Etiket arşivi: Korkut Akın

Hepimiz Aynı Süreyi Yaşıyoruz: On Saniye

Çocuğu, hem de son sınıftayken okuldan atılan anne, rehberlik öğretmeniyle görüşmeye gider. Şimdi durun, neler konuşurlar? Kim baskın çıkmaya kalkışır? Öğretmen mi haklıdır, öğrenci mi, yoksa anne mi? Belki de hepsi birden haksızdır. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi belki de “Sen de haklısın” demek gerekir?

Geçen gün uçakta personele saldıran, “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?”, “Param her şeyi yapmama izin verir”ci biri vardı haberlere de yansıyan. O bilmem hangi holdingin yönetim kurulu üyesi kendince haklı mazereti olmasaydı o kadar hadsiz davranır mıydı? Onu o kadar bağırtan güç para mıydı yoksa?

Örnekleri çoğaltmak mümkün. İşte, öyle bir anne… Öldürdüğü kediyi çekip arkadaşlarına paylaşmakta hiç sıkıntı duymayan çocuğu… Kurallar gereği bir üstte gibi duran, ama annenin hadsiz tavrı nedeniyle sakin davranmaya çalışan öğretmenin sabrı nerede kadar dayanır? Sahi, öğretmenin de sorunları, sıkıntıları, egosu yok mudur? O da eklenince birbirine “diklenen” iki kadın arasından seyirci sıyrılabilir mi?

Ceylan Özgün Özçelik’in, Erdi Işık’ın senaryosuna dayanan “On Saniye” filminde iki oyuncu var: Anne Bergüzar Korel, öğretmen Bige Önal. Özçelik, bir oda içinde birbirini çiğ çiğ yiyecek kadar gerilen iki kadının üzerinden evrensel, hepimizi ilgilendiren bir gerilim öyküsü anlatıyor. Aslında hepimiz her an benzer gerginlikler içerisindeyiz, bırakın üflemeyi, dokunsanız yanacak derecede hem de.

Filmi, Adana’da, Altın Koza için yarışırken izlemiştim. Ceylan Özgün Özçelik, standart ölçekleri de bir tarafa bırakarak (baş boşlukları o kadar yüksekti ki, iki kadının da birbiri karşısında dibe battığını hissettirdi) alabildiğine serbest davranmış. Oyuncular da başarılıydı, en azından beyazperdeye yansıyan gerilimin etkisini yaşatabildikleri için, bazı aksamaları gözden uzak tutmak gerekir.

Bilmem, siz öyle mi davranırsınız, ama hemen her gün hayatın her alanında birilerinden kendimizi üstün görmek, diğerlerini yok saymak gibi bir duygu hepimizi sarıyor. Kendimize gelmemiz için…

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(17 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tarih Bize Yol Gösteriyor: Düzen (The Order)

1980’li yıllardan, tarihi suç ve gerilim filmi. Faşist bir suç örgütü olan The Order (Düzen), Yahudilere, Siyahilere, Meksikalılara, (açıkça göstermese de) kadınlara düşman ve onları yok ederek iktidarı ele geçirmek istiyor. Örgüt, hedeflers doğrultusunda birçok bombalama, banka soygunu yapınca FBI devreye girer. Ajan Terry Husk (Jude Law), yerel polis gücüyle birlikte kendilerini iyi gizleyen bu örgütü bulur. Örgütün asi lideri Bob Mathews (Nicholas Hoult) yakalanmayacağına, yakalanırsa da kahraman olacağına inanan biridir. Ajan Terry, onu canlı yakalayarak kahraman olmasına izin verecek midir?

Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel’in, Kevin Flynn ve Gary Gerhardt’ın 1989 tarihli kurgu dışı kitabı “The Silent Brotherhood”a dayanarak çektiği film, her ne kadar beyaz üstünlüğünü sağlayan bir örgütü anlatsa da günümüzle bağlantılı olarak izleyiciyi ülkemize (komşulara da) getiriyor. Bizde de benzer örgütlenmeler var ve bizdekiler de alabildiğine kanlı eylemler düzenliyor. 1980’lerde güvenlik kameraları şimdiki kadar her binada, her sokakta, her kurumda yoktu, buna da bağlı olarak soygunlar yapılabiliyordu. Artık güvenlik kameraları her yerde olduğu için neredeyse evlerine kadar takip edilebiliyor bu tür eylemciler. Soygun eyleminin dışında ırkçı, ayrımcı, dinci örgütlenmeler bugün de var ve hâlâ etkin.

Bu tür faşist ve dinci örgütlenmeler cesur gibi görünseler de poliste hemen çözülüyor; film bunu çok net veriyor. Diğer taraftan, kadınlara güvenmeyen, onları parayla kandırabileceklerini sanan örgüt lider ve militanları ele veren yine kadınlar oluyor.

Tarihi olaylara dayanan, gerçekçi öyküler anlatan filmleri izlemenin yararı, hayali hedeflere inanmamayı sağlamaktır, diyebiliriz.

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(13 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Bir Süper Kahraman Doğuyor: Avcı Kraven

Çizgi roman kahramanlarını ve çizgi romandan filme uyarlanan filmleri sevenlerin kaçırmak istemeyecekleri, beğeniyle izleyecekleri bir film. Aslan ısırınca, yarı ölü haldeyken, büyükannesinin formülü gizli sihirli iksirini içiren yerli kız, ölmesine izin vermez Sergei Kravinoff’un (Aaron Taylor-Johnson), yani Kraven’in. Hatırlarsınız Revenant’ta da ayı idi Leonardo DiCaprio’yu ısıran…

Genç yerli kızın Calypso (Ariana DeBose) sihirli iksiri süper güçle donatır Kraven’i. Kraven’in acımasız babası Nikolai Kravinoff (Russell Crowe) oğlunu acımasız yetiştirmek, onu kendi (tabii ki yasa dışı) işinin başına geçirmeyi planlamaktayken Kraven, hem barışçı hem çevreci hem hayvansever ama bir o kadar da gaddar bir kan dökücü olmuştur. Çıkarları çatışınca aralarındaki gerilim artar, birbirlerine düşman kesilirler. Her ne kadar çizgi romandan yola çıkan süper kahraman demiş olsak da şiddetin çıktığı seviye açısından bakınca çocukların izlemesi pek de önerilemez…

