Yönetmenliğini Bahriye Kabadayı’nın gerçekleştirdiği Devrimci Gençlik Köprüsü belgeselinin DVD.si çıkıyor. Film, 68 kuşağının ruhunu, hayal etme ve hayalleri gerçekleştirme gücünü anlatıyor.
Belgesel, 1969’da İstanbul’a köprü yapım çalışmaları alevlenmişken 68 kuşağı öğrencilerinin Boğaz Köprüsü yapımına karşı çıkış hikâyeleri ile başlıyor. Boğaz Köprüsü yapımına karşı çıkan gençler, Hakkari’de Zap Nehri üzerine bir asma köprü inşa etmek için Milliyet Gazetesi’nin de desteği ile bir sloganları “Boğaz’a Değil Zap’a Köprü” olan bir kampanya başlatırlar.
Aylık arşivler: Ekim 2009
Emre Şahin’in Yönettiği “40”, Antalya Film Festivali’nde
Yönetmenliğini Emre Şahin’in yaptığı 40 adlı filminin 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki gösterimi 16 Ekim 2009 günü saat 14:30’da AKM Aspendos salonunda yapılıyor. Filmin başrollerini Deniz Çakır, dünyada büyük yankı uyandıran Ntare Mwine ve Ali Atay paylaşıyor. İstanbul doğumlu genç yönetmen Emre Şahin, Amerika’da Emerson College’da sinema eğitimi aldıktan sonra ABC, ABC Family, MTV, VH1, The History Channel, Travel Channel ve Discovery Channel gibi kanallarda gösterilen pek çok programın yanı sıra belgesellerde de yönetmenlik yaptı.
Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak
Ali İlhan’ın yönettiği ve Claudia Cardinale, İsmail Hacıoğlu, Lavinia Longhi ile Teoman Kumbaracıbaşı’nın oynadığı Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak 18 Şubat 2011′de Pinema Film dağıtımıyla Ares Media tarafından vizyona çıkarıldı.
Yıllar önce oğlunu ve kendisini terk eden kocasından sonra hiçbir erkeği kapısından bile içeri sokmayan Sinyora Enrica, evindeki odaları kız öğrencilere kiralamakta ve pazarda çalışmaktadır. Yıllarca bozmadığı bu kuralı, evine gelen Türk öğrenci Ekin için bozar. Enrica’nın oğlu Giovanni’nin annesine karşı haksız davranışları Ekin’de Enrica’yı koruma duygusuna dönüşür ve aralarında bir gönül bağı oluşur.
- Basın Bülteni
- Fotoğraflar
- Web Sitesi
- Fragman
- IMDb
- Hakan Sonok Yazıyor: 1 / 2
Antichrist
Lars Von Trier’in hemen her filmiyle, hem izleyiciyi hem eleştirmenleri ikiye böldüğü artık Avrupa sinemasını ucundan kıyısından takip eden herkes tarafından bilinen bir gerçek. Cannes gösterimlerinin ardından filmin etrafında kopardığı onca yaygara, gürültü vs. bunların farkında olan bizler için pek de şaşırtıcı değildi açıkçası.
Ancak filmi izledikten sonra Von Trier’i tanıyanların bile kısa süreli de olsa bir duraksama yaşamaması hemen hemen imkânsız gerçekten. Daha sonra kapanışta da duyacağımız ‘Lascia Ch’io Pianga’lı bir prolog ile açılıyor film. Ardından yönetmen filmini 4 bölümde anlatıyor: Keder, acı, umutsuzluk ve üç dilenci…
Çocuklarını kaybeden bir çiftten, kadının ruh sağlığının gittikçe bozuluşu üzerine, onu iyileştirmek için korkusunun üzerine gitmesinin iyi olduğunu düşünen ve bu yüzden onla beraber daha önce de kadının gittiğini sonradan öğreneceğimiz bir dağ evine gitme kararı veren terapist adam öykünün tek karakterleri… Filmin ilk bölümleri ikiliden adamın, kadını kendi yöntemleriyle anlamaya çalışması üzerine kurulu. Bu bölümlerde kadının tuhaf, hatta nevrotik şekilde, olmadık anlarda birdenbire ortaya çıkan sevişme dürtüsüne de tanıklık ediyoruz ki filmin sonunda ancak anlam kazanıyor bu kısımlar. Filmin başlarında Von Trier’in yakaladığı boğucu atmosferin yer yer etkileyici olduğunu kabûllenmek gerek.
Film ve bölümler ilerledikçe bu psikolojik ağırlık yerini fiziksel anlamda şiddet ve deformasyona bırakmaya başlıyor. Hatta bu ‘ölçüsü kaçmış’ şiddet ve deformasyon sahneleri, her ne kadar önceden film hakkında bolca şiddet ve seks sahnesi içerdiği okunmuş dahi olsa bir yerde şaşırtıyor insanı…
Bir anlamda ‘huzura varma’ duygusu veren final geldikten sonra görüyoruz ki basbayağı ve de açıkça kadınlığı aşağılayan bir film bu. Sonuçta kadın da erkek de çocuklarını kaybeden birer ebeveyn ve elbette ki kadının böyle acı verici olaylara tepkisi erkekten daha farklı olabilir bunu anlamak mümkün ama yönetmenin yaptıklarına anlam vermek güç (Bu kısımları filmi izlemeyenleri de düşünerek çok da fazla açmayalım.) Yönetmen bir röportajında zaten filmin senaryosunu yazdığı sürelerde bir depresyon geçirdiğini ve tedavi gördüğünü, filmin ‘hastalıklı’ bir zihnin ürünü olduğunu söylüyor. Bunun etkisi ne derecedir bilinmez ama film ‘hastalıklı’ ve ‘rahatsız edici’ gibi sıfatlardan çok ‘sığ ve derinliksiz’ gibi sıfatları hakediyor. Kaldı ki her filmiyle eleştirmen ve izleyicileri ikiye böldüğünü başta da söylediğim Von Trier’in çoğu filmini o kadar sevmesem de her zaman için felsefeyi en iyi bilen yönetmenlerden biri olduğunu ve çok iyi yaptığını düşünmüşümdür. Bu açıdan benim için oldukça şaşırtıcı bir durum…
Öte yandan film sinematografik açıdan da diğer Von Trier filmleri gibi deneysel bir yol izlemiyor. Dogma dönemlerinden zaten çoktan uzaklaşan Von Trier bu filmiyle daha da ‘klâsik’ bir görsel yapı kuruyor.
