Yoksulluk, göçmenlik, uyuşturucu satıcılığı, çocuk işçi, çocuk istismarı, çocuk gelinler, aidiyet, kimliksizlik ve tabii hepsiyle birlikte yabancı düşmanlığı… Nadine Labaki’nin çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar gerçekçi, bir o kadar da duygusal, ama daha da önemlisi isyan ettiren filmi…
Bir insan kendi ülkesinde yabancı olmayı ister mi? Kurtuluşu yoksa yoksulluktan, açlıktan, istismardan, kimliksizlikten… denize düşen yılana sarılır sözü misali, ister. Siz olsanız, siz de istersiniz.
Lübnan ile özdeşleşen…
Lübnan’da bir yaşam merkezi Kefernahum, deniz kıyısında, belki de ılıman havasıyla, yaşanması en güzel yerlerden biri… Biz o merkezin sadece bir kesitini görüyoruz. Yetiyor zaten. Bir bakışla İstanbul’un varoşlarından ne farkı var (bir zamanların Tarlabaşı, Fikirtepe, Bağcılar’ı… şimdilerin Esenyurt’u vb.). Daha doğmadan gözden çıkarılmışların, resmi hiçbir kaydı olmayanların dünyanın her yerinde giderek artan yoksulluğu çarpıcı bir biçimde ortaya konuyor. Küresel sermayenin yarattığı küresel yoksulluk ve yoksunluk.
Kalabalık bir ailenin ergenliğe adım atmak üzere olan oğlu, kardeşinin sırf çıkar uğruna babası yaşında, kâr peşinde birine satılmasına karşı çıkan, bir kimliği bile olmadan yaşayan Zain’in kendi anne ve babasını “Niye doğurdunuz beni?” diyerek dava etmesinin öyküsüdür anlatılan. Bir tek güzel söz, bir gülüşe hasret milyonlarca çocuğun simgesi Zain’in, zorlu ve haklı mücadelesini gözyaşları ve isyan duygusundan sıyrılarak izlemek çok zor. Siz; Zain yerine Hüseyin, satılan küçük kız Sahar yerine Seher, sırf çocuğunu korumak amacıyla her türlü işte çalışmaya çalışan Rahil yerine Ayşe-Fatma, küçük Yonas yerine Yunus adını koyabilirsiniz. Yaşamlarında ve yazgılarında değişen hiçbir şey olmaz.
Yaşamak için…
Zain’in anne babası, bilinçsizliklerinin de sonucu olarak işsizliklerinin, açlıklarının çözümünü çok çocuk yapmakta arayan bir çift (bizim ülkemizdeki çiftlerden pek de farklı değil). Çok yoksullar. Alışveriş yaptıkları bakkalın derdi çocuk gelin… Daha 11 yaşında (bile değil) Sahar’ı gelin (biz ona satın da diyebiliriz) alıyor ve ölümüne neden oluyor. Zain ise küçük kardeşinin (O’nu ne denli koruma içgüdüsü taşıdığını biliyoruz, müthiş bir an o) intikamını alıyor… O da Zain’in bilinçsizliği… Bilinçliliğiyse daha sonra, yaşamın içinde gerçeklerle yüz yüze kaldıkça güçleniyor. Zaten filmin asıl odağı o bilinçlenme.
Yoksulluk ve yoksunluk…
Dedikodu ve mahalle baskısı, bizde olduğu gibi Kefernahum’da da alabildiğine fazla. “Desinler”cilik kadar “ne derler” de belirleyici… Kadercilik ve muhafazakârlık yoksulluğun, ama en çok da yoksunluğun temelindeki etken.
Bunlara bir de göçmenler eklenince karmaşa daha da büyüyor, içinden çıkılmaz hale geliyor. Tabii, gözyaşı da peşinden. Peki, çözüm, çözüm var mı? Cahillik ve tutuculuk çözüme de izin vermiyor, zaten vahşi kapitalizm istemiyor çözümü.
Belgesel…
Kefernahum belgesel değil, ama belgesel denli hayatın içinde. Mekânlar da oyuncular da gerçekçi. Filmin başından itibaren kendinizi içinde buluyorsunuz o yaşamın, zaten hep gözünüzün önünde… Filmin geçtiği her yer -ister mahalle, ister okula gidemeyen çocuklar, ister hapishane, uyuşturucu veya yasa dışılık hepsi- sizin bulunduğunuz çevrenin hemen dışında… Belki siz de içindesiniz çemberin.
(23 Ocak 2019)
Korkut Akın
[email protected]