Eylül’ün Kayıp Bir Ayı Nereye Gitti?

Bi Küçük Eylül Meselesi
Yönetmen-Senaryo: Kerem Deren
Müzik: Toygar Işıklı
Çizgiler: Erdil Yaşaroğlu
Kurgu: Aylin Zoi Tinel
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Engin Akyürek (Tekin), Farah Zeynep Abdullah (Eylül), Ceren Moray (Berrak), Onur Tuna (Atıl), Serra Keskin (Gülşah), Ege Aydan (Baba)
Yapım: Ay Yapım (2013)

Kerem Deren’in “Bi Küçük Eylül Meselesi”, polisiye filmler gibi ince işlenmiş ve merak duygusunu sonuna kadar koruyan heyecan verici ve estetik bir film. Genç oyuncularına da övgü göndermeli.

Kerem Deren’in yazıp yönettiği 2013 yapımı “Bi Küçük Eylül Meselesi”, bir polisiye film gibi Eylül’ün kayıp bir ayının peşine düşüyor. Senaryo gerçekten iyi ve zekice yazılmış. Boşlukta kalanlar, küçük ayrıntılar ve kurgu dili bu filme, giderek sinemamıza heyecan getiriyor. Diyaloglar çoğu anda iyi yansısa da, bazı anlardaysa yapay kalıyor. Sinemamızın genel meselesi bu. Yönetmenin, yaratıcı senaryolarla filmler ortaya çıkartacağını hissediyorsunuz filmin içinde dolaşırken. Filmin görselliğinin de zengin olduğunu belirtmeli. Sinemamızın önemli kameramanlarından Gökhan Tiryaki’nin sinemaskop çerçeveleri, sinema perdesinde estetik anlamda insanı etkisi altına alıveriyor. Gökhan Tiryaki, Nuri Bilge Ceylan ustanın filmlerinin gözleri daima. İnsan onda Slawomir Idziak’a dokunuyor. Bir kameramanın, gerçek anlamda fotoğraf sanatına yakın durması gerektiğini de hatırlatıyor bu heyecan verici kameraman. Fonda duyulan Toygar Işıklı’nın müzikleri de iyi. Ama duyulan pop şarkıları ruha iyi gelmiyor. Bu şarkılar filmi olumsuz anlamda biraz geriletmiş maalesef.

Bozcaada’ya bir yolculuk…

Eylül, güzel bir genç kadın. Yönetmen öyle öngörmese de, Eylül’ün ruhuyla, Eylül’ün her zaman elinin altında olan gazeteyi bütünleştirmiş. Sanatta metaforun gücü bu işte. Filmdeki bu gazeteyle, Fransızların sağ liberal çizgideki Le Figaro Gazetesi neredeyse ruhen aynı. İkisi de sanat eserlerine yüzeysel yaklaşıyorlar daima. Eylül, magazinsel, aşağılayıcı, ayrımcı, zihni karışık, şizofren ruhlu ve az da olsa suçluluk yaşayan bir insan. Geride kırık bir kalp bırakmış kırmızılar içindeki neşeli Eylül, kendi çevresindeki sevgilisi Atıl’ın dört çekerli cipiyle trajediye de yolculuğa çıkıyor. Kaza, onun belleğininden silinmiş bir ayın peşine de düşmesine neden oluyor. Deştikçe, karanlık labirentte zihinsel ışığı arıyor. O labirentte, sınıfsal anlamda uzak olduğu Bozcaada’ya yerleşmiş sessiz karikatürist Tek, yani Tekin var. Eylül, tanımadığı ama çizgilerine tutulduğu Tek’le evleneceğini düşünmüş. Ama onunla tanışınca, kendince hayal kırıklığı yaşıyor. “Beyaz atlı prens”ler gibi yakışıklı değilmiş Tek. Elbette sınıf farkı da var. Yönetmenin, zeka yüklü senaryosu, zihinsel anlamda seyircilere haz vermeye başlıyor. Gerçekten filmin içinde dolaşırken merak duygusunu da azaltmamalı. Yer yer bu filmden polisiye film tadı aldık. Hikâyenin içindeki boşlukları ve ayrıntıları zihinsel olarak birbirine bağlamaya başladığınızda sinemasal keyfe dönüşüyor bu.