Filmin ana sözü: Doğadaki en acımasız, en kötücül tek canlı insandır. Filmin güçlü bir oyuncu kadrosu var, gerçekten çok iyiler. Bir aksiyon filmi için kamera hem çok hareketli hem de başarılı. Müzik de iyi. Ancak senaryodan da kaynaklanan insanı şaşırtan, kabul edemeyeceği sahneler filmin o sihrini düşürüyor.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(12 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri

Filmin adından anlaşıldığına göre Hemme (veya herkes) her gün yaşıyor bunu. Ekonomik sorunlar, hayat pahalılığı, evsizlik, sağlık sorunları, eğitimin yerlerde sürünmesiyle birlikte buna bir de borçluluk eklenince herkes her gün bir kez daha ölüyor (ya da öldürülüyor mu demeliyim). Doluya koyuyorsunuz almıyor, boşa koyuyorsunuz dolmuyor ve hepsi birden hiçbir işe yaramıyor, bir yaraya merhem olmuyor.

Eyüp, bankanın başlatacağı icrayı en azından bir süre daha geciktirmek için Urfa’da domates kurutma işinde çalışır. Belli bir birikim, deneyim ve yetenek gerektirmeyen ama o “sarı sıcak”ta, güneşin altında biteviye çalışmak gerekir. Parası ödenmedikçe sıkıntısı artan Eyüp, sonunda kavga eder ve sorumlu olan kişiyi (Hemme) öldürmek için köye, silahını almaya gider.

Film bundan sonra başlıyor…

Murat Fıratoğlu’nun yazıp yapıp yönettiği, ödüller kazanan ve üzerinde çokça durulan filmi “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, çaresizliği, çözümsüzlüğü, ama en çok da “hayır” demeyi beceremeyen birinin en küçük bir kıvılcımla parlayıp bir şey yap(a)madan sönmesini anlatıyor.

Yalın ve sakin bir film olarak nitelenebilecek “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, ayrıntısız ve ağırlıklı genel plan sekanslarıyla “ilk film” sakıncalarını da taşıyor yanında. Oyunculuklar, tamam, önemli değil, ama izleyici biraz da oyun istiyor. Yönetmen, oyunculara mizansen vermemiş, kendisi de zaten oynamaktan uzak. Madem öyle, nasıl oldu da o kadar ödül aldı diye sorulabilir. 1970’lerde “kilim mi filim mi” denirdi, yerel motiflerin ilgi çekmesiyle doğru orantılı, özellikle Avrupa’ya giden ve ilgi çeken filmler için. “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” de öyle… Filme giremedik, dışarıdan izledik.

Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanının kahramanını, arkadaşı temizleyecek kadar iyi yürekli ama en ufak bir söz uğruna biri öldürecek kadar gözü kara olarak çizmişti… Murat Fıratoğlu da kendisinin oynadığı Eyüp’te bu tanımı geçiriyor beyazperdeye. Sıkıntılı olmasına, zamanının darlığına rağmen yolda gördüğü herkesin çağrısına “hayır” demeyi bilmediği için yavaş yavaş hırsı geçince ve hasmıyla birlikte el ele halaya bile durur.

Bizim bir günümüz…

Anadolu’nun birçok yerleşiminde yaşam yavaş akar, insanın sinirlerini gerecek kadar sakindir insanlar, zamanlarının ‘boşa’ geçtiğini düşünmezler, yeter ki rahatları bozulmasın. Zaten yakıcı güneşin altında insan, ister istemez gevşiyor, hareket edecek takati kalmıyor… Yakıcı sıcağın ezdiği insanların yavaşlığında izliyoruz filmi, benim gibi yerinde duramayanlar da var salonda ve derin nefes alıp vermeler çoğalıyor, ama merak dorukta: Ne olacak?

“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” bizim bir günümüz zaten; kim yaşananlara, yoksulluğa, yolsuzluğa, açlığa, parasızlığa karşı çaresiz değil. Biz de her gün ölüyoruz Hemme gibi.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Anılar Bir Lâhzada Oluşmaz, Bir Ömür Alır: Bir Aliye Rona Vardı

Her şeyin yeni başladığı yıllarda, başka bir hayat da başlıyordu; Cumhuriyet kurulmuş, ekonomi, eğitim, sağlık, barınma, beslenme yeniden yol alıyordu. İşte o dönemde bir Rahmi Bey vardı, eşraftan. Başarılı, çapkın, çok evli ve çok çocuklu. Bir ayağı İstanbul’daysa bir ayağı Suriye’de, bir bakmışsınız bir kasabada, bir bakmışsınız Samsun’da, belki Ankara’da, belki Eskişehir’de. Demiryolcuydu Rahmi Bey. Çocuklarının arasından Avni ve Aliye tiyatrocu oldu, pek istemese de. Birileri lâf eder diye çekiniyordu, yoksa pek de umurunda olduğu söylenemezdi… Soyadı Kanunu çıkınca Dilligil hem aile geleneğini yaşatmak hem de farklı olduğu için. Avni, tiyatroya gönül vermişti ve Fransa’ya da gitti ideallerinin uğruna. Döndükten sonra Aliye’yi de yanına aldı.

…ve Aliye tiyatrocu oluyor

“Temaşa sanatı” denen tiyatro, kazandırsa da pek muteber görülmediği için belli bir kararlılık gerektirir. Mahalle baskısı bir yandan, öyle ya “Müslüman Mahallesinde salyangoz mu satılır”, gelecek kaygısı öbür yandan, oyunun tutması gerekir ki hayat sürsün… Tüm zorlukların farkında olan Avni Dilligil, sadece Aliye Dilligil’e değil, diğer kardeşlerine de bu sevgiyi aşıladı zaman içerisinde.

