın süredir yaratıcı sektörlerde çalışıyor ve özellikle uzun metrajlı filmlerde VFX sanatçısı olarak görev yapıyor. Filmografisinde Alita: Battle Angel, Godzilla, Dedektif Pikachu, Spider-Man: Far From Home ve Catch-22 gibi yapımlar yer alıyor. Ayrıca, Meet Your Legend platformunda animasyon, VFX ve video oyunları alanında danışmanlık ve mentorluk yaparak hem genç yeteneklere hem de profesyonellere eğitim veriyor.

Kendisiyle, Türkiye ve Avrupa Birliği tarafından ortak finanse edilen Fabrikhas organizasyonu kapsamında düzenlenen “Ekran Endüstrilerinde Yapay Zekâ Gelişmeleri” etkinliğinde tanıştım. Bu etkinlik gerçekten son derece eğlenceli, düşündürücü, ufuk açıcı ve tazeleyici bir deneyimdi. Flo (ona sevgiyle böyle hitap ediyoruz), İstanbul’a geldiğinde Türkiye hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu ve hatta biraz gergindi. Bunun sebebi, onun tek referans noktasının 1978 yapımı “Midnight Express” filmi olmasıymış meğer. Burada yaşadığı şaşkınlık görülmeye değerdi. Latin alfabesi kullandığımızı bile bilmediğini itiraf ettiğinde, ona şakayla karışık “Ne ayıp!” diye takılmadan edemedik.

Gelelim asıl meseleye: Açıkçası yapay zekânın (AI) geleceği konusunda biraz tedirgin olanlardanım. Eğer her şey insan düşüncesine ihtiyaç duyulmadan AI’ye bırakılırsa, uzun vadede zihinsel tembelliğin bireysel ve toplumsal bir sorun haline gelebileceğine inanıyorum. Bu yüzden, AI’nin düşünme süreçlerinin tamamen yerine geçmek yerine, insanların düşünmesini teşvik edecek şekilde tasarlanması gerektiği fikrindeyim. “İşlerimizi elimizden alacak mı?” sorusu ise beni o kadar endişelendirmiyor. Evet, yapay zekâ bazı işleri devralacak, ancak aynı zamanda yeni istihdam alanları da yaratacak. Sonuçta, hayatın öznesi insandır.

İşte söyleşimiz:

Bir VFX (görsel efekler) sanatçısı olarak, yönetmenin vizyonunu hayata geçirmek için çalışıyorsun. Yönetmen ve VFX sanatçısı arasındaki ilişki bir film süresince nasıl gelişiyor? Bir VFX sanatçısı hikâyeyi şekillendirmede ne kadar yaratıcı özgürlüğe sahip?

Genellikle yönetmen vizyonunu VFX ekibine aktarır ve bu vizyonu ilk kez görsel olarak hayata geçiren ekip VFX ekibidir. Başlangıçta yönetmenin beklentilerini tam anlamıyla karşılamak zor olabilir ve birçok tekrar ve revizyon gerekebilir. Ancak süreç ilerledikçe, sanatçılar yönetmenin yönlendirmesine daha fazla güven duyar ve işler daha verimli hale gelir. Zamanla, sanatçılar da kendilerini daha özgür hisseder, küçük sanatsal dokunuşlar ekleyerek yönetmenin niyetine sadık kalmaya devam ederler.

VFX genellikle seyircinin fark etmemesi gereken bir sanat formu olarak tanımlanır. Bazen bir efekt, tam da fark edilmediği için “muhteşem” kabul edilir. Bir VFX sanatçısı olarak, çalışmalarının ne kadarının görünmez kalmasını istersin?

Bu, filmin türüne bağlı. Bir efektin “görünmez” olması, entegrasyonunun kusursuz olduğu ve sonucun inanılır göründüğü anlamına gelir. Ancak nihai hedefimiz her zaman seyirciden gelen “vay be” etkisidir. Bu biraz sihirbazlığa benziyor: Bir sihirbaz şapkadan tavşan çıkardığında veya dev bir testereyle asistanını ikiye böldüğünde, hile gayet görünürdür, ancak icrası kusursuzdur. VFX’in amacı da kusursuz bir illüzyon yaratmaktı, imkansızı gerçek gibi hissettirmektir.

VFX işinin ne kadarı teknik ustalık ne kadarı sanatsal sezgidir? Bir efekti yaratırken teknoloji sanatı mı yönlendiriyor, yoksa sanat mı teknolojinin sınırlarını zorluyor?

Teknoloji sadece istenen etkiyi gerçekleştirmek için kullanılan bir araçtır. Teknoloji, yaratıcı yönetmenlerin vizyonlarını hayata geçirmelerine yardımcı olur. Günümüzde, bilgisayar grafikleriyle neredeyse her şeyin mümkün olduğunu biliyoruz. Ancak 90’lı yılların sonlarından 2010’lara kadar, her yeni büyük yapım teknolojiyi bir adım ileri taşıma fırsatı sunuyordu. Örneğin, Pixar filmleri her seferinde yeni render teknikleri tanıttı. Frozen’daki kar simülasyonu veya Moana’daki kum ve su efektleri gibi. Günümüzde ise artık foto gerçekçiliğin ötesine geçerek, görsel olarak benzersiz işler yaratma eğilimi ön plana çıkıyor.

Peki, sınırsız yaratıcı güç bir sanatçıyı daha hayal gücü geniş biri mi yapar, yoksa yönsüz biri mi?

Kesinlikle daha hayal gücü geniş biri yapar! Sanat, kısıtlamalar içinde gelişir. Teknik sınırlamalarımız artık fazla olmasa da, her şey hâlâ zaman alıyor. Yani teknik engellerle karşılaşmasak da, zaman ve bütçe kısıtlamaları var. Bu kısıtlamalar, nihai sonucu verimli bir şekilde elde etmek için yaratıcı çözümler bulmamızı sağlıyor.

Bu noktada tamamen katılıyorum sana Flo. Kısıtlamalar yaratıcılığı körükler. Belki de dijital sanatın ruhu teknolojiden değil, bu kısıtlamalar içinde çözüm arayan zihinlerden geliyor. Sonsuz olasılıklar, ilham vermek yerine hayal gücünü köreltebilir. Bir sanatçıyı sanatçı yapan şey, yapabilecekleri değil, yapmamayı seçtikleridir. Yapay zekâ artık tasarım fikirleri üretebiliyor. AI’nin yaratıcı süreçlere dahil olması, çalışma şeklini nasıl değiştirdi veya etkiledi?

Şu anda, AI çalışma şeklimizi radikal bir şekilde değiştirmedi, en azından bu aşamada. Şu an için AI, belirli süreçleri hızlandıran bir araç olarak hizmet ediyor. Görüntü üretimi, yeni konseptler ve ilham verici fikirler sağlayabiliyor. Ancak iki büyük sorun var: Fikri mülkiyet ve nihai görüntü üzerindeki kontrol. Şu anda, AI tarafından üretilen bir görüntü tam olarak istenilen sonucu vermiyorsa, onu tam anlamıyla uyarlamak zor olabiliyor. Bu yüzden, AI şimdilik daha çok Ar-Ge aşamasında, ancak bu durumun yakında değişeceğine hiç şüphe yok.

Peki yapay zekâ sinematik hikâye anlatımını nasıl değiştirecek? Önümüzdeki 25 – 30 yıl içinde neler değişebilir? Hangi yeni olasılıklar ortaya çıkabilir?

