Avrupa Sineması Bloğu 2011’in En İyi Avrupa Filmlerini Seçti!

Avrupa Sineması Bloğu’ndaki yazarlar tarafından hazırlanan ve Türkiye’de 2011 yılında gösterilen filmler ile düzenlenen festival ve etkinler çerçevesinde izlenen bütün filmlerin değerlendirme kapsamına alındığı listenin en üst sırasında Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde Bisikletli Çocuk filmiyle birlikte Jüri Büyük Ödülü’nü paylaştığı Bir Zamanlar Anadolu’da bulunuyor. Listede ayrıca bu yıl Avrupa Film Akademisi tarafından En İyi Film seçilen Melancholia, Wim Wenders’in Pina belgeseli ve Seyfi Teoman’ın dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmi yer alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Listeye ulaşmak için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Avrupa Sineması Bloğu 2011’in En İyi Avrupa Filmlerini Seçti! yazısına devam et
  • Tunca Arslan ile SİYAD Gündemine Dair…

    Son dönemde Emek Sineması ekseninde verilen haklı mücadele bir yana; gerek sinema yazınının/eleştirisinin tartışmayı zorunlu kılan niteliği, gerek de dernek içinde yaşanan gelişmeler, Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) 2011 yılı boyunca gündemden düşmemesi sonucunu doğurdu. SİYAD Başkanlığı’nda geçtiğimiz günlerde birinci yılını dolduran Tunca Arslan ile (*) derneğe ve gündemdeki konulara dair gerçekleştirilen bu söyleşinin önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz:

    Dilerseniz sohbetimize Emek Sineması ile başlayalım. Son olarak etkileyici biçimde kaleme alınmış SİYAD bildirisine de konu olan Emek, sinema kamuoyu adına neden önemli?

    SİYAD’ın “Emek’i Yıktırmayacağız!” bildirisi, idare mahkemesinin yürütmenin durdurulması kararını kaldırmasının ardından verilen ilk tepkiydi ve gerçekten etkili oldu. Emek’i sahiplenen pek çok insan, bu kararın ardından son noktaya gelindiğini, yapılacak bir şey kalmadığını, hukuki yolların kapandığını düşünmeye başlamıştı. Oysa kamuoyunun baskı gücü tam da hukuken yapacak pek bir şey kalmadığı zaman devreye girer. Biz de yönetim kurulu olarak hemen bir açıklama yaptık, yeniden mücadele ve dayanışma çağrısında bulunduk ve evet, havanın değişmesine, morallerin düzelmesine ciddi katkımız oldu. Bunun hemen ardından, onursal başkanımız Atilla Dorsay’ın kişisel tepkisi de geniş yankı yarattı elbette. Kaldı ki “Yıktırmayacağız” derken boş bir slogan atmadığımız da görülecek.

    Görmüş geçirmişliği, Beyoğlu bölgesindeki en güzel salon olması, İstanbul Film Festivali’ne 30 yıl boyunca amiral gemiliği yapmışlığı, her sinemaseverin mutlaka bir anısının olmasının ötesinde Emek konusu şundan da çok önemli: Bu mücadelenin dünyada bir benzeri yok. Bu iş, topraklarına büyük şirketler ya da ağa tarafından el konulan yoksul köylülerin mücadelesine, grevlere, zamların protesto edilmesine, hidroelektrik santrallerine ve doğa katliamlarına karşı direnmeye, öğrencilerin YÖK karşıtı eylemlerine vb. benzemiyor. Emek için mücadele eden insanların sonuçta hiçbir somut kişisel çıkarı, ya da somut bir zararı söz konusu değil. Dolayısıyla Emek’e sahip çıkmak, insanın gençliğine, çocukluğuna, anılarına ve geleceğine sahip çıkması gibi bir anlam kazanmış durumda. Tabii aynı zamanda kültürel-tarihi değerleri savunma boyutu da var. Ve bu savunma, sermayenin gücüne, ranta karşı yapılıyor. İnsanların, “Ben burada alışveriş merkezi değil, bu salonu görmek istiyorum; burada alışveriş yapmak ya da otomobilimi park etmek değil, film seyretmek istiyorum” demesi, bunun için yürümesi, nöbet tutması gerçekten çok önemli. Araştırabildiğim kadarıyla, dünyada bir sinema salonunun kapanmaması-yıkılmaması için verilen böylesi bir mücadeleye rastlamadım. Bu, bugünkü mücadelenin yararlanabileceği bir deneyim ve birikim olmaması gibi olumsuz bir sonuç getiriyor karşımıza ama bir yandan da bu mücadelenin kendisi bir deneyim yaratıyor, tüm dünyaya örnek oluşturuyor.

