Mustafa

Cumhuriyet döneminin ilk filmi Ateşten Gömlek’tir (1923) Savaş içinde sıcağı sıcağına yazılmış roman (Halide Edip Adıvar), filme (Muhsin Ertuğrul) çekilir. Kurtuluş Savaşı sırasında kurmaca bir aşk öyküsü anlatan film çok ilgi görür ve 1950’de ikinci bir versiyonu daha yapılır (Vedat Örfi Bengü). Bu filmlerde Mustafa Kemal yoktur. Daha sonra da Kurtuluş Savaşını konu alan filmler çevrilir, bunlar Bir Millet Uyanıyordu (Ertuğrul – 1932) gibi özgün öyküler de olabilir, Ankara Postası (Ertuğrul – 1928) gibi hem uyarlama (oyundan), uyarlaması da adapte (Fransızcadan) olabilir. Kurtuluş Savaşını konu alan filmlerde Mustafa Kemal yer almaz, olayın bir kahramanı olarak yer almaz, fakat hele 1950’den sonra 1960’ların ikinci yarısına kadar her yıl en az dört – beş tane yapılan Kurtuluş Savaşı filmlerinin hemen hemen hepsinde (istisnalar kuralı bozmaz) -finalde- Samsun’dan güneş gibi doğan, sonrada gerek savaş sırasında gerek savaş sonrasında çekilmiş gerçek “belgesel” filmleri ile Mustafa Kemal yer alır. Filmde adı sık sık geçer, karşıtlarının dilinde ve yandaşlarının dilinde. Ama “olay”ın kahramanı olarak, -bir oyuncu tarafından oynanarak- yer almaz. Bu arada, eskiden beri Amerikalıların bir Atatürk filmi yapacağından söz edilir.

Belleğim beni yanıltmıyorsa, zaman zaman gazetelere yansıyan ve sadece Atatürk’ü oynayacağı belirtilen oyuncu ile anılan bu haberlerde adı geçen devamlı değişiyordu. Douglas Fairbanks Jnr., Fredric March, John Wayne, bu isimlerde bazıları idi, hiç biri de oynamadı, oynayamadı.

1965 – 66 yılları idi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü öğrencileri, Nutuk’u oyunlaştırmışlar, kendileri oynuyorlardı, bu oyunda Mustafa Kemal’i benzemek için hiçbir çaba harcamamış bir öğrenci oynuyordu, sahnede bir Mustafa Kemal vardı. Sinemamızda ise ilk kez –bir oyuncunun oynadığı Mustafa Kemal– 1965’de perdeye yansıyacaktı. Turgut Demirağ ve Nusret Erarslan’ın yönettiği Çanakkale Arslanları (1965) filminde 10-15 saniyelik bir rolde Haluk Kurdoğlu, Mustafa Kemal oluyordu. Benim belirleyebildiğim bu ilkten öncesi var ise, merakla bekliyorum. Yıllar sonra TRT’nin hazırladığı dramatik belgesel Metaformoz’da Mustafa Kemal -bu kez ekrana yansıyacak ve- Mahir Günşıray tarafından oynanacaktır. İzleyen bir takım farklı belgesel televizyon dramalarında farklı oyuncular tarafından oynanacak, Kurtuluş ve Cumhuriyet‘de ise Rutkay Aziz tarafından canlandırılacaktır.

