Bir Festival Daha Sona Ererken

32. İstanbul Film Festivali’nin sonuna yaklaşıyoruz. Yarışmalı bölümlerdeki filmler -teknik nedenlerle basın gösterimi son güne ertelenen Laurent Cantet’nin ilk kez Fransa dışında İngilizce olarak çektiği filmi ‘Can Ateşi / Foxfire’ haricinde- birer birer izlendi. 14 Nisan Pazar akşamı kapanış töreninde ödüller sahiplerini buluyor. Ödül listesi açıklanmadan önce kişisel tercihlerimi siz okurlarla paylaşmak istedim.

Uluslararası yarışmada bu yıl 13 film yer aldı. Bruno Dumont imzalı ‘Camille Claudel 1915’, ustası ve büyük aşkı Auguste Rodin’in gölgesinde kalmış geçtiğimiz yüzyılın en yetenekli kadın heykeltraşının Avignon yakınlarındaki tımarhanede geçirmek zorunda bırakıldığı yıllarından kısa bir kesiti öykülüyor. Yönetmenin tıbbi kayıtlara dayanarak kaleme almış olduğu senaryosundan yola çıkmış, Juliette Binoche’un etkileyici oyunculuğundan da büyük destek alan ilgiye değer bir minimal sinema örneği bu. Erkek egemen toplumda ezilmiş ve yalnızlığa mahkûm edilmiş kadın sanatçı üzerine bu trajik hikâyenin öncesini merak edenlere ise Bruno Nuytten’in -sanatçının adını taşıyan- 1988 yapımı Isabelle Adjani’li filmini izlemelerini tavsiye ediyoruz.

Bu bölümün özellikle klâsik müzikseverlerin büyük ilgisini toplayan bir diğer yapımı, Beethoven’in yaylı çalgılar için bestelediği arasız çalınan 7 bölümlü op.131 kuarteti eşliğinde sanat, sanatçı, yaşam ve ölüm temalarını incelikle işleyen ve dört büyük oyuncusundan büyük destek alan Yaron Zilberman imzalı Amerikan bağımsız filmi ‘Son Konser / A Late Quartet’ idi. Bu filmin festivalin son gününde iki kez daha gösterileceğini buradan duyuralım (14 Nisan Pazar / Beyoğlu Sineması, 11.00; Kadıköy Reks, 16.00)

Uluslararası yarışmada büyük ödüle en çok yakıştırdığım film ise ilk günden beri favorim olan ve daha önceki yazılarımdan birinde sözünü etmiş olduğum Ukraynalı yönetmen Eva Neymann’ın Sovyet sineması ekolünün çağdaş bir örneği olan ‘Kuleli Ev / Dom S Bashenkoy’u oldu. Olağanüstü siyah beyaz estetiğiyle 13 filmlik seçkinin kanımca en iyi filmiydi bu.

Ulusal yarışmada ülkemiz sinemasından yepyeni 10 örnek izledik. Kimi hayal kırıklıkları olmadı değil, ancak dünya prömiyerlerini yapan iki film bizleri hayran bıraktı. Bunlardan ilki olan ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, özellikle son dönem televizyon işleriyle (Leyla ile Mecnun / Şubat) sadık bir hayran kitlesi edinmiş olan deneyimli yönetmenimiz Onur Ünlü’nün kişisel düşünceme göre bugüne kadarki en iyi çalışması. Adını Shakespeare’in 28 numaralı sonesindeki bir dizeden -when sparkling stars twire not thou gild’st the even / yıldızlar kör olduğunda sen aydınlatırsın geceyi- alan film, Ünlü’nün bilinen fantastik dünyasının bir kasaba (Akhisar) atmosferine uyarlanmış hali. Her birinin birtakım olağanüstü güçleri olan kasaba sakinlerinin olağan dertlerini anlatan ve Euripides’in ‘insan endişeden yaratılmıştır’ sözüyle açılan film, merkeze aldığı futbol hakemi berber Cemil ile yetim öksüz fabrika kızı Yasemin’in sevgi arayışlarının izinde, mükemmel siyah beyaz estetiğiyle varoluş ve yaşam üzerine hınzır bir mizah içeriyor. Bizzat Ünlü imzalı senaryosuyla ulusal yarışmanın en güçlü adaylarından olan film, ülkemizin önemli isimlerinin bir araya geldiği toplu bir oyunculuk şöleni adeta. Berber Cemil’de Ali Atay erkek oyuncu, Yasemin’de Demet Evgar kadın oyuncu ödüllerinin güçlü adaylarından.

Ulusal Yarışma’da öne çıkan bir diğer önemli yapım Mahmut Fazıl Coşkun’un ikinci filmi ‘Yozgat Blues’oldu. ‘Uzak İhtimal’den sonra beklentilerimizi boşa çıkarmayan bu başarılı çalışma, çok iyi yazılmış (tebrikler Tarık Tufan), çok iyi oynanmış, Joe Dassin’in 70’li yıllara damgasını vurmuş mükemmel slow’u ‘L’Eté Indien’ eşliğinde çok iyi anlatılmış bir sonbahar sonatı. Eski hafif müzik yorumcusunun İstanbul alışveriş merkezlerinden Yozgat’ın bir gece kulübüne atlayan mutsuz yolculuğu, küçük insanların mutluluk arayışları dar kareler tercih edilerek etkileyici bir biçimde verilmiş. Muhteşem üçlü (Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer) ve nispeten daha kısa rolünde bir kez daha harikalar yaratan Nadir Sarıbacak oyuncu ödüllerinin güçlü adaylarından.