Ön jenerik sürerken, suyun içindeki dolaşan kamera, sudan çıkıyor ve evin içine giriyor. Bu giriş anı filmdeki estetiği de duyuruyor. Yönetmen, kamerayı mekânın içinde kaydırarak dolaştırmaktan hoşlanıyor. Kubrick’in 1957 yapımı “Paths of Glory-Zafer Yolları” savaş filminin tadını verdi bize. Sadece öne çıkan kamera değil filmde. Senaryo yaratıcı ve zekice yazılınca bu kurguya da yansıyor. Gerçekten küçük bir an, küçük bir ayrıntı, zihindek küçük bir boşluk, derinlikte anlamlaşarak insanın zihninde bütünleşiyor. Bozcaada’daki mekânlar, filme sadece turistik anlam katmamışlar. Özellikle gecenin içindeki sokaklar, kasvetli ve Eylül’ün zihniyle de metafor kuruyorlar. Gerçekten çarpıcı fotoğraflar toplanmış bu anlarda. Kıyıda kalmış Tek’in evi de insana tuhaf, kederli bir huzur da veriyor. Korkuluğun simgesel anlamı da var filmde. Bir de Tek’in sarı renkteki “moto guzzi”si, yani “triportör”ü var. Bu üç tekerlekli triportöre binmenin ne kadar keyifli olduğunu da belirtelim. Son olarak genç oyunculara da övgü gönderiyoruz.

(13 Şubat 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mary Poppins Yazarının Disney Usulü Öyküsü

Hollywood usulü biyografik öyküler sinemaseverlerin yakın ilgisiyle karşılaşmıştır hep. Son dönemin ‘Marilyn ile Bir Hafta’sı, efsanevi yıldızın İngiltere’de çektiği ‘Prens ve Şov Kızı’nın çekim sürecinin perde arkasını öyküler. Keza yakın tarihli ‘Hitchcock’ ve ‘The Girl’, gerilim ustasının ‘Sapık’ ve ‘Kuşlar’ şaheserlerinin yaratım süreçleri üzerinedir. Bu hafta gösterime giren ‘Mr.Banks / Saving Mr. Banks’ bu eğilim doğrultusunda, Disney’nin ölümsüz klasiği ‘Mary Poppins’ ve yaratıcılarını konu alıyor.

İçinde bulunduğumuz yıl 50. yaşını kutlayacak olan bu unutulmaz çocuk klâsiğinin Walt Disney’in yirmi küsur yıllık düşü olduğunu öğreniyoruz önce. Pamela Lyndon Travers’in ilk kez 1934 yılında yayınlanmış ünlü roman serisinin film versiyonu için kızlarına söz vermiş Walt amca. Eserinin Hollywood çarkının dişlileri arasında deforme olacağı kaygısıyla bu teklife uzun yıllar direnmiş İngiliz yazar. Mali sıkıntıya düştüğü altmışlı yılların başlarında, menajerinin de baskısıyla çaresiz inadından vazgeçer Travers. Ancak ağır şartları vardır. İki haftalığına gideceği Los Angeles’ta hazırlanan senaryoyu didik didik inceleyecek, tüm detayları bir bir kontrol edecektir.

Sert İngiliz leydisinin Amerika serüveni kültürel farklılıklar doğrultusunda her açıdan gerilimlidir. Eski kıtanın sıkı disiplinle yetişmiş yazarı, yeni dünyanın yaşam biçimine, sıcak ve nemli iklimine tepki gösterir sürekli. Nefret eder Los Angeles’tan. Kendini ve eserini Disney’in ellerine teslim edeceği düşüncesi deli eder yazarı. Walt Disney ve filmin yaratım sürecinde devreye giren senaryo yazarı ve müzikleri yapan ünlü Sherman kardeşler ile sürekli ihtilaf içindedir (‘para beni köşeye sıkıştırdı, senaryo tam beklediğim gibi korkunç’). İleri sürdüğü şartlarla yaratım ekibini çılgına çevirir. Mary Poppins’in şarkı söylemesine, dans etmesine rıza göstermez (‘çocukların eninde sonunda karşı karşıya kalacağı karanlık dünyayı şekerden bir paltoyla örten uçarı bir kadın değildir o, duygusal değil gerçekçidir Poppins’). Filmde animasyon karakterlerin, kırmızı rengin kullanılmasına karşı çıkar.

