Sinemanın önemli oyuncularından Marlon Brando’ya, 1950’lerde oynadığı “İhtiras Tramvayı”, “Kanlı Hücum” ve “Rıhtımlar Üstünde” filmleriyle selâm göndermek istedik.
“İhtiras Tramvayı…”
Elia Kazan’ın Pulitzer ödülü Tennessee Williams’ın oyunundan uyarladığı 1951 yapımı siyah-beyaz “A Streetcar Named Desire – İhtiras Tramvayı”, sinemanın önemli filmlerinden. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu da Oscar Saul ve Tennessee Williams ortak yazmışlar. Parçalı ışık düzenlemesiyle sinemaya ilham vermiş fotoğrafları yansıtan kameraman Harry Stradling de bu filmin yıldızlarından. Çoğunlukla Blanche’ın iç dünyasıyla buluşan ama atmosferin ruhunu da dışarı çıkartan müzikleri Alex North bestelemiş. Filmin diyaloglarının da çok güçlü olduğu da belirtilmeli. Vivien Leigh kadın oyuncu dalında Oscar aldı. Karl Malden ve Kim Hunter da yardımcı oyuncu dallarında Oscar’a uzanmışlardı. Marlon Brando (1924 – 2004), yüksek oyunculuk gösterisine rağmen bu ödüle uzanamadı. Akademi her zaman doğru karar veremiyor.
Artık orta yaşa doğru yol alan ama hâlâ güzel, ihtişamlı Blanche DuBois (Vivien Leigh), New Orleans’a gece vakti trenle geliyor. Gardan çıkan Blanche,işçi sınıfının yoğun olduğu Fransız mahallesine giden Arzu adındaki tramvaya biniyor ve sırlarıyla kız
kardeşi Stella’nın (Kim Hunter) yanına sığınıyor. Bu tramvay bir daha görünmüyor ve sadece sesi duyuluyor dışarıdan. Stella, Polonya asıllı, ama Amerikalı olduğu için gurur duyan serseri ruhlu ve asi fabrika işçisi Stanley Kowalski’yle (Marlon Brando) evli. Üstelik de hamile Stella. Bu mahallede işçi sınıfı, içip kederlere düşüp kadınlarını dövüyor. Kadınlar, gidecek yerleri olmadığından kocalarına bebekler doğuruyorlar. Ama sonda Stella kadının gücünü gösteriyor herkese.
Öğretmen olan Blanche, istifa etmiş ve Stella’ya sığınmış. Geride malikâne ve araziden de bir şey kalmamış. Stella, genç kızken asi ruhuyla ev terk etmiş ve geride kalan hikâyeyi hiç bilmiyor. Bovling, bira ve poker düşkünü, serseri ruhlu Stanley, Blanche’ın gelişinden önceler pek rahatsız olmuyor. Auroil’daki Belle Reve’deki araziden bir şey kalmadığını öğrendiğinde Blanche’la çatışmaya başlıyor Stanley. Tüm süslü eşyalarını koca valizlerle getiren Blanche, yaşlanmaktan korkan ve ruhunda acılar biriktirmiş, suçluluk yaşayan yapayalnız bir insan. Çocuk denecek yaşta şairane bir gençle evlenmiş Blanche, hiç mesleği olmayan genç kocasının intiharıyla şoka girmiş ve yıllarca içinde suçluluk duygusunu büyütmüş. Şimdi karşısına umut olarak çıkan Mitch’le (Karl Malden) mutlu bir hayatı bile hayal etmeye başlıyor. Mitch, hasta annesini çok seven yalnız bir insan. Stanley’nin çalıştığı fabrikada kalite kontrol işi yapan Mitch, Blanche kadar duygulu olmasa da Blanche’tan gelen aşka kalbini açıyor. Yılların yaşattığı yalnızlıktan o da kurtulmayı umut ediyor. Gerçek ve kader Blanche’ın peşini bırakmıyor. Dedikodular dramı çoğaltıyor ve akıl hastanesine doğru yolu uzanıyor Blanche’ın. Genç erkeklerde kocasını gören Blanche, okuldan atılmış ve işsiz kalmış. Auriol’un adı çıkmış oteline de takılmış. Yaptığı her şey unutmak için Blanche’ın.
