Biz Türkiye’nin değerlerinin ne kadar farkındayız? Bu soruya herkes kendine göre yanıtlar arasın, bulsun, üstünde düşünsün. Benim kişisel kanım, biz daha kendimizin yeterince ayırdında değiliz.
Biz kimiz? Biz, çokluk başkalarına göre “biziz”… Bizi, çokluk başkaları tanımlar… Biz de kendimizi öyle algılamaya çalışırız… Bizim gözümüz hep başkalarındadır. Bu “başkaları” sözünü somutlayacak olursak, “el âlem”dir, “dünya”dır ve de “batı”dır.
Sinema özeline gelecek olursak… Türk sinemasına hep batı sinemasıyla karşılaştırırız, ona göre değerlendiririz. Bu hep böyle yapılmıştır. Türk sinemasına hep batı sineması gözüyle bakılmıştır. Batı sinemasının kötü bir kopyası, taklidi olarak görülmüştür. Kimliksiz, kişiliksiz, yoz bir sinema, çünkü taklit, çakma…
Aslı dururken de okumuşlarımız, kültür insanlarımız, batıya dönük eğitim almışlarımız ve onlara inananlarımız taklit, yoz, düzensiz buldukları Türk filmlerine gitmemişlerdir. Onlar üzerine düşünmemişlerdir, yazı yazmamış, araştırma yapmamışlardır… Dışlamışlardır, ilgilenmemişlerdir.
Bunları ben nerden mi biliyorum? Biliyorum. Çünkü içinden geliyorum. Sinemaya gitmeğe başladığımda ailemin tercihi hep yabancı filmlerdi. Orta ve lise döneminde Beyoğlu’nda hep yabancı filmlere gittim. Okuduğum film eleştirileri beni hep yabancı filmlere yönlendirdi.
1950’li yıllar… Yurtdışına sinema okumaya gittim. Dünya sinemasına açıldım. Sinema tarihinin klâsiklerini seyrettim. Sinema tarihi kitaplarını okudum. Sinema tarihi dersleri aldım. Bu aralarda Türk filmleri yoktu. Başka ülkelerde de pek yoktu. Mizuguçi, Kurosawa ile Japonya, Satrajit Ray ile Hindistan, o kadar. Onlarda periferik sinemalar… Batı merkezinin dışında kalan sinemalar yani.
70’lerin ortalarında sinema dergisi çıkarmaya başlarken Türk sinemasına ön yargılarımız vardı. Ama dergi çıkarıyorsak Türk sinemasına da eğilmeliydik, filmleri değerlendirip, eleştirmeliydik. Türk sineması üzerine yazılar yazmalıydık. Ama Türk sinemasını tanımıyorduk ki… Nasıl yazacaktık? Söyleşiler yapmaya karar verdik. Kimlerle söyleşiler yapacaktık? Türk sinemasının öne çıkmış isimleriyle yapacaktık, onları konuşturup, kendi ağızlarından Türk sinemasını, Türk filmciliğini deşifre edecektik. Biz söylemeyecek, onlara söyletecektik. Önyargılıydık. Öyle de yaptık. Türk filmlerini seyretmeye başladık, eleştiriler yazdık.
Benim sürecim böyle başladı. Zaman içinde birçok şeyi keşfetmeye başladım. Kendimi sol düşünce içinde tutmaya çalışıyorum. Dünyaya ve Türkiye’ye buradan bakıyorum. Batı, emperyal bir yapı. Kendi merkezinde dünyaya bakıyor, kendine göre değerlendiriyor, kendi dışını.
Kültür ihraç ediyor. Kültür emperyalizmi yapıyor. Burada da sinema başı çekiyor. Hatta biz sol düşünceyi de batıdan aldık, kendimiz için uygulamaya çalıştık. Batı için geçerli olanı, Türkiye için de geçerlidir diye düşündük. Şimdi, batının kendi değerlerini dünyaya “evrensel” diye dayattığını görüyoruz. Önce kendimizi bu “evrensel” dayatmasından, tuzağından kurtarmamız gerekiyor.
Ben epeydir, böyle yapıyorum. Türk sinemasını da bu yaklaşımla anlamaya, çözmeye çalışıyorum. Ve görüyorum ki Türk sineması çok özgün bir oluşum. Çünkü dayandığı, içinden çıktığı kültür çok eski ve derinlikli. Ve Türk sineması bu kültürün bir ürünü. Ve Türk sineması ancak bu kültür içinde ve bu kültüre göre değerlendirilebilir, anlaşılabilir, çözümlenebilir. Batı kültürüne ve ürünlerine göre değil…
Türkan Şoray’a gelecek olursak… Türkan Şoray Türk sinemasının bir oyuncusudur. Ve bu bağlamda değerlendirilmelidir. Batılı oyuncular ve oyunculuk Türkan Şoray için geçerli değildir.
Taş yerinde ağırdır. İşte bu, evrensel bir kuraldır. Bunun içinde Einstein’ın görecelik kuramı vardır ve Einstein’dan çok önce söylenmiştir. Türkan Şoray içinde olduğu kültürün bir sonucudur, bir ürünüdür. Demek ki bu kültürü çözmeden, anlamadan ne Türk sinemasını anlayabiliriz, ne de Türkan Şoray olgusunu.
