Tüm Sinemalar, 22 – 28 Mart 2013 seansları için tıklayınız. (Eksiksiz liste değildir, bu salonlar ve seanslar dışında da gösterimler olabilir. Listeden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.)
Günlük arşivler: 22 Mart 2013
50 Yıl Süren Evlilik Cannes Film Festivali’nin Afişinde
15 – 26 Mayıs 2013 tarihleri arasında 66. kez düzenlenecek Cannes Film Festivali bu yılki afiş görselini Türkiye sinemalarında altı yıl gecikmeyle Mart 1969’da gösterilen “A New Kind of Love” (1963) adlı film için çekilen bir fotoğraf karesinden aldı. En İyi Giysi Tasarımı ve Müzik dallarında Oscar ödülü, En İyi Kadın Oyuncu (Joanne Woodward) dalındaysa Altın Küre adaylığı elde eden bu film Türkiye’de “Paris Tatili” adıyla gösterilmişti.
“Paris Tatili” aynı zamanda 1953’te tanışan, 1958’de evlenen ve Paul Newman’ın 2008’deki ölümüne kadar 50 yıl boyunca evli kalan Paul Newman – Joanne Woodward çiftinin birlikte kamera önüne çıktığı filmlerden biri.
Çiftin, 1959, 1961 ve 1965’te üç kızları da dünyaya gelmiş.
Woodward, Türkiye’de “Üç Ruhlu Kadın” adıyla gösterilen “The Three Faces of Eve”le (1957’nin filmi Türkiye’de 1960’ta gösterildi), Paul Newman ise “The Color of Money”le (1986) Oscar ödülünü kazanmıştı.
Türk Sineması ve Cannes Film Festivali
1939 yılından bugüne Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanan ilk ve tek filmimiz Şerif Gören’in yönettiği “Yol” olmuştu. 1982 Cannes Film Festivali’nde gösterilen “Yol”un senaryosunu Yılmaz Güney yazmış, başrolünü Tarık Akan üstlenmişti. “Yol” Kuzey Amerika’da Altın Küre Ödülü’ne de Yabancı Film Dalında aday gösterilme başarısını kazanan ilk ve tek filmimizdir.
Yine 1939’dan bu yana Altın Palmiye adaylığı elde edebilen diğer filmlerimiz de şunlar: Yılmaz Güney’in “Duvar”ı (1983), Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” (2003), ”İklimler” (2006), “Üç Maymun” (2008), “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı (2011) ve Türk asılllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında”sı (2007)…
(29 Mart 2013)
Hakan Sonok
Engin Çağlar’ın Mart Ayı Konuğu Perihan Savaş Olacak
Bayrampaşa Belediyesi’nin, “Yenidoğan Mahallesi, Abdi İpekçi Caddesi, No: 3, Bayrampaşa” (Akvaryum AVM ve Bayrampaşa Belediyesi Hizmet Binası Altı) adresindeki Bayrampaşa Belediye Kültür Salonu’nda düzenlediği sohbet etkinliğinde bu hafta 23 Mart 2013 Cumartesi günü saat 17:00’de Kınalı Yapıncak, Feride, Makber, Süreyya gibi unutulmayan filmlerin sevilen oyuncusu Engin Çağlar Yeşilçam döneminden arkadaşı oyuncu Perihan Savaş ile sohbet edecek. Perihan Savaş’ın filmlerinden bahsedilecek, sinema serüveni anlatılacak.
Engin Çağlar’ın Mart Ayı Konuğu Perihan Savaş Olacak yazısına devam et
Umut Sanat Filmcilik
Umut Sanat Filmcilik, 15 – 21 Mart 2013 Haftalık (Weekly) Box Office listesi için tıklayınız.
24. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde Yarın: 23 Mart Cumartesi
24. Ankara Uluslararası Film Festivali sona doğru yaklaşırken heyecan sürüyor. Festivalin ana teması olan Doğu İmgeleri bölümünde yer alan Saman Moghadam’ın yönettiği Basit Bir Aşk Öyküsü engellerle dolu bir aşk hikâyesi üzerine. Film, 12:00 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda. 50. Yılında Çek Yeni Dalgası akımının önemli filmi filmlerinden Marketa Lazarova, 13. yüzyılda geçen güçlü ve tutkulu epik bir öykü. Vlacil’in filmi 21:30’da Kızılırmak Sinemaları’nda.
24. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde Yarın: 23 Mart Cumartesi yazısına devam et
Gerilim Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni
Bizde ‘Gizli Teşkilat’ olarak bilinen 1959 yapımı ünlü filmi ‘North By Northwest’in gala gecesinde sarışın hayranına keyifle imza verdiği sırada bir gazete muhabiri Alfred Hitchcock’a sorar: ‘Çektiğiniz 46 filmle sinema tarihinin en ünlü yönetmenisiniz, lâkin 60 yaşına geldiniz, zirvedeyken bırakmayı düşünmez misiniz?’ Hiç beklemediği bu soru karşısında neşesi kaçar üstadın. Sinema çevreleri yeni bir dönemi haberleyen Fransız Yeni Dalgasından Claude Chabrol, Jules Dassin, Henri-Georges Cluzot gibi isimlerin polisiye türünü yenileyen filmlerini konuşmaktadır. Ancak yeni ve farklı projelerin izini sürmeye kararlı Hitchcock’un sinemayı bırakmaya hiç niyeti yoktur.
Steven Spielberg’in ‘Terminal’ filminde senaryo yazarı olarak imzası bulunan İngiliz asıllı Sacha Gervasi’nin ilk yönetmenlik denemesi olan ‘Hitchcock’, Stephen Rebello’nun ‘Alfred Hitchcock and the Making of Psycho’ adlı kitabından uyarlanmış ve gerilim filmlerinin bu efsanevi isminin ilerlemiş yaşında yeni filminin esinini aradığı dönem üzerine odaklanmış. Hitchcock usta 47. filminin ilhamını, cinayet ve korku türündeki eserleriyle tanınmış Amerikalı yazar Robert Bloch’un edebiyat çevrelerinde pek itibar görmemiş yeni romanında bulur. 1940’lı yıllarda Wisconsin’de delicesine bağlı olduğu annesinin cesediyle birlikte yaşamış, kriminoloji tarihinin ünlü seri katillerinden Ed Gein’ın gerçek hikâyesi üzerine kurulmuş olan ‘Sapık’ ya da özgün ismiyle ‘Psycho’, dönem Amerikasının muhafazakâr iklimine pek de uygun düşmeyen bir malzemedir. Deneyimli kurgucu eş Alma Reville, sadık menajer ve stüdyo (Paramount) yetkilileri, şiddetin, röntgenciliğin, transvestitizmin, ensestin çarpıcı bir sunumu görünümündeki bu metnin Hitchcock’un yeni projesi olarak açıklanmasına karşı çıkarlar. Dönemin katı sansür uygulamalarıyla meşhur ‘Motion Picture Production Code’ kurumu ile de adamakıllı bir mücadeleye girişilmesi gerekmektedir. Kurt yönetmen önce karısını ikna eder, daha sonra her türlü zorluğu göze alarak ve gerekli finansmanı şahsi kaynaklarından sağlamak suretiyle projeyi hayata geçirmeye koyulur.
