Bu yıl birincisi düzenlenen Uluslararası Geleneksel Çanakkale Troia Şeffaf Beygir Film Şenliği, Emek Sineması’na destek için kişniyor. İstanbul’da “hadi filme gidelim” diye bir öneri alırsanız aklınıza ilk gelen Emek Sineması olur. Hangi filmin oynadığının pek önemi yoktur. Yer göstericinin refakatinde sizi gerçek bir sinema salonu karşılar. Şimdi tüm bunları elimizden daha modern bir mekân için çalmaya çalışıyorlar. 1. Uluslararası Geleneksel Çanakkale Troia Şeffaf Beygir Film Şenliği’nin Şeffaf Beygiri, gözünü Emek Sineması’na dikenlere en okkalı çiftesini gösteriyor.
Aylık arşivler: Nisan 2010
İstanbul Film Festivali’nde Verilen Avrupa Konseyi Film Ödülü Face, Sahibini Buldu: Ajami
Dördüncü Avrupa Konseyi Film Ödülü (FACE), Avrupa Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Maud de Boer-Buquicchio tarafından 29. Uluslararası Istanbul Film Festivali’nin kapanış töreni sırasında Ajami filminin yönetmenleri Scandar Copti ve Yaron Shani’ye verildi. FACE 2010 sahipleri, İnsan Hakları bölümü Jürisi Başkanı Marco Bechis tarafından açıklandı. Ajami İsrail’de, Yaffa’da, farklı etnik kökenleri olan insanların yaşadığı bir mahallede geçiyor. Bir intikam cinayeti ile başlayan film, katillerin hedeflerinde yanılmalarından kaynaklanan trajik sonuçları anlatıyor.
İstanbul Film Festivali’nde Verilen Avrupa Konseyi Film Ödülü Face, Sahibini Buldu: Ajami yazısına devam et
5. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, Ankara Atölye Programı Açıklandı
5. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin Ankara atölye programı açıklandı. Güvencesiz Çalışmayı İşçi Filmlerinde İzlemek, Kısa Film Üzerine, Tek Film ile Sinema Televizyon Bilgisi, Bir Film Yapıyoruz, Ekonomi Politik İçinde Senaryo, Stop Motion Atölyesi, Emek ve Sinema, Görüntülerle Anlam Yaratmak, Oyunculuk Üzerine, v.d. başlıklı atölye ve etkinlikler İFF Ankara Film Atölyesi, Mimarlar Odası, Alman Kültür Merkezi, Ankara Üniversitesi ATK Sanat Evi ve MTÖ Salonu, um:ag:, Beksav, Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Hacettepe Üniversitesi Mehmet Akif Ersoy Salonu ve Ötek Tiyatro’da gerçekleştirilecek.
Bir Üçleme’nin İlki: “Bal” ve Sinemamızda Farklı Bir Anlatım: “Kosmos”
Bal, Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi’nin sonuncu / ilk filmi. Çekiliş sırasına göre, Yumurta ve Süt’ten sonra üçüncü film ama kronolojik olarak her ikisinin de önünde yer alıyor: Yusuf’un çocukluğunu izliyoruz. Yumurta’da Yusuf annesinin ölüm haberini alarak kasabasına döner, Süt’de ise kasabanın dar çerçevesinde gençliğinin hem çalışan (‘süt’ işinde) hem avarelik günlerini yaşar. Bal ise Yusuf’un babası ile ilişkilerini ve okul (ilkokul) günlerini gösterir. Gösterir diyorum, konuşmayı en aza indiren Kaplanoğlu, kamera hareketini de, görüntü içindeki hareketi de en aza indirmiş durumda. Sabit kamera ile -ender hareketler dışında- uzun çekimlerle, yalnız bir çocuğun babası ile fısıltı ile konuşmaları, amaçsız dolaşmaları, evde orayı burayı karıştırması ile büyümesini (!), hedeflediği ‘kırmızı kurdele’ye ulaşmasını… Aslında takvim yapraklarını (iki kez) rahatça okuyan Yusuf, -sınıfta başlayan- final sahnesinde sadece bir takım ses’ler çıkararak, ‘okuma kurdele’sini takınır, hem de ‘başaramadığı halde’ ve -belki de yaşamında ilk ve son kez- alkışlanır… Sonrası, bal toplayan baba ağaçtan düşerek ölür, Yusuf’un sığınacağı yer ise ormanın kuytulukları olacaktır.
Babası ile Yusuf, normal konuşurken, daha doğrusu babası konuşur, Yusuf susarken, baba ‘fısıltı ile konuşabileceğini’ söyler ve ondan sonra öyle yaparlar. Yusuf ise annesi ile konuşmaz, annesinin sorularına cevap vermez? Annesi yemek hazırlığında iken ışığı söndürmesi, yakıp tekrar söndürmesi, nedeni sorulunca cevap vermemesi, sonra da karanlık yerine oturmuş iken oyunu annesinin sürdürmesi, filmin hareketli, ender sahnelerinden.