Bu kültürün adına, bilim insanları Türk kültürü diyorlar. Yalnız buradaki Türk sözcüğünün herhangi bir etnik, ırksal özelliği yok, bulunmuyor. Birçok etnik topluluğun, grupların, toplulukların ortaklaşa tarih içinde oluşturdukları bir kültür bu ve Türkiye’yle sınırlı da değil. Türk kültür çevresi. Tarihin çok derinliklerine gidiyor. Ve iddialara göre, dünyanın en eski, en köklü kültürü. Biz bunun daha yeterince farkında değiliz.
Biz Türk sineması dönemine dönerek oluşumu algılamaya çalışalım. 1950’lerde Türk sineması yeni bir oluşum sürecine girdi. Sinemada seyirci değişti. Pazar genişledi. Kırsal kökenli nüfus sinema seyircisi oldu. Film sayısı katlanarak artmaya başladı.
50 öncesi Türk sineması, 50 öncesi film seyircisine göre bir sinemaydı. O seyirci yabancı filmleri seyrederek sinema seyircisi olmuştu. Kentli özellikleri taşıyordu. 50 sonrasının seyircisi kırsal kesim ağırlıklı ve hayatında ilk kez sinemaya gidiyor. Kapalı, tutucu bir çevre. Geleneksel sözlü kültür çevresinin insanları.
Sinemanın teorisyenleri, sinema yazarları yok. Sinemanın parası yok, sermayesi yok. Sinemanın hazır kadroları yok. Yönetmen, oyuncu, kameraman, senaryocusu… yok. “Nasıl bir sinema yapılmalı” düşüncesi yok. Seyirci yol gösteriyor. Beğenmediklerini dışlıyor. Tepki gösteriyor. Seyirciye göre bir sinema oluşuyor.
Batıda süreç böyle işlememiştir. Bizde seyircinin kültürüne göre bir sinema oluşuyor. Bu kültürün kodlarına uyan bir sinema oluyor. Bu, Yeşilçam’dır. Bu kodların ne olduğunu seyirci bilmemektedir. Sinemacılar da bilmemektedir. Okumuşlarımızda bilmemektedir. Ve hâlâ genelde bu bilinmemektedir. Ben yakalamaya çalışıyorum. Olayın bu boyutunun farkındayım.
Türkan Şoray olgusu bir simgedir. Ve Türkan Şoray’la sınırlı değildir, ona özgü değildir. Olay, baş kadın kahraman olayıdır. Diğer kadın oyuncuları da kapsar. Türkan Şoray kuvvetli bir simgedir. Tıpkı Yılmaz Güney’in baş erkek kahramanda kuvvetli bir simge olması gibi…
Yeşilçam, estetik bağlamda değil kültürel bağlamda değerlendirilmelidir öncelikli olarak. Bu sinemada içinde “oyunculuk”, batı kültürünün sinemasındaki oyunculuktan farklıdır. Anlayış farklıdır çünkü… Batı sinemasında karakterler vardır. Oyuncular karakter canlandırırlar. Yeşilçam’da tipler vardır. Oyuncular tipleri yansıtırlar, tipleri oynarlar. Tip oynamakla, karakter canlandırmak farklı şeylerdir. Deyim bile farklı: oynamak, canlandırmak.
Yeşilçam epik, masal, destan sinemasıdır. Batı sineması ise dramatik, natüralist, gerçekçi bir sinemadır. Yeşilçam’da tipe uyan oyuncular vardır. Türkan Şoray da baş kadın tipinin en önemli oyuncusudur. Ve zaman içinde oyunculuğunu geliştirmiş, boyutlandırmıştır. Ama Türkan Şoray ilk filmlerinde oyunculuk nedir, hiçbir şey bilmemektedir. Hatta sinema nedir, bilmemektedir. Hayatında yalnızca üç – beş film seyretmiştir. Ama seyirci onu, diğer oyuncuların içinden seçip, ayırmıştır ve onu istemiştir, onu sultan yapmıştır. Bu nasıl olmuştur? Üstünde çok düşünülmesi gerekir. Seyirci onu niye seçmiştir. Onda ne bulmuştur? Bu soruların yanıtları bizim kültür kodlarımızın içindedir.
Kültür derinliklerimizdeki mitolojik kadına karşılık gelmektedir Türkan Şoray. O, mitolojik anadır, kutsal anadır, kutsal kadındır, hatundur. Seyircinin kültür genetiğinde var olan bu kadın kahraman kodlarına en uyan oyuncudur Türkan Şoray. Ve dünyada tektir. Üstüne yoktur. Bir fenomendir ve bize aittir. Bizimdir. Türkan Şoray, Türkiye’dir. Türkan Şoray bir kültürdür, bir ülkedir, bir mitolojidir…
(23 Ocak 2011)
Engin Ayça
Sevgili Engin,
Eline ve aklına sağlık. Yazılarını okuyorum ve saklıyorum. Türk sinemasına bu yönüyle çok az emek verilmiş durumda. Ben üniversitede ders vermeye başlayınca gördüm ki, Türkçe sinema kitabı çok az. / 2000 yılı için / Ders verirken oluşturduğum notlar şimdi bir kitap haline geldi. Henüz bastıramadım. Film yapım süreci ile ilgili bir kitap. Bunun dışında senin yazdıkların hele hiç ele alınmamış konular. Sosyolojik incelemelerinin de yapılması gerekir. Sevgiyle. Kolay gelsin.