‘Sinemada İnsan Hakları’ bölümünde gösterilen ve ‘Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE)’ için yarışan filmlerin basın gösterimleri yapılmadığı için tümünü izleme fırsatı bulamadık. Bu bölümde yer alan Danis Tanovic’in Berlin Film Şenliği ödüllü ‘Bir Hurdacının Hayatı’ndan daha önceki yazılarımdan birinde övgüyle söz etmiştim. Yine aynı bölümde gösterilen Afgan yazar yönetmen Atiq Rahimi’nin ‘Sabır Taşı / Syngué Sabour’u hayranlığımızı kazanan bir diğer yapım oldu. Savaşın yerle bir ettiği köyünde koma halinde yatan kendinden epeyi yaşlı kocasına bakmak zorunda kalan bir kadının, gencecik bir askerle olan ilişkisinde kadınlığını keşfetmesinin ve özgürleşmesinin hikâyesini, melodrama yüz vermeden etkili bir sinema diliyle aktaran ‘Sabır Taşı’ bu bölümün öne çıkan çalışmalarından.

FACE ödülü kapsamında Ali Aydın’ın son Venedik Film Şenliği’nde ilgi görmüş ilk işi ‘Küf’ de gösterildi. Aydın, çürümüş ve kokuşmuş bir adalet düzenini betimleyen filminde, 18 yıldır kayıp olan oğlunun izini süren kederli babanın hikâyesini, ana motif olan bekleme temasından hareketle, seyirciyi usandırma pahasına çok uzun plânlar kullanarak anlatmayı tercih etmiş. Görüntü çalışmasının mükemmelliğiyle dikkat çeken (tebrikler Murat Tuncel) ‘Küf’ bu yıl ilk kez verilecek olan ‘Seyfi Teoman İlk Film Ödülü’nün de adaylarından. Aynı ödüle aday bir diğer ilk film, ulusal yarışma kapsamında görücüye çıkan ‘Köksüz’ idi. Sinematografisi ‘Küf’ denli kusursuz olmasa da, bir öğrenci filmi amatörlüğü taşıyan bölümleri olsa da, orta sınıf ailenin çıkmazları, ezeli ebedi anne kız mücadelesi gibi meselelerine hakimiyeti ile dikkat çeken bir çalışmaydı bu. Yönetmeni Deniz Akçay Katıksız’ı izleme listemize aldık bile. Filmin profesyonel oyuncusu Ahu Türkpençe ise sade ve etkili kompozisyonuyla kadın oyuncu ödülünün öne çıkan adaylarından.

Filmlerin sonuna geldik böylece. Festival, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenecek ödül töreniyle sona eriyor. 14 Nisan Pazar akşamı saat 20:30’da başlayacak olan geceyi NTV kanalından naklen izleyebilirsiniz.

(13 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

13. İstanbul Bienali Film Programı Söyleşisi 08 Nisan’da

13. İstanbul Bienali Film Programı, Ben Kentli Vatandaş Değil miyim? Barbarlık, Sivil Uyanış ve Şehir Söyleşisi, 08 Nisan 2013 Pazartesi günü Pera Müzesi Salonu’nda yapılıyor. Çağımızda uygarlığın sınırlarını sorgulayan film ve videoların gösterileceği program, neoliberal sistemin istikrarsızlaştırıcı gücüne ve barbarlık, aktivizm ve sivil katılım gibi kavramların yeniden tanımlandığı farklı tepkilere odaklanıyor. Bu karmaşık kavramları sinema nasıl ifade edebilir? Mevcut gerçekliğe alternatifler önermede sinemacıların rolü nedir? Panelde bu sorular tartışmaya açılacak.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    13. İstanbul Bienali Film Programı Söyleşisi 08 Nisan’da yazısına devam et
  • Bir Film: Jîn

    Bazı filmler vardır, anlatılamaz, (aslında hiç bir film anlatılamaz) ama bizim seyircimiz -özellikle sırf seyirci olanlar- gördükleri filmi kolayca anlatırlar. Filmi değil filmde gördükleri olayları anlatırlar… Yine de söyleyeceğim, Jîn anlatılamayacak filmlerden. Nelerden bahsediyor? Belki hiç bir şeyden, belki her şeyden… Bu ne demek demeyin, hâlâ imkânınız varsa filmi gidip görün. Yarıda bırakıp çıkabilirsiniz. Benim filmi izlediğim seansta (16-20 kişi idik) çıkan olmadı… Zamanı geldi, final jeneriği başladı ama film bitmedi, bitmezde… Öncelikle maddi bir nedenle: Eskiden filmlerimiz, anlatılanlar bittiğinde (“SON”) yazılarak bitiriliyordu. Bir müddettir, final jeneriği çıkmaya başlıyor (bazı filmlerde başta jenerik olmadığı için, bu aynı zamanda jeneriktir -sırf final jeneriği değil-) öylece, anlatılanlar (gösterilenler) bitiyor. Ya film?.. Bazen bitmiyor, benim için, Jîn’de olduğu gibi. Reha Erdem’e ne demeli, bilemiyorum, “Eline sağlık mı?”, “Bu filmi niye yaptın mı?”. Ben derim ki, sırada sonraki filmi var, izlenmeye değer bir yönetmen…

    Jîn’i eleştirmek mümkün… ama… finalde ayı, katır, geyik (ölürken) Jîn’in başına geliyorlar, aslında gelmiyorlar, Erdem geldiklerini düşünüyor. Film yapmak (yoksa sanat yapmak mı… ama hepsi aynı dili kullanmıyor) bir şeyleri düşünmek, düşlemek değil mi?

