Kategori arşivi: Yazılar

Encore Sinema: Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği

Sevdiği bir filmi yeniden izlemeyi kim istemez? Sevdiği şarkıyı dinlemekten, sevdiği resme bakmaktan, sevdiği kitabı yeniden okumaktan kaçınır mı insan?

Koşullar birçok sanat yapıtını yeniden karşımıza çıkarmıyor ne yazık ki. Buna da bağlı olarak anılarımızda kaldığı (zaman içerisinde ayrıntılarının unutulmaya yüz tutması da cabası) kadarıyla özlemle anıyoruz. Şimdi, o eski sevdiğimiz filmleri yeniden, hem de yüksek kaliteli görüntüsü, sesi ve kalitesiyle, beyazperde farkıyla ayrıntılarını kaçırmadan, görüntünün görkemini yaşayarak yeniden izleme şansını yakalıyoruz. Encore Sinema, son yılların klasikleşmiş, unutulmaz filmlerini izleme deneyimi sunuyor. İlk film: “Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği”… Program, Mart ayı boyunca romanı da çok satan, çok sevilen ve hâlâ da çok okunan “Yüzüklerin Efendisi”nin diğer iki filmini

de içeriyor. Arkasından Nisan ayında “Inception”, “Tenet”, “Yıldızlararası” (Interstaller)… Mayıs’ta “Örümcek Adam”lar, Haziran’da “Matrix”ler, Temmuz’da Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi” (The Da Vinci Code), “Melekler ve Şeytanlar” (Angels & Demons) ile “Cehennem”i (Inferno)… Ağustos’ta “Batman” dizisi… Eylül’de de “Hobbit” dizisi sırayla gösterime girecek. Böylelikle, platformlarda görece küçük ekranda ayrıntıları kaçırma pahasına izlemekten; ayrıca internette, kaçak izlenen, dolayısıyla da film izleme keyfini kaçıran (tabii, kaçak olması nedeniyle telif hırsızlığına da yol açan demeyi unutmamak gerekir) kötü kopyalardan kurtulmak mümkün olacak.

Bilindiği gibi, konserde “bis” dediğimiz, “son bir kez daha” anlamına gelen uygulamayı sinemada “encore” olarak adlandırıyoruz. Sinemanın keyfini yaşayan (ve tabii yaşatan) izleyici, TME Films uygulaması “Encore Sinema” ile mutluluğu bir kez daha yaşayacak. Umarız, bu uygulama süreklilik kazanır.

Yüzüklerin Efendisi Yüzük Kardeşliği, 14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(13 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Ölmek Nasıl Bir Duygu

Hayatta kalabilmek ve geçinebilmek için defalarca ölmek zorunda kalan Mickey Barnes (Robert Pattinson) sürekli bu soruya maruz kalıyor. Bu ne biçim iştir dediğinizi duyuyor ve hemen hikâyeye geçiyorum. 2054’lerin kaotik dünyasında kankası Timo (Steven Yeun) ile makaroncu dükkânı açmak için tefeciden borçlanan Mickey, iş yürümeyince zor duruma düşer. Alacağını pek de dert etmeyen, buna karşılık geri ödeme tarihini geçirenlerin dehşetengiz katlinin video görüntüsünü izlemekten keyif alan Darius Blank’in elinden nasıl kurtulacaktır şimdi. Dünyayı haddinden fazla sömürmüş olan küresel güçlerin gözünü uzayın boşluğundaki gezegenlere diktiği pek uzak olmayan bir gelecekte, bahtsız Mickey çareyi hızlıca bir uzay keşif ekibine sızmakta bulur. Eski siyasetçi Kenneth Marshall’ın (Mark Ruffalo) dünya düzeninde varolan bir dolu etik kaygı ve dinsel tantanayı bertaraf etmek üzere yola çıktığı bakir gezegenleri kolonileştirme sürecinde, çeşitli deneylerde kobay olarak kullanılmak üzere sözleşme imzalar. Başta zikrettiğimiz üzere artık geçinebilmek için mütemadiyen ölmeye razı olacak, her ölümün ardından tıpkı basım kopyası üretilerek yeniden hayata dönecektir.

Edward Ashton’ın ‘Mickey 17’ adlı aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan Bong Joon Ho imzalı yapım işte böylesine ilginç bir serüveni konu alıyor. Şirketin tanımlamasıyla ‘harcanabilir’ olmayı kabul etmiş ve 4 küsur yıl boyunca o gezegenden bu gezegene eşek gibi çalıştırılıp yıpratılmış Mickey’nin karla kaplı Niflheim gezegeninde düştüğü buzul çukurunda açılıyor film. Mağaranın sakinleri olan ‘Alien’ misali yaratıklar tarafından bir an önce yutulmayı beklerken, laboratuvar ortamında klonlanarak yeniden doğacağının tuhaf kaygısı bakışlarında sezilmektedir. Ekibe katılırken beden taraması yapılmış, anıları boşluk olmayacak biçimde bir hard disk’e yüklenmiştir gerçi, lakin bundan önceki ölümlerinde akıllara zarar miktarda radyasyona maruz kalan cildi feci şekilde yanmış, bir deney sırasında gözlerini kaybetmiş, bıçaklanmış ve türlü acılı biçimde yaşama veda etmiş olduğundan bu defa acısız bir ölüm arzusundadır. Kahramanımız, yaratıklar onu midelerine atmak yerine düştüğü çukurdan kurtarıp hayata döndürdüğü için, yeniden basıla basıla etinin yenmez hale gelmiş olduğuna hayıflanırken, ortadan kalktığı düşünülerek Mickey 18 adıyla yeniden üretildiğinde işler hayli karışacaktır.

2019 yılında ‘Parazit / Gisaengchung’ ile sinema alemini sallayan, Cannes’da Altın Palmiye’nin ardından bir Uzakdoğu yapımı olarak en iyi film, yönetmen, özgün senaryo ve uluslararası yapım gibi 4 önemli dalda Oscar ödülünü kucaklayan Bong Joon Ho, sinemasının temel motiflerini barındıran Ashton metninin senaryo uyarlamasını, hepimizin aşı testlerinin kobayı haline geldiğimiz pandemi döneminde tamamlamış. ‘Kar Küreyici / Snowpiercer’ (2013) ile 2017 yapımı ‘Okja’nın yeni ve ilginç bir karışımı olan ‘Mickey 17’ sinemacının vahşi kapitalizm eleştirisini bir kez daha perdeye taşıyor. İşçi haklarının, sendikanın, emekliliğin lafının geçmediği karanlık bir yakın gelecekte insan hayatını en ucuz meta olarak resmediyor. ‘Kar Küreyicisi’nin sınıflar arası uçurum teması, aynı trende arka vagonlara atılmışların lüks kategorideki zenginlerin arzularına hizmet edişinden doğan sistem eleştirisi burada da sürüyor.

Kibirli, iğrenç ve komik diktatör tiplemesi içinse aklımıza ilk anda Trump figürü düşüyor. Ruffalo’nun abartılı konuşma tarzı ve duruşu bunu hissettiriyorsa da yönetmen taze ABD başkanını tek örnek olarak almadığını, Kuzey Koreli Kim Jong-un’dan başlayarak gelmiş geçmiş ve günümüzde bolca rastladığımız dikta heveslilerinden ilham aldığını ifade ediyor. Marshall’ın baskın karısı Yfla (Toni Collette) ile olan Macbeth’ler tarzı ilişkisini Çavuşesku benzeri karı-koca dikta sevdalılarından esinle çizdiğini ekliyor. Mickey’nin Marshall ve şirketi ile trajikomik çatışması, çürümekte olan gezegenimize alternatif uzayda yeni yaşam alanları için kolları sıvamış Jeff Bezons ya da Elon Musk benzeri figürler öncülüğünde uzayı kolonileştirme ideallerini de akla getiriyor kuşkusuz.