Sonuçta sevsem de sevmesem de her yaptığı işi merakla beklediğim ve izlemeye koyulduğum Von Trier bu sefer çuvallıyor. Ama sonraki işini gene de merak ediyorum sanırım…
(19 Ekim 2009)
Ferit Güney
Sinemanın Coşkulu Ruhu: Anthony Quinn
2001 yılında ölen Anthony Quinn, Akademi’den “Viva Zapata” ve “Yaşama Tutkusu” filmleriyle iki defa Oscar aldı. Quinn, enerjisiyle filmlere bambaşka bir hava verdi. Coşkuluydu. Hayatının son dönemlerinde resme ve heykele de yönelmişti. Bu büyük oyuncuyu hatırlatmak istedik.
Anthony Quinn… Sinemanın coşkulu aktörü. Quinn, 21 Nisan 1915’te Meksika’nın Chihuahua şehrinde doğdu. Quinn, 3 Haziran 2001’de Amerika’nın Massachusetts eyaletinin büyülü şehri Boston’da öldü. Annesi Meksikalı, babası da İrlandalıydı. Tiyatro ve sinemada şansını deneyen Quinn, ilk büyük başarısını Hollywood’un ve Paramount’un kurucularından yapımcı-yönetmen Cecile Blount DeMille’in kızı Katherine’le 1937’de evlenerek elde etti. Kayınpeder DeMille, alt sınıftan biriyle evlenen kızına öfkeliydi. Asıl adı Antonio Rodolfo Quinn olan Anthony Quinn’in “Tek Kişilik Tango” (One Man Tango) otobiyografik kitabı 1995 yılında İnkilâp Kitabevi’nden çıkmıştı. Liseyi yarıda bırakmış Quinn, lise diplomasını 1990’larda alabilmiş. Quinn, okuduğumuz “Tek Kişilik Tango” kitabında Orson Welles’e çöpçatanlık yaptığını da itiraf ediyordu. Rita Hayworth’a aşık olan Welles, Hayworth’a ulaşabilmek için Quinn’den yardım istemiş. Hayworth’la Welles’i tanıştıran Quinn, bu iki büyük sanatçının evlenmesine vesile olmuş 1940’larda.
Tiyatro oyunları ve filmlerde küçük rollerin ardından önü açılan Quinn, başrollere kadar yükseldi. 1930’lu ve 40’lı yıllarda çoğu sıradan bir dolu filmde görünen Quinn, 1945’te önemli yönetmenlerden Edward Dmytryk’in “Back to Bataan-Bataan’a Dönüş” siyah-beyaz savaş filminde John Wayne’le başrolü paylaştı. Bu İkinci Dünya Savaşı filmi 1946’da ülkemizde de gösterime girdi. Quinn, 1950’li yılların başında yoğun olarak televizyon dizilerinde göründü. 1952 yılında Elia Kazan’ın Meksika’daki iç savaşı anlatan siyah-beyaz “Viva Zapata” filmi Quinn’in hem önünü açtı hem de “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında ona bir de Oscar getirdi. Ünlü yazar John Steinbeck’in senaryosunu yazdığı filmde Emiliano ve Eufemio Zapata kardeşler, Meksika Devrimi’ni gerçekleştirirken kardeş kavgasına da tutuluyorlardı. Yönetmen Kazan, Zapata kardeşlerin kavgasıyla iç savaş arasında metafor kurmuştu. Errol Flynn, Maureen O’Hara, Ava Gardner, Gregory Peck, Rock Hudson, Gary Cooper, Barbara Stanwyck gibi önemli oyuncuların başrolünde olduğu filmlerde ikinci rollerde görünen Quinn, 1953 yılında İtalya’ya gitti. Orada filmlerde oynadı. Yolu 1954’te büyük yönetmen Federico Fellini’yle kesişti. “La Strada-Sonsuz Sokaklar” filminde Zampanò karakterini canlandırdı. Başrolü de Giulietta Masina’yla paylaştı. İşte bu film tam anlamıyla Quinn’in önünü açtı. Filme de ortak olan Quinn, hisselerini satar ve hayatının en büyük pişmanlığını yaşar. Çünkü, iş yapmaz dediği “Sonsuz Sokaklar”, bugün sinemanın klâsiklerinden ve hâlâ para kazanıyor. Bir süre daha İtalya’da kaldı. Kirk Douglas’la 1954 yılında “Ulisse” filminde oynadı. Mario Camerini’nin yönettiği bu tarihsel filmde Silvana Mangano da oynuyordu. Filmin jeneriğinde “U” harfi “V” gibi yazar. Film, Antik Yunan döneminde geçiyor. Quinn, İtalya’da tarihi filmlerde oynamayı sürdürdü. Pietro Francisci’nin 1954 yapımı “Attila” filminde de Sophia Loren’le başrolü paylaştı.
Hollywood’a dönüş…
Quinn, 1955 yılında Hollywood’a döndü. Budd Boetticher’in yönettiği “The Magnificent Matador-Şahane Matador” filminde Maureen O’Hara ve güzel Lola Albright’la başrolü paylaştı. Ardından yine televizyon dizilerinde boy gösterdi Quinn. Sonra da Vincente Minnelli’nin 1956 yapımı “Lust for Life-Yaşama Tutkusu” filminde Kirk Douglas’la başrolü paylaştı. Quinn, ressam Gauguin rolüyle muhteşem bir performans ortaya koydu ve bu filmle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kirk Douglas da Van Gogh’u oynamıştı. Bu filmdeki en önemli şeyse, görüntülerin Van Gogh’un fırçasından çıkmış hissini vermesiydi. Russell Harlan ve Freddie Young’ın sinemaskop görüntüleri muhteşemdi. Macar besteci Miklós Rózsa’nın (1907-1995) müzikleri de büyüleyiciydi bu filmde. 1956 yılında, Victor Hugo’nun eserinden uyarlanan “Notre Dame de Paris-Notre Dame’ın Kamburu” filminde de oynadı Quinn. Filmdeki Esmeralda’ysa Gina Lollobrigida’ydı. Sinemaskop ve renkli bu Fransız filminin yönetmeniyse Jean Delannoy’dı. Filmin senarislerinden biri de ünlü şair Jacques Prévert’di. Bu büyük sanatçının, Prévert’in yönetmen Marcel Carné’yle yaptığı tüm filmler sinema tarihine geçti. Quinn, sinemanın büyük yönetmenlerinden Martin Ritt’in (1914-1990), 1958 yapımı “The Black Orchid-Siyah Orkide” filminde Sophia Loren’le oynadı. Sıcak bir yaz mevsiminde İtalyan mahallesinde geçiyordu hikâye. Rose, gangster kocası öldürüldüğü için yas tutar, siyahlar giyer. Quinn’in canlandırdığı Frank, Rose’a “siyah orkide” der bu yüzden. Frank, kadınlara iyi davranan bir centilmendi bu filmde. Dingin anlatımlı bu siyah-beyaz film insana iyi gelen yapıtlardan biriydi. Quinn, Edward Dmytryk’in yönettiği 1959 yapımı “Warlock-Büyücü” western filminde Richard Widmark ve Henry Fonda’yla başrolü paylaştı. Sinemaskop bu film, Batı efsanelerinin yazarı Oakley Hall’ün eserinden uyarlanmıştı. Filmin hikâyesi, 1880’lerde Utah’taki bir madenci kasabasında geçer. Quinn, 1959’da John Sturges’ın yönettiği western-gerilimi “Last Train from Gun Hill-Kan Davasının Sonu”nda yolu yine Kirk Douglas’la kesişti. “Kan Davasının Sonu” adıyla sinemalarda oynayan bu film, “Gun Hill’den Son Tren” adıyla da anılıyor. Karısına tecavüz edilen kovboy, bunun intikamını almak için yollara düşüyor filmde.
