Aklıma geldi, acaba Yasemin Samdereli, Celal Esat Arseven hakkında ne biliyor? Bunun cevabı hiç bir şeyden başlar, her şeyde biter… Arasında az veya çok bilgiler bulunabilir. En iyisi biz kendi bilgilerimize bakalım. Celal Esat Arseven (Sadrazam Esat Paşa’nın oğlu) ve Kenan Erginsoy, 1917 yılında Almanya’da Necmettin Molla (İttihat ve Terakki Fırkası Adliye Nazırlarından) ve Münih Konsolosu İsmail Hakkı Bey ile kurdukları Transorient f. firması adına Die Tote Wacht! filmini çekerler. Senaryo ve yönetim Arseven, görüntü yönetmeni Erginsoy. Die Tote Wacht bizim sinema tarihi kitaplarımızda Koruyan Ölü olarak yer alır, tam çevirisi ise Ölü Uyanıyor şeklinde olursa daha doğru olacaktır. Filmin konusu, Goethe’nin Faust’unun çağdaş (yıl 1917) uyarlamasıdır. Oyuncular, o ara işsiz olan Lydia Ley, Devlet Tiyatrosu’ndan Kurt Sticler, daha bir kaç profesyonel ve bir amatör oyuncu Nejat Sirer (sonradan Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü). Savaş içinde olunması nedeni ile film piyasası bir buhran içindedir, Arseven ve Erginsoy’un film işine kalkışmalarının nedeni biraz da budur. Çekimleri iki hafta süren, ayrıntılı olarak plânlanan film bittikten sonra sinema piyasasının düzelmesi (rahatlaması) öncü özelliği olan filmin elde kalmasına neden olur ve ancak maliyet fiyatına satılır. (Scognamillo, G. Türk Sinema Tarihi, s. 52 – 53)
Konulu ve sinemamızın başlangıç filmi olarak kabul edilen Sedat Simavi’nin Pençe filmi 1917 yılı yapımıdır, Die Tote Wacht aynı yıl yapılmıştır ama Arseven’in filmi bir Alman filmidir. 2011 yapımı, Almanya: Wilkommen in Deutscland da bir Alman filmi, ortak senaryosu ve Yasemin Samdereli yönetimi Türk-lere ait. Oyuncuların içinde Türkler de var, Almanlar da. Bu arada, iki film arasında, Türk sineması / sinemacıları, Almanya ile ilgili pek çok film yaptılar. Bunlar içinde bir kısmının bazen de bazısının tamamı Almanya’da geçen filmler, fakat yönetmeni Türk bu filmlerin, yapım olarak da Türk yapımı. Yenilerde örnekleri artan başka bir tür ise, Türk yönetmenlerin şu veya bu şekilde Türklerle ilgili olarak Almanya’da çektikleri filmler, Türk yapımı olan bunlarda Türkiye bölümleri de bulunabilir. Bu filmlerin yönetmenlerinin bir kısmı Türkiye-li Türk yönetmenler iken bazıları da Almanya doğumlu veya oraya yerleşmiş ailelerin ikinci veya üçüncü kuşak üyeleri olarak Türk asıllı Alman-lar. Yine bir başka grup film ise, Almanya da (bazen de kısmen Türkiye) geçen, kahramanlarının bir kısmı (çoğunluğu) Türk olan fakat yönetmeni Alman olan filmler, Alman filmleri. Alman filmlerinin bir başka grubu ise Türk kökenli (hem Türk hem Alman) olan yönetmenlerin yaptıkları filmler, Türkiye ile ilgili olabilir veya olmayabilir. Bunlar kesin bir gruplama değil, her tür içinde (hatta başka ülkelerinde katılabildiği) ortak-yapımlar bulunabilir. Son döneme gelinceye kadar filmler konu bakımından yapımda taraf olan ülkelerle doğrudan ilgili değildi. İlk kıpırdanmalar Türklerin Almanya’daki uyum sorunları ve Türk yaşam tarzını orada uygulamaya kalkmalarından doğan problemlerle ilgili olmaya başladı. Bu durum, bu yıl kutlanan Almanya’nın Türkiye’den (üçüncü dünyadan) işçi taleplerinin 50. yıl kutlamalarından önce başladı ve sinemamız (ve Alman sineması) için konu olmaya devam ediyor ve bir süre daha devam edecek.
