Kategori arşivi: Yazılar

Anılar Bir Lâhzada Oluşmaz, Bir Ömür Alır: Bir Aliye Rona Vardı

Her şeyin yeni başladığı yıllarda, başka bir hayat da başlıyordu; Cumhuriyet kurulmuş, ekonomi, eğitim, sağlık, barınma, beslenme yeniden yol alıyordu. İşte o dönemde bir Rahmi Bey vardı, eşraftan. Başarılı, çapkın, çok evli ve çok çocuklu. Bir ayağı İstanbul’daysa bir ayağı Suriye’de, bir bakmışsınız bir kasabada, bir bakmışsınız Samsun’da, belki Ankara’da, belki Eskişehir’de. Demiryolcuydu Rahmi Bey. Çocuklarının arasından Avni ve Aliye tiyatrocu oldu, pek istemese de. Birileri lâf eder diye çekiniyordu, yoksa pek de umurunda olduğu söylenemezdi… Soyadı Kanunu çıkınca Dilligil hem aile geleneğini yaşatmak hem de farklı olduğu için. Avni, tiyatroya gönül vermişti ve Fransa’ya da gitti ideallerinin uğruna. Döndükten sonra Aliye’yi de yanına aldı.

…ve Aliye tiyatrocu oluyor

“Temaşa sanatı” denen tiyatro, kazandırsa da pek muteber görülmediği için belli bir kararlılık gerektirir. Mahalle baskısı bir yandan, öyle ya “Müslüman Mahallesinde salyangoz mu satılır”, gelecek kaygısı öbür yandan, oyunun tutması gerekir ki hayat sürsün… Tüm zorlukların farkında olan Avni Dilligil, sadece Aliye Dilligil’e değil, diğer kardeşlerine de bu sevgiyi aşıladı zaman içerisinde.

Koşullar tiyatroyu zorladığında sinema yetişti imdatlarına…

Avni evlenmişti, Aliye evlenecekti… Metin Erksan, Fakir Baykurt’un ünlü romanı “Yılanların Öcü”nde, Irazca rolünü Aliye’ye verdi ve yolu açıldı dik başlı, kararlı kadının.

Filmlerde dublaj (o yıllarda filmler sessiz çekiliyor, stüdyoda tiyatrocular tarafından seslendiriliyordu, dublaj o seslendirme işine verilen ad) yapan, tiyatroda da oynayan Zihni Rona ile evlenince, Aliye Dilligil, Aliye Rona olmuştu. Aslında daha önce biriyle evlilik aşamasına gelmiş bile olsa, Aliye, özgüveni ve kimseye ödün vermediği için ayrılmıştı. Tabii, önce çocuk diyemediler, bir ev almaları, uzakta (o zaman Avni İzmir’de, Aliye’de onun yanındaydı) yaşamaktan kurtulmaları gerekiyordu. Sonra da zaten çocukları olmadı.

Sinemanın büyüsü…

Aliye Rona, sinemada başarılı oldu, aranan, sevilen bir oyuncuydu. Gür kara saçları (sahi, o da başka bir ayrıntı, saçlarınızın güçlenmesini istiyorsanız ama kitaptan okumalısınız) kara kalın kaşları, sert hatlı yüzü ile tam bir Anadolu kadınıydı. Zaten Yılanların Öcü de Anadolu’da çekilen ender filmlerden biriydi. Çarşıda, pazarda kadınlarla konuşan Aliye, hem telaffuz öğrenmiş hem uygun giysiler seçmişti.

Setten sete koşan, ama bu arada evliliği biten, sevgili arkadaşıyla ayrı ama birlikte, mutlu mesut yaşayan Aliye’nin peşinden Avni Dilligil de sinemaya adım attı. Kardeşlerinin biri yazar oldu, biri gazeteci, diğeri farklı bir iş tuttu ama hepsi de sanatın içindeydi. Evlilikler sonrası soyadları değişenlerle birlikte o kadar çok “Dilligil” var ki, hâlâ aranan, sevilen.

Sanat ve demokrasi…

Avni Dilligil, İzmir’de oyuncularına, hem mizansen verirken hem de kostümlerini anlatırken, “Tiyatroda demokrasi olmaz. Yönetmen nasıl istiyorsa sahneyi o şekilde oluşturur” deyince, Aliye o çok sevdiği saçlarının topuz yapılmasına ses çıkaramamış, ama sinema seyircisinin aklına topuz yapılmış saçlarıyla kazınmıştı. Sonraları sinemada da tiyatroda da demokrasi gelişti; çünkü iki sanat da bireysel değil ekip işiydi. Tabii ki yönetmenin dediği olacaktı, ama görüş ve öneriler karşısında esnek olunmalıydı.

Ayine Rona, özellikle işletmeci yapımcıların (Ülkü Erakalın örneği yer alıyor) yaptıklarından sonra uzaklaşmıştı sinemadan. Tanıdığı iki oyuncunun da bulunduğu ekiple “Berlin in Berlin” son filmi oldu.

Bir Aliye Rona Vardı
Arın Dilligil Bayraktaroğlu
Yaşam öyküsü
Remzi Kitabevi, Ekim 2024, 183 s.

(28 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sofrada Yeri Öküzümüzden Sonra Gelen Kadınlar: Mukadderat

“…korkunç ve mübarek elleri
ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle,
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.
ve soframızdaki yeri,
öküzümüzden sonra gelen
kadınlar…”

Nâzım Hikmet, Anadolu kadınını böyle betimliyor. Çok çalışan, çok yorulan, çok sorumluluk üstlenen ama asla “ikinci sınıf” olmaktan kurtulamamış kadınların öyküsü sinemanın da ilgisini çekiyor en az edebiyat kadar.

Nadim Güç’ün, Erdi Işık’ın, annesini örnek aldığı senaryosunu çektiği “Mukadderat” hem dram, hem komedi, hem gerçekçi, hem de umut aslına bakarsanız. Kocası öldükten sonra, mahalle baskısının da etkisiyle bağımsız yaşamayı isteyen Sultan karakterini Nur Sürer’in canlandırdığı film bir kasabanın gündelik yaşamını da anlatıyor.

Erkek yapsa, kimsenin yadırgamayacağı bir şeyi istiyor Sultan. Erkekler, eşi öldüğünde hemen evlenmeyi düşünür, çünkü birileri olmadan yaşamayı beceremeyecek denli güçsüz ve güvensizdirler. Ölen koca/baba da geleneksel olarak mirasını bölerken yıllarca kahrını çeken eşini görmezden gelince ve daha da önemlisi “aman

ha”, “delirdin mi”, “eski köye yeni adet mi gelirmiş” gibi baskılar nedeniyle, adı deliye çıksa da dediğini yapmaktan vazgeçmeyen Sultan, sonunda herkesin rol modeli oluyor. Kahve köşelerinde pinekleyen erkeklerin diline, hemen her evde kaynatılan dedikodu kazanına düşen Sultan’ın bu kararlı tavrı, değişimin de önünü açıyor.

Tam bir seyirlik film “Mukadderat”. Herkesin kendisi için süzebileceği denli dolu ve anlamlı. Seyircinin ilgisini çekeceği kesin, festivallerin de ilgisini çekti ve ödüller aldı, kendilerinin bile ummadığı kadar. Anadolu kadınının mukadderatını değiştirmek için belki de bir dönemeç.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(26 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yasaklar Ters Teper: Beraber

Annesi ölünce, başıboş arkadaşlarıyla “serserilik yapmasın” diye babası tarafından Rotterdam’dan İstanbul’a getirilen Zeki (Alihan Şahin), arkadaşlarından uzak kaldığı yetmiyormuş gibi bir de internetsiz bırakılır. Yasaklar başarıya götürmez; sanılanın aksine doğru bir eğitim değildir.

Bomboş ama kocaman evde yalnız kalan hareketli Zeki, sokak sporu olarak betimlenen atlamalı, zıplamalı, tırmanmalıdır… Kolaylıkla evden kaçar. Birkaç gençle tanışır. Ancak bu yeni arkadaş grubunun Rotterdam’daki arkadaşlarından aşağı kalır yanı yoktur. Kendini kanıtlamak uğruna kapkaççılık yapan arkadaşlarına uyar.