Televizyonlarda ekranlara çıkmasından sonra sinemada tekrar beyazperdeye yansıması Ziya Öztan’ın Abdülhamit Düşerken’inde (2002) olacaktır. Romanda (Nahit Sırrı Örik) olmamasına rağmen Mustafa Kemal filmde küçük bir rol ile (31 Mart olayı nedeni ile İstanbul üzerine yürüyecek Hareket Ordusu’nun kurmay başkanlığına seçilir) yer alacaktır. Dört yıl sonra ise Son Osmanlı: Yandım Ali’de (Mustafa Şevki Doğan -2006) yine görülecek ve işgâlcileri (filmde askerleri, -gerçekte askerleri getiren gemileri-) görünce “geldikleri gibi giderler” diyecektir. Sinemamız karakterleri içine “artık” girmiş olacaktır. Filmlerde, epeyce geç bir zamanda filmin (TV filminin) veya içinde yer alan bir karakter olarak gösterilen Mustafa Kemal, kendi adını taşıyan belgeselde bu şekilde canlandırılmamış; sadece elleri gösterilen, yazı yazan veya zeybek oynarken çizmeli bacakları görülen biri olarak yansıyor perdeye; Nutuk’u yazmaya başlaması ile tüm bedeni ile gösterilen, canlandırılan Mustafa Kemal yine bir kişi olarak gösterilmekten sakınılan biri, ya omuzdan, amorsdan gösteriliyor veya tamamen sırtını veya gölgede bırakılmış yüzünü görebiliyoruz. Bu bir yöntemdir kuşkusuz, ama gerçek yüzünün sadece fotoğrafları ve belge filmleri ile verilmesi -ki bunların bir çoğunun herhangi bir yerde bulunması mümkün iken- ve bununla yetinilir gibi, araya belgeseli dramatikleştirirken canlandırıcı oyuncu kullanılması bu sahnelerin inandırıcılığını mümkün kılmıyor.

Yabancı filmlerde ne kadar kullanıldığı hakkında yeterli bilgimin bulunmamasına rağmen, bir kısmının ülkemizde çevrildiği Peter Collinson’un You Can’t Win ‘Em All / Paralı Askerler filminde üçüncü sınıf bir oyuncu tarafında oynandığı gazetelerimize yansımıştı.

Mustafa Kemal’in “öykü” kahramanı / kişisi olarak kullanılmamasının yanında, “adı” da filmlerimizin isimlerinde yer almaz -alması da zorunlu değildir zaten- yalnız iki filmde kullanılır: Lütfi Akad’ın 1952’de Kanun Namına’dan hemen sonra yaptığı filmin tam adı Atatürk’ün Casusu İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı’dır. Fakat nedense “Atatürk’ün Casusu” kısmı hemen bir çok yerde kullanılmaz. İkinci kullanımı ise 1959’da yapılan Nusret Erarslan’ın O’nun Süvarisi’dir. Görüldüğü gibi burada da “O” olarak örtülü bir şekilde kullanılmıştır.