Brad Pitt’in ortağı olduğu Plan B’nin yapımcıları arasında olduğu bu distopik bilim kurgu Koreli yönetmenin Hollywood sisteminden beslenen en pahalı yapımı olmuş. Keskin bir devrimci tavrı yok kuşkusuz ancak çağımızın giderek otoriterleşen dünyası üzerine hayli çoşkulu bir taşlama olarak ilgiyi hak ediyor. Biri içe dönük iken diğerine öngörülemez bir asilik kattığı çifte performansı ile günümüzün en iyi aktörlerinden biri olarak çok takdir ettiğim Pattinson yine döktürmüş. Trump motifli dikta heveslisinde Ruffalo, sos düşkünü dominant eşinde Collette çok iyiler. Spielberg’ün değişmez yoldaşı usta Darius Khondji’nin görüntüleri, Londra Senfoni Orkestrası’nın yorumladığı temadan temaya evrilen Jung Jae-il imzalı müzik çalışması da birinci sınıf.

(12 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Günün Gündemini Yakalayan Film: Gecenin Kıyısında

Sinemacı gündemi yakaladığında, inanın ki, hem izleyicinin beğenisini kazanır hem de gerçekten başarılı olur. 15 Temmuz darbesi, ne kadar darbedir, ne kadar manipülasyondur tartışılır. Kimin kazandığı ya da kaybettiği de, ancak bir ülkenin ve yurttaşlarının yaşamını değiştirdiği kesin bir gerçektir.

Türker Süer, hem ilginç, ilginç olduğu kadar önemli ve bir o kadar da gerekli bir film yapmış hem de filmin tartışılmasını sağlamış. Kazandığı ödüller kanıtı…

Babalarının yolundan giderek asker olan iki kardeş, askerliğin temelinde yatan emir komuta zincirinin gerekliliğiyle astın üste itaatini ilke edinmiştir. Ancak büyük kardeş, hâlâ üsteğmenken, küçük kardeş itaatkârlığıyla yüzbaşılığa yükselmiştir. Abi Kenan (Berk Hakman), emre itaatsizliği firarla doruğa çıkarırken, onu mahkemeye götürme görevi kardeş Sinan’a (Ahmet Rıfat Şungar) verilmiştir. Onlar yoldayken 15 Temmuz darbesi yapılır. Yol üstü bir garnizona girerler, ama acaba darbecilerin hâkimiyetindeki bir yer midir? Tabii ki, sorgulanacaklardır ve acaba kim darbecilerin safına geçecek, hangisi direnecektir?

Çarpıcı bir planla açılan filmin temposu sonuna kadar düşmüyor. İzleyici, sürekli yol ayrımında neye karar vereceğini sorguluyor. Oyuncuların da görüntüler gibi başarılı olduğunu söylemeliyim. Filmin en çarpıcı yanı, “erkek egemen ülkede, erkek egemen askerlikle erkek egemen bakışın hayatı ne denli zorladığı”dır. General, hem kadını aşağılıyor (tam da 08 Mart haftasında, alabildiğine itici kuşkusuz) hem de mahiyetindeki subayı. Bir an, “ne yapıyorsun” ya da “kimseyi aşağılamaya hakkınız yok” diye itiraz etmek geçti içimden. Hoş, Sinan’ın eşi, benim içimden geçenleri, birebir değilse de dillendirdi de rahatladım.

Kuvvetler ayrılığının hiçe sayıldığı, Anayasanın bile rafa kaldırıldığı, parlamentonun bir öneminin kalmadığı bir dönemde, askeri veya benmerkezci vesayet her zaman etkin olmak isteyecektir. Üsteğmen Kenan gibi itiraz edebilen, Yüzbaşı Sinan gibi sonradan fark eden subaylar hukukun ve demokrasinin koruyucu gücü olacaktır.

14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(11 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Abartılı Gerçeklik: Balkondaki Kadınlar

Küresel ısınma, kentlerde, ısı adası oluşturan beton yığınları arasında kendini daha çok gösteriyor ve zaten çok sıcak olan gün(ler) daha da çekilmez oluyor.

Abartı sadece havanın sıcaklığında değil, yaşamlarda da… hatta “Balkondaki Kadınlar”da da o kadar büyük ki, abartının abartısı gerilimden komediye, aşk hikâyesinden korkuya dönüp duruyor.

Üç kadın arkadaş, Marsilya’nın kendine özgü dar, ama yüksek binalarla çevrili sokaklarından birinde, balkondan hem evleri dikizliyorlar hem de kendilerince hikâyeler oluşturuyorlar. Kadınların ilki, filmin de yönetmeni olan Noémie Merlant’ın canlandırdığı, oyuncu Elise karakteri… İkinci kadın kamera karşısında erotik gösteriler yapan Ruby (Souheila Yacoub)… Üçüncüsü ise yazarlık yolunda, ilham gelmesini bekleyen Nicole (Sandra Codreanu). Üç arkadaş, gençliklerinin, heyecanlarının da etkisiyle karşı apartmanda yaşayan genç adamın evine gider, bir akşam. Bundan sonrasını anlatmak yerine izlemenizi önermeliyim; biraz şehvet, biraz erkek egemen yaşam, biraz kadın özgürlüğü, feminizm, biraz erotizm, birazdan çok gerilim ve heyecan dolu.

Filmi izlerken bir yandan kahkaha atarken bir yandan da merakla ne olacağını bekliyorsunuz. Filmin akışını “Balkondaki Kadınlar” belirliyor, dikizledikleri gibi, izleyiciyi de o dikize katıyorlar. Film; hızı, kamerası (özellikle çevrinmesi –eskiden ‘pan’ denirdi), müziği ve dar alanda (ağırlıklı olarak apartman dairesinde) hareketliliğiyle öne çıkıyor. Kadınların öfke ve yaşam sevincine katılmamak elde mi, ama jinekolojik muayenenin insanı nasıl da kötü hissettirdiğini içiniz ürpererek izliyorsunuz.

Yaşananlar gündelik hayatın dışında gibi olsa da izleyici olarak kendinizi hiç de dışarıda görmüyorsunuz, çünkü beyazperdeye yansıyanların hepsi yaşanması olası şeyler. Karısının gözünü morartan kocasının, bayılan kadına su vermesi için tekmelemesi, yetmeyip su dökerek ayıltması karşısında kadının kocasını öldürmeyi (hak ediyor kuşkusuz, bizim ülkemizde de öyle değil mi; kadın cinayetleri ya eşler, ya sevgililer tarafından işleniyor en çok) başarması gerçekten etkili. Üç arkadaşın birbirini korumaya çalışması, dayanışması da farklı değil.

İnsanın, keşke 08 Mart öncesinde gösterime girseydi düşüncesi geçiyor aklından.

