Kalem herkes “yazar” olsun diye keşfedilmedi. Fotoğraf kamerası ve sinema kamerasının keşfi de öyle… İkisi de ortaya çıktıklarında toplumsallığın “o an”nını veya “o anlar”ını kaydetmek için oluştular. Sonra bu aletleri beceriyle kullanan bazı öncüler, onlarla “fotoğraf” ve “sinema” sanatını yarattılar. Sinema için bu yaratım, kameranın keşfinden 10 – 15 yıl sonra, öncülerin sinematografinin (hareketli görüntülerin dilbilgisi) imkânlarını genişletmesiyle büyük bir ivme kazandı. Sinema insanoğlunun tarihini öylesine hızlı bir giriş yaptı ki, eleştirmenler ilk anda ona bir isim bile bulamadılar. Öncekileri sıraya bile koymadan, onları toplu saydılar ve sinemaya “Yedinci Sanat” adını verdiler.
Herkesin bildiği gibi, kameralar başlangıçta sinema filmi yapmak için kimyasal bir madde olan “film”i kullanırdı. Film işlemleri bu kimyasal malzeme yüzünden büyük sermaye, uzmanlık ve iş bölümü isterdi. Oysa
günümüzde kayıt malzemesi elektronikleşti ve oldukça da ucuzladı. Kalem / kağıt kadar ucuz olmasalar bile, kitleler artık tüketim için kendilerine sunulan aletleri alıp üretime yöneltiyorlar. Hareketli görüntü artık eskisinden çok daha fazla kitlelerin kişisel tasarrufu altında ve onların üretimine (ve tüketimine) açık. Otuz yıl önce kim kendi başına film yapmayı veya 1.000 tane dünya film klâsiğini bir hard-diske yüklemeyip cebine koymayı düşünebilirdi ki?
Günümüzde hareketli görüntünün tüm dünyadaki TEMEL ÇELİŞKİSİ, artık her geçen gün tarih sahnesinden çekilmekte olan pelikül filmle yapılan eski üretim tarzı ile birikmiş ve kendini elektronik üretim tarzına uyarlamış uluslararası entertainment sermayesi ile, her geçen gün biraz daha toplumsallaşan yeni elektronik üretim tarzının kobileşen yerel biçimleri arasında olacaktır.
Teknoloji hızla gelince onu nesnesine uygun mantığı da kendiliğinden geliyor. Dolayısıyla teknoloji ucuzlayıp kullanımı kolaylaşınca, herkeste kendiliğinden “ben de film yapabilirim” duygusu artıyor. Şüphesiz bu güzel bir şey… Acaba hareketli görüntü için bu yüksek ilginin sonu nereye varır diye düşünülebilir? Bu konuda bir tahmin
için insanoğlunun birçok deneyimi var aslında. Dünyadaki okuma / yazma sayısına karşılık “yazar”, boya / fırça sayısına karşılık “ressam” veya artan fotoğraf makinesi sayısına karşılık “fotoğraf sanatçısı” sayısı / oranı belli. Sinema kamerası için de aynı şey olacak, belki herkes kamera kullanıp bir şeyler çekecek ama herkes sinemacı olmayacak / olamayacak!
Şimdi bir geçiş sürecindeyiz ve “yapabilirim” hevesi çok sıcak… Bu ivmenin daha da süreceğini söylemek bir kehanet değil. Fakat “bir şeyler yapmak” ile bir “sanat” yapmanın farkları da yavaş yavaş görülmeye başladı. Kamera sahibi olanların sayısı belki artıyor ama “film” için gerekli düşünce / bilgi ve deneyim unutuluyor. Adeta
sorunların teknoloji tarafından kendiliğinden çözüleceği, filmin ise neredeyse kamera tarafından yapılacağı sanılıyor. Önlenemez bir gelişim bu…
Film yapma imkânları, eskisine göre artık herkesin elinin altında olabilir ama film yapmak için çalışılması gerek ödevler hâlâ aynı. Edebiyatın en güzel klâsiklerinin divit uç veya tüy kalemle yazıldığını hatırlayalım. Teknoloji ile yeni şeyler üretmek mümkün tabii ama teknolojiye ulaşma kolaylığı bize dramanın bilgisini kendiliğinden vermeyecek. Onu yine öğrenmek zorundayız. Yeni teknoloji ancak o zaman yeni imkânlara kapı açacak. Ama günümüzde üniversitede bile, “Her öğrencimize bir kamera düşüyor” diye övünen sinema bölüm başkanları var. Her öğrenciye bir kamera almak doğru mu? Sinema, fotoğraf gibi kişisel olarak yapılan bir sanat değil ki! Sinema setinde hâlâ bir kamera gerekiyor! Böyle olunca, herkes elinde doğru dürüst bir senaryo olmadan, eline kamerayı alıp sete çıkmaya başlıyor. Kameranın kullanım kılavuzu okununca belki kameraman olunur ama algının ışıkla ilişkisini bilmeden görüntü yönetmeni olunmuyor. Bilgisayarına bir kurgu programı doldurup, programın el kitabı ile onu kullanmayı öğrenince kurgucu olduğunu düşünenler giderek yaygınlaşmaya başladı. Oysa kurgunun beyinde / algıda var olduğunu bilmek ve öğrenmek için yapılması gereken mesai hâlâ aynı…