    Jîn, bir kırmızı başörtülü kız öyküsü, anlatısı değil… Tek kişilik, solo bir senfoni. Askerleri, -türkü dahi söylemiş olsa bile- çete elemanlarını boş verin. Erdem’in tek kişilik bir senfonisi, Jîn’i, enstrüman olarak kullandığı… Bir enstrümanın bir senfoni içinde çeşitli görünümleri, sesleri vardır… Zorlukla okunan bir coğrafya kitabı insanı ne kadar değiştirebilir ama bir elma, insanı bir ayı ile “yoldaş” yapabilir. Yarası tımar edilen bir katır, yarasını tımar edenin peşinden -bir süre- gidebilir ama yarası tımar edilen bir insan (asker) ayrılmak zorundadır. “Adın bağışlanmasını istemek” adetten midir? (Beni en fazla etkileyen sahne). Jîn, askerin peşinden, -belki duyamayacak kadar uzaklaştıktan sonra- “Benim adım Jîn” diye bağırıyor… Daha önce adını soranlara Leyla olduğu söylemişken, sadece bir daha hiç görmeyeceği, kamyonda kendisine el uzatıp, binmesine yardım eden kadına söylediği adını…

    (13 Nisan 2013)

    Orhan Ünser

    Gaziantep Kırkayak Sanat Merkezi Sinema Atölyesi’nde Nisan Ayı Boyunca Sinemamızdan 8 Filmlik Bir Seçki

    Kırkayak Sanat Merkezi Sinema Atölyesi, Gaziantep’de her ay farklı temalarla film gösterimleri yapmaya devam ediyor. Atölye, Nisan ayında sinemamızda “başyapıt” olarak kabul edilen Susuz Yaz, Hudutların Kanunu, Umut, Bereketli Topraklar Üzerinde, Anayurt Oteli, Masumiyet, Uzak ve Hayat Var adlı filmleri gösterecek. Mart ayı programını “Sinemor” adıyla duyuran Kırkayak Sanat Merkezi, Kırkayak Kültür Sanat ve Doğa Derneği adı altında, Gaziantep’te faaliyet gösteriyor. Film festivali, film gösterimleri, söyleşiler, fotoğraf sergileri ve atölye çalışmaları gibi kültür sanat etkinliklerini gerçekleştiriyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Gösterilecek filmler hakkında geniş bilgiler ve programa haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Gaziantep Kırkayak Sanat Merkezi Sinema Atölyesi’nde Nisan Ayı Boyunca Sinemamızdan 8 Filmlik Bir Seçki yazısına devam et
  • Hatırlanan Şairler

    Rüştü Onur’u şair olarak ne zaman tanıdım, hatırlamıyorum. Şiirlerini okuyarak değil, biliyorum, edebiyat sözlüklerinde gördüm ve unutmadım. Sanırım Muzaffer Tayyip Uslu’nun adı ile daha sonra karşılaştım, belki aynı yerde, bilemiyorum ama ikisinin adı da -eserlerine ulaşamasam da- benim edebiyat tarihi dağarcığımda yerlerini aldı.

    Bundan bir kaç ay önce, gazetede Yılmaz Erdoğan’ın “iki şair” üzerine bir film yapma girişiminde bulunduğu haberini okuyunca, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu (özellikle Rüştü Onur) için merakla beklemeye başladım. Yılmaz Erdoğan, bu unutulmuş iki şairimizi filmine konu alırken, kendisi de -şairlere yandaş ve arka çıkan- Behçet Necati(gil)’yi oynuyor. Bu ilişkiyi bilmiyordum, öğrendim. Filmi (Kelebeğin Rüyası) beğenmedim değil, beğendim, (bana göre) Erdoğan’ın en iyi filmi ama aslolan filmin şairlerimizi -öncelikle- seyirciye hatırlatması… Buna hatırlama denir mi bilemiyorum. Bir şeyi hatırlamak için o konuda “eski bilgiye sahip olmak” gerekir. Filmin seyircisinin Onur ve Uslu’yu ne kadar hatırladıklarını bilemiyorum (bu konuda, fazla iyimser de değilim) ama (biraz meraklanıp eskiyi kurcalayanların) hiç değilse edebiyat tarihimizde bu isimlerde şairler olduğunu öğrenmiş olmaları, umudumdur.

    Asıl ibretle izlediğim konu, yayıncılarımızın daha düne kadar hiç bir kitap(larını) basmadıkları bu şairlerimiz üzerinden şimdi yeni yeni baskılar yaparak -bırak para kazanmalarını- güya edebiyatımıza hizmet ediyor olmaları. Onlara diyecek sözüm şudur: Edebiyat tarihini biraz daha karıştırsınlar, daha başka -şimdilerde kimsenin hatırlamadığı- nice şair ve yazar bulacaklardır.

    Filme değil de sinemaya gelirsek, sinemamız belli konuları tekrar üzerine tekrar etmekten, bırak edebiyat tarihini, geçmişte bu ülkeye şu veya bu şekilde hizmet etmiş kişileri kendisine konu edinmemiştir. Süha Doğan’ın 1961 yapımı Gönülden Gönüle -ilk yarısı ile- bestekâr Şevki Bey’in (1860-1891) yaşamını konu edinir. Filmin ilk yarısında Şevki Bey ölür. Bir kadını sevmektedir ama o zamanlarda sık görüldüğü gibi -toplumsal nedenlerle- evlenemezler. Her ikisinin de başka evlilikten olan çocukları (yoksa torunları mı idi?) konservatuarda karşılaşıp, atalarının yaşayamadıkları aşkı yaşarlar.

