TMMOB Mimarlar Odası Belgesel Sinema Kulübü, İşte Böyle Adlı Belgeseli Gösteriyor

TMMOB Mimarlar Odası Belgesel Sinema Kulübü’nün bu haftaki etkinliğinde 05 Nisan Cuma günü Osman Şişman ve Özlem Sarıyıldız’ın yönettiği İşte Böyle adlı belgesel gösterilecek. Film, Erzurum Bağbaşı’nı da vuran HES musibetini anlatıyor. Senelerdir süren hukuki ve fiili mücadele, müteahhit firmanın baskısıyla yöre halkının aleyhinde seyrediyor. Köylülere verilen akıl almaz cezalardan biri, 17 yaşındaki Leyla’nın tüm köyle konuşmaktan men edilmesi. İlk kez devlet şiddetine maruz kalan köylüler, susuzluğa ve suskunluğa mahkûm edilseler de gündelik hayatlarına devam ediyorlar.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    TMMOB Mimarlar Odası Belgesel Sinema Kulübü, İşte Böyle Adlı Belgeseli Gösteriyor yazısına devam et
  • 3. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlenen Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin üçüncüsü 13 – 19 Eylül 2013 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşiyor. Geçen yıl “Kadına Yönelik Şiddet ve Ayrımcılık” olan festivalin bu yılki teması, toplumumuzda ve dünyada en önemli sorunlardan biri olması nedeniyle, “Suça Sürüklenen Çocuklar” olarak belirlendi. Festival kapsamında Uluslararası Altın Terazi Kısa Film Yarışması düzenleniyor. 01 Ocak 2012 tarihinden sonra çekilmiş kısa filmlerin en geç 15 Temmuz 2013 tarihine kadar festival merkezine ulaştırılması gerekiyor.

    32. İstanbul Film Festivali İlk Haftasında Yıldız Konukları Ağırlamaya Devam Ediyor

    Programında yer alan 200’ün üzerinde filmin yanı sıra iki hafta boyunca söyleşiler ve sinema dersleriyle zenginleşen 32. İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Açılış konuğu olarak İstanbul’a gelen Patricia Arquette ve Bille August’un ardından, festival sinema dünyasından yıldız isimleri ağırlamaya devam ediyor. Festivalin ilk haftasında, aralarında Costa Gavras, Mike Figgis, Stephen Dorff, Mustafa Nadarevic, Pip Chodorov ve Marco Bechis gibi ünlü yönetmen ve oyuncuların da olduğu festival konukları izleyicilerle buluşup sohbet edecekler.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    32. İstanbul Film Festivali İlk Haftasında Yıldız Konukları Ağırlamaya Devam Ediyor yazısına devam et
  • Erdem Tepegöz: Bugün Dolmabahçe’nin Yıkılması Nasıl ki Söz Konusu Olamazsa Emek Sineması’nın Yıkılması da O Derece Önem Taşımalıydı

    İlk filmi ile Altın Portakal aldı. Yurt içinde ve yurt dışında birçok festivalden ödüllerle ayrıldı. Şu sıralar Zerre’nin gişe heyecanı sarmış durumda O’nu. Çünkü film 12 Nisan Cuma günü vizyona giriyor. Ama sadece buna odaklı yaşamıyor, yeni projesi üzerine kafa yoruyor, sokak sokak gezip fotoğraf çekiyor, röportajdan röportaja koşuyor, bu yoğunlukta yemek bile yemeyi unuturken kimseyi de kırmıyor. Mesaj atıyorum, “Uygunsanız röportaj yapalım’’ diye. 10 dakika sonra cevap geliyor: “Yarın filmin Ankara galası var, bugün öğleden sonra olur.’’ Afallıyorum bir an. Nasıl yani, bu kadar çabuk mu? Hani sıfır ego diye bir şey varsa O da yönetmen Erdem Tepegöz’de var işte… “Benim Altın Portakalım var, bana zor ulaşırsınız.’’ diyenlerden değil O. Neyse uzatmayacağım. Cihangir’de buluşuyoruz, kahve içiyoruz, sohbet ediyoruz ve sizleri de bu keyifli röportajı okumaya davet ediyoruz.

    Zerre’nin hikâyesi Tarlabaşı’nın arka sokaklarında doğmuş…

    Birkaç yıl önce başka bir proje üzerine yoğunlaşma kararı almıştık. Proje için mekân arayışı içindeydik. Tarlabaşı’nda gezdiğimiz bir evin alt katında Zeynep’e benzer bir kadın yaşıyordu. İlk önce film yapmak gibi bir düşüncem yoktu ama biraz üzerine yoğunlaşınca bütün projelerim rafa kalktı ve Zerre yolcuğum başladı.

    Peki kadın ve ailesinin hikâyesi nasıl çıktı ortaya?

    O daireyi bize gösteren bir emlâkçı vardı yanımızda. Evin anahtarını almak için alt katta yaşayan bu ailenin kapısını çaldık. Kapı yarım açılmıştı, işte o 10 dakika açık duran yarım kapıdan gördüğüm görüntü beni bu filme doğru itti.

    Hiç konuşmadınız yani onlarla? Sadece 10 dakikadan nasıl bu kadar “gerçek” bir iş çıktı ortaya?

