A Ay

Rüya sadece rüyadır!

Hep bu evi anlattı halam bana
Ne çok anlatır
Anlatacak ne bulur?
Neye anlatıyorsun hala?
Ben her şeyi gördüm bile

Yekta’nın halasının bitmek bilmeyen anlatmalarına karşılık ekranda yazan iç cümleleridir bunlar.

Rüya kahramanı su perisi, annesinin gölgesi ve halalar

Yekta (Yeşim Tozan), Reha Erdem’in rüyası A Ay’ın kahramanı bir kız çocuğu. Babasını doğmadan, annesini de tanımadan kaybetmiştir. Konağı için ailesini harcayıp yatalak olmuş bir dede, tüm gün fallarla uğraşan ve konağın yarım kalan dairelerini tamamlama plânları yapan bir hala vesayetinde içinde başka bir dünya ile sessizce büyür Yekta.

Konağın annesine ait odasına her gece gelir ve bekler annesinin gelişini. Ölmemiştir annesi ona göre. Bir sabah evin altındaki kayığa binerek, beyazlar içindeki elbisesiyle uzaklaşmıştır sessizce. Ve her gece kızını görüp gitmektedir. Ama kimse buna inanmamakta, fal ve rüya uzmanı halası Nükhet Seza (Nurinisa Yıldırım) da gördüklerinin bir rüya olduğunu söyleyerek hayra yoran tabirler devşirmektedir.

Yekta’nın diğer halası Nehir (Gülsen Tuncer) ise kendini konaktan, kız kardeşinden, babasından, tüm geçmişinden uzaklaştırarak Burgazada’ya yerleşmiş, İngilizce öğretmeni olmuştur. Yekta’nın gördüğü tuhaf rüyalardan kimseyle konuşmamasından endişe ederek onu konaktan uzaklaştırmak, adada büyütmek isteyecektir. Ona göre Yekta bu çürümüş, ölü evi konakta biraz daha kalırsa iyiden iyiye sağlığını yitirecektir.

Aslında yersiz değildir halasının endişeleri. Yekta’nın tüm günü evin boş odalarında bir martıyla bakışmak, pencereden denizi izlemek, dışarıda ağaçların gölgesinde düşünmek, rüyalarla gerçekleri ayırt etme çabası içinde kendi kendine konuşmakla geçer.

Burgazada, Çocuk Başlı Martı ve Yekta’yı “norm”ale döndürme çabaları…

Yekta adada halasının fotoğraf meraklısı, kendi halinde bir öğrencisi Nurhan’la (Arif Pişkin) arkadaşlık eder ve ona da annesinin rüyanın dışında nasıl kendisine göründüğünü anlatır durur. Ve onu evine gizlice götürüp annesini göstermeye karar verir. Ada’nın farklı havasını solumak Yekta’yı değiştirmeyecek, evine döndüğünde yine halasından dedesi Sırrı Bey’i dinlemeye, rüyalarını yorumlatmaya devam eder.

Hafta sonları adada geçirdiği günlerde manastırın bekçisi (Münir Özkul) ile rüyalar ve insanlar üzerine gizemli konuşmalara dalan Yekta için hayatın tek gizemi annesidir. İnsan tanımadığı birini sever mi diye soranlara “Nasıl tanımam her gün gördüğüm birini” diyecektir. Yekta rüyanın içinde, rüyaları mı hayatının içinde?

Nurhan ve Yekta’nın Annesi

Sırrı Bey’in neden uyumadığını biliyorum Nurhan.

Annem her gece buradan kayıkla geçiyor. Bana inan. Bana inan.