    Buna verilebilecek bir başka örnek ise aynı yıl (1961) yapılan Aydın Arakon’un Özleyiş filmidir. Bu da üstü kapalı bir Necip Celal (Antel / 1906 – 1957) yaşamı uyarlamasıdır. Necip Celal, alaturka ile başladığı müzik yaşamında, sonradan tangoları ile ünlenecek, görme yetisini kaybetmesine rağmen beste çalışmalarını sürdürecektir.

    Bunlardan başka, resim sanatından bir sanatçımızın Fikret Muallâ’nın yaşamının, aşamalı olarak ele alınacağı (üç farklı dönemde, üç farklı oyuncu tarafından oynanarak) haberi duyuldu ise de, henüz gerçekleşmedi. Dilerim daha fazla gecikmez. Bunun dışında edebiyat alanındaki sanatçılarımızdan ele alınan var mı, ben hatırlayamıyorum, eğer varsa -şimdiden- özür dilerim.

    Spor dünyasından Metin Oktay’ın lâkabını taşıyan Taçsız Kral (1965) filmi, Oktay’ın çevresindeki kişilerinde kendilerini oynadıkları [Gündüz Kılıç, -büyük- Ali Beratlıgil, Candemir Berkmen, (Fenerbahçeli) Naci Erdem, zamanın federasyon başkanı Orhan Şeref Apak, spiker Pertev Tunaseli, gazeteci Necati Tanyolaç, Galatasaray’ın amigosu Karıncaezmez Şevki…] bir yapıt olarak hayli ilginçtir ama Oktay’ın kendisini oynamasına rağmen, öykü hayli değiştirilmiştir.

    Güreş tarihimizin -yaşamı hatırlanmasa da- adı unutulmayacak ismi Koca Yusuf (Çetin Karamanbey – 1966) sinemada Özdemir Aydın tarafından canlandırılırken, boksör Cemal Kamacı’nın kendisini oynadığı Benim Zaferim (Ünal Küpeli / 1992) az sayıdaki örnekleri oluşturur.

    Başka bir ayrıksı örnek ise Mehmet Tanrısever’in 2010 yılında yaptığı Hür Adam’dır. Filmin alt ismi Bediüzzaman Said Nursi’dir. Buradan da anlaşılacağı üzere film Saidi Nursi’nin yaşamı üzerine bir filmdir. Saidi Nursi’nin dinsel ve politik kişiliği, filmin belli bir yan açısından anlatılmasına neden olur, bu ise yaşam öyküsü üzerine kurulu filmlerin en büyük riskidir.

    Bu şekilde Nuri Akıncı’nın yaptığı Kurtuluş Savaşımızın gerçek kadın kahramanları üzerine yaptığı Kara Fatma (1966) ve Bombacı Emine (1966) filmleri de aynı riski taşırlar (Hatta bu iki filmden çıkarılan, Kadın Kahramanlarımız isimli bir film dahi vardır.)

    Osman Seden de Nene Hatun adı ile çekmeye başladığı filmi Gazi Kadın (1973) adı ile gösterime çıkarmıştır, çünkü filmin Nene Hatun ile bir ilişkisi olmadığı gibi, film de Vittoria de Sica’nın Güneş Çiçeği (Sun Flower) filminin bir uyarlamasıdır. Nene Hatun, sinemamız tarafından tekrar ele alınır ve kadın kahramanın adını taşıyan film, Avni Kütükoğlu tarafından çekilir (2010).

    Faik Ahmet Akıncı da, daha önce (1952’de) Muharrem Gürses’in çektiği Kubilay filmini 2009’da tekrar çekecektir (aynı kahramanı ele alıyorsa da film farklılık gösterecektir.) Çakırçalı Mehmet Efe başta olmak üzere -gerçekte yaşamış- efeler üzerine yapılan filmlerden başka, Karacaoğlan, Köroğlu ve Battal Gazi başta olmak üzere, tarihi kişiler üzerine yapılan filmler [Yavuz Sultan Selim, Yıldırım Beyazıd, Cem Sultan, Barbaros Hayrettin Paşa, Pir Sultan Abdal, Selahattin Eyyubi, Mahpeyker (Kösem Sultan)] yaygın söylentilerin ötesine geçmeyen, gerçekleri fazla araştırmayan filmlerdir. 1966’da A. Ural Ozon’un yaptığı Topal Osman (Atilla Akarsu / 2012) ise bugünlerde tekrar sinemamızın ilgisini çekmiştir.

    Bunların yanında Ömer Hayyam gibi bir şair (A.B.D. yapımı da var) filmlerimize konu olurken, İslam dünyasından (Veysel Karani, İbrahim Ethem, Hz. Eyyup, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ayşe, Hz. Yusuf, Hz Süleyman -ve Saba Melikesi Belkıs-) gibi kişiler sinemamızın itibar ettiği tarihi ve dini şahsiyetlerdir.

    Atatürk’ün casusu olarak bilinen İngiliz Kemal’in İstanbul’da İngiliz casusu Lawrence ile mücadelesini anlatan filmler (Akad ve Eğilmez) ise, Lawrence’nin hiç İstanbul’a gelmemiş olması ile ne kadar gerçektir? Dikkate almaya değmeyecek bir pazarlama oyunundan başka bir şey değildir.

