Çaykovski’den Aranofsky’ye Karanlık Dans

Darren Aranofsky’nin son filmi doludizgin sinemalara geliyor. Aranofsky filmlerinde insanın derinliklerindeki duyguları ve güdüleri dışa vurmasıyla tanınıyor. İlk filmi Pi (1998), etkileyici Requiem for a Dream (2000) ve özellikle seyreden herkesi yoğun duygular yaşatan Şampiyon (2008) Aranofsky’nin tarzını ortaya koyuyor ve her filmiyle Aranofsky dilini rafine ediyor ve geliştiriyor. Şampiyon’daki güreşçinin hikâyesi tüm izleyenleri derinden sarsmıştı, hatta bazı sahnelerde perdeye bakmak imkânsız hale gelmişti. Bedensel acı öyle gerçekçi ve sert ortaya konuyordu ki seyirci güreşçinin yaralarını kendi bedeninde hissedebiliyordu. Aranofsky ustalığını yine konuşturuyor ve Siyah Kuğu’da bizi bir seviye ileriye taşıyor. Siyah Kuğu çok şiddetli görüntülerle estetiği iç içe harmanlıyor. Bazı yerlerdeki çarpıcı anlatım acaba bale, şov için yapılan güreşten daha zor bir bedensel çalışma mı diye düşündürüyor ve gerçekten bizi şaşkına uğratıyor. Dahası kendine hayran bırakıyor…

Siyah Kuğu genç balerin Nina’nın (Natalie Portman) prima ballerina olmak için çabasını ve olgunlaşma sürecini anlatıyor. Çalıştığı bale grubu zor ekonomik dönemlerinden kurtulmak için Kuğu Balesi’nin yeni bir yorumunu sergilemeye karar veriyor: Saf ve zarif Beyaz Kuğu ile onun baştan çıkarıcı, karanlık kız kardeşi Siyah Kuğu’nun aynı bedende buluştuğu bir versiyon. Nina Beyaz Kuğu için biçilmiş kaftan ama Siyah Kuğu’yu da bedenine giyebilmesi ve içselleştirebilmesi için çok yol kat etmesi gerek.

Film psikanalizden ve mitolojiden bol bol yararlanıyor. Nina’nın yansımaları her yanımızı kaplıyor. Aynalar, Nina’nın Beyaz kuğu hali, Siyah Kuğu hali, rakibinde kendini bulması, annesinden kaçışları, rol modeli eski prima ballerina Nina’yı çok sesli bir bedene sokuyor. Nina’nın onları ayıklayıp, birleştirip, kendi sesini oluşturmasını izliyoruz ve Nina olabildiğince estetik hareketlerle oradan oraya salınırken, biz de onun iç dünyasında oradan oraya savruluyoruz.

Aranofsky görsel öğeleri de ses öğelerini de başarıyla kullanıyor. Efektler ve yeni denemeler göze batmıyor ama seyirciyi filmin içine alıyor. Oyunculuklar da çok başarılı. Anne Erica rolünde Barbara Hershey, Nina’yı baştan çıkaran yönetmen Thomas rolünde Vincent Cassel, eski baş balerin Beth rolünde Winona Ryder tam dozunda oyunculuklarıyla bizi etkiliyor. Lilly rolündeki Mila Kunis’in şimdiden birçok kişinin gönlüne taht kurduğu kesin. Merakla onu yeni filmlerde görmeyi bekliyoruz. Natalie Portman’ın oyunculuğuna gelince, gerçekten bu rol onun için yazılmış. Ondan başka biri ne Beyaz Kuğu’yu ne Siyah Kuğu’yu oynayabilirdi. Bu yıl Oscar’ı kapmasını umutla bekliyoruz.

Psikolojik gerilim türünü seviyorsanız, Darren Aranofsky’nin diğer filmlerini de hazla izlediyseniz, Siyah Kuğu sizi çok memnun edecek. Yine de uyaralım: Bu film güler yüzlü, şenlik ya da şirin bir film değil. Sert, yer yer acımasız, sancılı ama büyüleyici bir film. Filmin sonuna dair iki ayrı yorum var, ben bu filmin Nina’nın büyüme yolculuğu olduğunu savunanlardan olduğum için olumlu bir yorumum var. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

(13 Şubat 2011)

Nur Özgenalp

Sinemanın Zirvesindeki Sanatçı: Andrei Tarkovsky

“Gelecekten korkuyorum…

Çinlilerden, afetlerden, kehanette bulunulan felâketlerden. Çocuklar için, Larissa için korkuyorum.

Tanrım bana gelecek için güç ve inanç ver. Seni yüceltecek bir gelecek ver bana! Ben de içinde yer alayım.

Tanrım nasıl perişan bir haldeyim! İçim bulanıyor, kendimi asma noktasındayım. Çok yalnızım ve bu duygu yalnızlığın ölüm olduğunu anladığımda daha da kötüleşiyor. Herkes bana ya ihanet etti ya da edecek.

Ben yalnızım… Ruhumun her zerresi tek tek açılıyor. Ve ruhum korunmasız. Çünkü bu deliklerden içime ölüm yavaş yavaş işliyor. Yalnız olmak ne korkunç! Yaşamak istemiyorum, korkuyorum. Hayatım çekilmez oldu. Niye kendimi bu kadar kötü hissediyorum? Bu kadar bitkin… En azından rüya görür ve bazı rüyalarımda umutlanırdım. Fakat şimdi rüya bile görmüyorum. Korkunç!…” (1)

Dünya sinema tarihinde gelmiş geçmiş en yaratıcı yönetmenlerden biri, hayatı film karelerine şiir gibi sığdıran, gördüklerimizin gerçekliğinden şüpheye düşüren, metafizik boyutta gerçekçiliği mükemmel bir şekilde veren, düş ve gerçeği iç içe vererek kendi ruh dünyasının zenginliğini gösteren Rus yönetmen Andrei Tarkovsky…

4 Nisan 1932’de oyuncu anne ve ünlü Rus şairi Arseny Tarkovsky’nin oğlu olarak Moskova’da dünyaya geldi. 1960 yılında Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nü bitirdi. İlk uzun metrajlı filmi 1962 yapımı, öksüz bir çocuğun ikinci dünya savaşı sırasında başından geçenleri anlattığı “İvan’ın Çocukluğu” Venedik Film Festivali’nde Altın Arslan’ı paylaştı. 1966’da “Andrei Rublev” komünist rejimin tepkisiyle yasaklanırken 1967’de Cannes’te ödül alınca serbest bırakıldı. 1972’de Stanislav Lem’in eseri “Solaris”i, 1975’te “Ayna”yı , 1979’da “Stalker”i, 1982 “Nostalgia” ve son olarak 1986’da “Kurban”ı çeker.

Tarkovsky çocukluğunun ilk darbesini babasının savaş nedeniyle evden ayrılıp yıllar sonra sakatlanarak dönmesiyle yaşar. Annesiyle büyür fakat küçük yaşta annesini de kaybeder. Babası başka biriyle evlenince daha da kendine çekilir.

Öksüz bir çocuğun savaş sırasında başından geçen olayların konu edildiği “İvan’ın Çocukluğu”nun başlangıcındaki düşte de çocuğun anne özlemini görürüz. İvan kızılordunun istihbarat görevinde çalışmaktadır. Sınır karakolunda yüzbaşı Kholin, üsteğmen Galtsev, İvan’ı çok sevmekte ve geri dönüp okuluna devam etmesini istemektedirler. İvan bu kararı kabul etmiş gibi görünüp kaçar. Karargâhta Galtsev ve Kholin onun karşı kıyıya geçmesine yardım ederler. Nihayetinde karşı kıyıya gider İvan. Filmin sonunda savaş kızılordunun zaferiyle bitmiş, üsteğmen yıkılmış bir Alman istihbarat merkezinde idam edilenlerin dosyaları içinde İvan’ın resmini bulmuştur.

Film, bir orman görüntüsüyle başlar. Diğer filmlerinde olduğu gibi burada da ışık – gölge oyunlarıyla, müziğin ritmiyle bağlantılı olay örgüsüyle Tarkovsky, hayatın düşle iç içe olduğunu karakterlerinin düşleriyle yansıtır. Tarkovsky’nin diğer düşlerinde kullandığı uçma isteğini burada, İvan’ın uçma girişimiyle görürüz. İvan telâşlı ve korkulu gözlerle etrafına bakmaktadır. İçinde bulunduğu duruma anlam aramaktadır. Orduda geçirdiği ilk geceden sonraki düşünde de bir kuyunun dibindedir ve kuyunun başındaki annesiyle konuşmaktadır.

Bu konuşmada da Tarkovsky bütün olumsuzluklara karşı içindeki umudu yansıtır.

İvan: “Yıldızlar derin bir kuyuda da görünür mü anne?”

“Evet”

“Bütün yıldızlar mı?”

“Evet, bütün yıldızlar gece gündüz demeden her zaman görünürler…”

Tarkovsky’nin diğer filmlerinden daha çok kendisini anlattığı “Andrei Rublev” sekiz ayrı bölümden oluşuyor. Birincisinde halkın itirazlarına rağmen balonla havalanan ve bir süre “uçtuktan” sonra yere çakılan Yefim anlatılır. Diğer bölümlerde XV. yüzyılda bir ikon ressamı olan Andrei Rublev’in hikâyesini anlatır. Rublev’in hikâyesinden Rusya’nın politik – dini durumlarını ve bunların içinde sanatçının yaşamak zorunda kaldıklarını resmeder.

