“Tarih” bir bilimdir, “Sinema” da bir sanat… Bilimler sonuçlarını “dir/dır” diye ispatlamak, sanat/sanatçı ise, “bence, şöyle bir şey” yorumuyla yetinmek durumundadır.
Kimse bir tarih kitabını rastgele eline almamalı. Önce onu yazan hakkında bir şeyler bilmeli. Bu tarihçi kimdir, nesnel dünya, bilgi ve tarih bilgisi hakkında (epistemolojik) ne tür bir fikri vardır, diye sormalı. “Bir sarayda farklı bir köylünün kulübesinde farklı düşünülür” diye bir söz var. Bu tarihçiler için de sinemacılar için de geçerli…
Louis Althusser, “Birey tarihi sürecin taşıyıcı öznesidir” diyor. Popüler tarih tartışmalarımız da zaten bu cümlenin iki ucu arasında bir sarkaç gibi gidip gelir. Bir uçta tarihi “birey”in yaptığını sananlar vardır, diğer uçta bireyi “süreç”in taşıyıcı öznesi olarak yerine koymaya çalışanlar. Babil Kulesi neden vardı ve kim yapmıştı? Kuleyi kral mı düşünüp yaptırdı? Yoksa kule bir toplumsallığın ihtiyacı olarak mı yapıldı? Hollywood’un ilk Vietnam filmlerinden “Platoon”a kadar aldığı yol nedir? Önce Vietnam’a kahramanca çıkartma yapan Hollywood, süreç içinde bilerek veya bilmeyerek neyi öğrenmiştir? İlle de öğrenmesi mi gerekir, yoksa ABD halkının artan “Vietnam Sendromu”nun yansıması o filme yetmez mi? Veya dünyanın bütün zamanlarında ve bütün coğrafyalarında cirit atmış Hollywood’un hâlâ kendi toprağında 1492’den bir yıl aşağı neden inemez?
Sonra bir soyutlama düzeyi aşağı inip, tarihçinin genel dünya görüşünü, düşünce sistemini de bilmek gerekir. Dünyayı nasıl kavrıyor, nasıl değerlendiriyor acaba, diye… Bunu bilmesi gerek, çünkü ileri süreceği savlar onun dünya görüşünden etkilenecektir. Dindar veya ateist bir bilimcinin aynı cümleleri kurması o kadar kolay mı? Yoksa Galileo nasıl kopardı zamanın ideolojisinden ve nasıl kurardı o bilimsel cümlesini?
Sonra bir dizey daha aşağı inmek gerek. Çünkü tarihe bakışın da birçok yöntemi var. Tarihçinin tarih biliminin nasıl yol aldığıyla ilgili fikirlerini ve kullandığı teorik yöntemini de bilmek gerek. Çünkü tarihi olguları açıklayacak birçok hipotezler ileri sürecektir. 1930’larda birçok insana doğru gelen bir “Güneş-Dil Teori”miz vardı. Ama çoktan tarihin çöplüğüne atıldı. Ya da hâlâ hakim bir “Gaza Teorisi” var, Altaylardan gelip çala-kılıç Viyana kapılarına dayanan… Zaman içinde herkes o kadar kendini bu sorunsala kaptırmıştır ki, Alpaslan Malazgirt’i kazandıktan sonra, üstelik tüm Anadolu bomboş iken, neden Selçuklu’nun ovadan bir adım ileri gitmediğini sormayı unutur. Ama o teori, kişilerin üstünden atlayıp sıçrayıp Viyana kapılarına dayanıverir. Okul kitaplarımızdaki tarih bu yüzden hâlâ Viyana kapılarında kalmaktan umutsuz!
Sanat için, buraya kadarı Tarih bilimin işidir. Biz üçüncü dünyalılar (!) bilim ile sanatın yöntemini / söylemini birbirine karıştırmayı pek severiz. O yüzden filmlerden tarihi gerçekleri ortaya çıkarmasını bekler, filmlerimize bol bol tarih ve sosyolojinin görevlerini veririz. Oysa hiç gerek yoktur pahalı bir filmle bunu yapmaya… O sorun aslında tarihçinin bir kitap veya makalesi ile kolayca çözülebilir. Ama inatla öyle yazmak, hem öyle okumak veya
seyretmek isteriz. İsteriz ki hem film olsun, hem de karakterler bize güzel güzel tarih nutukları atsınlar…
Sanatın amacı, daha aşağıdaki bir düzeyi, bir toplumsal formasyonu yani yaşantıyı anlatmaktır. O zamanlar orada nasıl bir yaşantı vardı? Fakat bu soru belgesel ile ilgilidir. Dramatik bir film ise daha ileri gider. Dramatik filmler yaşantıyı (maalesef ve maalesef!) bir öykü içinde anlatmak zorundadır. Yani o zaman o sırada insanlar nasıl yaşarlardı?
Dolayısıyla, dramatik bir tarih film yapmak için, hem iyi tarih bilmek ama tarih bilimini de unutup bir öykü anlatmak gerekir. Nasıl konuşurken dilbilgisini düşünmeden konuşuruz, bu da öyle… Senarist ve onun tarih danışmanının birlikte çözmesi gereken şey tam burada başlar. Senarist tarihçinin görevini asla üstüne almamalı, danışman da anlatılacak yaşantı / öyküye tarihçinin söylemini karıştırmamalıdır.
Yaşantının belli bir soyutlama ile kavranması da gerekir. Kapitalist veya feodal çağda da sömürü vardı diye feodal beyi / ağayı kabaca fabrikatörün yerine koyamayız. Üstelik yüzyılı aynı olsa da, bunun Avrupa’da veya Osmanlı’da farklı bir şey olduğunu da bilmek gerekiyor. Belki o zaman feodal çağı yaşamamış ABD’ye Oscar için “Eşkıya”yı göndermenin (o tür bir anlatı yapısıyla) abesle iştigâl olduğunu kavrarız. Çünkü seyircinin bir filmi anlaması için o toplumsallığı anlayacak kadar bir ortak paydası, bilgisi olması gerekir.