Koşullar tiyatroyu zorladığında sinema yetişti imdatlarına…

Avni evlenmişti, Aliye evlenecekti… Metin Erksan, Fakir Baykurt’un ünlü romanı “Yılanların Öcü”nde, Irazca rolünü Aliye’ye verdi ve yolu açıldı dik başlı, kararlı kadının.

Filmlerde dublaj (o yıllarda filmler sessiz çekiliyor, stüdyoda tiyatrocular tarafından seslendiriliyordu, dublaj o seslendirme işine verilen ad) yapan, tiyatroda da oynayan Zihni Rona ile evlenince, Aliye Dilligil, Aliye Rona olmuştu. Aslında daha önce biriyle evlilik aşamasına gelmiş bile olsa, Aliye, özgüveni ve kimseye ödün vermediği için ayrılmıştı. Tabii, önce çocuk diyemediler, bir ev almaları, uzakta (o zaman Avni İzmir’de, Aliye’de onun yanındaydı) yaşamaktan kurtulmaları gerekiyordu. Sonra da zaten çocukları olmadı.

Sinemanın büyüsü…

Aliye Rona, sinemada başarılı oldu, aranan, sevilen bir oyuncuydu. Gür kara saçları (sahi, o da başka bir ayrıntı, saçlarınızın güçlenmesini istiyorsanız ama kitaptan okumalısınız) kara kalın kaşları, sert hatlı yüzü ile tam bir Anadolu kadınıydı. Zaten Yılanların Öcü de Anadolu’da çekilen ender filmlerden biriydi. Çarşıda, pazarda kadınlarla konuşan Aliye, hem telaffuz öğrenmiş hem uygun giysiler seçmişti.

Setten sete koşan, ama bu arada evliliği biten, sevgili arkadaşıyla ayrı ama birlikte, mutlu mesut yaşayan Aliye’nin peşinden Avni Dilligil de sinemaya adım attı. Kardeşlerinin biri yazar oldu, biri gazeteci, diğeri farklı bir iş tuttu ama hepsi de sanatın içindeydi. Evlilikler sonrası soyadları değişenlerle birlikte o kadar çok “Dilligil” var ki, hâlâ aranan, sevilen.

Sanat ve demokrasi…

Avni Dilligil, İzmir’de oyuncularına, hem mizansen verirken hem de kostümlerini anlatırken, “Tiyatroda demokrasi olmaz. Yönetmen nasıl istiyorsa sahneyi o şekilde oluşturur” deyince, Aliye o çok sevdiği saçlarının topuz yapılmasına ses çıkaramamış, ama sinema seyircisinin aklına topuz yapılmış saçlarıyla kazınmıştı. Sonraları sinemada da tiyatroda da demokrasi gelişti; çünkü iki sanat da bireysel değil ekip işiydi. Tabii ki yönetmenin dediği olacaktı, ama görüş ve öneriler karşısında esnek olunmalıydı.

Ayine Rona, özellikle işletmeci yapımcıların (Ülkü Erakalın örneği yer alıyor) yaptıklarından sonra uzaklaşmıştı sinemadan. Tanıdığı iki oyuncunun da bulunduğu ekiple “Berlin in Berlin” son filmi oldu.

Bir Aliye Rona Vardı
Arın Dilligil Bayraktaroğlu
Yaşam öyküsü
Remzi Kitabevi, Ekim 2024, 183 s.

(28 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Sofrada Yeri Öküzümüzden Sonra Gelen Kadınlar: Mukadderat

“…korkunç ve mübarek elleri
ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle,
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.
ve soframızdaki yeri,
öküzümüzden sonra gelen
kadınlar…”

Nâzım Hikmet, Anadolu kadınını böyle betimliyor. Çok çalışan, çok yorulan, çok sorumluluk üstlenen ama asla “ikinci sınıf” olmaktan kurtulamamış kadınların öyküsü sinemanın da ilgisini çekiyor en az edebiyat kadar.

Nadim Güç’ün, Erdi Işık’ın, annesini örnek aldığı senaryosunu çektiği “Mukadderat” hem dram, hem komedi, hem gerçekçi, hem de umut aslına bakarsanız. Kocası öldükten sonra, mahalle baskısının da etkisiyle bağımsız yaşamayı isteyen Sultan karakterini Nur Sürer’in canlandırdığı film bir kasabanın gündelik yaşamını da anlatıyor.

Erkek yapsa, kimsenin yadırgamayacağı bir şeyi istiyor Sultan. Erkekler, eşi öldüğünde hemen evlenmeyi düşünür, çünkü birileri olmadan yaşamayı beceremeyecek denli güçsüz ve güvensizdirler. Ölen koca/baba da geleneksel olarak mirasını bölerken yıllarca kahrını çeken eşini görmezden gelince ve daha da önemlisi “aman

ha”, “delirdin mi”, “eski köye yeni adet mi gelirmiş” gibi baskılar nedeniyle, adı deliye çıksa da dediğini yapmaktan vazgeçmeyen Sultan, sonunda herkesin rol modeli oluyor. Kahve köşelerinde pinekleyen erkeklerin diline, hemen her evde kaynatılan dedikodu kazanına düşen Sultan’ın bu kararlı tavrı, değişimin de önünü açıyor.

Tam bir seyirlik film “Mukadderat”. Herkesin kendisi için süzebileceği denli dolu ve anlamlı. Seyircinin ilgisini çekeceği kesin, festivallerin de ilgisini çekti ve ödüller aldı, kendilerinin bile ummadığı kadar. Anadolu kadınının mukadderatını değiştirmek için belki de bir dönemeç.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(26 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yasaklar Ters Teper: Beraber

Annesi ölünce, başıboş arkadaşlarıyla “serserilik yapmasın” diye babası tarafından Rotterdam’dan İstanbul’a getirilen Zeki (Alihan Şahin), arkadaşlarından uzak kaldığı yetmiyormuş gibi bir de internetsiz bırakılır. Yasaklar başarıya götürmez; sanılanın aksine doğru bir eğitim değildir.