Andrei Rublev, büyük yazı ustası Feofan Grek ile birlikte çar için düzenlenecek ayinin gerçekleşeceği kilisede boyanacak ikonların yapılmasıyla görevlendirilir. Çevresindeki herkes Rublev’den kıyamet tasvirleriyle insanları günahlarına karşı korkutmasını isterken, kendisi bunu asla kabûl etmeyeceğini belirtir. Çünkü Rublev -ki bu da Tarkovsky’nin insanlara bakış açısını gösterir- halkın günahtan çektiği acılarla arındığını ve merhamete ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Bu arada Andrei Rublev gezdiği yerlerde dinsel ve siyasi otoritenin, baskının köylüler üzerindeki eziciliğine şahit olur. Prensin kardeşi şehri yağmalarken zayıf insanları acımasızca öldürür.

Filmin sonunda Çar için yapılan ayinde Rusya’nın gücünü simgeleyecek büyük bir çan yapılır ve ayin sırasında çan ustası bir köşede Rublev’in kollarında ağlamaktadır.

Bu filmde de mükemmel simgesel öğelerin etkileyici kamera hareketleriyle, anlatılmak istenenle müthiş bağlantısını izlemekteyiz. Yine uçma eğilimi ve yere çakılma… Ve kutsal olduğuna inandığı değerler için mücadele eden bir sanatçının siyasi ve dini baskılar yüzünden yaşadığı olayları düşünürsek, Tarkovsky’nin bu filmi neden kendine bu kadar yakın gördüğünü tahmin ederiz. Ayrıca filmde Feofan’ın ağzından dikkate değer cümleler dökülür:

“Bilgelik arttıkça keder de artar. İnsanlık hep aptallığa ve alçaklığa teslim olmuştur. Ve şimdi de bu tekrarlanıyor. Her şey sonsuz bir çemberin içinde devamlı kendini tekrar eder. İsa yeryüzüne geri dönseydi onu yeniden çarmıha gererlerdi…” Bu sözlere karşılık Rublev -daha çok Tarkovsky- “Hatırladıkların sadece kötülüklerse Tanrı’nın gözünde mutlu olamazsın…” şeklinde konuşur.

Genel olarak değerlendirirsek Andrei Rublev; sahne düzenlemesi mükemmel, konudaki örtük benzerliğiyle, dikkat çeken flashbackleriyle XV. Yüzyılın Rusya’sının içinde bulunduğu siyasi – dini durumu bir sanatçının yaşamından kesitlerle yansıtıyor. Tarkovsky, Rublev’iyle insanları günahlarla, korkunç azapla korkutanlara karşı merhametle kucak açmaktan yana olduğunu anlatıyor.

Rüya görür gibi film çeken, bizi de kendi atmosferine alan Tarkovsky’nin yine ilginç bir yapımı “Solaris”e de kısaca değinelim…

Johann Sebastian Bach müziğiyle, farklı senaryosuyla yine mest ediyor bizi. Solaris isimli içi suyla kaplı bir gezegende, bir uzay üssüne görevli olarak gönderilen Kris Kelvin’in istasyonda yaşadığı garip olaylarla, düşler içerisinde öyküsüdür. Uzay üssünde üç kişi olduklarını sanarlar ama yıllar önce kaybettiği eşi Hari de buradadır. Hari’nin bünyesi kendi kendini yenilemektedir. Belki de Kris’in bilinçaltında ürettiği bir canlıdır. Sonuçta Kris evine döner ama aslında evinde değildir. Filmdeki bazı mekânların Tarkovsky’nin kendi mekânlarına benzer olarak seçildiğini öğrendiğimizde, Kris’in uzay üssünde yaşadığı kayıplık duygusu, çaresizliği, düşleri, bize Tarkovsky’nin yine kalbini konuşturduğunu gösteriyor.

“Solaris”te Tarkovsky gerçeği sorgular. Gördüğümüz, yaşadığımızı sandığımız şeyler ne kadar gerçektir? Neye ve kime göre gerçektir? Düşlerin filmde izdüşümü…

Ve birbirleriyle bağlantılı ya da bağlantısız bölümlerden oluşan, Bach müziğiyle örülü 75 yapımı “Ayna”…

Bölümlerin kimi savaş öncesi döneme, kimi savaş yıllarına, kimi savaş sonrasına ait, başkarakterin birbirinden kopuk görünen anı parçalarıdır. Tarkovsky, “Ayna”da yine kendi varoluşsal problemlerini anlatır. Anne – çocuk ilişkileri (kendi annesi de burada yer alır) babasının şiirleriyle hayatta yaşadığı kaybolmuşluk duygusunu anlatır. Anne ile çocuğun babalarını beklerken psikolojilerini mükemmel bir şekilde yansıtır. Kendi ailesinden de kesitlerdir belki de bunlar… Babaya küskünlük, anneye kızgınlık ve sevgi… Filmin sonlarına doğru Bach müziği eşliğinde uçma sahnesiyle bir düş izlerken Arseny Tarkovsky’nin bir şiirini dinliyoruz.

Adamın sadece bir tek bedeni vardı
Aynı tek hücre gibi
Ruh kabuğundan bitkin ve yorgun
Bozuk para büyüklüğünde
Kulakları, ağzı, gözleriyle
İskeletin üzerine yayılan derisi paramparça ve iz dolu
Saydam tabaka arasından menbalara, buz dağlarına, kuşlara uçar
Sürekli gıcırdayan hapishanesinden gelen sesleri duyar
Tarlalar ve ormanlar titrer
Okyanuslar geri çekilir
Beden yoksa ruh çıplaktır
Gömleksiz beden gibi
Düşüncenin geleceği yok, fikir doğmuyor, kelimeler yok…
Cevabı olmayan bir soru: Kim geri dönebilir?
Pisti terk edemeyen dansçıların olduğu yerden
Başka bir ruhu hayal ediyorum
Başka bir kıyafetle!
Sadaka ve umut arasında gidip gelirken birden tutuşuyor
Alkol gibi ve gölge bırakmadan uçup gidiyor
Geriye anılar kalıyor ve leylakların güzel kokuları
Koş çocuğum ağlama sakın, zavallı Eurydice’nin kaderi,
Dünyanın sonuna doğru sür git
Attığın adımın cevabı verildi ise
Sonrasını kafana takma asla
Dünya, kalbi atan her şeye sinyaller gönderir…

“Stalker” filminden sonra çektiği “Nostalgia” başyapıtı… Beethoven, Verdi müzikleriyle 1700’lü yılların sonlarında İtalya’ya bir müzisyeni araştırmaya gelen Gorchakov’un öyküsü. Burada kendisini ve ailesini eve hapsetmiş meczup Domenico’yla tanışan Gorchakov, ona verdiği söz üzerine dünyanın kurtarılması için elinde mumla Begno Vignoni’deki bir havuzda sular içerisinden karşı kıyıya geçer ve nihayetinde ölür.

Bu filmde de Tarkovsky hakikat arayışını, ülke özlemini anlatmaktadır. İtalya’da küçük bir çocukla konuşurken yine bir Tarkovsky şiiri:

Görüşüm kararıyor
İki karanlık, inatçı ok
Duyuşum sendeliyor, babamın evi soluk alıyor gibi…

Filmin nihayetine gelmeden Domenico deliler arasında uzun bir söylev veriyor ve kendini öldürüyor.

Ve “KURBAN”…

Tarkovsky son filmi “Kurban” ile bize veda etmiştir. Ailesiyle doğum gününü mutlu bir şekilde geçirmeyi plânlayan yazar Alexander, televizyonda duyduğu dünya savaşı haberi ve nükleer tehdidi ile şok olur. Tanrı’ya dua ederek ailesi ve dostları için kendini feda eder. Suskunluk yemini eder ve en sonunda evini ateşe verir.

Tarkovsky sevenlerin de fark etmiş olduğu gibi “Kurban”, son filmi olarak sözlere daha fazla yer verilen bir filmdir.

Tarkovsky’nin oğluna adadığı filmin başında Alexander oğlu ile birlikte ağaç dikmekteyken, birilerinin her gün iyi bir şey yapmasıyla dünyanın değişebileceğini söyler. Haberleri izledikten sonra gözyaşları içinde Tanrı’ya yalvarır. Sevdiği her şeyden ve herkesten vazgeçeceğini, suskun kalacağını söyler ve O’nu sevenleri esirgemesi için yalvarır. Ve sonunda oğluyla diktiği ağacın görüntüleri eşliğinde ateşe verdiği evin ardından kalan görüntülerle film nihayet bulur.

Tarkovsky bu filmle ölmeden önce son sözlerini söylemiştir adeta. Burada da gerçek olarak algıladığımız şeylerin gerçek olamayabileceğini, görünenlerin ötesindeki metafizik boyutu duyurmaya çalışır. Alexander kendini feda ederken Tarkovsky’e göre büyük bir kararlılıkla yapar bunu. Kendi ifadesine göre “kaderinin efendisi değil hizmetçisidir”. Filmin başında “Keşke biri konuşmayı bırakıp onun yerine bir şey yapsa. Yahut en azından yapmaya çalışsa” der ve suskunluk yemini eder. Konuşmak bir şeyi değiştirmemiştir. Çünkü insanlar gittikçe canavarlaşmaktadır.