‘Mr. Banks’in senaryosu iki farklı kanaldan ilerliyor. Hollywood stüdyolarında iki zıt kutbun mücadelesine paralel olarak uzun geri dönüşlerle Travers’in Avustralya’da şekillenmiş acılı çocukluğuna şahit oluyoruz. Ve film ilerledikçe, ‘Mary Poppins ve Banks’ler benim kendi ailem, onlara dokunmanıza, dejenere etmenize izin vermem’ diye haykıran Travers’in çocukluk travmalarının terapisi niteliğindeki eserinin, kendisine ‘hayal kurmayı asla bırakma meleğim’ vasiyetini bırakmış babasının anısıyla yüklü olduğunu anlıyoruz. Nitekim kurt Walt kendi çocukluk acılarından yola çıkarak Travers ile iletişim kurabilecek, yazarı ancak bu şekilde ikna edebilecektir. Romanda geri planda yer alan disiplinli ve sert baba Mr. Banks karakteri, çocuklarına ilgi gösteren sevecen bir karaktere dönüşür beyazperde versiyonunda. Walt’ın söz verdiği gibi hayaller onarılır, filmin özgün adında yer aldığı biçimde ailenin babası yüceltilir.

Amerikalı yönetmen John Lee Hancock, ağır psikolojik travmalar içeren hikâyesini Disney usulü iyimser bir üslûpla dengelemeye çalışmış. Travers’te İngiliz oyuncu Emma Thompson’ın, Walt Disney’de bir diğer Hollywood ikonu Tom Hanks’in etkileyici performanslarından aldığı destekle ünlü sinema klasiğinin dokunaklı yaratım öyküsünü ilgiyle izlenilir kılmış. Lâkin gerçek hikâyenin finali Disney usulü versiyondan hayli farklı. P. L. Travers, Poppins uyarlamasının bitmiş halini hiç beğenmemiş, eserine saygısızlık edildiğini belirtmiş. Bu nedenledir ki devam filmlerine hiçbir zaman izin vermemiş.

(13 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hoşgeldin Scorsese

Casino’dan sonra, gecikmiş Oscar’ına ulaştığı performansı da dahil olmak üzere heyecanını yitirmişe benzeyen Martin Scorsese, yeni bir başyapıtla kapımızı çaldı. Oliver Stone’un “sert” borsa betimlemesinden farklı olarak, daha “renkli” anlar vaat eden Para Avcısı, yönetmeni sinemanın yaşayan en büyük efsanelerinden biri haline getiren temalara dönüş anlamı da taşıyor.

Sokaklar, Kızgın Boğa, Sıkı Dostlar ve Casino gibi filmlerin izinden giden; çizginin dışına çıkmaya hevesli, hırslı kahramanların yükseliş ve doğal bir sonuç olarak çöküş serüvenlerine odaklanan Para Avcısı, bünyesinde öncülleri gibi kara film dokusunu barındırıyor; ama “suç unsuru”nun niteliğindeki farktan dolayı, filmde yapımda biçimsel değişimler meydana geliyor, olgunun yapısına ve döneme paralel biçimde, yapıma daha aydınlık bir atmosfer egemen oluyor. Ayrıca Para Avcısı’nın gelişme bölümü, -bilinçli bir tercihten kaynaklı olarak- referans filmlerin aksine daha geniş bir alana yayılıyor.

Özellikle mafya merkezli filmlere damgasını vuran “sert adamların dünyası”, yerini genç yüzyılın parlak beyinlerine ve yaşam biçimlerine terkederken, mizahi yaklaşımı daha üst perdede seyreden bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anımsatalım. Scorsese, filmin başlangıcında ana karakteri aracılığıyla seyirciyi çok da iyi bilmediği öngörüsü taşıyan bir dünyayla tanıştırıyor. Bu yerinde yaklaşım, aslolanın para evrenindeki işleyiş değil, yeni çağın değerlerini kuşanarak bir çırpıda yükselen yıldızların kişiliklerindeki yansımalar olduğuna işaret ediyor. Bu durum da Para Avcısı ile önceki yapımlar arasındaki akrabalığı güçlendiriyor. Derin analizlere soyunan ve kapitalizmi bildik yöntemlerle eleştiren bir film değil karşımızdaki; tıpkı diğer yapıtlardaki somut derdin mafyayı veya spor dünyasını sorgulamak olmaması gibi.