    Sinemamızda bu gezintiden sonra tekrar Kelebeğin Rüyası’na dönersek, filmi birçok kişi izledi, izleyenlerde olacak ama yine yazacağım, acaba izlemiş ve izleyecek olanlardan kaç kişi Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu (Behçet Necatigil’i de) bilerek seyredecek veya bu izleme sonunda tanıyacak!

    Filme eleştiri yapmak kolay ama beğendiğim ve sevdiğim filme yapmayacağım fakat bir ekleme yapılmış olmasını isterdim. Suzan’ın önerisi üzerine Muzaffer ile Nisuaz’da buluşan kahramanlarımız, buradan “şairlerin kahvehanesi” diye söz ederler. Keşke (ukalâlık bu ya…) buluştuklarında, kendilerinden uzakta bir masa da -başka kişilerin arasından ancak uzaktan görebildikleri- o kahvehanenin müdavimlerinden birini görseler, birbirlerine gösterseler fakat yanına gidemeselerdi…

    Yine de, Onur’un ve Uslu’nun yeniden kitapçı vitrinlerine çıkması, buna bir nebzede olsa -aslında bir nebzeden çok fazla- sinemanın neden olması önemli. Sinemamız için mi, yoksa edebiyat dünyamız için mi?

    (13 Nisan 2013)

    Orhan Ünser

    Carlos Reygadas Saf Gerçeğin Peşinde

    32. İstanbul Film Festivali’nin önemli konuklarından biri de Carlos Reygadas idi. Çağdaş sinemanın bu benzersiz yaratıcısıyla üç saate yakın bir sinema dersi boyunca filmlerini, sanat anlayışını konuştuk. Meksikalı yönetmen sinemayla 16 yaşında tanışmış. Büyük ustaların filmlerini izlemiş. Carlos Saura’nın ilk dönem filmlerinden, Yılmaz Güney imzalı ‘Yol’dan, özellikle İranlı usta Abbas Kiarostami’den etkilenmiş. Ancak sineması kendine özgü. Hiçbir şekilde kategorize edilmek istemiyor. Yaftalanmak istemiyor. Filmlerinin, Tarkovski’nin izinde ruhani bir sinema biçiminde yorumlanmasına hemen itiraz ediyor. Ruhani değil sezgisel bir yaklaşım benimki diye ilâve ediyor. Dinsel anlamda bir inanç krizi değil ilgilendiği. Meselesi yaşamın belirsizliği üzerine. Filmlerinin muğlak olması, yaşamın muğlaklığından ileri gelmekte.

    Reygadas gerçeğin, saf gerçeğin peşinde. Onun yapıtlarının temel noktası filmin hikâyesi olmamış hiçbir zaman. Hikâye, filme hizmet için var. Aynı oyuncular gibi. Sinemayı bir hikâyenin canlandırılması veya bir tiyatro oyununun sahnelenmesi olarak düşünmüyor. Bu nedenle profesyonel olmayan oyuncularla, ya da yüzü bilinmeyen aktörlerle çalışmayı tercih ediyor. Festival kapsamında gösterilen son filmi ‘Karanlıktan Aydınlığa / Post Tenebras Lux’de olduğu gibi. Tanınmamış oyuncuların yanı sıra bizzat kendi çocuklarına da rol vermiş söz konusu filminde. Oyuncularını serbest bırakıyor. Doğa davranmalarını istiyor, müdahaleden büyük ölçüde kaçınıyor. Meslek tabiriyle ‘rol kesmelerini’ istemiyor. Yaşamı tüm gerçekliğiyle algılayabilmek ve onu yeniden üretebilmek derdi. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi deneysel sinema yapmak ya da güzel görüntüler oluşturmak peşinde değil.

    İlk uzun metrajlı filmine niçin ‘Japonya’ adını vermiş olduğu sorusunu, filmin çekildiği kırsal mekânın merkeze Çin ya da Japonya kadar uzak bir mesafede bulunmasından ilham alınmış bir isimdi diye yanıtlıyor. Daha doğru çevirisiyle yeni filmi ‘Karanlıktan Sonraki Işık’, Reygadas’ın yaşamın saf gerçeğini yeniden yaratmada ulaştığı son doruk şimdilik. Yine sinema ışığı kullanmamış, oyuncular için makyaj kullanılmamış. Sesler doğadaki bozulmamış haliyle korunmuş, mekanik bir işlemden geçmemiş. Görmeden, sadece işitmek yoluyla da izlenebilecek bir sinema bu çünkü. Çerçeveleme çok önemli Reygadas için. Önceki filmlerinin aksine son filminde sinemaskop kullanmamış. Filmin çekildiği kırsal alanın bu kez daha dar ve yüksek dağların çevrelediği bir mekân olması nedeniyle. Yatay değil dikey kadrajları tercih etmesinin nedeni bu yüzden.

    Yönetmenin ana ilham kaynağı bir kez daha doğal, sıradan yaşam. Tüm gerçekliğiyle, düşleriyle, kâbuslarıyla, anılarıyla, hırsıyla, öfkesiyle, bencilliğiyle ve vicdanıyla insan denen garip yaratığın varoluş problemi.