14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(10 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Hepimiz Tehlike Altındayız

Aralık 1970, Rio de Janeiro sahilindeyiz. Yaz güneşinin altında insanlar plajda keyif yapmaktadır. Eunice Paiva (Fernanda Torres) denizin tadını çıkarırken tepesinden geçen helikopterin gürültüsü ile irkilir. Askeri diktatörlüğün giderek sıkılaşan pençesinde ezilen Brezilya saatli bomba gibidir. Tehlike çanları, çoluk çocuk tüm dostlara açık sayfiye evlerinden huzur yayılan 5 çocuklu aile için çalmakta gecikmez, aktif siyaseti bırakmış İşçi Partisi eski milletvekili Rubens Paiva (Selton Mello) sakin bir öğleden sonrası karısıyla tavla oynarken gizli polis tarafından evinden alınıverir.

Eunice ile büyük kızlardan Nalu ertesi gün götürülür. Genç kadın, taştan koridorları kan izleriyle dolu, kapalı kapılar ardından işkence gören tutuklularının çığlıklarının yükseldiği Rio’daki kışlada hücre hapsi süresince sorguya tabi tutulur. Günler sonra serbest bırakıldığında kocası ortadan kaybolmuş, herkesin imrendiği evinin huzuru darmadağın edilmiştir. Ailesi paramparça olan ve beş çocuğuyla ortada kalan Eunice, São Paulo’daki baba ocağına geri dönüp 25 yıl önce yarım bıraktığı hukuk öğrenimini tamamlayacak, bu süreçte yerel halkların hakkını savunan aktivist kimliğini inşa ederken, Brezilya’nın karanlık yıllarını afişe etme çabasını sürdüren başarılı bir avukat olarak hayatını baştan yaratacaktır.

‘Hâlâ Buradayım / Ainda Estou Aqui’, Brezilyalı sosyalist sinemacı Walter Salles’in Jack Kerouac’ın otobiyografik romanından uyarladığı 2012 yapımı ‘Yolda / On The Road’dan bu yana ilk uzun metrajı. Paiva ailesinin öyküsü onun için kişisel bir önem taşıyor. Salles 13 – 14 yaşlarındayken bu herkesin imrendiği saygın ailenin 5 çocuğunu tanımış. Yakın arkadaşı Nalu sayesinde ailenin içine girmiş, ülkeyi kıskacına almış diktatörlük döneminde Paiva’ların evinin müzik, edebiyat ve yaşam kültürü onun ufkunu açmış. Yıllar sonra evin küçük oğlu Marcelo’nun anıları ile karşılaştığında ailenin özelinde ülke halkına ve entelijensiyasına 20 yıl boyunca zulmü yaşatmış olanlarla hesaplaşmak ve olan biteni tüm açıklığıyla bugünkü kuşaklara aktarmak istemiş.

Salles geçtiğimiz yıl Venedik’ten en iyi senaryo ödülü ile dönen, en iyi uluslararası film dalında taze Oscar’lı çalışmasında 1998 yapımı ‘Merkez İstasyon / Central do Brasil’de gönüllerimizi fethetmiş eşsiz aktris Fernanda Montenegro’nun gerçek hayattaki kızı Fernanda Torres ile çalışmış. Gerek Torres gerekse gerçek Rubens’in o sevecen karakterini bir eldiven gibi kuşanmış olan Mello yüreğimizi derinden yaralayan müthiş performanslar sunuyor. Walles’in finaldeki güzel sürpriziyle, 89 yaşındaki Eunice’yi anne Montenegro’ya oynatıyor, böylece hem ana kızı hem de sinemasının ilham kaynağı iki dev oyuncuyu aynı hikâyede buluşturuyor. Film gerek 70’lerin dünyasını kusursuz yansıtan yapım tasarım çalışması, gerekse görüntü yönetmeni Adrian Teijido’nun 35 mm ile Super 8 görüntüleri ustaca kaynaştırdığı mükemmel çalışması ile parlıyor.

Giderek otoriterleşen günümüz dünya siyasetine, askeri ve sivil diktatörlük uygulamalarına karşı bir uyarı niteliği de taşıyan Salles’in filmi, kayıplar ve faili meçhullerle yaralanmış benzer bir toplum olarak, hiç de yabancısı olmadığımız hikâyesiyle yaralarımızı kanatıyor, dehşete kapılıyoruz. Warren Ellis’in etkileyici müziği ile hüzünlenirken, keşke Tarantino geliverse, şu makus tarihi perdede tersyüz ediverseyi arzulamaktan kendimi alamıyor, gözyaşlarımı tutamıyorum.

(07 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Acı Kardeşliği

Çağımızın yetenekli genç aktörlerinden Jesse Eisenberg’in hem oyuncu hem yönetmen olarak kotardığı ikinci uzun metrajı ‘Gerçek Acı / A Real Pain’ üç ay arayla dünyaya gelmiş iki kuzenin havaalanında buluşması ile açılıyor. Takıntılı Dave (Jesse Eisenberg) uçağa zar zor yetişirken, vurdumduymaz izlenimi veren Benjamin (Kieran Culkin) saatler öncesinden bekleme salonunda yerini almıştır bile. Benji havaalanlarında binbir çeşit farklı insanla karşılaşmaktan hoşlanmaktadır çünkü.

New York’ta dijital reklamcılık işiyle uğraşan evli ve bir küçük oğlan babası Dave ile boş gezenin boş kalfası kuzenin Polonya yolculuğu, yakın bir zamanda yitirdikleri sevgili büyükannelerinin vasiyeti üzerine onun doğup büyüdüğü toprakları ziyaret etmek amacını taşır. Üçü Yahudi asıllı, bir diğeri Ruanda’daki soykırımdan kurtularak sığındığı Kanada’da Museviliği kabul etmiş kişilerin dahil olduğu mini ‘soykırım turu’nun rehberliğinde sırasıyla başkent Varşova’daki tarihi getto, direnişçiler adına dikilmiş anıt ziyaret edilir. Çok zengin bir Yahudi tarihine sahip olan Lublin kenti gezilir. Daha sonra şehir merkezinden yalnızca 3 km uzakta kurulmuş Majdanek toplama kampına uğranır.

İçe dönük büyük kuzene karşılık hınzır bir çekiciliğe sahiptir Benji. Girdiği her ortamda insanların aklını çelmeyi başarır, ama sonrasında deli dolu halleri ve ölçüsüz davranışlarıyla Dave’in deyimiyle bir çuval inciri berbat eder. Film zıt ikilinin uyuşmazlığı üzerinden yürüyor gibi başlasa da, düzenlenen tur acı ile ilgilidir. Geriye dönüp aile büyüklerinin yaşadığı dehşete tanık olunduğunda kafa karıştırıcı bir rahatsızlık, bir uyumsuzluk duygusuna kapılır Benji. Lublin’e birinci sınıf mevkide seyahat etmek, lüks otellerde kalıp süslü yiyeceklerle yol almak bir nevi suçluluk duygusu yaşatır ona. ‘80 yıl önce bu trenin arkasında sığır gibi sürükleniyorduk’ diyerek trenin arka vagonuna kaçması bundandır.

SS subaylarının alelacele terk etmek zorunda kaldığı toplama kampında sağlam kalmış belge ve kanıtlar ürpertir herkesi. Ölüm fırınlarının duvarına kazınmış Zyklon B gazının uğursuz mavisi ile göz göze gelindiğinde filmin alaylı neşesine eşlik eden Chopin’in o güzelim noktürnleri susar, dehşet ile baş başa kalınır. Soykırımın kitlesel acıları Dave ile Benji’nin saklı acılarını dağlayarak gün ışığına çıkarıvermiştir. Büyük kuzen mega kentin karmaşası içinde, aldığı ilaçlar ve çekirdek ailesine olan bağlılığı sayesinde ayakta kalabilmektedir. ‘Benimse hiçbir şeyim yok’ diyecek olan Benji ise Dave’in şefkatli kucaklaması karşısında daha iyi olacağının sözünü verir. Büyükanne Doris’in şimdi başka bir yaşlı teyzenin ikamet ettiği eski evinin kapısında, onu onurlandırmanın ve hatırlamanın güzelliği ile şifa bulmaya çalışır kuzenler.

‘Gerçek Acı’ uçarı görünümü altında derin bir melankoliyi oya gibi işleyen son dönemin ilgiye değer yapımlarından. 02 Mart gecesi en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazanan Culkin çok haklı bir ödülün sahibi olmuş.

(05 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Paylaşırım Kalbinin Kederini

Tahran ile Winnipeg arasında hayali bir yerdeyiz. Negin (Rojina Esmaeili) ile Nazgol (Saba Vahedyousefi) buzun içinde kalmış bir banknotu donduğu yerden çıkarmak için uğraş vermektedir. Bu parayla sınıf arkadaşları Omid’e (Sobhan Javadi) bir hindinin çalıp götürdüğü gözlüğünün yerine yenisini almak isterler. Bu esnada yardım istedikleri Massoud (Pirouz Nemati) soğuğun da etkisiyle kafaları hayli bulanmış turist kafilesini Winnipeg’in tarihi anıtları ve brütalist tarzın gri bej binaları arasında dolaştırmaktadır. Québec devlet dairesindeki bunaltıcı işini bırakan Matthew (Matthew Rankin) ise uzun zamandır görmediği 76 yaşındaki yaşlı annesini ziyaret etmek üzere yollara düşmüştür. 29 Şubat’ın dondurucu soğuğunda zaman, coğrafya ve kişisel kimliklerin içiçe geçtiği bir sürreel güldürü bizlere göz kırpmaktadır.

Deneysel sinemacı Matthew Rankin’in dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Cannes’da yapan ödüllü çalışması ‘Evrensel Dil / Une Langue Universelle’ hınzır bir biçimde kurgulanmış çizgi dışı bir deneyime davet ediyor izleyiciyi. Sanatçının Matthew rolünü bizzat üstlendiği, özenle seçilmiş çocuk karakterler haricinde tüm kişileri film ekibi ya da yakın çevresinden dostlarının canlandırdığı filmde Rankin 80’li 90’lı yıllarda büyük bir atağa geçmiş İran sinemasının ustalarından Abbas Kiarostami ve Cafer Panahi estetiğini, Kanadalı idolü Guy Maddin ve de Finlandiyalı Aki Kaurismaki ve İsveçli Roy Anderson başta olmak üzere kuzeyli sinemacılarda aldığı feyz ile harmanlıyor.

Kanadalı oyuncu – yönetmenin 2019 yapımı ‘20. Yüzyıl / The Twentieth Century’nin ardından gelen bu ikinci uzun metraj çalışması, Farsça ve Fransızca’nın resmi diller olduğu hayali bir Winnipeg’de geçiyor. ‘Arkadaşlık Adına’ vurgusuyla açılan filmde, ilkokul öğrencilerinin uzak plan sınıf penceresinden yansıyan şamatısını izlerken, otobüsü yolda kaldığı için valizi ile onca yolu yayan arşınlamış Fransızca hocasının aynı plan içinde okula girişini izliyoruz. Birbirinden cin küçükler için iyi birşeyler yapmaya çabaladığını söyleyen boğazlı kazaklı, elektro gitar çalan, küpe takan öğretmenleri, hükümetteki işini ve yabancısı olduğu büyük kenti, evinin anahtarlarını çöpe atarak terkeden Matthew ile bozulan otobüste yanyana koltukları paylaşmıştır. Seyir ilerledikçe filmdeki tüm karakterler, aile ilişkileri ya da türlü rastlantılarla karşılaşmayı sürdürür, gerçeküstücü meselin eliptik çemberi böylece şekillenir.

Yönetmenin ‘otobiyografik halüsinayon’ olarak tanımladığı masalında tabelalar Farsi dilinde, kişiler Farsça konuşuyor. Rankin daha önce Tahran’ı ziyaret etmiş, filmde de rol almış olan İranlı ortak senaryo yazarları Ila Firouzabadi ile Pirouz Nemati de karşılıklı olarak Winnipeg atmosferini deneyimlemiş. Bunu takiben, bu yıl 10 dalda Oscar adaylığı bulunan, bu yazı yayına girdiğinde bazı önemli ödülleri toplamış olacak olan Brady Corbet’nin hikâyesinden aşina olduğumuz brütalist tarzın birbirinden hayli uzak bu iki diyarı benzer kıldığından yola çıkmış, devasa anıt yapıların gölgesinde ufacık kalmış iki ayrı kültürden kişilerin ‘insan olma halinin’ etrafında kucaklaşmasını anlatmak istemişler.

Rankin, İran sinemasına yazılmış bu aşk mektubunda, kendine özgü soğukkanlı mizahı ve şefkatli yaklaşımıyla coğrafi ve sinemasal anlamda farklı dünyaları çok keyifli bir anlatımla bir araya getirmiş. Farklı dilleri, kültürleri ve kimlikleri harmanlayan yapısıyla küresel izleyici kitlesine hitap eden yapımda, hindiler bembeyaz kar örtüsü üzerinde tur atıyor, Kanada’nın ünlü kahve zinciri Tim Horton’da İran usulü çay servisi yapılıyor. Oryantal kostümüyle buz dansı yapan artistik patinajcıya tar, santur, ney ve duduk eşlikli müzik eşlik ediyor. Güzellik yarışmalarına soktuğu gözbebeğinin izini süren yaşlı hindi yetiştiricisinin ‘dönersen geri, paylaşırım seninle kalbimin kederini’ sözlerini içeren içli şarkısı alaturka kulağımızı okşarken, mekân ve coğrafya farkı bulanıklaşıyor, insan olmanın hazzıyla buluşuyoruz.

(04 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Zifiri Karanlıkta Mucize

Gerçek bir olaydan yola çıkan ‘Son Bir Nefes / Last Breath’ izleyiciyi okyanusun zifiri karanlık acımasız derinliklerinde soluksuz bırakan bir hayatta kalma hikâyesini anlatıyor. 18 Eylül 2012’de yaşanmış olayı konu alan 2019 yapımı belgeseli daha önce izlemiştik. Belgeselin yaratıcılarından Alex Parkinson yönetiminde çekilmiş, tanınmış oyuncuların gerçek kişileri canlandırdığı, aynı adı taşıyan uzun metraj kurgu çalışması ile olağanüstü mücadelenin bu kez daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşması hedeflenmiş.

Aberdeenshire, İskoçya’da evlilik hazırlığını sürdüren dalgıç Chris Lemons (Finn Cole) Kuzey Denizi’nin derinliklerinde 32 km uzunluğundaki petrol boru hattının rutin onarımını yapan ekibine dahil olmuştur. Hevesli genç adam yeni görevi öncesi nişanlısı Morag (Bobby Rainsbury) ile vedalaşırken heyecanlı olduğu kadar keyiflidir de. Öyle ya, deniz seviyesinin 100 metre altında çalışan profesyonel dalgıçlar için tehlikeli olduğu kadar, uzaya gitmek gibi havalı bir iştir bu. Chris’in son 3 dalışında yönlendiren emektar Duncan Allock (Woody Harrelson) ve Uzakdoğu asıllı deneyimli dalgıç Dave Yuasa’dan (Simu Liu) oluşan ekip 28 gün boyunca okyanusun dibinde olacaklardır.