    Geçtiğimiz günlerde SİYAD Başkanlığında birinci yılınızı doldurdunuz. Derneğin başkanlık görevine gelme sürecinizi konuşalım biraz…

    Onursal üyelerimizle birlikte SİYAD’ın şu anda 89 üyesi var. Hep şunu iddia ettim; bu 89 kişi arasından yapılacak her beşli kombinasyon yönetim kurulunu oluşturabilir ve derneği yönetebilir. Kurayla beş kişi seçin, onlar da aynı yöntemle bir başkan seçsin, SİYAD hiç sorunsuz yönetilebilir, dışarıya karşı temsil edilebilir. SİYAD üyelerinin yüzde 99’u bu olgunlukta, bu düzeyde ve bu kalitededir. Dolayısıyla ben bazı özel ve üstün yeteneklerim sayesinde başkanlığa seçilmiş değilim. Murat Özer, başkanlığındaki yönetim kurulunun görev süresinin dolmasına az bir süre kala yeniden aday olmayacağını açıkladı. Derneğin görece eski üyelerinden biri olmam ve belli bir örgütsel tecrübem bulunması dolayısıyla, başta Murat Özer olmak üzere pek çok arkadaşımız beni işaret etti, ben de bu görevi üç yıllığına seve seve kabul ettim. Yönetim Kurulu’na aday gösterdiğim diğer arkadaşlarımla da yalnızca birer telefon görüşmesi yaptım. SİYAD’ın kurumsal kimliğini korumak, geleneklerini yaşatmak, Türkiye’deki tek etkili eleştiri kategorisi olan film eleştirmenliğini ve sinema yazarlığını geliştirmek için bir nöbet olarak bakıyorum ve bakıyoruz SİYAD yönetiminde bulunmaya.

    SİYAD, çok fazla üyeye sahip olmamakla birlikte, her daim göz önünde olan ve zaman zaman da farklı kesimlerin eleştirileriyle karşılaşan bir dernek… Bunun somut örneklerinden birine her yıl verilen SİYAD Ödülleri’nde rastlayabiliriz. Sizce dernek üyeleri toplumun beğenilerine gerçekten de sırt mı çeviriyor, sinemanın popüler örneklerini görmezden mi geliyor?

    SİYAD’a yönelik söz ettiğiniz türden yaygın ve yanılgın bir görüş olduğu doğru. Kısa yoldan önerim şu: Özellikle yerli sinema için son 30-40 yıllık zaman diliminde Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali jürilerinin verdiği ödüller ile SİYAD’ın ödülleri karşılaştırılsın. Beğeniler ve ödüllendirmeler arasında uçurum olmadığı, çoğu zaman örtüştüğü görülecektir. Hatta festival jürileri çok daha tartışmalı kararlara imza atmışlardır. Öte yandan tabii ki sinema yazarlarının beğenisi seçkin olacak, eleştirmen denilen kişi zor beğenecek. Bir eleştirmen yıl boyunca en az 350-400 film seyrediyorsa, yılda 15-20 film seyreden bir köşe yazarından ya da sıradan bir seyirciden daha seçkin bir beğeniye sahip olması, daha zor beğenmesi gayet normaldir.

    Ayrıca şunu da söyleyeyim; SİYAD’ın çeşitli eleştirilerle karşılaşması çok doğal; kimi zaman “düşmanlığa” varan bu eleştiriler, sinema eleştirisinin dinamizmini, canlılığını, etki gücünü gösteriyor. Eleştirmen örgütüyseniz ve hiç kimseyi kızdırmıyorsanız, ciddi bir sorun var demektir. Dolayısıyla, SİYAD’ı her düzeyde eleştiren herkese tüm samimiyetimizle teşekkür ediyoruz.

