60’lı yılların ilk yarısı idi, Ankara’da üniversitede ilk yıllarım, Kızılay’dan Dikimevi’ne giden caddeyi Mithatpaşa Bulvarı’nın kestiği noktada, kırmızı ışıkta beklerken Cumhurbaşkanlığı forsu ile Cemal Gürsel’in arabası, geldi tam önümüzde durdu, kendisi ön koltukta, bastonuna dayanarak oturuyordu, ne eskortu vardı, ne de trafiği durdurmaya çalışan korumaları. Gazetelerde okumuştuk 27 Mayıs’dan sonra, yerli otomobil yapılmasını istemiş, ve yapılan ilk otomobil ile Meclise gitmek isterken, benzin bitmesi ile yolda kalmıştı. Aradan yıllar geçti, sonraki yıllarda, yapım süreci montaja dayalı otomobiller yaptık, Anadol, Murat, Şahin. Devrim Arabaları, Gürsel’in yolda kaldığı otomobilin -sıfırdan- yapılmasını ve de neden yolda kaldığını anlatıyor. Sinemamızın denemeye pek yanaşmadığı bir çalışma örneği, bir süre sonra genelde unutulacak olsa da –hafizayı beşer nisyan ile malûldür- sinemamız üzerine, gerçek araştırma yapacakların es geçemeyeceği bir çalışma. Daha önce yaptığı dramatik-belgesellerden sonra Tolga Örnek’in -belgeselliği artık iyice dramatik (/kurmacaya) dönmüş- filmi, heyecan verici. Filmde de denildiği gibi “hiçbir başarı cezasız kalmaz”, bu filme verilebilecek ceza ise, filmi gösterimde tutmak, gidip onu seyretmek ile hafifletilebilir. İlk iki Devrim otomobilinin yapım sürecini, 27 Mayıs Devrimi’nin ilk yıllarındaki bürokrasiyi anlatan Devrim Arabaları, olay kurgusu, gelişmeleri ile Yeşilçam’ın yıllarca alıştırdığı masalsı filmlerimize pek uymasa da, yine de belli kalıpları kullanan, fakat konusu, olayı ile tüm klişelerini göz ardı edebileceğimiz, heyecanlandırıcı bir film.
Gitmek’i (Hüseyin Karabey) bir öykü okur gibi izlemeyi deneyin. Doğal olarak bir film, ama sinemamızda, -sinema yolu ile yazılmış- ender öykülerden (öykü uyarlaması değil) biri. Bir aşk filmi. Sevgili’ye ulaşmak için her zorluğun üzerine giden, yolun bittiği yerlerde yeni yollar deneyen -bulan-, fonda siyasal, gösteride güncel, sıradan; vardığı finalde, -artık sıradanlaşmış, kanıksanmış– yaşayanlarının canını alan ve yakan bir oda müziği tarzında, küçük bir trajedi. (Alain Resnais’in Hiroshima Mon Amour filminde de bir Alman’a aşık olan Fransız kızın, içine gömdüğü, sonuca ulaşmayan/ulaşamayacak olan aşkı hatırlanıyordu. Onun kişisel aşkı, Hiroşima’da yaşanan trajedinin, kilometrelerce uzağında yaşanmış kişisel bir dramdı.) Gitmek’in sonuca ulaşmayan/ulaşamayacak olan kişisel aşkları, Güney Doğu Anadolu’da, başlangıcı yıllar öncesine dayanan, yabancı patentli Türk-Kürt farklılaşmasının/farklılaştırılmasının sadece su yüzüne çıkan küçük parçacıklarından birisi. Kimse bir yerlere bu koşullarda GİTMEK durumunda kalmasın.
Gani Müjde ikinci filminde, bir varsayımdan yola çıkarak, “olmasaydı, nasıl olurdu”dan hareket ederek, tarihi misyonu bitmiş bir imparatorluğun bugünlere ulaşabilseydi encamının ne olacağını araştırıyor. Komediden yola çıkılsada, olayın hiçde komik olmadığı içine girince anlaşılıyor. Öncelikle Osmanlı Cumhuriyeti -sinemamızın yaygın mânâda anladığı gibi- bir komedi değil. Varsayımın her zaman yerine oturduğu da söylenemez ama, ilginç olabilen sekanslar içeriyor; günümüze yapılan göndermelerde, böyle bir film de -hele bugünün siyasal/ekonomik eriştiğimiz nokta göz önünde bulundurulursa- kaçınılmaz olacaktır. 7. Osman’ın, Asude’nin dilekleri karşısında, “bir babayiğidin çıkıp ‘geldikleri gibi giderler’ demesini istemesi”, bugün ne kadar olası ve eğer böyle bir babayiğit çıkarsa, işi, o sözü söyleyen babayiğit’inkinden çok daha zor olacaktır.
(30 Kasım 2008)
Orhan Ünser