Açıkçası, bu soruya gerçekten cevap vermek isteyip istemediğimden emin değilim… ama, yapay zekâ birçok şeyi değiştirecek. Muhtemelen büyük bütçeli yapımlar için değil çünkü burada para sınırlayıcı bir faktör değil. Ancak küçük projeler, reklam filmleri, müzik videoları ve bağımsız filmler üzerinde etkisi büyük olacak. Küçük stüdyoların, belirli bir görsel kalite seviyesini koruyarak daha hızlı çalışmak ve müşteri taleplerini karşılamak için AI’yi benimseyeceğine inanıyorum.

Hikâye anlatımı açısından AI zaten hatta bazen çok ince yollarla etkisini göstermeye başladı. Örneğin, bu röportajda verdiğim cevapların yazım hatalarını kontrol etmek için yapay zekâyı kullandım ve teorik olarak tüm cevapları AI’ye yazdırabilirdim! Ancak bunun ötesinde, yapay zekânın hikâye anlatımı üzerindeki tam etkisini öngörmek zor. Yine de kesin olan bir şey var: AI, senaryo yazımı desteği, görsel konseptler veya gelecekte tamamen AI tarafından üretilmiş sahneler gibi birçok alanda film yapımcıları için değerli bir araç haline gelecek.

Belki de AI, tamamen bağımsız bir yaratıcıdan ziyade bir “hayal ortağı” olarak kalmalı. Ancak ya bir gün AI sezgisel sanatsal kararlar alabilirse? Eğer AI ustaya dönüşürse, sanatçıya ne kalır? Yapay zekânın bağımsız sinemayı devrim niteliğinde dönüştürecek olması heyecan verici… ama aynı zamanda içinde sessiz bir yalnızlık hissi barındırıyor. Herkes kendi filmini tek başına yapabilir hale mi gelecek? Yoksa sinema, onu bu kadar derinlemesine insani yapan kolektif ruhunu kaybetme riskiyle mi karşı karşıya kalacak?

Bu yalnızlık meselesine inanmıyorum. Tek başına işler yapan solo sanatçılar olacaktır, ancak yaratım, özellikle de filmler, işbirliğine dayalı bir deneyim olarak kalır. Ben de yapay zekâ ile çalıştığımdan, bu, işbirlikçi çalışmalarımda bana çok yardımcı oldu; hatta grup olarak çalışırken, fikirlerimizi sorgulamak ve kendimizi yeni fikirlerle zorlamak için yapay zekâyı kullanıyoruz. İnsanlar, insanlara ihtiyaç duyar ve büyük gişe rekorları kıran filmlerin her birinde, her zaman insanlık kazanır.

(Bu yazı ilk olarak 01 Nisan 2025 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(02 Nisan 2025)

Semra Güzel Korver

44. İstanbul Film Festivali’nden Önerilerim

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler ve Altın Lale yarışma seçkisi dışında kalan yapıtlardan oluşan 15 filmlik geleneksel öneri listemi takdim ediyorum.

1- HAYALLER / Drømmer / Dreams:
Norveçli auteur yönetmen Dag Johan Haugerud’ün “Seks, Aşk, Hayaller” üçlemesinin şubat ayında Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ve FIPRESCI Ödülü ile dönen son bölümü, öğretmenine sırılsıklam âşık olup bu ilk aşkını derin sarsıntılarla yaşayan Johanne’yi izliyor. Duyguları silikleşmeden onları bir şekilde kayda almak isteyen Johanne’nin bu amaçla yazdığı açık yürekli metinleri gören ailesi başlangıçta ortalığı ayağa kaldırıyor. Fakat yazıların edebi niteliği öyle yüksek ki, Johanne’nin annesiyle büyükannesi kendi gerçekliklerine ve hayallerine dönüp bakmayı tercih ediyor. İlgiye değer üçlemenin diğer filmlerinin festivalin retrospektifler bölümünde yer aldığını hatırlatalım.

2- MAVİ İZ / O Último Azul / The Blue Trail:
Gabriel Mascaro’nun Berlin’den Büyük Jüri Ödülü ile dönen, Amazon’un insanı kucaklayan derinliklerinde geçen yarı distopik masalı bizi özgürlükle direncin yan yana yürüdüğü şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor. Brezilya Hükümeti, 80 yaşın üzerindeki herkesi “kendi iyilikleri” için özel kolonilere göndermektedir. Amazon kıyısındaki bir kasabada yaşayan 77 yaşındaki Teresa, durup dururken resmi bir tahliye emri aldığında şaşırır: Yaş sınırı 75’e indirilmiştir. Teresa kendisine dayatılan bu kaderi kabullenmeyi reddeder ve Amazon boyunca, kaçak da olsa özgürlük hayalini gerçekleştirdiği bir yolculuğa çıkar. Brezilyalı yönetmenin İlahi Aşk ve Neon Boğa filmleri daha önceki yıllarda festivalde gösterilmişti.

3- KONTINENTAL ’25:
Romanyalı auteur Radu Jude’un dünyamız ve meseleleri hakkında söyleyecek çok sözü var ve Berlin’de en iyi senaryo ödülü kazanan son filmi de, önceki filmleri Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin (2023) ve Kaçık Porno (2021) kadar radikal ve beklenmedik sürprizlerle dolu. Bu absürt komedi – dramda, Transilvanya’nın en büyük şehri Cluj’da icra memuru olarak çalışan Orsolya’yı izliyoruz. Orsolya’nın bir gün, bir binanın bodrum katında yaşayan evsiz bir adamı tahliye etmesi gerekir. Ancak beklenmedik bir olay Orsolya’yı önce suçluluk duygusuna boğar, ardından da kendince çözmeye çalıştığı ahlaki bir kriz yaratır. Kontinental ’25, Radu Jude’un alameti farikası olduğu üzere siyaset, ekonomi, ırkçılık, kapitalizm, savaş ve sosyal adalet üzerine şahane diyaloglarla dolu.

4- BUZLAR KRALİÇESİ / La Tour de Glace / The Ice Tower:
Andersen’in buzlarla kaplı ünlü masalının yeni uyarlaması, Berlinale’de yaratıcı ekibe sunulan ‘Olağanüstü Sanatsal Katkı’ ödülüyle taçlandı. 1970’lerdeyiz. Evden kaçan 16 yaşındaki Jeanne, bir stüdyoya sığınmıştır. Jeanne burada çekilmekte olan Karlar Kraliçesi filminin esrarengiz yıldızı Cristina’nın tuhaf çekiciliğine kendini kaptırır. Set ile perde, film ile gerçeklik birbirine karışırken, oyuncu ile kız arasında karşılıklı bir hayranlık gelişir. Marion Cotillard’ın da rol aldığı ‘Masumiyet / L’Innocence’ ile 2005’te İstanbul Film Festivali’nde Halk Ödülü’nü kazanan Lucile Hadžihalilović’in bu yeni filmi, eşi Gaspar Noé ve Marion Cotillard’ın da aralarında bulunduğu yıldız bir oyuncu kadrosunu bir araya getiriyor.

5- MESAJ / El Mensaje / The Message:
Hayvanlarla iletişim kuran küçük bir kız, kızın söylediklerini fal için danışanlara ileten bir kadın, para işlerini halleden bir adam… Bu tuhaf üçlü, Arjantin’de tozlu köy yollarında durmaksızın ilerler. Büyülü gerçekçiliğin her anına sindiği, nefes kesen siyah-beyaz görüntüleriyle tuhaf bir tanıdıklık hissi veren film, hem duygusal hem manevi hem de gerçek bir yolculuk anlatıyor. “Başlangıçta çocukluk hayallerle doludur, ama sonunda bu hayaller paramparça olur. Yetişkinler sihir yapamaz” diyen filmin Venezuelalı senaryo yazarı ve yönetmeni Iván Fund Berlin’de saygın ‘Jüri Ödülü’ne layık görüldü.