Yapmadığı ödev için (niçin yapmaz?) defterini sıra arkadaşınınki ile değiştirip kendini yapmış, arkadaşını yapmamış gibi gösterip, arkadaşının kulağının öğretmence çekilmesine neden olmaktan başka, annesi (velisi?!) okula çağrılan arkadaşının ertesi gün okula gelmemesi, filmin -Yusuf’un dışındaki- kahramanlarının da (burada arkadaşı) niçin sustuklarını boşlukta bırakan sorular.
Yusuf, tenefüslerde, sınıfın penceresinden, bahçede oynayan arkadaşlarını seyrediyor, sadece seyrediyor, tekrarlanmış bir sahne olduğu nedenle, devamlı seyrediyor, (Yusuf yalnızca bir seyirci mi?). Yusuf’un evi karıştırırken bulduğu, sonra kaybedince babasına sorduğu ve sonradan tekrar bulduğu tahtadan oyulmuş gemi -‘uzaklara giden gemi’ mi idi?- ne kadar Yusuf’un kişisel dünyasına yönelik yolculuklarsa, haber alamadığı için annenin kocasını (Yusuf’un babasını) sorarak araştırması, jandarmadan medet umması, annesinin o kadar toplumsal yaşam içinde bulunması…
Yusuf Üçlemesi’nin Bal – Süt – Yumurta sırası ile seyredilmesi Yusuf’un kişisel çözümlenmesi bakımından daha denk düşecektir. Finalde, kurdeleyi takan Yusuf’un aslında, okuyabilmesi gereken sayfada yazılı olanları, sadece bir takım sesler çıkararak seslendirmesi (okuması değil), Yumurta da ise karşımıza bir kitapçı olarak çıkması herhalde raslantısal değil, zaten o evde önce babasının, sonra annesinin yanında iken takvim yapraklarını kafasını gözünü yara yara okuyan Yusuf değil mi?
Bir çok şeyin olduğu, Kaplanoğlu’nun anlatım dili nedeni ile hiç bir şey olmuyormuş gibi görülen, yaşamı bire bir izlermiş gibi olup ta, aslında Yusuf’un gözünden -ama bakış açısından değil- Yusuf ile birlikte izleyen bir film Bal. “Hiçbir şey olmuyor” dedik, görüntüye giren, hiçbir zaman açılmayacak olan televizyonun suskunluğu da bunlara katılıyor. Bal, üçlemenin ilk halkası ve sonuncu filmi; Yumurta’nın günümüzde geçtiği varsayımından hareket edersek 25 – 30 yıl kadar öncesinde geçiyor olaylar, o yılların Türkiye’sinde. O yıllarda Yusuf gibi davrabilecek çocukların varlığını daha kolay kabûl etmemiz gerekir. Çünkü insan davranışları, temel devamlılığın yanında zamana da bağlılık göstererek değişir. Yusuf’un davranışları -hele final sahnesi- çekimi: Ağaç kovuğunda uyumak yeterince açıklık kazanmıyorsa da, doğurabileceği sorunlar (olaylar) bakımından da açıkta bırakıyor filmi, ama bu açıkta kalmak, yani olayların devamı Kaplanoğlu’nun anlatımının dışında kalıyor. Olay bir yerde bırakılıyor, iki önemli olay sonrasında, kurdele takılmış (hem de hangi koşullarda – ve de sonuncu kurdele) hem de babası ölmüştür… Bu durumda… insan ne yapar?…
Bu özelliklerine rağmen Berlin’de Altın Ayı ödülü alan Bal, giderek daha yalınlaşan dili (ve olayları) ile sinemada esas olan iç hareketliliği de iyice yavaşlatarak durağan bir sinemaya doğru yol alıyor.
Kosmos, öncelikle “kosmos” kelimesi… Filmin adını ilk duyduğumda, dikkatimi çekmişti, sonradan film ödüller topladı ve seyirci ile buluştu… “Kosmos” kelimesine ansiklopediden baktım, “kozmos” olarak geçiyor, “evren” karşılığı olarak… Erdem, niçin “kosmos” olarak kullandı bilemiyorum, bu bilinçli bir değiştirme mi? Yoksa eskilerin astronomi karşılığı olarak kullandıkları “kozmofrafya” kelimesinin kökü olan “kozmos”, söyleyiş değişikliğine mi uğradı?!
“Kelime” ile bu kadar takıldıktan sonra Erdem’in asıl yaptığı şeye gelirsek, film, sinemamızda köşe taşı olacak, bir dönüm noktası olacak bir film. Bir sinemanın üretimi olan filmler içinde dönem başı olan filmler zaman zaman ortaya çıkar. Son yıllarda Eşkiya filmi için bu yakıştırma kullanılır oldu. Eşkıya, klâsik Yeşilçam anlatımının daha eli yüzü düzgün şeklinden başka bir şey değildi. Gişede yaptığı başarı başka bir yapı içinde önem kazanan, “sinema” için o kadar önemli olmayan bir konu bence.