Hitchcock’un bu çok iyi bilinen ve sinema dilini yenilemiş başyapıtının oluşum sürecini izlemek her tutkulu sinemasever için keyifli bir deneyim. Başarılı makyajıyla yönetmeni canlandıran Anthony Hopkins ve eşi rolünde Helen Mirren de çok iyiler. Lâkin parlak bir başlangıç yapan bu nostaljik çalışma, tıpkı geçtiğimiz yılın ‘Marilyn ile Bir Hafta / A Week with Marilyn’ örneğinde olduğu gibi magazin ağırlıklı bir anlatıma meyletmekte gecikmiyor. Yine de büyük bir beklenti içine girmeden bu iddiasız şirin filmle rahatlıkla oyalanmak mümkün.
Scarlett Johansson diyorsanız, Norman Bates’in talihsiz kurbanı rolünde bu filmde biraz geri plânda kalmış. Yetenekli oyuncuyu doya doya izlemek isteyenlere, kendisinin halen Broadway Richard Rogers Tiyatrosu’nda, Hollywood’un güzel kadınlarının her daim cazip buldukları Tennessee Williams oyunu ‘Kızgın Damdaki Kedi / Cat on a Hot Tin Roof’un Maggie’si olarak sahne almakta olduğunu hatırlatalım. Yolu NewYork’a düşenler kaçırmasın.
(29 Mart 2013)
Ferhan Baran
Mahmut ile Meryem, 22 Mart’ta Vizyona Girdi
Azeri yazar Elçin’in dünyaca ünlü, imkânsız bir aşkı anlatan romanı Mahmut ile Meryem, 22 Mart’ta izleyicisiyle buluştu. 2013 yılının iddialı filmleri arasında gösterilen Mahmut ile Meryem, farklı dinlere mensup iki gencin imkânsızlıklarla dolu aşkını beyazperdeye yansıtıyor. Günümüzde de dil, din, ırk gözetmeksizin yaşanan aşklar olduğu gibi bir o kadar da çevre baskısından dolayı ayrılmak zorunda kalan çiftler vardır. Mahmut ile Meryem de işte o çiftler gibi. Masum bir aşkı geçmişten günümüze taşıyan ve seyreden herkesin kendinden bir parça bulduğu film izleyicileri büyülemeye hazır.
Bir Atilla Dorsay Röportajı
Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Bölümü’nden olduğu halde hayalinde olan sinema yazarlığını tercih eden Atilla Dorsay’ı Türkiye, sinema yazarı olarak tanıyor. Dorsay’ın sinema yazarlığının kurumsallaşması için gösterdiği çaba sayesinde bugün Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) hatırı sayılır bir yere sahip. Usta Sinema Yazarı Dorsay ile Türk Sineması’nın dününü ve bugününü masaya yatırdık. Darbelerin sinemamız üzerinde bıraktığı etkiden tutun da politik sinemayı sansürleyenlerin seks filmlerinin nasıl önünü açtığını anlattı Atilla Dorsay. Dünya sinemasını da çok yakından takip eden Dorsay ile çıktığımız beyazperde yolculuğunun bazı duraklarında hayatına dair önemli bilgiler de öğrendik. Örneğin bir dönem solcu olduğunda sapına kadar solcu olamadığı gibi… İşte sinema dünyasının usta kalemi Atilla Dorsay’ın film şeridindeki dünü, bugünü ve yarını…
Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Fakültesi’nden mezun olup sinema yazarlığı hayalinizde olan meslek miydi?
Evet hayalimde olan bir şeydi. Belki çok açık biçimde değil, ama flu biçimde hayalimdeydi. Bunun en büyük kanıtı, aşağı yukarı 11-12 yaşından itibaren gördüğüm bütün filmleri yazmaya başladığım defterler. O defterler hâlâ duruyor. Düzgün biçimde çizgiler ile ayırarak -ki o da mimarlık geleceğimi işaretidir belki de. Konuyu özetleyerek, yıldız vererek, hatta birkaç cümlelik eleştiriler yazarak… Bu da gösteriyor ki, açık biçimde olmasa da bilinçaltımda olan bir şeydi.
40 yıla aşkın bir süredir sinema eleştirmenliğinin Atilla Dorsay’ın hayatına neler kazandırdı?
Çok açık biçimde söyleyeyim: Dünyada belki hiçbir eleştirmene nasip olmayan ciddi bir saygınlık kazandırdı Türkiye’de. Bunu hak ediyor muyum, hak etmiyor muyum? O ayrı bir mesele. Ama genelde eleştirmenlik hangi alanda olursa olsun, çok saygınlık kazanmış bir meslek değil. Türkiye’de bunun istisnaları vardır. Örneğin bir Nurettin Ataç, Doğan Hızlan, artık aramızda olmayan Rauf Mutluay gibi isimler, gerçekten kendi alanlarında çok saygı gördüler. Bu isimler istisnalardır. Genelde Batı’da, bizde de, her alandaki eleştirmenler çok sevilip övülmez. Hele sinema eleştirmenlerinin, üstelik bizim toplumda benim olduğum yere gelebileceğini ben de rüyamda görsem inanmazdım. Ama öyle olmadı. Bir Atilla Dorsay olayı var, bunu biliyorum. Sevgi, saygı görüyorum. Aynı ölçüde hakarete de uğruyorum ama bunlar birbirinin ayrılmaz tamamlayıcısı. Dolayısıyla ona da hiç karşı değilim. Sonuçta eleştirmen olarak belli bir yere geldim. Bu yere başka türlü gelemez miydim? Mesela sinema sevdası olmasaydı içimde, belki doğrudan doğruya yazar olurdum. İlk şiir ve hikâye kitaplarım çıktı yakın zamanda… Ama yeterince ilgi görmedi. Çünkü insanın adı üçe çıktı mı, ikiye düşmüyor. Eleştirmen diye tanıyorlar ve başka işlerinize ciddiyetle bakmıyorlar. Benim hikâyelerime ciddi olarak bakan, yine yazarlar oldu. Ahmet Ümit, Karin Karakaş gibi yazarlar gayet güzel yazılar yazdı. Fakat eleştirmen taifesi hiç eğilmedi. Çünkü artık etiket konmuş: Sinema yazarı. Oysa yazar diye bir kavram var. Ben sinema yazısı yazdığım gibi, başka şeyler de yazabilirim, yazdım ve yazıyorum da. Ama kabul ettiremiyorsun. Bu sefer bir kazanç, bir kayıp getiriyor. Sonuçta her şeyin bir bedeli var.