    Geçtiğimiz aylarda derneğin Üye Takip Kurulu’nu oluşturan üyelerin istifa etmeleri sürecine tanıklık ettik. Tepkiler, başvuru prosedürünü dahi yerine getirmeyen adayların, Kurul’un düşüncesine başvurmaksızın derneğe üye kabul edilmesinden kaynaklanıyordu. Konuya ilişkin pek çok kimsenin düşüncesine vakıfız; ancak derneğin başkanı olarak bildiğim kadarıyla sizin bir açıklamanız olmadı.

    “Bildiğim kadarıyla sizin bir açıklamanız olmadı” demenizi, SİYAD üyeleri ve kendi adıma bir başarı ve övgü olarak kabul ediyorum. Çünkü Türkiye gibi her gün onca olayın, bin bir sorunun yaşandığı bir ülkede bizimki bir derneğin üyeliğinden bile değil, iç kurullarından birinden istifa edilmesinin, bundan doğan iç tartışmaların bence hiçbir haber değeri ve merak edilecek bir tarafı yok. Benim açıklamalarımı duymadıysanız, inanın bir şey kaybetmiş sayılmazsınız. ÜTK’dan istifalarla ilgili olarak medyada yazılıp çizilenlere gene medyada yanıt vermeyi, bu nedenle tercih etmedim. Yalnızca derneğin e-posta grubunda birkaç şey yazdım, o kadar. Bazı televizyon kanallarından ve gazetelerden gelen röportaj davetlerini de kabul etmedim. Ne düşündüğümü ve açıklamalarımı SİYAD üyelerinin bilmesi yeterliydi, çünkü başkalarını değil yalnızca onları ilgilendiriyordu. Dediğim gibi, bunun sizin tarafınızdan bile duyulmaması, SİYAD’ın içinde kalmış olması, bizim başarımızdır. Merak edenler olabilir, şu kadarını söyleyeyim ki ÜTK’dan istifa eden üç arkadaşımla da dostluğumuz aynen sürmekte.

    “Entelektüel, vicdanı olan, ideolojik, sanata ve sinema dışındaki disiplinlere hâkim, türlere vâkıf, yaşananlara tepkisini koyan, yazı yazmasını bilen, üslûbu olan, farklılık yaratan kalem erbabı kişi.” Geçmiş dönemlerde derneğe üye alımında oldukça etkin olan üyelerinizden biri, sinema yazarını ve dolayısıyla SİYAD üye profilini böyle tanımlıyor. Katılır mısınız, yoksa (son olarak bir üyenizin üslûbu konusunda kamuoyuna yansıyan uyarınızı da göz önünde bulundurarak) farklı bir tanımlamanız var mı?

    Genel anlamda katılıyorum. Belki küçük bir katkı anlamında, bir sinema yazarının geçmişe dönük iştahlı bir merak ve araştırıcılık içinde olması gerektiğini ve mutlaka kişisel arşive sahip bulunmasının şart olduğunu ekleyebilirim. Bir de sinema yazarlığının “öncelik” oluşturup oluşturmama meselesi var. Pek çoğumuz profesyonel anlamda başka işler de yapıyoruz, paramızı bu işlerden kazanıyoruz, senaryo yazan, film yöneten üyelerimiz de mevcut ama SİYAD üyesi olmak ve SİYAD üyesi kalmak için, sinema yazarlığının öncelik oluşturması gerekiyor.

    Üslûp konusunda ise kast ettiğiniz uyarım çerçevesinde bir yanıt vermem gerekirse, eleştirmenliğin “o festivalde s.çtık, bu festivalde de s.çarız” seviyesine indirilmesine de, bunu yazana “ortada s.çan” denilmesine de karşıyım. Böyle üslûp olmaz; bu üslûbun “Adanalıyık gardaş”, “Urfalıyık baboş”, “İzmirliyik efem” diye savunusu da olmaz.