Kosmos’a dönersek, ilk görünüşte anlatılan olay dışında, anlatışta bir değişiklik yok gibi ama öyle değil. Hemen hemen ilk defa, bu filmde kullanılan “mekân”ın (Kars) dekor olmadan, mekâna dönüştünü gördüm (ben). İzlenimim böyle (ve benim için önemli). Birbirini izleyen, ama paralel anlatılmayan olayların bir kısmı sonuçlanırken bir kısmı sonuçlanmıyor, dolayısı ile hep çemberin kapandığı -çoğunluk- filmlerimizdeki gibi çember kapanmıyor… Gerçi “geliş” ile başlayan film “gidiş / kaçış” ile bitiyor ama Kosmos’a, askerlerin gelmesi üzerine kapıyı açıp yol veren Neptün, içeri dalan askerlere karşı, Kosmos ile karşılıklı alıp verdikleri çığlıklarından birini atıyor -eskiden böyle bir davranışı var mı idi?- ve saçları uçuşuyor, hiç neden yok iken ama “çığlık” atmıştır… Kosmos nereden geldi, niçin geldi, nereye gitti bilinmiyor ama niçin gitti? Filmde anlatılan zaten bu… Yaptıkları, yapamadıkları, uğradığı yerde herhalde uzun süre konuşulacaktır.
Bazı filmler vardır, anlattığı olay üzerine konuşur, hatta tartışabiliriz, bu Kosmos için de geçerli ama, öncelikle Kosmos’u seyretmemiz gerekir. Anlatılan olaylar önemli ama önemli olan anlatış tarzından daha çok anlatıştaki tutum: İnsanların “dert” edindikleri şeyler nedir, o dertler” yalnız “onun” başına gelmez, herkesin başına gelebilir. İyilikte, kötülükte hepimiz içindir. Hiç bir olay çözümsüz değildir ama olacak şeyler olacağı yere varır. Gün olur akıntıya kapılmış, kurtuluşundan ümit kesilmiş bir çocuk bir yabancı “el” tarafından sudan çıkarılabilir, ya da dili çözülen çocuğun hastalığı “acil”e taşınsa da çözüme ulaşılamıyabilir.
Yeşilçam modeli konuların, daha arıtılmış biçimleri ile yapılan son zaman filmlerine nazaran, çok farklı olaylar zincirini, amaçlanan fantazisine uygun bir biçimde anlatan Kosmos son yılların en dikkat çekici filmlerinden biri olma özelliğini uzun süre taşıyacağa benzemektedir.
(25 Nisan 2010)
Orhan Ünser
Spagetti Western’in Ruhu: Sergio Leone
Sergio Leone’nin “spagetti western”leri, klasik westernlerin dışında bu türü yenileyen ve yeni bakış açıları sunan filmlerdi. Özellikle anlatım dili, mekânlar ve karakterlerin yansıyışıyla bu farklılıklar hemen göze çarpıyordu. Bu büyük sinemacıyı hatırlatmak istedik.
Sessiz sinema yönetmeni bir babayla oyuncu bir annenin oğlu olarak 3 Ocak 1929’da Roma’da doğan Sergio Leone, 30 Nisan 1989’da Roma’da öldü. “Spagetti westernin babası” olan Leone, filmlerini bir Amerikalı yönetmenden daha çok Amerika’ya adamıştır. Ama, onun westernleri, Hollywood’un bir iyi – kötü çatışması gibi değildir. Daha çok kötülüğün tonlarındadır her şey. Hollywood’daki gibi romantik değildir Leone’nin westernleri. Sert ve bir araba dolusu ceset vardır hep. Senaryo çalışmalarıyla girdiği sinemada yönetmen yardımcısı olarak devam eden Leone’ye saygı sunuyoruz. Leone, bazen Bob Robertson adını da kullanmıştı filmlerde.
Spagetti devri…
Leone, 1961 yılında ilk uzun filmi “Il Colosso di Rodi – Rodos Canavarı”nı çekti. Renkli ve sinemaskop bu tarihi kılıçlı macera filmi M. Ö. 280’de Yunanlı askeri kahraman Darios’un maceralarını anlattı. Bu büyük sinemacı, 1964 yılında kendine ve western sinemasına yeni yollar bulmak için yeni yollara düştü. Leone, 1964 yılında Akira Kurosawa’nın 1961 yapımı siyah – beyaz ve sinemaskop çekilmiş “Yojimbo – Koruyucu” filmini görünce bunu “vahşi batı”ya uyarlamaya karar verdi önce. Başta Charles Bronson, James Coburn ve Henry Fonda’ya rolü götürdü, ama bu aktörler rolü reddettiler. Bu oyuncular, adı duyulmamış bir İtalyan yönetmenin filminde görünüp kariyerlerini zora sokmak istemediler belki. Sonunda, adı pek duyulmamış Clint Eastwood’u keşfeden Leone, rolü bu genç Amerikalı aktöre verdi. Böylece “Per Un