İki ülke, iki kültür…

Hollanda’da belli bir serbesti yaşayan Zeki, Türkiye’de belli anlamda daha bir sıkı, daha bir gerilimli bir hayatın içine düşmüştür. Birincisi, yaşadığı büyük ve görkemli ev yüksek duvarlarla çevrili, güvenlikçiler tarafından korunan, her isteyenin girip çıkamadığı bir sitededir. Site içerisinde herkes kendi içinde yaşar, belki hafta sonları ortak yemekler verilerek “sosyalleşir”. Bu da “orman kalabalığı içinde tek başına” kalmaktır -ki hiçbir genç böyle bir tekdüzeliği kabul etmez. Yasaklar da en tam burada gösteriyor kendini.

Osmanlı hanedanı, sarayları göz önüne getirin, yüksek duvarlarla çevrili evlerde yaşıyordu. Evet, belki güvenlik açısından gerekliydi, ama görüldüğü gibi yaşayamadı. Bu gidişle yoksulluktan canı yananlardan evlerini yüksek duvarlarla çevirmiş insanlar da kurtaramayacak kendilerini.

Aklıma Ataol Behramoğlu’nun (benim çok sevdiğim) dizeleri geliyor: “Burjuvalar yüksek duvarlarla / Çevirmişler avlularını / Ama bir kiraz ağacı gördüm geçen gün / Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını” Şairin şiirce dillendirdiği gibi her zaman bir kiraz ağacı en çiçekli dalını uzatacaktır dışarıya.

Yönetmen Mete Gümürhan, daha önce “Pehlivanlar” belgeseli çekmişti; şimdi onu kurgu film olarak sunuyor. Chris Westendorp’un senaryosunu, alabildiğine hareketli, alabildiğine hızlı ve gerçekten çok iyi ışık kullanarak çekmiş. Yalın dili ve sakinliğiyle ne anlatmak istediğini bildiğini gösteriyor. Ses

konusunda (boğukluk gösterimden mi kaynaklı yoksa) küçük bir pürüz olsa da asıl sorunun ses eğitimine gereken önemi vermeyen eğitmenlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Hızlı konuşmayı seven insanlarız, ağırlıklı olarak sözcükleri yutuyor veya yuvarlıyoruz ağzımızın içinde; sadece Zeki (o da asıl dili olmadığı için) tane tane konuşuyordu.

Filmi genel anlamda beğendim, özel anlamda da anne babaların çocukları üzerinde yasakçı, baskıcı tavırlarının doğru olmadığını görebilmeleri açısından da izlenmeye değer görüyorum.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Zamanın Köşeleri Yoktur… Mutfak

Arnold Wesker’in 1957 tarihli tiyatro oyunu The Kitchen’dan 1961 yılında filme uyarlanan, şimdi de New York’ta, dünyanın merkezi denilen Times Meydanındaki bir lokantayı göçmenlikle buluşturarak anlatan Mutfak (La Cocina), aradan geçen onca yıla ve farklı ülkelere rağmen hiçbir şeyin değişmediğinin, aslına bakarsanız da yaşamın özeti. Alonso Ruizpalacios’un senaryosunu yazıp yönettiği film, alttakiler ve üsttekiler öyküsü aynı zamanda.

Göç, sadece bizim değil bütün dünyanın en önemli olgusu; insanlar sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kültürel, kuraklık, savaş ve daha birçok nedenle bir yerden bir yere göçüyor. Buradaki insan oraya, oradaki bir başka yere, farklı bir yerdeki buraya, müthiş bir hareketlilik var. Bu insanlar yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar. Birileri onlara iş veriyor; tabi onların rahat ve huzurlu yaşaması için değil, daha çok sömürmek için.

Amerika’ya (Türklerin göçtüğü yansımıştı belgelere ama) en çok Meksikalılar göçüyor; hem yakın olması, hem de geçmişten gelenler nedeniyle… yasa dışı göçmenler en çok da kapalı alanlarda, kimseyle karşılaşmayacakları işlerde çalışıyorlar, mesela mutfakta. Dünyanın merkezinde de olsa, en albenili bir lokantada müşteriler yemek yerken mutfakta farklı bir yaşam var.

Estela (Anna Diaz) da onlardan biri ve hiç tanımadığı köylüsü Pedro’yu (Raúl Briones) buluyor. Pedro, doğal olarak kaçak çalışan, ama eline tez olduğu için şef tarafından tutulan bir aşçı ve beyaz bir garsona âşık. Pedro’dan hamile kalan garson Julia (Rooney Mara) kürtaj yaptırarak bir yükten kurtulmak, Pedro ise doğurmasını isteyerek anne babasına “gücünü” ispat etmek istemektedir.

Hayat dışarıda nasılsa…

Dünyanın dört bir köşesinden çıkıp yaşam kurmaya gelmiş insanların buluştuğu mutfak, bir birleşmiş milletler örgütü de aynı zamanda. Herkesin kendince derdi, sıkıntısı var, herkesin bir umudu, bir heyecanı, hayali var, gerçekleşebilmesi mümkün olmayacak olsa da… Müşterilerin siparişleri, yetişen yetişemeyen yemekler, karışan içecekler, beğenilen / beğenilmeyip iade edilenler… inanılmaz bir koşuşturmaca var mutfakta. Bulunmayan tek şey sanırım temizlik. Pedro sevgilisine hazırladığı yemek dışında neredeyse hiç elini yıkamıyor. Zaten o hızlılığı içinde

kimsenin derdi değil temizlik veya hijyen; müşteriler memnun yediklerinden. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de kolayca anlaşıyor mutfak çalışanları; küfürle, erotik şakalarla, arada laf sokmalarla… Hepsi kendince yaşıyor, kimseye yardımcı olmak dertleri değil Max (Spenser Granese) dışında. Patron Raşit (Oded Fehr), kaybolan 800 küsur Dolar peşinde, çalışanları oturma izni alacağı umuduyla kandırıyor. Şef (Lee Sellars) ise işler yürüsün de kim ne derse desinci… Aşçılar, yamaklar, garsonlar, müşteriler ve hızla akan zamanla koşuşturuyor sadece.

Herkesin dünyası kendine…

Times Meydanı pırıl pırıl, kalabalık, hareketli ama onun altında bir yaşam savaşı veriliyor. Alttakiler – üsttekiler farklı dünyalarda, farklı beklentiler içinde… Siyah beyaz (arada renk var, Steven Spielber’in Schindler’in Listesi’ni hatırlatan) çok yakışmış, aradaki tezatlığı yansıtması açısından… Bir trajedi aslında Mutfak, ama

komiklikler de var (belki de güleriz ağlanacak halimize)… Sahne tasarımı (özellikle meşrubat makinesinin bozukluğu nedeniyle neredeyse göle dönen mutfak) gerçekten başarılı. Kesiksiz dakikalarca süren görüntü muhteşem. Müziğin de katkısını unutmamak gerekir. Oyuncuları söylemeye gerek yok onlar da çok iyi.

Bugünkü neoliberal dünyanın neogerçekçi yansımasını izleyeceksiniz.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Paris’te Buruk Tango

Cannes’da dünya prömiyerini yapan ‘Maria Olmak / Being Maria’ keşke Maria Schneider hayattayken çekilebilseydi. Ancak sanat adına erkeklerin kadınlardan diledikleri gibi yararlanma hakkına sahip olduklarını düşündüğü geçmişin eril ikliminde bu pek de mümkün olmayacaktı herhalde.

50 küsur yıl önce sinema alemini sallamış ünlü ‘Paris’te Son Tango’nun yaratıcısı Bernardo Bertolucci, karısının intiharının ardından yaşadığı depresyonu kendinden çok daha genç bir kadına duygusal ve fiziksel bir tahakküm kurarak dışa vuran orta yaşlı bir adamın öyküsünde dönemin dev aktörü Marlon Brando’nun karşısına henüz 19 yaşında deneyimsiz bir oyuncuyu seçtiğinde, Fransız sinemasının emektarlarından Daniel Gélin’in soyadını bile vermediği gayrimeşru ilişkisinden olma kızı Maria, model annesiyle sorunlu geçmiş yeni yetme yıllarının ardından böylesine cazip bir teklifi hiç düşünmeden kabûl eder. Birbirleri hakkında (adları dahil) hiçbir şey bilmeden fiziki bir birliktelik yaşayan ikilinin pornografi sınırlarında gezinen hikâyesi için boş bir sayfaya benzettiği gencecik Maria’nın yaralı ve kırılgan çehresi çekici gelmiştir İtalyan

sinemacıya. Fiziksel ilişkinin daha agresif daha sert yaşanması gerektiği konusunda ısrarlı olduğunda, Brando ile gizlice anlaşarak, genç kızın haberi ve rızası olmadan senaryo dışı ‘tereyağlı’ tecavüz sahnesini çekerler. Doğaçlama çekilen sahnede Bertolucci Maria’nın rol yapmadan aşağılanmayı ve şiddeti duyumsamasını filme almak istemiştir. Maria şaşkındır. Film setinde başına gelenleri önleyemeyecek kadar korkmuş ve çaresizdir. Fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu, iki erkeğin tecavüzüne uğradığı hissiyatından kurtulamaz. Brando olayı ‘alt tarafı bir film’ diye geçiştirirken kimse onu teselli etmemiş, Bertolucci genç kadından özür bile dilememiştir.