    Derneğe başvurup, üye olarak kabul edilmeyen yazarlar da söz konusu. Ortak eleştiri, başvuru sırasında vurgulanan “Yönetim Kurulu’nun kararı tüzük gereği sorgulanamaz, derneğin en üst ve en yetkili kurulu olan Yönetim Kurulu’ndan açıklanan sonucun gerekçelendirilmesi talep edilemez.” ibaresinin demokratik olmadığı yönünde. Ayrıca, üye alımında siyasi birtakım tercihlerin devreye girdiği eleştirilerine de rastlamak mümkün.

    İlgili maddeyi ve ibareyi savunuyorum. Üyelik talebi reddedilen kişiye bir de “Çalışmalarınız yeterli bulunmadı”, “Türkçeniz felâket”, “Sinema yazarlığını uzun soluklu bir iş olarak görmek konusunda güven vermiyorsunuz” gibi şeyler söyleyerek rencide etmenin manası yok. Ya da adam açıkça dolandırıcı olarak tanınıyorsa ve mesleğini bir de SİYAD üyesi olarak sürdürmek amacıyla bize başvuru yapmışsa, bunu da belirtmeye gerek duymuyoruz! Üyeliğe kabul ve ret konusunda gerekçe belirtmenin demokrasiyle bağını kuramıyorum açıkçası. Üyeliğe kabul etmediğimiz insanla bir de tartışmaya mı gireceğiz!

    Öte yandan üyeliğe kabul ya da redde siyasal tercihlerin rol oynadığı da SİYAD’ın hiçbir dönemi için söz konusu edilemez. Ben kendimi bildim bileli bilimsel sosyalizme inanan bir insanım ama yönetim kurulundan başlayarak tüm üyelerimiz ideolojik-politik açıdan çok geniş bir düşünsel çeşitlilik içinde. SİYAD’da solun ve sağın her rengine rastlayabilirsiniz. Hatta espriyle söyleyecek olursam, sağcıyla sağcı solcuyla solcu olan üyemiz bile vardı!

    Geçtiğimiz günlerde FIPRESCI merkezli bir tartışmaya daha tanık olduk. Burada da Türkiye’deki sinema yazarlarının Avrupa’dakilerle aynı haklara sahip olmadığı eleştirisi söz konusuydu. Sizce bu düşünce gerçeği yansıtıyor mu?

    FIPRESCI ya da SİYAD merkezli değil, bir üyemizin aşırı boyutlara varan “ben-merkezli” davranışları nedeniyle yaşanan küçük bir tartışmaydı. Bizden önceki dönemden başlayarak, dünyanın dört yanındaki film festivallerinin eleştirmen jürilerinde yer alan SİYAD üyelerinin sayısında artış yaşanıyor. Beş altı yıl önce en fazla iki üç üyemiz uluslararası festivallerde görev alırken, bu sayı şimdi 25-30’a varmış durumda. SİYAD’ın internet sitesinden FIPRESCI jürilerinde yer alan üyelerimizin rapor ve izlenimlerini okuyabilirsiniz. Biz de lisan sorunu olmayan tüm üyelerimizi bu konuda teşvik ediyoruz, destekliyoruz, yardımcı oluyoruz ve hiçbir sorun yaşamıyoruz. FIPRESCI bize “Genç ve uluslararası deneyimi fazla olmayan üyelerinizin şimdilik yılda bir kez başvuru yapmasını öneriyoruz” dedi. Bu Avrupalı, Asyalı, Ortadoğulu diye bakmadan herkes için önerilen bir şey, FIPRESCI’nin eğilimi böyle ve bence haklılar. SİYAD’da da benzer bir durum söz konusu, biz de üyelikte bir yılını doldurmayan üyelerimizi festivallerde jüri üyesi yapmıyoruz örneğin.

    SİYAD üyeleri Hindistan’dan Ukrayna’ya, Mısır’dan İspanya’ya, Norveç’ten Almanya’ya Bulgaristan’a kadar geniş bir yelpazede uluslararası görev üstlendiler ve kimseden hiçbir yakınma işitmedik. Bu konuda ısrarla huysuzluk ve şımarıklık yapan üyemiz ise emin olun Ay’a göndersek, “Niye cam kenarına ben oturtulmadım?” diye sorun çıkartacak birisiydi.