Quinn, Nicholas Ray ustanın 1960 yapımı “technicolor” ve sinemaskop çekilmiş suç-macera filmi “The Savage Innocents-Vahşi Masumlar”ında Britanyalı büyük oyuncu Peter O’Toole’la oynadı. Filmin hikâyesi kuzey kutbunda eskimoların içinde geçiyordu. Film, Hans Ruesch’un “Top of the World” (Dünyanın Tepesi) romanından uyarlanmış. Bu filmin senaryosuna Franco Solinas gibi büyük bir sanatçının da katkısı vardı. Solinas (1927-1982), Giulio Petroni’nin 1968 yapımı “Tepepa”, Costa-Gavras’ın 1972 yapımı “État de Siège-Sıkıyönetim”, Joseph Losey’in 1976 yapımı “Monsieur Klein-Kaderi Arayan Adam” filmlerine de katkıda bulunmuştu. Sinemaseverler bu filmin yönetmeni Nicholas Ray’i (1911-1979), Joan Crawford’un oynadığı 1954 yapımı “Johnny Guitar” ve James Dean’ın oynadığı 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmlerinden hatırlayabilirler. Quinn, yine 1960 yılında bu defa George Cukor ustanın “Heller in Pink Tights-Korkunç Kumpanya” komedi-westerninde oynadı. Başrolü de yine Sophia Loren’le paylaştı. Bu film, Louis L’Amour’un “Heller with a Gun” romanından uyarlanmış. Quinn, 1961’de macera filmlerinin unutulmaz yönetmeni J. Lee Thompson’ın (1914-2002) çok çarpıcı ve unutulmaz İkinci Dünya Savaşı filmi “The Guns of Navarone-Navaron’un Topları” fiminde Gregory Peck ve David Niven’la başrolü paylaştı. Alistair MacLean’in romanından uyarlanan filmde bir Ege adasında komandolar topları imha etmeye çaba gösterirler. Gerilimi yüksek ve öncelikle savaş sahneleri kolay unutulmaz bu filmin. Rod Serling’in televizyon oyunundan uyarlanan 1962 yapımı “Requiem for a Heavyweight-Altın Eldiven” filminde Mickey Rooney ve Julie Harris’le başrolü paylaştı Quinn. Bu boks filmini Ralph Nelson yönetmişti. Yönetmen Nelson, bu filmi daha önce 1956’da “Playhouse 90-Requiem for a Heavyweight” adıyla televizyon filmi olarak çekmişti. 1962 yapımı filmin en büyük özelliği Muhammed Ali’nin Müslüman olmadan önce Cassius Clay adıyla Quinn’le boks yapmasıydı.
Büyük oyuncularla beraber…
Quinn, David Lean’ın 1962 yılındaki tartışmalı filmi “Lawrence of Arabia-Arabistanlı Lawrence” filminde Auda Abu Tayi karakterini canlandırdı. Bu filmde Peter O’Toole (T. E. Lawrence), Alec Guinness (Prens Faysal), Omar Sharif (Şerif Ali) ve Claude Rains (Dryden) gibi önemli oyuncular da vardı. Film, Lawrence’ın hatıralarından yola çıkılarak çekilmişdi. Filmin muhteşem müziklerini de Maurice Jarre usta bestelemişti. Bu film ülkemizi üzdü. Çünkü, 1. Dünya Savaşı dönemlerinde Lawrence Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kaşıyıp sınırları cetvelle çizmiş. Quinn’in yolu 1964’te “Behold a Pale Horse-İntikam Ateşi” savaş filmiyle büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann’la buluştu. Emeric Pressburger’ın romanından uyarlanan filmde Quinn, başrolleri Gregory Peck ve Omar Sharif’le paylaştı. İspanya’nın iç savaşında anarşist Francisco Sabate Llopart’ın hayatından yola çıkıyordu bu siyah-beyaz film. Quinn, 1964’te Yunanlı yönetmen Michael Cacoyannis’in (Mihalis Kakogiannis) “Greek, the Zorba-Zorba” filminde oynadı. Bu siyah-beayz film, Nikos Kazancakis’in (Kazantzakis) aynı adlı romanından uyarlandı. Filmde Alan Bates, Irene Papas ve Lila Kedrova da vardı. Filmin muhteşem ve unutulmaz müziklerini Mikis Theodorakis bestelemişti. Film, 1965 yılında yedi dalda Oscar’a aday gösterildi ve bunlardan üçünü almıştı. Mutsuz Yunan asıllı İngiliz yazar Girit adasına gelir. Burada coşkulu Aleksis Zorba’yla dost olur. Bu filmi United Artists çekecekti, ama başrolde ünlü bir kadın oyuncu yok diye projeden vazgeçince, o dönemlerde Yunanlıların elinde olan Fox bu filmin yapımcılığını üstlendi. Bu filmin başlarındaki yağmurlar insanı büyülüyordu. Finaldeki Yunan dansı da muhteşemdi. Yine aynı yıl “The Visit-Ziyaret” filminde Quinn, sinemanın en güzel kadınlarından Ingrid Bergman’la karşılıklı oynadı. Filmi Bernhard Wicki yönetmişti. Bu siyah-beyaz filmin kameramanıysa İtalyan sinemasının büyüklerinden Armando Nannuzzi’ydi. Film, Friedrich Dürrenmatt’ın “Der Besuch der Alten Dame” (Yaşlı Kadının Ziyareti) oyunundan uyarlandı.