Bu filmle ilgili günlüğünde “batı damgalı materyalizmle yaşadığım deneyimlerin baskısı altında ezildikçe ve maddeci düşünce eğitimine maruz kalan insanlığın bu bölümünün çekmek zorunda bırakıldığı acıların -modern insanın hayatın neden kendisi için bütün çekiciliğini kaybetmiş olduğunu, bu hayatı neden giderek daha kuru, anlamsız ve boğucu derecede dar bulduğunu kavrayamamasının ifadesi olan psikozlar gibi- boyutlarını gördükçe bu filme el atma gerekliliğini daha kuvvetle hissetmeye başladım” (2) cümlelerini yazar.

“Kurban”la Tarkovsky, bireyselliğin yitirilmesinin, maddi ilerleme yerine manevi ilerlemeyi mümkün kılacağını vurgular. Sanatını insanın arayışına öncülük ettirir.

İnsanın dünyayı, varlığı sorgulamasını ister Tarkovsky. Dünyadaki kaybolmuşluğunu, yalnızlığını, insanlara duyduğu merhameti, baba özlemini, anne sevgisini, düşsel bir yolculuk içinde anlatır bize. Çaresiz, umutsuz da olsa merhameti salık vermiştir tüm cinayetlere karşı…

Tarkovsky umutsuzluğundan kurtulmak için yaşamı boyunca hakikati aramıştır. Umutsuzdur ve sanatıyla yaşayabilmiştir. Sinemasında bunları şiirsel bir dille okumuştur. Sanatçının mutlak hakikati araması ve sorgulaması gerektiğini vurgulamış, insanların başlarına gelen felâketlerden insanları sorumlu tutmuştur. Bilimselleşme gayretiyle birbirimizi yok ettiğimizi ifade etmiştir sözlerinde.

Ne kadar da haklı çıkıyor her geçen gün… Bizler “Solaris”te çıkacak kapı ararken, ruhumuzu daha iyiye çıkarmak yerine maddeyle görür hale gelmişiz. Ve hep başladığımız noktaya dönmüşüz.

Böyle bir zamanda Tarkovsky gibi ruhsal değer taşıyan her şeye önem veren bir düş şairine sahip olabilseydik keşke.

Bir şeyler değişir miydi sizce?

Yoksa Feofan’ın dediği gibi insanoğlu İsa’yı yeniden bulsa yine öldürür müydü?
_______________

(1) Andrei Tarkovsky – Zaman Zaman İçinde
(2) Andrei Tarkovsky – Mühürlenmiş Zaman

(12 Şubat 2011)

Sibel Atagün

sibel_atagun@hotmail.com

Sinema / TV Sektörü ve Bardağın Boş Tarafı…

Sinema / TV sektörü çalışanlarının 24 Aralık 2011 günü, çalışma koşulları ve dizi sürelerinin uzunluğu yüzünden ortaya çıkan sorunları kamuoyuna duyurmak için yaptığı eylemden (protestodan) sonra, taşlar yerinden iyice oynadı ve sektörün kördüğüm haline gelmiş birçok sorunu ortaya saçıldı.

Herkesin bildiği gibi, televizyon dizi sektörü temel olarak uç uca eklenen dört halkadan oluşuyor. Bunlar Çalışanlar, Üretici (taşeron) Yapımcılar, Yayıncılar ve Reklâmverenler… Tabii bir de bunların dışında, bunların arasındaki ilişkiyi ve adaleti gözlemlemesi gereken devlet veya bakanlıklar var. Eylemden sonraki ilişkileri kısaca gözden geçirmemizde yarar var.

Çalışanlar, sektördeki yasadışı çalışma süreleri ve koşullarını kamuoyuna duyurduktan sonra Sinema Emekçileri Sendikası’nda yeniden örgütleniyor. Çalışanlar yasal haklarını gündemde tutmaya ve çalıştırmaya kararlı.

Çalışanlar ve Yayıncıların (daha doğrusu kanal yöneticilerinin!) arasına sıkışan Üretici Yapımcılar da durumdan rahatsız. Bu eylemde, dünyadaki TV sektörlerini yakından izleyen sağduyulu bazı yapımcılar, görünürde olmasa bile, çalışanların yanında durdu. Çok azı ise yangına benzin taşırcasına dizi sürelerini bile uzattı.

Geçiş dönemi yaşadığımız şu aylarda Çalışanlar ve Üretici Yapımcılar arasında birçok olumlu değişim de gözleniyor. Ortaya çıkan yeni dinamikleri Sinema / TV sektörümüzün lehine çevirmek, dört halkanın ancak yeni modellerle birbirine bağlanmasıyla mümkün olabilir. Çalışanlar ve Yapımcılar bunun için dünya standartlarına uygun yeni üretim modelleri üstünde çalışmaya başladılar.

Yayıncılar ve Reklâmverenlerin çoğu ise değişime şimdilik duyarsız görülüyor. Onların çoğu, eylemden sonra da kötü gidişin sonuçlarını üstlerine hiç alınmadılar ve sorunları hâlâ Çalışanların ve Üretici Yapımcıların sırtına yıkmaya devam ediyorlar. Bu onların yıllardır alışkanlık edindiği, “Ne yaparsan yap ama bana kaseti hazır getir” tavrıdır. Hatırlanırsa, eylemden sonraki açık oturumlarda konuşmuş bu yöneticilerinden bazıları eyleme hazırlıksız yakalanmış ve ortalığa inciler saçmıştı. Bir kısmı bu kötü sonucun / bütünün sorumlusu olarak star oyuncuları görmüş, onların çok para aldıklarından dem vurmuştu. Bir kısmı da, sanki dizi süreleri ikiye katlanırken ücretleri ikiye arttırmışlar gibi, “süreler yarıya inerse ücretler de yarı iner” diye herkese gözdağı vermişlerdi.

İktidarda olmak insanı körleştirir, derler. Hatırlanırsa bu yöneticiler, o günlerde ellerindeki kanalların oturumlarına eylemi yapanlar yerine, o sürece hiç katılmamış kişi veya ünlü simaları çağırıp, onlarla “mutlu son”lu oturumlar da yaptılar. Ama arada bir şeyler de ağızlardan kaçmadı değil. Meselâ, zamanında büyük kanallardan birisini yönetmiş bir yönetici sözüne, “Çalışma koşulları bir yana bırakılırsa…” diye başladı. Katılımcılar da ona, “Çalışma süreleri ve koşulları nasıl bir yana bırakılır?” diyemedi. Daha sonra da, (mealen!) “Bir dizi aslında bir kanalın bir günlük masrafını çıkarıyor” dedi. Yine o günlerde, bir yapımcı da çıkıp, “Setteki çaycı benden çok kazanıyor” diyerek, her şeyin üstüne adeta tüy dikti.

24 Aralık eyleminden sonra, son birkaç yıldır TV dizilerimizin yurt dışına satışıyla övünen bazı politikacı ve kamu görevlileri de az çam devirmedi. Bir kısmı, kanal yöneticileri gibi, sorunu çok para alan star oyuncuların sırtına yıktı. Bir kısmı da, “Muhteşem Yüzyıl” vb. dizileri bahane edip sansür bıçağını bilemeye başladı. RTÜK’ün Çalışanlar ve Yayıncılar arasındaki adaletsizliği görmezden gelip, toplumsal değerler adına senaristlere adeta senaryo reçeteleri göndermesi bir başka sapma oldu.

Fakat eylemden sonra bu sektörde kralın çıplak olduğu açıkça görüldü. Artık şu bir gerçek ki, burası Tuzla Tersaneleri’nden beter, çalışanlar haklı ve Bakanlıklar da durumdan rahatsız. Bakanlıklar bunun için bir komisyon kurdu bile. Seçim yaklaşıyor ve Bakanlıklar bu durumun böyle sürüp gitmesine izin vermeyecekler gibi görünüyor. Kanal yöneticileri herhalde bu haberleri kendi medyalarından okumuşlardır. Komisyonun gündemi de belli. Çalışma koşullarının düzeltilmesi ve dizilerin kısaltılması. Sorunları her zaman aşağı havale etmeyi alışkanlık haline getirmiş Yayıncılar (ve Reklâmverenler) galiba hâlâ bir barut fıçısının üstünde oturduklarının farkında değiller.

Basına yansıdığı kadarıyla, Komisyon’un dizilerin sürelerini kısaltmayı gündemine alması ve Bakanlıkların bir beşinci halka gibi bu zincire eklemlenmesi doğru mu? Baskıya maruz kalan resmi kurum yöneticileri arasında sansüre eğilimli bakış açıları yok değil. Toplumsal oto-sansürü arkasına almaya çalışan ahlâkçı ve komplocu bir bakış, birilerinin toplumu yozlaştırmak ve uyuşturmak için bu dizileri ürettiğini söylüyor. Bir başka bakış ise, dizilerin daha çok reklâm almak için uzatıldığını söylüyor. Ortaya çıkmış garabeti açıklamaktan oldukça uzak bu bakışlar asıl da “neden”e değil “sonuçlar”a bakıyor. Oysa asıl neden, “çalışma sürelerinin uzamış olması ve çalışma koşullarının kötü olması.”

Üretici yapımcılar, dizi ihracatı artıkça ürettikleri ürünlerin uluslararası pazarda standart dışı olduğunu zaten görüyordu. Görünen o ki, TV sektörü dış piyasaya açıldıkça, dizi sürelerini piyasa koşulları zaten düzenleyecek. Yayıncılar buna uysun ve Bakanlıklar çalışma koşullarının denetlenmesi konusunda titiz davransın yeter. Direnen olursa, birkaç müfettişin birkaç gün birkaç sete düzenli gitmesi sorunu bıçakla kesilmiş gibi bitirecektir. Ama bu durumda bir yayın ve işsizlik krizi de çıkacağı için, şimdilik buna da gerek yok sanki.