Pugno di Dollari / A Fistful of Dollars – Bir Avuç Dolar” ortaya çıkmış oldu. Bu film ilgi görünce, 1965 yılında “Per Qualche Dollaro in Più / For a Few Dollars More – Birkaç Dolar İçin”, daha sonra üçlemenin en iyi filmlerinden 1966 yapımı “Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo / The Good, the Bad and the Ugly – İyi, Kötü ve Çirkin” çekildi. Hepsinin başrolünde Clint Eastwood vardı. “Bir Avuç Dolar”da, isimsiz bir kahraman, sınır kasabası San Miguel’e gelir ve iki acımasız rakip çeteyle mücadeleye girişir. Akira Kurosawa ve Ryuzo Kikushima’nın ortak yazdığı senaryosu “Yojimbo – Koruyucu”dan esinlenen “Bir Avuç Dolar”, western filmlerinin eskisi gibi olmayacağını da gösteriyordu. “Bir Avuç Dolar”da Eastwood’un yanı sıra Gian Maria Volonté de Ramón karakteriyle muhteşem bir performans ortaya koymuştu. Bu filmde sonradan ünlenecek Amerikalı oyuncu Harry Dean Stanton da vardı ama onu genç haliyle tanımak gerekiyor. Bu filmin senaryosunu Leone’yle beraber Víctor Andrés Catena ve Víctor Andrés Catena yazmışlardı. Filmin müziklerini de muhteşem Ennio Morricone bestelemişti. Bu filmde “Titoli” tınısını hemen hatırlıyorsunuz. Leone, bu film ilgi görünce, hemen “Birkaç Dolar İçin”i çekti. Filmde, Indio adındaki bir kanun kaçağını yakalamak için, iki kelle avcısının işbirliği yapışları anlatılıyordu. Eastwood’un yanında Lee Van Cleef vardı. Üçlemenin en iyi filmi dedikleri “İyi, Kötü ve Çirkin”in konusu Amerikan iç savaşında geçiyor. Bu üçlemenin en unutulmaz iki şeyi, müzikleri ve görüntüleri, o zamana kadar westernlerde hiç olmayan stildeydi. Filmin orijinal adıyla aynı adı taşıyan tınılar sinemaseverlerin en unutamadığı müzikti belki de. Filmin görüntüleri gerçekten unutulmazdı. Bu görüntüleri sinema perdesinde görmek gerekiyor. Öncelikle final bölümündeki “bale – düello” sahnesini. Yönetmen filmde stilize kamera açıları kullanmıştı. Kocaman sinema perdesinde silâha giden bir el, yakın plân çekimle görülen gözler, alabildiğine cehennemi bir güneşin altında kavrulan sarıyla turuncu arasında gidip gelen mekânlar. Her şey büyüleyiciydi. Amerikalılar bu “spagetti western” üçlemesiyle ancak 1967 yılından itibaren United Artists’in dağıtımıyla tanışabilmişlerdi.
Son kovboylar…
Leone’nin batıyı anlatan sonraki üçlemesinde, önce trenin ve teknolojinin gelişimiyle kadınlar da filmlerde yerini alıyordu. Kasım 1972’de ülkemizde gösterime giren “Bir Zamanlar Batıda” adıyla da anılan 1968 yapımı “C’era una Volta in West / Once Upon a Time in the West – Batıda Kan Var”a ünlü yönetmen Bernardo Bertolucci de katkıda bulunmuştu. Bu filmin açılış ve bitiş sahnesi gerçekten sinema tarihine geçti. Bu anları seyretmeye doyamıyorsunuz. Film tren istasyonunda açılıyor. Can sıkıcı bir bekleyiş yansıyor perdeye. Yarı kızılderili Armonika (Charles Bronson), ağzındaki mızıkayla geldiğini duyuruyor. Aradığı, “vahşi batı”nın en kötülerineden Frank (Henry Fonda)… Sergio Leone usta, bu filmde bir miti yerle bir ediyordu. Henry Fonda gibi “melek yüz” bir oyuncudan muhteşem bir kötü adam yaratmıştı. Bu film, Leone’nin “Amerika üçlemesi”nin ilk filmiydi. Filmin finalinde tren kasabaya gelir ve yeni bir çağ başlar. Bu filmde ailenin katliam sahnesi gerçekten insanı sarsıyordu. Elbette Claudia Cardinale. Bir kadın bu kadar büyüleyici yansıyabilir perdeye. Leone ustanın en iyi filmlerindendi bu “Batıda Kan Var” filmi. Elbette Ennio Morricone ustanın müzikleri de unutulmazdı. Armonika’nın mızıkasından düşen tınılar insanın ruhunda dolaşıyordu. Hâlâ dolaşıyor. Ama bu filmde etkileyici birçok tını vardı. Belki de “Farewell to Cheyenne”, belki de “Man with the Harmonica”, belki de “Death Rattle” birçok sinemaseveri ve müzikseveri büyüleyecek.