    Tabi ki filmdeki Zeynep’le gerçek Zeynep arasında çok büyük fark var. Ama temeller aynı. Zeynep’te öyle bir mahallede ve evde mücadele içinde yaşıyor. Beslendiği nokta aynı ama üzerine kurmaca bir dünya kuruldu.

    Peki sizin nasıl bir dünyanız var? Zeynep ve Zeynep gibi nicelerinin hikâyesini bu kadar iyi algılamak, sadece onunla kalmayıp sade ve bir o kadar da etkili bir dille beyazperdeye aktarmak kolay değil.

    Ben yerel olmayı seviyorum. Anadolu’nun öykülerini de anlatmak istiyorum. Sürekli seyahat halindeyim zaten. Birkaç hafta önce Suriye ve Van’da çekimler yaptık. Onlarca insanla sohbet ettim. Elimde fotoğraf makinem günlerce İstanbul’un dehlizlerinde dolaştığımı bilirim. Ne aradığımı ben de bilmiyorum ama bir şeyler arıyorum. Ve gördüğüm her görüntü, konuştuğum her insan belleğime bir şekilde yerleşiyor. Sonra da bazıları hikâyelerimin kahramanı oluveriyor işte.

    Peki Jale Arıkan nasıl Zeynep oldu?

    Zeynep karakterinin kim olacağı benim kafamı kurcalayan bir konuydu. Çünkü Zeynep’in hikâyesiydi bu. Sürekli onun yüzünü göreceğimiz bir iş olacaktı. Jale Hanımı bir arkadaşımızın önerisi ile bulmuş olduk. Ve onu gördüğümde “Zeynep’i buldum.” dedim. Jale Hanım kafamdaki Zeynep karakterine o kadar yakındı ki, başka kimseyi düşünmedik bile. Bir de ben filmin kendi oyuncularını oluşturduğunu düşünenlerdenim.

    Ama bana göre filmin bir diğer kahramanı da Remzi’dir. O filmin rengiydi bence…

    Remzi tiyatro yapıyor. İlk sinema filmi olduğu için heyecanlıydı. Ama birbirimize çok inandık ve sonuç da iyi oldu. Zaten sinema gönülden yapılacak bir iş. Her ne kadar ticari kaygılar yaşansa da hiç kimse bu işi yaparken bir çıkar beklentisi içinde olmuyor, sadece sanatını ortaya koymaya çalışıyor.

    Çatalla kapı tamiri çok zekice bir icattı. Ve tüm o karanlık içinde bizi gülümseten bir an…

    Zaten Remzi filmdeki umut ışığıydı. O dünyanın içinde ne kadar zorluklarla mücadele etseler de, çatalla bir kapı kilidi yapıp hayata devam edebilmek de çok önemli. Ne kadar karanlık, korkunç, umutsuz gözükseler bile bir şekilde ayakta kalmayı başarıyorlar.

    Zerre için, “Fransız filmlerine benziyor.” denildi? Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

    Benim hoşuma giden bir şey bu aslında. Çünkü Fransız sinemasından ciddi şekilde besleniyorum. Ama özellikle o sinemadan bir akım alıp da onun üzerine inşa etmedim bu filmi. Bunu yapmış olsaydım da bana yanlış gelmezdi. Benzer metaforlar var tabii ki ama tamamen aynı diyemeyiz.

    Bence Jale’ye bile bakınca tam bir Fransız Kadını görüyoruz. Çok karakteristik bir yüze sahip…

    Aslında hiç bu açıdan bakmadım ama doğru. O hava var onda.

    Gelelim sizin film için Malatya Film Festivali’nde koltuk kavgası yapan izleyicilere…

    Biz kavga anında içeri girmiştik. Salondaki o insanların yer bulamayışı, oturmak istemeleri ve ayakta izlemeye bile razı olmaları aslında sevindirici bir durum. Çünkü tüm üreticiler, izleyiciler için film üretiyor. Bir film bir insanın hayatında çok şeyi değiştirebilir ben buna yürekten inanıyorum. Zerre girdiği her festivalde salonu dolu olan filmlerden ama gişede nasıl olacak bunu da merak etmiyor değilim.

    Gişeden umutlu musunuz peki?

    Sebepsiz bir umut var. Neden bilmiyorum ama böyle işte. 16 kopya ile çıkıyoruz zaten. Ne olacağını tahmin ediyoruz az çok. Büyük rakamlar yapamayacağız bu belli. Ama nedense bir umut var. Zaten Zerre’yi yaratmış bir ekip olarak umutsuz olamayız biz.

    Peki gişe filmleri? Aynı sinemada aynı anda 2 hatta 3 salonda gösterilen filmler de gördük, görüyoruz.