Türk Sineması’nın 40 yıla aşkın bir sürede ne gibi değişikliklere maruz kaldığını düşünüyorsunuz?
Bende bir ölçüde nostalji var ama ayrıca da çok gerçekçiyim. Günümüzde de yapılanlara çok saygı duyuyorum ve kendimi nostalji ile bağlamak, sınırlamak asla istemiyorum. Eski Yeşilçam nostaljim ise hiç yok. Yeşilçam’ı hep olduğu gibi görmeye çalıştım. Çok sevgi, saygı duyduğum isimler, filmler, sanatçılar, emekçiler olmuştur. Ama şimdi herkeste tam bir Yeşilçam sevdası var. Onu herşeyiyle alıp yüceltiyorlar. Buna kesinlikle katılmıyorum. Çok kötü şeyler de yapıldı çünkü.
TÜRKAN ŞORAY ÇALIKUŞU’NDA OYNAMAMALIYDI
Ne gibi kötü şeyler?
En büyük kusuru, bir seri imalât düzeni vardı. Belli firmalar aynen dışarıda olduğu gibi, nasıl ki, Metro-Goldwyn-Mayer yılda 40 film üretir. Belki 42 ya da 48’de olabilir ama bilinir ki, Metro-Goldwyn-Mayer firmasından yılda 40 film çıkar. Biz de diyelim ki Arzu, Erman ya da Melek Film’den de belli sayıda film çıkacak. Yine Amerika’dan ithâl ettiğimiz yıldız sistemi çok baskındı. Türkan Şoray meselâ, hiç oynamaması gereken Çalıkuşu’nda Feride olarak karşımıza çıktı. Oysa ki ne karakter, ne de fizik olarak hiç ilgisi yoktu. Tek bir örnek veriyorum, örnekleri çoğaltabilirim ama gerek yok. Bir sürü roman ve roman kahramanları katledildi. Büyük romanlarımız kötü maceralar yaşadı. Her tutan filmin 5’er, 10’ar, 40’ar kopyası yapıldı, yabancı olsun, yerli olsun. Seri imalât dönemiydi. Kesinlikle hak etmediğimiz ve yapamayacağımız kadar film üretildi, yılda 200-250 film, Türk toplumunun hele o dönemde nesine? Ama bu yapıldı. Bu yüzden o filmlerin yüzde 70’i yok ama kimse aldırmıyor. Çünkü kimse önemsememiş onları. Başka bir toplumda ulusal sinemanın çektiği filmlerin yüzde 70’i yok olsa, ‘bir katliam’ diye çığlıklar kopar. Hemen araştırmaya girişilir. Bizde kimse fark etmiyor. Çünkü o filmler zaten zamanında da önemsenmemiş. Aşağı yukarı o hafta gösterilmiş, sonra belki bir-iki TV kanalında oynamış ve yok olmuş. Şimdi kalanı kurtarmaya, ve ne olursa olsun, en azından 200’e yakın çok değerli film var, onları bulup korumaya mecburuz. Ama Türkiye’de bu da yapılmıyor. Kaldı ki Türkiye’de kendine muhafazakâr diyen, en azından asli görevi kültürel açıdan muhafaza etmek olan bir zihniyet, bir düşünce bugün iktidarda olduğu halde bile, bu yapılmıyor.
Sizin bu konuyla ilgili bir çalışmanız oldu mu?
Ertuğrul Günay, Kültür Bakanı olduğu dönemde ve de önceki bakanlarımız döneminde, eski filmleri araştırmak, bulmak ve onarıp korumak (artık günümüzde dijitale aktarmak) amacıyla resmi ve gayri resmi olarak sayısız öneri götürdüm. Kimse tınmadı. Bugüne kadar hiçbir Kültür Bakanı bu konuyla ilgilenmedi. Örneğin Hababam Sınıfı serisi yakın zamanda dijitale aktarıldı, pırıl pırıl. Piyasadan geçen gün Vesikalı Yarim’i aldım. DVD’yi taktım, ekranda yağmurlu bir film. Televizyonlarda izlediğimiz gibi. Vesikalı Yarim gibi kült olmuş, efsane olmuş bir filmden söz ediyorum. Aşk filmi deyince toplumumuzda hatırlanan ilk filmlerden biri… Türkan Şoray denilince hatırlanan 2-3 filmden biri. Bir hayırsever çıksa da, bakanlık olur, özel sektör olur, bir banka olur, şu filmi de biz onardık, dijitale aktardık dese. Kimse bunu yapmıyor. Belleği dumura uğramış bir toplumuz. Bu bizim özelliğimiz. Çok iyi özelliklerimiz de var. Örneğin inanılmaz yardımseveriz. Sokakta düşseniz, dışarıda kimse gelmez ama burada hemen herkes koşuşturur. Vefa duygumuz vardır. Ama belleğimiz zayıf maalesef. Kültürel açıdan belleksiz bir toplumuz ve bunu çok büyük bir kusur olarak sayıyorum.
SEKS FİLMLERİ YÜZÜNDEN BAZI OYUNCULAR AR VE EDEP DUYGULARI İÇİNDE ORTADAN KAYBOLDU
Türk sinemasının en zor dönemleri Atilla Dorsay’a göre hangi dönemleriydi?