    Reygadas’ın sineması anlatılmaktan ziyade görülmesi, işitilmesi, duyumsanması gereken çok özel yaratıcı bir deneyim. Bu nedenle önceki filmleri gibi ‘Karanlıktan Aydınlığa’nın da ticari sinemalara gelme ihtimali biraz zor. Festivalde beyazperdede izleme şansınız ise hâlâ devam ediyor. Film iki kez daha gösterilecek (Beyoğlu Atlas / 13 Nisan Cumartesi, 19.00 -bu gösterimin ardından Reygadas sorularınızı yanıtlamak için sahnede olacak-; Kadıköy Reks / 14 Nisan, 11.00)

    (13 Nisan 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com

    Dorsay Emek’tir, Emek Dorsay’dır

    Aralık 1966’dan 1993’e kadar (27 yıl) Cumhuriyet Gazetesi’nde, sonra Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da, 1998’den bu yana da (15 yıldır) Sabah Gazetesi’nde yazan Atilla Dorsay yeldeğirmenlerine saldıran bir Don Kişot gibi davranarak Beyoğlu Emek Sineması’nın bulunduğu yerde olduğu gibi korunmamasına tepki göstererek gazeteciliği bıraktığını açıkladı.

    8 Nisan 2013’te Sabah Gazetesi’nde “Veda Zamanı” başlıklı yazısı yayınlanan Dorsay bunun sinyalini 2011 sonunda vermişti. Bu yazıda bu konuda yazılanlardan bir bölümünü özetlemek, hatırlatmak istedim.

    10 Aralık 2011: “Emek Yoksa Ben de Yokum”

    Atilla Dorsay, Sabah’taki yazısında emeğin insanın yarattığı en değerli şey olduğuna dair temel inancını vurguladıktan sonra “Beyoğlu Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün ben gazeteciliği bırakıyorum,” diye yazmıştı. Dorsay bu yazısında Beyoğlu Emek Sineması’nı kurtarabilmek için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazdığını da açıklamıştı.

    9 Nisan 2013: “Olmaz Atilla!..Olmaz!..”

    Hıncal Uluç, Sabah’taki yazısında “Oysa (Atilla Dorsay’ın Sabah’ta) kalması, inançları uğruna savaşa devam etmesi lâzımdı… ’Veda’ yazısı yenilgiyi kabul etmek ve meydanı boş bırakmak anlamına geldiği için. Veda yazısı, böyle bir vedayı hiç hak etmeyen, onlarca yıllık Atilla Dorsay okurlarını fena halde üzmek olduğu için. (…) Sabah yönetimi içerden, Atilla Dorsay’ın sevgili okurları dışarıdan, sanal medyayı kullanarak onu geri dönmeye ikna etmeli…” dedi.

    9 Nisan 2013: “Emek’te İzleyeceğimiz Filmi Buldum”

    Ömür Gedik, Hürriyet’teki yazısında “Şu anda benim içimden geçense aynen şöyle: “Umarım bir gün tüm bu yaşananların filmi çekilir ve biz bu filmi Emek Sineması’nda oturur hep birlikte izleriz,” dedi.

    9 Nisan 2013: “Emek Yok, Sen Kal Atilla Abi”

    Ayşe Özyılmazel, Sabah’taki yazısında Emek’in yıkılmasına başlanması üzerine Sabah Gazetesi’ne “Veda” eden Atilla Dorsay’a “Sen bize lazımsın. Savaş Atilla Abi; diren ve kal” diye seslendi.

    9 Nisan 2013: “Tarih, Sınıf, Gaz”

    Umur Talu, Habertürk Gazetesi’nde “Dünya tarihinde, zengin binada doğup adını tam manasıyla “emek”ten almış bir sinema hiç var mıdır, olsa bile kaç tanedir, bilmiyorum. Ama nihayetinde her şey ‘yerli yerine’ oturuyor! Sermaye, ‘İstiklâl’de dolaşan hayalet’e bile katlanamıyor. Emek bir yana; rant koşusunda o tarihi de sırtında taşımak istemiyor,” diye yazdı.

    9 Nisan 2013: “Türkiye’de Sinema Emek’tir”

    Doğan Hızlan, Hürriyet’teki yazısında Atilla Dorsay’ın Emek inşaatını incelerken uğradığı saldırının barbarlık olduğunu belirtti.

    9 Nisan 2013: “Demokrasi Kazığı”

    Mehmet Türker, Sözcü Gazetesi’nde Emek’in yıkılmasını protesto edenlerin terörist muamelesi gördüğünü vurguladı.

    9 Nisan 2013: “Tarih Dorsay’ı Yazacak”

    Mevlüt Tezel, Sabah’taki yazısında “Dorsay’ın (Sabah’a) vedası, Emek Sineması yıkılmasın diye yazılan yüzlerce yazıdan daha çok ses getirdi ama sonuç alınacağına inanmıyorum,” dedi.

    9 Nisan 2013: “Emek’in Oscar’lık Tarihi”

    Şengül Balıksırtı, Sabah’taki yazısında “Çok üzüldüm onun (Atilla Dorsay’ın) gazeteden ayrılışına…” dedi ve ekledi: “Oscar’lık film olabilir Emek’in tarihi.”

    10 Nisan 2013: “Emek Sineması”

    Nazlı Ilıcak, Sabah’taki yazısında “İnşaat çalışmalarını yürüten firmanın sahibi Levent Eyüpoğlu, AVM inşa etmediklerini “Grand Pera” isimli bir pasajda gene Emek Sineması’na yer vereceklerini, bütün duvar süslerinin zarar görmeden nakledileceğini açıkladı ama sanatçılar ikna olmuyor; inanmıyorlar. Onlara verilecek cevap, polisin biber gazı olmamalıydı,” dedi.

    10 Nisan 2013: “Ne Olurdu Yani?..”

    Hasan Bülent, Kahraman Sabah’taki yazısında Beyoğlu Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı çıkanların protesto yürüyüşüne polis güçlerinin biber gazıyla, tazyikli suyla, copla cevap vermesini eleştirdi.

