Yılın En İyi Filmleri 23 – 28 Ekim’de MevsimSinema’da

Geçtiğimiz yıl büyük ilgi gören MevsimSinema etkinliği, bu yıl 23 – 28 Ekim 2014 tarihleri arasında Kızılay Büyülüfener Sineması’nda Ankaralı sinemaseverlerle buluşuyor. Türkiye hakları Film Artı Film’e ait olan, dünya çapında ödüller kazanan 16 filmlik muhteşem bir seçki sinemaseverleri bekliyor. Programda yer alan Turist (Force Majeure), Beyaz Tanrı (Feher Isten), İnsan Sermayesi (Il Capitale Umano), Bugün (Emrouz) ve Cesaret (Difret) kendi ülkelerinden Oscar adayı oldu. “Renklere göre sinema, ruh halinize göre filmler” sloganıyla yola çıkan etkinlikteki filmler, mevsimlerle özdeşleştirilen renk ve ruh haline göre sinemaseverlerin beğenisine sunuluyor.

Yılın En İyi Filmleri 23 – 28 Ekim’de MevsimSinema’da yazısına devam et

Alin Taşçıyan’la Altın Portakal, Sansür ve SİYAD Üzerine…

Alin Taşçıyan’la, 51. Altın Portakal Film Festivali’nin adının sansür ve protestolarla anıldığı ilk günlerde bu söyleşi için sözleşmiştik. O günlerde SİYAD’ın (Sinema Yazarları Derneği) Başkanı olmanın dışında, Festival Ekibi’nde de yer alan ve yaşanan gelişmeler sonucunda en çok eleştiriye uğrayan isimlerden olan Taşçıyan, şenliğin sona ermesinin hemen ardından sorularımızı yanıtladı.

Söze, “Burada sansür sürecinin işletilmediğini net olarak söylüyorum” şeklinde giren Alin Taşçıyan, konunun artık kolektif bir meseleye dönüştüğünü belirterek, festivalin kurumsal olarak sansürle anılmasına ilişkin sorulara yanıt veremeyeceğini de sözlerine ekledi:

“Önümüzdeki günlerde konuyu festival ekibiyle bir araya gelip değerlendirerek kamuoyunun karşısına çıkmayı plânlıyoruz. Bu sürecin ardından benimle ya da yönetimden herhangi bir arkadaşla olayların perde arkasında kalan ve kamuoyuna yansımayan kısımlarını ayrıntılarıyla konuşabilirsin.”

Bu zorunlu açıklamanın ve söyleşimizin “sınırlarını” vurgulamanın ardından, tamamına gelecek hafta yayınlanacak olan Modern Zamanlar’ın 34. sayısında yer vereceğimiz sohbetle sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Söyleşimize festival öncesinde Star’da yayınlanan “Arı Kovanına Çomak Sokmak” başlıklı köşe yazınla başlamak istiyorum. Burada kullandığın “gaza getirilebilirler” söylemi sinema yazarlarının bir bölümü tarafından -doğal olarak- tepkiyle karşılandı.

Öncelikle o ifadelerin sinema yazarlarına yönelik olmadığını belirteyim. O yazı, basına ve bir ölçüde de kimseyle iletişim kurmadan toplantı halinde olduklarını öğrendiğim belgesel sinemacılara yönelikti. Yazı Perşembe günü yayınlandı. Ertesi gün yola çıkacağım için Salı günü kaleme almıştım ve gelişmeler bu yönde değildi.

Gelinen noktada, Başkanı olduğun Sinema Yazarları Derneği / SİYAD’lı yazarların da sansür meselesiyle ilgili tepkileri oldu.