Sorunların çözümü için herkesin düşünmesi, çalışma süreleri ve koşullarına uygun yeni modellere yönelmesi gerek. Bunun için bir ön hazırlık yapmak da mümkün. Çünkü yaz başında diziler bitiyor ve yeni döneme bambaşka bir düzende başlanabilir. Şu an diziler uzun çekiliyor olsa bile, önümüzdeki aylar herkes için bir prova dönemi neden olmasın? Sendikalı çalışanların örgütlendiği setlerde bu sonuçlar alınmaya başlandı bile. Yeter ki yeni döneme kadar taraflar derslerini iyi çalışsın ve Bakanlıklar da zücaciye dükkânına girmesin.

TV dizisi sektörünün çalışma zamanı ve koşullarını mutlaka düzeltmeliyiz. Çünkü bu sektör yıllarca sinema alanının doğal yapısını da bozdu ve erozyona uğrattı. Bu sektör düzelmezse, hâlâ sinema filmi sayısının artışı vb. niceliklerle avunup, sinemamızın o hayalini kurduğumuz yükselişi de bir hayal olarak kalmaya devam edecek. Bu süreci kısaltmak da ancak çalışanların bir çatı altında ve sendikalı olmasıyla mümkün…

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(13 Şubat 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

Bir Zamanlar Anadolu, Cannes Film Festivali Büyük Ödülü Altın Palmiye Adaylığını Elde Etmek Üzere!

Cannes 1939’dan bu yana dünyanın bir numaralı festivali, daha önemlisi yok! Bu festivalin ana vitrininde bugüne kadar Türk sineması Yılmaz Güney – Şerif Gören ve Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri haricinde ne yazık ki yer alamadı.

Türk asıllı İtalyan yönetmen Ferzan Özpetek bile Türk medyasında ne kadar şişirilirse şişirilsin Cannes’da kendisine bugüne kadar yer bulamadı.

11 – 22 Mayıs 2011 tarihleri arasında düzenlenecek olan Cannes Film Festivali bu yıl Woody Allen’ın 41. Uzun metrajlı filmi “Midnight in Paris” adlı filmiyle açılacak. ”Annie Hall” ve “Hannah ve Kızkardeşleri”yle üç Oscar ödülü sahibi Woody Allen’ın bu yeni filmi Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilecek.

Türk Sineması ise bu sıralar, Nisan 2011 ortasında açıklanacak olan Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’nin adaylarını bekliyor. Bu satırlar yazıldığında, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu”su Altın Palmiye adaylığına çok yakındı.

“Yol”dan Başka Altın Palmiye’yi Kazanan Filmimiz Bulunmuyor!

1939 yılından bugüne Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazanan ilk ve tek filmimiz Şerif Gören’in yönettiği “Yol” olmuştu. 1982 Cannes Film Festivali’nde gösterilen “Yol”un senaryosunu Yılmaz Güney yazmış, baş rolünü Tarık Akan üstlenmişti. “Yol” Kuzey Amerika’da Altın Küre Ödülü’ne de Yabancı Film Dalında aday gösterilme başarısını kazanan ilk ve tek filmimizdir.

Yine 1939’dan bu yana Altın Palmiye adaylığı elde edebilen diğer filmlerimiz de şunlar: Yılmaz Güney’in “Duvar”ı (1983), Nuri Bilge Ceylan’ın üç filmi –“Uzak” (2003), ”İklimler” (2006), “Üç Maymun” (2008)- ve Türk asılllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında”sı (2007)… Evet bugüne kadar sadece altı filmimiz Altın Palmiye adaylığı elde etmiş… ”Bir Zamanlar Anadolu” Altın Palmiye adaylığı elde edebilirse Altın Palmiye adayı yedinci filmimiz olacak.

* “Yol” Cannes’dan Altın Palmiye ödülü yanı sıra FIPRESCI Ödülü (Film Eleştirmenleri Ödülü) ve Ekümenik Seçici Kurul tarafından verilen Özel Mansiyon ile döndü.

* “Uzak” Cannes’dan Büyük Jüri Özel Ödülü yanı sıra Muzaffer Özdemir ile Emin Toprak arasında paylaştırılan Erkek Oyuncu Ödülü ve Fransız Kültür Ödülü’yle (Yılın Yabancı Film Ustası / Yaratıcısı) döndü. ”Uzak” Türkiye’nin Oscar aday adayı olarak Los Angeles’a yollandı ve burada elendi.

* “İklimler”, Cannes Film Festivali’nden FIPRESCI Ödülü’yle (Film Eleştirmenleri Ödülü) döndü.

* Alman yapımı “Yaşamın Kıyısında” Fatih Akın’a Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Yazarı Ödülü’nü kazandırdı.

* “Üç Maymun” Nuri Bilge Ceylan’a Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandırdı. “Üç Maymun” Türkiye’nin Oscar aday adayı olarak Los Angeles’a yollandı ve burada elendi.

* Nisan 2011’deyse Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu”sunun Altın Palmiye adaylığı elde etmesi bekleniyor. Yönettiği dört filmle Türkiye’deki bilinen bütün seyirci rekorlarını zorlamayı başaran Yılmaz Erdoğan’ın baş rolünü, Nuri Bilge Ceylan’ın senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini üstlendiği, “Bir Zamanlar Anadolu” adlı sinema filmi Altın Palmiye adaylığını elde edebilirse başkanlığını Robert De Niro’nun yaptığı seçici kurul tarafından değerlendirilecek…

Yılmaz Erdoğan’ın Yönettiği Filmlerin Türkiye Sinemalarındaki Seyirci Sayıları:

* “Vizontele” (3 milyon 308 bin kişi)
* “Vizontele Tuuba” (2 milyon 894 bin kişi)
* “Organize İşler” (2 milyon 618 bin kişi)
* “Neşeli Hayat” (1 milyon 125 bin kişi).

(11 Şubat 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Aytaç Ağırlar’ın Yönettiği İncir Reçeli, 11 Şubat’ta Vizyona Giriyor

Aytaç Ağırlar’ın yönettiği ve Sezai Paracıkoğlu, Melike Güner, Sinan Çalışkanoğlu, Barbara Laurens ile Mustafa Uzunyılmaz’ın oynadığı İncir Reçeli, 11 Şubat Cuma günü vizyona giriyor.
AA Film Yapım tarafından gerçekleştirilen filmin konusu şöyle: Yazdığı senaryoları sürekli geri çevrilen Metin umudunun kırıldığı bir akşam gittiği barda Duygu ile karşılaşır. Evini açtığı Duygu, ertesi sabah kısacık bir not bırakarak çoktan gitmiştir. Tekrar karşılaştıklarında Metin Duygu’nun sırrını merak eder ve bir gün onu takip eder. Öğrendikleri, ölümsüz bir aşkın başlangıcı olacaktır.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Rotterdam Film Festivali’nde Ödüller Açıklandı

    40. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nde Tiger Awards – Kaplan Ödülleri, Eternity, The Journals of Musan ve Finisterrae isimli filmlere verildi. 26 Ocak’ta başlayan festival kapsamında Türkiye’den, Seren Yüce’nin Çoğunluk, Belma Baş’ın Zefir, Hüseyin Çağlayan’ın kısa metrajlı filmi Anestezi ve Sander Breuere ile Witte van Hulzen’in çektiği Türk – Hollanda ortak yapımı Ebedi Dönüş filmleri de gösterildi. 06 Şubat Pazar günü sona erecek olan festivalde bugün de, IFFR 2011 UPC İzleyici Ödülü ve En İyi Hubert Bals Fonu Destekli Film için Dioraphte Ödülü sahiplerini bulacak. (Haber: Serpil Boydak.)

  • Basın Bülteni
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Rotterdam Film Festivali’nde Ödüller Açıklandı yazısına devam et
  • 5. İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali

    Her yıl Ekim ayının ilk Pazartesi günü başlayan İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali, bu yıl 03 – 09 Ekim 2011 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Festival, Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) üyesi 1.400.000 mimarla aynı anda kutlanan Dünya Mimarlık Günü vesilesiyle düzenleniyor ve Mimarlık ve Kent Şenliği etkinlikleri kapsamında yaşama geçiriliyor. Festival ile, ülkemizde üretilmiş mimarlık, kent ve insan konulu belgesel ve canlandırma filmlerini desteklemek, dünyanın diğer ülkelerinde bu alanda üretilmiş ve beğeni kazanmış filmleri seyirci ile buluşturmak amaçlanıyor.

    5. İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali yazısına devam et

    Adnan Menderes’in Hayatı ve Aşkları Beyazperdeye Aktarılmayı Bekliyor

    Sabah Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak ile Fenerbahçe Eski Yöneticisi Ömer Çavuşoğlu’nun 97 yaşındaki annesi İhsan Çavuşoğlu 2010’un son günlerinde vefat etti. İhsan Hanım, Başbakan Adnan Menderes’e “Adnan” diye seslenebilecek bir yakınlığa sahipti… Çünkü, eşi Muammer Çavuşoğlu (1903 – 1972) 10. ve 11. dönem İzmir milletvekilliği ve Başbakan Adnan Menderes’in bakanlar kurulunda Ulaştırma ve Bayındırlık Bakanlığı yapmıştı. Muammer Çavuşoğlu, 27 Mayıs 1960’tan sonra Yassıada’da yargılananlar arasındaydı. Muammer Beyin payına bu mahkemeden siyaset yasağı çıktı.