    10 Nisan 2013: “Emek”

    Yılmaz Özdil, Hürriyet’te “Atilla Dorsay “nafile” deyip bırakıyorsa, memleketin geleceğine dair cidden endişelenmemiz gerekir,” dedi.

    10 Nisan 2013: “Costa Gavras’ı Kullanmak”

    Engin Ardıç, Sabah’taki yazısında Atilla Dorsay’a Sabah Gazetesi’ndeki yazılarına dön çağrısı yaptı.

    10 Nisan 2013: “Dorsay Dönmeli”

    Cengiz Semercioğlu’da Hürriyet’te Atilla Dorsay’ın Sabah Gazetesi’ndeki yazılarını bırakmaması gerektiğini yazdı ve ekledi: “Benim için Dorsay’ın şehir ve kültür hayatı yazıları, film eleştirisi yazılarından çok daha kıymetliydi. Onsuz çok eksik kalırız. Dorsay mutlaka dönmeli.”

    10 Nisan 2013: “Suya Yazanlar Kulübü”

    Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Atilla Dorsay’a kararını yeniden gözden geçirmesini önererek veda ederken, diğer yazarları düşündüm. Baktım ki Dorsay gibi düşünüyor olsaydık gazetelerde köşe yazarı kalmazdı,” dedi.

    11 Nisan 2013: “Emek’in Harcında ‘Rüzgar Gibi Geçti’, ‘Bisiklet Hırsızı’ ve Lütfi Akad Var”

    Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bu açıklamayı İşçi Filmleri Festivali, Kolektif Sinema ve Sinetopya adına Doğan Güneş Toksöz yaptı.

    11 Nisan 2013: “Koruyalım Şunu Yahu, Ne Olur?”

    Hürriyet Gazetesi’nden Ayşe Arman’ın kendisiyle yaptığı söyleşide Atilla Dorsay “Bu hükümet son derece önemli işler yapıyor, Kürt açılımı meselâ. Kim ne derse desin, önemli bir olay. Ben akil insan diye seçilenleri de beğendim. Bu alanda dev adımlar atılıyor ama Emek Sineması gibi, onlara göre çok daha küçük ve önemsiz görünen meselelerde kamuoyunu karşılarına alıyorlar. Sebebini anlayamıyorum,” dedi ve ekledi: “Koruyalım şunu yahu, ne olur?”

    11 Nisan 2013: “Anılar 50 Milyon Dolara Taşınacak!”

    Jale Özgentürk, Radikal Gazetesi’ndeki yazısında Emek’in de içinde bulunduğu kompleksin ilk kez (20 yıl önce) Tansu Çiller Hükümeti döneminde 1993’te Kamer İnşaat’a kiralandığını belirtti… Jale Özgentürk bugünkü Grand Pera projesinin 50 milyon dolarlık bir inşaat olduğunun altını çizerek, Emek’in yıkımının durdurulması için “Artık ne yazık ki çok geç! Çok…” diye yazdı.

    12 Nisan 2013: “Emek Sineması Kurtuluş Savaşı” Nasıl Kaybedildi?

    Cüneyt Özdemir, Radikal Gazetesi’ndeki yazısında Londra Notting Hill’deki Electric Sineması’nın (1911’de açılmış ve 2001’de işini bilen bir yatırımcı tarafından ayağa kaldırılmış) faaliyetini sürdürebilmesi, yaşayabilmesi için verilen kapsamlı mücadelelerin, uygulanan stratejilerin Beyoğlu Emek’ten esirgendiğini, Emek’i kurtarmak için geç kalındığını, “Atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçtiğini” ima etti.

    (13 Nisan 2013)

    Hakan Sonok

    hakansonok.sonok1@gmail.com

    32. İstanbul Film Festivali’nde 06 Nisan Cumartesi

    Akbank sponsorluğunda düzenlenen 32. İstanbul Film Festivali’nde ilk hafta geride kaldı. İkinci hafta etkinlikleriyle festival daha da renkli olacak. Festivalde bugün, Beşinci Mevsim’in yönetmenlerinden Peter Brosens izleyenlerin sorularını yanıtlamak üzere 13:30’da Nişantaşı Citylife City’s Sinemaları’nda bulunacak. Arada Kalan filminin Atlas Sineması’nda 13:30’daki gösterimine filmin yönetmenleri David Siegel ve Scott McGehee bir kez daha katılıyorlar. Solveig Anspach’ın son filmi Montreuil Kraliçesi, Feriye Sineması’nda.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    32. İstanbul Film Festivali’nde 06 Nisan Cumartesi yazısına devam et
  • Türkiye Sinemasını Bekleyen Tehlike: Sinema Salonlarında Tekelleşme

    Bir kaç yıldan beri, kesilen bilet sayısı bakımından Türkiye Sineması diğer rakiplerini sollamış durum da… Sektörün ekonomik olarak büyümesi ve yeni sermaye gruplarının bu alana yönelmesi elbette olumlu bir gelişmedir. Sabancı Grubu’nun bir üyesi olan Esas Holding’de bu alana girdi. Ancak grup, film yapımı ve pazarlamasına değil, daha kazançlı gözüken sinema salonu işletmeciliğine girdi.

    Önce AFM’ye ait sinema salonlarını satın aldılar. Bu satın alma işi Rekabet Kurulu’nun onayını almakta biraz zorlanmakla birlikte sonuçta gerçekleşti. Kendisini genç yaşında Akbank Beyoğlu Şubesi’nde çalışırken tanıdığım Ali Sabancı, havacılık sektöründe gerçekleştirdiği inanılmaz başarısını sinema salonu işletmeciliğinde de göstermiş olmalı ki bugün bu sektörün tek hakimidir.