Herhalde 70’lerin ikinci yarısı… Çünkü bütün bir sinema yok oldu adeta. Ortalığı çok büyük bir sosyolojik fenomen olan ve bugün hâlâ daha bence gerektiği kadar bilimsel açıdan incelenmeyen seks filmleri sarmıştı. Hem de Milliyetçi Cephe’ler döneminde. Hem de ağır sansür döneminde… Bu nasıl olabildi? Bu sosyolojik deprem nasıl yaşandı ve toplum bunu nasıl karşıladı? Bütün bunlar araştırılmadı. Çünkü konu netameli… Kimse seks filmlerine bulaşmak istemiyor adeta. Bu yaşandı, böyle bir dönemi var Türk Sineması’nın. Cesur bir bilim adamı çıksın da hangi kesimden olursa olsun, buna eğilsin, araştırsın, nasıl oldu bu diye… Çok kötü bir dönemdi. Hiçbir şey yapılamadı çünkü. 1978 yılında Selvi Boylum Al Yazmalım yapıldıysa, bu bir mucizedir. Seks filmleri furyası 1974’den 80’e kadar sürdü. Bu dönemde çıkan iyi filmler parmakla sayılacak kadar azdır. Hepsi bireysel çabalar ile oluşmuştur. Onun dışında bir şey yapılamadı. Yıldızlar gazino sahnelerine akın ettiler. Filmler durdu. Birtakım oyuncular ar ve edep duyguları içinde ortalıktan çekildiler. Sonra döndüler veya dönemediler. Dönemeyenler de oldu. Tuhaf bir dönemdi.
60 DARBESİ SİNEMAYA ÇOK BÜYÜK DARBE VURMADI
27 Mayıs 1960 darbesinin sinema üzerinde ne gibi etkisi oldu?
60 darbesinin çok etkisi olduğunu söyleyemem. Çünkü 61 Anayasası belli haklar içeriyordu. 24 Anayasası’na göre daha demokratikti. Fikri özgürlük alanları daha açıktı. İlk defa sol düşünce kendini ifade etme imkânı bulabildi. Sol partiler kuruldu. Düşünün, Çetin Altan bile İşçi Partisi’nden milletvekili seçilip Meclis’e girerek hayli gürültü koparabildi. Solcu, emeği savunan filmler yapıldı. O filmler çok kalitelidir bizim çalışma tarihimiz açısından en azından. Örneğin Karanlıkta Uyananlar filmi Türkiye’de ilk defa grev hakkını konu etti ve savundu. Bu o yıllarda çok önemli bir şey. Çünkü grev hakkı tartışılan bir şeydi ve birden bire bunu savunan bir film geldi karşımıza. Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol filmi emekçileri ele aldı. O yıllarda Metin Erksan’ın yasaklanan filmleri var. Yasaklama olayı, Aşık Veysel’in hayatı ile başladı 1959’da. 60’larda da Yılanların Öcü, Susuz Yaz, Kuyu ile sürdü. Bütün bunlara karşı mücadeleler verildi. Sansür ve baskı da geldi, ama aynı ölçüde bir takım şeyleri söyleme fırsatı da doğdu. İlk defa gerçek anlamda politik filmler yapıldı. 60’lar çok hareketlidir. Ben 60 devriminin sinemaya çok büyük bir darbe vurduğuna kani değilim.
80 DARBESİ KADIN FİLMLERİNİ ORTAYA ÇIKARDI
12 Eylül 1980 darbesinin sinema üzerinde ne gibi etkisi oldu?
60’larda bunlar yaşanırken, 12 Eylül’de tam tersi oldu. Çünkü daha kararlı bir askeri zihniyet iş başına geldi. Birçok şeyi yasaklamak istediler. Sol’da ve Sağ’da. Ama bu çabaları daha ziyade Sol’a yöneldi o da ayrı bir hikâyedir. Ama sağdan da çok acı çekenler oldu. Bu toplumsal olaylarda tek bakış açısı yok. Mesela 80’li yıllarda her ne kadar Turgut Özal ilk seçimde iktidara geldiyse de, hepimiz biliyoruz ki MGK iktidarın tepesindeydi. Askeri vesayetin altında sözüm ona demokrasiydi. Buna rağmen o yıllarda bile 12 Eylül’ü eleştiren filmler yapılabildi. Hemen değil belki ama 85’lerden başlayarak, Sen Türkülerini Söyle, Dikenli Yol, Prenses, sonraları Eylül Fırtınası gibi 12 Eylül’e eleştiri getiren filmler yapıldı. Bu da tuhaf bir çelişkiydi. 90’lar sonrası sansür azaldı.
Askerin yönetimde olduğu sırada ‘sansür’ uygulaması en çok hangi dönemde kendini gösterdi?
12 Mart 1971 muhtırası her ne kadar bir darbeye dönüşmemiş olsa da, o dönem inanılmaz sansür uygulandı. Sol’a karşı bir kampanya başlatılmış ve Yılmaz Güney bunda en çok hedef alınan sanatçı olmuştu. 74’den sonraki milliyetçi cephe iktidarları döneminde, sansür daha çok kendini göstermiştir. Özellikle politik sansür… Politik filmlerini sansürleyenler seks filmlerinin önünü de açmıştır ilginç biçimde. 70’lerin sonlarında o kadar çok film yasaklandı ki, 1979 Antalya Film Festivali yapılamadı. Önemli bir iki film yasaklanınca, diğer sinemacılar da filmlerini çekti, festival yapılamadı. Üstelik bu Ecevit’in o kısa süren başbakanlığı sırasında oldu. Ertesi yıl, 79’da yapılamayan festivale katılamayan filmlerin de katılacağı çok daha görkemli bir festival yapılacaktı. Çok kısa zaman kala, 12 Eylül darbesi oldu. Çok ilginçtir, Antalya Film Festivali’nin iki yıl üst üste yapılamaması… 80 sonrası çok daha farklı. Dünyadaki büyük değişimler, herşeye rağmen bizim topluma da yansıdı. Ve örneğin ‘kadın filmleri’ ortaya çıktı. Kadın ilk defa ana kahraman oldu filmlerde. Onun aşkı, cinselliği, hatta erkeği bir cinsel nesne olarak seçmesi perdelere gelir oldu. Hülya Koçyiğit gibi melek karakterler oynamış kapalı bir star, Şerif Gören’in Kurbağalar ve Firar filmlerinde açık bir cinselliği olan, onu yaşayan, erkek partnerini seçen kadın rollerine çıktı. Türkan Hanım da o yıllarda kurallarını, kanunlarını yıkıp bir dizi kadın filminde oynadı. O Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Şerif Gören, Zeki Ökten, Ömer Kavur, İrfan Tözüm, Yusuf Kurçenli vb. imzalı filmlerin toplumsal açıdan çok önemli olduğuna inanıyorum.