Malum sona giden yolun hayli uzun olması ve yükselişin yozlaşmayla kol kola yürüdüğü anların sonu gelmeyecekmiş gibi durması, Scorsese’nin yeni sürprizleri olarak nitelendirilebilir. İzleyiciyi rahatsız etmeyi hedefleyen ve filmin ritmini bozma pahasına bunu başaran yönetmen, gücün yol açtığı durumları aktarma bakımından mutlak bir başarıya imza atıyor. Bu bağlamda; feodal bağların (baba-oğul ilişkileri) paranın sıcak yüzü karşısında eriyip gitmesini, epik filmlerden ödünç alınmış gibi duran “gaza getirici” ajitasyonun, bu dünyanın ipliğini pazara çıkarırcasına sahte bir gerçeklik olarak karşımızda belirmesini ve iktidar ile şehvet arasındaki ilişkiyi filmin en güçlü yanları olarak değerlendirmek gerek.

DiCaprio’nun bir başka Scorsese filmiyle, yine en olgun performanslarından birini sergilediği “Para Avcısı”nda Jonah Hill’e de ayrı bir parantez açmak lâzım. Perdede göründüğü ilk andan itibaren seyirciye enerjisini geçirmeyi başaran Hill, önceki filmi Buraya Kadar’da kendisini “Amerikan ailesinin sevgilisi” olarak tanımlıyordu. Mitolojiyi tersyüz etme adına yeni bir adım olan filmde, sınıf atlama yarışının yozlaşmaya meyilli hakiki orta sınıfını başarıyla temsil ediyor oyuncu.

Scorsese cephesinde yeni birşey olmadığına kanıt oluşturan durum ise bir kez daha kadınları içine alıyor. Sert olmamakla birlikte, erkek egemen bir topluluğun kadınları, yine “bağımlı” karakterler olarak “iyi gün dostu” olmanın tüm gereklerini yerine getiriyorlar.

Müthiş bir ön hazırlık evresinden geçtiğini belli eden, kaynak olarak aldığı biyografik eserdeki aksiyon duygusunu kat be kat aşan Para Avcısı’nın başarısında, yönetmenin yeni çağın eğilimlerini ve yeni bireyini çok iyi etüt etmesinin yattığını söylemeliyiz. Artık çok fazla vakti kalmadığını ve bu yüzden, sonraki dönemde de çok iyi projelerde yer almak istediğini vurguluyor Scorsese. Çok da iyi yapıyor!

Kolay yoldan para kazanmanın ve herşeyin aslında ne kadar basit olduğunun filmi olan ve bu basitliğin yarattığı boşluğu doldurmaya çalışan yüzeysel karakterlerin galerisine dönüşen “Para Avcısı”, son tahlilde genel izleyici için hazmı kolay olmayan anlar barındırsa da, nasıl bir dönemden geçtiğimizi sergilemesi bakımından tarihi bir film.

Doğrusu Scorsese’yi çok özlemiştik!

(13 Şubat 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Pera Müzesi’nde: El Santo, Süperstar, Meksika

Pera Film, 06 – 12 Şubat 2014 tarihleri arasında sinema tarihinin en üretken savaşçılarından biri olan, Meksika Sineması’nın kült figürlerinden “luchador” El Santo’yu konuk ediyor. Meksika Büyükelçiliği ve Cervantes Enstitüsü işbirliğiyle gerçekleştirilen El Santo, Süperstar, Meksika adlı programda, 1960 ve 1970’lerde yapılmış ve Meksika’nın en sevilen halk kahramanlarından birini anlatan hikayeleri konu alan, kültün ve hayal gücünün peşinden giden beş film sunuluyor. Suçluları ortaya çıkarmak ve güzel kadınlara kur yapmak dışında Santo ayrıca 50’den fazla film boyunca Kurtadam’la, Marslılarla ve Bermuda Şeytan Üçgeni’yle güreşmeye fırsat buluyor.