Bomboş ama kocaman evde yalnız kalan hareketli Zeki, sokak sporu olarak betimlenen atlamalı, zıplamalı, tırmanmalıdır… Kolaylıkla evden kaçar. Birkaç gençle tanışır. Ancak bu yeni arkadaş grubunun Rotterdam’daki arkadaşlarından aşağı kalır yanı yoktur. Kendini kanıtlamak uğruna kapkaççılık yapan arkadaşlarına uyar.

İki ülke, iki kültür…

Hollanda’da belli bir serbesti yaşayan Zeki, Türkiye’de belli anlamda daha bir sıkı, daha bir gerilimli bir hayatın içine düşmüştür. Birincisi, yaşadığı büyük ve görkemli ev yüksek duvarlarla çevrili, güvenlikçiler tarafından korunan, her isteyenin girip çıkamadığı bir sitededir. Site içerisinde herkes kendi içinde yaşar, belki hafta sonları ortak yemekler verilerek “sosyalleşir”. Bu da “orman kalabalığı içinde tek başına” kalmaktır -ki hiçbir genç böyle bir tekdüzeliği kabul etmez. Yasaklar da en tam burada gösteriyor kendini.

Osmanlı hanedanı, sarayları göz önüne getirin, yüksek duvarlarla çevrili evlerde yaşıyordu. Evet, belki güvenlik açısından gerekliydi, ama görüldüğü gibi yaşayamadı. Bu gidişle yoksulluktan canı yananlardan evlerini yüksek duvarlarla çevirmiş insanlar da kurtaramayacak kendilerini.

Aklıma Ataol Behramoğlu’nun (benim çok sevdiğim) dizeleri geliyor: “Burjuvalar yüksek duvarlarla / Çevirmişler avlularını / Ama bir kiraz ağacı gördüm geçen gün / Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını” Şairin şiirce dillendirdiği gibi her zaman bir kiraz ağacı en çiçekli dalını uzatacaktır dışarıya.

Yönetmen Mete Gümürhan, daha önce “Pehlivanlar” belgeseli çekmişti; şimdi onu kurgu film olarak sunuyor. Chris Westendorp’un senaryosunu, alabildiğine hareketli, alabildiğine hızlı ve gerçekten çok iyi ışık kullanarak çekmiş. Yalın dili ve sakinliğiyle ne anlatmak istediğini bildiğini gösteriyor. Ses

konusunda (boğukluk gösterimden mi kaynaklı yoksa) küçük bir pürüz olsa da asıl sorunun ses eğitimine gereken önemi vermeyen eğitmenlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Hızlı konuşmayı seven insanlarız, ağırlıklı olarak sözcükleri yutuyor veya yuvarlıyoruz ağzımızın içinde; sadece Zeki (o da asıl dili olmadığı için) tane tane konuşuyordu.

Filmi genel anlamda beğendim, özel anlamda da anne babaların çocukları üzerinde yasakçı, baskıcı tavırlarının doğru olmadığını görebilmeleri açısından da izlenmeye değer görüyorum.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Zamanın Köşeleri Yoktur… Mutfak

Arnold Wesker’in 1957 tarihli tiyatro oyunu The Kitchen’dan 1961 yılında filme uyarlanan, şimdi de New York’ta, dünyanın merkezi denilen Times Meydanındaki bir lokantayı göçmenlikle buluşturarak anlatan Mutfak (La Cocina), aradan geçen onca yıla ve farklı ülkelere rağmen hiçbir şeyin değişmediğinin, aslına bakarsanız da yaşamın özeti. Alonso Ruizpalacios’un senaryosunu yazıp yönettiği film, alttakiler ve üsttekiler öyküsü aynı zamanda.

Göç, sadece bizim değil bütün dünyanın en önemli olgusu; insanlar sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kültürel, kuraklık, savaş ve daha birçok nedenle bir yerden bir yere göçüyor. Buradaki insan oraya, oradaki bir başka yere, farklı bir yerdeki buraya, müthiş bir hareketlilik var. Bu insanlar yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar. Birileri onlara iş veriyor; tabi onların rahat ve huzurlu yaşaması için değil, daha çok sömürmek için.

Amerika’ya (Türklerin göçtüğü yansımıştı belgelere ama) en çok Meksikalılar göçüyor; hem yakın olması, hem de geçmişten gelenler nedeniyle… yasa dışı göçmenler en çok da kapalı alanlarda, kimseyle karşılaşmayacakları işlerde çalışıyorlar, mesela mutfakta. Dünyanın merkezinde de olsa, en albenili bir lokantada müşteriler yemek yerken mutfakta farklı bir yaşam var.

Estela (Anna Diaz) da onlardan biri ve hiç tanımadığı köylüsü Pedro’yu (Raúl Briones) buluyor. Pedro, doğal olarak kaçak çalışan, ama eline tez olduğu için şef tarafından tutulan bir aşçı ve beyaz bir garsona âşık. Pedro’dan hamile kalan garson Julia (Rooney Mara) kürtaj yaptırarak bir yükten kurtulmak, Pedro ise doğurmasını isteyerek anne babasına “gücünü” ispat etmek istemektedir.