SAPINA KADAR SOLCU OLAMADIM
Atilla Dorsay hayatı boyunca kendisini hangi tarafta konumlandırıyor?
Hiçbir zaman çok aşırı fikirlerin insanı olmadım. Solcu olduğum dönemde de sapına kadar solcu olamadım, istesem de. Sağ’cı da olmadım zaten. Ama Sağ’ı anlayışla, büyük ilgiyle izledim. Özellikle sinemada Sağ’ı ve İslamcı filmleri çok ciddiye aldım. Çünkü çağdaş bir toplumda her şey gibi inançların da sanata konu edilebileceğine ve de bireysel ya da gurupsal arayışların, çelişkilerin, bunalımların Batı’da da olduğu gibi sanatla işlenmesinin önemine inandım, hala da inanıyorum. Özellikle Yücel Çakmaklı, İsmail Güneş, Mesut Uçakan gibi yönetmenleri olabildiğince yakından izleyip filmlerini değerlendirmeye çalıştım.
ŞERİF GÖREN İLE YILLARDIR KONUŞMUYORUZ
Eleştirileriniz yüzünden sizinle selâmı kesenler oldu mu?
Evet oldu!… Biri Şerif Gören… Yıllardır konuşmuyoruz. Diğeri Mustafa Altıoklar. Yapımcısı olduğu Emret Komutanım filmi için ağır bir yazı yazmıştım bu yüzden konuşmuyor benimle. Mehmet Ali Erbil’in ne kadar berbat bir oyuncu olduğunu yazdım. Aslında berbat demedim ama ima etmiş olabilirim. O da haklı tabi, kimse kendisine böyle diyen adamla konuşmaz. Çeşitli yerlerde karşılaştığımızda başımızı çeviriyoruz.
SİYAD’A ÜYE SEÇİMİNDE POLİTİK YAKLAŞILMAMALI
70 milyonluk ülkemizde sadece 90 SİYAD üyesi olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hem evet, hem hayır… Dışarıdaki eleştirmenlik de çok ahım şahım değil. Hele Amerikan eleştirmenliği… İzliyorum bazen, dışarıdayken onların gazete ve dergilerini alıp sinema yazarlarını okuyorum. Gözlemlediğim şu ki, Amerikalılar yüzeysel yaklaşıyorlar filmlere. Adeta Hollywood ya da Oscar yaklaşımı gibi… Başarıyı, yeniliği seviyorlar. Cesur fikirleri de seviyorlar aslında, ama Fransızlar’ın o ünlü ‘auteur – yaratıcı yönetmen’ kavramı ve o tür filmlere sevgi saygıları pek yok. Meselâ çok başarılı bir yönetmeni yıllarca övmüşler, birden bire adam o kadar iyi olmayan film yapıyor. Hemen adamı parça parça edebilirler. Ama Fransızlar en azından geçmişine saygı gösterir, onun neden kötü bir şey yaptığını anlamaya çalışır. Fransa eleştirisi daha derin, metodik, kavramsal ve kavrayıcıdır. Fransız kültüründen geldiğim için, eleştiride de o ekolden etkilendim. Özellikle sinemasever aşamasından ciddi eleştirmen aşamasına geçtiğimde, Fransız eleştirisinden hayli dersler aldım. Yıllarca Fransızların sinema dergilerini düzenli alıp takip ettim. Benim eleştirilerim onlara dayandı.
Ama öte yandan, ben Amerikan Sineması ile büyüdüm, bunu kabul etmek lâzım. ‘Tür sineması – cinema de genre’ denen şeyi de çok sevdim. Bir gangster, korsan, casusluk filmini, bir komedi veya dramı, bir aksiyon veya korku filmini ayrı ayrı yerlere koyup kendi kuralları, kendi çerçeveleri içinde ele almayı öğrendim. Hâlâ tür sinemasını çok severim. İyi bir komedi, tarihi film veya melodram beni çok heyecanlandırır. Şimdiki sinema eleştirmenleri ise genelde aşırı Avrupa bağlantılı… Tür sinemasını ciddiye almayanları var. Oysa Fransızlar bütün o teorilere rağmen, o tür sinemayı da çok sevmişlerdir. Tür sinemasının büyük Amerikan ustalarını yine Fransızlar çok sevip incelemişler ve onları dünya çapında tanıtıp sevdirmişlerdir: John Ford’dan Howard Hawks’a, Nicholas Ray’dan William Wellmann’a, Frank Tashlin’den Jerry Lewis’e… Bizim kimi eleştirmenler, sanki çocukluklarında hiç sinemaya gitmemiş, 17-18 yaşlarında başlamışlar. Hiç çocuk bir yan yok içlerinde. Oysaki sinemanın çocuk, naif bir yanı vardır. Bunu da görebilmek lâzım… Örneğin ben Karaoğlan filmini beğendim. Çünkü teknik açıdan çok iyi yapılmış buldum. Benim anladığım türde bir tarihsel fantezi, ciddi tarihsel film değil. Bu filmlerin yıllarca yabancılarını izledik. Bizde de en azından romanlarını okudum. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun benim gençliğimi besleyen tarihi romanları bunlardır. Türk tarihini alıp fantezi unsuruyla beslemek… Bunun iyi yapılmış bir örneğini gördüm. Ben sevdim, ama hiçbir eleştirmen sevmediği gibi seyirci de sevmedi işin tuhafı. Çok tuhaf geliyor bu bana. Halbuki Türk toplumunda kendi tarihine uyanan bir ilgi var. Karaoğlan gibi bir karakter yaşamamış olabilir. Ama o yıllarda yaşamış olabilecek bazı kahramanların ve kimi tarihsel olayların ilginç bir birleşimi. İyi de kotarılmış film. Adam çok yakışıklı, çok iyi atlıyor sıçrıyor. Herkes gayet iyi oynuyor. Kötü adamlar gerçekten kötü gibi duruyor. Daha ne istenir? Ama seyircimiz gitmedi.