Pera Müzesi’nde: El Santo, Süperstar, Meksika yazısına devam et

Balayı Ekibi Partide Coştu

Genç yönetmen Koray Baliç’in imzasını taşıyan Balayı filminin ekibi, vizyon öncesi partide buluştu. 14 Şubat’ta vizyona girecek olan filmin başrol oyuncuları Seda Tosun’un gelinlikle ve Emre Kılıç’ın damatlıkla katıldığı parti, Asmalımescit Aperativo’da yapıldı. DJ kabinine girerek geceye damgasını vuran müzik yazarı Naim Dilmener, partiye katılan herkesi coşturdu. Basın mensubu ve davetlilerin katıldığı partide tüm şarkılar hep bir ağızdan söylendi.

Akbank 10. Kısa Film Festivali’nde Ön Elemeyi Geçen Filmler Belli Oldu

Bu yıl 10 – 20 Mart 2014 tarihleri arasında onuncusu gerçekleştirilecek olan Akbank Kısa Film Festivali kapsamında düzenlenen Kısa Film Yarışması ön eleme sonuçları belli oldu. Festivalin yarışma ve yarışma dışı kategorilerine bu yıl toplam 309 film başvurdu. Yeni fikirleri desteklemeyi, genç sinemacılara kendilerini gösterme olanağı ve kısa film kültürüne katkı sağlamayı amaçlayan festivalin, Mehmet Güleryüz, Ayşegül Selenga Taşkent ve Selim Evci’den oluşan ön eleme jüri kurulunun değerlendirmesi sonucu, yarışmalı bölüme katılan eserler arasından 11 canlandırma, 15 kurmaca ve 10 belgesel olmak üzere toplam 36 kısa film izleyicilerle buluşmaya hak kazandı.

Berlin Film Festivali’nin Açılış Filmi Büyük Budapeşte Oteli, 33. İstanbul Film Festivali’nde

64. Berlin Film Festivali’nin açılış filmi, ünlü yönetmen Wes Anderson’ın son yapıtı Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel), Türkiye prömiyerini 33. İstanbul Film Festivali’nde Akbank Galaları’nda yapacak. Yaratıcı yönetmen Wes Anderson’ın Moonrise Kingdom filminden sonraki yeni çalışması olan Büyük Budapeşte Oteli, 1920’lerde Avrupa’da büyük bir otelde yıllardır görev yapan, adı efsaneleşmiş Gustave H. ile yakın arkadaşı lobi görevlisi Zero Moustafa’nın maceralarını anlatıyor.

İstanbul Film Festivali Altın Lale Ulusal Yarışması Jüri Başkanı Belli Oldu: Derviş Zaim

33. İstanbul Film Festivali Altın Lale Ulusal Yarışması jüri başkanlığını, yönetmen Derviş Zaim üstlenecek. Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi lisansı ve ardından İngiltere’de Warwick Üniversitesi’nde Kültürel Çalışmalar dalında yüksek lisans öğrenimi gören Derviş Zaim, 1997 yılında çektiği ilk filmi Tabutta Rövaşata ile yurtiçi ve yurt dışında birçok ödül kazandı. Zaim, sinema kariyerine Filler ve Çimen, Cenneti Beklerken, Çamur, Nokta, Gölgeler ve Suretler ve Devir filmleriyle devam etti.

Yeşilçam’ın Karakter Oyuncuları Paysage’da Eğlendi

Oynadıkları rollerden dolayı “kötü adam” olarak anılan Yeşilçam’ın karakter oyuncuları Kanlıca’daki Paysage Restaurant’ta felekten bir gece çaldı. Mahmut Hekimoğlu, Tuğrul Meteer, Yavuz Karakaş, Yakup Yavru ve Teoman Ayık, Muharrem Erdemir, Eda ve Metin Özülkü çiftinin şarkılarıyla güzel bir gece yaşadılar. Bazı şarkılara eşlik eden Yeşilçam emektarları, eski Türk filmlerine konu olmuş unutulmaz Türk Müziği şarkılarıyla ilgili de sık sık istekte bulundular.