Maria başına gelenleri bir röportajda dile getirince menajeri tarafından azarlanır, basın karşısında rol yapmaz ise başka iş alamayacağı konusunda uyarılır. Film sonrasında iki adam kendi yollarına giderken, Maria kendisini her gün paralayan basının ve onu ahlâksızlıkla suçlayan izleyicilerin hedefi olmayı sürdürür. Öz babası tanıtımın kötüsü olmaz diyerek olayın üzerinde durmaz

bile. İşin kötüsü şimdi herkes ondan yeni bir ‘tango’ ve çıplak oynayacağı filmler beklerken, bedenini satmak değil film yapmak isteyen Maria’yı zor bir süreç beklemektedir. Daha sonra Antonioni ile çektiği 1975 yapımı ‘Yolcu / Professione: Reporter’ haricinde önemli bir projede yer alamayacak, yaşadığı travma ile uyuşturucu batağından da geçecektir.

Günümüzde ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve Schneider’in başına gelenlerden esinlenmiş olan ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, Maria’nın kuzeni Vanessa Schneider’in 2018’de yayımlanan anı romanı ‘Tu t’appelais Maria Schneider’den uyarlanan yapım, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve

Schneider’in başına gelenlerden esinlenen ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, bugün ‘MeToo’ hareketinin açtığı yolda çok şeyin değiştiğinin güncel bir örneği olarak ilgiyle izleniyor. Jessica Palud’nun yönettiği yapımda Maria’yı Romanya asıllı Anamaria Vortolomei, Brando’yu Matt Dillon, Bertolucci’yi Giuseppe Maggio, Maria’nın partneri Noor’u ise Céleste Brunquell canlandırmış.

İçine düştüğü bunalımı uzun yıllar atlatamayan Maria’nın nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Schneider’in son dönemlerine değinmeyen yapım, ‘Paris’te Son Tango’nun final repliğinden yola çıkarak, kendisi ile yıllar sonra görüşmek isteyen, muhtemelen çekimlerine başlayacağı ‘1900’ filminde rol almasını isteyeceği Bertolucci’yi reddederken onu tanımadığını, kim olduğunu bilmediğini dile getirecektir.

(23 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Diktatörlük Başa Bela

‘Gladyatör / Gladiator’ üçüncü milenyumu başlatan kült filmlerdendir. Ridley Scott’ın Hollywood tarihinin Roma dönemine ait ‘Ben-Hur’ ya da ‘Spartacus’ benzeri efsanelerine çağdaş bir dokunuş yapmış bu önemli seyirliği nerdeyse çeyrek asır sonra görkemli bir devam filmiyle dönüş yapıyor.

80’li yaşlarının ikinci yarısındaki deneyimli Scott’ın şaşılacak genç bir enerjiyle işe koyulduğu ‘Gladyatör II / Gladiator II’, bilge imparator Marcus Aurelius’un ölümünden 16 yıl sonra, demokratik Roma Cumhuriyeti hayalinin unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde açılıyor. Basiretsiz ikiz imparatorlar Geta ve Caracalla’nın iktidarında derin bir yolsuzluk ve saldırganlığa sahne olmuş Roma’da ordu Kuzey Afrika’daki son bağımsız cumhuriyet olan Numidia’yı sömürgeleştirmenin peşindedir. Marcus Acacius (Pedro Pascal) yönetimindeki ordu denizden mazlum halkın surlarına dayandığı kanlı bir taarruzla açılıyor film. Saldırıda savaşçı eşini yitiren Hanno (Paul Mescal) köle tacirlerine satılan diğer esirlerle birlikte gladyatör olarak eğitilmek üzere Roma’ya getirildiğinde hayatta kalmak, yitirdiği karısı ve halkının intikamını almanın peşindedir.

Senato’nun ve demokratik hakların askıya alınmış olduğu diktatörlük Roma’sında siyaset gücün denetimindedir. Roma halkı yoksulluktan kırılırken, yeni diyarları fethetmenin sarhoşluğu içindeki imparatorluk umut etmeyi unutmuş insanları Kolezyum’da düzenlenen kanlı oyunlar ile uyutmayı sürdürmektedir. Dokunduğu herşeyi yakıp yıkan bu hastalıklı şehir herkesin güvende ve adil bir düzende yaşadığı Aurelius’un ‘Roma Hayali’ni hayata geçinecek bir lidere ihtiyaç duymaktadır. Baş düşmanı bildiği general Acacius ile yolları keşişecek olan Hanno, Romalı geçmişini öğrendiğinde güç savaşları başlayacaktır.

‘Gladyatör II’ politik söylemiyle çağımıza referans olacak, hatta ‘Megalopolis’ projesini hayata geçirirken antik Roma ile ABD arasında paralellikler kuran Coppola’nın kulaklarını çınlatan önemli bir potansiyele sahip. Doyurulması gereken insanlara ‘savaş yesinler’ diyecek kadar gözü dönmüş imparatorlar, ya da filmde

geçen ‘uzak diyarları yakıp yıkarlar, sonra da barış getirdik yalanına sığınırlar’ benzeri replikler çağdaş ABD’nin yayılmacı politikaları ile benzerlikler kuruyor. Ama nihayetinde filmin derdinin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Politik soslu gösterişli bir tarihsel epik ile parlak bir gişe hedeflenmiş kuşkusuz.

İlk filme kıyasla daha pahalı setler, daha yoğun CGI kullanımı ve her devam filminde olduğu gibi daha fazla aksiyon sahneleri izliyoruz. Karakterlere gelecek olursak, bağımsız filmlerde ilgiyle izlediğimiz genç kuşağın önemli yeteneklerinden Mescal, ilk filme karizması ile damgasını vurmuş Russell Crowe’un gölgesinde kalmış. Bunda karakterinin biraz çalakalem yazılmış olmasının ve de yaşadığı trajedinin efsanevi Maximus denli vurucu olmayışının rolü var kuşkusuz. Buna karşılık yeni ordular komutanı Acacius’ta Pascal’ın yetirince geliştirilemeyen kısa tutulmuş kompozisyonuna yazık olduğunu söylemeliyiz.

İlk filmin kötü adamı Commodius’ta harikalar yaratmış Joaquin Phoenix’e ikame ikiz imparatorlar ise sığ bir sirk palyaçosu görünümünde etkisizler. Devam filminin belki de en çarpıcı artısı Denzel Washington’ın canlandırdığı kölelikten gladyatör tüccarlığına terfi etmiş Thysdrus’lu Macrinus’un güç arenasında yükseliş hikâyesi olmuş. ‘Halkı yönlendireceksin, siyaset buna denir’ repliğiyle parlayan siyahi aktörü özlemişiz. Film son bölümlerde kolezyumda köpek balığı benzeri şovlar ile aksiyona bulanmış -bizim yerli dizileri hatırlatan- ağdalı dramatik gelişmelerle irtifa kaybediyor belki, yine de ‘diktatörlük hepimizin başına bela’ alt metni umudu okşuyor.