    Adnan Menderes’in Destekçilerinden Biri Olan Said Nursi Vefat Etmeseydi Yassıada’da Yargılanacaktı

    Türkiye sinemalarında bir milyona yakın seyirci toplayan “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” filminde yaşamı konu edilen Said Nursi’de Demokrat Parti iktidarının, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes’in en büyük destekçilerinden biriydi… Birlikte 18 Temmuz 1932 ile 16 Haziran 1950 arasında uygulanan Arapça ezan yasağını kaldırdılar.27 Mayıs 1960 subay darbesini planlayanlar Demokrat Parti yöneticileriyle birlikte Said Nursi’yi de Yassıada’da yargılamayı çok istiyorlardı. 23 Mart 1960’daki vefatı Said Nursi’yi cuntacılar tarafından Yassıada’da yargılanmaktan kurtardı…

    Nejat Eczacıbaşı ve Şakir Eczacıbaşı’nın Kardeşi Vedat Eczacıbaşı’nın “Benim İçin Hâlâ Başbakan Olan Adnan Menderes’in Şerefine” Diyerek Kadeh Kaldırması Hayatına Malolmuştu

    Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Şakir Eczacıbaşı’nın “Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar” adlı anı kitabı sayesinde de Nejat Eczacıbaşı’nın (1913 – 1993) 1916 doğumlu küçük kardeşi Vedat Eczacıbaşı’nın, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra askeri darbecilerce yargılanan ve idam edilen Başbakan Adnan Menderes için 24 Mart 1961’de Beyoğlu’ndaki Gaskonyalı Toma Meyhanesi’nde sevgisini, sempatisini ilân ettiği için hayatını kaybettiğini de öğrenmiş olduk… Vedat Eczacıbaşı’nın tek suçu, halk oyuyla başbakan olan ve cuntacı subayların zoruyla iktidardan indirilen Adnan Menderes için güzel sözler etmekti… Vedat Eczacıbaşı meyhanede kadehini, “Benim için hâlâ başbakan olan Adnan Menderes’in şerefine” diyerek kaldırdığından Cumhuriyet Halk Partililerin şikâyeti üzerine önce tutuklanmış, sonra da bu tutuklama uzayınca bunalıma girerek intihar etmişti. Geride iki çocuk bırakan Vedat Eczacıbaşı sadece 45 yaşındaydı.

    Yassıada’da Hayatını Kaybeden / Öldürülen Beş Bakanlar Kurulu Üyesi

    Bilindiği gibi, Yassıada’da Adnan Menderes (Başbakan), Fatin Rüştü Zorlu (Dışişleri Bakanı), Hasan Polatkan (Maliye Bakanı), Namık Gedik (İçişleri Bakanı) ve Lütfi Kırdar (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) askeri darbecilerin kurbanı olmuştur.

    Kim Komünist, Kim İrticacı?

    Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti’yi Komünist olmakla, Demokrat Parti’de Cumhuriyet Halk Partisi’ni irticacı olmakla suçlamıştı… 1951 baharında yapılan Demokrat Parti Konya il kongresinde bazı delegeler fesin, çarşafın ve Arap alfabesinin geri getirilmesini istedi. Öneriler bu kongrede reddedildi… (Bu konuda bakınız: “Zaman İçinde Bediüzzaman” adlı kitap; Sayfa: 451 ve Sayfa: 513; Yazarları: Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen; İletişim Yayınları; Birinci Baskı: 2010)

    Menderes ve Kadınlar

    1950’li yıllar boyunca Başbakanımız olan Adnan Menderes çapkındı, güzel kadınlara zaafı vardı… Ayşe Kulin “Hayat Dürbünümde Kırk Sene” adlı anılarının ilk cildinde Adnan Menderes’in bir sopranoyla, bir sosyete güzeliyle, bir yazarla yaşadığı aşk ilişkilerinin kulaktan kulağa dolaştığını yazıyor ve o günleri anlatmaya şöyle devam ediyordu: “Yazar sevgili, önemli bir görevde bulunan eşiyle Nişantaşı’nda oturduğu için Başbakan, İstanbul’u ziyaretlerinde bu semti şereflendirmeden gitmiyordu, semt sakinleri de geç saatlere kadar pencere önlerinde nöbete duruyorlardı. Öyle günlerde bizim apartmanın tüm katlarında dedikodu kazanı fokur fokur kaynıyordu.”

    Cumhuriyet Gazetesi’nin Eski Sorumlu Yazıişleri Müdürü Erol Dallı, Emin Karaca’nın “Cumhuriyet (Gazetesi) Olayı” adlı kitabının (Altın Kitaplar Yayınevi) 239. sayfasında Adnan Menderes’i şöyle anlatmıştı: “Teşvikiye Camii karşısındaki Belveder Palas Apartmanı’nın Kapıcısı İbrahim Polat’tı (Adnan Polat’ın Babası). Yanaştım, konuşturmaya çalıştım. Üç – beş kuruş da para verdim. Almazlandı baştan, ama sonra aldı. ”Sen bilmiyor musun, Beyefendi (Başbakan Adnan Menderes) her zaman gelir buraya,” dedi. ”Ferit Bey (Ferit Sözen, o zamanki Emniyet Müdür Muavini) oturuyor burada,” dedi. ”Ferit Bey dışarıda” dedim. ”Sen de amma safsın,” dedi. ”Beyefendi (Adnan Menderes) Suzan Hanım’la (Suzan Sözen) biraz sohbet ederler, sonra da giderler,” dedi.

    İşadamı İbrahim Polat’da “Alnımın Teri” (Doğan Kitapçılık) adlı anılarında Başbakan Adnan Menderes’i uzun uzun anlatır.

    Daha fazla bilgi edinmek isteyenler Sevilay Yükselir Hanımefendi’nin 23 Ocak 2011 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan “Velev ki kapıcı oğlu! Eeeeee?” başlıklı yazısını da okuyabilir.

    Halit Refiğ’in Adnan Menderes Filmi Tasarısı

    1994 yılında film yıldızı – oyuncu Hülya Koçyigit, yönetmen Halit Refiğ’e, 22 Mayıs 1950’de Başbakan olan, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında Yassıada’da yargılanan ve 17 Eylül 1961’de idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in (1899 doğumlu) eşi Berin Menderes’i (Nisan 1994’te vefat etmişti) beyazperdede canlandırmak istediğini söyleyerek kendisine bir senaryo sipariş etti. Berin Menderes aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’e İzmir’de suikast yapılacağı iddiası üzerine yapılan tutuklama ve yargılamalardan sonra 26 Ağustos 1926’da idam edilen Doktor Nazım Beyin yeğeniydi… Berin Menderes ile Emel Zorlu’nun (Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun eşi ) anneleri kardeşti. Emel Zorlu’nun babası olan Tevfik Rüştü Aras ise 1923 – 1939 arasında Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün Dışişleri Bakanı’ydı.

    1994 yılında Hülya Koçyiğit’in Berin Menderes’i canlandıracağı filmin yapımcılığını Hülya Koçyiğit’in kocası Selim Soydan üstlenecekti. Halit Refiğ’in aldığı bu sipariş üzerine yazdığı “Şeytan Aldatması” adlı senaryo 2009 yılında Alfa Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. ”Şeytan Aldatması”, Gülşah Film gereken parayı bir araya getiremeyince, ne yazık ki, filmleştirilemedi.

    Hülya Koçyiğit’e Göre Adnan Menderes

    Hülya Koçyiğit “Adnan Bey toprak ağası kökenliydi. Büyük şehirde eğitim görmüş ve topraklarını topraksız köylüleriyle paylaşmak istemiş bir insandı. Köylülerin fakirlikten kurtulmasını ve ülkenin kalkınmasını kendisine hedef seçmişti. Adnan Menderes, siyasete girmesi için Mustafa Kemal Atatürk’ten davet almıştı,” diyor.

    “Başvekil” Adlı Sinema Filmi Projesi de Ne Yazık ki Gerçekleştirilemedi

    Yassıada’da Adnan Menderes’in savunmasını yapan avukatlardan biri olan Talat Asal’ın yazdığı “Güneş Batmadı: Müvekkilim Adnan Menderes ve Yassıada” (Selis Kitaplar Yayınevi; 2003 Yayını) ve “Yassıada: Don Davası, Cımbız Davası, Köpek Davası” (Doğan Kitapçılık, 2009 Yayını) gibi anı, belge, tutanak kitaplarının “Başvekil” adıyla yönetmen Tunç Başaran tarafından 2005 yılında beyazperdeye aktarılması da yine finans sorunlarından dolayı gerçekleştirilememiştir. Bu projede, Adnan Menderes’ten hamile kalan, Adnan Menderes’in sevgilisi opera sanatçısı Ayhan Aydan’ı Hülya Avşar’ın canlandırması plânlanıyordu.

    Soprano Ayhan Aydan (1924 – 2009) Adnan Menderes’i Anlatıyor:

    “Adnan Menderes’i 1951’de tanıdım. Kendisini çok sevdim. Bütün emelim O’ndan bir çocuk yapmaktı. Maalesef bunda muvaffak olamadım. Bebek ölü doğdu.”