6- IŞIK / Das Licht / The Light:
Tom Tykwer, uzun soluklu neo-noir TV dizisi Babylon Berlin’in ardından beyazperdeye ve günümüze geri dönüyor. Bu yılın Berlin Film Festivali’nin açılışında dünya prömiyerini yapan filmin merkezinde Engels ailesi var: Tim Engels (Lars Eidinger), karısı Milena, ikizleri Frieda ile Jon ve Milena’nın diğer oğlu Dio. Berlin’de bir apartman dairesinde birlikte yaşayan Engelsler aile bağlarını çok zaman önce kaybetmişlerdir. Aynı evi paylaşsalar da hayatları apayrıdır. Hizmetçi olarak eve gelen esrarengiz Suriyeli göçmen Farrah, beklenmedik bir şekilde bu kopuk aileyi yeni bir yola sokar. Aile fertleri kendilerini ve en derin yaralarını ona açar ama sonunda Farrah’ın kendilerini buluşunun bir planın parçası olduğunu anlarlar. Büyülü gerçekçilik unsurlarıyla bezeli, hem hareketli hem duygusal bu aile dramında Alman usta atmosfer ve görsel dünya kurmadaki ustalığını yeniden gösteriyor. Son olarak geçtiğimiz yıl Kasım ayında İstanbul’da ‘Schaubühne Berlin’ topluluğunun muhteşem temsilinde III. Richard olarak alkışladığımız Eidinger beyazperdedeki ilgiye değer performanslarına bir yenisini ekliyor.

7- GELGİTLER İÇİNDE / Feng Liu Yi Dai / Caught by the Tides:
Yirmi iki yıl süren kırık bir aşk hikâyesinin öyküsünü aktarırken, zamanın akışını içgörüyle yansıtan destansı anlatı, hem geçen zamanın çağdaş Çin’i dönüştürüşü hem de yönetmen Jia Zhang-ke’nin filmlerinin zamanla değişimini sergiliyor. Film, Quiao Qiao ile Guao Bin’in 2000’lerin başından günümüze, vuslata ermeyen aşkını öykülerken, auteur sanatçının önceki filmlerinden görüntüleri perdeye taşıyor. Eskiyle yeniyi ustaca bir araya getiren bu şiirsel yapımda, çekilmiş görüntülerin 22 yıla yayılması nedeniyle film boyunca tüm oyuncuların geçen zaman içinde doğal olarak yaşlanmasına tanıklık ediyoruz. Durgun Yaşam, Günahın Dokunuşu ve Kül En Saf Beyazdır filmlerinin ödüllü yönetmeni Jia Zhang-ke’nin 77. Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer alan son filmi, Çin’in köklü dönüşümüne yeni bir perspektiften bakıyor ama bunun da ötesinde gençlikten orta yaşa uzanan sağlam bir kadın portresi çiziyor.

8- BOĞULMAK / Sesés / Drowning Dry:
Locarno’dan en iyi yönetmen ödülü ile dönen Laurynas Bareiša’nın filmi bir aile öyküsü etrafında şekilleniyor. Lukas’ın Uzakdoğu dövüş maçı galibiyetiyle Tomas’ın doğum gününü bir arada kutlamak isteyen iki kız kardeş, hafta sonu kır evinde ailelerini bir araya getiriyor. Yakındaki gölde yüzüp dinlenen,yiyip içip her aile gibi paradan konuşurlarken aniden, çocuklardan birinin başına çocuklardan birinin başına feci bir şey gelince herkes sarsılacak ve bundan sonra hiçbir şey aynı kalmayacaktır. Filmin hem yönetmenliğini hem de görüntü yönetmenliğini üstlenen Litvanyalı sinemacı, hem zaman hem de mekân algısıyla oynayarak izleyicisini sürekli konfor alanının dışına iterken filmin karakterlerinin duygusal yükünü de git gide artırıyor. Filmin Locarno’da tüm kadroya takdim edilen ‘En İyi Performans’ ödülünü aldığını, Litvanya’nın Oscar adayı olduğunu not olarak düşelim.

9- MERHAMET / Miséricorde / Misericordia:
‘Cannes Prömiyerleri’ kapsamında gösterilen bu sürükleyici komedi – dram, Fransa’nın Ardèche bölgesinde, tablo gibi güzel bir köyde geçiyor. Film, bir cenaze için memleketine dönünce kendini gizemli olaylar ve entrikalarla örülü bir ağın içinde bulan Jérémie’yi izliyor. Köylülerden birinin kaybolması, tehditkâr bir komşu ve niyetini açık etmeyen bir rahip yüzünden, genç adamın güya kısa ziyareti sürprizlerle dolu bir maceraya dönüşüyor. Yapıtlarında arzuları, dile getirilmemiş gerçekleri ve insan doğasının karmaşıklığını deşmeyi tercih eden Alain Guiraudie’nin önceki filmleri ‘Dimdik Ayakta / Rester Vertical’ ve ‘Göldeki Yabancı / L’Inconnu du Lac’, geçmiş yıllarda festivalde gösterilmişti. Yapımcıları arasında yönetmen Albert Serra’nın da bulunduğu bu son filmi için “kendi hikâyemi evrenselleştirmenin bir yolu olmak üzere bu filme ilk gençlik duygularımın çoğunu kattım.” diyor Fransız yönetmen.

10- LANETLİLER / The Damned:
Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli bir Bakış’ seçkisinden En İyi Yönetmen Ödülü ile dönen yapım, İtalyan sinemacı Roberto Minervini imzesını taşıyor. Yıl 1862, kış sert geçmektedir. Amerika’da iç savaş amansızca sürerken kuzeyli Birlik Ordusu, gönüllü bir bölük askeri, henüz keşfedilmemiş sınırdaki uç batı bölgelerine gönderir. Zaman ilerledikçe görevlerinin niteliği değişen askerler, kamp hayatının tekdüzeliği zihinlerini bulandırır, bir yandan zorlu doğa koşullarına bir yandan da hep kendini hatırlatan düşman tehdidine katlanırken, davaya inançları da sarsılmaya başlar. Savaşın gözden çıkardıklarının izini olağanüstü görüntüler fonunda süren film, görünmez bağlar, şüpheli ahlâki ilkeler, korku ve belirsiz bir yazgıyla birbirlerine bağlı isimsiz bir grup adamı mercek altına alan savaş karşıtı bir anti – Western.

11- MOTEL DESTINO:
Variety eleştirmenlerince geçtiğimiz yıl “Cannes’ın en seksi filmi” seçilen yapım, Body Heat’i anımsatan yoğun bir erotik gerilim, oyuncularının zorlu performanslarıyla önce çıkan bir “tropikal kara film”. Filme adını veren Motel Destino, Brezilya’nın kuzeydoğu sahilinde yol kenarında bir seks motelidir. Başarısız bir vurkaçın ardından buraya sığınan Heraldo, motelin kurulu düzenini ve oteli işleten dengesiz Elias ile karısı Dayana arasındaki dengeyi bozar. 2022’de Dağların Denizcisi ile İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Brezilyalı sinemacı Karim Aïnouz’un bu son filmi, göz alıcı neon dünyasıyla hem anlatısını hem de erotik gerilimini canlı tutuyor.

12- AY / Mond / Moon:
Irak doğumlu Avusturyalı yönetmen Kurdwin Ayub’un Sonne’nin ardından çektiği Locarno’dan Jüri Özel Ödülü ile dönen ikinci uzun metrajı, izleyicinin beklentileriyle sürekli oynayan, gayet hareketli, “yumruk gibi” bir film. Yarışmalı profesyonel kariyerinin sonuna gelmiş olan dövüş sanatçısı Sarah, Ürdün’de süper zengin ve biraz da karanlık bir ailenin üç kızına bir süre dövüş eğitimi vermesi için teklif alarak Avusturya’daki küçük kasabasından ayrılıyor. Başlangıçta tam hayallerindeki gibi görünen bu iş fazla zaman geçmeden Sarah’yı tedirgin etmeye başlıyor. Ders vereceği genç kadınlar dış dünyadan kopuk yaşamakta ve sürekli gözetim altında tutulmaktadır. Sporla da pek ilgileri yoktur sanki. Peki öyleyse Sarah neden işe alınmıştır?