Hayat dışarıda nasılsa…

Dünyanın dört bir köşesinden çıkıp yaşam kurmaya gelmiş insanların buluştuğu mutfak, bir birleşmiş milletler örgütü de aynı zamanda. Herkesin kendince derdi, sıkıntısı var, herkesin bir umudu, bir heyecanı, hayali var, gerçekleşebilmesi mümkün olmayacak olsa da… Müşterilerin siparişleri, yetişen yetişemeyen yemekler, karışan içecekler, beğenilen / beğenilmeyip iade edilenler… inanılmaz bir koşuşturmaca var mutfakta. Bulunmayan tek şey sanırım temizlik. Pedro sevgilisine hazırladığı yemek dışında neredeyse hiç elini yıkamıyor. Zaten o hızlılığı içinde

kimsenin derdi değil temizlik veya hijyen; müşteriler memnun yediklerinden. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de kolayca anlaşıyor mutfak çalışanları; küfürle, erotik şakalarla, arada laf sokmalarla… Hepsi kendince yaşıyor, kimseye yardımcı olmak dertleri değil Max (Spenser Granese) dışında. Patron Raşit (Oded Fehr), kaybolan 800 küsur Dolar peşinde, çalışanları oturma izni alacağı umuduyla kandırıyor. Şef (Lee Sellars) ise işler yürüsün de kim ne derse desinci… Aşçılar, yamaklar, garsonlar, müşteriler ve hızla akan zamanla koşuşturuyor sadece.

Herkesin dünyası kendine…

Times Meydanı pırıl pırıl, kalabalık, hareketli ama onun altında bir yaşam savaşı veriliyor. Alttakiler – üsttekiler farklı dünyalarda, farklı beklentiler içinde… Siyah beyaz (arada renk var, Steven Spielber’in Schindler’in Listesi’ni hatırlatan) çok yakışmış, aradaki tezatlığı yansıtması açısından… Bir trajedi aslında Mutfak, ama

komiklikler de var (belki de güleriz ağlanacak halimize)… Sahne tasarımı (özellikle meşrubat makinesinin bozukluğu nedeniyle neredeyse göle dönen mutfak) gerçekten başarılı. Kesiksiz dakikalarca süren görüntü muhteşem. Müziğin de katkısını unutmamak gerekir. Oyuncuları söylemeye gerek yok onlar da çok iyi.

Bugünkü neoliberal dünyanın neogerçekçi yansımasını izleyeceksiniz.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Oz Büyücüsü’ne Farklı Bir Bakış: Wicked (Part I)

Yaşamın inanılmaz güçlü karmaşası insanın aklını da çeliyor. Filme girerken aklımda onlarca soru işareti vardı, kasap çengeli misali. Evet, biliyordum, Oz Büyücüsü’ne “cadı” tarafından bakan bir müzikal ve gerçekten çok uzun. Hele de çocuklar izleyecekse…

Ruther Bregman’ın “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Kitap) kitabını anımsadım ilkin, arkasından “Geri Tepme Etkisi” adlı bir makale okudum… “Tamamen rasyonel bir dünyada, inançlarına meydan okuyan kanıtlarla karşılaşan insanlar önce bu kanıtları değerlendirir ve sonra inançlarını buna göre ayarlar. Ancak gerçekte durum nadiren böyledir. Bunun yerine, insanlar inançlarından şüphe etmelerine neden olması gereken kanıtlarla karşılaştıklarında, genellikle bu kanıtları reddederler ve orijinal duruşlarına olan desteklerini güçlendirirler. Bu, geri tepme etkisi olarak bilinen bilişsel bir önyargı nedeniyle meydana gelir” cümleleriyle başlayan (sanki Elphaba ve Glinda’yı düşünerek yazmış yazan).

Kim iyi, kim kötü?

“Oz Büyücüsü”nü bilmeyen, okumayan, izlemeyen, dinlemeyen yoktur. Çocuklara olduğu kadar erişkinlere de seslenen, fantastik bir dünyayı gösterir, büyücülerin yaptıklarını anlatır, ama en çok da hayvanlara karşı (duyarlılık mı, tepki mi, bilinmez) tutumu ele alır. Yeşilçam da etkilenmiş dünya sinemaları gibi birçok versiyonunu

çekmiştir. Bu kez, Yönetmen Jon M. Chu ile senaristler Winnie Holzman, Dana Fox’un, Oz Büyücüsü’ndeki Doğu ve Batı Cadılarının (iyi ve/veya kötü olduklarını filmi izleyenler ayırt edebilecek) öncesini ele almışlar. Yönetmen, besbelli filmin etkisinde kalıp uzattıkça uzatmış, hatta yetmemiş iki kısma bölmüş. Bu, birinci bölüm…

Cadı öldü, yaşasın cadı!

Batı’nın Kötü Cadısı Elphaba, bir kova suyla beklenmedik bir karşılaşmanın ardından erimiştir. Oz ülkesi cadının ölmesine çok sevinir. Glinda sihirli balonunda belirir ve cadının öldüğü için hayatın gerçekten de iyi olduğunu doğrular.

Ardından başa döner, iyi ve kötü cadıyı tanırız. Öğreniriz ki, ikisi aynı büyücülük okuluna gitmiş ve orada tanışmışlar. Cynthia Erivo (Elphaba) ve Ariana Grande’nin (Glinda) yetenekli şarkıcı ve aynı zamanda çok yetenekli oyuncu. Filmi baştan sona taşıyorlar.

Elphaba, yeşil teniyle ayrıksı ama içindeki dürüstlük ve yardımseverliğiyle iyi biridir. Glinda, pembe giyinen, şımarık, her dediğini yaptıran, herkesi kendine hizmet ettirmeyi başaran ve tabii sadece kendisini seven, alabildiğine bencil biridir. [Burada bir not: Fedakârlık en tam da bencilliktir.]

Film, hiç sıkmayan tam bir seyirlik müzikal. Şarkılar anlamlı ve iyi kotarılmış. Renklilik (hele gelincikler de eklenince) dorukta. Bilgisayarla çekilmiş sahneleri varsa da yeşil tenli Elphaba uzun saatler makyaj yapmış her gün, çünkü elinin yeşilini görmek istemiş hem kendisinin hem diğer oyuncuların tepkisinin güçlü olması için.

İkinci kısmı (bir aksilik olmazsa tam bir yıl sonra girecekmiş gösterime) merak ve heyecanla bekleyeceğim.

22 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(20 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Aktör Aktris Yok, Karakter Var: Maria Olmak

Sanatın önündeki en büyük engel yasaklar ve sansürdür. Ancak erkek egemen dünyada bir de kadının aşağılanması var ki, yasak ve sansürden aşağı değil.