Denys de La Patellière ve Raoul Lévy’nin ortak yönettikleri 1965 yapımı “La Fabuleuse Aventure de Marco Polo-Marko Polo”nun ortaya çıkmasında İtalya, Fransa, şimdi parçalanmış Yugoslavya, inanılmaz biçimde Afganistan ve Mısır’ın da katkısı vardı. Bu “technicolor” ve sinemaskop filmde Quinn, Kubilay Han’ı, Horst Buchholz da Marco Polo’yu canlandırdı. Filmin kadrosu muhteşemdi: Akim Tamiroff, Orson Welles, Omar Sharif, Robert Hossein. Bu filmin ilginç yönü, Marco Polo karakteri için yola Alain Delon’la çıkılması ve sonra anlaşmazlığa düşülmesi. Hikâye, Venedik’te 13. yüzyılda başlıyor. Barışçıl genç Marco Polo, doğu ve batının barışı için Papa’dan Moğol-Çin İmparatoruna bir mesaj götürüyor. Ama, İpek Yolu tuzaklarla doludur. Quinn’in performansı zamanında övgü almış bu filmle. Quinn, 1965 yapımı “A High Wind in Jamaica-Cinayet Yolu”nda James Coburn’le başrolü paylaştı. Richard Hughes’un romanından uyarlanan filmi Alexander Mackendrick yönetmişti. Sinemaskop çekilmiş bu filmin kameramanıysa, Steven Spielberg’ün “Indiana Jones” serisini çeken Douglas Slocombe’du. Roman, 1929 yılında yazıldı. Özellikle roman sert eleştiri almış yayımlandığı yıllarda. Cinsel tacizi ele aldığı için. Roman, Emin Sınır çevirisiyle Türkçeye “Jamaika’da Bir Fırtına” adıyla kazandırıldı. İngiliz bir ailenin çocukları gemiyle yolculuğa çıkar ve gemi korsanlar tarafından kaçırılır. Hem romanı hem de filmi etkileyici.
Quinn, 1966 yılında önemli yönetmenlerden Mark Robson’ın “Lost Command-Zafer Yolları”nda Alain Delon’la başrolü paylaştı. Bu savaş filmi, Jean Lartéguy’ün romanından uyarlandı. 1967 yılında yine bir savaş filmi olan “L’Avventuriero-Maceralar Beldesi”nde göründü Quinn. Filmi de, en çok “007 James Bond” serisiyle hatırlanan Terrence Young yönetti. Film, Joseph Conrad’ın “The Rover” romanından uyarlandı. Filmde Rita Hayworth da oynamıştı. Filmin müziklerini Ennio Morricone bestelemişti. Filmin hikâyesi, Fransız Devrimi’nin etkisinin geçtiği yıllarda Fransa’nın güneyinde geçiyor. En iyi savaş filmlerinden biri olan Henri Verneuil ustanın yönettiği 1967 yapımı sinemaskop “La Vingt-Cinquième Heure-25. Saat”, Rumen yazar Constantin Virgil Gheorghiu’nun romanından uyarlandı. Filmde Quinn’in yanı sıra Virna Lisi ve büyük şarkıcı-aktör Serge Reggiani de vardı. Müziklerse Georges Delerue ve Maurice Jarre gibi iki büyük besteciye aitti. Film, 1939 yılında bir Rumen köyünde açılıyor. Yahudi sanılan Johann Moritz çalışma kampına gönderiliyor, sonra “aryan ırk” olarak kabûl ediliyor, ardından da “Waffen-SS” denilen “Silâhlı SS”lere katılıyor. Savaşın ardından da tutuklanıp savaş suçlusu olarak yargılanıyordu Moritz. Ancak 1949 yılında serbest kalıp ailesine Almanya’da kavuşabiliyordu Moritz. Quinn, 1967 yılında Elliot Silverstein’in “The Happening-Asiler Beldesi” komedi filminde de oynadı. Quinn’in yolu 1968 yılında Henri Verneuil ustayla yine buluştu. Sinemaskop çekilmiş “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları” westerninde Charles Bronson da vardı. Film, William Barby Faherty’nin “A Wall for San Sebastian” romanından uyarlanmıştı. Filmin müzikleri de büyük usta Ennio Morricone’ye aitti. 1968 yılında, Avustralyalı yazar Morris L. West’in 1963’te Amerika’da çok satarlar listesinin bir numarasına çıkmış romanından uyarlanan “The Shoes of the Fisherman-Balıkçının Ayakkabısı” dramınında Laurence Olivier, Oskar Werner ve John Gielgud gibi önemli oyuncularla oynadı Quinn. Filmi de Michael Anderson yönetti. Filmin hikâyesi Soğuk Savaş devirlerinde geçiyordu. Rus papaz Kiril Lakota (Quinn), yirmi yıl Sibirya’da çalışma kampında kalmış. O sıralarda Sovyet-Çin ilişkileri gerilmiş. Kamenev (Olivier), gelecekteki politik durumlar için Lakota’nın Vatikan’da Papa olması için Papa’nın (Gielgud) ölmesine neden oluyor. Nükleer savaş tehditi, açlık, evrim, Sibirya, politik oyunlar… İşte bu filmde bunların hepsi vardı. Ekim 1971’de ülkemizde gösterime giren Stanley Kramer’in 1969 yapımı “The Secret of Santa Vittoria-Kasabanın Sırrı”, Robert Crichton’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Hikâye, İkinci Dünya Savaşı’nda şaraplarıyla ünlü Santa Vittoria adlı kasabada geçiyordu. Kasabalılar, değerli şaraplarını Nazilerden kurtarmak için büyük bir sırrı paylaşırlar. Filmde Quinn’le beraber İtalyan sinemasının büyük kadın oyuncularından Anna Magnani ve Virna Lisi de vardı. Filmin bir diğer önemli oyuncusuysa Giancarlo Giannini’ydi. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Giuseppe Rotunno’ya aitti. Rotunno, Luchino Visconti ustayla birçok filmde çalışmıştı kameraman olarak. Quinn, yine 1969’da önemli yönetmenlerden Daniel Mann’ın “A Dream of Kings-Kralın Rüyası”nda da göründü. Daniel Mann (1912-1991), en çok 1959 yapımı “gang melo”su “The Last Angry Man-Son Kızgın Adam” filmiyle hatırlanıyor. Harry Mark Petrakis’in romanından uyarlanan “Kralın Rüyası”nda Quinn, başrolü Irene Papas’la paylaştı. Filmin hikâyesi Şikago’da Yunan toplumunun içinde geçiyordu. Yunan-Amerikan melezi kumarbaz ve halk filozofu Matsoukas’ın yedi yaşındaki oğlu Stavros ölümcül hastalığa yakalanıyor ve Matsoukas de, şifa ve güneş için oğlunu Atina’ya götürüyordu.