    Etkili film olması benim için çok daha önemli. “Geleceğe Dönüş” de bir gişe filmi baktığınızda ama birçoklarını sinemaya aşık etmiş bir film. Ya da “Vizontele” de bir gişe filmi ama etkili, aynı şekilde “Kelebeğin Rüyası” da…

    Sinema sinema dedik. Emek Sineması’nı da konuşmadan bitirmeyelim bu sohbeti. Bir kaç gün önce yaşanılmaması gereken çok çirkin şeyler yaşandı. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

    Bunu yapanlar Emek Sineması’nın eski bir fotoğrafına baktılar mı hiç? Orası müze gibiydi. Bir müze nasıl yıkılabilir ki? Bugün Dolmabahçe’nin yıkılması nasıl ki söz konusu olamazsa Emek Sineması’nın yıkılması da o derece önem taşımalıydı. Beyoğlu’nda sinema kalmadı neredeyse. Beyoğlu Sineması zar zor geçiniyor. Bir sinemacı olarak gerçekten çok üzülüyorum. Türkiye’de sinema salonları neredeyse yok denecek kadar az. Pasaj sinemaları ve alışveriş merkezlerinin sinemaları var. Kapısı sokağa açılan bir sinema neresi var? Ben bilmiyorum. Ama Emek böyleydi. Kapısı sokağa açılırdı. Beyoğlu’na açılırdı. Bu cümleler bile ne kadar heyecan verici ama bunun yıkılması, yok edilmesi inanılır gibi değil. Oranın öyle bir ambiansı vardı ki sıradan bir çizgi film bile izleseniz başka bir dünyada gibi olurdunuz. Orası ne olacak şimdi, belki de markalaşmış bir tatlıcı olacak. Ya da başka bir şey. Çok üzücü, gerçekten çok üzücü.

    Teşekkürler!

    (09 Nisan 2013)

    Yeliz Bozkurt
    twitter.com/yelizbzkrt

    12. Boston Türk Film Festivali’nde Yer Alan Türk Filmleri Amerikalı Seyircilerin Büyük Beğenisini Kazanıyor

    Boston Türk Film Festivali yöneticileri Amerikalı seyircilerin gösterimlerde filmleri coşkuyla alkışladıklarını, festivalin film seçkisiyle de seyircilerden ve Amerikan medyasından büyük övgü aldıklarını, gördükleri ilgiden ve seyirci sayısındaki artıştan memnuniyet duyduklarını ifade ettiler. Festival kapsamında yapılan Boston Belgesel ve Kısa Film Yarışması’nda Jüri Ödülü alan filmlerin yönetmenlerine plaketleri filmlerinin gösterimlerinden sonra düzenlenen bir törenle verildi. Ayrıca, yönetmenler seyirci ile filmleri üzerine söyleşilerde bulundu. Yarışmada En İyi Kısa Film Ödülü, Serhat Karaaslan’ın Musa ve L. Rezan Yeşilbaş’ın Sessiz (Be Deng) adlı kısa filmleri arasında paylaştırıldı.

    12. Boston Türk Film Festivali’nde Yer Alan Türk Filmleri Amerikalı Seyircilerin Büyük Beğenisini Kazanıyor yazısına devam et

    1. Talas Kültür ve Sanat Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması

    1. Talas Kültür ve Sanat Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması, 09 – 11 Mayıs 2013 tarihleri arasında Kayseri’nin tarihi ilçesi Talas’ta gerçekleştirilecek. Geleneksel olarak her yıl düzenlenecek olan festival, bu yıl sadece kısa belgesel filmlerin başvurularını alıyor.
    Son katılım tarihi 26 Nisan 2013 olarak belirlenen Ulusal Belgesel Film Yarışması, belgesel filmin önemini vurgulamak ve belgesel sinemanın ülkemizdeki gelişimine katkıda bulunmak amacıyla düzenleniyor.
    Yönetimi ve organizasyonu, Talas Belediyesi tarafından gerçekleştirilecek olan yarışma sonunda En İyi Belgesel Ödülü, Jüri Özel Ödülü ve Talas Belediyesi Halk Ödülü verilecek.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Başvuru formu, yarışma şartnamesi ve yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    1. Talas Kültür ve Sanat Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması yazısına devam et
  • Türkan Şoray’lı Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı Hangi Ülkede 25 Milyon Seyirci Topladı?

    Rus sineması inanılmaz devlet desteğiyle ve dünya çapında büyük yeteneklere sahip olmasıyla her dönemde mucize sayılabilecek filmlere imza atmıştır.

    Bu filmlerin ülkenin en güçlü şekilde propagandasını ve tanıtımını yaptığı da tartışılmaz bir gerçektir.

    Nazi Almanyasının Rusyaya Saldıracağını Öngören Film: Alexander Nevsky

    Sovyet yönetmenler Sergei Eisentein ile Dmitri Vasilyev’in “Alexander Nevsky” adlı filminin ilk gösterimi 25 Kasım 1938’de Moskova’da gerçekleştirildi. Film Rusya’ya 700 yıl önceki (13. yüzyıldaki) Alman saldırısını anlatıyordu; bununla da kalmıyor adeta ikibuçuk yıl sonra Haziran 1941’de üç milyon Alman askerinin Sovyetler Birliği’ni istilâya kalkışmasını haber veriyordu!

    Eisentein “Korkunç İvan 2. Bölüm”ün Gösterim Yasağının Kalktığını Göremedi

    Yönetmen Sergei Eisentein’ın “Korkunç İvan 2. Bölüm” adlı filmiyse 1946’da çekilmesine rağmen sakıncalı bulunarak 1958’e kadar Sovyet halkına sunulmayacaktı. Yönetmeni 1948’de öldüğünden filminin yasağının kalktığını da göremeyecekti.