SİYAD bu ülkenin sinema adına çok önemli bir kurumu, bu kadar net söyleyeyim. Son derece iyi kalemlerimiz var. Hepsinin donanımlarına, yüreklerine güveniyorum; ama bazen birey olduğumuzu unuttuğumuzu düşünüyorum. Yani dayanışma / örgütlenme iyidir -çoğu arkadaş gazete kökenli olmadan sinema yazarı olduğu için bu gerçeği hatırlamayabilir- ama öncelikle belli bir çevrenin kalemşörü olmak yerine birey olarak hareket etmeyi öğrenmek gerekiyor. Bir de SİYAD’lı olmak kimliği hep spekülasyon malzemesi yapılıyor. Üye olmak isteyenler, olamayanlar, başvuru yapması bile mesele haline gelenler vs… Dernek, eninde sonunda insanların bir parçası olmak istediği bir çevre, bir kimlik haline geldi. Hatta yaptığı iş ve çalıştığı kurum vasıtasıyla elde edemediği itibarı SİYAD üyesi olarak sağlamaya çalışanlar da oldu. Bunlar bir kurum için önemli şeyler; ama buna sahip olup olmamak yine de bireyin elinde.

Bir diğer konu da birey olarak çıkışını çok daha net yapabilecek insanlar, tepkilerini ille de SİYAD başlığı altında göstermek istiyorlar. Bu da kurumsal kimliğe zarar verici bir şey.

Sansür konusu gündeme geldiğinde, dernek tarafından kaleme alınan bildiriden duyulan rahatsızlık, 75 üye tarafından imzalanan metinde kendisini göstermişti. Bu süreç, dernek başkanlığından istifa etmenle sonuçlandı, öyle değil mi?

Artık “Eski Başkan” sıfatıyla söyleyebilirim ki, SİYAD’lı olmak benim tercihim olmamıştı, Başkan olmak da öyle… Bu göreve gelirken vizyon getirmek, derneği geliştirmek gibi bir yaklaşımım da olmamıştı; zaten gerek Tunca (Arslan), gerek de Murat (Özer) bu konuda ne yapılması gerekiyorsa yapmışlardı. Benim için en önemlisi mesleğin saygınlığını korumaktı, görev sürem boyunca onu yapamadım.

Yönetiminde yer aldığın festivale ilişkin tercihlerini boykottan yana kullanan sinemacılar ve yazarlar için neler söylemek istersin?

Genelleme yapmıyorum. Arkadaşların bazıları ilkeler bazında hareket etmişlerdir muhakkak; bazılarıysa ait oldukları grubun kararı doğrultusunda. Herkesin birşey yaptığı bir süreçte eksik kalmamayı düşünenler de olmuştur. Bunların dışında kişisel durumlar da vardık mutlaka, yeni bir şey değil. Sonuçta homojen bir kitleden söz etmiyoruz, eminim herkesin nasıl hareket ettiğine dair bir fikri vardır.

İşin organizasyon kısmında yer almasan ve festivale bir sinema yazarı olarak katılsan senin tepkin ne olurdu?

Bir defa işin organizasyon kısmında olmasam gerçeği bu derece iyi bilmezdim. Bu koşullarda da konuyu çok iyi araştırırdım. Herhalde bugüne kadar, mevcut SİYAD üyeleri arasında -Ali Ulvi (Uyanık) ve Necati Sönmez gibi tavizsiz isimlerle birlikte- sansür konusunda en çok haber yapanlardan birisi benim. Yaklaşımım daima araştırmak ve işin doğrusunu öğrenmek olurdu: Kaynağım ne, diğer kaynaklar kimler? Bunu, benim kuşağımın çok iyi bildiğine inanıyorum. Örneğin “Büyük Adam Küçük Aşk” filmi hakkında tutulan polis tutanağına kadar bulup; Handan İpekçi, festival ve Sansür Kurulu’yla da konuşarak işin doğrusunu ortaya çıkarmıştık. Bir konunun bir sürü bileşeni vardır kısacası. Bu sürecin adını “Basına ve Kamuoyuna Duyuru Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği” koydum. Böyle manasız duyuru savaşları yaşandı çünkü.

Ayrıca, bazı sözler vardır ki, insanları haklı olarak yerinden sıçratır. Sansür de öyle… Ben sansürün anlamını, yöntemini ve burada ne olup bittiğini gayet iyi biliyorum. Ne olmadığını da gayet iyi biliyorum. Dolayısıyla bu sözcüğü ortaya atarak bir kıvılcım çakıp kitlesel bir hareket başlatmaya çalışmak bence bilinçli bir adımdı. Ama eninde sonunda insanlar geriye dönüyor, sorgulamaya başlıyor ve kavramla / olayla ilgili kuşkular giderek artıyor. Göreceksin, burada da öyle olacak. Ben septik bir insanım, birisi bana birşey söylediğinde hemen ayağa kalkmam. Sonuçta bir sürü yalan haberle hayatımız geçiyor işte.