Çöllerin aslanı…
Quinn’in yolu, 1970 yapımı “Walk in the Spring Rain-Bahar Yağmuru Gibi” filmiyle Ingrid Bergman’la yolu bir daha kesişti. Rachel Maddux’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop filmi Guy Green yönetmiş. Bu filme, David Lean’ın 1945 yapımı siyah-beyaz yapımı “Brief Encounter-Kısa Tesadüfler” filminin tarzına yakın denilmiş zamanında. Quinn, 1972’de “Across 110 th Street-Kirli Sokaklar” suç filminde oynadı. Wally Ferris’in romanınından uyarlanan filmin senaryosunu Luther Davis yazmıştı. Filmde, Harlem’in gizli kumarhanelerinden birini basarak paraları çalan üç siyahın peşine mafya, komiser Frank ve dedektif Pope düşerler. Harekeketli bu aksiyon-polisiyeyi Barry Shear yönetmişti. Richard Fleischer’ın 1973 yapımı “The Don is Dead-Baba Öldü” filmi, Marvin H. Albert’ın romanından uyarlanmasına rağmen, Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir film denilmiş zamanında. Quinn, 1970’lerin ortasında Müslümanların kalbini fethetti 1976 yapımı “The Message-Çağrı” filmiyle. Moustapha Akkad’ın (Mustafa Akad) yönettiği film, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Müslümanlığın yayılışını anlatıyordu. Quinn, Hamza karakterini canlandırdı bu filmde. Sinemaskop bu filmin muhteşem görüntüleriyse üç kameramana aitti: Said Baker, Jack Hildyard ve İbrahim Salem… Müzikleriyse Maurice Jarre bestelemişti. Ekim 1979’da ülkemizde gösterime girmişti “Çağrı” filmi. 1976 yılında “Target of an Assassin-Hedefteki Adam” geriliminde oynadı Quinn. Peter Collinson’ın yönettiği film, Jon Burmeister’ın romanından uyarlanmıştı. Sergio Corbucci’nin yönettiği 1976 yapımı “Bluff Storia di Truffe e di Imbroglioni-Dolandırıcılar Kralı” komedi-suç filminde, büyük şarkıcı Adriano Celentano ve Capucine’le başrolü paylaştı Quinn. Birer “tokatçı” olan Philip Bang ve ortağı Felix’in hayli eğlenceli hikâyesini perdeye yansıtıyordu bu film. Mart 1979’da ülkemizde gösterime giren 1976 yapımı “L’Eredità Ferramonti-Baba, Oğul, Gelin”i Mauro Bolognini yönetmişti. Ennio Morricone’nin müziklerini bestelediği filmde Gregorio Ferramonti (Quinn), gelini Irene Carelli Ferramonti’yle (Dominique Sanda) yatıyordu ve ölümü de gelinin kucağında geliyordu. Filmin hikâyesi de 1800’lü yıllarda geçiyordu.
Aralık 1982’de ülkemizde gösterime giren 1978 yapımı “The Greek Tycoon-Akdenizli” filminde başrolü Jacqueline Bisset ve Raf Vallone’yle paylaştı Quinn. Filmi de J. Lee Thompson yönetmişti. Quinn, Yunanlı bir armatörü canlandırmıştı. Quinn, yine 1978’de “The Children of Sanchez-Sanchez’in Çocukları”nda oynadı. Geniş bir ailenin babası olan Jesus Sanchez’in hikâyesini anlatan film, Oscar Lewis’in romanından uyarlanmıştı. Filmin senaristleri arasında İtalyan “Yeni Gerçekçi” akımın yaratıcılarından Cesare Zavattini de vardı ve bu filmi de Hall Bartlett yönetmişti. Quinn, James Fargo’nun 1978’de yönettiği “Caravans-Karavan” filminde Michael Sarrazin, Christopher Lee, Jennifer O’Neill ve Joseph Cotten’la başrolü paylaştı. Nisan 1979’da ülkemizde de gösterime giren James Michener’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop macera filmi 2. Dünya Savaşı yıllarında Afganistan’da geçiyordu. Quinn, “Zülfikar” karakterindeydi. Yönetmen J. Lee Thompson’la Quinn’in yolu 1979 yılında “The Passage-Geçit” filminde bir daha buluştu. Mart 1979’da ülkemizde de gösterime giren bu filmin görselliği çarpıcıydı. 2. Dünya Savaşı’nda geçen film, yazar Bruce Nicolaysen “Perilous Passage” romanından uyarlandı. Romanın yazarı senaryoyu da yazdı. Quinn, bu filmde James Mason, Malcolm McDowell, Patricia Neal, Christopher Lee’yle başrolü paylaştı. Quinn, “Çağrı”dan sonra Moustapha Akkad’la yolu bir defa daha kesişti. Ocak 1985’te ülkemizde gösterime girebilen 1981 yapımı “Lion of the Desert-Çöl Aslanı Ömer Muhtar” filminin senaryosunu H. A. L. Craig yazmıştı. Filmde Oliver Reed, Irene Papas, Raf Vallone, Rod Steiger, John Gielgud gibi önemli oyuncular da vardı. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Bu epik filmde, Libya’nın kahramanı Ömer Muhtar, İtalya’da 1929’da iktidara gelen faşist Mussolini hükümetinin Roma İmparatorluğu’nu yaratma hayalini çöle gömüşü anlatılıyordu. Filmin sinemaskop görüntüleri de etkileyiciydi.