Astronotların kullandığına benzer giysilerine göbek bağı misali bağlanmış kordonlarla zifiri karanlık sulara bırakılan dalgıçlarımız için başlangıçta her şey yolunda gözükse de hava şartları beklenmedik ölçüde bozulmaya başlar. Azgın bir fırtına sisteminin içinde bilgisayar sistemi stop eden dalış destek gemisi sürüklendiğinde dipteki dalgıçlardan onları suya indiren tankın güvenli alanına dönmeleri istenir. Deneyimli Dave kendini kurtarırken, Chris’in kordon bağı boru hattı istasyonuna sıkışır ve ve destek gemisinin sürüklenmesiyle oluşan gerilime çok fazla dayanamayarak kopar. Acilen kurtarma kitine geçen Chris’in yalnızca 10 dakikalık bir oksijen yedeği kalmıştır. Dave onu kurtarmaya gelecektir ancak Chris’in bu süreçte derinlikte kaybolmaması için kolektörün üzerinde kendini sabitlemesi gerekmektedir. Bundan sonrası zamana karşı bir ölüm kalım mücadelesidir.

Belgeseli izlememiş ya da vakayı duymamış olanlar için yazının bundan sonraki bölümü spoiler içermektedir. Umutların tükendiği, kurtarma ekibinin ancak bir cesede ulaşmak için çabaladığını düşündüğü anlarda zifiri karanlıkta, Hollywood kalıplarının ötesinde bir ‘büyülü gerçeklik’ deneyimi yaşatan beklenmedik bir mucize gerçekleşir. Gemidekilerin hayatını tehlikeye atmamak ya da bir çevre felâketine yol açmamak için temkinli ama yılmadan çözüm bulmaya çalışan gemi ekibi Dave Yuasa’nın da cansiperane müdahalesi ile Chris’e ulaşıp onu gemiye çıkarmayı başarmıştır. Genç dalgıç oksijensiz geçen 28 dakikanın ardından güvenli tanka ulaştığında bembeyaz yüzü hareketsizdir. Duncan’ın müdahalesinin ardından gözlerini açması ve kalıcı fiziksel hasar olmadan konuşması, gemi ekibini olduğu kadar izleyiciyi de gözyaşlarına boğmaya yetecektir.

Chris’in göbek bağına tutunmuş bebeğin doğum sahnesi tasviriyle perdeye yansıyan yeniden doğuşu son derece etkileyicidir. Parkinson’ın belgeselci titizliği ve detaycılığı ile hadisenin özünde yatan müthiş gerilimi bire bir aktarışını, Paul Leonard-Morgan’ın enfes müzik çalışmasının desteklediği değme aksiyon filmlerine taş çıkartan hikâyenin özünü süslemelere gerek duymadan dürüstçe anlatışını takdir ederiz. Mucizenin nasıl gerçekleştiği bugün uzmanların yanıtlayamadığı bir soru olarak gizemini korumaktadır. Son jenerikte, Duncan’ın da konuklar arasında yer aldığı Chris ile Morag’ın belgeselde de yer almış nikah töreninden enstantaneler işimizi ısıtır, tüm belirsizliğine karşın hayata olan bağımız güçlenir, geleceğe olan umudumuz tazelenir.

(03 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Düşsel Gerçeklik: Evrensel Dil

“Burjuvalar yüksek duvarlarla çevirmişler avlularını” Ataol Behramoğlu’nun, benim kısafilm tanımlama amaçlı kullandığım dörtlüğün ilk dizesi. “Evrensel Dil”de, sadece avlular değil, kentler duvarlarla hem de insan boyunu çok aşan arkasında ne olduğunu göstermeyen duvarlarla çevrilmiş. Biraz Dali (gerçeküstü), biraz Fellini, birazdan çok Buñuel (simgeler) bir araya gelmiş, iç içe geçmiş insanları anlatan, üzerine estetik, hareketli ve izleyiciyi merak ettiren görüntülerle yerel, ama bir o kadar da evrensel bir dünya oluşturmuş bir film. Matthew Rankin, kendisinin de oynadığı filmde paralel kurguyla hem sıradan insanların yaşamını hem de duvarların ardında, ulaşıl(a)mayan kenti alabildiğine sakin ama bir o kadar da sorunlu yaşamı izlettiriyor.

“Ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağ”, bu filmde sözcüğün tam anlamıyla yerini buluyor. Okulda öğrenciler, Dali bile şapka çıkarır (bıyık burar demek gerekir aslında) sürrealist düzeyde. Gerek öğretmenin gerekse öğrencilerin birbirleriyle ilişkisi “ne olacak acaba” sorusunu daha baştan sorduruyor. Kahve zincirinde semaverli çay satılması, hindinin otobüs koltuğunda oturması, 30 dakika (yanlış duymadınız, gerçekten upuzun) saygı duruşu, otoyol arasında kalmış mezarlık, unutulmuş bavulun bulunduğu yer, suları kesilmiş havuzun önü ve daha nicesi ise Buñuel etkisi yaşatıyor.

Bunların hepsinin üzerine, asıl günümüzün en büyük, çözümsüz sorunu göçmenlik geliyor. Kanada’da geçen film için üç beş tabelanın dışında pek bir belirteç yok. Dil ise (adı üstünde) evrensel; çünkü sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik (kuraklık, aşırı yağışlar), savaşlar ve kültürel nedenlerle hemen herkes bir yerden bir yere göçüyor. Anadil insan hakkıdır, bununla birlikte herkes anadilini taşıyor, belli geleneklerini de… Bu nedenle de, bütün diller iç içe kullanılıyor. Evet, herkes anlıyor karşısındakini ve (belki akılda kalıcılığı, belki kolay söylenişi nedeniyle) o sözcüğü kullanmakta sakınca görmüyor.

“Evrensel Dil”, gerçeküstü sinematik, kültürel ve dilsel karmaların dondurulmuş bir şöleni… Yönetmenin çocukluğunda büyüklerinden dinlediği bir öyküden yola çıktığı bu filmi dünyanın dört bir yanında, tutucu, ilerici, maceraperest, sosyalist, fundamentaller, ırkçı, popülist, asosyal hatta cahiller izlediğinde kim bilir ne diyecekler. Aslında film, onların yorumlarını iktidar sahiplerine (göçlere neden olan sorunları yaratanlara) dinletiyor. Ama hiçbir iktidar, kendisine toz kondurtmadığı gibi, egosu yüksek olduğundan kabul bile etmez. Bir son not eklemeliyim: Öyle dolu, öyle dişil bir öykü ki anlatılan… Bugün böyle yorumlayabilirsiniz, yarın bir başka ayrıntı katılır aklınıza farklı yorumlarsınız. Bana kalırsa herkesin bir defa, hatta birden de çok izlemesi gereken bir başucu filmi.