    Buradan, üyenizin dernekle ilişiğinin kesilmesi sürecine geliyoruz. Bildiğimiz kadarıyla yazarın dernekle bağlarının kopmasına, şahsınıza ve SİYAD’ın kurumsal kimliğine ‘basın yoluyla hakaret edilmesi’ gerekçe gösterildi. Sürecin ardından gelen eleştirilerin bir bölümünü, “basın üzerinde büyük baskıların gerçekleştiği bir dönemde, böyle bir gerekçenin üzücü olduğu” şeklinde özetleyebiliriz.

    SİYAD’a üye olmak, tüzükten de anlaşılacağı gibi öteden beri çok kolay değildir. Ama üyelikten çıkarılmak inanın çok daha zordur. Dernek tarihi boyunca Haysiyet Kurulu yalnızca iki üye hakkında bu yönde bir karar verdi, yani bir üyenin kendisini SİYAD’dan attırmak için epeyce uğraşması gerekir. Son olayda söz konusu üyemiz, aylar boyunca, SİYAD’da bulunmaktan adeta acı çeker gibi davranışlar sergiledi. Uzun süre sabrettik, baktık ki olmuyor, başka çare kalmayınca, deyim yerindeyse acılarına son verdik.

    Atillâ Dorsay’ın -kendisinden sonraki yönetimler için- “çimento görevini aynı sağlamlıkla yürütememe” eleştirisi için neler söylemek istersiniz?

    Çimento meselesi, Atilla Dorsay’ın 16 Aralık Cuma tarihli Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanan röportajında geçiyor. Dorsay’ın yerini doldurmak, sonrasında gelen her başkan için zor, bu çok açık. Eleştirisini de dikkate almak zorundayız ama gönlünü ferah tutsun, SİYAD’a bir şey olmaz, temeli gayet sağlam atılmış çünkü.

    SİYAD Başkanlığı’nda ilk yılınız sona erdi. Bu dönemi bizim için değerlendirebilir misiniz? Bu işin zorlukları neler; ayrıca böyle bir görevi üstlendiğiniz için pişmanlık duydunuz mu?

    Benim açımdan herhangi bir sorun ya da zorluk söz konusu değil. 89 kişilik bir dernekte “gülün dikeni” türünden sorunlar kuşkusuz ki yaşanır-yaşanacaktır ve kendi adıma bunlara hazırlıklıydım. Kaldı ki SİYAD gerçekten de fazla kavgası dövüşü olmayan, sakin bir dernektir. Dolayısıyla herhangi bir nedenle pişmanlık duymadım, duymam da. Tam tersine ben yıllardır sinema yazarlarının kendi aralarında yeterince tartışmadıklarını, fikri polemiklere girmediklerini düşündüm, bu durumu eleştirdim, “Birbirimizi paspas gibi çiğneyelim!” diye yazılar yazdım. Felsefi olarak, çelişkinin ve tartışmanın olmadığı yerde yaşamın ve gelişmenin olmayacağına inanıyorum.

    (*) Tunca Arslan, Aydın-Çine’de doğdu. İ. Ü Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında Yeni Olgu ve Gökyüzü gibi gençlik dergilerinin yazı kurullarında yer aldı. Profesyonel gazeteciliğe 1988’de haftalık 2000’e Doğru Dergisi’nde kültür-sanat muhabiri olarak adım attı.

    Sinema eleştirmenliğine 1990’da bu dergide başladı. 2005-2008 yılları arasında Pekin’de yaşadı, Çin Uluslararası Radyosu (CRI) Türkçe Servisi’nde redaktör olarak çalıştı. Yazıları; Varlık, Cumhuriyet Kitap, Papirüs, Antrakt, Sinema Dergisi, Milliyet Sanat gibi dergilerde yayınlandı.

    SİYAD Başkanlığı’nda birinci yılını geçtiğimiz günlerde tamamlayan Arslan, evli ve bir çocuk babası.

    NOT: Bir bölümüne yer verdiğimiz söyleşinin tamamını, ModernZamanlar Sinema Dergisi’nin 24. sayısında okuyabilirsiniz.