    “Ali Adnan – Başvekil” Belgeseli

    Yönetmenliğini Yaşar Taşkın Koç’un üstlendiği ve TRT tarafından yayınlanan 9 bölümlük “Ali Adnan – Başvekil” adlı belgesel de Başbakan Ali Adnan Ertekin Menderes’in yaşamını ve 27 Mayıs 1960 darbesini tüm gerçekliğiyle ekrana getirmiştir. “Ali Adnan – Başvekil”in konsept danışmanı Adnan Menderes’in hayatını konu alan “Bir Yiğit Vardı” adlı kitabın (Yitik Hazine Yayınları) yazarı gazeteci Erdal Şen’dir.

    Berin Menderes, Ailesinin Temel Direğiydi

    Hülya Koçyiğit’in canlandırmak istediği Berin Menderes, devlet görevlerinden, ülke sorunlarından ve hayatındaki diğer kadınlardan dolayı çocuklarını ihmâl eden Adnan Menderes’in evdeki yokluğunu çocuklarına hissettirmemek için fazlasıyla çaba harcamış bir anne ve eşti. Berin Hanım, Menderes ailesinin temel direğiydi; Adnan Menderes’in ev yaşamındaki açıklarını kapatan kişiydi. Adnan Menderes’in başka kadınlarla (Ayhan Aydan Hanımla, Emniyet Müdür Muavini Ferit Sözen’in karısı romancı Suzan Sözen Hanım’la ve diğer kadınlarla) yakın ilişkiler kurmasına tepkisini bile Berin Menderes dışarıya yansıtmamıştır. Berin Menderes 27 Mayıs 1960 darbesiyle sonuçlanan gergin günlerin en başında eşi Adnan Menderes’in emekli olmasını, siyaseti bırakmasını ister, ancak amacına, ne yazık ki, ulaşamaz.

    Fatin Rüştü Zorlu’nun Sevgilisi Vesamet Hanım

    Demokrat Parti İktidarı’nın Dışişleri Bakanı olan ve 16 Eylül 1961’de Maliye Bakanı Hasan Polatkan (1915 doğumlu) ile birlikte idam edilen Fatin Rüştü Zorlu’nun (1910 doğumlu) da 1950’lerde çevresindeki evli – çocuklu kadınların tacizine uğradığı, bu kadınların gönderdikleri aşk mektuplarına rujlu dudaklarını bastığı ve Zorlu’nun kimi tacizci kadınlarla ilişkiye girdiği de bilinmektedir. Hatta Fatin Rüştü Zorlu resmi Amerika gezisine eşi Emel Zorlu’yu değil sevgilisi Vesamet Hanım’ı götürmüştür.

    27 Mayıs Darbesine Giden Yol

    Demokrat Parti İktidarı’nı yıkan olaylar şöyle gelişmişti:

    * Hükümet, 6 / 7 Eylül 1955’te gayrimüslimleri hedef alan yağma, tecavüz ve saldırı olaylarını önleyemedi.

    * Demokrat Parti yöneticilerinin çoğu tam bir iktidar sarhoşluğuna kapılmış ve ne oldum delisi olmuştu. 6 / 7 Eylül Faciası’ndan sonra, 22 Kasım 1955’te Adnan Menderes’in Demokrat Parti milletvekillerine yönelik olarak sarf ettiği “Siz isterseniz, hilâfeti bile geri getirirsiniz” sözü bu sarhoşluğun en güzel, en çarpıcı ifadesidir. Demokrat Parti Hükümeti, hapishaneleri gazeteciler ve muhaliflerle doldurmuştur. Cezaevine atılanlar arasında İsmet İnönü’nün damadı ve Akis Dergisi yazarı Metin Toker’de bulunuyordu. Bu dönemde basına tam bir sansür uygulandı.

    * 1960’lara gelinirken halk arasında kutuplaşma oluştu. Ülke adeta ikiye bölündü. Demokrat Partililerin ve Cumhuriyet Halk Partililerin birbirini düşman gibi görmesinin önü alınamadı. Her türlü muhalefete karşı katı ve sert tavır alınmasını isteyen Celal Bayar, Şubat 1959’da CHP lideri İsmet İnönü’yle diyalog kurmak isteyen Adnan Menderes’e başbakanlıktan uzaklaşmasını, köşesine çekilmesini, birkaç ay yurt dışında dinlenmesini teklif etti… Adnan Menderes ise Kıbrıs’ı kaybetmemek için milletçe tek vücut olunması gerektiğini düşünmekteydi. Oysa yurt dışına karşı verdiğimiz görüntü ortadan ikiye bölünmüş bir millet görüntüsüydü. Bu sıralarda Adnan Menderes – İsmet İnönü yakınlaşmasına Celal Bayar engel oldu. Menderes – İnönü yakınlaşmasına destek olan Demokrat Partililer arasında Mükerrem Sarol’da bulunmaktaydı.

    * Yine 1960’a gelinirken Vehbi Koç gibi işadamları, sermaye temsilcileri Cumhuriyet Halk Partisi üyeliğini terk ederek Demokrat Parti’ye katılmaya zorlandı.

    22 Ekim 1957’de Başbakan Adnan Menderes’in konuşması aynen şöyledir:

    “Arkadaşlar, diyorlar ki, bütün seçkin zümre, bütün zenginler, CHP’dendir. Evet, bütün zenginler onlardandır. Vehbi Koç da onlardandır ve daha birçok zengin onlardandır. Bir de bizim halimize, bizim mebuslarımıza bakınız. Biz fakiriz, mebuslarımızı yolda görenler dilenci zannedip sadaka vermeye kalkabilirler. CHP devrinde ve onlar sayesinde zengin olanlar el’an bu partiden ayrılmıyor ve bizim saflarımıza geçemiyorlar. Sevdiğim ve dostum olan Vehbi Koç da onlardandır.”

    Vehbi Koç, Adnan Menderes’in bu konuşmasını ve Demokrat Parti yöneticilerinin kendisine yaptığı baskıları “Hayat Hikayem” adlı kitabında uzun uzun anlatır.

    * Adnan Menderes hükümeti Türkiye’de tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmesini plânlamıştı. Hükümet bunun için kullanılacak dış borcu Amerika Birleşik Devletleri’nden alamayınca aynı durumu yaşayan (ABD’den borç para alamayan ve bu parayı Sovyet Rusya’dan bulan) Mısır’ı kendine örnek alarak Sovyetler Birliği’nden isteme kararı aldı ve Temmuz 1960’daki Moskova seyahati için bavullar hazırlanmaya başladı… 27 Mayıs 1960 darbesi Türkiye – Sovyetler Ekonomik İşbirliği’ni ileri bir tarihe attı… Aynı yoldan giden Başbakan Süleyman Demirel, Sovyetler Birliği’yle işbirliği yaparak Aliağa Rafinerisi’ni, İskenderun Demir Çelik Fabrikaları’nı ve Seydişehir Alüminyum Tesisleri’ni Türk halkına kazandırmıştır.

    * 1950’lerde tarımdaki makineleşme bu sektörde işsizliği arttırdı, bu durumda köyden kente göçü hızlandırdı.

    * 1950’lerin sonlarında subaylar kendilerine ödenen maaşların çok yetersiz olduğu düşüncesindeydi. Onların gelir durumlarını iyileştirmek için hükümetin hiçbir çaba harcamadığına inanıyorlardı.

    * Subaylar, kendi bünyelerinden çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunda yer alan İsmet İnönü’ye sevgi, saygı ve bağlılıklarını sürdürüyordu.

    * Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan çekilmesini, yerine Adnan Menderes’in gelmesini arzuladıklarını ve “Halk kitlelerinin Adnan Menderes’i sevdiğini” gözlemlediklerini dile getiren bir mektubu 27 Mayıs 1960 öncesinde Demokrat Parti’ye iletti. Adnan Menderes bu mektubu Yassıada yargılamalarında ortaya çıkarsaydı idam edilmekten büyük olasılıkla kurtulabilirdi. Celal Bayar bu konuda şunları söylemiştir: “Ethem Menderes (Milli Savunma Bakanı) 04 Mayıs tarihinde Cemal Gürsel’den aldığı mektubu bir aşk mektubu gibi saklamıştır.”

    * Said Nursi’yle Demokrat Parti yöneticilerinin Türkçe ezanın kaldırılmasıyla başlayan yakınlığı laikliğin tehdit altında olduğunu düşünen subayları Demokrat Parti karşıtı yapmıştır. 1876 doğumlu Said Nursi 23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da vefat edecekti. Said Nursi’nin kabristanı, Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından, vefatından 111 gün sonra, gece yarısı açılarak naaşı bugün bile bilinmeyen bir yere nakledildi. Süleyman Demirel’in bu konuda 07 Ocak 2011 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan ve gazeteci Yavuz Donat’a yapılan açıklamları Said Nursi’nin naaşının Marmara ya da Akdeniz’e atılmadığını ortaya çıkarmaktadır.

    * Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasına, bir Yunan adası olmasına, ya da Yunanistan uydusu bir devlet haline dönüşmesine şiddetle karşı çıkan ve bunu engelleyen Demokrat Parti hükümeti Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa ülkelerine yerleşmiş (Kıbrıs ve Yunanistan dışında yaşayan) ve yaşadığı ülkelerin hükümetleri üzerinde çok etkili olabilen Rum – Yunan topluluklarını da karşısına almıştı.

    * 27 Mayıs 1960 öncesindeki son genel seçim 1957’de yapılmıştı. Menderes hükümeti ülke genelindeki gerginliği bir erken seçim kararıyla büyük ölçüde giderebilme şansına sahipti. Ancak milleti rahatlatabilecek bu yöntemi kullanmadılar.