Kazan filminde, hiçbir şeyi karakterlerinin gözünden yansıtmasa da kamera çoğunlukla Blanche’ın etrafında dolaşıyor. Blanche, yüzündeki çizgilerin görülmesinden korktuğu için, daha çok erkeklerin görmemesi için daima loş ışık altında dolaşıyor. Bu yüzden filmin estetiği de karanlık ve kasvetli. Dramatik parçalı ışıklandırmalar, dışavurumcu bir ruh halini alıyor filmde. Kazan, Blanche’ı önde gösterirken, Blanche’ın etrafında dolaşan karakterler de filme derinlik ve anlam katıyorlar. Kazan, filminin ilk bölümlerinde yoğunlukla vince takılı hareketli bir kamera kullanmış. Sanki bu Blanche’ın içindeki hüzünlü coşkuyla buluşuyor. Çok
geçmeden bu kamera, Blanche’ın içinin sakinleşmesiyle sakinleşiyor. Fonda duyulan müzikler de Blanche’ın iç dünyasıyla buluşmuş. Elbette caz tınıları da var. Filmde unutulmaz anlar öyle çok ki. Blanche’ın, loş ışık altında Mitch’e ruhundaki yangını, genç eşinin intiharını anlattığı sahne gerçekten etkileyici. Blanche’la Mitch’in öpüştüğü sahnede, Victor Fleming’in 1939 yapımı renkli “Gone with the Wind-Rüzgâr Gibi Geçti” filmindeki o ikonik sahneyi düşünüyorsunuz. “Evening Star” adındaki gazetenin abone tahsilâtını yapmak için eve gelen genç sanki trajedi yaşayan kocasını andırıyor Blanche’a. Bir an onu görür gibi oluyor. Geniş final bölümü sinemanın özel anlarındandı. Bu film, Aralık 1955’te “İhtiras Tramvayı” adıyla ülkemizde vizyona çıkmıştı.
”Kanlı Hücum…”
Laslo Benedek’in, özellikle 1960’ların ruhuyla buluşan 1953 yapımı siyah-beyaz “The Wild One-Kanlı Hücum”, McCarthy’nin “cadı avı”ndan geçen ve Amerika’dan otoriteryanlığı, yani potansiyel faşizmi yansıtan sarsıcı bir film. Amerika, ülkemizdeki gibi otoriteryan toplumun yaşadığı bir ülke. Columbia’nın sunduğu film, bir asfalt yol üstünde açılıyor. Johnny Srtabler’ın (Marlon Brando) iç sesiyle nasıl bir filmin içine düşeceğinizi fark ediyorsunuz. Johnny, “Benim için her şey bu yolda başladı. /…/ Bir daha böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum. /…/ O kızı unutamıyorum…” diyor
seyirciye. Filmin senaryosu Frank Rooney’nin kısa bir hikâyesinden yazılmış. Senaryoyu da Ben Madow yazmış. İnsana bazen huzur bazen tedirginlik veren müzikleri Leith Stevens bestelemiş. Küçük kasabadaki her türlü karanlığın içinden çarpıcı fotoğraflar sunan da kameraman Hal Mohr. Filmin orijinal adı “Vahşi Biri” anlamına geliyor. Ama İngilizcede metafor olarak göç eden vahşi hayvanları anlatmak için de söyleniyor. Kuşlar, filler, geyikler, zebralar vs vahşi hayvanlar hep göç ediyorlar. Yani göçmenler. Johnny de öyle. Hiçbir yere bağlı değil o. Bu yüzden kendine doğru gelen Kathie’nin aşkına sırtını dönüp gidiyor Johnny.
