Giriş Yerine…
Türkiye, 2011 yılına, önceden, Atatürk filmleri bağlamında aşina olduğumuz bir dizi tartışmanın gölgesinde girdi. Bu kez söz konusu olan, kaynağını Osmanlı İmparatorluğu’ndan alan bir TV dizisi idi. Dizinin fragmanının yayınlanmasının hemen ardından ayağa kalkan kimi çevreler, yapımı ‘maksatlı bir çabanın ürünü’ olarak nitelerken, doğrusu (ve bir kez daha) sınır tanımıyorlardı.
Önce, çalışma alanıyla ilişkilendirmenin olanaksız olduğu bir sendikanın başkanı; dizinin “Türkiye’nin son yıllarda izlediği başarılı dış politikanın önünü kesmek” gibi, algı sınırlarımızı zorlayan bir komplo teorisi neticesinde gündeme geldiğini iddia ediyordu. Kervana, hedeflenenin önemli bir tarihsel şahsiyeti küçültüp aşağılamaya çalışmak olduğunu belirterek katılan tanınmış bir siyaset adamımız ise, “ecdadımıza yapılan bu küfre karşı” kamuoyunda oluşan tepkilerin dikkate alınması gerektiğini ve diziyi yayınlayan kanalın üzerine düşeni yerine getirmesini salık veriyordu. (Yazının kaleme alındığı dakikalarda uyarıyı emir telâkki eden RTÜK’ten gelen açıklamayı hatırlayalım: “Kurullarımız, inceleme sonucunda yayın ilkeleriyle bağdaşmayan bir durumla karşılaşırsa, gereken yapılacaktır!”)
Girişte de vurguladığımız gibi, yakın bir geçmişte Atatürk filmleri üzerinden koparılan gürültüye yeni bir halka olarak eklemlenen bu tartışmalar, -geçtiğimiz günlerde vizyona giren Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi ekseninde yaşanan polemiği de akla getirerek-, ülkenin referandumla doruğa ulaşan son dönemine damgasını vuran sosyal ve siyasal sürecin biraz da doğal sonucu olarak seyrine devam ediyor. Bir başka deyişle, söz konusu olan film ve diziler, “resmi ideolojinin izinde olmak” ile “malâm mihraklara cesaret vermek” arasında gidip gelen eleştirilerle karşılaşmaya devam ediyor.
Taraf Olmak ya da Olmamak!
Anılan film ya da dizilere getirilen eleştirilere bir bütün olarak bakıldığında, ideolojik bakışa bağlı olarak “olguya taraf olma” yaklaşımının ağır bastığını söyleyebiliriz. Genel olarak ‘tutarlılık’ gibi asgari düzeyden nasibini pek de alamamış bu serzenişler (örneğin, karşı kutbunda yer alan bir yapıma duyulan öfkeyi ‘özgürlükler’ ya da ‘hoşgörü’ çerçevesinde ele almayı doğru bulduğunu beyan eden bir siyaset adamı, kendi cephesini rahatsız eden bir eseri, pekâlâ ‘mazisine hakaret etme’ şeklinde niteleyebiliyor.) politikacılardan köşe yazarlarına, pek çok çevreyi kapsamasına karşın, konu ve tartışma yaratan kavramlarda görüşüne en az başvurulan kesim, -hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde- sanat ve sinema camiası oluyor.
Bütün bu gelgitlerin tarihsel arka plânı incelendiğinde, sinema tarihinin sanat ve ideoloji kavramlarından bağımsız düşünülemeyeceği görülecektir. Yedinci sanatın sessiz dönemlerinden başlamak üzere; Eisenstein’ı coşku yaratan Sovyet Devrimi’nden, Easy Rider’ı tüm dünyayı kısa sürede peşine takacak ’68 ruhundan ya da Yılmaz Güney klâsiklerini Türkiye’nin 70’li yıllarına damgasını vuran siyasal ortamdan farklı bir yerde konumlandırmak nafile bir çabanın ürünüdür. Benzer bir yaklaşım, sanatın tüm dallarını kapsayacak bir biçimde genişletebilir; Rönesans hareketini Reform’dan, Romantik dönem sanatçılarını Fransız Devrimi’nden ya da Dışavurumcu Alman ressamlarını, Hitler öncesi dönemin kaotik ortamından koparamazsınız. Buna karşın, adı geçen ilişkinin, sanatı sanat yapan temel değerler bütününden bağımsız ele alınması (tam da 2011 Türkiyesi’nde olduğu gibi) bir başka çelişkinin doğmasına yol açacaktır.