Neyse, bütün bu genel çerçeve içinde Türk eleştirmenleri bence kötü bir yerde durmuyorlar. Herşeye rağmen sinemayı bilen, seven yeni bir kuşak geliyor. DVD sayesinde klâsiklere erişmek de artık çok kolay oldu. Biliyorum, akşamları meraklıları benim gibi oturup klâsik filmleri izliyor ve yazıyorlar. İnternette, bloglarda eski filmlerin de yeniden değerlendirilmesi ortaya çıkıyor. Meselâ bir Arka Pencere sinema dergisi var. İsmini Yönetmen Alfred Hitchcock’un ünlü filminden almış ve her bölümü de ayrı bir Hitchcock filminin adıyla sunuluyor. Bu başlı başına ünlü yönetmene bir saygıya dönüşüyor. Dolayısıyla Türk eleştirmenlerini hiç de kötü bir yerde bulmuyorum. Bazı arkadaşlar, tür ya da genelde Amerikan sinemasını külliyen reddediyorlar, aşırı ideolojik yaklaşıyorlar. Zero Dark Thirty filminin eleştirilerinde de böyle bir tavır belirdi. Ama öte yanda çok daha kavrayıcı ve bilinçli bir kuşak da geliyor. Eleştirmen arkadaşlarımın yaptıklarını seviyorum ve izliyorum.
Sinemayı bu kadar seven bir toplum olmamıza rağmen 70 milyonluk ülkemizde sadece 90 SİYAD üyesi olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
SİYAD’ı 70’lerin sonlarında kurduğumuzda, ortada kim varsa aldık. Çünkü yaygın biçimde sinema yazarı yoktu. Magazincileri de aldık: Ses, Yıldız, Artist gibi dergilerde çalışan, yazan, hatta resim çeken arkadaşları aldık. Ve Sinema Yazarları Derneği’ni kurduk. Böyle çok da devam edemedik. Çünkü 1980 darbesi tüm derneklerle birlikte bizim derneği de kapattı. 90’ların ortasında derneği yeniden kurduğumuzda daha seçici olduk. Ama artık oldukça fazla yazar olduğu için, eski sıkıntıları çekmedik. Kendi adıma, eleştirmenliğin kurumsallaşmasına çok gayret gösterdim. Sanırım kendimi över gözükmeden bunu söyleyebilirim. Şimdi daha seçiciyiz dedim. Ama yine de benim dönemimde, bu işe emek vermiş ve en az iki yıl yazmış herkesi almak taraftarıydım ve alıyordum. Sonraki kimi başkanlar daha nekes davrandılar. Onu alalım, bunu almayalım gibi. Gözünün üstünde kaşı var, dudağında beni var gibi. Ama sanıyorum şimdi makul bir orta yol bulundu.
Politik mi yaklaşıldı?
Evet, sanırım öyle oldu… Politik yaklaşmak insan doğasında var. Ama ben, örneğin İstanbul ile ilgili yazılarımda kesinlikle politik ve ideolojik yaklaşmıyorum. Benim mimarlığım, İstanbul severliliğim bana hangi fikri estiriyor ve neyi savunup eleştirmemi emrediyorsa, onu yazıyorum. AK Parti yapıyor veya yapmıyor, Başbakan istemiş veya istememiş. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Ama tuhaf bir şekilde, insanlar âlâkasız bir konuya çok politik ve ideolojik açıdan bakıyorlar. Türkiye böyle ikiye bölünmüş bir toplum oldu neredeyse. Arkadaşları üyeliğe seçerken, buna katiyen bakmamalıyız. Sinema alanında kalem oynatıyorsa, nereden gelirse gelsin, kalem oynatması yeterli olmalı. Mevlana gibi bir örnek varken karşında, böyle bir şey olabilir mi? Sen üye ol, sen olma… Ama maalesef bazı arkadaşlarda bu şartlanma var.
SİYAD üyelerinin genelde, gazetelerde köşeleri tutan isimlerden oluştuğunu görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kısmen doğru. Fakat son dönemde internet sitelerinde yazanlardan da üye seçimi yapıldı. Dergiler ön plâna çıktı. Mesela bir ara Altyazı Sinema Dergisi’nin genç ve çalışkan kadrosu olduğu gibi alındı. Başka sinema dergisi de pek yok.
1 Kasım 2007 yılında yayına başlayan Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife sektörden destek görmediği gibi SİYAD’tan da hiç destek görmedi. 50. sayısından sonra yayın hayatını noktalamak zorunda kaldı. SİYAD’ın bu anlamda sinema yayıncılığına ne gibi katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?
Sinemalife kapanmamalıydı. Çünkü sinema sektörünün de böyle dergilere ihtiyacı var. Yayın hayatına devam etmeliydi. Derginin kapanmasına gerçekten üzüldüm. O tarihlerde ben başkan olsaydım, kesinlikle desteğim olurdu.
Sürekli tartışılan festivallerdeki jüri seçimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuralları olmayan bir çaba!.. Bu işin bir el kitabı yok. İyi jüri nasıl seçilir? şeklinde bir el kitabı olsa da hepimiz kullansak!… Ama yok. İyi jüriler seçilmiyor. Hep çok tartışmalı kararlar veriyorlar. Mutlaka jüri başkanının yönetmen olması lâzım bence… Aktif yönetmen olması lâzım. Eski bir Yeşilçamlıyı oraya getirmek de bir şey ifade etmiyor. O Yeşilçamlıların bazıları yıllardır film izlemiyor. Kendi dönemlerine takılıp kalmışlar. Oradan saygın bir ismi alıyorsun, jürinin başına geçiriyorsun, olmuyor. Hem belli bir tanınmışlığı olan, hem işini seven, ciddiye alan yönetmen olmalı. Ayrıca işin içine sinema yazarlarını da sokmak lâzım. Genelde festivaller sinema yazarlarını almıyor. Jüriler parlak isimlerin dışında, daha ciddiyetle oluşturulmalı. Antalya gibi bir festival bile son yıllarda jürilerini sadece magazin açısından oluşturuyor. Olur mu böyle bir şey?
Adana Altın Koza Film Festivali’nden ilk kez bir sinema eleştirmenine onur ödülü verildi… Bu ödül ile ilgili nasıl bir okuma yaptınız?