Paris’te Son Tango (1972), Bernardo Bertolucci’nin, üzerinde en çok konuşulan, doruğa çıkarıldığı kadar da yerden yere vurulan filmi. Bertolucci, dönemin en ünlü oyuncularından Marlon Brando -The God Father filminin hemen arkasından- ile genç, deneyimsiz, üstüne üstlük bilgi verilmeyen Maria Schneider ile sert, acımasız, seks dolu bir film çekmek ister. Senaryosu bellidir, ama Bertolucci, her zaman yaptığı gibi senaryoya eklemeler ve çıkartmalar yapar her zaman. Brando ile kararlaştırdıkları bir tecavüz sahnesini Maria’ya bildirmeyince, genç kız gerçekten tecavüze uğramış hisseder kendisini.

Gözyaşları gerçek…

“Maria Olmak”, bir genç oyuncunun yaşamının nasıl söndü(rüldü)ğünü anlatan, bir anlamda uyarı filmi; diğer taraftan da sanatın neyi nerede nereye kadar yapabileceğini de gösteriyor.

Maria (Anamaria Vartolomei), bunca büyük bir oyuncuyla ilk kez karşılıklı, hem de başrol oynayacaktır. Brando (Matt Dillon) deneyimli biri olarak genç kıza ipuçları verir, birbirlerini anlayışla karşılarlar… Hatta bir sahne bitiminde, Brando, gerçekten ağladığını söyler, her ne kadar daha önceki filmlerde gözyaşı damlasıyla ağlamış olsa da.

Bir gerçek gözyaşı da Maria döker, o “ünlü” tereyağı sahnesinden sonra. Sinemanın “rol icabı” yaptığı şeyler vardır; silahlar gerçekten patlamaz, insanlar gerçekten ölmez ya da yaşlanmaz. Buna seks sahneleri de katılmalıdır. İki oyuncunun etkilenip gerçekten öpüştüğü olabilir, ama sevişme sahneleri her zaman “rol icabı”dır. Böylesi –mış gibi yapmaya karşın, bilgi verilmediği için Maria, gerçekten gözyaşı döker. Yaşadığı, kimsenin sonradan özür bile dilemediği bu travmanın etkisinden kurtulmak için uyuşturucudan medet umar, intiharı bile dener, sonrasında da… genç yaşta ayrılır aramızdan.

Embesil ve ahlâksız deliler sektörü…

Filmin özünü Bertolucci (Guiseppe Maggio), hemen baştan söylüyor: “Bu filmde aktör ve aktris yok, karakterler var”. Ancak karakteri hazırlamak kendisinin (yönetmenin) görevi olsa da, yeterli bilgi vermeyerek “gerçek” tepki almak istiyor. Öylesi bir gerçeklik ki bu, sette bulunan herkes donup kalıyor, hatta gözleri dolanlar bile oluyor, bir rol olduğunu bildikleri halde. Bertolucci, “embesil ve ahlâksız deliler sektörü” diyerek güya kendini aklıyor. Aslına bakarsanız çok da haksız sayılmaz Bertolucci… #MeToo hareketi sektörün ne denli geniş bir ahlâksızlık içinde olduğunun kanıtı. Öte yandan, yine Bertolucci, kadınlar için, “aşağılandıkça beğenilir” diye anlatıyor, Maria’ya kendisini (ve filmini kuşkusuz) savunmak için.

Son sözü Maria söylüyor: “Ne Bertolucci, ne de Brando özür diledi.”

22 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(18 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Siyaset Her Zaman Güçlüden Yanadır: Gladyatör II

Devam filmleri her zaman zor(lu) olmuştur ve izleyici bir öncekinin estetik tadını, güzelliğini, etkileyiciliğini aramıştır. O nedenle de birçok devam filmi yapımcıya da izleyiciye de hüsran olarak dönmüştür. Bu kez, aradan geçen yıllarda Gladyatör üzerine çalışan ekip(ler), gerçekten iyi kotarmışlar ve birincisini yer yer aşan bir film yapmışlar.

Hikâyesini Peter Craig ile yazıp senaryolaştıran David Scarpa, birinci filmde ölen gladyatörün yerine yenisini koyarken Yönetmen Ridley Scott, 2000 yılında Oscar kazanan Gladyatör filminin finalini, Russell Crowe’un canlandırdığı Maximus’un ölmesini açılış jeneriğinde hatırlatıyor. Bu, yönetmenin yaptığı işe ne kadar güvendiğinin de bir göstergesi aslında. Roma’da başa iki kardeş geçmiştir ve zevküsefa içinde kimseyi umursamadan ülkeyi yönetmektedir. General Acacius (Pedro Pascal) önderliğinde Afrika’yı ele geçirip ülkeleri sömürgeleştirdikten sonra gözünü İran ve Hindistan’a dikmiştir; ancak Acacius, dökülen kanların halka sefaletten başka bir şey getirmediğini gördüğünden yorgunluğunu ileri sürerek gitmek istemez. En son Numidia’yı ele geçirip birçok da köle getirmiştir Roma’ya. Roma’ya getirdiği Hano (Paul Mescal), doğal olarak gladyatör olacaktır. Zaten film de onun öyküsüdür.

Hano (aslında Lucius’tur ve filmin devamlılığının belirleyici sebebidir), Macrinus’a (Denzel Washington) satılır ve felsefik konuşur, şiir okur, herkesi etkiler. Aklı ve dili kadar kasları da güçlüdür. Bir anda sivrilir diğerlerinin arasından ve lider olur… Sahi, liderlik de babadan oğula geçen bir özelliktir o dönemde (değil mi ki, imparatorluklar hem babadan oğula geçer). Köle tüccarı Macrinus, siyaset yapmayı iyi öğrenmiştir ve gizliden gizliye egemenliğini kurmaktadır, Hano ile işbirliği yapar. Tam o sırada söylediği, “Siyaset her zaman güçlüden yanadır” sözü, filmin akışını da belirler. Macrinus, belirleyiciliğini kavradığı siyaseti hiç çekinmeden kendi çıkarları için kullanacaktır.