(22 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oz Büyücüsü’ne Farklı Bir Bakış: Wicked (Part I)

Yaşamın inanılmaz güçlü karmaşası insanın aklını da çeliyor. Filme girerken aklımda onlarca soru işareti vardı, kasap çengeli misali. Evet, biliyordum, Oz Büyücüsü’ne “cadı” tarafından bakan bir müzikal ve gerçekten çok uzun. Hele de çocuklar izleyecekse…

Ruther Bregman’ın “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Kitap) kitabını anımsadım ilkin, arkasından “Geri Tepme Etkisi” adlı bir makale okudum… “Tamamen rasyonel bir dünyada, inançlarına meydan okuyan kanıtlarla karşılaşan insanlar önce bu kanıtları değerlendirir ve sonra inançlarını buna göre ayarlar. Ancak gerçekte durum nadiren böyledir. Bunun yerine, insanlar inançlarından şüphe etmelerine neden olması gereken kanıtlarla karşılaştıklarında, genellikle bu kanıtları reddederler ve orijinal duruşlarına olan desteklerini güçlendirirler. Bu, geri tepme etkisi olarak bilinen bilişsel bir önyargı nedeniyle meydana gelir” cümleleriyle başlayan (sanki Elphaba ve Glinda’yı düşünerek yazmış yazan).

Kim iyi, kim kötü?

“Oz Büyücüsü”nü bilmeyen, okumayan, izlemeyen, dinlemeyen yoktur. Çocuklara olduğu kadar erişkinlere de seslenen, fantastik bir dünyayı gösterir, büyücülerin yaptıklarını anlatır, ama en çok da hayvanlara karşı (duyarlılık mı, tepki mi, bilinmez) tutumu ele alır. Yeşilçam da etkilenmiş dünya sinemaları gibi birçok versiyonunu

çekmiştir. Bu kez, Yönetmen Jon M. Chu ile senaristler Winnie Holzman, Dana Fox’un, Oz Büyücüsü’ndeki Doğu ve Batı Cadılarının (iyi ve/veya kötü olduklarını filmi izleyenler ayırt edebilecek) öncesini ele almışlar. Yönetmen, besbelli filmin etkisinde kalıp uzattıkça uzatmış, hatta yetmemiş iki kısma bölmüş. Bu, birinci bölüm…

Cadı öldü, yaşasın cadı!

Batı’nın Kötü Cadısı Elphaba, bir kova suyla beklenmedik bir karşılaşmanın ardından erimiştir. Oz ülkesi cadının ölmesine çok sevinir. Glinda sihirli balonunda belirir ve cadının öldüğü için hayatın gerçekten de iyi olduğunu doğrular.

Ardından başa döner, iyi ve kötü cadıyı tanırız. Öğreniriz ki, ikisi aynı büyücülük okuluna gitmiş ve orada tanışmışlar. Cynthia Erivo (Elphaba) ve Ariana Grande’nin (Glinda) yetenekli şarkıcı ve aynı zamanda çok yetenekli oyuncu. Filmi baştan sona taşıyorlar.

Elphaba, yeşil teniyle ayrıksı ama içindeki dürüstlük ve yardımseverliğiyle iyi biridir. Glinda, pembe giyinen, şımarık, her dediğini yaptıran, herkesi kendine hizmet ettirmeyi başaran ve tabii sadece kendisini seven, alabildiğine bencil biridir. [Burada bir not: Fedakârlık en tam da bencilliktir.]

Film, hiç sıkmayan tam bir seyirlik müzikal. Şarkılar anlamlı ve iyi kotarılmış. Renklilik (hele gelincikler de eklenince) dorukta. Bilgisayarla çekilmiş sahneleri varsa da yeşil tenli Elphaba uzun saatler makyaj yapmış her gün, çünkü elinin yeşilini görmek istemiş hem kendisinin hem diğer oyuncuların tepkisinin güçlü olması için.

İkinci kısmı (bir aksilik olmazsa tam bir yıl sonra girecekmiş gösterime) merak ve heyecanla bekleyeceğim.

22 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(20 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Aktör Aktris Yok, Karakter Var: Maria Olmak

Sanatın önündeki en büyük engel yasaklar ve sansürdür. Ancak erkek egemen dünyada bir de kadının aşağılanması var ki, yasak ve sansürden aşağı değil.

Paris’te Son Tango (1972), Bernardo Bertolucci’nin, üzerinde en çok konuşulan, doruğa çıkarıldığı kadar da yerden yere vurulan filmi. Bertolucci, dönemin en ünlü oyuncularından Marlon Brando -The God Father filminin hemen arkasından- ile genç, deneyimsiz, üstüne üstlük bilgi verilmeyen Maria Schneider ile sert, acımasız, seks dolu bir film çekmek ister. Senaryosu bellidir, ama Bertolucci, her zaman yaptığı gibi senaryoya eklemeler ve çıkartmalar yapar her zaman. Brando ile kararlaştırdıkları bir tecavüz sahnesini Maria’ya bildirmeyince, genç kız gerçekten tecavüze uğramış hisseder kendisini.

Gözyaşları gerçek…

“Maria Olmak”, bir genç oyuncunun yaşamının nasıl söndü(rüldü)ğünü anlatan, bir anlamda uyarı filmi; diğer taraftan da sanatın neyi nerede nereye kadar yapabileceğini de gösteriyor.

Maria (Anamaria Vartolomei), bunca büyük bir oyuncuyla ilk kez karşılıklı, hem de başrol oynayacaktır. Brando (Matt Dillon) deneyimli biri olarak genç kıza ipuçları verir, birbirlerini anlayışla karşılarlar… Hatta bir sahne bitiminde, Brando, gerçekten ağladığını söyler, her ne kadar daha önceki filmlerde gözyaşı damlasıyla ağlamış olsa da.

Bir gerçek gözyaşı da Maria döker, o “ünlü” tereyağı sahnesinden sonra. Sinemanın “rol icabı” yaptığı şeyler vardır; silahlar gerçekten patlamaz, insanlar gerçekten ölmez ya da yaşlanmaz. Buna seks sahneleri de katılmalıdır. İki oyuncunun etkilenip gerçekten öpüştüğü olabilir, ama sevişme sahneleri her zaman “rol icabı”dır. Böylesi –mış gibi yapmaya karşın, bilgi verilmediği için Maria, gerçekten gözyaşı döker. Yaşadığı, kimsenin sonradan özür bile dilemediği bu travmanın etkisinden kurtulmak için uyuşturucudan medet umar, intiharı bile dener, sonrasında da… genç yaşta ayrılır aramızdan.

Embesil ve ahlâksız deliler sektörü…

Filmin özünü Bertolucci (Guiseppe Maggio), hemen baştan söylüyor: “Bu filmde aktör ve aktris yok, karakterler var”. Ancak karakteri hazırlamak kendisinin (yönetmenin) görevi olsa da, yeterli bilgi vermeyerek “gerçek” tepki almak istiyor. Öylesi bir gerçeklik ki bu, sette bulunan herkes donup kalıyor, hatta gözleri dolanlar bile oluyor, bir rol olduğunu bildikleri halde. Bertolucci, “embesil ve ahlâksız deliler sektörü” diyerek güya kendini aklıyor. Aslına bakarsanız çok da haksız sayılmaz Bertolucci… #MeToo hareketi sektörün ne denli geniş bir ahlâksızlık içinde olduğunun kanıtı. Öte yandan, yine Bertolucci, kadınlar için, “aşağılandıkça beğenilir” diye anlatıyor, Maria’ya kendisini (ve filmini kuşkusuz) savunmak için.

Son sözü Maria söylüyor: “Ne Bertolucci, ne de Brando özür diledi.”

22 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(18 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

14. Suç ve Ceza Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

22 – 28 Kasım 2024 tarihleri arasında yapılacak olan 14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, pogram direktörü Alin Taşçıyan’ın özenle hazırlamış olduğu heyecan verici programıyla dikkat çekiyor. Festival bu yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Orson Welles’in 1962 yapımı klasik başyapıtı ‘Dava / The Trial’ ile açılıyor. Franz Kafka’nın baskıcı devlet mekanizması önünde bireyin adalet arayışının simgesi olmuş 1924 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan film 62 yıl sonra restore edilmiş kopyasından gösteriliyor.