Aslında o sadece bana verilmiş bir ödül değildi. Türkiye’deki sinema yazarlarına verilen bir ödüldü. Bu açıdan anlamlıydı. Fakat o yıl sadece bana ve Türkan Şoray’a onur ödülü verilmek istendi. ‘Böyle şey olmaz, bir-iki isim daha ekleyelim, en azından bir de yönetmen olmalı’ dedim. ‘Hayır” dediler. Böyle şey olur mu? Türkan Şoray ile ben onur ödülü alıyoruz. Şoray da gelmedi zaten, sahneye tek başıma çıkmak zorunda kaldım. Ayıp bir şey oldu.
Sinemamızın Türk toplumunu yeteri kadar iyi okuyabildiğini düşünüyor musunuz?
Seyircinin kendi problemlerini görmekten çok avunmak istediğini düşünüyorum. Son yıllarda gişe yapan filmlerin hiç biri ciddi konulara dayanmıyorlar. Çünkü hep hafif komediler iş yaptı. Temelde böyle. Onun yanı sıra Babam ve Oğlum gibi dönemsel bir film de iş yaptı. Ama bu istisnalar birkaç filmden öteye geçemedi. Genelde komediler iş yaptı. Komedi derken onları da küçümsemek istemiyorum. Komedi var, komedi var. Bu bir Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan komedisi ise, benden de şapka. Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı her şeyi beğendim. Neşeli Hayat, Vizontele serisi… Bunlar bayıldığım filmler oldu. Cem Yılmaz’ın katıldığı hemen her şeyi beğendim. Son filmine gitmedim. Çünkü stand-up gösterisinin filme alınmış hali beni ilgilendirmiyor. Onun dışında, yaptığı her işe çok saygı duydum. Ama Şahan Gökbakar’a bu kadar ısınamadım. Ancak Recep İvedik serilerinde de bazı ilginç şeyler vardı, kabul etmek lâzım.
Ne gibi ilginç şeyler?
Toplum Recep İvedik’e neden gidiyor? Orada kendisinden bir parça mı buluyor? Bir kere o var. Recep İvedik’in bayağılığı, aslında hiç toplumda var olmayan bir şey değil. Türkiye’de sadece kırsal kesimde değil, büyük kentlerde de hayli kaba davranışlar var. Bunu trafikte yaşıyoruz. Trafikte öyle işler oluyor ki, normal bir insan katiyen onu yapmaz. Bu sadece bir örnek. Dolayısıyla insanlar Recep İvedik’te kendini görüyorlar, eğleniyorlar. Benim güldürünün işlevine çok saygım var, onu da söyleyeyim. Ayrıca bizim dertli, sorunlu toplumumuz gülmek istiyor. Sadece biraz daha kaliteli biçimde güldürsünler, tek talebimiz bu olmalı. Ayrıca Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerini de çok beğendim. İçinden gelen bir duyarlılığı, bir melankolisi var. İlk iki filmine bayıldım. Dolayısıyla popüler film illâ ki kötü film değildir, komedi dahil. Bu önyargıdan kurtulalım. Ama öte yandan, lütfen dört milyon insan gitti bahanesiyle kimi filmleri de başyapıt diye bize satmaya kalkmasınlar.
JÖNLERİMİZ, BÜYÜK AKTÖR OLAMADI
Atilla Dorsay’a göre Türk Sineması’nın en büyük aktörleri kim?
Geçmiş yıllardan Yeşilçam’dan çok beğendiğim bir aktör yok. Onları poz yapan oyuncular olarak görüyorum. Buna dramatik oyuncular da dahil. Meselâ Yıldırım Önal çok önemsenmiştir ama ben onun oyunlarına tahammül edemezdim filmlerde. Çok abartılı gelirdi bana. Münir Özkul’u çok severim, o varlığı ile güldürüyordu insanı. Yoksa aktör olarak Özkul da çok iyi bir aktör değildir. Hele o jönlere hiç takılmayalım, onların hiçbiri büyük aktör değil. Ama zaman içinde kimileri iyi oyuncu oldular, şaşırtıcı biçimde. Mesela Aytaç Arman. Jön olarak geldiği sinemada, yıllar içinde bayağı iyi oyuncu oldu. Başka bir örneği de yok. Son dönemde de Şener Şen’i çok beğendim. Komedi türünden gelmesine rağmen özellikle Eşkıya’dan sonra öyle bir aktör oldu ki tek kelimeyle muhteşem.
Aktrisler için neler söyleyeceksiniz?
Aktrislerden de hiç eğitimleri olmadığı halde zaman içinde belli bir yere gelenler oldu. Türkan Hanım bunlardan biri ve kuşkusuz başlıcasıdır. Hülya Koçyiğit, Fatma Girik de öyledir, hakikaten bir yere gelmişlerdir. Hülya Avşar’ın bile çok iyi oynadığı birkaç filmi vardır. Bile diyorum, çünkü onun da hiç oyunculuk eğitimi filân yoktur. Gökten zembille, bir güzellik yarışmasından gelmiş. Öbürleri farklı yerlerden mi geldiler? Geçmişte öyleydi. Şimdi ise daha bilinçli bir oyuncu kuşağı geliyor. Şimdi de oyuncuyu çok beğeniyorsunuz, birden ortadan kayboluyor. Çünkü çark dönmüyor artık. Yılda 200, hatta 100 film de yok artık. Şimdi 50-60 film ancak çekiliyor. Örneğin Özgü Namal’a Mutluluk filminde bayıldık, sonra Namal birdenbire yok oldu. Kim kalacak bugünkülerden yarına? Gerçekten bilemiyorum.
Türk Sineması bugün dünya sinemasında nasıl bir yerde duruyor?