Sonra sıra yaşantının olgu düzeylerine inmeye gelir. Soru şudur; Acaba bu öyküde anlatılan bir olay veya olgu o gün orada nasıl olmuştur? Bu aşamada arkeoloji, antropoloji, etnografya, seyahatnameler, resimler, fotoğraflar, mekânlar, vb. her tür bilimsel, kültürel ve toplumsal ürünlerin bir fikir edinmek için mutlaka araştırılması gerekir.
İç içe geçmiş yaşantı ve olgu düzeylerinin için bir örnek vermekte yarar var. Birkaç yıl önce gösterilen ve sinema seyircisinin büyük çoğunluktaki çok sevdiği “Cesur Yürek” diye bir film vardı. O filmin giriş bölümünde bir sahne vardır. Babasının arkadaşları, William Wallace’a gelip İngiliz kralına karşı ayaklanma teklif ederler. O günlerde güzel nişanlısı ile bir aile kurma derdindeki Wallace ise onlara katılmaz. Fakat daha sonra İngiliz kralının adamları gelip kadını öldürünce, Wallace da kılıcını çekip bir ayaklanma başlatır. Wallace tarihi bir “özne” ise mesele yoktur ve devam edilebilir.
Fakat ortaçağ Avrupa’sında tarihi “süreç” böyle mi işliyordu acaba? Yani, Ortaçağ Avrupa’sında karısı kralın adamları tarafından öldürülen bir adam, sevilen bir kabile reisinin oğlu bile olsa, bir ayaklanma başlatabilir miydi? Hele hele, tarih bize Ortaçağ Avrupa’sında “İlk gece hakkı”nın bile feodal beyin olduğunu söylerken! Herkes şüphesiz bugünkü kadın haklarından baktığı için, filmi izledi ve Wallace’ın ayaklanmasını akla yatkın buldu. Ama yanlış!
Doğrusu ne? Ortaçağda Avrupa’daki toplumsal formasyonun en temel çelişkisi ne? Marx bunu; “Feodal çağda artı-değer ekonomi dışında bir zorla alınır” diye cevaplamıştı. Madem öyle, yapılması gereken neydi?
Pekâlâ da, kralın adamları o yıl harman yerine bir kat daha fazla vergi almak için gelebilirdi. Tarih danışmanı bunu söylemek, senarist de sahneyi harman yerine koymak durumundaydı. Böyle olsaydı kötü mü olurdu? Tam tersine, hem doğru hem de daha güçlü bir sahne olurdu. Wallace başı belâya girmesin diye geride durmak isteyip, kız da pekâlâ vergiye itiraz edebilir ve ölebilirdi. Wallace da hem toplumsal gerçeğin ihlâline hem de sevdiği kızın ölümüne kılıcını çekebilirdi.
Pek yakıştıramasak da dramatik bir TV dizisi de sinemanın bütün araçlarını kullanan sinematografik bir dramatik anlatıdır. Son günlerde bir TV kanalında “Muhteşem Yüzyıl” adıyla bir TV dizisi oynamaya başladı. Biraz tarih bilen herkes bilir ki, bu ülkede hatta dünyada “Muhteşem” sıfatı ile anılan tek kişi, 10. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dır. Dizi de zaten onu anlatıyor. Üstünde bu kadar gürültü kopmamış olsa da, son günlerde benzer bir tartışma da “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” üstüne yapılan bir sinema filmi üstüne yürütülüyor. Ama o tartışma da benzer şekilde ve akla-kara mantığı içinde sürüyor. Bu arada, 2010 İstanbul Kültür Başkenti bağlamında yapılan ve gözden kaçan “Mahpeyker: Kösem Sultan” filmi, vb. de var. Mustafa Kemal Atatürk veya benzer tarihi kişilerle ilgili filmler bağlamında bu tür tartışmalar çok yapılır ülkemizde. Bu yüzden de sinemacılarımız tarihi öykülere sakınarak yaklaşır. Hatta bu yüzden tarihi filmlerimizi yabancılara bile ısmarlamaya kalkarız!
“Muhteşem Yüzyıl” yayına başlayınca, her zaman olduğu gibi, herkes tarih konusunda döktürmeye başladı. Tarihimize karşı muhafazakâr (!) olanlar, dizideki olguları sayıp dökerek, tarihi gerçekleri saptırdığı için (!) dizinin yasaklanması gerektiğini, onlara karşı duranlar ise bunun “sansür” olacağını, sanatçının istediği yorumu yapabileceği iddiasındalar. Daha temkinli olanlar, “Durun bakalım, dizi biraz daha ilerlesin” diye cevaplarını şimdilik erteliyorlar. Sade vatandaş ise RTÜK’e yasaklama başvurusu yağdırmak konusunda reyting rekorları kırıyor. Medya ilkokul çocuğuna dahi kamerayı doğrultup fikrini soruyor. O da anası ve babası gibi, ilkokuldan beri kendisine öğretilen klişeleri “İstiklâl Marşı” okur edasıyla tekrarlıyor.
Oysa bu bir fırsattır. Tarihçiler bir ülkede tarih biliminin eğitiminden, sanatçılar da sanatın tarihe bakışını halka anlatmaktan sorumludurlar. Siyasetçiler ve kurumlar ise şu çarpık gürültü karşısında kitlelerin baskısına boyun eğmesin yeter. Medya ne güne duruyor?
(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)
(11 Ocak 2011)
Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.