Bu yılki afişi ‘Dava’ filminden seçilmiş bir kare üzerinden tasarlanan festivalin programı Cannes, Berlin, Sundance, Tribeca, Toronto, Venedik gibi önde gelen festivallere seçilmiş, birçoğu ödül kazanmış filmlerden oluşuyor. Adalet kavramını hem estetik hem de politik yönlerden farklı konu ve stillerle ele alan ve birkaç tanesi haricinde vizyonda ya da dijital platformlarda kolay kolay karşınıza çıkmayacak olan toplamdan, iki tanesi klasiklerden olmak üzere 16 filmlik kişisel bir seçkiyi siz okurlarımın dikkatine sunmak istedim. Sırası pek de önemli olmayan ‘kaçırılmaması gerekenler’ listem şu filmlerden oluşuyor:

1- HAM ELMAS / Diamant Brut
Bu yıl Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde yer alan Agathe Riedinger’in ilk uzun metrajı, zamanın ruhunu gencecik insanlar üzerinden yansıtan çarpıcı bir toplumsal eleştiriye soyunmuş. Film, gelecek hayalini internet fenomeni ve televizyon şöhreti olmak üzerine kuran 19 yaşındaki yoksul ve eğitimsiz Liane’ın hayatta kalabilmek için elindeki tek sermaye olan kendi bedenine yatırım yapmasını anlatıyor.

2- ÇALINAN GEZEGENİM / سیاره‌ی دزدیده‌شده‌ی من
2024 Selanik Belgesel Festivali’nden büyük ödül Altın İskender ve FIPRESCI ödülü ile dönen film, yönetmen Ferahnaz Şerifi’nin doğduğu yıl gerçekleşen İran İslam Devrimi’nin getirdiği hicap zorunluluğuna karşı çıkan kadınların miting görüntüleriyle açılıyor, 2022’de Mehsa Jina Emini’nin katlinin doruğa çıkardığı aynı amaçlı protestolarla sonlanıyor. Bu derinden etkileyici belgesel, devrim öncesinden kayıtları ihtiva eden bir tür günce ve sivil arşiv işlevi görüyor.

3- KIRMIZI ÇOCUKLAR / Les Enfants Rouges
Lotfi Achur’un Locarno ‘Bugünün Sinemacıları’ seçkisinde dünya prömiyerini yapan film, Tunus’un dağlık bir bölgesinde kuzeni cihatçılar tarafından öldürülen çocuk yaştaki Achraf’ın gözünden yaşananları anlatıyor. Çok katmanlı yapımda Wojciech Staroń’un çarpıcı sinematografisi, kanun kuvvetlerinin terörizmle mücadelede yetersiz ve duyarsız kaldığı bir iklimin fotoğrafını çekiyor.

4- BOŞLUKTAKİ BEDENLER / Adespota Kormia
Selanik’te özel mansiyon ile ödüllendirilen yaratıcı hibrit belgeselde, AB üyesi devletlerin kürtaj, tüp bebek ve ötanazi yasalarındaki tutarsızlıklar nedeniyle bir ülkeden diğerine giden kadınları takip eden yönetmen Elina Psykou bedenin özerkliğinin altını çizen hak ve özgürlük temelli bir ‘kadın filmi’ yapmış ama bütün meşru karşı görüşlere de yer vermiş.

5- SÜLEYMAN’IN HİKÂYESİ / L’Historie de Souleymane
2024 Cannes ‘Belirli bir Bakış’ bölümünde en iyi erkek oyuncu ve jüri ödülüne layık görülen filme adını veren Süleyman, iltica talebi kabul edilene kadar geçimini sağlayabilmek için Paris sokaklarında pedal çevirerek yemek taşıyan Gineli bir kurye. Yönetmen Boris Lojdkine’in genç adamın emeğinin sömürülmesini ve son mülakat yaklaştıkça artan endişesini hareketli kamerayla izleyiciye aktarışı etkileyici.

6- CENNETİN YANINDAKİ KÖY / The Village Next to Paradise
Cannes Film Festivali’ne seçilen ilk Somali filmi olarak tarihe geçen yapım, insansız hava saldırıları altındaki yoksul halkın hayatını anlatırken, Batı’nın ülkeye önyargılı bakışının tam tersi bir manzara çiziyor. Oyuncuların amatör oluşu filmi daha da otantik kılarken köy hayatı ve doğa tüm renkleriyle perdeye yansıyor.

7- ÜÇ SİYAH IŞIK GÖRDÜM / Yo Vi Tres Luces Negras
2024 Berlin Film Festivali Panorama bölümünde dünya prömiyerini yapan yapım katı gerçekliğin içinde metafizik bir dünya tasvir ediyor. Yönetmen Santiago Lozano Álvarez Kolombiya’da insanların her gün karşı karşıya kaldıkları tehdit ve şiddeti sergilerken, halkın katlanmak zorunda kaldığı korku ve yıkımı tüyler ürpertici bir bakışla aktarıyor.

8- HAYALLERİN EŞİĞİ / Rafaat Einy Il Sama
2024 Cannes Altın Göz En İyi Belgesel ödülü sahibi yapım, Mısır’ın eski halklarından Kıptîlerin yaşadığı bir kasabada geçen büyüme öyküsü üzerine. Umut saçan belgesel, hayallerini gerçekleştirmekle toplumun beklentileri arasında kalan bir grup genç kadının ataerkil düzen içinde kendilerini özgürce ifade etmek için sokak tiyatrosu yapmasını konu alıyor.

9- SANTOSH
İngiltere’nin taze Oscar adayı ilan edilen film, Hindistan’ın insanları doğuştan cinsiyetlerine ve kastlarına göre ayrımcılığa uğratan sistem içinde adalet nasıl sağlanırı tartışmaya açıyor. Ölen kocasının yerine polis memuru olarak işe giren Santosh bir yandan mizojini ile mücadele ederken, öte yandan kast sisteminin en altında kaldıkları için sürekli istismar edilen Dalit toplumundan bir kız çocuğunun ‘Narin Güran Vakası’nı andıran katlini araştırıyor.

10- BİSİKLET SATRANCI / Велошах
2024 Tribeca Festivali Uluslararası En İyi Kurmaca ödüllü Kazakistan yapımı, hükümeti iyi gösterecek haberler üretmeleri için görevlendirilen bir devlet televizyonu muhabiri ve kameramanı hakkında absürt bir güldürü. Meslek etiği ile devlet propagandası arasındaki çelişkiyi irdeleyen filmin en şaşırtıcı yanı ise bahsi geçen haberlerin gerçek bültenlerden alınması.

11- HAYALETLER / Les Fantômes
2024 Cannes Eleştirmenler Haftası seçkisinin açılış filmi, Suriye’deki iç savaşa yol açan baskı rejiminin mağduru Hamid’in adaleti sağlama çabasına odaklanıyor. Sesini tanıdığı ama yüzünü görmediği işkencecisinin peşine düşen genç adamın serüveni, Nazi Almanyası’ndan Güney Amerika diktatörlüklerine savaş suçluları ve işkencecilerin izinin sürüldüğü filmlerin psikolojik açıdan daha yoğun bir örneği olarak dikkat çekiyor.

12- HAİN / Landesverräter
Michael Krummenacher imzalı yapım, İkinci Dünya Savaşı sırasında prensipte tarafsız olan İsviçre’nin tarihinden az bilinen bir kesit sunuyor. Casuslukla suçlanan İsviçre vatandaşı Ernst Schrämli’nin gerçek yaşam öyküsünden yola çıkan film geçmişle hesaplaşırken, ülkenin tarafsızlığını Mihver Devletleri ile silah ticareti üzerinden sorgulayan cesur ve eleştirel bir dönem filmi olarak ilgi çekiyor.

13- CEVİZ YAPRAKLARI SARARDIĞINDA / Demo Ke Pelê Gozan Bîyî Zer
Yönetmen Mehmet Ali Konar’ın ilk gösterimini 47. Göteborg Film Festivali’nde yapan üçüncü uzun metrajı, Türkiye’nin yasaklar, kayıplar ve başka dertlerle yaralı Kürt coğrafyasında, ülkenin gündeminden düşmeyen ağır politik sorunları masum çocukların gözünden incelikle ve dokunaklı bir biçimde anlatma becerisini sürdürüyor.

14- GECENİN KIYISI
Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan, 2024 Adana’dan 3 Altın Koza ile dönen Almanya doğumlu yönetmen Türker Süer’in ilk uzun metrajı, orduya kayıtsız şartsız sadakatini asker babası aleyhine tanıklık ederek kanıtlamış genç subayın, kendisi gibi subay olan ağabeyini ifadesi alınmak üzere otomobille İstanbul’dan Malatya’ya götürdüğü 15 Temmuz 2016 gecesinde komutanına ve orduya sadakatini sorgulayışının hikâyesi.