    (08 Ocak 2012)

    Tuncer Çetinkaya
    ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

    Çarşıdan Aldım Bir Tane Eve Geldim Bin Tane

    Turgut Özakman’ın bir oyunu vardır: PARAMPARÇA [sonradan bu isimle bir film de (Refiğ) yapıldı -“oyun” ile ilgisi yok.] Başlığa yazdığım bilmeceyi hâlâ çocuklara/çocuklarına soranlar var mı bilemiyorum. Ama Ünal’ın filmine girişte gösterdiği nar’ın toparlanması çekimleri bin-in, nasıl daha öncesinde bir olduğunu gösteriyor. Nar, dört kişi arasında kapalı mekânda geçen bir film. Sokakların kısa kısa birbirini kestiği, önce dolmuşa, sonra otobüse binilerek metropolün önemli merkezlerinden birine ulaşılan bir semtte (eski adı mahalle idi değil mi?) açılıyor film.

    Asuman bir falcı, “fala bakmayı” bilmediğini söyleyen bir falcı. Sadece gördüklerini, baktığı yerlerde gördüklerini, -bunun için telveli fincan bile gerekli değil- söyleyen biri. Hayatı paramparça. Kocası yatalak, evlendirdiği kızı doğum yapmış ama torunu -yanlış teşhis, tedavi sonucu- ölmüş, sorumluluk anne üzerine atılmış, bu onu bunalıma sokmuş, kocasını terk etmiş… Evinin duvarları giderek parçalanacak…

    Deniz, bir oyuncu adayı, geç vakitlere kadar yatakta kalıyor, gitmeye hazırlanacağı çalışma (prova) ertelenince evde kalıyor -canına minnet-, yaşamının parçalanma süreci böylece başlıyor. Asuman kapıya dayanıp “Dr. Sema’ya geldim” deyince “Benim” diyor (1. hata mı?)

    Kapıcı Mustafa, her geleni kapıda karşılayıp kime geldiğini soruyor (mu?) ve gelenleri gidecekleri yere yönlendiriyor! Günün ilerleyen saatlerinde -Asuman’ın gelişinden sonra- dahil olduğu Deniz’in (yoksa Dr. Sema’nın mı?) dairesinde, göğsüne çevrilmiş tabancadan -Asuman’ın elinde- korkmasına korkuyor da, parçalanması Asuman’ın söylediği bir takım anlamsız sözler… -Mustafa’yı yıllar öncesine, köylerindeki güzel, taş gibi köyün delisine götürüyor. Şimdilerde İstanbul’a gelmiş, evlenmiş, çocuğu olmuş, işi var: kapıcılık yapıyor. Köylerinde olanları belki de unuttu (hatırlamıyor ama bilinçaltı?)- Asuman’ın ne olduğunu bilmeden söylediği sözler, Mustafa’yı perişan ediyor.

    Deniz’in parçalanması için Asuman’ın suçlamaları (Dr. Sema’yı) yetmez, Deniz, Deniz olarak direnecek ve Deniz olduğunu haykıracak, Dr. Sema’ya yöneltilen tüm suçlamaları uydurulmuş, komplo kabul edecek fakat bütün kalacaktır, taa ki Doktor’un gelip, Asuman ile anlaşmaya çalışması, aslında imzaladığı Deniz’in düzmece sandığı raporu elinden bırakmaması, Deniz’e yönelik dünyayı tanımama suçlaması, küçücük olduğunu açıklaması… [Deniz de, bacakları tutmaz halde (Asuman, kahvesine ilâç koymuştur) -çaresiz- koltukta otururken, bütün söyleyeceklerini söylemiş Asuman’a horozlanacak, aşağılayacak, küçücük olduğunu söyleyecektir]. İşte bunlar Deniz’i paramparça eden şeyler… Filmin (anlatının) başından beri evinde (Dr. Sema’nın evinde) çıplak ayakla dolaşan (bacakları tutmaz iken de) Deniz, çatışmaya/hesaplaşmaya/anlaşma ortamı aramaya çalışıldığı sırada her adımda, “her şeyi, karısı, kocası, hayatı… aşkı” olan Doktor Sema’yı tanımaya başlayınca, ayağına giydiği terlikleri (ve rengârenk sabahlığı -Dr. Sema’nın mı?) ile taşları ıslak rıhtım boyunca “hiç bir şey” aramadan, “ulaşacağı bir yer olmadan” yürüyüp gidecektir…