Ülkemizde Şubat 1973’te gösterim şansı bulan 1971 yapımı “Giù La Testa / Once Upon a Time… the Revolution / Duck, You Sucker – Yabandan Gelen Adam”ı yaptı. Artık “spagetti western” filmlerindeki az olan mizah da 1970’lerde daha bir öne çıkmaya başladı. Artık kovboyların sonu yaklaşmış ve gelecekte başka kovboylar olacaktır “vahşi batı”da. İtalyanca adı “Başaşağı” anlamına gelen “Yabandan Gelen Adam”, Mao’nun devrim üzerine sözleriyle açılıyor. Bu filmin hikâyesi, Meksika’daki devrim sıralarında geçiyor. İrlandalı John, elinde dinamitleriyle bu iç savaşın içine düşer. İRA militanı John’un Meksika’da ne işi vardı? İngiliz ordusuna yakalanmamak için Meksika’ya kaçmış John’un yolu haydut Juan ve ailesiyle kesişiyor. İster istemez John, Meksika’nın devrimine katılıyor ve Viva Zapata’ya destek olmuş oluyor. Bu filmin görüntüleri gerçekten çarpıcı. “Technicolor” tadı veren o sarı güneşin altındaki mekânların renk tonları gerçekten estetik olarak insanı büyülüyordu. Ennio Morricone’nin bu film için yazdığı müzikler zamanında biraz beğenilmese de buradan bakınca insanı yine de etkiliyor. Öncelikle John’un geçmişini ve aşkını hatırladığı anlarda fonda duyulan “Giù La Testa” tınıları insanı alıp götürüyordu. Yine götürüyor.
Gangsterler, yirminci yüzyılın son kovboylarıydı. Leone’nin son çalışması, 1984 yapımı bir mafya filmi olan “Once Upon a Time in America / C’era Una Volta in America – Bir Zamanlar Amerika”ydı. Bu film, Leone’nin, tüm diğer yapıtlarının tersine düz bir anlatımla değil, zamanlarla oynayarak koşut kurguyla yansıttı hikâyeyi. Zamanlar arasındaki geçişler, Francis Ford Coppola’nın 1974 yapımı “The Godfather Part II – Baba II” filmi gibi etkileyiciydi. Bu filmde romantik Noodles’un (Robert de Niro) keder yüklü hayatıyla Amerika’nın on yıllarına tanıklık ediyorsunuz.. Noodles öyle bir romantik ki, hayatı boyunca aşkını acısını çektiği Deborah’a (Elizabeth McGovern) bir türlü ulaşamıyordu. Yıllar sonra onu bulduğunda lokantayı kapatıyor ve başbaşa kalıyorlardı. Ardından bu romantik Noodles, Deborah’a tecavüz ediyordu. Noodles, kadınlara kolay yaklaşamayan biriydi. Filmin derinliğinde Carol’a da (Tuesday Weld) tecavüz ediyordu Noodles. Bu filmdeki “Cockeye’s Song” tınıları hiç unutulmadı ve bu tınıları duyduğunuzda “Bir Zamanlar Amerika” filmi aklınıza geliyor hemen. Bu filmin en unutulmaz şeyiyse zamanlar arasındaki geçişleriydi. Havada bir frizbi uçuyor ve hikâye de geçmişte bir yerlere konuyordu. Leone sinemasında en belirgin şeylerden biri de, tüm filmlerindeki giriş ve final bölümleriydi. İnsanı hemen etkiliyordu. Bu iki bölüm arasında kalansa vaadedilmiş vaha gibiydi.
Çarpıcı estetik…
Asıl olarak, Leone’nin westernleriyle Hollywood’un westernleri arasındaki estetik farklılıkları belirlemek gerekiyor. Tipik bir Hollywood westerninde mekânlar, dekorlar, giysiler alabildiğine stilize ve gözalıcıdır. Karakterler de Aristo formel bakışıyla “iyi” ve “kötü” diye ayrılmıştır. Genelde kötüler, koyu tonda giyinirken, iyiler de biraz daha açık tonda giyiniyorlardı. Aşk, kadınlar ve kötü Kızılderililer vardı Hollywood westernlerinde. Mizah duygusu da çokça değildi. Müziklerse “country and western” ve senfonik tarzdaydı. Leone, bu ve buna benzer birçok şeyi tersyüz ederek mekânları, dekorları ve giysileri “çirkin” gösterirken, çerçevelemeleri ve kurgu dilini estetize etti. Genel plân – çekimlerin hemen ardından çok yakın plân – çekimler seyircileri romantizmin dışında bir dünyanın içinde bırakıveriyordu. Devasa sinemaskop perdenin hepsini kaplayan bir tabanca, çok yakından görülen gözler vb. çok etkileyici yansıttı Leone. Elbette mekânlar döküntüydü. Kasaba ve “saloon”lar tipik Hollywood westernlerindeki gibi de değildi. Kahramanlar da iyi ve giyinmiyordu. Yüzleri kirli ve sakallıydı. Ama gülünce bembeyaz dişleri görülüyordu. Dış mekânlarsa, kavurucu bir güneşin altındaydı. Leone’nin tüm bu filmlerine gerçekten hayat veren, bir kez daha belirtmek gerekiyorsa Ennio Morricone’nin müzikleriydi.
(24 Nisan 2010)
Ali Erden
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, Altın Laleler ve Diğer Ödüller Sahiplerini Buldu
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında yapılan yarışma ödülleri Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilen ve Memet Ali Alabora’nın sunduğu kapanış töreninde açıklandı. Altın Lale Uluslararası Yarışma’da En İyi Film Ödülü’nü Felix Van Groeningen’in yönettiği Şeylerin Boktanlığı (De Helaasheid Der Dingen – The Misfortunates); Altın Lale Ulusal Yarışma’da En İyi Film Ödülü’nü Durul Taylan ve Yağmur Taylan’ın yönettiği Vavien kazandı. Avrupa Konseyi Sinema Ödülü FACE’i ise Scandar Copti Shani ve Yaron Shani’nin yönettiği Ajami kazandı.