Sinema Nedir ya da Ne Değildir?
Tartışma konusu yapılan yapıtlara dair sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, sözgelimi Can Dündar’ın Mustafa’sının belgesel sinema adına hangi yenilikleri içerdiğini, yok edilmek istenen bir ulusu var etmeye çalışan bir liderin profilini hangi görsel ve yazılı kaynaklardan yararlanıp bütünlüklü bir anlatı içinde seyirciye ulaştırmaya çabaladığını ve bunu gerçekleştirirken estetik değerlere sahip olup olamadığını sorgulayabilirsiniz. Benzer biçimde, bu yapımın anti-tezi olduğunu öne süren Dersimiz: Atatürk’ün didaktik anlatı formlarından neden bir türlü sıyrılamadığını, biyografik bir yapımın ‘olmazsa olmaz’ ilkelerinden niçin nasibini alamadığını ve salt ticari bir yapım olarak ‘sınıfta kaldığını’ (sinema tarihinde öne çıkan benzer yapımları da görüşlerinize referans yaparak) öne sürebilirsiniz. Böylesi bir bakışla, yer aldığınız taraf ve savunageldiğiniz ideolojiyi belki bütünüyle göz ardı etmeden; ancak soğukkanlı bakış açınızı da yitirmeden Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi filmini de masaya yatırabilirsiniz. Karşınıza çıkan, filmin hararet yaratan Atatürk’le ilişkili sahnesini TV için hazırlanan fragmanının omurgası yaparak prime dönüştürmeye çalışan yapımcıdan ya da “role hazırlanmak için sabahlara dek namaz kıldığını” beyan ederek filmin hedef kitlesine göz kırpan oyuncudan başkası olmayacaktır. Tıpkı, gösterim şansı yakalayan ilk Kürtçe filmlerinde kendi çevreleri dışındaki tüm kesimleri bir canavar olarak resmetmesine karşın, seyircinin savundukları karakterlerle özdeşleşmesine engel olan (ve eldeki tek argüman olan ‘gerçekleri anlattık’ söylemini tek atışta heba etmeyi başaran) Min Dit ekibi gibi. Oysa İki Dil Bir Bavul gibi, benzer bir yaşanmışlık deneyiminden hareket eden bir filmin ‘Andımız’ sekansı, öncülünün saatler boyu söylemeyi çalıştığı ‘şey’leri bir çırpıda izleyicinin kulağına fısıldayacaktır. Örnekleri Kubilay’dan Nene Hatun’a süren bir çizgide çoğaltabilir; hatta bu filmlerin ele aldıkları temayı algılamaya yatkın (ya da olgunlaşmış!) bir seyirci tabanının varlığına rağmen gişede neden yere çakıldıklarına dair fikir yürütebilirsiniz. Kısacası savunulan ideolojinin niteliği ortaya çıkan ‘öz’ü değiştirmeyecek, bir yapımın yaratıcı kadrosunun kılavuz edindiği ideoloji, “neyin”, “nasıl” anlatıldığı önemsenmediği ölçüde başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü sinema, yalnızca siyasal bakışınıza ve yer tuttuğunuz safa güvenerek ortaya koyabileceğiniz (ve bundan bir çırpıda sonuç alabileceğiniz) kadar küçük bir sanat dalı değildir. Eisenstein’ı büyük bir yaratıcı yapan temel nedeni yalnızca ideolojisine olan bağlılıkla açıklayamaz, sinema sanatına yaptığı önemli katkıları bu yolla göz ardı edemezsiniz. (Griffith’in ırkçı yapıtının (The Birth of a Nation) ya da Leni Riefenstahl’in Nazi belgesellerinin savunduğu çarpık ideolojinin, bu filmlerin sanatsal niteliğini gölgelememesi gibi.)