“Kara İsyancılar Motosiklet Kulübü”nün 1950 model Triumph Thunderbird GT motosikletli lideri Johnny, motosiklet çetesiyle Kaliforniya’daki küçük Carbonville’e geliyorlar öğleye doğru. Burada motosiklet yarışı yapılıyor ve çete ortalığa tedirginlik saçıyorlar. Çeteden bir genç (Gil Straton), yarışı kazanan motosikletliden ödülü alıp Johnny’ye veriyor. Hak edilmemiş ödülü memnuniyetle kabul eden “cool” Johnny, bu film gibi ikonik görüntüsüyle popüler kültürün ilhamı gibi görünüyor. Kasketi, uzun favorileri, tişörtü, deri montu, kalın kemeri, kot pantolonuyla kışkırtıcı. Polisleri ve nezaket kurallarını da sevmeyen vahşi biri o. Şerif onları oradan kovunca yine yollara düşüyorlar ve motosikletleri çeteyi yakındaki küçük bir kasaba Wrightville’e götürüyor. Wrightsville, tam anlamıyla sakin ve günlerin aynı geçip gittiği bir tutucu kasaba. Seçimlerde büyük ihtimalle oyların Cumhuriyetçilere gittiği muhafazakâr insanların yaşadığı bir kasabaydı burası. Birdenbire karşılarında serserileri gören kasaba sakinleri ne yapacaktı?
Huzurlu kasabada ilk hareket, arabasıyla oradan geçen yaşlı Art Kleiner’a (Will Wright) bulaşıyor çeteden bazıları. Birasına yarışırken, biri Art’ın arabasına çarpıyor. Kasabanın polis şefi Harry Bleeker (Robert Keith) ortaya çıkıyor ama onlara karşı koyması zor. Johnny, polis Harry’nin kardeşi Frank’ın (Ray Teal) olan kafe-bara giriyor ve orada kendine ilk defa heyecan veren güzel Kathie’yle (Mary Murphy) karşılaşıyor. Kafede çalışan Kathie’yle yakınlaşmayı deneyen Johnny, belki de ilk defa sert kayaya çarpıyor. Aslında Kathie, bu serseri görünüşlü Johnny’ye ilgisiz değil, ama aşk için savaşmak gerek. Barın biralarını midelerine gönderirken, barda insanın kulağına iyi gelen caz ve blues tınıları da plaklardan duyuluyor. Bazı gençler, bardaki yaşlı Jimmy’yle dalga geçerken, “rap”i hissettiren mırıltılar çıkartıyorlar ve altta birden hareketli blues müziği duyulmaya başlıyor. Yönetmen Benedek’in bu filmi gerçekten popüler kültür için bir ikon, bir idol. Filmin atmosferinin içinde dolaşırken bunlara dokunuyorsunuz.
Kasabaya rakip motosikletliler “Böcekler” (Beetles) geliyor. Liderleri Chino (Lee Marvin), Johnny’nin rakibi. Johnny’yi, hak etmediği ödülü aldığı için aşağılıyor ve ardından dövüşüyorlar. Hikâyeye, kasabanın zenginlerinden Charlie Thomas (Hugh Sanders) dâhil olunca her şey değişmeye ve çığırından çıkmaya başlıyor. Charle’yle kavga eden Chino’yu nezarete atıyor. Aslında polis Harry, uzlaşmacı ve pasifist biri gibi görünüyor. İstemeden bunu yapıyor. Sonunda, Charlie, kendisi gibi kasabada ağırlığı olan birkaç kişiyle serserilerle hesaplaşmak için ayaklandırıyor. Kathie, gecenin karanlığında eve giderken, Johnny’nin çetesi kızı sıkıştırıyor, hatta tecavüz etmeye niyetleniyorlar. Johnny, karanlığın içinden çıkıp gelerek Kathie’yi atının terkisine atar gibi oradan götürüyor. Geldikleri parkta gerçeklikle karşılaşıyor Johnny. Çünkü Kathie, beyaz atlı prensini bekleyen kızlardan çünkü. Johnny’nin en büyük hayal kırıklığı, Kathie’nin, polis Harry’nin kızı olması belki.
Kathie’den ayrılan Johnny kasabaya geldiğinde, Charlie ve yanındaki adamların öfkesiyle karşılaşıyor. Onu linç etmek istiyorlar çıbanbaşı diye. Bu sahneler gerçekten irkiltici ve insanın içindeki faşistin dışarı çıkmasını dehşetle izliyorsunuz. Johnny kaçmaya çabalarken, biri motosikletin önüne levye atınca Johnny düşüyor ve boşta kalan motosiklet yaşlı Jimmy’ye çarpıp onu öldürüyor. Kasabaya Şerif Slew Singer (Jay C. Flippen) geliyor ve tüm deliller Johnny’nin aleyhinde. Kazayı gören Frank ve yaşlı Art, gördüklerini itiraf edince gerçek ortaya çıkıyor, ama ölüme sebebiyet verenin kim olduğu Wrightsville’in karanlık sokaklarında kalıyor. Belki de bunun hiç önemi yok. Asıl katil linç kültürü. Film, bir günden az zamanda geçiyor ve bir ömre sığacak çok şey sunuyor. “Kanlı Hücum”, sinemanın özel filmlerindendi. Bu film ülkemizde Nisan 1956’da “Kanlı Hücum” adıyla gösterime çıkmıştı.
“Rıhtımlar Üstünde…”
Elia Kazan’ın 1954 yapımı siyah-beyaz “On the Waterfront-Rıhtımlar Üstünde”, sarı sendikacılığa karşı işçi sınıfının destansı hikâyesi. Columbia’nın sunduğu bu polisiye filmin senaryosunu Budd Schulberg yazmış. Schulberg, daha sonra bu senaryoyu roman olarak yayımlamış. Müzikleri Leonard Bernstein bestelemiş. Şiirsel gerçeklik ruhunu yansıtan büyüleyici fotoğraflarsa Boris Kaufman’dan. Yahudi asıllı bu Rus kameraman, sinemanın öncü yönetmenlerinden Dziga Vertov’un kardeşiydi. Kaufman, şiirsel gerçekçi sinemanın öncülerinden Fransız Jean Vigo’nun, sinema tarihine miras kalmış filmlerinin kameramanı da olmuştu. Kaufman’ın tüm deneyimlerine, Kazan’ın bu filminde dokunuyorsunuz. “Rıhtımlar Üstünde”, tam 12 dalda Oscar’a aday oldu ve sekizini aldı. Film, yönetmen, senaryo, görüntü (Kaufman), müzik (Bernstein) erkek oyuncu (Brando), yardımcı kadın oyuncu (Eva Marie Saint), yardımcı erkek oyuncu (Karl Malden ve Rod Steiger), kurgu (Gene Milford), sanat yönetmeni (Richard Day) dallarında Oscar kazandı. Bu filmin hikâyesi New Jersey eyaletindede geçiyor.
Şikeyle mağlup olup bokstan uzaklaşan çizgili montlu Terry Malloy (Marlon Brando), rıhtım sendikasının başındaki Johnny Friedly’nin (Lee J. Cobb) emriyle, kendisi gibi güvercin tutkunu dok işçisi Joey Doyle’a (Ben Wagner) güvercin götüren Terry neler olacağından habersiz. Aslında hiçbir şey bilmiyor. Johnny’nin çetesi Joey’i
damdan aşağı atıp öldürüyor. Joey’in büyük günahıysa, “Suç Komisyonu”na ifade vermesi ve Johnny ve çetesini ihbar etmesi. Terry ödül olarak limanda yorucu olmayan işte çalışmaya başlıyor. Elbette Terry’nin abisi Charley Malloy’un da (Rod Steiger) desteğiyle. Charley, Johnny’nin sağ kolu ve fedaisi. Ama çok geçmeden Terry’nin hayatına Joey’in güzel kız kardeşi Edie (Eva Marie Saint) giriyor. Sonra da cemaati dok işçileri olan Rahip Barry (Karl Malden) giriyor.