13- BAYRAKLARIN ALTINDA GÜNEŞ / Bajo Las Banderas, El Sol / Under the Flags, the Sun:
Juanjo Pereiera’nın yönettiği, Berlinale 2025’in Panorama seçkisinden Fipresci ödüllü belgesel, tarihin en uzun süre iktidarda kalan liderlerinden Alfredo Stroessner’in diktatörlüğünün iç yüzünü göz ardı edilmiş görüntüler aracılığıyla açığa çıkarıyor. Paraguay’ı 35 yıl boyunca demir yumrukla yöneten Stroessner diktası 1989’da sona ermiş ve rejimin belkemiği olan görsel – işitsel arşivler kendi haline bırakılmış. Haberler, TV yayınları, propaganda filmleri ve gizliliği kaldırılmış belgelerden oluşan bu arşiv yolculuğu, cuntanın hizmetinde medyanın iktidarı nasıl şekillendirdiği, hafızayı nasıl kontrol edip çarpıttığını, karanlık mirasın hâlâ izlerini taşıyan Paraguay örneği üzerinden neşter altına yatırıyor.

14- EN VAHŞİ. HAYVANDA BİLE. / Kein Tier. So Wild. / No Beast. So Fierce.:
Saf kötülüğün portresini çizen Shakespeare’in III. Richard trajedisi bambaşka bir bakış açısıyla beyazperdede. Arap asıllı soylu York ve Lancaster sülalelerinin, yıllardır Berlin sokaklarında süren mücadelesi kanlı bir çete savaşıyla sona erer. Galip gelen ailenin en küçük kızı Rashida’nın niyeti herkese, her şeye hükmetmektir ve bu amaçla ailesinin erkeklerine karşı komplo kurmaya başlar. Tahtı ele geçirmek için, Berlin yeraltı dünyasının tartışmasız patronu olana kadar entrikalar çevirmeli; kardeşlerini, yeğenlerini, dostlarını ve düşmanlarını öldürmelidir. ‘Berlin Alexanderplatz’ın 2020 yapımı çağdaş uyarlaması ile alkışladığımız Burhan Qurbani’nin son filmi dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yaptı.

15- ÖLÜ ELMASTAKİ YANSIMA / Reflet Dans Un Diamant Mort / Reflection In A Dead Diamond:
Yetmişli yaşlarını devirip hayatının son demlerini Fransa’nın güney kıyılarında lüks bir otelde huzur içinde tüketen John D. güneşlenen komşusunun cazibesine kapıldığında, 60’lı yıllarda hızlı bir casus olarak bu sahillerde geçirdiği çılgın anları hatırlar. Bu hoş kadın bir gün apansız ortadan kaybolunca John D. geçmişiyle yüz yüze gelmek zorunda kalır. Yoksa eski düşmanları, onun bu cennet gibi dünyasını yıkmak için geri mi dönmüştür? Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan, aksiyon ve kan dolu, yıllar arasında bol atlamalı yapım, 1960’ların Avrupa yapımı ucuz casusluk filmlerine, James Bond ve giallo filmlerine dur durak bilmeyen bir saygı duruşunda bulunuyor. Belçikalı sinemacı çift Hélène Cattet ve Bruno Forzani, daha önce yönettikleri Amer, Bırakın Bronzlaşsın Cesetler, Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi filmleriyle tanınıyorlar.

(02 Nisan 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Unutursam Fısılda

Michael Cristofer’ın yönettiği ‘Muhteşem Lillian Hall / The Magnificient Lillian Hall’, görkemli bir sanat hayatı sürmüş bir büyük oyuncunun sahneye dönüş hazırlıkları ile açılıyor. Oyun repliklerini günlük yaşamına taşıyan ünlü aktrisin tiyatro perdesine kazınmış muhteşem kariyerinin muhtemel vedası Çehov’un ölümsüz oyunu ‘Vişne Bahçesi’ ile olacaktır. Lakin işitsel ve görsel halüsinasyonlar, eldeki titremeler ve hafıza kayıpları ile ortaya çıkan demans başlangıcı teşhisi efsanevi Broadway yıldızının önünde engel teşkil eder. Yarım asrı bulan kariyerinde haftalık 8 temsille 206 oyunda alkış toplamış olan Lillian yaşam ile sanatının iç içe geçtiği hayatının son hamlesinde başarılı olacak mıdır?

Oyun yazarlığından gelen Cristofer’ın sevgi ve özenle yaklaştığı Lillian’ın hayatı gerçek bir yaşam öyküsüne dayanmıyor, ancak özgün senaryonu kaleme alan Elisabeth Seldes Annocone’un 50’li 60’lı yılların Tony ödüllü sahne ve film oyuncusu teyzesi Marian Seldes’ın yaşamından izler taşıyor. Televizyon için çekilmiş bu mütevazi HBO yapımı, bir süredir ara verdiği tiyatro sahnesine geçtiğimiz yıl Broadway prömiyerinde büyük övgü toplayan, 2026’da Londra West End’de sahnelenecek olan Paula Vogel’in ‘Mother Play’ oyunu ile dönen muhteşem Jessica Lange’in sinemaseverlere güzel bir armağanı olmuş.

75 yaşındaki ünlü oyuncu kurgusal Lillian Hall karakteri ile kariyerinin son deminde yeniden alkışlarla buluşmak isteyen bir sahne devinin mücadelesinde harikalar yaratıyor. Lillian’ın veda temsili için ‘Vişne Bahçesi’nin seçimi de çok anlamlı. Rus aristokrat Lyubov Andreyevna Raneskaya’nın, finalinde evine, gençliğine, mutlululuğuna ve hayatına veda ettiği ölümsüz Çehov metnine benzer bir biçimde Lillian’ın gerçek evi olan tiyatroya vedasına tanıklık ediyoruz. Lillian’ın provalar sırasında unuttuğu repliklere de bir çare bulunuyor. Ölmüş tiyatro yönetmeni kocasının ona emanet ettiği, birlikte yaşadığı sadık asistanı Edith (Kathy Bates), tıpkı Çağan Irmak’ın 2014 yapımı filmi ‘Unutursam Fısılda’da olduğu gibi kulak mikrofonu aracılığı ile ona repliklerini hatırlatacaktır.

Çocukluğundan beri tek istediğinin fark edilmek, görülmek olduğunu ifade eden Lillian, hayatı boyunca sahneye adım attığında gerçekleşen bu mucize ile yaşadığını, bu uğurda asla iyi bir anne olamadığını itiraf etmekten çekinmiyor. ‘Sanat hayatı aşar mı?’ sorusunu onunla birlikte soruyor, sevgili kocası Carson’ın (Michael Rose) ‘bir anlık sonsuzluk’ olarak ifade ettiği, ‘sahnede her gece o bilinmeyene doğru sıçrayışın’ hazzıyla yanıp tutuşuşunun şifresini çözmeye çalışıyoruz. ‘Muhteşem Lillian Hall’ izleyicisine bu soruyu sorarken, hafızası giderek yok olan bir sanatçının dramını aşırı duygusal bir anlatıya dönüştürmekten özenle kaçınmış. Lillian’ın balkon komşusu eski aktör ile dertleşmesi ve inceden flört ettiği bölümler hem yaş almış ama karizmasını kaybetmemiş Pierce Brosnan ile hasret gidermemize, hem de hayatın kaçınılmaz acı gerçeğine umut dolu bakışlarla kadeh kaldırmamıza vesile oluyor.