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, Altın Laleler ve Diğer Ödüller Sahiplerini Buldu yazısına devam et
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde 16 Nisan’da Neler Oldu?
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde 16 Nisan Cuma günü saat 16:00’da Atlas Sineması’nda Ulusal Yarışma filmlerinden, Beş Şehir gösterildi. Filmin ardından yönetmen Onur Ünlü ve oyuncular Bülent Emin Yarar, Tansu Biçer, Beste Bereket ve Ahmet Rıfat Şungar’ın katılımıyla bir söyleşi gerçekleştirildi. Filmde çokça tren ve demiryolu sahnesinin bulunmasına istinaden yönetmen Ünlü “Oldukça güçlü bir imajı olan tren, hem geçmişe hem de geleceğe referans veriyor. Trenin içinde olmak dışında olmaktan daha avatajlı. Eğer tren filmdeki gibi size çarpıyorsa, durum çok daha vahim” açıklamasında bulundu.
Arka Pencere Dergisi, Şarlo İçin Yaş Günü Pastası Kesiyor
Arka Pencere Dergisi, 25. sayısında, bu hafta 121’inci doğum yıl dönümünü kutlayacağımız Charlie Chaplin’i kapağına taşıyor. Salgın ve [Rec] 2 filmlerinin gösterime girmesini fırsat bilen Arka Pencere, Ölüm Kararı sayfalarını bu hafta, gelmiş geçmiş en bulaşıcı 11 salgın filmine ayırıyor. Vizyon filmi eleştirilerinde Kosmos, Salgın, Denizden Gelen (Zeytin Dalı), Tek Başına Bir Adam, Genç Victoria, 9, Astro Boy ve [Rec] 2 var. Sapık köşesiyle sonlanan Arka Pencere’nin 25. sayısı, bir Hitchcock alıntısıyla nihayete eriyor: “Birinin ‘Her dakika cinayet işleniyor. Seni işinden alıkoymayayım; çalışman lâzım’ dediğini hatırlıyorum!”
Arka Pencere Dergisi, Şarlo İçin Yaş Günü Pastası Kesiyor yazısına devam et
Ödül Peşinde
Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 17
1985’lerde Beyoğlu Emek Sineması ile Ankara Akün Sineması, mekânı cennet olası rahmetli İsmet Kurtuluş ağabeyimiz tarafından …
… işletilmekteydi. Kadıköy Reks Sineması da (Şimdiki adı Rexx’i hiç sevmedim ve sevmeyeceğim) o zamanlar aynı anlayışla yönetilirdi.
O yıllarda sinemacılık iyice dibe vurduğundan neredeyse tüm sinemaları seks filmleri ve sokaktaki adama hitap eden 3. sınıf avantür …
… filmleri kaplamıştı. Neredeyse eli yüzü düzgün filmler sadece bu üç sinemada gösterilirdi. Şimdilerde ağaların ve beylerin rant …
… uğruna yıkmaya çalıştığı Emek Sineması ve ömrü uzun olsun Reks Sineması, o yıllarda göstereceği filmleri 2 güzel sloganla sunardı:
“Sinemanın Tadı Başkadır” ve “Film Sinemada İzlenir.” Siz de öyle yapın, farkı fark edeceksiniz.
Emek Sineması’nda izlediğim filmleri yazmaya yine devam edemeyeceğim. Çünkü birazdan Ödül Peşinde (The Bounty Hunter) adlı Amarikan …
… filmini izlemek üzere basın gösterimine gideceğim.
TV 8′de Oktay Kaynarca ile Zara’nın sunduğu “Salı Sefası” programında Nebil Özgentürk salladı: “‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’nın ilgi …
… görmemesi sinema dağıtımcılarının başarısızlığıdır.” Bende sallayayım: “‘Yengeç Oyunu’nun ilgi görmemesi kimin başarısızlığıdır?”