Bu, biraz karışık girişten sonra gelelim Almanya: Wilkommen in Deutschland’a. Yasemin Samdereli, öncelikle otobiyografik bir öykü anlatıyor ama bir otobiyografi değil film, 50 yılın birikimleri, değişimleri, yaşam biçimlerinin değişimi… Öykü, düz bir çizgide gelişmiyor, ileri, geri sıçramalarla anlatılıyor. Ailenin Almanya’ya doğru nereden yola çıktığı -aslında hiç önemli değil- belirsiz, yoksa ben mi (?) kaçırdım. Ama aile oraya uymamak için bir direniş içinde değil, bilâkis alışmak için -belirli bir zaman sonra- isteklide. Küçük iken oraya giden çocuklar için uyuşmak daha önemli, sonuçta 1.000.001. işçi olarak Alman topraklarına ayak basan Hüseyin direnerek, çalışarak, ailesini -oralara- taşıyarak, kalmak niyetini gösteriyor. Çocukların kişisel problemleri sadece belirtiliyor, derine inilmiyor ama ailenin başı geri döneceklerini söylediği zaman hepsinin karşı çıkacak nedenleri var, hatta “orada satın ev aldığını” söyleyen babaya karşı çıkmaya hazırlar. Ama babanın niyetini “tatil için” gitmek olduğunu söylemesi ile yapılan plânlar değiştiriliyor.
Yolculuk -bu tarz filmlerde olduğu gibi- çok çabuk geçiliyor, oysa orada edinilen alışkanlıkların gerçek ülkelerinde “onlara” daha fazla problemler doğurması gerekirdi. Aile içinde zaman zaman Türkçe, çoğunlukla Almanca konuşulması ve bu arada ailenin babası ile annesinin Alman vatandaşlığına kabul edilmeleri önemli dönemeçler. (Bu son durum kendi ülkelerinde başlarına iş açacaktır.) Son dörtte birinde bir yol filmine dönüşen film -bazılarına dokunacak olan- Türk yemeklerinin yendiği bir moladan sonra yola devam ederken, kız torunun diğer toruna anlattığı “ailenin öyküsü” sırasında babaya sorulacak bir soru ile duraksayacaktır. Baba (bir kısmının dedesi) büyük oğluna bıraktığı direksiyonun sağ tarafındaki koltukta yaşamını yitirecektir. Sonra, gömülmek istenilen babaya (dedeye) ancak yabancılar mezarlığında (Almanya) yer vardır. (Bizim ülkemizde kasabalarda, şehirlerde yabancılar mezarlığı var mı?) Bu ailenin geri dönmesine neden olacak iken ailenin annesi, köylerine, babanın (kocasının) toprağına dönmelerini, gömebileceklerini önermesi üzerine dönülür. Samdereli, gelinen evin kapısı çeker önce, oğulun birisi kapıyı açıp girer ama -satın alınmış- ev sadece iki duvardan (biri kapının olduğu duvar) ibarettir, bütün aile buna çok sevinir, benim de filmde en çok sevdiğim sahne… Sevinirler, hem kalmamaları için bir neden, hem de -en azından birinin- kalıp, evi baştan yapması için bir neden-dir, ayrıca ev diye bilinen bu doğa parçası tam babanın gömülebileceği bir yerdir. Gömülür de. Film burada bitiyor. Ama sinema başlıyor. Baba toprağa verilirken, nerede ise elli yıllık hayat arkadaşının yanında, babanın gençliğinde kaçırdığı şimdi artık yaşlanmış karısının gençlik hali, ellerini açmış dua eden büyük oğlunun önünde çocukluk hali… duruyor. Babanın ölümünden sonra Almanya’da torununun yaptığı konuşmada kız torunlarından birisi dinleyiciler arasında ölmüş dedesini görüyor ve gülümsüyor. Cenaze töreninden sonra verilen yemekte babanın karısı kendi gençlik hali ile karşılıklı yemek yerken; baba yıllar önce -köyden çıktığı günlerdeki hali ile- karşılaşarak kolları birbirlerinin omuzlarında, önlerinde uzanan yeşilliklere bakıyorlar…
Yılmaz Güney’in Umut filminin orijinalinde SON yazısı yoktur, önce (son) görüntü(ler) üzerinde sağ alt köşede “umut” yazısı belirir ve görüntü kararır, yazı siyah film üzerinde devam eder. Tavernier’in filmlerinde de “final belirten” yazı yoktur… Samdereli’nin filmi de ışıklar yanmadan çok önce bitiyordu ama final yazısı yazmadan bize çok şey gösterdi. Bu tarz filmlerde “Son” yazısı yazmamalı (veya sonradan eklememeli.)
(12 Kasım 2011)
Orhan Ünser