Joey’in ölümünden sonra Joey’in güvercinlerine çatılarda bakan Terry’nin peşinde “Suç Komisyonu”nun dedektifleri de düşüyor. Çünkü hakikati bildiğini biliyorlar Terry’nin. Kendine yaklaşan Edie ve rahip, Terry’ye yavaş yavaş vicdanın olduğunu da fark ettiriyorlar. Terry epey zaman sonra aşkın sıcaklığını da hissetmeye başlıyor. St. Ann’de okuyan Edie, okuldan sonra öğretmen olmayı düşlüyor. Edie’nin babası, kızının işçi sınıfından
biriyle evlenmesin pek istemiyor. Çünkü kızının da annesi gibi olmasını istemiyor. Ama aşkın önde durmak kolay mı? Baba, oğlu Joey’in montunu dok işçisi Timothy Dugan’a (Pat Henning) veriyor. O da komisyona Johnny’nin pisliklerini komisyona anlatınca başına “kaza” düşüyor. Rahip Barry ve Edie’nin manevi baskısıyla komisyona konuşmaya karar veren Terry için en önemli olay, Johnny’nin Charley’i ortadan kaldırması. Abisiyle arabada konuşan Terry, ardından Edie’nin yanına gidiyor, zorla kapıyı kırıyor ve onu öperek aşkı ondan alıyor. Sonra sokakta, koyun gibi kancayla duvara asılmış cesedini gören Terry, öfkeyle bara gidiyor. Johnny’yi abisinin tabancasıyla barda öldürmeyi isterken, rahibin kelimeleri onu adalete yönlendiriyor. Mahkemede Johnny’nin mafyavari cinayetlerini ve yolsuzluklarını anlatan Johnny, dok işçiler tarafından gammazcı diye itiliyor, bir an yalnızlığa sürükleniyor. Filmin final bölümü de çok güçlüydü. Bu anı yaşamak gerek. Gerçek sendika ve örgütlü olmak, birilerinin malı olmaktan, köle olmaktan, sömürüden çıkartıyor ve insan onurunu getiriyor. İş ve işçi güvenliğinin olmadığı yerde mafyavari sarı sendikalar ve taşeronlar olur, diyor Kazan sol ruhla.
Filmin estetiğine de dokunmak gerek. Kış atmosferinde geçen filmde sisler ve ıslak mekânlar estetik anlamda unutulmaz fotoğraflar sunuyor. Sokaklarda hava gazının yayılan buharları da ilham vericiydi. Sergio Leone usta, 1984 yapımı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika” filminde de böyle estetik fotoğraflar sunmuştu. Büyük kameraman, kış atmosferindeki bu pastoral görüntüleriyle Rus şiirselliğini Hollywood’a taşımıştı. Kaufman, 1930’lar ve 40’lardaki fotoğraf sanatının çerçevelerinden de yardım bulmuş bu filmde kameranın yerleştiği açılarla. Kaufman, sadece kısa odak uzaklıklı objektif kullanmamış, uzun odak uzaklıklı objektifleri de denemiş. Hatta geniş açılı objektifleri de yer yer kullanmış. Özellikle çoğu iç mekânlarda. Uzun odak uzaklıklı objektifler, mesafe yanılsaması yaratıyor perdede. Kısa odak uzaklıklı objektifler perdede alan derinliği yaratıyor. Rıhtım sahneleri çok etkileyici. Bu filmdeki fotoğraflara dokunmadan kameraman olmak… İnsan hayal bile edemiyor gerçekten. Filmdeki diyalogların da çok etkileyici olduğunu belirtmeli. Terry’nin, kafede Edie’yle gerçeklik üstüne konuşmalarına da kulak vermeli. Dışarıdan gemi sireni duyuluyor bu anlarda. Terry’nin duyduğu gerçekliği hissediyor, romantizmden uzaklaşan seyirci. Terry’nin yüzündeki değişimleri izlemek de müthiş bir deneyim sunuyor bu sahnede. Terry’nin çatıda güvercinler hakkında Edie’ye anlattıkları da hayatın gerçekliğinden düşüyor. Güvercinler, büyük âşıklarmış ve birbirlerini kolay kolay aldatmazlarmış. İstanbul çatılarında güvercinlerle ilgili hatıram var. Erkek ve dişi güvercin karşı çatıya kondu. Gagalarıyla öpüştüler. Sonra dişinin yanına bir erkek güvercin kondu, dişi sonra onunla öpüştü. İlk erkek güvercin havalandı, başka çatıya kondu, dişi de peşinden gitti. Erkek yüz vermedi, havalandı, dişi de onu takip etti. Geride kalan erkek güvercinse, çevresine bakındı, boşta dişi aradı. Bu film ülkemizde Ekim 1956’da “Rıhtımlar Üstünde” adıyla gösterime çıkmışı. Ama, DVD’si “Rıhtımlar Üzerinde” diye yayımlandı.
(23 Ekim 2014)
Ali Erden
[email protected]