Çok konuşulsa da seninle yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bir konu da sinema yazarlığı ile festival yöneticiliğini bir arada yürütmenle ilgili. Bu türden eleştiriler için neler söylemek istersin?

Bunların birbiriyle çatıştığına inanmıyorum. Birincisi bunları yıllardır yapıyorum; ama insanların esas tavrı, “şu gün / şu dönem / şu yönetim” meseleleriyle alakalıydı. Yani tamamen partizanca bir yaklaşım oldu. Bunları analiz etmek için aslında çok erken; ama şunları söyleyebilirim: Bu ekip Antalya’ya gelince ipler koptu bence. Adana ve Malatya’da da bulunmakla birlikte, bazı çevrelerin buraya yaklaşımlarının farklı olduğunu biliyorum. Mesela herkes İstanbul Film Festivali’ne karşı daha saygılı iken, Antalya’ya karşı ben de dahil, biraz hırçındır. Altın Portakal’ın yapısı böyle… Hiçbir İFF Kapanış Töreni’nde “ben sanatçıyım” diye haykırarak insanları yerinden kaldıran kimseleri göremezsiniz; ancak Antalya’da her yıl bu mesele çıkar. Yine İstanbul’da herkes kendisini evinde hisseder, gündelik akışını çok fazla değiştirmez; ancak burada daha bir tatil havası ya da gruplaşmalar söz konusu olur. Türkiye’de herkesin futbol ve siyasetten çok iyi anladığını iddia ettiği gibi, kimi insanlar da buraya gelince festivallerin nasıl yapılması gerektiği hakkında konuşur durur.

İletişim ekibimizle festival öncesi yaptığımız bir toplantıda, onlara “sadece olumsuz haberler çıkacak, sakın telâş yapmayın” demiştim ve daha bu olayların hiçbirisi olmamıştı.

Belli bir yayın grubunda çalışıyorsun, önemli festivallerde görevler üstleniyorsun. Bazı eleştirilerde, ülkede son dönemde yaşanan gelişmelere artık “taraf” olarak yaklaştığın da iddia ediliyor. Belli bir değişim içinde olduğun şeklindeki tespitler veya kaygılara bakışın nedir?

Olabilir, düşünmek lâzım. Ama benim için kimsenin kaygılanmasına gerek yok! Ben kendi işimi yapıyorum; festivallere filmler ve ekipler getiriyor, onlarla söyleşiler yapıyorum. Dünyanın her yerinde bu işleri sinema yazarları yapar. Ayrıca söylendiği gibi işin organizasyon kısmında olmuyor, program kısmında yer alıyorum. Kendi alanımın sınırları içinde buradayım yani… Kim hangi otelde kalmış, uçakla mı gelecekmiş, törene ne zaman çıkacakmış, parasal durumlar nelerdir, bunlarla ilgilenmiyorum. Ben filmlerin değerlendirme kısmını yapıyor, izleyiciyle buluşma noktasında moderasyonu üstleniyorum; Vecdi Sayar’dan Burçak Evren’e, Atilla Dorsay’dan Sevin Okyay’a birçok sinema yazarının çeşitli dönemlerde yaptıkları gibi. Bir sene de -Vecdi Sayar gelmeden önce- Deniz Ziya Temeltaş, Fırat Yücel’i Program Direktörü olarak belirlemişti örneğin. Bunlar hepimizin yaptığı şeyler ve sinema yazarlığının da hayli ciddi bir parçası.

Meselenin bir de konjonktürel boyutu var. Siyasal ve kültürel zeminde bir süreçten, altüst oluşlardan geçiyor Türkiye. Doğal olarak kaygılar var. Sansür tartışmalarının arka plânında bunların da yer aldığı görüşüne katılır mısın?