Burada bir durup soluklanmak, bu durumu ülkemizle karşılaştırmak doğru olacaktır. Yoksa bir film sadece eğlen(dir)me aracı değildir, biraz da düşün(dür)me sanatıdır. Bizde de kapalı kapılar arkasında birbirlerinin kuyusunu kazmaktan çekinmeyen, ama yüz yüze geldiklerinde de birbirlerine yağ çeken siyaset yapılıyor. Roma’da,

Kolezyumun dışında halkın sefaletini, bizdeki çalışan emekçilerle işsizlikle boğuşan gençlikte görüyoruz. Arenadaki kanlı mücadele aslında bir iktidar savaşı (etki ajanlığı da geri çekilince rahatlıkla söyleyebiliyoruz) ve eğer halkın katılımı olmazsa gergedanlar, maymunlar, köpekbalıkları herkesi yem edecek, rahat, huzur, mutluluk olmayacaktır.

Madem siyaset her zaman güçlüden yanadır, sinema da güçlüden yana olacaktır ve bir devam filmi daha gelebilir…

Ridley Scott, doğal ışıkta ve tabii ki alabildiğine yoğun bilgisayar efektiyle gerçekten güçlü, başarılı bir film çıkarmış. Birincisinde elde ettiği başarıyı, bana sorarsanız geçecektir; filmin müziğinin oyuncuların etkili oyunlarına katkısını da unutmamalı… iki buçuk saate varan Gladyatör II, gerçekten görkemli ve heyecan verici.

15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(14 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yel Değirmenleriyle Savaş İçin: Rosinante

Ekonomik krizin etkilerini hepimiz yaşıyoruz, az ya da çok. Siyasal iktidar her seferinde enflasyonu düşüreceğini ve toplumsal refah seviyesini çok kısa bir sürede arttıracağını söylüyor, ama gün günden kötü geliyor. Hayat pahalılığı artarken barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi temel yurttaş hakları da yok oluyor. Her kente bir üniversite sloganıyla pıtrak gibi artan üniversitelerden mezun olanlar -adları nitelikli olsa da- işsizlikten ne yapacağını bilemiyor. Buna bir de pandemi gibi salgınlar da eklenince işsizlik özellikle gençlerin üzerine kâbus gibi çöküyor.

İşte, Ayşe ile Salih, okul çağına gelen ama hiçbir arazı bulunmadığı halde konuşmayan oğulları Emre ile birlikte hem pahalılık, hem barınma (kiraya uygun ev bulamıyorlar, bulduklarına da paraları yetmiyor), hem de işsizlikle mücadele ediyorlar.

Rosinante bir motosiklet ve ellerindeki tek varlıkları aslında ailenin. Özellikle konuşmayan Emre’nin ilgisini çeken tek şey. Onlarca oyuncağı olmasına rağmen babasıyla hep motosiklet üzerinden bağ kuruyor. Rosinante bir süre sonra ailenin üretim aracı, para kazanma aracı oluyor. Ayşe de Salih de motosikletle yolcu taşıyarak geçimlerini sürdürüyor.

Ayşe, oğul Emre için gerçekten kaygılanıyor: ya konuşmazsa! Çözümü bulunabilir mi? Anne ile baba arasında, işsizlik ve parasızlıktan doğan tartışmalar en çok Emre’yi etkiliyor. Bunları bir araya getirince, sıradan bir aile hikâyesi gibi görünen Rosinante, aslında bir dram olarak beliriyor.

Filmin senaryosunu Deniz Yeşilgün ile birlikte yazan yönetmen Baran Gündüzalp, sakin ve bir o kadar da yalın bir film çıkartmış. Sinemacıların pek sık başvurmadığı split denilen, sesin önceki görüntüye binmesini çok sevmiş besbelli. Akılcı kullanılan split aynı zamanda filmin akışını da kolaylaştırıyor.

15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(11 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Hangi Din Daha Gerçek? Sapkın

İki genç ve güzel kızın aralarındaki konuşmayla açılır film. Her genç insanın konuştuğu şeylerdir birbirlerine anlattıkları; bu iki gencin rahibe olduklarını öğreniriz. Mormon tarikatının tanınmasına yönelik çalışma içerisindedirler. Bir evin kapısı çalarlar, güvenlik nedeniyle evde bir kadın yoksa girmemeleri gerekse de kapıyı açan güler yüzlü Bay Reed’e (Hugh Grant) güven duyarak içeri girerler. Konu açılınca Reed, inançlarını tartışmaya açar. Reed, ilginç sorularla genç rahibelerin kafasını karıştırır, onları kandırmayı başarır. Yalan söylemez, ama rahibelerin sorularına yanıt vermekten kaçınır.

Korku filminin ilginç örneklerinden birini izleyeceksiniz. Koltuklarınızdan sıçramayacak, ama ne olacağı merakıyla tırnaklarınızı kemireceksiniz, tabii içten içe “bir şey olmasın” dualarıyla. İnsanın dışı ile içini (ya da düşüncesini) tanımak kolay değildir. Güler yüzlü, güven duyabileceğiniz kadar bilgili olduğuna sizi ikna eden biri kolaylıkla her istediğini yapabilir. Filmde de iki genç ve inançlı rahibe, deneyimsizliklerinin de etkisiyle tartışmaya girer adamla. Ya eve hiç girmeyeceklerdir -ki hava yağmurlu, sırılsıklam ıslanmışlardır, bir anlamda ısınmak için fırsat olarak görülebilir- ya da bu sorunlar veya benzerleriyle karşı karşıya kalacaklardır.

Korkudan çok gerilim yüklü filmin içinde mizah da yer alıyor; gerçi rahibelerin inançlarıyla dalga geçmek amaçlı ama yok değil, dozunda. Korku filmlerinin kaçınılmaz ögesi oluk oluk akan kan filmin ikinci yarısında görünüyor. Rahibe kızların cesur davranışları ise gerçekten ilginç, yani inançlarına güvendikleri aşikâr. Rahibelerden daha sakin olan değil, ama konuşkan olan dikkatlidir ve adamın açığını bulmaya çalışır. Bir çözüm yolu bulamazlarsa ölüm kaçınılmazdır.