Madalyonun Öteki Yüzü
Bu süreç, madalyonun öteki yüzüne bakıldığında, her sanatsal ya da düşünsel olgudan siyasal sonuçlar çıkarmaya heveslenen politikacılar veya hamlelerini “duyarlı kamuoyunun sesi” olma adına gerçekleştiren köşe yazarları adına da ilginç sonuçlara ulaşmamıza olanak tanımaktadır.
İlk olarak, bu çevreler, uzunca bir süredir dizi sürelerinin uzunluğuna işaret eden; hatta bu işkencenin sonucunda kimi arkadaşlarını toprağa veren dizi emekçilerinin çığlığına kulak tıkamışlar ve (Muhteşem Yüzyıl örneğinde olduğu gibi) RTÜK’ü müdahaleye çağırmamışlardır. Dolayısıyla, bugün gösterdikleri hassasiyeti masum veya olağan bir talep olarak nitelendirmenin uygunluğu tartışma konusudur.
İkincisi; dizi ya da filmleri “gelenek, kültür, tarih, miras” vb. kavramların ağırlıkta olduğu bir bakışla değerlendirmeye kalkışmanın, -söz konusu tavrın ‘sanatın özgürlükçü bir ortama ihtiyaç duyması’ niteliğiyle çelişmesi bir yana-, olguya gerçek (ya da hedeflenen) değerinden farklı bir anlam yükleme gibi, bir başka nafile çabanın ürünü olduğunun altı çizilmelidir.
Bir Kubrick kahramanına “vatanseverlik, bir hainin son sığınağıdır” cümlesini söyleten anti-militarist söylem (Paths of Glory), savaşların son bulmasına neden olmamıştır. 60’ların görece özgür ortamında sistemin ve her türden otoritenin sorgulanması gerektiğine inanan pek çok yönetmen, 80’lerin muhafazakâr politikalarına engel olamamış, Vietnam’ı sorgulayan onlarca yapım, sözgelimi Irak’ta, milyonlarca insanın gözü önünde oynanan oyunu durdurmaya yetmemiştir. Çünkü sinema, tüm sorunları tek başına çözme gibi bir etkiye sahip değildir; dahası böyle bir iddia peşinde de değildir. Biraz da bu yüzden, sinema tarihi; değiştirmeye, yıkmaya ve yerine yenisini koymaya hevesli onlarca başarısız yapımı da kapsamaktadır. Yarına kalan politik eserler ise “yüzleşme”, “sorgulama” ve “duyarlı kılma” gibi, bireyde hiç de küçümsenmeyecek durumları ortaya çıkarmaları nedeniyle önem arzetmektedirler.
Dolayısıyla Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi veya Muhteşem Yüzyıl gibi yapımların bakış açılarını topluma aşılayacağı ve dahası bu yolla bir dönüşüm yaratabilecekleri savı geçerli değildir.
Sonuç Olarak…
Sorun; (belki de gerekli olan) bir sorgulamayı, örneğin Mustafa filmi ekseninde gönül rahatlığıyla gerçekleştiren ve ‘özgürlükler adına yüzleşme’ söylemini baş tacı eden kesimlerin, böylesi bir hesaplaşmaya ne kadar yanaşacaklarıyla âlâkalıdır.
Sanırız geçmişte Halit Refiğ’in, bugün sinemamız adına çıtayı aşmayı başaran bir dönem filmi olarak değerendirilen Haremde Dört Kadın adlı eserine gerçeklerin çarpıtıldığı ya da tarihimizin karalandığı iddialarıyla ve benzer bir saldırganlıkla tepki gösterenlerin, aynı düşünce sistematiğinden yola çıkan yeni nesillerini uyarmaları yeterli olacaktır; çünkü ne o film, ne de diğerleri, tarihin yerli yerine koyduğu Osmanlı imgesini yerle bir etmeyi başaramamıştır. Tıpkı, “Muhteşem Mazimiz Ayaklar Altına Alınamaz!” şeklinde pankart açan grupların, şanlı zaferler ve fetihlerin yanı sıra; haremin, entrikaların veya Hürremlerin var olmadığı bir Osmanlı sarayı yaratmayı başaramayacağı gibi!…
İnanın, gerçek “ucubelik”, tersi bir yaklaşımı dayatmanın sonucunda ortaya çıkacaktır.
(10 Ocak 2011)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü