28 Ocak 2011 Haftası

“Tron Efsanesi”, deha düzeyindeki bilgisayar oyunları tasarımcısı babasının aniden kaybolmasından yirmi yıl sonra -bir şekilde- dijital dünyanın içine girerek, buradaki Sistem’i ele geçirmiş ve gerçek dünyaya sıçramaya hazırlanan ‘ana program’ ve ‘program’larla, bir ‘kullanıcı’ olarak mücadele eden genç adamın hikâyesi üzerine kurulu. Şüphe götürmez biçimde, şaşırtıcı: Sıfırdan yaratılmış bir bilgisayar sonsuzluğu içinde giderek büyüyen ve ayrıntılarla her saniye daha karışıklaşan program ağlarında, 3D teknolojisinin de katkısıyla zor bir serüven duygusu yaşamak durumundasınız. Güdümbilimsel, zor, fakat bu tür bir seyir zevkine başka bir filmde ulaşmanız henüz olası değil. Sanki kullandığınız bilgisayarın geometrisindeki karanlığın içinde, keskin ışıkların / renklerin rehberliğinde dolaştığınızı hissedeceksiniz. Ve unutmayın ki, zaman zaman ışık hızında akan dijital bir öykü olsa da, bir babayla oğlu arasındaki bağlılığın sınandığı bir duygusallık… Elektronik müziğin öncü ikilisi Daft Punk’ın, ruh halinizi bu dünyaya uyumlu hale getiren müzikleriyle filme en önemli katkıyı sağladığının altını da kalınca çiziyorum.

TRON (1982)

1982 yılı yapımı, Steven Lisberger’in senaryosunu yazıp yönettiği “TRON” Türkiye’de gösterime girmedi. 10 yıl sonra, Walt Disney Home Video’nun Türkiye temsilcisi AVT tarafından çıkarılan videosu raflarda yerini aldı. Aşağıdaki izlenimlerim, on beş günlük dergi Milliyet Sanat’ın 01 Mart 1992 tarihli sayısında “Videolardan Seçmeler” başlığı altında yayımlanmıştır. Günümüz bilgisayar animasyonu tekniklerinin hayal edilme aşamasında olduğu, ‘internet’ sözcüğünün bile henüz kullanılmaya başlanmadığı bir yılda çekilen film, belli ki beni çok etkilemiş.

Işığın değişik boyutlarda yol aldığı bilgisayar evreni içinde “Yıldız Savaşları”nı yaşamak… Yoğun bir bilinçaltı jimnastiğiyle zorlu bir yolculuğa çıkmak… Enerji dolu, soluk alıp veren bir bilgisayarın içinde “sanal mı yoksa gerçek mi” sorusunun yanıtını aramak… Genç bilgisayar programcılarıyla üst düzey yöneticinin savaşına katılmak… Gücü ve despotizmi simgeleyen Merkez Kontrol Programı (MKP) ile ‘asi’ Tron Programı’nın ‘mikro devreler’ içinde müthiş ivme kazanan mücadelelerini izlemek… Animasyon tekniklerinin kompüter egemenliğinde nasıl kusursuzluğa ulaştığına ve çizgilerin düz, simetrik, soğuk dünyasında bile ‘ruh’ların nasıl var olabildiklerine tanık olmak… Şaşkınlık ve kıskançlıkla karışık bir hayranlıkla ‘mükemmel olmak’ın gerçek karşılığını yakalamak… Oscar adayı ‘kostüm tasarımı’ ve ‘ses’in ayrıntılarına kafa yormak… Sinemada çok ama çok az rastlayabileceğimiz bir teknoloji yoğun filmin duygusal açılımlarında gezinmek… Evet, evde bir film izlemek için geçerli nedenleri ve Jeff Bridges, Bruce Boxleitner, David Warner, Cindy Morgan’dan oluşan ‘kompüterize’ kadrosuyla kaçırılmaz.

“Biutiful”, adaletten yoksun, sefil, acı insan yaşamlarının ortasında, var olması bile kocaman bir problem olan eski karısı, iki küçük çocuğu, kan işemeye başladığı safhada artık baş edemediği prostat kanseri ile ölüme giderken geride bıraktıkları için plânlar yapan, üstelik medyum yetenekleri olduğu için kalbi fazlasıyla kavrulan, 6,932 milyar kişiden bir adamın şu berbat dünyadaki son günleri. Javier Bardem adındaki oyuncunun, seyirciye aktardıklarından daha fazla, kendi kariyeriyle ilgili yaşadığı, ‘karakterin gerçekliği’ noktasındaki tuhaf deneyimi… Iñárritu, insan derilerine monte edilmişçesine anları yakalayan kamera çalışmasıyla mutsuz olmak için epey neden yüklüyor. Pesimistler, ruhları daha da ‘batmış’ şekilde çıkacak filmden.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

(27 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]