    Demokrat Parti’nin ve CHP’nin 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde aldığı oy sayıları aşağıdadır:

    DP – 4 milyon 241 bin kişi; 5 milyon 151 bin kişi; 4 milyon 372 bin oy.

    CHP – 3 milyon 176 bin oy; 3 milyon 162 bin oy; 3 milyon 753 bin oy.

    Demokrat Parti’nin 1954 ile 1957 arasında yaklaşık 800 bin oy kaybettiği ve aynı dönemde CHP’nin yaklaşık 600 bin oy kazandığı görülmektedir.

    * Başbakan Menderes ve Türk heyetini Londra’ya götüren uçağın Şubat 1959’da Londra yakınlarında düştüğü kazada aralarında Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şerif Arzık’ın da (Nimet Arzık’ın eşi) bulunduğu 14 kişi vefat etti. Yaralanan Adnan Menderes’i Türkiye’ye dönüşünde karşılayanlar arasında İsmet İnönü’de vardı. Demokrat Partililer ise kendilerine dostluk elini uzatan İnönü ve yanındakilere 01 Mayıs 1959’da Uşak’ta yaklaşık bin kişiyle saldırdı. İsmet İnönü atılan taşla yaralandı. İsmet İnönü’ye 04 Mayıs 1959’da bu kez İstanbul’da saldırıldı.

    * 27 Mayıs 1960’a yaklaşan günlerde Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil muhalif üniversite öğrencilerine şiddet kullanılarak müdahale edilmesine karşı çıktı ve hükümeti istifaya davet etti. Başgil, ülkedeki gerginliğin giderilmesi için de 1957 seçimlerinde toplam olarak 8 milyondan fazla oy alan iki büyük partiyi birlikte hükümet kurmaya çağırdı.

    * Yine 27 Mayıs 1960 öncesinde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Eğer muhalif öğrenciler hükümet karşıtı gösterilerine devam eder ve dağılma uyarılarına hiçbir şekilde uymazsa üzerlerine ateş edin!” dediği iddia edilmiştir.

    * 18 Nisan 1960’ta İsmet İnönü, Demokrat Parti hükümetine seslenir: “Hükümet insan haklarını çiğner ve baskı rejimi kurarsa ihtilâl olur. Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam.”

    27 Mayıs 1960 ve Sonrası:

    * 27 Mayıs 1960’ta en son 1957 genel seçiminde halk oyuyla iktidara gelenler silâh zoruyla iktidardan düşürülmüştür. Adnan Menderes yasadışı Yassıada mahkemesini ve yargılamasını en baştan reddetmesi gerekirken, “Bu mahkemeyi tanımıyorum,” demesi gerekirken buna yanaşmadı. Bu nedenle de Celal Bayar’la araları açıldı.

    * 27 Mayıs Darbesi emir komuta zincirinde yapılmamış bir askeri darbedir. Yani teğmenlerin albayların, koskoca generalleri sürüklediği, yönlendirdiği, onlara emir yağdırdığı bir harekettir. Darbe bildirisini radyoda okuyan da Albay Alparslan Türkeş’tir.

    * Demokrat Partililer arasındaki yazışmaların 50 kelimeyle sınırlanması, Adnan Menderes’i görmek amacıyla Yassıada’ya gitmek için askeri gemiye binen Berin Menderes ve Aydın Menderes’in gemiden indirilmesi gibi sayısız zalimce uygulama tutuklulara ve onların yakınlarına lâyık bulunmuştur.

    * Yassıada duruşmaları sırasında Celal Bayar haricindeki Demokrat Partililer sarsılmış, yıkılmış, çökmüş, çaresiz, bıkkın ve bezgin bir görüntü sergilerler. Sert mizaçlı Bayar güçlü, aldırmaz görüntüsünü neredeyse hiç kaybetmez.

    * Askeri Yönetim, Demokrat Partililerin mirasla elde edilmiş varlıklarına bile el koyar. Demokrat Parti yöneticilerin ailelerinin ellerinde neredeyse tek kuruş bile bırakılmaz.

    * İşadamı Vehbi Koç, bu zor zamanlarında Menderes ailesine İstanbul’da konaklamaları için kendisine ait olan Elmadağ’daki Divan Oteli’nden ücretsiz oda sağlamıştır.

    * Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Yassıada’da askerlerce dövülenlerden biridir. Adada vefat edenler arasında Namık Gedik ve Lütfü Kırdar’da bulunmaktadır.

    * Demokrat Parti Yargılamaları’ndan idam çıkmasını destekleyenler arasında Cevdet Sunay (Genel Kurmay Başkanı), Cemal Tural (Kara Kuvvetleri Komutanı) ve Talat Aydemir’in (Harp Okulu Komutanı Albay) olduğu tarihçilerce ve olayların tüm tanıklarınca belirtilmektedir.

    Celal Bayar’ın Yassıada’daki Savunma Konuşmasından Bir Bölüm:

    “Atatürk’ün mesaisinde bizim de bir gölgesi olarak mesaimiz vardır. Yalnız bu kabûl edilsin, Atatürk’le ölünceye kadar beraber bulunuyorduk. Hatta son nefesinde “Evlâdım sana emanet,” demişti. Atatürk inkilaplarına karşı kötü muamele yaptığımız iddiası bize verilecek en büyük cezadır. Ben asılmaya razıyım; zaten yaşamımın sonundayım. Yalnız Atatürk inkilaplarına kötü muamele yaptığımız bize söylenmesin .Bizim ne gibi bir muamele yaptığımızı tarih kaydetmiştir. Bu imtiyaz asla elimizden alınamaz. Atatürk’le beraber memlekete hizmet ettiğimi ve onun bana olan itimadını herkes bilir.”

    (11 Şubat 2011)

    Hakan Sonok

    hakan.sonok@tr.net

    Coen Kardeşlerden Western Türüne Taze Kan

    Sinemanın en ünlü kardeşleri denince ilk akla gelenler, Coen’ler, Wachowski’ler (biri ameliyatla kadın olan) ve elbette Taviani’ler… Coen kardeşler, “Fargo” ve “No Country for Old Men – İhtiyarlara Yer Yok”la dörder Oscar ödülü sahibi…

    Coen’ler ve Yeni Çevrimler:

    Coen’ler 1955 tarihli “The Ladykillers – Kadın Katilleri”ni, 2004’te “The Ladykillers – Kadın Avcıları”na dönüştürdüler, hatta 2008’in Türk filmi “Şeytanın Pabucu”da buradan bir esinlenmeydi… ”Kadın Katilleri” ve “Kadın Avcıları” bu filmlerin Türkiye sinemalarında gösterildiği Türkçe adlardı… İlki dünya sinemalarından iki yıl sonra 1957’de, ikincisi dünya sinemalarıyla aynı yıl Türkiye sinemalarında gösterildi…

    Coen’ler bu kez de 1969’un “True Grit – İz Peşinde”sine el attılar… Bunu da en iyi şekilde yaptılar… 38 milyon dolar yapım bütçeli 2010 versiyonu “True Grit – İz Peşinde”nin sadece Kuzey Amerika sinema hasılatının 160 milyon doları bulması, yılın en iyi filmi, yönetmeni, senaryo uyarlaması, erkek oyuncusu (Jeff Bridges) ve yardımcı kadın oyuncusu (Hailee Steinfeld) dalları dahil on dalda Oscar adaylığı elde etmesi ve 2011 Berlin Film Festivali’nin açılış gecesi için seçilmesi Coen kardeşlerin Western türünü dirilttiğinin en büyük kanıtı.

    Diğer En Başarılı Yeni Westernler:

    Kuzey Amerika sinemalarında dört Oscar ödüllü, 1992 yılı filmi, “Unforgiven – Affedilmeyen”in 101 milyon dolar hasılat elde ettiği ve yine Kuzey Amerika sinemalarında yedi Oscar ödüllü, 1990 yılı filmi, “Dances with Wolves – Kurtlarla Dans”ın (19 ilâ 22 milyon dolarlık bir yapım bütçesiyle gerçekleştirildi) 184 milyon dolar elde ettiği hatırlanırsa Coen’lerin yeni bir mucizeye imza attığı da ortaya çıkıyor.

    Çünkü Coen’lerin “True Grit – İz Peşinde”si henüz Kuzey Amerika dışındaki sinemalarda yeni yeni gösterime giriyor.

    1969 versiyonu “True Grit” John Wayne’e Oscar ödülü kazandırmış ve filmle aynı adlı özgün şarkı da Oscar ödülüne aday gösterilmişti.

    Coen kardeşler “True Grit – İz Peşinde” de dünyanın en eski, ancak en eskimemiş, en evrensel ve en güncel konusunu anlatıyorlar: İnsanlık yaşadıkça gezegenimizde, daima varolmuş, hüküm sürmüş adalet arayışını…

    Önemli Not: Bu yazıda sözü edilen “Dances with Wolves – Kurtlarla Dans” (1990) ve “Unforgiven – Affedilmeyen” (1992) 1989’da kurulan ve 2010 yılı sonuna kadar 550 filmi koruma altına alan ABD Kongre Kütüphanesi Ulusal Film Arşivi’ne alınmıştır…

    (11 Şubat 2011)

    Hakan Sonok

    hakan.sonok@tr.net

    İstanbul’un Kalbine Yolculuk

    İstanbul gezegenin belki de en büyülü kenti. İçine çekildiğinizde kurtulamadığınız tuhaf bir mıknatıs. Hem keskin biçimde nefret edip hem de deliler gibi sevdiğiniz bir büyük aşk bu. Bin kere terk etmeye karar verseniz de, her seferinde sadece burada hissedebildiğiniz bir özelliği yüzünden daha derinine gömüldüğünüz bir eski yarenlik şehri. Her tür sanatın rengârenk biçimde herkesi kucakladığı geniş bir gökkuşağı; dünü ve bugünü iç içe yaşadığınız bir tarihsel yolculuk; üç büyük imparatorluğun ev sahibi. İstanbul’un kültürünü ve sanatını, üç kadim dinin mensupları, kendi köklerinden sularla besleyip büyütüyor, binbir çiçekle donatıyorlar. Sözcüklerle, fırça darbeleriyle, ezgilerle, objelerin farklı formlarıyla, figürlerle, ışıkla – karanlıkla, binbir renkle, İstanbul’un ve insanlarının kendilerini ifade etmelerini sağlıyorlar… Tarihe notlar düşüyor, güzeller güzeli kenti yepyeni estetik zirvelere çıkartıyorlar.