Üç semavi din ile diğer büyük dinlerin dışında yeni bir şey üretmese de Bay Reed, yeni bir din ile yeni bir dünya kuracaktır, ama bunun yolu bu mudur? Orası kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti, ancak karşılıklı konuşmaların insanı etkilememesi, bilgilerini yeniden gözden geçirmesi için yararlı. Karakterleri yakın plan gören kamera izleyicinin de etkilenmesini sağlıyor.

08 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(06 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Gitmek ile Kalmak Arasında: Başlangıçlar

Gitmek de kalmak kadar zordur, sığamazsınız kendi içinize bile. En tam da o nedenle rüzgârın önünde savrulan ya da suyun yüzeyindeki bir yaprak gibi akıntı sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. Gittiğiniz yer istediğiniz (umduğunuz) yer midir? Çoğunlukla hayır. Ama bir yerde durmak, kök salmak gerekir, çünkü yaşam hiçbir şeyi bırakmıyor, taşıyor…

Fransa’da doktorasını yaparken içine sığamayan Defne (Ahsen Eroğlu), istemediği halde annesinin yanına taşınır. Anne “dırdırı” fazla gelince arkadaşının yanına, kanepe üzerine sığınır. Arkadaş da olmayınca geri döner, annesinin yanına. Sonrasında belki yine Fransa yolu görünecektir, kim bilir. Resmi seven Defne, resim restorasyonu işi bulur ve büyük bir hevesle o işe odaklanır. Ancak kendini bulma süreci olarak sığındığı bu iş de yetmeyecektir; kader ağlarını hep kendi örer.

Genç bir kadının kendini bulma öyküsü olarak değerlendirebileceğimiz “Başlangıçlar”, sakin dili ve yer yer duraksasa da akıcılığıyla, özellikle genç kuşağın içinde bulunduğu hali gözler önüne seriyor. Yönetmen Ozan Yoleri, ne istediğini biliyor ki, sadece çerçeveyle sınırlamamış filmini, haletiruhiyeye

uygun renklerle de belirlemiş; dahası, Fransa Türkiye arasında gitmiş gelmiş. Filmi, çok açık olarak kendinizle özdeşleştiriyorsunuz. Yalnız anne, sevgilisiyle tatile çıkan arkadaş, ölümle yüz yüze dede, kadere boyun eğmiş anneanne arasında çıkar yol bulamayan Defne’den farkınızı arıyorsunuz ister istemez.

Ancak asıl kötüsünü, tam kendisini bulmaya başlamışken patronunun, Defne’ye üzerinde gece gündüz çok titiz çalıştığı resmin sergilenmeyeceğini söylemesiyle izliyoruz. Defne’nin tepkisi haklı(ydı) ama onca emek verdiği resme zarar vermesi kabul edilemez.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(05 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Aşk mı, Kalp Kırıklığı mı? Anora

İki anne, kuaförde konuşuyorlarmış. Biri, kızının üniversite okuduğunu, yüksek mühendis olduğunu ama iş bulamadığı için özel sekreterlik yaparak hayatını ancak kazandığını, diğeri de kendi kızının aynı işi yaptığını, ama üniversite okumak yerine fahişelikte karar kıldığını söylemiş.

Anora, filmde Ani (Mikey Madison), seks işçiliğiyle yaşamını sürdüren genç bir kadındır. Çalıştığı yere gelen Rus oligarkın yeniyetme oğlu Ivan Zhakarov, filmde Vanya (Mark Eydelshteyn) ile tanışır. Sonrası beklendiği (ya da fıkradaki) gibi… Genç ve deneyimli güzel Ani’den etkilenen Ivan, onunla evlenir, bir gece ansızın. Rus oligark anne ve baba bu kararı kabul etmezler ve kendilerine sonuna kadar bağımlı oğullarının yanına New York’a giderler, özel uçaklarıyla.

Herkesin çok sevdiği ve hiç unutamadığı Pretty Woman filminin yeni bir sürümü gibi olan Anora filmi, belki biraz dana gerçekçi, biraz daha ateşli, biraz daha komediyle örülü ama alabildiğine uzun. Filmi iki bölümde ele almak gerekir. İlk bölümde iki gencin yiyip içip sevişmeleriyle dolu geçen günleri, ikinci bölümdeyse anne babanın çocuklarının peşine düşmesi. Film boyunca ne olacak, ne olabilir diye bekliyorsunuz merak içinde. Yönetmen Sean Baker yakın planları çok iyi kullanmış, izleyicinin içini gıdıklıyor. Filmin gişesine epey bir katkısı olacaktır.

Ödüller hak ediliyor mu?

Son yıllarda gerek önemli yönetmenlerin gerekse ödüllü filmlerin bir tıkanıklık içine düştüğünü görmemek mümkün değil. Oysa dünya tümüyle sorunlar yumağında, sosyal ve siyasal kargaşanın içinde. Küresel iklim krizi bir yanda uluslararası göç diğer yanda, her ülkenin başında bir kâbus olarak dikiliyor. Devletlerin (bizimkinde bütün haklar yok) temel hakları gözetmezken senaryoların, bağlı olarak sinemanın bir tıkanıklık içinde olması şaşırtıcı. Teknik olanaklar da arttı, bazı işleri daha kolay yapmak mümkün. Ama bir türlü bu tıkanıklığı aşamıyor filmler.

Anora ilgi çekici, merak uyandırıcı ama yetmiyor. Filmin kazandığı ödülü gençlerin oluşturduğu jürinin verdiğini düşünüyorum. Bir araştırma yapılsa (bizim ülkemizde olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde) izleyici kitlesinin gençlerden oluştuğu görülecektir.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(30 Ekim 2024)

[email protected]