15- KARA TANRI, BEYAZ ŞEYTAN / Deus e O Diabo Na Terra Do Sol
Glauber Rocha’nın toplumsal adaletsizliğe başkaldıran 60 yıllık çarpıcı yapıtı restore edilmiş kopyasından gösteriliyor. Brezilya ‘Cinema Novo’ akımı ustasının iki bölümlük öyküsü, ülke tarihine geçmiş gerçek eşkiyalardan esinlenen karakterleri, dini ve politik simgeleri, Pasolini filmlerinden, Western ve büyülü gerçekçilik akımından izler taşıyan sinema diliyle defalarca izlenecek bir klasik.

16- ŞEHİRDE İKİ ADAM / Deux Hommes Dans La Ville
Fransa’da hâlâ giyotinin kullanıldığı bir dönemde idam cezası karşıtı olarak çıkarak öne çıkmış olan 1973 yapımı film, ölüm cezası ile yargılanmış yönetmen José Giovanni’nin gerçek yaşamından dokunuşlar içerir. Geçen Ağustos ayında kaybettiğimiz Alain Delon ile Fransız sinemasının ikonlarından Jean Gabin’in ölümsüz hatırası için izlenmeye değer olan yapım, 1974 kışında Kadıköy Sineması’nda filmi ilk kez izlemiş Anadolu yakalı bizim kuşağı bir nostalji turuna çıkaracağa benzer.

(14 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Siyaset Her Zaman Güçlüden Yanadır: Gladyatör II

Devam filmleri her zaman zor(lu) olmuştur ve izleyici bir öncekinin estetik tadını, güzelliğini, etkileyiciliğini aramıştır. O nedenle de birçok devam filmi yapımcıya da izleyiciye de hüsran olarak dönmüştür. Bu kez, aradan geçen yıllarda Gladyatör üzerine çalışan ekip(ler), gerçekten iyi kotarmışlar ve birincisini yer yer aşan bir film yapmışlar.

Hikâyesini Peter Craig ile yazıp senaryolaştıran David Scarpa, birinci filmde ölen gladyatörün yerine yenisini koyarken Yönetmen Ridley Scott, 2000 yılında Oscar kazanan Gladyatör filminin finalini, Russell Crowe’un canlandırdığı Maximus’un ölmesini açılış jeneriğinde hatırlatıyor. Bu, yönetmenin yaptığı işe ne kadar güvendiğinin de bir göstergesi aslında. Roma’da başa iki kardeş geçmiştir ve zevküsefa içinde kimseyi umursamadan ülkeyi yönetmektedir. General Acacius (Pedro Pascal) önderliğinde Afrika’yı ele geçirip ülkeleri sömürgeleştirdikten sonra gözünü İran ve Hindistan’a dikmiştir; ancak Acacius, dökülen kanların halka sefaletten başka bir şey getirmediğini gördüğünden yorgunluğunu ileri sürerek gitmek istemez. En son Numidia’yı ele geçirip birçok da köle getirmiştir Roma’ya. Roma’ya getirdiği Hano (Paul Mescal), doğal olarak gladyatör olacaktır. Zaten film de onun öyküsüdür.

Hano (aslında Lucius’tur ve filmin devamlılığının belirleyici sebebidir), Macrinus’a (Denzel Washington) satılır ve felsefik konuşur, şiir okur, herkesi etkiler. Aklı ve dili kadar kasları da güçlüdür. Bir anda sivrilir diğerlerinin arasından ve lider olur… Sahi, liderlik de babadan oğula geçen bir özelliktir o dönemde (değil mi ki, imparatorluklar hem babadan oğula geçer). Köle tüccarı Macrinus, siyaset yapmayı iyi öğrenmiştir ve gizliden gizliye egemenliğini kurmaktadır, Hano ile işbirliği yapar. Tam o sırada söylediği, “Siyaset her zaman güçlüden yanadır” sözü, filmin akışını da belirler. Macrinus, belirleyiciliğini kavradığı siyaseti hiç çekinmeden kendi çıkarları için kullanacaktır.

Burada bir durup soluklanmak, bu durumu ülkemizle karşılaştırmak doğru olacaktır. Yoksa bir film sadece eğlen(dir)me aracı değildir, biraz da düşün(dür)me sanatıdır. Bizde de kapalı kapılar arkasında birbirlerinin kuyusunu kazmaktan çekinmeyen, ama yüz yüze geldiklerinde de birbirlerine yağ çeken siyaset yapılıyor. Roma’da,

Kolezyumun dışında halkın sefaletini, bizdeki çalışan emekçilerle işsizlikle boğuşan gençlikte görüyoruz. Arenadaki kanlı mücadele aslında bir iktidar savaşı (etki ajanlığı da geri çekilince rahatlıkla söyleyebiliyoruz) ve eğer halkın katılımı olmazsa gergedanlar, maymunlar, köpekbalıkları herkesi yem edecek, rahat, huzur, mutluluk olmayacaktır.

Madem siyaset her zaman güçlüden yanadır, sinema da güçlüden yana olacaktır ve bir devam filmi daha gelebilir…

Ridley Scott, doğal ışıkta ve tabii ki alabildiğine yoğun bilgisayar efektiyle gerçekten güçlü, başarılı bir film çıkarmış. Birincisinde elde ettiği başarıyı, bana sorarsanız geçecektir; filmin müziğinin oyuncuların etkili oyunlarına katkısını da unutmamalı… iki buçuk saate varan Gladyatör II, gerçekten görkemli ve heyecan verici.

15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(14 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yel Değirmenleriyle Savaş İçin: Rosinante

Ekonomik krizin etkilerini hepimiz yaşıyoruz, az ya da çok. Siyasal iktidar her seferinde enflasyonu düşüreceğini ve toplumsal refah seviyesini çok kısa bir sürede arttıracağını söylüyor, ama gün günden kötü geliyor. Hayat pahalılığı artarken barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi temel yurttaş hakları da yok oluyor. Her kente bir üniversite sloganıyla pıtrak gibi artan üniversitelerden mezun olanlar -adları nitelikli olsa da- işsizlikten ne yapacağını bilemiyor. Buna bir de pandemi gibi salgınlar da eklenince işsizlik özellikle gençlerin üzerine kâbus gibi çöküyor.

İşte, Ayşe ile Salih, okul çağına gelen ama hiçbir arazı bulunmadığı halde konuşmayan oğulları Emre ile birlikte hem pahalılık, hem barınma (kiraya uygun ev bulamıyorlar, bulduklarına da paraları yetmiyor), hem de işsizlikle mücadele ediyorlar.

Rosinante bir motosiklet ve ellerindeki tek varlıkları aslında ailenin. Özellikle konuşmayan Emre’nin ilgisini çeken tek şey. Onlarca oyuncağı olmasına rağmen babasıyla hep motosiklet üzerinden bağ kuruyor. Rosinante bir süre sonra ailenin üretim aracı, para kazanma aracı oluyor. Ayşe de Salih de motosikletle yolcu taşıyarak geçimlerini sürdürüyor.

Ayşe, oğul Emre için gerçekten kaygılanıyor: ya konuşmazsa! Çözümü bulunabilir mi? Anne ile baba arasında, işsizlik ve parasızlıktan doğan tartışmalar en çok Emre’yi etkiliyor. Bunları bir araya getirince, sıradan bir aile hikâyesi gibi görünen Rosinante, aslında bir dram olarak beliriyor.

Filmin senaryosunu Deniz Yeşilgün ile birlikte yazan yönetmen Baran Gündüzalp, sakin ve bir o kadar da yalın bir film çıkartmış. Sinemacıların pek sık başvurmadığı split denilen, sesin önceki görüntüye binmesini çok sevmiş besbelli. Akılcı kullanılan split aynı zamanda filmin akışını da kolaylaştırıyor.

15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(11 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Unutma İkisi de Sensin

Jane Fonda’nın 80’li yıllarda yaptığına benzer bir aerobik programının yıldızı, eskinin Oscarlı oyuncusu Elisabeth Sparkle (Demi Moore) ilerleyen yaşı nedeniyle tam da 50. doğum gününde işine son verildiğinde dünyası başına yıkılır. Ona kendini özel hissettiren geniş hayran kitlesini yitirdiğinde Beverly Canyon’daki lüks sığınağının yapayalnızlığından başka bir şey kalmamıştır elinde. Fransız yazar yönetmen Coralie Fargeat’ın 77. Cannes Film Festivali’nde sansasyon yaratan ikinci uzun metrajına adını veren ‘Madde’ ya da ‘Cevher / The Substance’, ‘daha iyi bir versiyonunuzu hayal ettiniz mi hiç? daha genç, daha diri, daha seksi bir siz istiyorsanız bu yeni ürünü denemelisiniz’ benzeri bir slogan paketiyle tam bu noktada hayatına girer.