    Gözü Dönmüş İstilâcılar Rus Halkına Büyük Acılar Yaşattı

    Napoleon ve Hitler’i, “Rusya’nın Derinliği”, “Amansız Kışı” (Rusya’nın dondurucu, öldürücü soğuğu Napoleon’a eksi 35 derece, Nazilere eksi 32 derece olarak korkunç yüzünü gösterdi) ve “Dişiyle Tırnağıyla Bile Mücadele Eden Rus Halkı” durdurmuş, bozguna uğratmıştır. Bu iki diktatör dünyaya egemen olabilmenin yolunun Rusya’ya diz çöktürmekten geçtiğini kavramışlardı. İlki başkent Moskova’ya girdi, Ruslar tarafından yakılan şehri elde tutamadı, diğeri Moskova önlerine kadar geldi, Moskova’ya 24 kilometre kadar yaklaştı…

    Kuduruk Hitler, Napoleon’un istilâ silsilesini aşmaya (Rusya’yı ele geçirmeye ve halkını esir etmeye) kalkışmış ve bu korkunç çatışma 27 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne neden olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin adeta akıttığı/yağdırdığı yardım malzemeleri, araç gereç, silâh, cephane Rus halkının ve ordusunun ayakta kalmasına, Almanları yenmesine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.

    “Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001; yönetmen Jean-Jacques Annaud; yapım bütçesi: 68 milyon dolar) filminde anlatıldığı gibi Ruslar en azından İkinci Dünya Savaşı’nın başında Almanların önüne sürdükleri askerlerin bir bölümüne silâh sağlayamamış, bu da korkunç sayıda Sovyet askerinin ölümüne, yaralanmasına, sakat kalmasına yol açmış, silâhsız olanlar çatışmada hayatta kalabilmişlerse ancak ölen askerlerin silâhını kapabilirlerse savaşa dahil olabilmişlerdir.

    Rus Halkının Sinema Aşkı Dillere Destandır!

    Bugün yapılsa 700 milyon doların bile yetmeyeceği Sergei Bondarchuk’un ölümsüz yazar Tolstoy’dan satır satır uyarladığı “War and Peace-Savaş ve Barış” (1967) ölümsüz Rus filmlerinden biridir. O dönemde bu filme 100 milyon dolar harcanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yabancı film Oscar’ını kazanan “Savaş ve Barış”ı Sovyetler Birliği’nde 135 milyon 300 bin kişi seyretmiştir.

    Bondarchuk yaşadığı dönemde 3 milyon 500 bin kişinin ölümüne yol açan Napoleon’un 1812’deki Rusya istilâsını ve bozgununu anlattığı “Savaş ve Barış”tan sonra Napoleon’un 18 Haziran 1815’teki son savaşını da “Waterloo”da (1970) anlattı. Rus versiyonu 4 saati bulan bu filmin bütçesi de 25 ilâ 35 milyon dolar arasındadır. Bu film 1972’de “Waterloo Savaşı” adıyla ve kısa versiyonuyla Türkiye sinemalarına geldi.

    Sergei Bondarchuk’un bir başka filmi “They Fought for Their Country-Vatanları İçin Öldüler”dir (1975’in filmi Türkiye’de 1978’de gösterilmiştir). Alman istilâcılara karşı Sovyet halkının kahramanca direnişini konu alan bu filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 40 milyon 600 bine ulaşmıştır.

    İkinci Dünya Savaşı acıları, vahşeti, sıkıntıları ve zaferi Sovyetlerde 66 milyon kişiyi sinema salonlarına çeken “The Dawns Here Are Quiet-Sakindi Oranın Şafakları” (Yönetmen: Stanislav Rostolsky; 1972’nin filmi Türkiye’de 1977’de gösterildi) ve 56 milyon 100 bin kişiye ulaşan “The Great Battle-Tankların Savaşı”nın da (1969’un filmi Türkiye’ye 1974’te geldi) konusudur.

    İç Savaşın Acıları

    Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleriyle sonuçlanan İç Savaş’ın toplam ölü sayısı da en az on milyon kişi olarak hesaplanmıştır. Kızılların yendiği ve öldürdüğü (1920’de) Beyaz Ordu’nun komutanının (Alexander Kolchak) hikâyesi de 22 milyon dolar harcanan ve dünya hasılatı 78 milyon doları bulan “Admiral-Amiral” (2008; yönetmen: Andrey Kravchuk; başrolde Konstantin Habenski) adlı muhteşem filme kaynak olmuştur.

    Sergei Bondarchuk’da “Ten Days That Shook the World-Dünyayı Sarsan On Gün”de (1983) Çarlık yönetiminin yıkılmasını konu almıştır.

    Bolşeviklerce katledilen Çarlık Ailesini konu alan Rusların 18 milyon dolarlık büyük prodüksiyonu “The Romanovs: An Imperial Family” (2000; yönetmen: Gleb Panfilov) ise Amerikalıların aynı konudaki “Nicholas and Alexandra”sından (1971) hiç de aşağı kalmaz.

    Rus-Japon Ortak Yapımı: Dersu Uzala

    Rusya’ya yabancı film Oscar’ını kazandıran “Dersu Uzala” (1975; Rus-Japon ortak yapımı) ise Japonya’nın çıkardığı en müthiş, en büyük yaratıcı yönetmen olan Akira Kurosawa’nın imzasını taşır. 4 milyon dolara malolan filmi sadece Sovyetler Birliği’nde 20 milyon 400 bin kişi seyretmiştir. Bu film Türkiye’ye ancak 1978’de gelebilmiştir.