Quinn, 1980’li ve 1990’lı yıllarda çoğunlukla televizyon dramalarında göründü. Ama sinemayı bırakmadı. Quinn, Chris Columbus’un 1991 yapımı “Only the Lonely-Bekârın Derdi” romantik-komedisinde Nick Acropolis karakteriyle ikinci roldeydi. Filmde John Candy, Maureen O’Hara, Ally Sheedy, Kevin Dunn ve James Belushi de vardı. Ağustos 1991’de bu film ülkemizde de gösterime girmişti. Quinn’in yolu, Hollywood’da siyah sinemanın önemli yönetmenlerinden Spike Lee’yle 1991 yılında “Jungle Fever-Orman Ateşi” filmiyle buluştu. Annabella Sciorra ve Wesley Snipes’ın başrolünde olduğu filmde Quinn’le beraber Tim Robbins, John Turturro, Samuel L. Jackson da vardı. 1995 yılında “A Walk in the Clouds-Bulutların Ötesi” filminde de oynadı. Filmi, Meksikalı Alfonso Arau yönetti. Mart 1996’da ülkemizde gösterime giren filmin başrolünde Keanu Reeves vardı. Son filmi, 2002’de gösterime giren ve başrolünde Sylvester Stallone’un olduğu “Avenging Angelo-Angelo’nun İntikamı”ydı. Bu filmi göremeden bu dünyadan göçtü Quinn.
(18 Ekim 2009)
Ali Erden
Kanal-İ-zasyon Filminin Müzik Klibi Yayında
Başrollerini Okan Bayülgen, Hakan Yılmaz, Aslıhan Gürbüz, Ceren Şekerci, Rasim Öztekin, Hakkı Devrim ve Erol Günaydın’ın paylaştığı, yönetmenliğini Alper Mestçi’nin yaptığı Kanal-İ-zasyon filminin müzik klibi çeşitli müzik kanalları ve internet video sitelerinde yayınlanmaya başladı. Filmin en komik sahnelerinden bazılarını da içinde barındıran klip özellikle internet sitelerinde yoğun ilgi görüyor.
Sözlerini hip-hop sanatçısı “Kara Kalp”in yazdığı ve seslendirdiği klibin görüntü yönetmeni Muharrem Dokur. Filmle aynı adı taşıyan ve rap tarzındaki şarkı aynı zamanda filmin jenerik müziği.
Halit Refiğ’i Kaybettik
Sinemamızın ünlü yönetmeni Halit Refiğ, tedavi gördüğü hastanede 11 Ekim 2009 Pazar günü 08:20’e hayatını kaybetti. Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları, Haremde Dört Kadın, Bir Türke Gönül Verdim, Hanım gibi filmleri Türk sinemasının önde gelen filmleri olarak tanınıyor. 13 Ekim Salı günü saat 11:00’de, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Osman Hamdi Salonu’nda yapılacak töreni müteakip Teşvikiye Camii’nde kılınacak öğle namazı sonrasında Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek. Vefatı sinema dünyamızda büyük üzüntü yaratan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.
Antalya’ya Gelen Ünlüler Açılış Kokteylinde Biraraya Geldiler
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali açılış kokteyli Dedeman Oteli bahçesinde yapıldı, sinemamızın altın yıllarının sanatçıları sinemaseverlerle hasret giderdi. Gecede göze çarpan ünlüler arasında Atilla Dorsay, Aytaç Arman, Berna Hun, Ediz Hun, Ekrem Bora, Eşref Kolçak, Eylem Şenkal, Fatma Karanfil, Gönül Yazar, Mustafa Akaydın, Nilüfer Aydan, Salih Güney, Selma Güneri, Süleyman Turan, Umut Sezgin, Ülkü Erakalın, Yetkin Dikinciler, Yüksel Arıcı vardı. Kokteyl sonrası Cam Piramit’te yapılan açılış töreninde sinemamızın 60’lı yıllarının sanatçıları sahneye çıkarak sevenlerini selâmladılar.
Antalya’ya Gelen Ünlüler Açılış Kokteylinde Biraraya Geldiler yazısına devam et
Filmekimi’ne Sinemaseverlerden Büyük İlgi: Filmekimi’nde Ek Seanslar
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından 17 – 25 Ekim tarihleri arasında düzenlenen ve 03 Ekim’de gişelerini açan Filmekimi sinemaseverlerden yoğun ilgi görüyor. Emek Sineması önünde hafta boyu devam eden uzun kuyruklar oluştu. Filmekimi’nin en çok ilgi gören filmleri Aşkım (Cheri), Kim Kiminle Nerede (Whatever Works) ve Dönüşüm (Don’t Look Back) için ek seanslar kondu.
İstanbul’da Kıyamet Kopacak: d@bbe 2
“Türk Korku Filmi” konseptini dünya sinemasına kazandırmak amacıyla yola çıkan Hasan Karacadağ, d@bbe 2’de yerel unsurlar içeren d@bbe 2’de İstanbul’daki kıyamet sahnelerine özel önem verdi. Türk korku filmlerinde görmeye alışkın olmadığımız köprü parçalanması, yıkılması ve büyük yangınlar gibi görkemli felâket sahneleri filmde dikkat çekecek. d@bbe 2, Özen Film’in dağıtımıyla 25 Aralık 2009’da, yaklaşık 200 kopya olarak vizyona girecek.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Kara Köpekler Havlarken, Fransa’da
Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach’in çektiği Kara Köpekler Havlarken, 23 Ekim – 01 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek Avrupanın önde gelen film festivallerinden 31. Montpellier Uluslararası Film Festivali’nde Panorama bölümünde yarışacak. Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach’ın yönettiği Kara Köpekler Havlarken, uluslararası yolculuğunu başarı ile sürdürüyor. 15 Ekim’de 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki ilk gösterimi oyuncuları ve yönetmenlerin de katılımı ile yapılacak olan film, iki varoş delikanlısı Selim ve Çaça’nın şehrin kanunsuzları arasından sıyrılma mücadelesini anlatıyor.