Mustafa Kemal hakkında pek çok kitap (lehde ve aleyhde) yazılmış, son yıllarda ağırlıklı olarak televizyonlar için belgeseller yapılmıştır. Mustafa Kemal gibi bir kişilik için yapılanların yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Hele vizyonda bulunan Mustafa belgeseli için bu güne kadar yapılanları sonlandırdı demek hiç mümkün değildir. (Filmin Antalya Festivali sırasında galasının yapılmasından sonra yapılan televizyon programlarında buna benzer bir takım sözlerin edildiğini hatırlıyorum, yanılmış olmayı dilerim.) Mustafa Kemal gibi karizmatik bir kişiliği tüm yönleri ile anlatacak bir çalışma yapmak, kitap olsun, film (dramatik veya belgesel) olsun hayli kapsamlı olacaktır ve yinede eksik kalacaktır. Çok yönlü ele alınacak bu tip karizmatik kişiler için, süresi de kısıtlı bir çalışmaya kalkışıldığı zaman, başlangıçta o kişinin hangi özelliğinin ön plâna çıkarılacağı baştan belirlenmelidir. Can Dündar’ın televizyonlarda yaptığı konuşmalarda da belirttiği gibi, yalnızlığının altının çizildiği öne çıkıyor bu çalışmada. Mustafa Kemal gibi bir kişiliğin yalnız olması karizmasının bir gereği olmak gerekir; bu yalnızlık kimsesizlik demek değildir doğal olarak. Ama daha Harbiye günlerinde ülkenin (600 yıllık bir imparatorluk, toplum olarak gerek bu topraklarda veya geldiği diğer topraklarda bir o kadar daha eskiye varan tarihe sahip birtopluluğun “ulusun” ) durumunu hep düşünmüş, getirildiği çıkmazdan kurtulması için çözümler aramış bir kişinin, gündelik yaşamın hay huyu içinde günlük yaşaması beklenemez. Bu zaman zaman yalnızlığı gerekli kılacak bir çabayı da beraberinde getirir. Belgeselde belirtildiği gibi, koşulların getirdiği noktada, yalnızlığı tercih etmesi ve kaderine baş kaldırma isyanının getirdiği bir neden sonuç ilişkisi değildir, daha ileride yaşayacağı yalnızlık. Ülkede zaten var olan bir çözüm arama galeyanı bir çok kişide belirli kanallara oturmaz iken, Mustafa Kemal’de daha o zamanlar çözümlere ulaşmış; gayet iyi özümlediği Fransız İhtilali Kebirinden edindiği öğretiyi, Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in sesleri ile duygusal plânda da geliştirmiştir. Ama, Namık Kemal’in “Düşman dayamış bağrına hançerini / Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini” dizelerine “Düşman dayasın bağrına hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” dizeleri ile cevap vererek de, yakınmanın (ah vah’ın) çare olmayacağını belirtmiştir. “Bahtı kara maderini” kurtarmak için, girişeceği mücadelede, duygusal birikimi yanında, tarih (ve strateji) bilgisini de kullanmıştır, bu yöntemi gerek daha sonraki yıllarda gerek savaşı sırasında gerek savaşından sonra -asıl kazanılması gereken savaşta- kullanırken de yalnızlık içinde olacak, çevresindekileri ikna ederek devrimlerini -belgeselde de sözü edildiği gibi “not ettirdiği aşamaları”- gerçekleştirme uğraşı verecektir. Doğal olarak, yapmak istedikleri (ve yaptıkları) not ettirilenler kadar değildir.

Yalnızlığı yanında, içki ve sigara içtiği, yabancı basından yapılan alıntı ile diktatör olduğu, heykellerini yaptırarak, kendini adeta putlaştırdığı, kadınlarla ilişkileri, mücadeleye beraber başladığı arkadaşlarını zamanı gelince tasfiye ettiği, -devrimin evlâtlarını yediği- ve onca mücadeleden sonra her şeyi bırakıp gitme (belki bıkma/usanma) arzusunun altı çizilerek anlatılmasına rağmen, bunlardan daha önemli bir çok eylem/devrim yaptıran karizmasının üstünün örtülmesi, belgeseli Mustafa Kemal hakkında hiç de yeni bir şey söylemeyen bir çalışma düzeyinde bırakıyor. Ağırlıklı olarak yalnızlığının ön plâna çıkarılıp, daha çok kişisel zaaflarının sıralanması, diğer yönlerinin ele alınacağı daha pek çok belgesel veya dramatik yapıtın yapılmasına neden olmalıdır.

/ Metin Erksan, Atatürk Filmi isimli kitabını “…Atatürk Filmi’ni en iyi yaratacak olan yapmalıdır. Bir kez daha söylüyorum, bence bu yaratıcılar Amerikan sinemacılarıdır. Bu büyük işi ancak Amerikan sineması yapar” sözleri ile bitiriyor. Sn. Erksan 1989’da yayınlanan kitabında öne sürdüğü bu fikrini halen koruyor mu bilemiyorum ama, bu düşüncesine hiçbir zaman katılmadığımı -o zaman okuduğumda da, şimdi Mustafa filmini seyrettikten sonra da- belirteyim. (Atatürk Filmi – Metin Erksan / Hil Yayınları – 1989) /

(09 Kasım 2008)

Orhan Ünser