    Larisa Shepitko’nun Erken Ölümü Sinema Dünyası İçin Büyük Bir Kayıptı

    Yukarıda Sovyet Rus sinemasının temel konusunun Nazilerle dişe diş mücadele olduğunu belirtmiştik. Bunlardan biri de Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’ya (1964’te Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmi de aynı ödülü kazanmıştı) layık bulunan “The Ascent”dir (1977). Filmin kadın yönetmeni Larisa Shepitko (6 Ocak 1938 doğumlu) ne yazık ki 2 Haziran 1979’da trafik kazasında öldüğünde 41 yaşını tamamlamamıştı. Geride 8 yaşındaki oğlu Anton’u (1971 doğumlu) ve kendi gibi yönetmen olan eşi Elem Klimov’u (1933-2003) bıraktı.

    Shepitko’nun Kocası Elem Klimov’un Filmleri de Uzun Yıllar Yasaklıydı

    Ülkesindeki Yeniden Yapılanma (Perestroika) döneminden yararlanarak, Mayıs 1986’da Sovyet Film Yönetmenleri Sendikası’nın Genel Sekreteri seçilen Elem Klimov, Sovyet Komünist Partisi’nin katı, bağnaz sansürcülerinden çok çeken, pek çok filmi uzun yıllar yasaklı kalan yönetmenlerden biriydi.

    Elem Klimov, Larisa Shepitko’yu konu alan 25 dakika uzunluğundaki “Larisa” (1980) adlı belgesel yanı sıra Son Rus İmparatoriçesini (Çariçesini) etkisi altına alan gizemli adam Rasputin üzerine “Agoniya”ya da (Agony: The Life and Death of Rasputin; 1981) imza atmıştır.

    “Elveda Matyora-Farewell to Matyora/Proschanie” (1983) Shepitko’nun başlayıp kazada ölünce bitiremediği, kocası Elem Klimov’un devraldığı, tamamladığı ve Shepitko’nun senaryo yazarlarından biri olduğu filmdir. Sovyetler Birliği’nde 1 milyon 300 bin kişi tarafından seyredilmiştir. Film baraj suları altında kalan bir yerleşim yerinin ve oradan istemeye istemeye, göç etmek zorunda kalan insanların göz yaşartıcı hikâyesini konu alır.

    Oscar Ödülüne Aday Olsun Diye Yollanan “Gel ve Gör”ün Aday Olamaması Skandaldı!

    Elem Klimov’un bir sonraki filmi “Come and See-Gel ve Gör”ün Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 28 milyon 900 bini bulur. “Gel ve Gör” Hitler felâketini en çarpıcı ve sarsıcı şekilde anlatan filmlerden biridir. “Gel ve Gör”, yabancı film Oscarına aday olabilmesi için ülkesi tarafından Los Angeles’a gönderilmiş ve skandal sayılabilecek bir seçimle Oscar adaylığı kazanamamıştır. Bu film Türkiye sinemalarına 1997’de gelebilmiştir.

    Rusya’nın Süperstarı: Innokenti Smoktunovsky

    Sovyetlerin en ünlü erkek yıldızı Innokenti Smoktunovsky’dir (1925-1994). Onun Hamlet’i canlandırdığı “Gamlet” (1964) Sovyetler Birliği sinemalarında 21 milyon 100 bin kişiye ulaşırken, besteci Çaykovski’yi canlandırdığı “Çaykovski” (1970) 23 milyon 700 bin kişiyi bulmuştur.

    Çaykovski Biseksüel miydi, Heteroseksüel miydi?

    Rus filmi “Çaykovski” İngiliz yönetmen Ken Russell’ın “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”ine (1970) Rusya’nın yanıtıdır. “Women in Love-Aşık Kadınlar”la yönetmen dalında Oscar adayı olan ve Glenda Jackson’a ilk Oscar ödülünü kazandıran Ken Russell, Richard Chamberlain’ın Çaykovski’yi, Glenda Jackson’ın Çaykovski’nin karısını canlandırdığı “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”de Çaykovski’nin eşcinsel olduğunu, karısının cinsel isteklerini karşılayamadığını ve bu nedenle kadının akıl hastanesine düştüğünü iddia edince Ruslar çok kızmış, çok alınmıştır. Rus Devleti’nin resmi görüşüne ve onu dile getiren sözcülerine göre “Çaykovski eşcinsel, biseksüel değildir; sapına kadar heteroseksüeldir.”

    Oscar Ödüllü “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor”

    Yabancı film Oscar’ıyla ödüllendirilen “Moscow Does Not Believe in Tears” (1980’in filmi Türkiye’de 1987’de “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla gösterildi) 84 milyon 400 bin kişiyi Sovyetler Birliği’nde sinemalara çekmeyi başarmıştır.

    “Andrei Rublev” Beş Yıllığına Rafa Kaldırıldı!