Tek bir iğne DNA’sını harekete geçirecek, yeni bir hücresel bölünme başlatarak kendi bedeni içinden daha genç ve pürüzsüz yeni bir versiyonun ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bedeni yırtılarak ‘Alien’ misali vücudundan çıkan Sue (Margaret Qually), Elisabeth (ya da Lizzie)’nin 23 yaşındaki versiyonu olarak onun şov dünyasındaki yerini alır. Ancak unutulmaması gereken şey ana kaynağın Lizzie, tek kuralın ise paylaşmak olduğudur. Telefondaki sesin yönlendirmesi ile metruk bir adresten temin edilen sıvı ve beraberindeki kitlerin yedişer gün arayla değişimli olarak iki beden arasında dengeli bir biçimde kullanılma zorunluluğu vardır. Yoksa herhangi bir gecikme vahim sonuçlara yol açabilecek, bir tarafın fazladan kullandığını diğer taraf kaybedecek ve bu kaybın geri dönüşü olmayacaktır.

‘Cevher’ erkek egemen şov dünyasını, şöhret kültürünü ve kadınların sektörde var olabilmek için uymak zorunda oldukları klişe güzellik standartlarını topa tutarcasına eleştiriyor. Eril dünyayı temsil eden küstah ve mide bulandırıcı televizyon yapımcısının (Dennis Quaid) #Me Too hareketini başlatan skandalların ana aktörü Harvey Weinstein ile aynı adı taşıması bu açıdan anlamlı. Film bununla da kalmıyor. Çağdaş tüketim toplumunda yapayalnızlığı gözlerimizin içine sokarken, kuşaklararası kadim çatışmayı ve rekabetin karanlık yollara sürüklediği ezeli ebedi ana-kız ilişkisini didikliyor. Tüm bunları yaparken, Cronenberg, Carpenter, Lynch ya da Haneke gibi ustalardan aldığı esini saklamayan Forgeat, Kubrick tarzı kırmızı ve beyazın egemen olduğu geniş açılı stilize görsel dünyasını ustaca kuruyor.

Fargeat öfkesini şiddet yüklü, seyri çok da kolay olmayan bir kan deryasında açığa çıkarmayı seviyor. Western esintili gerilim türüne feminist bir yorum getirdiği 2017 yapımı ‘İntikam / Revenge’ adlı ilk uzun metrajında, işleri bittiğinde kendisini hunharca yok etmeye çalışan patriyarkal düzenin temsilcisi 3 erkek arkadaşı şiddetin doruğa çıktığı vahşi bir kovalamacanın ardından nasıl telef ettiğini izlemiştik. ‘Cevher’in uyuşmaz ikilisinin kaçınılmaz sonunu yine gözü pek ve cüretkâr bir kan ve dehşet denizinde noktalamış. En iyi senaryo ödülü ile döndüğü Cannes’daki prömiyerinde smokinli beyler ve şık tuvaletli hanımların perdeden nerdeyse üzerlerine sıçramış olan kan tufanı konusunda hassas izleyiciyi uyarmış olayım. Buna karşılık, Demi Moore’un yıllar sonra kendi personasını ti’ye aldığı yılın en cesur ve özgün filmi ile karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek isterim.

(08 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ölmek Zamanı

Pedro Almodóvar’ın Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen son filmi ‘Yandaki Oda / The Room Next Door’ ölme kararı üzerine bir deneme. Son kitabı ‘Ani Ölümler Hakkında’(On Sudden Deaths) ‘ölümü daha iyi anlayıp kabullenmek’ için yazdığını ifade eden Ingrid (Julianne Moore) New York’un anıt kitabevlerinden Rizzoli’deki imza gününde karşılaştığı eski dostundan ortak arkadaşları Martha’nın (Tilda Swinton) çağın belalı hastalığına yakalandığını öğrenir. Rahim kanserinin üçüncü evresindedir Martha. Gençlik yıllarında aynı dergide çalışmış, birçok şeyi hatta aynı adamı paylaşmış olan iki eski dost yıllar sonra hastane odasında buluşur. Öfori ve depresyon arasında gidip geldiğini söyleyen Martha, hastalığı ile yüzleşme ve kabullenme sürecinde ‘henüz partiyi terketmeye hazır olmadığını’ ifade eder. Ancak ilk kemoterapi sürecinin ardından karaciğer ve kemiklerdeki metastaz haberi herşeyi değiştirir. Birkaç ay, belki de bir yıl daha dayanılmaz acılar ve sanrılar içinde hastalığın onu yiyip bitirmesine izin vermeyecek, internet aracılığı ile ulaştığı bir hap yardımıyla kendisinin ifadesiyle ‘haysiyetli’ bir

ölümün zamanını bizzat kendisi tayin edecektir. Herkes mücadele etmesini istiyordur, bu savaşı vermek için eğitildiğini o da bilir ama kanser son noktayı koymadan, o kendisini haklayacaktır. Ötanazi düşüncesini başka arkadaşlarına da açmış ancak hiç biri bu süreçte yanında olmak istememiştir. Aynı teklifi kendi korkuları ile boğuşmaya, trajedinin içinde yaşama alanları bulmaya çalışan eski dostuna ilettiğinde tüm tedirginliği içinde şaşkındır Ingrid. Martha’nın talebi ölüm hapını aldığında yan odada birinin olmasıdır. Eski savaş muhabiri pek çok savaş görmüştür ama bu başka bir savaştır ve bu savaşta yalnız başına ölmek istemez.

Ingrid teklifi kabul ettiğinde Woodstock yakınlarında bir aylığına kiralanan, şehre iki saat uzaklıktaki orman evine taşınırlar. Huzur ve sessizliğin hakim olduğu, iki mevsimin yaşandığı bir iklimde eski günlerden, adrenalin bağımlısı Martha’nın annelik yapamadığı ve şimdilerde nadiren görüştüğü kızından, iki entelektüel kadının ortak edebiyat aşkından, Faulkner’den, Hemingway’den konuşurlar. Roger Lewis’in yakınlarda çıkan Elizabeth Taylor ile Richard Burton’ın tutkulu beraberliğini konu edinmiş ‘Erotic

Vagrancy’ hakkında sohbet eder, müzik dinler, sinema tarihinin ölümsüz klasiklerini izlerler. Kemoterapili kafasıyla muhakeme yeteneğinin azaldığını, müzik olarak artık sadece kuşların sesini duymayı istediğini, en sevdiği yazarlardan eski tadı alamadığını, boşluğa doğru sürüklenen zihni ile konsantrasyon duygusunu kaybettiğini dile getirir Martha. Vakit geldiğinde her ikisinin de favori yazarı James Joyce’un sinemaya da uyarlanan uzun öyküsü ‘Ölüler / The Dead’in finalinde olduğu gibi kar yağacaktır güçsüzce, tüm yaşayanların ve ölülerin üzerine.

75 yaşındaki Almodóvar dört yıl önce yine Tilda Swinton ile çektiği Jean Cocteau’nun ‘La Voix Humaine’ uyarlaması 30 dakikalık küçük sinema mücevheri ‘İnsan Sesi / The Human Voice’ ve yine kısa western denemesi ‘Strange Way of Life’ın ardından İngilizce dilinde çektiği bu ilk uzun metrajında kendine özgü dünyasını yabancı bir diyarda görkemli bir biçimde inşa etmiş. Amerikalı yazar Sigrid Nunez’in ‘What Are You Going Through’ adlı romanından yola çıkan film, yüksek sanatın, edebiyatın, resmin, müziğin yüceldiği, modernist yapım tasarımında kırmızıdan yeşile parlak renklerin hüküm sürdüğü coşkulu Almodovaryen evrenine

evrilirken üstadın değişmez bestecisi Alberto Iglesias müzik çalışması ile bir kez daha ustalığını konuşturmuş. ‘Persona’ ikilisini hatırlatan Swinton ile Moore’un karşılıklı performansları göz kamaştırıyor. İspanyol sinemacı John Turturro’nun hayat verdiği karakteri ise bir nevi alter ego’su olarak kullanmış İspanyol sinemacı. ‘İnsanların doğru şeyi yapacağına inancımı yitirdim’ diyor Damian. Her zamankinden fazla karbondioksit salınımından, dünya ekosisteminin çöküşünden, aşırı sağın yükselmesi ile neoliberal çılgınlığın kafa kafaya gidişinden yakınıyor. Kar sessizce yaşayanların ve ölülerin üzerine yağarken.