Öyle bir kaygı var; ama bu süreçte sinema daha mı iyiye gitti, yoksa daha mı kötüye? Ayıptır. Bazı şeyler kısıtlamak istiyorlarsa ne diye sektörün kendi bileşenlerini içine alıp destek dağıtsınlar bu kadar. “Yiğidi öldür, hakkını ver” demişler. Bütün sinemacılar yıllardır ciddi biçimde Kültür Bakanlığı’yla iletişim ve pazarlık halinde. Ben Türkiye Sinema Platformu’nda da Yönetim Kurulu görevinde de bulundum. Tamam, iç ve dış politikayı tartışalım, yanlışların üzerinde duralım; fakat tırnak içinde “demokrat” olması gerekenlerin daha bağnaz olabildiğini de unutmayalım.

Bir de başından beri söylüyorum partizan olma meselesini; ama bu arada hangi partizanlıktan söz ediyoruz, onu da anlamış değilim! Türkiye’de herkes birşeylere karşı, öte yandan kadına karşı bir bakış var, kimliklere bakış var… Bazı insanlar bütün kimlikleri üzerinde toplayınca hedef oluyor tabii. Ama bunu kaldıramayacak olsam hiç bulaşmazdım bu işlere.

Yeri gelmişken, kim haklıysa ondan yana olduğumu da söylemeliyim. Türkiye’de hakiki bir kamplaşmaya gidiyoruz. Bir noktada “karşıyım”, “muhalifim”, “nefret ediyorum” tavrı varsa, bütün bunlar normalleşiyor. Ortada bir hükümet ve icraatları varsa eleştiri olması da gayet doğal. Ben de herşeyi onaylamıyorum; ama doğru bir şey de yapılıyorsa yanında olabilirim. Bu arada ömrüm boyunca Yeşiller ve Feministler dışında siyasal olarak kendimi yanlarında konumlandıracağım hiçbir hareket olmadı, hatırlatmak isterim.

Geçmiş dönemde Altın Portakal’a ilişkin bazı eleştirilerin olduğunu biliyoruz. Sözgelimi festivali “panayır gibi” şeklinde nitelendirdiğin dönemlerden bu yana ne değişti?

Bu eleştirileri yaptığım dönemlerde de festival için çalışmıştım ve buradaydım. Onun dışında gelmediğim yıllar olsa da genel eleştirlerim oldu, bugün de var. Son olarak Vecdi Sayar döneminde Ermenice bir şarkı krizi olmuştu hatırlarsan. Sonradan nedeninin, bir siyasi parti liderinin festivale gelmesi olduğunu öğrenmiş ve ertesi yıl kendi içimde bir tavır geliştirmiştim. Herkesin hassasiyetleri farklı olabiliyor: Bazı kesimler bir dile konulan ambargoya tepki gösterir, bir diğeri de bir devlet başkanına küfür edilmesine!…

Önceki yılların festivallerinden söz etmişken; altyapıyı zayıf bulan, festival adına “çivi bile çakılmadığını” iddia eden yöneticiler de oldu bu sene; ama kimse kapatılması sonucu işsiz kalan festival emekçilerinden ve AKSAV’dan söz etmedi…

Ben bir dönemde de AKSAV’la çalışmıştım Altın Portakal’da. Ağır eleştirilerim de oldu, övgülerim de. Herşeye rağmen, olanaksızlıklar içinde festivaller yaptıklarını söyleyebilirim. Hülya (Özyol) da arkadaşım, biliyorsun. Kimse o insanların hakkını yiyemez.

Artık festivale dönelim. Nasıl değerlendiriyorsun 51. Altın Portakal’ı?

Çok şükür ki iyi değerlendiriyorum. Benim için en önemli şey film gösterimleriydi. Seçkimiz çok iyiydi, bundan hiç kuşku duymadım; ama bunları iyi koşullarda gösterebilecek miyiz diye düşünüyordum. Bunu başardık. Israrlarımız ve Menderes Türel’in de titizlikle üstünde durmasıyla AKM’yi elden geçirdik. Bundan daha iyi ses olması mümkün değil artık; çünkü o salonun limiti var. Tarihinde ilk kez flu olmayan gösterim yaptık orada, bizim için çok önemliydi. İkincisi, ulusal / uluslararası yarışma filmlerinin ekipleri buradaydı, onları seyirciyle buluşturabildik. Gösterimler sorunsuz geçti, Türkiye’de sinema için çok önemli bir atılım olan Film Forum’u hazırladık ve bütün bunların hazırlığını çok kısa bir sürede tamamladık. Gerisi teferruat bence…

Festivalin ilk günlerinde, sinema yazarlarının bir bölümünün veto edildiği iddia edilmişti yanlış hatırlamıyorsam.