Emek Sineması’na “leş” diyen “ismi lâzım değil” üstadımız yoğun bir şekilde kınanınca 813.546. kez “bilmeden fikir sahibi olmak” diye …
… girişmiş, “fırsat bu fırsat, iki satır reklâmım olsun, adım, resmim, gazete ve TV.lerde geçsin” diye çıkışmış. Reklâm için “ismi …
… lâzım değil” üstadın adını anmaya veya Emek Sineması’nın yıkımına karşı çıkmaya gerek yok, salla siyasinin birine okkalı bir lâf …
… akşamı bulmadan itile kakıla bütün TV.lerde görüntüdesin. Gazetenin baskısını falan beklemeye gerek yok. Altında da Ankara Opera …
… binasının eskimiş elektrik kablolarından bahsediyor, sistemin değişmesi vs. diyerek. Ne gerek var sayın üstad, yerine AVM yapsınlar …
… Opera binasını da aslına uygun bir şekilde üstüne yeniden inşa etsinler. “813.546 kez” ifadesi zat-ı alilerinin tarihi, antika ve …
… sit alanı vasıflarına saygı babında yazıldı. Bu arada müneccimlik vasfını da öğrenmiş olduk. Öyle ya “TV. -lerde, gazete -lerde görünmek, vs.” dediğine …
… göre, insanların ne niyetle yazdıklarını, çizdiklerini de önceden biliyor. Emek Sineması’nda 1973 – 1974 yıllarında seyrettiğim filmlere devam …
… edeyim. Bu filmleri yazma sebebim, yarın öbür gün sinemanın tarihini yazacak olanlara küçük bir hatırlatmadır. 1973 – …
… 1974’lerde gördüklerim arasında şu filmler var: Altın Kalpli Serseri, Büyük Ayı’nın Sevgilisi (Giuliano Gemma), Dakameron’un Aşk …
… Hikayeleri, Eğlenceli Günler, Havaalanı, Mavi Askerler, Vahşi Motosikletliler, Arabulucu (Joseph Losey), Cephede Eğlence (M.A.S.H), …
… Dünyanın Ucundaki Fener (Kırk Douglas), Kirli Adam (Dirty Harry / Clint Eastwood), Kanlı Saltanat (Macbeth / Peter Finch), Altın …
… Sesli Öksüz, Zorla Kahraman: Aşk, Aşk, Aşk, Beyaz Dünya, Paris’te Son Tango (Marlon Brando), Siyah Ayakkabılı Sarışın. 1974’ü sonra…
… yazayım, twitter’da “Kırmızı ışıkta geçtim”, “Birazdan yağmur yağacak”, “Ayakkabılarım sıkıyor” şeklinde yazan arkadaşlara benzemeyeyim.
Bazen aptalca olduğunu sandığım filmlere gidiyorum ve kahkahalarla gülüyorum. Ben mi aptalım, film mi çok zeki?
60’ını yürüyüp geçmiş, 70’ine merdiven dayamış vatandaş TV.de anlatıyor: “Gördüğünüz gibi Beyazıt’taki bu tarihi çeşmenin kitabesi …
… kazmayla sökülmüş, arkasında hazine aranmış. Atalarımız hiçbir zaman tarihi eserlerin duvarlarına ve içine hazine gömmemişlerdir.
… Bu söylentileri yabancılar çıkartıyorlar ve tarihi eserlerimizi kendi ellerimizle harap etmemize sebep oluyorlar.” Maşallah, …
… maşallah. Bendeniz de aldığım ilham üzerine Paris, Londra ve Prag’a yolum düştüğünde benzer bir söylenti çıkaracağım ki oralar da …
harap olsun. Bir diğer vatandaş da “Zulüm etmeye gücü olduğu halde zulüm yapmayanlar da sevap işlemiş olurlar.” Güldüm, güldüm, güldüm.
TV.lerde bazen bu tür programları ve futbol yorumlarını gülmek için izliyorum.
01 Mayıs’ta başlayacak olan Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali bu yıl bir ilke imza atıyor ve bendenize ilk ödülüm olan Sinemaya …
… Emek Ödülü veriyor. Öğrendiğimde çok mutlu oldum ve sevindim. Demek ki günü gelince insanın emeği takdir ediliyor ve ödüllendiriyor. Emek ödülümü..
… Emek Sineması’na ithaf etmek güzel olur diye düşünüyorum. Anadolu Üniversitesi bendenize verdiği ödülü çok hoş bir ön tanıtımla, …
… “sinema camiasının yardımsever kişiliği ile tanıdığı” şeklinde basına duyurdu. Tekrar teşekkür ederim. Sinema için yaptığım …
… çalışmalarda bir önceki memnuniyetim, Sinema Yazarları Derneği’nin web sitesi siyad.org’un sadibey.com adlı web siteme link vermesiydi.
Bu link verme işlemini, sinema sektörünün en ciddi kuruluşları arasında başta gelen SİYAD’ın internette sinema konusundaki bilgi …
… kirliliğini önleyecek bir uygulaması olarak görüyorum. Bir çeşit TSE garantisi gibi telâkki ettiğim bu uygulamaya dahil olmak isteyen …
… web sitelerinin süratle kendilerine çeki düzen vereceklerine inanıyorum. Gönül diğer sektörlerde de benzer uygulamaları bekliyor. (Gönül?)
Yerli filmlerimizin bir çoğunda Türkan Şoray, Filiz Akın ve Hülya Koçyiğit’i seslendiren Jeyan Mahfi Ayral Tözüm minibüste yolculuk ettiği …
… bir gün şoföre para uzatmış, o sırada sesini duyan arkadaki bir kadın “Aaa Hülya Koçyiğit’in sesi” demiş. Jeyan Mahfi de o gün asabi …
… bir günündeymiş, dönmüş geriye: “Hanım, hanım, ne Hülya Koçyiğit’i, benim sesim, benim” demiş. Sinema sektörümüzün diğer 4 isimli hanımı..
… da Sinema Yazarları Derneği üyesi Profesör Zeynep Tül Akbal Sualp’tir.