    Dünyanın en iyi, en değerli yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’nin “Andrey Rublev”i Komünist Partisi bürokratlarını rahatsız ettiğinden Sovyetler Birliği’nde yaygın dağıtıma ilk gösteriminden (1966) beş yıl sonra 1971’de girebilmiştir. Bu büyüleyici filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 2 milyon 980 bin olarak açıklanmıştır.

    Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı” 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmişti

    Yapımcı Sabah Duru ile eşi Yılmaz Duru’nun elinden çıkan, Sovyetler Birliği’ne yerleşmek zorunda kalan Nazım Hikmet’in tiyatro için yazdığı eserden uyarlanan Türk-Rus ortak yapımı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı”da (1978) Sovyetlerde 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmeyi başarmıştır. Çekimleri öncesinde Moskova’daki Mos Film Stüdyoları’nda Topkapı Sarayı’nın dekoru oluşturulan bu filmde başrollerde Türkan Şoray, Faruk Peker, Yılmaz Duru, Alla Sigolava, Armen Cigarhanyan, Anatoli Papanof, Vsevolod Sanayev, Adil İskenderov’da vardır. Bu halk masalı daha önce Fuzuli ve Nizami tarafından da yorumlanmıştı. Filmin yönetmeni de Azeri Ejder İbrahimof’tur.

    Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” kitabında bu filmin çekimlerinde ne yazık ki atların öldüğünü söyler ve öğrendiği Rusça kelimeleri sıralar: “Sıpa siba” (Teşekkür ederim), “Siyonka” (Çekim), “Haroşo” (Çok Güzel).

    Bazı Önemli Rus filmleri:

    * Dostoyevski uyarlaması “The Brothers Karamazov-Karamazov Kardeşler” (1969) Sovyetler Birliği’nde 28 milyon 300 bin kişiyi sinema salonlarına çekti.

    * “Vor/The Thief-Hırsız” (1997; Türkiye’de 1999’da gösterildi) Yabancı Film Oscar’ına aday Gösterildi. Maliyeti iki milyon dolardı.

    * “The Turkish Gambit-Türk Hamlesi” (2005). Boris Akunin’in Türkiye’de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basılan romanının uyarlaması. Maliyeti üçbuçuk ilâ dört milyon dolar arasındadır. Sadece Rusya sinemalarında 18 milyon dolar hasılat toplamıştır.

    Rusları, Rusyayı, Rus tarihini Konu Alan Diğer Ülke Filmlerinden Bazıları:

    * “Doktor Jivago” (1965) David Lean
    * “Testimony” (1988) Tony Palmer
    * Tolstoy’dan uyarlama ”Anna Karenina” (1935) Clarence Brown
    * “Peter the Great-Büyük Petro” (1986) Marvin J. Chomsky ile Lawrence Schiller
    * “Stalin” (1992) Ivan Passer
    * “Nicholas and Alexandra” (1971) Franklin J. Schaffner
    * The Last Station-Aşkın Son Mevsimi” (2009) Michael Hoffman
    * “Reds” (1981) Warren Beatty
    * “The Assassination of Trotsky-Meksika’da Cinayet” (1972) Joseph Losey
    * “The Fixer-Kiev’deki Adam” (1968) John Frankenheimer
    * Nikolai Gogol’den uyarlanan “Taras Bulba” (1962) J. Lee Thompson
    * “Rasputin: Dark Servant of Destiny” (1996) Uli Edel
    * “Fiddler on the Roof-Damdaki Kemancı” (1971) Norman Jewison
    * Tolstoy uyarlaması “War and Peace-Savaş ve Barış” (1956) King Vidor
    * “The Russians Are Coming” (1966) Norman Jewison
    * “Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001) Jean-Jacques Annaud
    * “The Hunt For Red October-Kızıl Ekim” (1990) John McTiernan
    * “Nijinsky” (1980) Herbert Ross
    * “Anastasia” (1956) Anatole Litvak
    * “The Music Lovers-Yalnız Kalpler” (1970) Ken Russell

    (09 Nisan 2013)

    Hakan Sonok

    [email protected]

    Danis Tanovic’in Filmi Festivale Bomba Gibi Düştü

    32. İstanbul Film Festivali’nin ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ hızlı başladı. Aday filmlerden biri olan, son Berlin Film Şenliği’nden iki ödüllü (En İyi Erkek Oyuncu ve Jüri Büyük Ödülü) ‘Bir Hurdacının Hayatı / Epizoda U Zivotu Beraca Zeljeza’, Bosna Hersekli tanınmış sinemacı Danis Tanovic’in neredeyse bütçesiz çekilmiş son filmi. Berlin’den sıcağı sıcağına festivalimize gelen bu mucizevi küçük film tümüyle gerçek kişilerle çekilmiş, gerçekten yaşanmış olayları anlatıyor. Şehir merkezinden uzak bir çingene köyünde ailesiyle birlikte yaşayan Nazif, tıpkı komşuları Kasım ve Rıfkı gibi hayatını hurda demir toplayıp satmak suretiyle güç belâ sürdürmektedir. Hiçbir güvencesi yoktur ancak kazandığı üç beş kuruşla karınları doyar, ocakları tüter. Lâkin gün gelip karısı düşük yaptığında yolları şehrin soğuk hastane kapısına düşmek zorunda kalır. Hamile kadının ölü bebeğinin bir operasyonla alınması gerekmektedir, ancak sağlık karnesi olmadığı ve ameliyat parasını da ödeyemedikleri için doktorlar Nazif’in karısına müdahale etmeyi reddeder.