28 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(25 Şubat 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Depresyonun Portresi

Mike Leigh’nin 6 yılın ardından setlere dönüş filmi ‘Acı Gerçekler / Hard Truths’, Pansy Kingsley Deacon’ın (Marianne Jean – Baptiste) uykusundan çığlık atarak uyanmasıyla açılıyor. Çatıda yürüyen güvercinlerin sesinden ürkmüştür, ancak çevresindeki herşey irkiltmeye yetmektedir onu. Evin diğer fertlerinden tesisatçılık yapan kocası Curtley’nin (David Webber), 22 yaşındaki boş gezenin boş kalfası oğlu Moses’ın (Tuwaine Barrett) varlığından şikayetçidir. Yalnızca evinde değil, zorunlu pandemi hapsi sonrası dışarda da huzursuzdur.

Yetişkin iki kızıyla mutlu memnun bir yaşam süren kuaför kız kardeşi onun hayatına dokunmak ister. Müşterilerinin dertlerini sabırla dinlemeye alışık olan Chantelle (Michelle Austin) ısrarla ablasının elinden tutar. Anneler Günü’nde 5 yıl önce kaybettikleri annelerinin mezar ziyaretine tüm itirazına karşın onu da götürür. Sonrasında kızları Kayla (Ani Nelson) ve Aleisha (Sophia Brown) ile tüm aileyi yemeğe alır. Bu sıcak ilgiye rağmen Pansy’nin içine düştüğü bunalımdan çıkabilmesi çok da kolay gözükmemektedir.

‘Mr. Turner’ (2014) ve ‘Peterloo’ (2018) gibi geniş ölçekli tarihi dramaların ardından sıradan insanların dertlerini mercek altına alan o güzelim film geleneğine dönüş yapan İngiliz sinemasının usta çınarı, 80 küsur yaşında bu kez işçi sınıfından siyahi bir ailenin dünyasına süzülüyor. Sert olduğu kadar dokunaklı bu dram, herhangi bir konuda herkesle kavga etmeye hazır Pansy üzerinden depresyonun benzersiz bir portresini çizmeye sıvanıyor. Film ilerledikçe orta yaşlı ev kadınının annesi ile çözülmemiş sorunları olduğunu, yalnız kalmaktan korktuğu için Curtley ile evlendiğini anlıyoruz. Pansy her şeyin sona ermesini arzuluyor. Kendini çok yalnız ve yorgun hissetmekte, çevresindeki herkesin ondan nefret ettiğine inanmaktadır. Sevecen kız kardeş ‘hepimiz seni seviyoruz’, ‘seni anlamıyorum ama yine de seni seviyorum’ dese bile Pansy ikna olacak gibi görünmüyor. Onun saldırgan huzursuzluğu evin içine de sinmiş, ağzını bıçak açmayan eş ve oğul sessizce kendi depresyonlarını yaşar hale gelmiştir. Yönetmen Pansy ile Curtley’nin çıkmazı konusunda hayli karamsar bir tablo çiziyor. Lakin finalde, kulaklığı vücudunun bir uzantısı haline gelmiş Moses için bir umut ışığı yakıveriyor.

İnsan ilişkilerini mercek altına aldığı doğalcı tarzıyla bağrımıza bastığımız Leigh, dünya prömiyerini geçtiğimiz Eylül ayında Toronto’da yapan 23. ve belki de vasiyet filminde, 1996 yılında Cannes’da Altın Palmiye’ye layık görülmüş ‘Sırlar ve Yalanlar / Secrets and Lies’ta tanımış olduğumuz Jean – Baptiste ile yaklaşık 30 yıl sonra bir kez daha buluşuyor. Oyuncunun yine Leigh imzasını taşıyan 2010 yapımı ‘Ömrümüzden Bir Sene / Another Year’den hatırlayacağımız Austin ile muhteşem birlikteliği ve bu düete eşlik eden diğer tüm oyuncular kusursuz bir ensemble oluşturmuş. Adını Richard Bach’ın ölümsüz martısından almış Jonathan Livingstone, Curtley’nin yardımcısını oynadığı kısa kompozisyonuyla gönlümüzü çeliyor. Saatlere tutkun Virgil ile birlikte Haydn’ın ‘saat senfonisi’ olarak bilinen ‘101 no’lu re majör’ orkestra eserini yad ediyor, 1890’larda İngiltere’de ‘zamanı satarak’ bir kazanç kapısı bulan, ‘Greenwich Time Lady’ olarak da bilinen Ruth Belville ve ailesinin pek bilinmeyen ilginç hikâyesine kulak veriyoruz.

(23 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Sesini Arayan Kadın

Pablo Larraín’in 20. yüzyıla damgasını vurmuş kadınlar üçlemesinin son ayağı olan ‘Maria’, ünlü diva Maria Callas’ın (Angelina Jolie) 16 Eylül 1977 günü 53 yaşında ölümüyle açılıyor. Filmin ilk planı, bir opera sahnesine dönüşmüş Paris’teki lüks apartman dairesini mekân almış trajik bir operanın son sahnesi gibidir. Fonda, Verdi’nin ‘Otello’ operasının son perdesinde kaçınılmaz sonundan kurtulamayacak olan Desdemona’nın merhamet dileyen aryası yankılanmaktadır. Başına toplanmış bir grup insan Callas’ın cansız bedeni ile ilgilenirken bizler bir hafta öncesine döner, Yunan asıllı Amerikalı sopranonun Paris yaşamının son günlerine, yalnızlık ve geçmişe özlemle mücadele eden içsel dünyasına tanıklık etmeye başlarız.

Dört küsur yıldır insanlardan ve sahnelerden uzak inziva günlerinde uşağı Ferruccio (Pierre Francescofavino) ile evin kahyası Bruna (Alba Rohrwacher) Callas’ın eli ayağı olmuştur. Aldığı yatıştırıcı ilaçlar dışında en büyük dostudur onlar. Yoğun kullandığı sakinleştiricinin adı ile andığı hayali gazeteci Mandrax’a anılarını anlattığı anlarda geçmişin parlak yılları çoğunlukla siyah – beyaz bir film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden. Sahneleri yakan, insanların başını döndüren güçlü sesinin özlemi içindedir Maria. Çocukluk yıllarından başlayarak onu zincirlerinden koparmış olan, bir dönem Aristotle Onassis’in (Haluk Bilginer) susturmaya çalıştığı sesinin geçmişteki tınısını geri kazanma çabasındadır. Lakin hayatın sonbaharıdır artık. Paris sokaklarına dökülmüş sarı yapraklar kadar yorgun ve çaresiz kadını anıları hayatta tutmaya yetmeyecektir.

‘Maria’ kederli bir film. Her temsilde ayrı bir macerayı yaşadığı opera sahnelerinden uzakta varoluş gayesinin izini süren hüzünlü bir kadının hikâyesi. Şilili usta yönetmen daha önce Jacqueline Kennedy’nin yakın plan yas dönemini anlatan ‘Jackie’ (2016) ve tepetaklak bir peri masalı olarak nitelendirdiği Lady Diana’nın mutsuz geçen üç günlük kraliyet Noel tatiline odaklanan ‘Spencer’dan (2021) sonra bir kez daha, şan, şöhret ve zenginliğe rağmen mutlu olamamış geçtiğimiz yüzyıldan bir başka kadının yaşamından belli bir zaman dilimine tanıklık eden kendine özgü anti biyografik bir yapım.