Gazetecilikte bir ilke vardır: Gazeteci kendi parasını ödeyerek festivali izler! Her festivalin belli bir davetli kitlesi vardır; ama bu sayının da sınırları vardır. Bu gerçeğin dışında bu yıl Altın Portakal’da boykot edilen, veto yiyen hiç kimse olmadı. Sadece Sayım Çınar’a gönül koydum, onu inkar etmiyorum. SİYAD dışında basında yazıp çizen; gazete, TV, dergi ekiplerinden yüzlerce kişi vardı. Örneğin yabancı basına bile 5 gece şartı getirdik bu yıl. Hollywwod Reporter’dan Variety’e; İsrail’den İsveç’e, Rusya’dan ABD’ye kadar bir çok ülkenin gazetecisi festivali bu koşullarda takip ettiler ve bunu da hiç sorun etmediler.

Türkiye’de davet meselesinin de konuşulması gerekiyor artık ve bu bayağı ahlâki bir sorun haline geldi. “Benim herşeyimi ödeyin, ben de sizi haber yapayım” demek sence de tuhaf değil mi?

Anladım. Bir de TOMA hadisesi var çok konuşulan…

Filmin sunumunu yapacağım için ekiple birlikte tam AKM’ye girerken TOMA’nın geldiğini söylediler. Hemen telefona sarıldım; sonra baktım, geri çıkıyor. “Biz kalabalığız, Akrep’le başa çıkarız arkadaşlar” deyince herkes gülmeye başladı. İçeri girince Emniyet görevlileri karşıladı bizi; salonun güvenliği için geldiklerini söylediler çok net biçimde. Antalya’da kısa süre önce yaşanılan saldırılar nedeniyle tedbir almak istemişler. O sırada kol kola olduğumuz Şenay Aydın’la “kaderde bunu da görmek varmış” dedik birbirimize…

Bilet fiyatları ve kortejin kaldırılması da bir başka konu. Benim de bu etkenlerin yerel katılımı düşürdüğü yönünde gözlemlerim var.

Bilet fiyatlarını Antalya’ya gelince öğrendim ve ben de yüksek buldum. Kortej, o hafta yaşanan olaylarda 24 kişinin hayatını kaybetmesi nedeniyle iptâl edildi. Takdir edersin ki o koşullarda kalabalığın arasına karışıp, insanlara el sallanmazdı.

Gelelim senin de içinde yer aldığın Ön Jüri kararlarına…

Ne diyebilirim ki? Filmi her seçilemeyen eleştiriye başlıyor. Atalay Taşdiken’den, annem dediğim Sevin Okyay’a kadar birçok insanın içinde masaya yumruğumu vurdum ve dediğimi yaptırdım. Bütün suçlu benim! Aynen yazmanı rica ediyorum (gülüyor).

Ulusal Yarışma’da verilen kararlarla ilgili ne söylemek istersin?

Kararları hiçbir zaman yorumlamam. Her jüri farklı karar verebilir.

Son olarak bu ekip kalıcı mı diye sorsam…

Bilemem… Ama ben ekip ruhu için burada kalmak isterim. Bu kadar haksızlığa uğradığımız için “devam” derim, yoksa arkama bakmadan da gidebilirim. Bu ekibe her açıdan kefilim; Zeynep’le piyasada beraber büyüdük, Hülya Uçansu hocam, kılavuzum… Elif’le yollarımız zaman zaman kesişti; enerjik, gayretli bir insan. Menderes Bey’in ve Kültür Bakanlığı’nın tavrını da gayet açık ve destekleyici buluyorum.

Çok teşekkür ediyorum, olgulara kendi cephenden açıklıkla yanıt verdiğin için.

Ben teşekkür ediyorum, başarılar…

(27 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü