“48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali”nin En İyi Film dahil 4 ödüllü filmi “Güzel Günler Göreceğiz”in yönetmeni Tolga Pulat ve senarist Emre Kavuk, sadibey.com için Gizem Ertürk’ün sorularını cevapladı…
Büyük kapışma ve tartışmaların yaşandığı Antalya’dan büyük ödülle dönmek, ilk filmini çeken çok bir genç yönetmen ve senarist için gerçekten büyük başarı… Sizinki de imkânsızlıklar içinde bir başarı öyküsü… Öncelikle kısaca bunu dinleyelim; Antalya’ya kadar olan süreci…
Tolga: Biz, Emre ile Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema TV Bölümü’nden sınıf arkadaşıyız. Okul döneminde bir gurup arkadaş Onaltıdokuz adında bir ekip kurduk. Küçük ama iyi anlaşan üretmeyi seven bir ekiptik. Kısa filmler çektik, sinema dergisi çıkardık, radyo programı yaptık, birde uzun metraj film çektik. Emre’nin “Kaybedenler” isimli senaryosuydu bu. “Güzel Günler Göreceğiz”in ilk taslağı diyebiliriz bu senaryoya. Sonra Emre ile İstanbul’a taşındığımızda sektörde asistanlık yapmaktansa bir şeyler üretmek istedik. Bu senaryoyu revize etmeyi düşündük. Hikâyeyi 5 karaktere indirdik, daha güncel meseleler kattık, daha dinamik hale getirdik kurguyu. Sonra Kültür Bakanlığı’na gönderdik projeyi. Buradan ilk yönetmenlik desteği çıkınca oyuncu arayışına girdik. İstediğimiz oyuncular projeye dahil oldu. İyi bir kamera arkası ekibi oluşturduk ve filmi çektik. Zor bir projeydi. 60’a yakın mekân, 30’un üzerinde rol yapması gereken oyuncu, az bir bütçe ve 19 gün gibi kısa bir çekim süremiz vardı. Tüm bu zor koşullara rağmen bitirdik filmi. Antalya’ya yetiştirdik ve bizim için unutulmayacak bir gururla 4 ödül alarak döndük oradan. Bunların hepsi projeye, heyecanımıza, inancımıza güvenen insanlarla gerçekleşti.
Antalya’dan En İyi Film dahil dört ödül almak sizi nasıl motive etti?
Tolga: Anlattığımız hikâyenin insanlara geçtiğini görmek son derece mutluluk vericiydi. Samimiyetle çektiğimiz bir filmi çok değer verdiğimiz insanların takdir etmesi, köklü bir festivalden böyle bir gururla dönmek, bize inanan insanları mutlu etmek çıktığımız uzun yolda bize umut verdi.
Filmin senaryosu da en iyi senaryo ödüllüyle ödüllendirildi. Neler besledi yazarken, neler okudun, neler dinledin, izledin?
Emre: Pek çok şey var tabi besleyen, okuduğunuz kitaplar, izlediğiniz filmler size yazma sürecinde destek oluyor. Çıkışsız kaldığınız noktalarda ufkunuzu açıyor açıkçası çok fazla kitap ve film var. Ama Yılmaz Güney’in “Yol” filmini aralarından seçebilirim. Sıradan insanın hikâyesi, tükenme noktasında olan insanın hikâyesi beni her zaman etkilemiştir. Senaryoyu yazarken de karakterlerin kahraman gibi görünmemelerini istedim, sıradan insanın hikâyesi olsun istedim. Sıradan insandan kahraman yaratmamaya çabaladım, çünkü sıradan insanın hayatta her zaman daha güçlü olduğu kanısındayım. Tolga’nın da bakış açısı bu doğrultuda olunca uyumlu olmayı başarabildik. Bunun yanı sıra Dokuz Eylül Üniversitesi’nden hocamız Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın sinema alanında yazmış olduğu kitaplar, makaleler, ders notları bu sürece faydalı oldu diyebilirim. Sinemanın ne olduğu, ne olması gerektiği, özellikle Türk sineması alanında neler yapılabileceği konusunda bize yol gösterdi diyebilirim. Sinemanın hiçbir şekilde tartışılmadığı bir ortamda senaristlikten ya da yönetmenlikten söz etmek bana pek mümkün görünmüyor o yüzden bu alandaki çalışmaları film yapma sürecinde çok önemsiyorum.
Genç bir yönetmen olarak çok kahramanlı ve tempolu bir hikâyeyi yönetmek nasıl bir deneyim oldu?
Tolga: Daha önce çok fazla kısa film çekmiş ve diğer arkadaşlarımın setinde, bir filmin her aşamasında çalışmıştım. Ama uzun metraj bir film çekmek daha önce deneyimlemediğim bir heyecandı. Beş karakterin olduğu bir hikâyede karakterlerin yer yer benzeşen, yer yer ise birbirinden tamamen farklı duygularını, birbirini tekrar etmemesi gereken bir sinema diliyle çekmeye çalışmak benim için en zorlayıcı anlardı. Karmaşık bir yapboz gibi işleyen hikâyede seyircinin her an dağılabilecek dikkatini 112 dk. gibi uzun bir süre taze tutmak zorlayıcıydı.
Filmin adı Nazım Hikmet’in bir şiirine, fragmandaki sözler Yılmaz Güney’e ait…
Tolga: Karakterlerin hikâyelerini ve içinde bulundukları ruh hallerini daha onları ilk gördüğümüz sahneden itibaren verebilmek önemliydi. Çünkü her bir karakteri uzun uzun tanıtacak kadar bir süremiz yoktu. Bu noktada Emre’nin şiir kullanımı çok etkili oldu. Sevdiğimiz şairlerin bizde iz bırakan şiirlerini karakterlerimize atfetmek Emre’nin düşündüğü çok yaratıcı bir kullanımdı bence.
Emre: Sinema sanatın diğer dallarından çok fazla beslenen bir sanat dalı ama en fazla beslendiği alan edebiyat sanırım. Bu da edebiyatın gücünden kaynaklanıyor. Benim için sinema hâlâ edebiyatın gücüne erişemedi. Edebiyat her zaman öncü olduğu için ve bence bir adım önde olduğu için film yapma sürecinde ilk başvurulması gereken yer oluyor. Bir romandan, tiyatro eserinden, öyküden ya da bir şiirden aldığınız o duyguyu görsel olarak nasıl yazarsınız ya da görüntüye aktarırsınız hep bunun mücadelesi var kafanızda. Daha önce tartışmadığınız, fikrinizin olmadığı konularda ufkunuzun açıldığı bir alan edebiyat. Şiir kullanımı da bunlardan kaynaklandı. Senaryoyu yazım sürecinde, Cervantes’in “Don Kişot” romanını okuyordum. Orada okuduğum bir pasaj, benim sayfalarca anlatmaya çalıştığım karakteri yarım paragrafta anlatıyordu. Bu da biçimsel olarak bana bir fikir verdi. Büyük oranda da şiirin gücü karakterlerin anlatımına yansıdı.
“Güzel Günler Göreceğiz” bir taraftan da bir ironi, bir temenni. Sizce güzel günler görecek miyiz? Gelecek için beklentileriniz neler?
Tolga: Kötü günler yaşayacağız demek zaten bir kaybediştir. Baştan vazgeçmektir. Hayatın vazgeçmeye, karamsarlığa kapılmaya hakkı yoktur. Zor zamanlar, çıkışsız dönemler geçiriyor gibi görünebiliriz ama yarına umutla bakmazsak bugününde bir anlamı kalmaz. Ben kendi adıma güzel günler göreceğimize inanıyorum.
Emre: Çetin Altan’ın dediği gibi enseyi karartmamak lâzım… Güzel günler görür müyüz, görmez miyiz bilmem. Görsek de görmesek de beklemenin ve umut etmenin güzel günlerden daha güzel olduğu kanısındayım.
Sizce “Güzel Günler Göreceğiz” izlenmeli, çünkü…
Tolga: Kendi yaşam hikâyesiyle özdeşleştirebileceği karakterleri izleyecek seyirci. En karamsar hikâyelerde bile bir çıkış yolu olabileceğini görecek. Yaşadığı çağa, coğrafyaya, kendi macerasına bir umut hikâyesinden bakacak.
Emre: Bu zor bir soru, neden izlemeli konusunda bir şeyler söylemek, seyirciye vaatte bulunma anlamına geliyor. Bu yüzden vaatte bulunmaktan korkuyorum. Umarım biz, filmi tasarladığımız ve anladığımız biçimde seyirciye aktarabiliriz. Seyirci de bu anlattığımız biçimden ve içerikten hoşnut kalırsa ne mutlu bize diyebiliriz.
(13 Şubat 2012)
Gizem Ertürk
Bu iki genç adamı da çok seviyorum… Üstelik birini hiç görmeden, diğerini de yalnızca bir kez görerek… İyi kalpli sinemacılar bunlar ve sinemamızın aynen bu ikisi gibi iyi kalpli, berrak bir bilinç düzleminde yaşayan sanatçılara ihtiyacı var, kesif bir bunalım ve umutsuzluk edebiyatı yapanlara değil… Filmleri de o anlamda ışıklar saçıyordu zaten, insan hayatında umudun ve iyi niyetin her koşulda korunmasına yönelik harika bir hikâyeydi. Yolları hep açık ve aydınlık olsun.