Callas’ın kendi sesinden trajik opera aryaları ile bezenmiş bu özel film, özellikle klâsik müzikseverler için baştan heyecan uyandırıyor. ‘Norma’dan ‘Tosca’ya, ‘Anna Bolena’dan ‘Medea’ya trajik kadınların sesi olmuş Callas’ı perdede canlandıran Jolie’ye gelince, yetenekli yönetmen – oyuncunun çok emek verdiği belli. Aylarca vokal koçu ile çalışmış, aryaları kendi söylememiş belki ama belli ki kusursuz senkron tutturmak için hepsini çok iyi etüt etmiş. Ancak Jolie’nin baskın beyazperde personası onu Callas olarak benimsememize yardımcı olmuyor. Jolie’ye eşlik eden çok güçlü bir oyuncu kadrosu olmasına rağmen, Maria’nın yardımcılarını oynayan İtalyan sinemasının iki parlak isminden

yeterince yararlanılamamış. Jane Campion filmi ‘The Power of the Dog’un (2021) başarılı genç oyuncusu Kodi Smit – McPhee hayali gazetecide, yine tek bir sahnede Maria’nın ablası olarak izlediğimiz İtalyan sinemasının usta oyuncu – yönetmenlerinden Valeria Golino, bir de çalakalem yazılmış Onassis karakterinde elinden geleni yapan Haluk Bilginer için de aynı şeyi söyleyebilirim. Buna karşılık Callas’ın şizofrenik bir ruh hali ile geçmiş hayalinin izini sürmesinin hoş bir buluş olduğunu söyleyebilirim. 1970’ler sinemasının renk paletini ustaca yakalamış görüntü yönetmeni Ed Lachman’ın Callas’ın içsel yolculuğunu başarıyla yansıtan sarı kahverengi soluk Paris’ini çok başarılı bulduğumu da söylemeden geçmeyeyim.

(22 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Korkut Akın Yazıyor: Kaptan Amerika: Cesur Yeni Dünya

Marvel’i başından beri taşıyan, hemen her filmi belli bir seyirci seviyesini yakalayan dizisi Kaptan Amerika, bu kez cesur olmaksızın yeni bir dünya ile karşımızda. Evet, yeni, çünkü biraz politik sos (hep vardı ama bu kez biraz daha fazla) biraz yeni oyuncular ile eski karakterlerin birçoğuna veda edip “Kırmızı” Hulk ile farklılık yaratıyor. Film, önce, başarılı bir girişle kuşkusuz, son dönemde İsrail’in, Hamas saldırıları arasında, çağrı … Devamı… »

Toplumu da Belirleyen… Acı Gerçekler

“8 yaşında bir çocuk düşünün” diyor Slavoj Žižek, “Babaanneni ziyaret etmek zorundasın” diyen otoriter babası ile günümüzdeki “demokrat” babanın “Babaanneni ziyaret etmek istiyorsan git, ama babaannenin seni çok sevdiğini unutma” sözleri arasında ilk örneğin, çocuğun gelişimi ve özgürlük duygusu için daha doğru olduğunu söylüyor.

Yönetmen Mike Leigh. Senaryosunu da yazdığı “Acı Gerçekler”de, çocukluğu da içeren birçok nedenle mutsuz, huzursuz, çözümsüz Patsy (Marianne Jean-Baptiste), kocası Curtley (David Webber) ve oğulları Moses (Tuwaine Barret) arasındaki gerilimi izliyoruz. Öyle ki Patsy’nin kardeşi Chantelle (Michele Austin) ve kızları, aynı ailede büyümüş olmalarına, aynı duyguları paylaşmalarına karşın çok farklı bakıyor yaşama ama Patsy’nin o kendisiyle bile kavgalı halinden sıyrılmasını sağlayamıyor. Doktorundan tutun da marketteki kasiyerle hatta diğer müşterilerle bile kavga ediyor. Artık o hale gelmiş ki, kocası da oğlu da sessiz ve duyarsız kalıyor. Ne yapmalı? Sorunun yanıtını izleyici kendisi verecek.

Filmlerde geleneksel olarak kullanılan çatışma koşulları bu filmde yer almıyor. Leigh, sanki pencerenin önünden hiçbir yorum katmadan olan biteni izlememiz için kaydediyor. Aslına bakarsanız, çok insani bir durum; çok da iyi sergilenmiş. Oyuncular da, filmin sakin (çatışmasız) akışı da çok başarılı. Gerçekten çok başarılı bir drama sergileniyor. Yakın planda görünen gözyaşlarıyla insan(lığ)ın evrensel boyutta aynı sorun(sal)larla boğuştuğunu izliyoruz, yorumsuz. Peki, bu filmin bir mesajı var mı? Olmaz mı? Var tabii… Kendi içinize dönüyor, geçmişten getirdiklerinizi geleceğe nasıl taşıdığınızı sorguluyorsunuz.

Filmin başında, corona virüsüyle dünyayı sarsan Covid 19 nedeniyle oluşan bir durum gibi görülse de, anlıyoruz ki, altında o kadar çok şey gizli ki! Sahi, uzaklara gitmeye gerek yok. Bizde de öyle değil mi; araçlarından inen sürücüler birbirlerine silah çekiyor, sakınmadan basıyor tetiğe, kadınları en çok da en yakınları (koca, sevgili, oğul, baba) öldürüyor. Her ne kadar “boş tencere iktidar devirir” desek de insanlar öfkelerini asıl sorumlulara değil, birbirlerine kusuyor. Mutsuzluğun temelinde yatan gerçekler bunlar.

Modern dünyanın, modern yaşamında kaçınılmaz bir durum bu öfke… Öfke kontrolü mümkün mü acaba?

21 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(20 Şubat 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Hayat Piyanonun Tuşları Gibidir

Popüler bir edebiyat serisinden 2001 yılında sinemaya aktarılan ‘Bridget Jones’un Günlüğü’, İngiliz kaynaklı romantik komedilerin en iyi örneklerinden biridir. İngiliz gazeteci Helen Fielding’in 90’lı yıllarda ‘The Independent’ gazetesinde anonim olarak kendi yaşamını yazdığı köşeden hareketle kaleme aldığı roman serisi, Jane Austen’ın –bizde ’Aşk ve Gurur’ olarak bilinen- ‘Gurur ve Önyargı / Pride and Prejudice’ adlı romanı ve onun 1995 yılında uyarlandığı diziyi temel alır. Mini dizide Bay Darcy’yi oynayan Colin Firth’ün ‘Dacy’ karakterini oynaması çeyrek asır öncesinde büyük ilgi uyandırırken, BBC için Austen’ın ölümsüz klasiğini uyarlayan Andrew Davies ve ‘Dört Nikah Bir Cenaze’ ile bilinen Richard Curtis’in birlikte yazdıkları senaryo metniyle bir romantik komediden çok daha fazlası olan ilk film, milenyumun başında kadınlık halleri üzerine ilginç gözlemler içerir. Amerikalı aktris Renée Zellweger’in sonradan çok başarılı bulunan İngiliz aksanına baştan şüphe ile yaklaşılmış, 30’lu yaşlardaki tombul karakteri için aldığı kilolarla çizdiği Oscar adayı olmuş sevimli içten Bridget kompozisyonu sonradan alkışlanmıştır.