(31 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

İstanbul Film Festivali 44 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği ‘İstanbul Film Festivali’ bu yıl 44. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 11 – 22 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 7 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler ve özel etkinlikler yer alıyor.

43 yılın ardından bu sene festivalde yeni bir dönem başlıyor. Önceki yılların Ulusal ve Uluslararası yarışmaları yeni düzenleme doğrultusunda yerli ve yabancı filmlerin uluslararası jüri tarafından birlikte değerlendirileceği tek bir ‘Altın Lale Yarışması’ şemsiyesi altına alınıyor. 5’i yerli 15 filmden oluşan seçki, 6 dalda Oscar adayı 1998 yapımı ‘Elizabeth’ ile bilinen Hint asıllı yönetmen Shekhar Kapur başkanlığında değerlendirilecek. Uzun metraj ana yarışma jürisinin diğer üyeleri Rumen yapımcı Ada Solomon, Nuri Bilge filmlerinin senaryolarında imzası bulunan Ebru Ceylan, oyuncu Saadet Işıl Aksoy ve Toronto Uluslararası Film Festivali başkanı Cameron Bailey’den oluşuyor.

139 uzun metrajlı, 15 kısa filmden oluşan festivalin bu yılki kapsamlı seçkisi geçtiğimiz Şubat ayı içinde yapılan Berlin Film Festivali’nde özel bir galada dünya prömiyeri gerçekleşen Ido Flux imzalı ‘Köln 75’ ile açılıyor. Film, efsanevi caz piyanisti ve besteci Keith Jarrett’in 1975 tarihli Köln konserinin heyecan dolu gerçekleşme hikâyesini anlatıyor. Festival, daha önce saygın festivallerde yer almış, geniş kitlelere seslenen yapımların Türkiye prömiyerlerinin yapıldığı ‘Galalar’ bölümünden ‘Genç Ustalar’ın filmlerine, sinemanın isyankâr ruhlarını buluşturan ‘Mayınlı Bölge’den dünyanın dört bir yanından çoğu ödüllü yapıtlardan oluşan ‘Devrialem’e 13 farklı bölümden oluşan göz kamaştırıcı bir toplam sunuyor.

Sinema dünyasının ustaları elinden çıkma gözde ‘Cinemania’ kuşağında ise 30. yılını kutlayan Quentin Tarantino klasiği ‘Ucuz Roman / Pulp Fiction’, Altın Palmiyeli Wim Wenders başyapıtı ‘Paris, Texas’, yakınlarda yitirdiğimiz David Lynch’in sık gösterilmeyen 1990 yapımı filmi -yine Cannes’dan altın Palmiyeli- ‘Vahşi Duygular / Wild at Heart’ ve daha eski klasik hazinelerden ünlü Jacques Demy müzikali ‘Cherbourg Şemsiyeleri’ / Les Parapluies de Cherbourg’, büyük auteur yönetmenlerden Robert Bresson imzalı Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ öyküsünün şiirsel ve minimalist uyarlaması ‘Düş Avcısı / Quatre Nuits d’Un Rêveur’ sinefilleri heyecanlandıracak yapımlar olarak öne çıkıyor. Festival bu yılın retrospektif bölümünde Norveçli auteur yönetmen Dag Johan Haugerud’un aralarında taze Berlinale Altın Ayı kazananı ‘Hayaller / Drømmer’in de bulunduğu 6 filmi ile 2019 yılında aramızdan ayrılan alanının en yetkin isimlerinden kurgucu Ayhan Ergürsel’in, aralarında Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Üç Maymun’un da yer aldığı, emeğinin geçtiği 7 yapımdan oluşan seçki merakla bekleniyor.

44. İstanbul Film Festivali’nin ‘Belgesel Kuşağı’ bu yıl siyaset, müzik, fotoğrafçılık, aile bağları, mimari, radyoculuk, insan hakları gibi farklı güncel konuları işleyen, toplumsal değişimleri ele alıp gerçeği belgelerken alışılmadık ve çarpıcı tarzlar izleyen 21 filme ev sahipliği yapıyor. Festival ülkemiz sinemasının önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarmaya ve bu klasiklerin yeni kopyalarını sinemamıza kazandırmaya devam ediyor. Auteur yönetmenlerimizden Ömer Kavur’un 1985 yapımı Altın Lale Ulusal Yarışma ödüllü klasiği ‘Amansız Yol’ bu yıl Zurich Sigorta işbirliği ile yenilenmiş kopyasından sunulurken, filmin başrol oyuncularından Zuhal Olcay’a ‘Sinema Onur Ödülü’ sunuluyor.

Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin passo.com.tr/tr, Passo mobil uygulaması, Passo perakende satış noktalarında genel satışa sunulacağını, festival başlamadan önce biletlerini alan izleyicilerin indirimli uygulamadan yararlanabileceğini hatırlatmış olalım.

(30 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Hitler’in Küvetinde Banyo

Ellen Kuras’ın yönettiği ‘Lee’, 20. yüzyılın saygın savaş muhabirlerinden Lee Miller’ın (Kate Winslet) İkinci Dünya Harbi’nin göbeğinde fotoğraf makinesi ile koşturduğu görüntüleri ile açılıyor. Bir patlama ile savrulan genç kadın, güvenli alana geçmesi için uyarılıyor. Bu girişin ardından 1977’ye, Miller’ın Farley çiftlik evindeki son yıllarında verdiği nehir söyleşiye geçiyoruz. Röportajı yapan gazeteci (‘Rekabet / Challengers’dan tanıdığımız Josh O’Connor) anılarla yüklü odanın dört bir yanına saçılmış obje ve fotoğrafların ardındaki hikâyelerin peşindedir. Genç muhabir bu efsanevi kadını çağdaş dünyanın daha iyi tanımasını arzu ettiğini söyler.

Lee Miller’ın anılarının telifini almış olan Winslet, başta Michael Gondry imzalı 2004 yapımı ‘Sil Baştan / Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ olmak üzere, aralarında Spike Lee, Martin Scorsese, Sam Mendes ve Jim Jarmusch gibi bir dizi saygın sinemacının filmlerinde görüntü yönetmenliğini üstlenmiş olan Kuras’ın derdi de aynıdır. İki kadın elele vermek suretiyle, savaşın en karanlık günlerinde erkek egemen bir evrende türlü engellemelere karşı çıkarak kadın başına cepheden cepheye yaşananlara tanıklık etmiş, barışın hemen akabinde Yahudi soykırımının taze vahşetini belgeleyerek tarihe dosyalamış bu olağanüstü figürün anısını ölümsüz kılmak istemişler.

Tümü yayınlanmamış tarihi arşivinin sırlarını ortaya dökecektir Miller, ancak karşılığında Roland’ın kendisi ile ilgili bir hikâye anlatmasını ister. Bundan sonrası Miller’ın aksiyon yüklü kavgalı hayatının olağanüstü öyküsüdür. 1907 doğumlu Amerikalı Miller 30’lu yıllar Paris’inde Vogue Dergisi’nin tanınmış modellerinden biri olmuş, bu sayede Fransız sanat çevresinde önemli dostlar edinmiştir. Geriye dönüşlerle ilerleyen uzun röportajın ilk bölümünde, Güney Fransa’nın Mougins beldesinde pür neşe bir kır sohbetine tanık olur, savaşın hemen öncesinde 1938 yazının keyfini çıkarmakta olan Lee ve dostları ile tanışırız. Miller’ın yakın arkadaşı Nusch (Noémie Merlant) ve ile kocası ünlü şair Paul Éluard (Vincent Colombe), bir diğer kankası Solange D’ayen (Marion Cotillard) ve Pablo Picasso’nun da (Enrique Arce) aralarında olduğu bohem takımı giderek yaklaşan Nazizm tehdidini fazla ciddiye almadan güneşli günlerin tadını çıkarmaktayken, topluluğa sonradan katılan İngiliz ressam ve sanat ajanı Roland Penrose (Alexander Skarsgård), Lee’nin hayatına girecek ve birlikteliklerini Londra’ya taşıyacaklardır. Genç kadın İngiliz Vogue Dergisi’ndeki işini kolay elde edemeyecek, ancak sonrasında editör Audrey Whithers (Andrea Riseborough) ile birlikte kariyerini adım adım inşa edecektir.