    Filminin Beyoğlu Atlas Sineması’ndaki ilk gösterimine katılan Tanovic, bu iç acıtan gerçek hikâyeyi bir gazete haberinden öğrenmiş. Çok öfkelenmiş önce. Daha sonra haberin gerçek olup olmadığını araştırmış. Ve nihayet aileyi ziyaret ederek onları bu filmi çekmeye ikna etmiş. Proje aşamasında zor bir süreç yaşamışlar. Filmin finansmanı uzun vakitlerini almış. Sonunda 17.000 avro gibi çok düşük bir mali kaynakla, bütçesiz denebilecek bu projeyi hayata geçirmişler. Şöför dahil 9 kişilik bir ekip, üç kamera ve 10 günlük bir çekimle çıkmış ortaya bu mucizevi yapım. Motor dendiğinde orta metrajlı bir belgesel yapma düşüncesindeymiş Tanovic. Çekim ilerledikçe sinemanın kendine özgü mucizeleri bir bir gerçekleşmiş. Hiçbir deneyimi olmayan Nazif ve ailesi tüm doğallıklarıyla değme oyuncuları aratmamış. Çekimin son günü yağan kar, o güzelim finale beklenmedik bir armağan olmuş.

    ‘Bir Hurdacının Hayatı’ festivaldeki diğer filmlere hiç benzemeyen, bizlere 60 küsur yıl öncesinden İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin unutulmaz örneklerini hatırlatan çok etkileyici bir film. Festivalde iki kez daha gösterilecek, kaçırmamaya çalışın. (Kadıköy Reks / 10 Nisan Çarşamba, 19.00; Beyoğlu Atlas / 11 Nisan Perşembe, 11.00)

    (09 Nisan 2013)

    Ferhan Baran

    [email protected]

    Beyaz Saray Düştü

    Roland Emmerich’in yönettiği ve Channing Tatum, Jamie Foxx, Jason Clarke ile Joey King’in oynadığı Beyaz Saray Düştü (White House Down), 12 Temmuz 2013’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Polis John Cale, Başkan James Sawyer’ı korumak için başvurmuş ancak kabul edilmemiştir. Küçük kızını hayal kırıklığına uğratmak istemeyen Cole, onu Beyaz Saray turuna götürür. Beyaz Saray’ı gezdikleri sırada, ordu mensubu olmayan askerler Beyaz Saray’ı kuşatır. Küçük kızını, başkanı ve ülkeyi kurtarmak için Cale’in zamana karşı yarışması gerekmektedir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: Türkçe Altyazılı / Orijinal
  • IMDb
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Beyaz Saray Düştü yazısına devam et
  • Koşulsuz Sevgi

    Rufus Norris’in yönettiği ve Tim Roth, Eloise Laurence, Cillian Murphy ile Rory Kinnear’ın oynadığı Koşulsuz Sevgi (Broken), 05 Nisan 2013’de Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    11 yaşında zeki bir kız olan Skunk, şeker hastasıdır. Yaz tatili tatlı umutlar getirir Skunk’a. Ta ki komşuları Bay Oswald, sevimli ama rahatsız Rick’i tecavüzle suçlayıp dövene kadar. Evi, mahallesi, okulu onun için hain alanlara dönüşür. Çocukluğunun tasasız belirsizliği, yerini önce korkunç şüphelere, ardından ani, nedensiz, neşeli bir keşmekeşe bırakır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • IMDb
  • Festivalin Onur Konuğu Costa Gavras Çağdaş Diktatörlere Karşı

    32. İstanbul Film Festivali’nin önemli konuklarından biri de Yunan asıllı büyük usta Costa Gavras idi. Festival programında yer alan son filmi ‘Kapital / Le Capital’in Beyoğlu Atlas Sineması’ndaki gösterimi öncesinde ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ ile onurlandırılan efsanevi sinemacıya ödülü, festival yönetmeni Azize Tan’ın kısa ve özlü konuşması sonrasında takdim edildi. Gavras’ın teşekkür konuşmasında, 1982 yılı Cannes Film Şenliği’nde büyük ödülü paylaştığı yakın dostu Yılmaz Güney’i anması gecenin en duygusal anlarından biriydi.

    Filmografisi boyunca her türlü baskı rejimine ve diktatörlüğe karşı duran filmler çekmiş olan usta, bir roman uyarlaması olan ve kendisini gayet formunda bulduğumuz yeni filminde bu kez günümüzde demokrasiye en büyük baskıyı uygulayan uluslararası finans sistemini sorguluyor. Yazar Stephane Osmont’un bankacılık ve finans sektörü özelinde çokuluslu şirketlerin çağımız dünya ekonomisini ve siyasetini yönlendirmeye yönelik kapalı kapılar ardında oynanan oyunları üzerine bu son derece ilginç metni, 2008 dünya ekonomik krizi öncesinde kaleme alınmış. Amerika ve Avrupa’da eşzamanlı patlayan kriz üzerine Gavras filmini çekmeye karar vermiş.