Ve bir gece Nurhan’a annesini gösterecek Yekta. Gördüklerinin Nurhan’ın fotoğraflarına yansımayışına öfkelenerek Reha Erdem’in hayatı ve rüyayı sorguladığı sesi çınlar sesinde:

”gör diye!
ne diye bunca zahmet?
göstermek daha mı önemli?
her gördüğünü gösterebiliyor musun?
söylesene, her gördüğünü gösterebiliyor musun?
rüyalarının fotoğrafını çekebiliyor musun?
ışığın yetiyor mu?
netliğini ayarlayabiliyor musun?
görmeyi, sadece görmeyi biliyor musun?
hem, ne göstereceksin?
haberleşmek için mi?
kimlerle?
kendinle habersiz kaldın mı hiç?
gösterilemeyen şeyler görüyorum hep.
gör, sadece gör!”

Burgazada Balıkçısı

Yekta ada turlarında Nurhan’ı terk ederek yalnız gezintilere çıkar. Bazen manastır bekçisine rüyalarını ve gelişine kimsenin inanmadığı annesini anlatır.

Bazen de adanın meczup balıkçısını dinler: Bu yol adanın başı. Bu yol adanın sonu. Bu yol kendine çıkar. Bu yol sürekli başladığı yere döner.

Yekta halasının tabiriyle, Hisar ve Ada arasında, rüya ve gerçek arasında sıkışmış kalmış gerçeği sorgulamaya devam ederken bir yitik olmasıyla filmi sonlandırır Erdem.

A Ay, Rüya, Yekta.

Reha Erdem’in ilk uzun metraj denemesi olan 1989 Fransız – Türk ortak yapımı siyah – beyaz çekilen A Ay, yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen Türk sinemasından ne kadar farklı bir noktada beyazperdeye katıldığını kanıtlıyor. Fransız yeni dalga sinemasıyla ve Truffaut sineması ile benzerlik gösterdiği ifade edilse de, A Ay diyaloglardaki -bana göre bilinçli- yapaylıkla özgünlüğünü korumuştur. Yönetmenin Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği bir söyleşide kendisinin “sinemada doğallığın yaratıcılıktan uzak olduğunu” ifade ettiğini düşünürsek bu diyalogların bir tercih olduğunu görürüz.

Vivaldi müziği eşliğinde, kesik ve tekrarlı kareleri, fotoğraf şaheseri anlarıyla müthiş sahnelere sahip bir film A Ay. Yekta’nın rüya – yaşam anlarından birinde bir ağaca bakarak sessiz olmasını işaret ederek uçurumdan atlayışı ve bir martıya dönüştüğü sahnenin anlatımı defalarca izlenecek türden.

Sinema ve şiiri bütünleştiren ve böylece teatral bir anlatım yaratan Erdem, finalde Münir Özkul dilinden bir Edip Cansever şiirini Fransızca söyleterek amacına oldukça naif bir şekilde ulaşıyor:

sonra her şey birdenbire çirkin, birdenbire çirkin, birdenbire
çirkindi
bozuldu bir akşamüstü kıyılara çıkmak çünkü
eller bir soğuk el resmine girip dondular
ay çürüdü
her şey bir hizada kaldı, bütün eşyaları kaldırdılar
o kaldı
bir o kaldı: gelişen korku.

yani kutsal kitaplardaki değil ve çağdaş felsefedeki
seçkin bir dili abartırkenki görkemli
bir korku değil
değil de, ne romalı bir köleninki
ne engizisyon mahkemelerindeki, ne de
barışsever bir yahudinin
avlanırken duyduğu
bir korku da değil bu
ve bütün insan avlarında duyulan
konuşmaya ya da telâşlanmaya
hiç mi hiç vakit bırakmadan
tüyler, anılar bir daha yaşasın, bırakmadan
kocaman bir “vur!” sesi
var ya
o bile değil.

gelişen bir korku bu yalnız
umudu, umutsuzluğu
bir anlama getiren
anlamsız bir soy olma korkusu.

Ve Yekta’nın dilinden “her şey böyle yarım…”

A Ay… Bir resim. A Ay. Bir şiir. A Ay. Bir film.

(27 Ocak 2011)

Sibel Atagün

sibel_atagun@hotmail.com