    Bu sanatçılardan biri de, sinemamızda değeri tam olarak bilinememiş sanat yönetmeni, yapımcı ve yönetmen Annie G. Pertan.

    Pertan, bu kez, 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde bir belgesele imza atmış. Farklı alanlarda faaliyet gösteren azınlık mensubu sanatçılarından on yedisini, İstanbul, sanat, yaşam, kendi hikâyeleri üzerine düşünceleri ve yapıtları ile tanıtıp, kentin yüreğine yerleştirdiği bir enfes belgesel: “Kültürel Farklılığın Renkleri”. İstanbul’un bildiğiniz yerlerini / mekânlarını, hiç fark etmediğiniz açılardan göreceğiniz bir çalışma. Ben bugüne dek, bu denli iyi kurgulanmış bir İstanbul belgeseliyle karşılaşmadım. İçeriği ve biçimi o denli zengin ki, defalarca izleme ihtiyacı duyacaksınız. Ve meselâ, benim gibi, müzikâl bölümleri geriye dönüp birkaç kez izleyeceksiniz.

    Belgeselin, 2010 kapsamındaki en isabetli çalışmalardan biri olduğunun altını çizerim. Önemlisi de, ileriye dönük kalıcı bir doküman ve eğitim alanında da başucu kaynaklarından biri. Doğma büyüme bir İstanbul insanı olarak, başta Annie G. Pertan, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

    (11 Ocak 2011)

    Ali Ulvi Uyanık

    ali.ulvi.uyanik@gmail.com

    Colin Firth, Büyüleyici Zoraki Kral’la Oscar Ödülünü Kucaklamaya Hazırlanıyor

    A Single Man – Tek Başına Bir Adam’dan sonra The King’s Speech – Zoraki Kral’la ikinci kez Oscar ödülüne aday gösterilen Colin Firth, 27 Şubat Pazar gecesi ilk kez Oscar ödülünü kucaklamaya hazırlanıyor. Colin Firth, The King’s Speech – Zoraki Kral’da İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in babası rolünde… Bilindiği gibi dört kez Oscar adaylığı kazanan Helen Mirren, The Queen – Kraliçe’de 2. Elizabeth’i canlandırarak Oscar ödülü sahibi olmuştu.

    Bu arada, 2. Elizabeth’in 04 Mayıs 1979 ile 28 Kasım 1990 arasındaki başbakanı Margaret Thatcher’i The Iron Lady – Demir Leydi’de canlandıran Meryl Streep’in de önümüzdeki yıl 17. Oscar adaylığını ve üçüncü Oscar’ını kazanması da bekleniyor.

    15 milyon dolarlık yapım bütçesiyle gerçekleştirilen ve dünya sinemalarındaki hasılatı 200 milyon doları geride bırakmak üzere olan The King’s Speech – Zoraki Kral bu yılın mucize filmlerinden biri. Gerçek bir öykü, kamera arkasındaki ve önündeki baş döndürücü performanslarla desteklenmiş.

    Bu filmde 11 Aralık 1936 ile 06 Şubat 1952 arasında İngiltere kralı olan 6. George’u canlandıran Colin Firth’ün adeta bukalemun gibi canlandırdığı karaktere dönüşmesi karşısında hem şaşırıyor, hem de büyüleniyorsunuz.

    Kraliçe 2. Elizabeth’de Buckingham Sarayı’nda izlediği The King’s Speech – Zoraki Kral’dan çok çok etkilenmiş, bu filmi çok beğenmiş. The King’s Speech – Zoraki Kral’ı izleyen herkes gibi Kraliçe 2. Elizabeth’de özellikle Colin Firth’ün oyunculuğuna hayran kalmış.

    Çünkü bu film Kraliçe 2. Elizabeth’in babasının, annesinin, amcasının, baba tarafından dedesinin, babaannesinin, kendisinin ve kızkardeşinin canlandırıldığı eşsiz bir dram.

    Filmde Kraliçe 2. Elizabeth’in amcası 8. Edward, sevdiği daha önce evlenip – boşanmış – dul kadınla evlenmesine İngiliz devleti, hükümeti ve kilisesi karşı çıkınca 325 günlük Krallık görevinden istifa ediyor ve 2. Elizabeth’in babası 6. George hiç istemese de Kral yapılıyor.

    The King’s Speech – Zoraki Kral’da özgüven ve cesaret yoksunu, emanet edildiği dadıların kurbanı, kekeme (şu anda dünya nüfusunun yüzde ikisi, yani 140 milyondan fazla insan kekeme) 6. George’u toparlayan, konuşma bozukluğu tedavicisi Avustralya asıllı Lionel Logue rolündeyse dört kez Oscar adaylığı ve bir Oscar ödülü kazanan Geoffrey Rush büyülüyor.

    The King’s Speech – Zoraki Kral’da Kraliçe 2. Elizabeth’in annesini canlandıran Helena Bonham Carter’da (yönetmen Tim Burton ile evli; iki Oscar adaylığı ve bir Oscar’ı var) sinema tarihinin en iyi oyuncularından biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Bu arada, Helena Bonham Carter’da The King’s Speech – Zoraki Kral’ı izlerken çok çok etkilenmiş ve çok çok ağlamış.

    The King’s Speech – Zoraki Kral’da bir başka efsanevi oyuncu da, çok küçük, fakat çok çok anlamlı bir rolde kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. 1976’da dünya televizyonlarında yayınlanan I, Claudius – Ben, Claudius adlı mini dizide istemeye istemeye, zoraki olarak (6. George gibi) İsa’dan önceki yıllarda Antik Roma İmparatoru seçilen kekeme (yine 6. George gibi) Claudius’u canlandıran Derek Jacobi, The King’s Speech – Zoraki Kral’da İngiliz Kilisesinin 1936’lardaki en üst temsilcisi, yani Başpiskopos Cosmo Gordon Long rolünde…

    (11 Şubat 2010)

    Hakan Sonok

    hakan.sonok@tr.net

    Kanaltürk Sinema Programı Klak Yeniden Başlıyor

    Geçtiğimiz sezon boyunca her Cumartesi günü Kanaltürk ekranlarında sinemaseverlerle buluşan Klak Sinema Programı yeniden başlıyor! Klak Haber, Klak 0 Km, Klak Arkası, Klak Baks Ofis, Klak Efsane ve Klak Müzik gibi bölümlerden oluşan program, yeni sezonda yepyeni bölümlerle izleyiciyle buluşacak. Kurgusunu İsrafil Duman’ın, grafiklerini Soner Güngör’ün ve süpervizörlüğünü Berkant Dinç’in yaptığı programla ilgili eleştiri, öneri ve kısa filmlerinizi klak@kanalturk.com.tr adresine gönderebilirsiniz. İlk bölümü yarın saat 16:00’da yayınlanacak Klak’ı, sadibey.com’un yazarlarından Gizem Ertürk hazırlıyor.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Kanaltürk Sinema Programı Klak Yeniden Başlıyor yazısına devam et
  • Paradoks Sine-Felsefe Atölyesi, 12. Haftasında Kosmos’u İnceliyor

    SİYAD üyesi felsefeci – sinema yazarı Metin Gönen eğitmenliğindeki Paradoks Sine-Felsefe Atölyesi, 12. haftasında Kosmos ve İnanç Sorunu başlığı altında Reha Erdem’in yönettiği Kosmos’u inceliyor. Konuşan öznelere odaklanan ve 05 Şubat Cumartesi günü saat 11:00 – 15:00 saatleri arasında “Validebağ Adile Sultan Kasrı, Kadıköy, İstanbul” adresinde yapılacak olan atölye, sinemayı hem bir sanat olarak ele alıp filmleri kendi özgün sinematografik operasyonları içinde nasıl yapıldığını inceliyor, hem de film analizlerini “eserlerle birlikte düşünme” çalışması olarak felsefenin aydınlatıcı kavramsallığıyla yapıyor.

  • Web Sitesi
  • Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in Afişi, Teaser’ları ve İnternet Sitesi Yayına Hazır

    10 – 20 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecek 61. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü için yarışacak Seyfi Teoman’ın yönetmenliğini yaptığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz filminin afiş ve teaser’ları yayında. Filmin üç ana karakteri Çetin, Ender ve Nihal’i tanıtan teaserlar filmin web sitesinden izlenebiliyor. Teaser’lar 04 Şubat Cuma gününden itibaren de Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak. Dünya galası 16 Şubat’ta Berlin Film Festivali’nin ana gösterim mekânı Berlinale Palast’ta yapılacak filmin afişi, önde gelen ajanslardan It is Red tarafından tasarlandı.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.