(07 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hangi Din Daha Gerçek? Sapkın

İki genç ve güzel kızın aralarındaki konuşmayla açılır film. Her genç insanın konuştuğu şeylerdir birbirlerine anlattıkları; bu iki gencin rahibe olduklarını öğreniriz. Mormon tarikatının tanınmasına yönelik çalışma içerisindedirler. Bir evin kapısı çalarlar, güvenlik nedeniyle evde bir kadın yoksa girmemeleri gerekse de kapıyı açan güler yüzlü Bay Reed’e (Hugh Grant) güven duyarak içeri girerler. Konu açılınca Reed, inançlarını tartışmaya açar. Reed, ilginç sorularla genç rahibelerin kafasını karıştırır, onları kandırmayı başarır. Yalan söylemez, ama rahibelerin sorularına yanıt vermekten kaçınır.

Korku filminin ilginç örneklerinden birini izleyeceksiniz. Koltuklarınızdan sıçramayacak, ama ne olacağı merakıyla tırnaklarınızı kemireceksiniz, tabii içten içe “bir şey olmasın” dualarıyla. İnsanın dışı ile içini (ya da düşüncesini) tanımak kolay değildir. Güler yüzlü, güven duyabileceğiniz kadar bilgili olduğuna sizi ikna eden biri kolaylıkla her istediğini yapabilir. Filmde de iki genç ve inançlı rahibe, deneyimsizliklerinin de etkisiyle tartışmaya girer adamla. Ya eve hiç girmeyeceklerdir -ki hava yağmurlu, sırılsıklam ıslanmışlardır, bir anlamda ısınmak için fırsat olarak görülebilir- ya da bu sorunlar veya benzerleriyle karşı karşıya kalacaklardır.

Korkudan çok gerilim yüklü filmin içinde mizah da yer alıyor; gerçi rahibelerin inançlarıyla dalga geçmek amaçlı ama yok değil, dozunda. Korku filmlerinin kaçınılmaz ögesi oluk oluk akan kan filmin ikinci yarısında görünüyor. Rahibe kızların cesur davranışları ise gerçekten ilginç, yani inançlarına güvendikleri aşikâr. Rahibelerden daha sakin olan değil, ama konuşkan olan dikkatlidir ve adamın açığını bulmaya çalışır. Bir çözüm yolu bulamazlarsa ölüm kaçınılmazdır.

Üç semavi din ile diğer büyük dinlerin dışında yeni bir şey üretmese de Bay Reed, yeni bir din ile yeni bir dünya kuracaktır, ama bunun yolu bu mudur? Orası kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti, ancak karşılıklı konuşmaların insanı etkilememesi, bilgilerini yeniden gözden geçirmesi için yararlı. Karakterleri yakın plan gören kamera izleyicinin de etkilenmesini sağlıyor.

08 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(06 Kasım 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İşçisin Sen İşçi Kal

Herkes onu Ani diye çağırır ama gerçek adı ‘Anora’dır. Işık, aydınlık anlamına gelir ismi ancak kucak dansı yaptığı, çoğunluğu kaybedenler kulübünden müşterileri eğlendirdiği gece kulübünün loş ışığı altında geçer hayatı. Sigortası bile yoktur ama 23 yaşın verdiği coşkuyla yaşar hayatını. Ultra varlıklı Rus oligarkın zıpır veliahtı Ivan Zakharov ile (o da kendisine Vanya denmesini ister) karşılaştığı gece Sinderella hikâyesi başlar. İlk buluşmanın ardından zengin ailenin şımarık oğlu genç kızdan yüklüce bir para karşılığında bir haftalık sevgilisi olmasını ister. Ani dünden razıdır. İkilinin ten uyumu alev alev bir beraberliğe yelken açarken, Las Vegas tatilinin içkili kokainli zevk doruğunda evleniverirler. Kız kardeşi ile birlikte yaşadığı Brooklyn’deki kırık dökük apartman dairesinden Vanya’nın ailesinin Brighton Beach’deki görkemli malikanesine taşınan genç kız bolluk ve sefahat hayatının sarhoşluğu içindedir. Ancak yönetmen Sean Baker’ın niyeti ‘Pretty Woman’ tarzı bir Hollywood masalı anlatmak değildir. Oğullarının bir eskort kızla evlendiğini haber alan Rus ebeveynler önce New York’ta ikamet eden adamlarını devreye sokacak, olaya bizzat el koymak üzere özel uçaklarıyla soluğu Amerika’da alacaklardır.

Mayıs ayında Cannes’da Altın Palmiye ile onurlandırılan ‘Anora’nın yönetmeni Baker Amerikalıların pek de görmek ve bilmek istemediği marjinal yaşamları filmlerinde sergilemesiyle ünlüdür. 2000 yılında, kırsal Amerikan erkeklerinin tutum ve davranışları üzerine ‘cinéma verité’ (gerçeğin sineması) tarzında çektiği ilk uzun metrajı ‘Four Little Words’ (Dört Kısa Kelime) adını taşır. Kendine has ‘yeni gerçekçilik’ esinli yarı dokümanter tarzını inşa ettiği denemelerinden 2004 yapımı ‘Take Out’, mafyaya olan borcunu ödemek üzere para bulmak üzere bir gün boyunca koşturan Çinli kaçak işçinin; 2008’de çektiği ‘Prince of Broadway’ varlığından haberi bile olmayan oğlu kucağına verilen sokak satıcısı siyahi Lucky’nin; 2012 yapımı ‘Starlet’ bir porno yıldızının

öyküsü etrafında şekillenir. Avrupa’dan Ken Loach ustayı örnek alan, Dardenne kardeşlerin dünyasıyla gözle görülür bir akrabalığı olan Baker sineması ‘Tangerine’ ile daha geniş bir izleyici kitlesince fark edilmeye başlar. iPhone ile çekilen bu film, iki transseksüel seks işçisinin kaotik Los Angeles sokaklarındaki zorlu bir günü ve gecesi üzerinedir. Baker bizde sinemalara uğramış olan, bugüne kadar en çok ses getirmiş denemesi 2017 yapımı ‘The Florida Project’ ile ABD’nin güneyine, Florida’nın güneşli rengarenk iklimine yollandığında, bu defa Orlando’nun varoşlarında, Disneyland eğlence diyarının arka bahçesindeki motellerde yaşayan yoksul Amerikalıların dünyasına çevirir kamerasını.

Bağımsız sinemacıların en bağımsızı ünvanını kesinlikle hak etmiş olan sinemacının senaryolarını yaklaşık 20 yıldır yazar dostlarıyla ortaklaşa hazırladığını, filmlerini çok düşük bütçelerle çektiği ve daha sonra kendisinin kurguladığını biliyoruz. Her zamankinden daha büyük bir bütçe ile çalıştığı ‘Anora’ yine bir kolektif çalışmanın ürünü. Yazar ekibinin başlangıçta kendisine önermiş olduğu ABD’de yaşayan Ruslara dair mafyatik öyküyü reddettiğini

biliyoruz. Buna karşılık Amerikan topraklarında ikamet eden Rus diasporası üzerine daha şenlikli bir gözlem yapmak ve sınıf ilişkileri üzerine hınzır bir denemeye imza atmayı tercih etmiş. Ani ile Vanya’nın beraberliği Richard Gere – Julia Roberts’li külkedisi masalının zıt kutbunu oluştururken, Z kuşağı gençlerin aşk ile paranın, duygusallık ile maddiyatın birbirine dolaştığı çağdaş dünyaları üzerine yaman tespitlerde bulunmuş.

Doludizgin bir kara komedi tadında ilerleyen filmin muhtemelen Cannes jürisini de tavlayan finalinde, sınıf ilişkilerine çarparak neyin sahte neyin gerçek olduğunun ayrımında kaybolan Ani’nin kişiliğinde iz bırakan bir karakter yaratıyor Baker. Mikey Madison ise kendisine Oscar adaylığı getireceğine kesin gözüyle baktığım incelikli Anora yorumuyla her türlü alkışı hak ediyor.

(04 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com