Belli bir yere geldi. Dünya üzerinde hangi festivale gitsem, aşağı yukarı her yıl ‘aman bize bir Türk filmi tavsiye et’ diyorlar. Eskiden kimse aldırmazdı. Şimdi arıyorlar, iyi ve yeni bir Türk filmi istiyorlar. Bu yıl Berlin’in panorama bölümüne (önemli bir bölümdür, hemen yarışmanın arkasından gelen) iki Türk filmi birden alındı. Cannes’a umuyorum ki bir Türk filmi gidecek. Hepsi ünlü isim peşinde. Özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın peşinde… Başka da yok pek. Ne Reha Erdem’i, ne Zeki Demirkubuz’u, ne Semih Kaplanoğlu’nu doğru düzgün tanıyorlar ama başladı. Bu isimler olduğu zaman ciddiyetle bakıyorlar. Diğerleri zor yer buluyor. Ben hep şuna inandım. Yerini bulursa, bu isimlerin dışındaki filmler de gösterilir. Son dönemde en çok beğendiğim filmlerden biri, Özcan Alper’in filmi Sonbahar oldu. Hiç büyük festivale katılamadı. Bir iki küçük festivale katıldı ve ödül aldı. O filmin büyük bir festivale girmesini çok isterdim. Reha Erdem, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu da çok üstün sinemacılar, bayılıyorum onların filmlerine. Ve de elbette yepyeni bir kuşak geliyor. Kimselerin tanımadığı Emin Alper’in Tepenin Ardı dünyayı dolaşıp dünya kadar ödül aldı. Küf filmi de öyle. Artık herkesin şansı var, yeter ki iyi bir şeyler yapılsın!…
YAZAR ÇİZER TAKIMI SENARYO YAZSIN
Türk Sineması’nın en büyük sorunu nedir?
Senaryo çok büyük sorun. Dört başı mamur senaryoları ben bugüne kadar çok görmedim. Geçenlerde Amerikan filmi Bitik Şehir’i izliyoruz. Çok matah bir film de değil. Ama ilk yarım saati ağzım açık izledim. Senaryo o kadar güzel ki… Akıyor ve şiirsel. Kahramanları kötü insanlar: Hırsız, suçlu, kriminal, polis ya da yozlaşmış politikacı. Hiçbiri entelektüel değil ama senaristler öyle lâflar yerleştirmiş ki, hem sırıtmıyor onun ağzında, hem de özgün ve çarpıcı duruyor. Dedim ki “Gözlerimi kapasam da sadece dinlesem.” O kadar güzel senaryolar yazmayı başarıyorlar. Bizde bu olamıyor pek. Ama işte olacak. Yazar-çizer takımı daha çok katılırsa, herhalde olacak.
Bu anlamda sinemada bir ‘dil’imizin oluştuğuna inanıyor musunuz?
Aşağı yukarı diyelim. Gerçi bir Türk Sinema dili yok ama dünyada da İngiliz, Fransız sinema dili de yok. Bu yönetmene göre değişen bir şey. Rahmetli Lütfü Akad “Öyle bir Türk filmi olmalı ki, film başladıktan 5 dakika sonra insanlar evet bu Türk filmi desinler” derdi. Yok öyle bir şey. O bir hayaldi bence. Ama artık üslûbu olan yönetmenler bayağı oluşmaya başladı. Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu’nun kişisel birer üslûpları var.
İNANÇ VE SANATI BİRLEŞTİRDİĞİNDE BÜYÜK SANAT ESERİ DOĞAR
Türkiye’de Sol’un sinemamız üzerinde etkisinin olduğu aşikâr. Muhafazakâr sinemanın aynı ölçüde sinemaya katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben bu çerçevede bakmadım hiç. Yetenekli insan sağdan da soldan da çıkar. Genelde entelektüeller sol eğilimli olduğu için, oradan daha iyi yönetmenler çıktı gibi gözüküyor. Sağ’ın yönetmenleri bugüne kadar çok fazla işler yapamadılar. Ben hâlâ Sağ’dan çok sağlam bir yönetmen bekliyorum. Gerçi İsmail Güneş’in Ateşin Düştüğü Yer’ini ben çok beğendim. Müthiş hümanist ve güçlü bir filmdi. Son dönemde sağ kesimden gelen en iyi filmdi. Gerek onun, gerek daha genç yönetmenlerin daha iyi işler yapmasını bekliyorum. İnanç sanatla ters düşmek zorunda değil. İnanç ile sanat pekâlâ bir yerde birleşebilir ve birleştiği yerde de büyük sanat eseri doğar. Batı’da koyu Hıristiyanların çok başarılı filmler yaptıkları görülmüştür. Türkiye’de bu daha çıkmadı. Ama genelde Müslümanlar’da bu daha çıkmadı. Müslümanların sanat ile ilişkisi hâlâ bir tartışma konusu. Her şeyin kaynağını kutsal kitapta aramak düşüncesi belki sanatçının yolunu kesiyor olabilir. Çünkü her şeye rağmen sanat, dünyevi bir şey… Dünya sinemasında dinsel ögelere dayalı, inancı tartışan filmlerin avantajı görselliğe açık olmalarıdır. Bizde ise heykel ve resim gördüğü zaman başını çeviren Müslümanlar var. O alemi sinemaya alıştırmak çok da gerekli mi? Evet gerekli. Ben şahsen inanıyorum. Hem inanca, hem de sanata saygısı olan birisi olarak, bu ikisini birleştirip gayet iyi eserler verilebileceğine inanıyorum. Bunu şu ana kadar göremedik pek. Bunu sonuna dek savunmak da benim haddim değil.
AMERİKAN ZEVKİ YERLERDE SÜRÜNÜYOR
Günün birinde bir Türk filminin En İyi Yabancı Dilde Oscar’ı kucaklayabileceğine inanıyor musunuz?
Bilemiyorum. Ateşin Düştüğü Yer’den filminden umutluydum. Filmin insancıl mesajının herkesi, bu arada Amerikalıları etkileyeceğini sanıyordum. İlk dokuza giremedi. İlk dokuza giren filmler de abuk sabuk filmler. Bu Amerikan zevki gerçekten yerlerde sürünüyor. Hele yabancı filmlere baktıkları zaman… Anlamıyorlar çünkü o filmleri. Dolayısıyla anlayabildikleri, kendilerine ortalama bir mesaj veren, biraz eli yüzü düzgün filmleri hemen finale bırakıyorlar. Umutsuzum bu konuda. Dünya sanatını okuyamıyorlar.
ÖLDÜĞÜMDE “İYİ YAŞADI VE MUTLU ÖLDÜ” DESİNLER
Bugüne kadar binlerce filmi eleştiren Atilla Dorsay özeleştirisini yazıyor olsa başlığa ne atardınız?
“Erdemleri kadar kusurları da olan bir adamdı” derim. Kusurlarını kabul edip onlara yenilmemeyi başardı. Erdemlerini ön plâna çıkardı. Tutkularını asıl işi haline getirebildi. Ailesini neredeyse sinema kadar sevdi. Öldüğüm zaman da “iyi yaşadı ve mutlu öldü” diyebilirsiniz.
(29 Mart 2013)
Köksal Akpınar
Cihan Medya Haber Dergisi