    Sinema seyircilerinin özellikle rağbet ettiği AVM’lerdeki salonların önemli bir kesimini işleten Cinemaximum Grubu, Ali Sabancı’nın AFM’si ile birleşince sinema salonları işletmeciliğinin tekelleşmesi gerçekleşmiş oldu. Kesilen biletlerin % 60’ı bu salonlara aittir. Ayrıca diğer salonlarda nispeten ucuz olan sinema biletleri AVM salonlarında % 20 daha pahalı olduğu için toplam sinema bileti hasılatının % 70’i bu salonların gişesine akmaktadır.

    Elbette seyircinin çok nezih bir ortamda iyi bir ses ve görüntü sağlayan bir sinema salonunda sinema keyfi yaşaması çok önemli olmakla birlikte, tekel olmanın sektöre dayatmalarını ve nasıl kötülükler yapabildiğini de bilmemiz gerekiyor.

    Sermayenin temel derdi kâr elde etmektir. Bunun için tekel olmuş bir işletme, gösterime girecek filmlerde “seçicilik” hakkını kullanmayı bir “hak” olarak görür. Bu durumda sadece gişe filmlerini gösterme isteği ağır basar. Fazla sayıda kopya ve büyük reklâm bütçeleri olmayan birçok değerli film kıyıda köşede kalmış salonlarda kendisine yer bulur. Kimseden bir ses çıkmayınca bu durum göstereceği “filmi seçme” hakkı giderek tekel’in “kural”ı haline gelir.

    Türkiye’de henüz sinema sanatının korunması ve seyirciye ulaştırılması konusunda teşvikler ve salonların uyması gereken yasal bir düzenleme olmadığı için, uluslararası ödüller kazanmış ve ülkesinin yüz akı olmuş bir filmin seyirciye ulaşması, sinema salonu tekeli oluşturmuş işletmecinin iki dudağı arasına sıkışır.

    Salon tekelinin, ticari sinemanın patronlarını ağırlarken yaratıcı sinemanın emekçilerine kapıyı gösterme hakkı vardır. Canının istediği filme şans tanır, canı istemezse tanımaz. Amacı para kazanmak olan bir işletmeyi koruyan yasalar da vardır.

    Ancak bu durum, yani “salon tekeli” sinemamızın enine doğru çarpık biçimde büyümesine hizmet eder. Son yıllarda dünya sinemasında yakaladığımız derinleşmeye hiçbir katkısı olamaz. Tam tersine, Rekabet Kurulu veya Kültür Bakanlığı tarafından bir önlem alınmazsa, uzun vadede zararlı olduğu anlaşılacaktır.

    Türkiye’de toplam iki yüz yirmi bin sinema koltuğu vardır. Bu koltukların seksen bini belediyelerin ve çeşitli kamu kurumlarının ticari değer taşımayan koltuklarıdır. Kent merkezlerinde şahıslara ait sinema salonlarındaki otuz bin civarında koltuk neredeyse can çekişmektedir. Modern teknolojiye sahip olmadığı için, sermaye yapıları yenilenmeye uygun olmadığı için, her gün birisi kapısına kilit vurmaktadır.

    Ticari değer taşıyan yüz on bin sinema koltuğu ise şu şekilde dağılmaktadır.

    Cinemaximum Grubu: 55 Bina, 450 Perde, 70.000 Koltuk, % 63,6
    Avşar Grubu: 23 Bina, 155 Perde, 21.000, Koltuk, % 19,9
    Cinema Pink Grubu: 15 Bina, 100 Perde, 9.000 Koltuk, % 08,18
    Prestige Grubu: 11 Bina, 100 Perde, 10.000 Koltuk, % 09,09

    Sinema Salonları Dijital Sisteme Geçerken

    Dünya artık 35 mm ile yapım ve gösterim sisteminden hızla vazgeçiyor. Ünlü Kodak firması tarihe karıştı. Dünya sinemaları salonlarını dijital teknoloji ile yeniliyor. Bu akım ülkemize de hızla ulaştı. Türkiye de film dağıtımı yapan UIP ve Warner Bros. işletmeleri artık 35 mm kopya ile gösterim yapmayacaklarını ilân ettiler.

    Salonların bu teknolojiye geçmeleri için yaklaşık yüz bin USD yatırım yapmaları gerekiyor. Lising sistemi ile temin edilen bu cihazların bedelini film sahiplerine ödetecekler. Çünkü dijital kopya ucuza temin edildiği için, salon sahipleri “35 mm için yaptığın masrafı bana öde, ben de Lising taksitimi ödeyeyim” diyecekler. Avrupa sinema salonları da böyle yaptı. Ancak onlar Lising taksitleri bitince artık gösterim bedeli almıyorlar. Aralarında yaptıkları centilmenlik antlaşması böyle. Sonuç olarak yeni teknoloji, sinema salonuna bir dayanışma sonucu kazandırıldığı için film sahibinin salona “hisse” dışında başka bir bedel ödemesi gerekmiyor.

    Film yapanlar ve film ithal edenler henüz bu konuda uyanmış değil. Sinema salonu tekeli bu konuda bir dayatma yapmadan bir uzlaşmaya varmaları için sektör örgütlerinin devreye girmesi, toplantılar düzenlemesi, kamuoyu oluşturması, Kültür Bakanlığı’nın gözetiminde bir centilmenlik anlaşması sağlaması gerekir.

    (13 Nisan 2013)

    Sabahattin Çetin