Paradoks Senaryo Atölyesi Başlıyor
Metin Gönen’in hazırlayıp yürüttüğü Paradoks Senaryo Atölyesi, 19 Ekim 2009′da yeniden başlıyor. Atölye, öncelikle sinema dilini ve dramaturji tekniklerini öğrenerek fikirlerine dramatik bir yapı, düşüncelerine sinematografik bir anlatım kazandırmak isteyen herkese açık olarak düzenlenen 4 aylık zengin bir programdan oluşuyor. Atölye, sinema-TV, iletişim, edebiyat bölümü öğrencilerine, tüm senaryo ve drama yazarı adaylarına, dramaturji ve mizansen tekniklerini öğrenmek isteyen tüm sinemacılara yönelik eğitim programıyla Avrupa standartlarında temel sinema eğitimi olanağı sunuyor.
Paradoks Senaryo Atölyesi Başlıyor yazısına devam et
Ah Bir Dili Olsa da Konuşsa
Animasyon, kurmaca derken şimdi de belgesel türünde 3D teknolojisi huzurlarınızda… Mekân da okyanus olunca keyif de katlanıyor haliyle… Hiç sualtı deneyimi yaşamamış olan bendeniz için müthiş bir deneyim oldu. Jean-Jacques Mantello kaptanlığında hazırlanan Okyanus Dünyası uzun yılların emek ve çabasının sonucu olarak seyirciyle buluşmayı bekliyor.
Gözünüzün önünde zarifçe süzülen manta vatozundan çekiç balığına, deniz tavşanından deniz ejderine, balinalardan köpekbalıklarına türlü türlü deniz canlısıyla müşerref olduk. Yetişkinler için olduğu kadar çocuklar için de eğlenceli bir deneyim Okyanus Dünyası… Galaya teşrif eden miniklerin, film boyunca meraklı sorularının bitip tükenmek bilmemesinden bu yargıyı destekleyebiliriz, hepsi gayet eğlenmişe benziyordu.
Bir de malûm belgesellere bir adım geri dururuz. Bu anlamda 3D bu türden doğa belgesellerinin önünü açacak gibi görünüyor. Birkaç ufak uyarı, uzun süre balıklara bakmaktan ve kamera yer yer gözümüzü balıkların vücutlarına fazlasıyla soktuğu için, küçük çapta baş dönmeleri, mide bulantıları yaşadık. Yaşadık diyorum çünkü bu etkinin sadece bende olup olmadığını öğrenmek için film arasında küçük bir nabız yoklaması yaptım. Tabii bu filmin tadını kaçıracak kadar büyük bir sorun değil. Gözlüğünüzü arada birkaç saniyeliğine gözünüzden uzak tutmak suretiyle yan etkilerden kurtulabilirsiniz.
Filmin bülteninde seyirciyi okyanusların büyülü dünyasına davet ederken bu görkemli dünyayı ve sakinlerini korumamız altına almamız için ilham kaynağı olmayı hedeflediği de yazıyordu. Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve WWF desteği ile yapılandırılmış olması böyle bir derdinin olduğunu güçlendiriyor ama ben yine de filmin içinde somut olarak bu soruna dikkat çekecek bir şeyler duyacağımı ummuştum. Biraz kör göze parmak durumu olacaktı ama olsun, artık bunu yapmak zorundayız. Özellikle de iklim değişikliği sonucu ortaya çıkacak felâketlerin soğuk nefesini her an ensemizde hissederken…
Yeri gelmişken söyleyelim bugün itibariyle Yeşiller Partisi soruna dikkat çekmek için bir basın açıklaması yaptı. Amaç; 07 – 18 Aralık’ta Kopenhag’da yapılacak olan iklim değişikliği zirvesi kampanyası başlatan, kamuoyu ve hükümeti sorumluluk almaya çağırmak.
Eğer su kaplumbağamızın dili olsa da konuşsaydı; “İklim değişikliği güzel dünyamızı yok ediyor. Okyanusumuz neredeyse çöplüğe dönüşmüş durumda… Endüstriyel balıkçılık, tahrip edici balıkçılık, korsan balıkçılık, balık üretme çiftliklerinde yapılan bilinçsiz avlanma sonucu biz kaplumbağalar, mercanlar, foklar, balinalar, köpekbalıkları ve daha birçok tür katlediliyor. Gemilerden denizlere dökülen petroller eko sistemimizi alt üst ediyor. Siz insanlar, bizi öldürdükçe aslında kendinizi, bizim ve sizin çocuklarınızın geleceğini karartıyorsunuz” demez miydi? Gandhi’nin sözüyle bitirelim; ”Bu dünya herkesin ihtiyacını karşılar ama bazılarının ihtirasına yetmez.”
(17 Ekim 2009)
Gizem Ertürk
Vizörden Bakmak
Bu bir haber verme değil, duymayan kaldı mı ki! Sonra Halit Refiğ gibi bir sinemacının arkasından ne yazılır. Yazmam gerekiyor, çünkü birilerine birşeyler söylemem lâzım ama, sözün bittiği yerler vardır, işte tam oradayım. Kendisi ile üç dört defa kısa da olsa görüşmelerim oldu, daha fazla karşılaşmadım. Sinemasının tutkunu birisi değilim ama benim için en iyi on filmimiz içine her zaman girmesi gerekecek bir Haremde Dört Kadın’ı yapmış olması yeterli. Sinemada film yönetmek bir iştir, bir şeydir ama Refiğ için sadece bir yönetmen demek yetmez. Askerliği sırasında el kamerası ile Kore’de kaydettiği görüntüleri görmedim, görmemede gerek yok zaten, sinema üzerine yazdıkları, büyük bir çoşku ile okuduğum UIusal Sinema Kavgası, zaman zaman didaktiğe kayan filmleri, yıllar sonra seyrettiğimde aynı heyecanı duyamadığım ama ilk seyretmemde bana çok şeyler katan bir Şehirdeki Yabancı… Yine -araya sıkışmış- bir yasak aşk öyküsü anlattığı Halit Ziya -ne yazık ki modernize edilmiş- uyarlaması olan Kırık Hayatlar’da yasak aşkın kahramanlarından birini -tamamlanamamış ilk filminden (Hatalı Yol) sonra tamamlanmış ilk filmi- Yasak Aşk filminin afişi önünde görüntülemesi… Televizyonumuzun (TRT), zaman zaman çok iyileride yapılsa da -bana göre- hâlâ aşılamamış dizisi, Halit Ziya’nın romanının gerçek uyarlaması Aşk-ı Memnu… Bir başka televizyon olayı Yorgun Savaşçı, bu kez