‘Jackie’ üzerine yazalı iki ay olmamışken Pablo Larraín’in eş zamanlı olarak çektiği diğer biyografik çalışması ‘Neruda’nın ülkemizdeki gösterimi başladı bile.
Şilili usta sinemacının 60’lı yılların Amerikan ikonu First Lady’nin öyküsünü ele alışı, Hollywood usulü beşikten mezara biyografi filmlerinden farklı oluşuyla dikkate değerdir. Bir kadın karakteri merkeze aldığı bu ilk çalışmasında, beklenmedik bir trajedinin kurbanı olan Jacqueline Kennedy’nin, Dallas’taki meşum suikasti takip eden yaklaşık bir haftalık süreçte yaşadıklarını, travmatik kimlik krizini, tüm ulusun ve dünyanın gözleri üzerindeyken vakur bir duruş sergilemeye çabalamasını ustaca yakın planlarla aktarır perdeye.
Oysa biz onu ülkesinin CIA tarafından tezgâhlanmış darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmleriyle biliriz. Ünlü üçlemesinin ilki olan (İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü) ‘Tony Manero’, başkent Santiago varoşlarında bir kafede şov yapan, tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği John Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen dansçının kişiliğinde döneme özgü ahlaki çöküntüyü gözler önüne serer.
Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’in Latince özgün adı ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Ana karakteri morg görevlisi aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yokediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur.
En tanınmış filmi olan ve bizde sinemalarda gösterilmiş olan üçlemenin son bölümü ‘No’ ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikayesidir. ‘Faşist Diktatöre Hayır’ başlıklı kampanyayı tarihi gerçeklere bağlı kalmadan kurmaca gelişmelere yaslanarak aktardığı için eleştiri almış olsa da, dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimleri, gerçek ve kurgu görüntülerin mükemmel bir şekilde bağlandığı kurgu marifetiyle sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum sürecini soluk soluğa izleriz.
Berlinale ödüllü 2015 yapımı ‘El Club’ ya da benim kişisel çevirimle ‘Günahkârlar Kulübü’, yönetmenin karanlık ve kasvetli dünyasına dönüş yaptığı çalışmasıdır. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabasında Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evinde geçen filmde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atar, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunur.
‘El Club’ sinemacının yıllardır düşlediği ‘Neruda’ projesine finansman bulmaya çalıştığı dönemde, küçük bir bütçeyle 2.5 haftada haftada tamamlanır. Berlin Film Festivali’nde bu filmi izleyen ve ödüllendiren jüri başkanı Amerikalı tanınmış sinemacı Darren Aronofsky’nin teklifiyle ‘Jackie’ projesine soyunur daha sonra. Ve sıra daha büyük bir bütçe gerektiren, beş uluslu ortak yapım ‘Neruda’ya gelir sonunda.
Neruda’yı ‘o bizim suyumuz, toprağımız, ağacımızdır’ diye tanımlar sinemacı. Şillili yazarın ‘ülkesini ve toplumunu hiçbir tarihçi ya da gazetecinin anlatamayacağı biçimde anlattığını ve gücünün burdan geldiğini’ ilave eder. Konvansiyonel bir biyografi filmi değildir yapmak istediği. Aynı ‘Jackie’de olduğu gibi şairin yaşamından 2 yıllık bir süreci mercek altına alacaktır.
Neruda’nın seçim kampanyasında çalıştığı Radikal Parti’nin sol kanadından devlet başkanı Videla’nın ABD işbirliğiyle Komünist Parti’yi yasadışı ilan ederek solcu avı başlattığı yıllardır bunlar. Sol koalisyon senatörlerinden Neruda, 1948-1950 yılları arasında ülkesinde kaçak olarak yaşamış, daha sonra And dağları yoluyla Arjantin’e kaçmış. Şairin 1971’de Nobel ödülü kazandıktan sonra yaptığı konuşmada ‘bu söz konusu iki yıllık süreçte neleri yaşadığını, nelerin hayal ürünü olduğunu bilemediğini’ dile getirmesi, yönetmen ile daha önce ‘El Club’da birlikte çalıştığı senaryo yazarı Guillermo Calderón’un çıkış noktası olmuş. Her zaman ‘bir öykü anlatıcısı’ olduğunu ifade eden Larrain kapalı kapılar ardında hayal gücünü devreye sokarak, doğaçlama bir Neruda portresi çizmeye soyunmuş.
Komünist, Latin Amerika’nın yoksulluğu ve onurunu ünlü epik şiiri ‘Canto General de Chile’de dile getirmiş ulusunun sesi büyük şair, aynı zamanda etkin bir siyasetçi, yanısıra müthiş bir aşçı, kadınların sevgilisi haz ustası çok renkli bir kişilik Neruda. Bu anıt ismi ele alırken sadece gerçek gelişmelere yaslanmak istemiyor Larraín. Ve hınzır bir buluşla, bizzat şairin hayal ürünü olarak ortaya çıkan kurmaca bir karakter ilave ediyor öyküye. Kaçak şairin izini süren, onu yakalayarak başkan Videla’nın arzu ettiği biçimde rezil etmeye çalışan polis müfettişi Óscar Peluchonneau’dur bu.
Başta kim olduğunu bilmeden dış sesiyle tanıştığımız beceriksiz polis şefi, Pembe Panter’de Peter Sellers’ın yorumladığı müfettiş Clouseau’yu andırır. Polisiye yazın tutkunu yazar, yarattığı ezik karakterle pek eğlenir. Kaçtığı evlerde okuması için polisiye romanlar bırakır ona. Şairin gizeminden etkilenen müfettiş, peşinde olduğu yaratıcısının gölgesinden kurtularak başrole terfi etme çabasını sürdürür. Neruda ile komiser arasındaki kovalamaca, yaratıcı hayalgücü ile despot otoritenin ezeli kavgasına, avangard bir kara film tadı veren kedi-fare oyununa dönüşür. Hikâye, Borgesyen bir dokunuşla sonlanacaktır.
Pablo Larraín’in ‘No’da olduğu gibi ciddi konu başlıklarını mizahla sarmaladığı, gerçeklik ile fantezinin içiçe geçtiği, resmin bulanıklaştığı yarı fantastik bir anti-biyografi örneği, şairin şiirsel ritmini izlemeye özen gösteren yaman bir yol hikâyesi ‘Neruda’. Şilili usta sinemacının, tarihin şairler ve hümanistlerce yazıldığının altını çizdiği, siyasetçiler ve düzen bekçileriyle dalga geçtiği hınzır bir deneme. Görüntü yönetmeni Sergio Armstrong, dışavurumcu geleneğin ışık gölge oyunlarını maharetle kullanıyor, karakterlere hep yakın uzun plan sekansları ve kaydırmaları mükemmel. Penderecki, Grieg ve Ives’ten gizemli ezgilerin süslediği ele avuca sığmayan fantezide, dönemin ruhunu yansıtan sanat yönetimi çalışması çok başarılı. Neruda’yı canlandıran Luis Gnecco ile kurmaca müfettiş yorumunda Gael Garcia Bernal’ın yorumları kusursuz.
(13 Mart 2017)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com