Fransız sayfiyesinin neşeli ve özgür paleti altında başlayan aydınlık öykü, patlayan savaşın karanlığına doğru yol alırken Lee önce Londra Blitz yıllarının kargaşasını belgeleyecek, daha sonra meslekten yoldaşı Davy Sherman (Andy Samberg) ile birlikte ön cephelerdeki mücadeleye tanıklık edecektir. Paris’in işgalden kurtuluşunun ardından Buchenwald ve Dachau ölüm kamplarına ilk giren gazeteciler olarak trajik vahşet görüntülerini tarihin arşivine aktaracak olan ikili, savaşın hemen sonrasında Hitler’in Berlin’deki karargahına sızacak, Miller diktatörün küvetine kadar girerek, Dachau izlerini taşıyan botlarını banyo havlusunun üzerine bıraktığı fotoğrafını tarihe miras bırakacaktır.

‘Lee’ değeri unutulmaya yüz tutmuş tarihi bir şahsiyetin, 1940’lı yıllarda erkek egemen gazeteciliğe başkaldırmış ve kendini var etmiş cesur bir kadın gazeteci yazarın öyküsünü geniş kitlelere yeniden hatırlatılması adına önemli bir çabaya soyunmuş. Filmin konvansiyonel bir akışta zaman zaman tekrara düşen hantallığından yakınılabilir belki, ancak çağımızı giderek kuşatmaya başlayan dikta uygulamalarına karşı tarihsel bir uyarıda bulunması anlamlı ve çok önemli. Kuras finaldeki sürprizi ve son jenerikte akan gerçek görüntüler eşliğinde Miller’ın savaş sonrası özel yaşamının kapısını aralıyor, geçmişin saklı yaraları gün ışığına çıkarken bu ilginç kadın portresinde eksik kalmış noktaları tamamlamaya çalışıyor.

(19 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Küresel Sorunumuz Var: Ayı Paddington: Ormanda Macera

Ayı Paddington, tanıdığımız ve sevdiğimiz bir çizgi film kahramanı. Hem çizgi karakter olarak sevimli hem de akıllı. Bu kez, “ayı”lıktan Paddington Brown olmasına, o çok sevdiği Lucy Teyzesini bulmasına kadar geniş bir süreci izliyoruz; epey maceralı ve aynı oranda heyecanlı. Çizgi karakter olmasına karşın ünlü oyuncularla da desteklenmiş.

Filmin ana teması, hepimizin içinde bulunduğu sorunla aynı… Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, ekolojik ya da kişisel birçok nedenle dünyanın birçok yerinden birçok insan (buna ayılar da dahil) göç ediyor. Göçmenlik, belki de en çok bizim ülkemizde bu denli tepki çekiyor. Muhakkak ki, dünyanın birçok ülkesinde mülteci, ilticacı (aynı anlamdaki iki sözcük olsa bile farklı anlamlarda kullanılıyor; biri yeni göçmüş, ikincisiyse gittiği yerde kimlik -kartı- edinmiş) insanlar yaşıyor. Doğaldır ki, iş, barınma, sağlık, beslenme sorunu yaşayanlar tepki duyuyor; sorun yaşamayanlar ise ilticacılara veya mültecilere olumlu bakıyor.

Ayı Paddington; Peru dağlarından Londra’ya göçen ve orada “tutunan” sevimli bir ayı. Bir parçası olduğu Brown ailesi, öyle seviyor ki, asla onu yalnız bırakmıyor. Birlikte Peru’ya Lucy Teyzesini bulmak için maceraya bile atılıyor. Öte yandan İspanya sömürgenler altın peşinde koştu yıllarca, bugün onların torunları da koşuyor… Yani, göç(menlik) yüzyıllardır ülkelerin bir gerçeği. O kadar içselleştirilmiş ki, (biz küçümseyip yadsısak da) çocuk filmlerine konu olacak denli önemli. Göç ve göçmenlik olgusu daha uzun yıllar ülkelerin ekonomisini, kültürünü, yaşamını belirleyecek. En tam da bu nedenle, çocuk filminde yer alması sevindirici. Çocuklar hiç değilse sorunun gerçek kaynağını, nedenini öğrensin.

Ayı Panddington: Ormanda Macera, keyifli ve mesajı olan bir film. Birkaç gün güneş gördük, ama hava yeniden kapattı ve soğudu; yaz görüntüleri insanın içini açıyor. Doğayı ve ormanları seyretmek güzeldi. Portakalın (her ne kadar nakliye dense de) tüm dünyaya satılması da bir küçük göç öyküsü aslında.

21 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(18 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Savaş Değil Barış Kazandırır: Lee

İkinci Dünya Savaşı sadece savaştaki ülkeleri değil tüm bir yaşamı tepeden tırnağa etkilemiş, toplumu, siyaseti, ekonomiyi, kültürü hatta ekolojiyi de tamamen değiştirmiştir. Savaş(lar) kötüdür, en kötü barış bile savaştan binlerce kat iyidir.

Ara Güler, kendisini fotoğrafçı olarak değil foto muhabiri olarak tanımlıyordu. Lee Miller, İkinci Dünya Savaşına katılmış, cepheden en vahşi fotoğrafları çekmiş önemli bir foto muhabiridir. Bir fotoğrafın anlaşılması 12 saniye sürermiş (belki 50 yıl öncesinin bilgisi, ama bir görsel birçok şeyi bir kareye sığdırabilir ve çok şey anlatabilir). Hatta bazen sayfalarla anlatamayacağınız bir olayı, sadece bir karede, ırk, dil, din, sınıf, ülke ayrımı olmaksızın anlatabilirsiniz. Lee de öyle biri…

Kate Winset’in, deyim yerindeyse tek başına götürdüğü bu filmde başarısını teslim etmek zorundayız. Sadece oyuncu olarak değil yapımcı olarak da çok emek vermiş, çok çalışmış ve hepimize bir pencere açmış Lee ile… Avrupa’da, sanat çevresinde keyifle yaşayan biriyken Lee, Hitler’in dünyayı yerle bir edecek savaş naralarını duyunca, fotoğraf makinesini alır ve savaşa katılır. Daha doğrusu katılmak ister, ama Avrupalılar (Fransızlarla İngilizler) cinsiyet ayrımcılığı yaparak engellerler. Amerikan pasaportu taşıdığı için yine de bir yolunu bulur ve engelleri aşar.

Sonrası… sonrası yok zaten. Kan, gözyaşı, vahşet. Yerle bir edilmiş şehirler, yok edilmiş yaşamlar, aileler, okullar… O çocukların gözlerindeki acı, korku, hüzün yeterli, yaşananların hiç de insani olmadığını bilmek için. Genç kızlara (hatta küçük çocuklara bile) tecavüz edilmesi -aradan geçen bunca yıl sonra bile- insanı etkiliyor, nefrete boğuyor. Asker hiç mi iyi bir şey yapmaz? Evet, savaştaysa, hiç ama hiç iyi bir şey yapmaz. Yapamaz da zaten, çünkü emir komuta zinciri içerisinde kurşuna bile dizilir de kimsenin ruhu duymaz; çok yıllar sonra “iade-i itibar” da yetmez.