Kemal Tahir’e bir saygı duruşu… Ne yazık ki Yasak Aşk’ı göremedim. Seviştiğimiz Günler olsun Gençlik Hülyaları olsun, o günlerde -sinema hakkında yeni yeni şeyler öğreniyorduk- beni (bizi) heyecanlandıran filmlerdi, hele Şafak Bekçileri, askerlerin filmde kahraman olduğu -günlük yaşanları ile anlatıldığı- ilk filmimizdi, o düzeyi ile de başkası da yapılmadı… Visconti’nin Rocco e i Suoi Fratelli’sinden izler taşıdığı ileri sürülse de tamamen yerli bir yapı ile sinemamızın köşe taşlarından birisi olan Gurbet Kuşları… Sinemamızda -bazı diğer örneklerinde olduğu gibi bir benzeri daha yapılmamış, tek başına bir film olan- Şehrazat… Oldukça didaktik ve iddialı Bir Türke Gönül Verdim’den hemen sonra sinemamızda örneği (ve başarılısı) çok az yapılmış bulunan müzikal türde Yaşamak Ne Güzel Şey ve yine didaktik ve iddialı Fatma Bacı, peşinden yeni bir yorumla üçüncü kez bir Adıvar uyarlaması Vurun Kahpeye… Bir dönem filmi çalışması İhtiras Fırtınası, günümüzden bir dram (Aşk-ı Memnu’dan yıllar sonra Müjde Ar ile) Teyzem, bir kişiliğin izini süren bir bitiş öyküsü Hanım, Kemal Tahir’e dönüş Karılar Koğuşu… ve “en bağımsız yaptığım filmim” dediği Köpekler Adası…
ABD’de üniversitelerde yapılan kimi filmler The Intercessors (Wisconsin) ve In The Wilderness (Denison); yazılan sinema ve düşün kitapları. Refiğ, kimi yönetmenlerimiz gibi yazılarını edebiyat alanında değil, -senaryolarının yanında- düşünce alanında vererek, farklı bir konum edinmiş bir sinemacımız. Sinemayı sırf ticari filmler açısından yapmayan belgesellerde yapan Refiğ, aynı zamanda bir sinema eğitimcisdirde. İddialı filmlerinden Fatma Bacı, Memduh Ün tarafından Gülsüm Ana adı ile re-make yapılınca, nazire olarak Ün’ün Kırık Çanaklar’ını Yaşam Kavgası olarak re-make yapar. (Sinemamızda çok yapılan re-make’lerin ilginç örneklerindir, bu nazireleşme.)
Sinemamızda son yıllarda -bunda giderek artan sinema okullarının da etkisi var- artmakta olan yayınların içinde, halen eksiklikler görülmektir. Yönetmenler ve oyuncular, hatta sinemanın diğer kollarında çalışan kişiler üzerine, hem toplayıcı hem analitik araştırmalar yapılmamaktadır. (“Hiç yapılmıyor” demiyorum, yeterli değil) Birkaç kitaba konu olan Refiğ üzerinede -henüz yeterli bir çalışma- yapılmamıştır. Refiğ’i tam değerlendirecek günlerdeyiz. Filmleri yeniden elden geçirilerek, üzerine konuşulmuş kitapların da bulunduğu düşünülürse üzerinde araştırma yapılacak, -diğer sırada bekleyenler birlikte- bir konumda bulunmaktadır.
Sinema, vizörden görülen bir dünya üretimi ile başlar, bu üretimlerin kurguda biçimlendirilmesi ile oluşturulur. Çeşitli yönetmenlerin vizörden bakarken çekilmiş fotoğrafları vardır. Refiğ’den böyle fotoğrafları var. Vizörün oluşturduğu çerçeve, optik kaydırmalarla farklı şekillerde biçimlendirilebilir. Kamera da farklı şekilerde hareket kabiliyetine sahip, değişimleri olabilen bir aygıt. Gerek optik olarak, gerek diğer hareketleri ile kamera, vizörün görünüm alanını değişik alternatiflere taşır; fakat aslolan bu biçimsel çeşitlilik değil, bu değişiklikler içinde görüntülenen şeydir (içerik). Yönetmen elindeki çeşitli kabiliyetleri olan kamera ile asıl düşüncesi olan (varsa!) içeriği bir bütünlük içinde anlatabilirse sineması özellik kazanacaktır. Refiğ, bir kısım filmleri ile kamerasını daha çok içerik ağırlıklı, fakat teknik özellikleri ağırlıklı olarak öne çıkmadan, alçak gönüllü bir bütünlük içinde oluşturmuş bir yönetmendir. Gurbet Kuşları filmi, Malatya’dan gelen aile’nin Haydarpaşa istasyonunda, önlerinde açılan İstanbul’a nasıl hakim olacaklarını konuşurlarken açılır. “Köhne Bizans’tan kalma İstanbul bu misafirleri savurup dağıtır ve geriye atarken, yeni gelen bir başka aile aynı ümitlerle gelir. Tamamen farklı kişilerin oluşturduğu bu ailenin konuşmaları Refiğ, başlangıçtaki -şimdi geri dönen- ailenin konuşma seslerini aynen -aynı sesleri, konuşmaları- kullanarak verir. [>Sinemada çok fazla kullanılmayan bir yöntem. Refiğ kullanır kullanmasına ama fark edilmediğini de belirterek yakınır.]
Refiğ’in yukarıda saymadığım başka filmleri de var; sinemada olsun, televizyonda (dizi) olsun, bunlardan söz etmeye gerek yok. Refiğ benim için saydığım filmleri ile çizgiyi bir üst kademeye geçerek aşmıştır zaten.
Her ölüm erkendir deyişini Refiğ’e uygularsak, evet erken ama Refiğ yapabildiklerini yaptı, bizlerin yapması gereken çok işimiz var.
(17 Ekim 2009)
Orhan Ünser
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Başladı
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, bu sabah 10:00’da Atatürk Anıtına çelenk koyma töreniyle başladı. Sanatçılar ve jüri üyeleri Antalya’ya gelmeye başladı. Bugün AKM’de galası yapılacak olan Usta filminin yönetmeni Bahadır Karataş, oyuncularından Yetkin Dikinciler ve Cihat Tamer ile jüri üyesi Nurgül Yeşilçay ve eşi Cem Özer Antalya’ya geldi. Festivalde Abdullah Oğuz’un yönettiği ve Cem Özer’in rol aldığı Sıcak filmi de gösterilecek. Festival açılış töreni ise bu akşam Cam Piramit’te yapılıyor.
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Başladı yazısına devam et