(24 Nisan 2010)
Sadi Çilingir
Sinema Meclisi Programı, Ali Murat Güven Moderatörlüğünde Cine 5’te Başlıyor
‘Türkiye’nin sinema, sanat ve hayatla dolu’ kanalı Cine5’te, 01 Mayıs 2010 Cumartesi gecesinden itibaren Sinema Meclisi adıyla yepyeni bir program başlıyor. Kendine özgü konseptiyle her kesimden izleyicide tiryakilik oluşturmaya aday programın yapımcılığını ise ünlü sinema yazarı Ali Murat Güven üstlenecek. Cumartesi geceleri 22.30 – 01.00 saatleri arasında canlı olarak yayımlanması plânlanan Sinema Meclisi, her bölümünde -sinema sektörü mensupları öncelikli olmak üzere- ele aldığı konuların mahiyetine göre kültür, sanat, medya, bilim ve siyaset dünyamızdan 6 ilâ 8 seçkin konuk ağırlayacak.
Sinema Meclisi Programı, Ali Murat Güven Moderatörlüğünde Cine 5’te Başlıyor yazısına devam et
Yeni Sinema Günleri, 23 Nisan’da Ortaköy Feriye Sineması’nda Başlıyor
Yeni Sinema Hareketi’nin 23 Nisan – 09 Mayıs 2010 tarihleri arasında Ortaköy Feriye Sineması’nda düzenleyeceği Yeni Sinema Günleri’nde gösterilecek filmler açıklandı. Etkinlikte bazı gösterimlere filmlerin yapımcı, yönetmen ve oyuncuları da katılıp gösterim sonrası sinemaseverlerle bir arada olacak, program özel sohbet oturumları ve partilerle de zenginleşecek.
Gösterilecek filmler arasında, festivallerde çeşitli ödüller kazanan 11’e 10 Kala, Hayat Var, İki Dil Bir Bavul, Nokta, Pandora’nın Kutusu, Sonbahar, Süt, Uzak İhtimal ve Üç Maymun gibi filmler de var.
Yeni Sinema Günleri, 23 Nisan’da Ortaköy Feriye Sineması’nda Başlıyor yazısına devam et
Tüm Şirketler
Tüm Şirketler,
09 – 15 Nisan 2010 Haftalık (Weekly),
01 Ocak – 15 Nisan 2010 Yıllık (Annual),
01 Ocak – 15 Nisan 2010 Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual),
Box Office listeleri için tıklayınız.
Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.
Avatar, Blu-Ray ve DVD olarak Türkiye’de de Dünya ile Aynı Anda Çıkıyor
Twentieth Century Fox Home Entertainment ve Tiglon, ünlü yönetmen James Cameron’ın sinema tarihinde çığır açan filmi Avatar’ı şimdi de DVD ve Blu-Ray olarak izleyicilerle buluşturuyor. 3 Oscar ödüllü ve 2 Altın Küre ödüllü başyapıt, Türkiye’de de, tüm dünyada olduğu gibi gişede hasılat rekoru kırdı ve gelmiş geçmiş en çok hasılat elde eden yabancı film oldu. Muhteşem görsel efektleri, sesleri ve sinematografik başarısı ile birlikte 7’den 77’ye her kesimden izleyiciye hitap eden Avatar, en büyük bütçeli film olma özelliğini de taşıyor.
Avatar, Blu-Ray ve DVD olarak Türkiye’de de Dünya ile Aynı Anda Çıkıyor yazısına devam et
Son Şarkı
Julie Anne Robinson’un yönettiği ve Miley Cyrus, Greg Kinnear, Bobby Coleman ile Liam Hemsworth’nun oynadığı Son Şarkı (The Last Song), 11 Haziran 2010’da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
Kariyeri uğruna ailesini yıllar önce terk etmiş olan bir baba, yaz tatilini ergenlik çağındaki kızı ve küçük oğluyla geçirme şansına kavuşmuştur. Ancak New York’taki evinde olmayı tercih eden kızı iletişim kurma konusunda isteksizdir. İlk aşklarla ikinci şansların kolkola gittiği bu aile, arkadaşlık ve kurtuluş hikâyesinde baba, iletişim kurmak için çareyi kızıyla tek ortak paydaları olan müzikte bulacaktır.
Son Şarkı yazısına devam et
İstanbul Film Festivali’nin Boğaz Gezisi Avrupa Konseyi Ev Sahipliğinde Yapıldı
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin 16 Nisan Cuma günü yapılan Özel Boğaz Gezisi, Avrupa Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Maud de Boer – Buquicchio’nun ev sahipliğinde gerçekleşti. Özel Boğaz Gezisi’ne aralarında Uluslararası ve Ulusal Yarışma Jürileri, yabancı basın mensupları, yönetmenler, yapımcılar ve oyuncuların yer aldığı tüm festival konukları katıldı. Avrupa Konseyi’nin en üst düzeyde ikinci yetkili kişisi olan Genel Sekreter Yardımcısı Maud de Boer – Buquicchio, “Sinemada İnsan Hakları” yarışmasındaki Avrupa Konseyi Sinema Ödülü’nü takdim etmek üzere İstanbul’da bulunuyor.
İstanbul Film Festivali’nin Boğaz Gezisi Avrupa Konseyi Ev Sahipliğinde Yapıldı yazısına devam et