Lee, gerçekten savaş karşıtı gözü kara bir foto muhabiridir. Toplama kamplarına girer, Hitler’in malikânesinde -gerçekten de çok ünlüdür o fotoğrafı- küvette fotoğrafını çektirir. Karşılaştığı insanlarla (sadece askerlerle karşılaşır ya) insani iletişim kurar ve onların içlerini dökmesini sağlar. Çok titizdir, kimseyi incitmez, ama çıplak gerçekliği yansıtır. Gönderdiği fotoğraflar ise sansüre uğrar. Sayfayı yöneten, okuyucuların korunması, ruh hallerinin daha da bozulmaması gerekçesini ileri sürer. Buna kim olsa çıldırır; Lee de, fotoğraflarının negatiflerini (bildiğiniz en değerli şeylerden daha değerlidir negatifler, bunun kayıtsız şartsız kabul edilmesi gerekir) keser, imha eder. O canını hiçe sayıp, ölümü göze alarak fotoğraf çekmiştir, ama masasının başındaki, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan yetkili, yasaklamış ve sansürlemiştir. O fotoğraflar, bugün, bize Hitler’in Mussolini’nin, Nazilerin vahşetini kanıtlıyor.

Film Lee üzerine kurulu dramatik bir biyografi… Belki tek eksiği Lee’nin arkadaşlarını tanımamamız, onların yeterince yer almaması… İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Lee’yi anlatan film, ünlü foto muhabirinin 1977’de ölümünden önce genç bir gazeteciye kendisiyle yaptığı röportaj sırasında “geri dönüş”lerle anlatılıyor. Sürprizi, izleyenlere bırakalım.

21 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(17 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Erkekleri Doğrayalım

Marsilya’daki mütevazı apartman dairesinde toplaşmış üç kadının başlangıçta hiç de böylesi bir niyeti yoktur. 46 dereceyi bulan sıcak hava dalgası şirin sahil kentini kasıp kavururken, yazmak istediği aşk romanının ilhamını arayan Nicole (Sandra Codreanu) güneş gören balkonundan dikizlediği -Emily in Paris’in Gabriel’i- karizmatik bay Magnani’nin (Lucas Bravo) çıplak bedeni üzerinden erotik fanteziler üretme derdindedir. Webcam modelliği yapan kankası Ruby (Souheila Yacoub) ile üçüncü sınıf bir diziden Marilyn Monroe peruğu ile çıkıp geliveren Elise (Noémie Merlant) hararetli günün gecesinde üçlü masayı oluşturduğunda, karşı pencereden gelen flörtöz davete hiç düşünmeden icabet ediverirler. Neşeli saatler boyunca bol bol içilir, eğlenilir. Lakin gece, daha kolay elde edebileceğini düşündüğü Ruby’yi gözüne kestiren yakışıklının saldırgan hamlesiyle bol kanlı bir olaylar silsilesine evrilecektir.

2021 yapımı ‘Mi Iubita Mon Amour’un ardından ikinci uzun metrajını çeken Merlant’ın, başrolünü paylaştığı ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi / Portrait de la Jeune Fille en Feu’nün yönetmeni Céline Sciamma ile birlikte kaleme senaryodan kotardığı ‘Balkondaki Kadınlar / Les Femmes au Balcon’ jenerik öncesi fiziksel şiddet gördüğü kocasını öldüren komşu kadının hikâyesi ile açılarak tavrını baştan ortaya koyuyor. Kısa bir süre önce, vahşi kapitalizmin yapay düzeni içerisinde çaresizce tatmin arayışını sürdüren yeni sürüm ‘Emmanuelle’ olarak izlemiş olduğumuz Merlant, filmin esinini 4 – 5 yıl önce erkek partnerlerden uzakta iki kız arkadaşı ile birlikte çıktığı aylar süren uzaklaşma deneyiminden almış. Öykünün tasarımına kaynaklık etmiş olan bu süreçte hayatının hiçbir döneminde kendini hem ruh hem de beden olarak bu denli özgür hissetmediğini ifade ediyor genç sinemacı. Üç kafadar arkadaş bu süreçte cinsiyetçilik, kadın düşmanlığı ve eril baskı üzerine kafa yormuşlar. Bu meditatif seansların ürünü olarak bir apartman dairesinde bir araya gelmiş bedenleri ile barışık karakterler, dışarının tüm baskıcı kurallarından azat etmişler kendilerini. Evin balkonunda bedenlerini örtme, sokak ortasında göğüslerini kapatma gereği duymuyorlar örneğin.

Merlant ve arkadaşları konuştukça geçmişin travmalarından mizah ve absürd ile kaçabilme yolunu keşfetmişler. Filmde yakalanan başına buyruk ton, yerinde duramayan denemelere açık kamera kullanımı, farklı türlerin baş döndürücü kokteyli hep bu deneyimin iz düşümü olarak perdeye yansımış gözüküyor. Balkondaki kadınlar tabuları bir bir yıkarken, bu cesur ve komik punk feminist masal pusuda bekleyen eril şiddet sonrasında dehşet verici bir gerilim – korku sapağına yöneliyor ve perdeden kan damlıyor.

Geleneksel patriyarkal yapının egemenliğinden kurtuluş hemen gerçekleşmiyor yine de. Üçlünün içinde en romantik takılan Nicole’un gönlü erkeğin kıymetli (?) uzvunu bedeninden ayrı koymaya kolay razı olmuyor belki ama Elise erkek egemenliğine sırtını dayamaktan çok daha çabuk vazgeçecektir. Oyuncu – yönetmen Merlant o sıcak gecede gerçekleşen ya da teşebbüs edilen eril saldırganlığı perdeye taşımak yerine avukat kocasının Elise’in gönlü olmadan onunla cinsel ilişkide bulunmasını evlilik içi tecavüz sahnesi olarak uzun uzun perdeye taşıyarak bunu göstermiş. Son dönemde örneklerine sıkça rastladığımız gözüpek feminist anlatılara renkli bir sayfa ekleyen yapım, Alfred Hitchcock imzalı ‘Arka Pencere / The Rear Window’a benzer röntgenci bir erotik fantezi olarak başlıyor, türler arasında sörf yaparak coşkulu bir finale doğru adım adım ilerlerken üç kadın ruhlarında onları aniden değiştiren yeni bir umudu, kurtuluş umudunu keşfediyor.

(15 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Encore Sinema: Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği

Sevdiği bir filmi yeniden izlemeyi kim istemez? Sevdiği şarkıyı dinlemekten, sevdiği resme bakmaktan, sevdiği kitabı yeniden okumaktan kaçınır mı insan?