Kadınların kendileri ile özdeşleştirdiği, Hollywood yapımlarındaki kusursuz hatunların aksine çok hata yapan, çok güzel giyinemeyen, terk edilen, aldatılan kadın karakteriyle çeyrek asır boyunca aynı serinin üç filminde ilgiyle karşılanmış olan kahramanımız, serinin dördüncü halkası olan ‘Bridget Jones Onun İçin Çıldırıyor / Bridget Jones Mad About The Boy’ ile beyazperdeye dönüş yapıyor. Bu son epizodda Bridget 47 yaşına gelmiş, kendi deyimiyle yapayalnız bir kadındır. Hayatının aşkı Mark Darcy, uluslararası insan hakları avukatı olarak bulunduğu Sudan’da elim bir patlama sonucu 4 yıl önce hayatını kaybetmiştir. Bridget hayatının aşkını kaybettiğinden beri günlük tutmamış, işini

bırakmış, Darcy’den olma yetişmekte olan oğlu ve kızı ile tam bir ev kadını olmuştur. Aslında tüm istediğinin ‘sessizlik içinde biraz olsun tek başına oturmak’ olduğunu söyleyen Jones, parkta çalışan 29 yaşındaki biokimya öğrencisi Roxster (Leo Woodall) ile tanıştığında artık dolu dolu yaşama dönmesi gerektiğini idrak eder. Hayat piyanonun tuşları gibi siyahlar ve beyazlar arasında gidip gelen bir döngüden ibaret değil midir. Bir küçük buluşma bir öpücüğe, bir gecelik kaçamak bulutların üzerine uçuran bir yaz mevsimine dönüşür. Lakin partneri ile arasındaki yaş farkı bu tutkulu beraberliği sürdürmesine yetecek midir. Yoksa çocuklarının rasyonel fen öğretmeni halim selim Mr. Wallaker (Chiwetel Ejiofor) O ve çocukları için çok daha uygun bir seçim mi olacaktır.

Bridget Jones fenomeni, tam 9 yıl sonra belki de serinin en başarılı devam filmiyle geri dönmüş. Fazla kilolarından kurtulmuş, olgunlaşmış karakterinde Zellwegger yine harikalar yaratıyor. Yaşını başını almış eski sevgili Daniel Cleaver’de Hugh Grant uslanmaz çapkın yorumuna neşeli olduğu kadar hüzünlü anlar ekliyor. Bridget’in annesi ve babasını canlandıran emektar değerler Gemma Jones ile Jim Broadbent kısa katkılarıyla filmi şenlendiriyor. İngiliz oyuncu Woodall uluslararası ilk önemli adımında diriliğin sembolü olarak ona imrenen yaşı ilerlemiş erkek tayfasının ve yaşlanmakta olan kadınların aklını çeliyor. Noel Coward’ın sözlerini yazdığı ünlü caz şarkıcısı Dinah Washington’dan dinlediğimiz ‘Mad About The Boy’ klasiği fonda onların hislerine tercüman oluyor.

(17 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Gizemli ve Öngörülemez

24 Mayıs 1941 tarihinde doğmuş olan Bob Dylan popüler müziği uzun yıllar boyu etkilemiş, Amerikan folk müziğinin yeniden canlanmasında etkin rol oynamış müzisyenlerden birisidir. Çağdaş Amerikan kültürünün eşi benzeri olmayan ikonu, savaş karşıtlığı, sivil haklar ve sosyal huzursuzluklar üzerine edebi referanslarla inşa ettiği sözleri ve müziğiyle 60’lar kuşağının sözcüsü haline gelmiştir.

Sinemalarımızda gösterimi süren, geçtiğimiz günlerde başlayan 75. Berlin Film Festivali’nde özel bir gala ile Avrupa izleyicisine sunulan ‘Bob Dylan: Tam Bir Bilinmez / A Complete Unknown’ halen hayatta olan ve 80’li yaşlarında, 1988 yılından beri devam eden ‘hiç sonlanmayacak dünya turnesi’ kapsamında konser vermeyi sürdüren sanatçının kariyerindeki ilk yıllara, geleneksel akustik folktan çağdaş folk-rock türüne geçişinin hikâyesini anlatıyor. Yönetmen James Mangold ile Jay Cocks’un, Elijah Wald’un 2015’te yayımlanan ‘Dylan Goes Electric!’ adlı kitabından yola çıkan senaryosu, Dylan’ın (Timothée Chalamet) 1961 yılında otostop yaparak New York’a gelişi ve ilk iş olarak, tedavi edilemez Huntington hastalığından yatan idolü Woody Guthrie’yi (Scott

McNairy) hastane odasında ziyareti ile başlıyor. Bu ziyareti sırasında folk müzisyeni ve sosyal aktivist Pete Seeger (Edward Norton) ile tanışması onun New York’un bohem mekânlarında sahne almasına vesile oluyor. Kariyeri ‘The Gaslight Cafe’ benzeri kulüplerde başlayan yirmili yaşların başındaki Dylan, Columbia stüdyolarındaki kayıtlarının yığınlara ulaşması ile kendisini zirvede buluyor. Bu ilgi ve tezahürat onun tercihi değildir oysa. Siyah gözlüklerinin ardına gizlenmesi ve onları yalnızca sahnedeyken çıkarması bundandır. Halkı memnun etmek için müzik yapmak, kitlelerin yerden ayaklarını kesen ilk dönem folk şarkılarını yinelemeye, seyirci istiyor diye sahnede tek başına gitarıyla hayatının sonuna kadar ‘Blowin’ in the Wind’i söylemeye hiç niyeti yoktur.

90’lı yıllarda ‘Şişman / Heavy’, Angelina Jolie’ye genç yaşında Oscar ödülü getiren ‘Aklım Karıştı / Girl, Interrupted’ filmleri ile tanıyıp radarımıza aldığımız, zaman zaman çalıştığı popüler aksiyonlar bir tarafa, Western klasiği ‘3:10 to Yuma’nın çok başarılı yeni versiyonu ve bir diğer folk idolü Johnny Cash’in öyküsü ‘Sınırları Aşmak / Walk The Line’ ile sinema evreninde iz bırakmış olan Mangold’un son çalışması, bildik anlamda biyografik bir film olmanın ötesinde, Dylan’ın 1961’de başlayıp olaylı 1965 Newport Folk Festivali’ne uzanan süreçte, onun gizemli öngörülemez tavrını ele alıyor. Mangold, geçmişinden hiç söz etmeyen kapalı kutu sanatçının gizemini çözme çabasına girişmiyor. Onun Joan Baez (Monica Barbaro), aktivist kız arkadaşı Sylvie (Elle Fanning) ve o dönem hayatına giren kişiler ile ilişkilerine mesafeli bakışını koruyor. Dylan’ın kişiliğine yakışan bu yaklaşım, böylece filmi ağdalı romantik bir dolu biyografinin tuzağına düşmekten kurtarıyor. Gizemli başına buyruk ruhun başta ve sonda Guthrie ile olan sahnelerinde, belki de en kırılgan anlarına tanıklık ediyoruz.

Gencecik yaşında farklı ve özgün projelere imzasını atmış olan Chalamet’nin film için önemli bir şans olduğunu düşünüyorum. Oscar adayı genç aktör Dylan’ın ilk dönem müziği ile bezenmiş bu güzel filmde onun şarkılarını başarıyla yorumlamış, gitar, ağız mızıkası gibi enstrümanları bizzat kendisi çalmış. Tüm şarkıları bizzat seslendirerek çalgıları konuşturmuş olan diğer Oscar adayları Norton ve Barbaro’yu da çok başarılı bulduğumu belirtmek isterim.

(16 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]