    ‘Kapital’ Fransızların önde gelen finans kuruluşlarından Phenix Bank’in yeni CEO’su Marc Tourneuil’ün önlenemez yükselişinin, Şekspiryen güç ve iktidar savaşımında ayakta kalma mücadelesinin hikâyesi. Lâkin bu kez -benzer örneklerinde görüldüğü gibi- silâhlar konuşmuyor, kan dökülmüyor, bitmek tükenmek bilmeyen araba takipleri de yok. Aksine, Fransız patronların sermayeyi Amerikalılara kaptırmamak için verdiği mücadele müthiş bir kara mizah içeriyor. Ancak, Tourneuil’ün eski tüfek amcasına, hayalini kurmuş olduğu enternasyonalizmin günümüzde çokuluslu şirketlerin egemenliği olarak gerçekleştiğini söylediği sahnede doruğa çıkan acı bir mizah bu. Peki kaybedenin her zaman olduğu gibi tüm dünyanın yoksulları olduğu bu kurt dövüşü nasıl sonuçlanacak. ‘Sistem kendi kendini havaya uçurup yok edene kadar’ diyor Costa Gavras, Tourneuil’ün ağzından. Ve devam ediyor, ‘O zamana kadar zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılmaya devam edeceğiz, bizler bankacıyız çünkü’. Kapital’in festival kapsamındaki gösterimleri sona ermiş bulunuyor. Ancak üzülmeyin, ustanın bu yaman filmi yakında sinemalarda gösterime girecek.

    (09 Nisan 2013)

    Ferhan Baran

    [email protected]

    32. İstanbul Film Festivali’nde 02 Nisan Salı

    Oscar adayı sinemacı, senarist ve besteci Mike Figgis, bugün 32. İstanbul Film Festivali kapsamında iki film ve bir sinema dersiyle sinemaseverlerle buluşacak. İstanbul’da geçen Çok Yaşa Aşk’ın Pera Müzesi’nde saat 14:00’teki gösterimine Figgis de katılacak. Mike Figgis’in gün içinde gösterilecek diğer filmi Gördüğüne İnan ise Atlas Sineması’nda seyirci karşısına çıkıyor. Festivaldeki tüm gösterimleri büyük ilgi toplayan Lizbon’a Gece Treni’nin bu kez yapımcısı gösterime katılıyor. François Ozon’un son filmi Başka Bir Hayat, festival kapsamında Cine Majestic’te basına gösteriliyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    32. İstanbul Film Festivali’nde 02 Nisan Salı yazısına devam et
  • Altın Ayı Ödüllü Romanya Filmi Festivalde

    Geçtiğimiz Şubat ayında Berlin Film Şenliği’nden büyük ödülle dönen ‘Çocuk Pozu / Pozitia Copilului’nin 32. İstanbul Film Festivali kapsamındaki ilk gösterimi filmin yönetmeni Calin Peter Netzer’in katılımıyla gerçekleşti. Netzer’in -yine festivalde izlenmiş olan- 2010 yapımı ikinci uzun metrajlı filmi ‘Şeref Madalyası / Medalia Di Onoare’, ülkesinin komünizm sonrası 90’lı yıllarını etkileyici bir dille anlatır. Netzer yeni filmini, otobiyografik özellikler taşıyan bir hikâye üzerine kurmuş. Yönetmenden aldığımız bilgi doğrultusunda, 60’lı yaşlardaki Cornelia ile biricik oğlu arasındaki nevrotik ödipal ilişki, büyük ölçüde Netzer ve ortak senaryo yazarı Razvan Radulescu’nun kişisel deneyimlerinden şekillenmiş. 34 yaşına gelmiş koca oğlan varlıklı ailesinin tek evlâdı, Cornelia’nın hayatının projesidir. Annesinin onaylamadığı bir beraberliği sürdüren genç Barbu bu patolojik duruma çoktan kazan kaldırmıştır gerçi, lâkin beklenmedik trajik bir trafik kazası ana ile oğulu fırtınalı bir hesaplaşmaya sürükleyecektir.

    Kendi toplumumuzda da çok benzer örneklerine rastladığımız bu ezeli ebedi evrensel hikâye, Netzer ve ekibinin elinde çağdaş Romanya sinemasının temel özelliklerini taşıyan çarpıcı bir drama haline gelmiş. Film çok kısıtlı bir bütçeyle, yalnızca iki el kamerasıyla ve toplam 30 gün içinde çekilmiş. Gerçekçi olabilmek ve izleyiciyi olayların içine alabilmek amacıyla kamera operatörleri çekimlerde büyük ölçüde özgür bırakılmış. Bu bilinçli seçim doğrultusunda, benzer bir deneyimden geçmiş olan Netzer olan bitene dışarıdan bakabilme fırsatı bulabilmiş. Açık uçlu bir finalle noktalanan ‘Çocuk Pozu’, bu anlamda yönetmenin kişisel terapi çalışması görünümünde. Birçok Romanya filminde irili ufaklı rollerde izlemiş olduğumuz usta oyuncu Luminita Gheorghiu’nun anne kompozisyonu da ayrıca övgüye değer. Film festivalde iki kez daha gösteriliyor (Kadıköy Reks / 9 Nisan Salı, 19.00; Nişantaşı Citylife / 10 Nisan Çarşamba, 13.30)

    (09 Nisan 2013)

    Ferhan Baran

    [email protected]