    Ayva sarı nar kırmızı, sonbahar (Tarancı)

    Deniz, artık eski Deniz değildir… (Aslında kahramanlarımızın dördü de eski kendileri değildirler.) Olaya, sonunda katılan Dr. Sema, Deniz’e karşı -belki- hiç aklına gelmemiş ama her zaman söylemeye hazır olduğu, kişiliğinin -hem evde hem iş’te- örtülü yüzünü, -içinde cin olan tüpün ağzının açılması sonucu her şeyin ortaya dökülmesi gibi- zapt edemeyerek Deniz’in -kendisine bakamayan yüzüne- söyleyecektir, ayakta durmasına rağmen, paramparçadır… nar kırmızı… (dışarıda yollarda, rıhtım taşlarında yağmur ıslaklığı, sonbahar başlıyor.)

    Tüm bunlar olurken, Deniz, parlayarak Asuman’a yüklenmişken, Dr. Sema gelir ve Asuman ile anlaşmaya çalışırken Deniz’in karşı çıkması (isteği “polis” çağrılmasıdır) üzerine doktorun tepkisi kanaldan kanala geçerek farklı açılardan Deniz’e yönelirken, Asuman -çok az (kısa) fakat- altı çizilmiş “çekimlerinde” sadece gülümser… Gülümser, istediği olmuştur, doktorun teklifleri kabul edilebilir ama bazı şeylerin Deniz’e itiraf edilmesi… (aynı zamanda Deniz’in bilmediği konuların açıklanması) aralarındaki bağın koparılmasına varacak. (Gerçi Asuman bunları beklemiyordur ama bilinç altında belki de bekledikleri bunlardır)…

    Nar, sinemamızın bilerek çok az yaptığı bir deneme, evet bir “oda sineması” denemesi ama hiç bir şekilde olumsuz bir anlama alınmamasını belirtmek gerek. Bir “oda sineması” filmin -hemen- tamamı bir dairede geçiyor. Dairenin girişi, merdivenleri de birlikte ele alınırsa, oda sineması süresi daha da uzar. Araya giren bölümler -hiç bir zaman- flach-back değil. (Oyuncunun, anlattığı/anlatmadığı şeylerin “görsel” karşılığı/ifadesi.) Finaldeki “ek” bölüm ise, adı üzerinde “ek-bölüm” olarak, filmin sonrasına ait. Film, Deniz, deniz kenarında, ıslak taşlarda koşarken biter; gerisi tamamen -sinemanın kendine has- anlatımlarıdır.

    Ünal, bu filmi ile kendisine verilen ödüle tepki göstermekte son derece haklıdır. Büyük ödül verilmeyebilirdi (verilmedi de) ama filmin yamama bir ödüle hiç gereksinimi yoktu. Filmlere, ödülü gerçekte -bizim ülkemizin sinemasının gerçeklerinin de kendine özgü, “anlaşılmaz”, durumları vardır- zaman kazandırır.

    *****

    Doktor Sema’nın evinde (Deniz’in de evi) sehpa üzerinde bir tabak içinde nar-lar var. Sait Faik’in -yanılmıyorsam- Kumpanya adlı uzun öyküsünde kurulmak istenilen tiyatronun adı gülen ayva ağlayan nar olarak önerilir (Sait Faik bir romantiktir). Yıllar sonra Ali Poyrazoğlu (S. Faik’i mutlaka okumuştur) tiyatrosunun adını “Gülen Ayva Ağlayan Nar” koymak isteyince ilk Aziz Nesin karşı çıkmış (Poyrazoğlu TV.de anlattı). Aziz Nesin haklıdır, böyle tiyatro adı ancak öykülerde, -ille de sevgi dolu Sait Faik öykülerinde- bulunur.

    (08 Ocak 2012)

    Orhan Ünser