Yeşilçam’ın Karakter Oyuncuları Paysage’da Eğlendi yazısına devam et

11. Ankara Japon Filmleri Festivali

11. Ankara Japon Filmleri Festivali (The 11th Ankara Japanese Film Festival), 26 Şubat – 01 Mart 2014 tarihleri arasında Goethe Institut Ankara’da düzenleniyor. Festivalde gösterilecek filmler arasında, Miyori’nin Ormanı (Miyori in the Sacred Forest), Yıldızın Sesi (The Voices of a Distant Star), Saniyede 5 Santimetre (5 Centimeters Per Second), Bulutların Ötesi: Sözleştiğimiz Yer (The Place Promised in our Early Days), Zen (Zen), Her Zaman: 3. Cadde’de Gün Batımı (Always: Sunset on the Third Street) gibi filmler var. Japonya Büyükelçiliği tarafından organize edilen festivalde filmler Türkçe ve İngilizce altyazılı ve ücretsiz olarak gösterime sunulacak.

Aşk (Yönetmen: Spike Jonze)

Spike Jonze’un yönettiği ve Joaquin Phoenix, Amy Adams, Rooney Mara ile Lynn Adrianna’nın oynadığı Aşk (Her), 14 Şubat 2014’de Chantier Films dağıtımıyla Chantier Films tarafından vizyona çıkarıldı.
Sezgisel ve kendi doğruları olan özel bir birlikteliğe söz veren yeni, gelişmiş bir işletim sistemi, uzun bir ilişki sonrası kalbi kırılmış olan Theodore’un ilgisini çeker. Sistemin kurulumunu yaparken anlayışlı, hassas, şaşırtıcı şekilde komik ve şaşaalı bir kadın sesi olan “Samantha” ile tanışmaktan çok memnun olur. Theodore’unkilerle birlikte Samantha’nın ihtiyaçları, istekleri büyüdükçe ve bağlantıları sürdükçe arkadaşlıkları, birbirlerine duydukları aşk olarak derinleşir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor

Aşk (Yönetmen: Spike Jonze) yazısına devam et

Kurt Satıcının Önlenemez Yükselişi

Formda bir Martin Scorsese bulmak ne keyif. Amerikalıların büyük saygı duydukları usta sinemacı, kariyerini süslemiş suç öykülerinden bir yenisiyle sıcağı sıcağına karşımızda. Bizde ‘Para Avcısı’ adıyla gösterilen filmin özgün adı -Wall Street’in Kurdu anlamına gelen- ‘The Wolf of Wall Street’. Gerçek bir yaşam öyküsünden, seksenli yılların sonlarında finans dünyasının Kâbe’sinde yıldız gibi parlamış borsacı Jordan Belfort’un aynı adlı biyografik kitabından bir uyarlama bu. Kitabı okumadık ama Scorsese’nin çalışması, portföyündeki temposu yüksek filmleri aratmayan nitelikte.

Bir ‘Yurttaş Kane’ edasıyla başlıyor ‘Para Avcısı’. Dağıtımcı ve yapımcı firmalar, Paramount ile Red Granite Pictures’ın hemen ardından MGM’inkine benzer bir arslanın kükrediği Stratton Dakmont’ın logosu beliriyor ekranda. Yapımcı şirketlerden bir diğeri olduğu kanısına kapılıyorsunuz önce. Hemen ardından devreye giren tanıtım filmiyle, logonun Belfort’un milyon dolarlar götürdüğü görkemli şirketine ait olduğunu anlaşılıyor. Daha sonra Belfort kameraya gözlerini dikerek başdöndürücü yükseliş hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Bayside Queens’de küçük bir dairede muhasebeci iki ebeveyni tarafından yetiştirilmiş Belfort. Amerikan rüyası küçük yaşlardan içine işlemiş. Kendini bildi bileli hep zengin ve güçlü olmak istemiş. 22 yaşında tutkularına yakışan bir yerde, paranın tapınağı Wall Street firmalarından birinde işe girmiş. Küçük bir rolde devleşen muhteşem Matthew McConaughey’nin canlandırdığı kıdemli broker Mark Hanna’dan almış ilk dersini. ‘Borsada işlem yaparak para kazanmak damardan adrenalin almak gibidir. Bir şey yarattığımız yok, bir şey de inşa etmiyoruz’ diyor feleğin çemberinden geçmiş broker. Hedef yatırımcının kazancını nakde çevirmesinin önüne geçmek, daha fazla kazanması için sürekli yeni hisse alımı önerisinde bulunmak ve onları borsa bağımlısı haline getirmektir. Yatırımcı kâğıt üzerinde zengin olduğunu hayal ederken, borsacı aldığı komisyonlar üzerinden eve ‘peşin para’ götürür. Borsa 7/24 açık bir lunapark gibidir. Gün boyu alınan uyuşturucu ve alkolle bu iş nasıl yürüyor diye sorar Jordan. ‘Kokain ve fahişelerin desteğiyle’ diye yanıtlar Mark Hanna.

Kara Pazartesi olarak anılan Ekim 1987’deki büyük düşüşün ardından Jordan’ın çalıştığı tarihi L. F. Rochester firması kepenk indirir. Lakin genç girişimcinin hezimete uğramaya hiç niyeti yoktur. ‘Penny Stock’ adı verilen isimsiz firmalara ait ucuz hisselerin el değiştirdiği külüstür bir yatırım merkezinde işe sıfırdan başlar. Kâr marjı çok yüksek bu piyasada kısa sürede büyük paralar kazanır ve yanına topladığı adamlarla kendi şirketi Stratton Dakmont’ı kurar. ‘Kokain, testesteron ve vücut sıvısıyla hırs dolu bir tımarhaneye benzeyen’ ofisinde imparatorluğunu inşa eder.

Borsada işlem yapan herkesin çabucak zengin olmak istediği bir ortamda, 29 yaşında büyük bir servetin sahibidir artık Belfort. Soylu eşi, güzeller güzeli model eskisi Naomi ile devasa malikânesinde yaşar. Miami Vice’daki Don Johnson gibi beyaz Ferrari kullanır. Kendi tabiriyle, hovarda gibi kumar oynar, sünger gibi içer, haftanın her günü fahişelerle düşüp kalkar. Şirketi Wall Street’in amiral gemisi haline gelen Belfort’ın yaşadışı kazançları ve magazin basınına düşen hovarda yaşamı finansal denetim kuruluşları ve FBI tarafından takibe alındığında rüşvet vermeyi ve muazzam servetini gözlerden uzak İsviçre bankalarına transfer etmeyi deneyecektir genç adam.

Herkesin daha zengin ve daha güçlü olmak istediği Amerikan rüyasının bu gösterişli ikonunun serüvenini aynen Belfort’ın yaşamına benzer bir hızla sinemalaştırmış Scorsese. Bu açıdan kariyerinin önemli halkalarından ‘Sıkı Dostlar / Goodfellas’ (1990) ile yakın akrabalığı mevcut bu çalışmanın. Kanun dışı yollardan elde edilmiş devasa servetleri, yüksek dozda uyuşturucu ve toplu seks partileriyle rezilliğin dibine vurmuş yaşamları tüm açıklığıyla üç saat boyunca sergiliyor usta yönetmen. Zıvanadan çıkmış, absürd bir dünya tasvir edilen. Yine Belfort’un deyimiyle ‘normal bir dünyada kim yaşamak istiyor ki’ zaten. Scorsese bir sistem sorunu olarak sunuyor tüm yaşananları. Bu sistem değil midir zenginliği, gücü yücelten. Bu sistem değil midir iyi satıcılığı yücelten. Bu sistem değil midir sıradan Amerikalının gıpta ile izlediği lüks hayatları yücelten.

Çığrından çıkmış kapitalist yaşam düzeninin özendirdiği yoz hayatları başdöndürücü bir estetikle anlatan, yakışıklılığı nedeniyle oyunculuğu hep gölgede kalmış Leonardo DiCaprio’nun hayatının rolünde döktürdüğü başarılı bir Scorsese filmi ‘Para Avcısı’. Ustanın her filmi gibi ilgiyle izleniyor.

(12 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com