Hareketli görüntü elektronikleştiğinden beri tüm dünyada “sinemacı olmak” yolları da aynılaştı. Bu değişimin en belirgin kurumlarından birisi de hareketli görüntü alanındaki KOBİ’leşme. Tamamen sistem dışı bir gelişme bu… Bir hevesli, bir kurgu programı bulup evindeki bilgisayara onu doldurunca aslında bir KOBİ kurmanın ilk adımını atmış oluyor. Bunu da en çok sinema öğrencileri yapıyor. 35 kadar fakültede her sömestr 400 – 500 film çekiliyor. Bu süreç, okullardaki kurgu setlerinin yetersizliği veya sömestr sonlarında kurgu setleri önünde uzayan kuyruğa girmemek için başlıyor. Bilgisayara zaten yabancı olmayan yeni nesiller, kafa göz yararak, kurgu programını kullanmayı kısa sürede öğrenip, yine kafa göz yararak kendi filmlerini kurgulamaya başlıyorlar. Fakat iş orada kalmıyor. Daha sonra aynı şeyleri okulda yapamayan arkadaşlarının filmlerini de (evde!) kurgulamaya başlıyor ve bu konuda giderek uzmanlaşıyorlar. Geleceğin KOBİ’lerini kuracak tanışmalar da bu tür yerlerde oluyor. Çoğu sınıf veya dönem arkadaşı bu sinema öğrencileri, okulu bitirdikten sonra, 2 + 1 bir daire kiralayıp, çoğu zaman şirket bile kurmadan, bir KOBİ haline geliveriyorlar. Şüphesiz bu yeni sinemacıların çok büyük çoğunluğunun ütopyası “sinema yapmak”. Hatta bazıları bu ofisleri home – ofis olarak bile kullanıyor. Tanıtım, fuar, ucuz reklâm, klip filmleri, vb. çekip, kendi yağları ile kavrulan bu işleyiş, onları televizyon dizi sektörünün orman kanunlarından da koruyor. Onlar asla eski düzenin modelini takip etmeyen, hepsi kurgu, kamera, ses, ışık, vb. aletlerin kullanımını az – buçuk bilen, bağımsız ruhlu yeni sinemacı özneler…
KOBİ’lerin küçük boyları amatör, orta boyları ise profesyonelliğe doğru tırmanıyor. Çoğunun kafasında ekmeğini hareketli görüntü ile iş yaparak çıkarmak ve sinema yapmak var. İnternet ortamı başlı başına bir iş alanı onlar için. İş dünyası artık basılı katalog yerine tanıtım filmleri yaptırıyor. Müzik dünyası artık klip yapmadan çalışmıyor, vb… Zamanında sinema salonları ve TV kanalları kısa film ve belgesele yeteri kadar yer vermediler ama her ikisi de şimdi altın çağını yaşıyor. Kısa film ve belgeseller artık yer yerde…
Yol arkadaşlığı bazılarına yanlışlar da yaptırıyor. Bunların en tipik olanı, hepsi yönetmen / yapımcı ruhlu birkaç kişinin bir araya gelmesi. Bu çok doğru bir araya geliş değil. Çünkü o zaman her biri, hayatın maddi kısmını götürecek, kazanı kaynatacak işin ucundan aynı anda sarılmıyor / sarılamıyor. O yüzden de işler kötü oluyor veya hiç olmuyor. Ödenemeyen kira vb. masraflar yüzünden KOBİ dağılıyor.
Bu yüzden bazı başarılı örnekleri inceledim. Bu tür KOBİ’lerde, üçlü bir sacayağı şeklinde, kısmi bir işbölümü var. Birisi sacayağının yapımcı, birisi yönetmen yapımcı bir diğeri de teknoloji (kamera, kurgu, ışık ses) ayağında duruyor. Şüphesiz hepsi diğerinin işini de az – buçuk yapabiliyor, birisi olmayınca diğer ikisi onun boşluğunu görevi dolduruyor.
Sinema eğitim kurumları hâlâ eski üretim biçiminin istediği (artık istemediği) uzmanları yetiştirmeye çalışıyor. Bu yüzden üniversite dışındaki eğitimler oldukça önem kazandı. Yasalar ise çok gerilerde ve kredi alabilmeleri için hâlâ onların farkında değil…
Sinemadaki KOBİ’leşmenin yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları ile buluşması için çaba sarf etmeyi çok anlamlı buluyorum. Çünkü bu buluşmada, gelecekte sinemanın nasıl yapılacağının da nüvesini görüyorum.
(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)
(12 Ocak 2011)
Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.