Koşullar birçok sanat yapıtını yeniden karşımıza çıkarmıyor ne yazık ki. Buna da bağlı olarak anılarımızda kaldığı (zaman içerisinde ayrıntılarının unutulmaya yüz tutması da cabası) kadarıyla özlemle anıyoruz. Şimdi, o eski sevdiğimiz filmleri yeniden, hem de yüksek kaliteli görüntüsü, sesi ve kalitesiyle, beyazperde farkıyla ayrıntılarını kaçırmadan, görüntünün görkemini yaşayarak yeniden izleme şansını yakalıyoruz. Encore Sinema, son yılların klasikleşmiş, unutulmaz filmlerini izleme deneyimi sunuyor. İlk film: “Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği”… Program, Mart ayı boyunca romanı da çok satan, çok sevilen ve hâlâ da çok okunan “Yüzüklerin Efendisi”nin diğer iki filmini

de içeriyor. Arkasından Nisan ayında “Inception”, “Tenet”, “Yıldızlararası” (Interstaller)… Mayıs’ta “Örümcek Adam”lar, Haziran’da “Matrix”ler, Temmuz’da Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi” (The Da Vinci Code), “Melekler ve Şeytanlar” (Angels & Demons) ile “Cehennem”i (Inferno)… Ağustos’ta “Batman” dizisi… Eylül’de de “Hobbit” dizisi sırayla gösterime girecek. Böylelikle, platformlarda görece küçük ekranda ayrıntıları kaçırma pahasına izlemekten; ayrıca internette, kaçak izlenen, dolayısıyla da film izleme keyfini kaçıran (tabii, kaçak olması nedeniyle telif hırsızlığına da yol açan demeyi unutmamak gerekir) kötü kopyalardan kurtulmak mümkün olacak.

Bilindiği gibi, konserde “bis” dediğimiz, “son bir kez daha” anlamına gelen uygulamayı sinemada “encore” olarak adlandırıyoruz. Sinemanın keyfini yaşayan (ve tabii yaşatan) izleyici, TME Films uygulaması “Encore Sinema” ile mutluluğu bir kez daha yaşayacak. Umarız, bu uygulama süreklilik kazanır.

Yüzüklerin Efendisi Yüzük Kardeşliği, 14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(13 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Ölmek Nasıl Bir Duygu

Hayatta kalabilmek ve geçinebilmek için defalarca ölmek zorunda kalan Mickey Barnes (Robert Pattinson) sürekli bu soruya maruz kalıyor. Bu ne biçim iştir dediğinizi duyuyor ve hemen hikâyeye geçiyorum. 2054’lerin kaotik dünyasında kankası Timo (Steven Yeun) ile makaroncu dükkânı açmak için tefeciden borçlanan Mickey, iş yürümeyince zor duruma düşer. Alacağını pek de dert etmeyen, buna karşılık geri ödeme tarihini geçirenlerin dehşetengiz katlinin video görüntüsünü izlemekten keyif alan Darius Blank’in elinden nasıl kurtulacaktır şimdi. Dünyayı haddinden fazla sömürmüş olan küresel güçlerin gözünü uzayın boşluğundaki gezegenlere diktiği pek uzak olmayan bir gelecekte, bahtsız Mickey çareyi hızlıca bir uzay keşif ekibine sızmakta bulur. Eski siyasetçi Kenneth Marshall’ın (Mark Ruffalo) dünya düzeninde varolan bir dolu etik kaygı ve dinsel tantanayı bertaraf etmek üzere yola çıktığı bakir gezegenleri kolonileştirme sürecinde, çeşitli deneylerde kobay olarak kullanılmak üzere sözleşme imzalar. Başta zikrettiğimiz üzere artık geçinebilmek için mütemadiyen ölmeye razı olacak, her ölümün ardından tıpkı basım kopyası üretilerek yeniden hayata dönecektir.

Edward Ashton’ın ‘Mickey 17’ adlı aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan Bong Joon Ho imzalı yapım işte böylesine ilginç bir serüveni konu alıyor. Şirketin tanımlamasıyla ‘harcanabilir’ olmayı kabul etmiş ve 4 küsur yıl boyunca o gezegenden bu gezegene eşek gibi çalıştırılıp yıpratılmış Mickey’nin karla kaplı Niflheim gezegeninde düştüğü buzul çukurunda açılıyor film. Mağaranın sakinleri olan ‘Alien’ misali yaratıklar tarafından bir an önce yutulmayı beklerken, laboratuvar ortamında klonlanarak yeniden doğacağının tuhaf kaygısı bakışlarında sezilmektedir. Ekibe katılırken beden taraması yapılmış, anıları boşluk olmayacak biçimde bir hard disk’e yüklenmiştir gerçi, lakin bundan önceki ölümlerinde akıllara zarar miktarda radyasyona maruz kalan cildi feci şekilde yanmış, bir deney sırasında gözlerini kaybetmiş, bıçaklanmış ve türlü acılı biçimde yaşama veda etmiş olduğundan bu defa acısız bir ölüm arzusundadır. Kahramanımız, yaratıklar onu midelerine atmak yerine düştüğü çukurdan kurtarıp hayata döndürdüğü için, yeniden basıla basıla etinin yenmez hale gelmiş olduğuna hayıflanırken, ortadan kalktığı düşünülerek Mickey 18 adıyla yeniden üretildiğinde işler hayli karışacaktır.

2019 yılında ‘Parazit / Gisaengchung’ ile sinema alemini sallayan, Cannes’da Altın Palmiye’nin ardından bir Uzakdoğu yapımı olarak en iyi film, yönetmen, özgün senaryo ve uluslararası yapım gibi 4 önemli dalda Oscar ödülünü kucaklayan Bong Joon Ho, sinemasının temel motiflerini barındıran Ashton metninin senaryo uyarlamasını, hepimizin aşı testlerinin kobayı haline geldiğimiz pandemi döneminde tamamlamış. ‘Kar Küreyici / Snowpiercer’ (2013) ile 2017 yapımı ‘Okja’nın yeni ve ilginç bir karışımı olan ‘Mickey 17’ sinemacının vahşi kapitalizm eleştirisini bir kez daha perdeye taşıyor. İşçi haklarının, sendikanın, emekliliğin lafının geçmediği karanlık bir yakın gelecekte insan hayatını en ucuz meta olarak resmediyor. ‘Kar Küreyicisi’nin sınıflar arası uçurum teması, aynı trende arka vagonlara atılmışların lüks kategorideki zenginlerin arzularına hizmet edişinden doğan sistem eleştirisi burada da sürüyor.

Kibirli, iğrenç ve komik diktatör tiplemesi içinse aklımıza ilk anda Trump figürü düşüyor. Ruffalo’nun abartılı konuşma tarzı ve duruşu bunu hissettiriyorsa da yönetmen taze ABD başkanını tek örnek olarak almadığını, Kuzey Koreli Kim Jong-un’dan başlayarak gelmiş geçmiş ve günümüzde bolca rastladığımız dikta heveslilerinden ilham aldığını ifade ediyor. Marshall’ın baskın karısı Yfla (Toni Collette) ile olan Macbeth’ler tarzı ilişkisini Çavuşesku benzeri karı-koca dikta sevdalılarından esinle çizdiğini ekliyor. Mickey’nin Marshall ve şirketi ile trajikomik çatışması, çürümekte olan gezegenimize alternatif uzayda yeni yaşam alanları için kolları sıvamış Jeff Bezons ya da Elon Musk benzeri figürler öncülüğünde uzayı kolonileştirme ideallerini de akla getiriyor kuşkusuz.

Brad Pitt’in ortağı olduğu Plan B’nin yapımcıları arasında olduğu bu distopik bilim kurgu Koreli yönetmenin Hollywood sisteminden beslenen en pahalı yapımı olmuş. Keskin bir devrimci tavrı yok kuşkusuz ancak çağımızın giderek otoriterleşen dünyası üzerine hayli çoşkulu bir taşlama olarak ilgiyi hak ediyor. Biri içe dönük iken diğerine öngörülemez bir asilik kattığı çifte performansı ile günümüzün en iyi aktörlerinden biri olarak çok takdir ettiğim Pattinson yine döktürmüş. Trump motifli dikta heveslisinde Ruffalo, sos düşkünü dominant eşinde Collette çok iyiler. Spielberg’ün değişmez yoldaşı usta Darius Khondji’nin görüntüleri, Londra Senfoni Orkestrası’nın yorumladığı temadan temaya evrilen Jung Jae-il imzalı müzik çalışması da birinci sınıf.

(12 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]