Etiket arşivi: Korkut Akın

Feleğin Sillesini: Fidan

Emir (Alican Yücesoy), iki çocuğuyla annesi ve yengesinin yanında yaşarken hem işten atılır hem de hasta olan eşini kaybedince bütün dünyası başına yıkılır. Ne yapacağını bilemez, bunalımdan çıkamayınca da içkiye verir kendini. Erkek egemen dünyanın, erkek egemen kültürüyle büyüdüğü için kızını değil de oğlunu kayırır hep. Kızı Fidan (Leyla Smyrna Cabas), başarılı bir öğrencidir, evdeki durumun farkındadır, liseyi kazansa bile evde kalmayı tercih edecektir ister istemez. Yenge Nesrin (Ayça Bingöl), dikiş dikerek ile babaanne (Göksel Kortay) üç aylık maaşıyla evi çekip çevirseler de içlerinden Emir’e haklı itiraz ederler. Ancak geleneksel aile yapısından kurtulmak ancak öğretmenin Fidan’ı desteklemesiyle mümkün olacaktır.

Film, tipik bir aile öyküsünü ele alıyor; biz de sadece izliyoruz. İzleyiciye bir şey sormadığı gibi bir şey vermekten de uzak. Yönetmen Ayçıl Yeltan, kendi yazdığı ama apaçık ortada ki, iyi işlenmemiş, yoğurulmamış senaryosuyla sakin bir dil tutturmuş. Buna bir de filmin ritmini tutturamadığını eklemeliyiz, başta fazlaca zaman harcanmış, sonrasında ise duygunun iyice doruğa çıkabilecek yerlerde hızlıca geçilmiş; umutlu bir beklenti sunamıyor. Kadınların özgürleşmesi ve kendi ayakları üstünde durabilmesini hedefleyen film, duygu olarak izleyiciyi yanına çekiyor.

10 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(07 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Yanlışlıklar Çağı: Babygirl

Başlığa “Yanlışlıklar çağı” mı, “Yalnızlıklar çağı” mı yazsaydım diye çok düşündüm, hatta yal(n)ız(lış)lıklar gibi karışık bir sözcük yazmayı bile…

Teknolojiyle birlikte robotik yaşama geçince (kalifiye olmayan) insanların büyük çoğunluğu işsiz kalacak; kalifiye olanlarınsa işleri azalacak ve boş zamanları artacak. Ancak öyle bir yaşama alışkın olmayan günümüz insanı ister istemez bunalıma girecek ve çıkışı (çözümü) kendi yaşamında arayacak; tıpkı zengin olan önce evini, arabasını sonra da eşini değiştirirmiş ya, öyle… CEO düzeyindeki yönetici Romy (Nicole Kidman), stajyer olarak işe giren Samuel (Harris Dickson) ile fantezi ağırlıklı ilişkiye başlar. Bence, bir heyecan aramaktadır, birçok eleştirmene göre de kocası Jacob (Antonio Banderas) ile evlilikleri başından beri sağlıksızdır, iki çocukları olmasına rağmen.

Filmin ana konusu, yeni kuşağın gerek toplumsal gerekse siyasal erke rağmen düşündüklerini hayata geçirebilmeleridir de aynı zamanda. Bir insan neden fantezi, hem de cinsel fanteziler arar? Bir de “aşağıla(n)ma” konusu var. İki âşık (!) birbirini önce tartıyor ama sonra aşağılıyor. Acaba kim daha güçlü, kim daha yetkin, kim daha direngen?

Belli bir kuşağın anlayamayacağı, anlasa bile kabul edemeyeceği sorunlar yumağı… Herkes farkında birbirleriyle aralarındaki ilişkinin, ama kimse sesini çıkartmıyor, kendileri de yokmuş gibi davranıyor. Sahi, sizce neye varır bunun sonu?

Sosyokültürel, sosyoekonomik, sosyoteknolojik değişimin kimi nasıl ve ne kadar etkileyeceğini tartışan film, bir yanıyla çok ilginç ve merak uyandırıyor, diğer taraftan da alabildiğine tutucu kesimler tarafından yerden yere vurulabilir.

Oyunculukları beğendim, sadece Kidman, yüzünü o kadar çok gerdirmiş ki mimik kalmamış yüzünde, ne gülümseyebiliyor ne de hayret edebiliyor. Oyuncular “güzelleşmek” yerine yaşlarını yaşasalar da izleyiciyi üzmeseler keşke.

24 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(06 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Cehennem Deliği: Böyle Küçük Şeyler

İzlediğiniz filmi sorarlar: “Beğendin mi?” Kimi zaman verilebilecek bir cevap yoktur bu soruya. Beğenmişsinizdir, ama bir şeyler sizi rahatsız etmiştir. Beğenmemişsinizdir, ama o kadar çok şey yaşadıklarınızla örtüşmüştür ki… Film, beğenip beğenmemenizin ötesinde duygular yüklemiştir ve nefesiniz kesilecek gibi olmuşsunuzdur.

Claire Keegan, çok okunan, etkileyici romanından Enda Walsh ile senaryosunu yazdığı “Small Things Like These”i yönetmen Tim Mialants çekmiş. Film, aslında İrlanda’da, 1980, hatta 1990’larda da hâlâ yaşayan Magdelene Çamaşırhaneleri’nin duygusunu yansıtıyor.

Küçük ve tutucu bir kasabada, eşi ve beş kızıyla, diğerlerinden ekonomik olarak çok daha iyi koşullarda kömürcülük yapan Bill Furlong (Cillian Murphy), son zamanlarda epey dalgındır. İstemediğini haykıra haykıra ağlayarak söyleyen küçük bir kızın manastıra zorla sokulduğunu görmüştür. Kasabada yaşananların duyulmaması pek mümkün değildir, ama kimse de bu konuyu dillendirmeye yanaş(a)maz.

İlginç bir film “Böyle Küçük Şeyler”, bir yargıda bulunmuyor, konuyla ilgili kimsenin yorumuna da yer vermediği gibi doğrudan bir mesaj da vermiyor.

İzleyici ne anladıysa o…

Bir kere, baştan filmin içine çekiliyorsunuz… Tam Noel zamanıdır, insanlar yeni bir yılın başlangıcından önce Christmas’ta, birbirlerine yeni armağan almak ya da gelecek armağanları ummaktayken, seyirci araya girer ve hiç karışmadan, sormadan yaşananları izler. Kış günlerinin kısa ve karanlık günlerinde her şey ürperticidir. Mialants, bilinçli olarak izleyiciye “röntgencilik” yaptırır, amacı düşünmesini sağlamak ve kimsenin söyleyemediği toplumsal gerçekliklerin fark edilmesidir.

Başlığa “Cehennem Deliği” sözünü kasıtlı olarak çıkarttım, çünkü yaşananlar hepimizin içinden çıkamadığı gerçekten önemli sorunlara değiniyor. Benzer durumları bizim ülkemizde de haberlerde izliyorsunuz, oradaki gibi burada da egemen erk böylesi adil olmayan, hukuksuzluklardan yararlanmayı tercih

ediyor. Çocuk gelin dediğimiz, erken evlendirilen (ya da filmdeki gibi tecavüz sonucu eve sokulmayan) kızların doğurdukları çocukların ruhlarını nasıl etkilediğini ve çıkan sonuçlara katlanmanın mümkün olmadığını günü birlik davranan iktidarların düşünmesini kimse beklemiyor.

Tim Mialants, yalın bir dil tutturmuş, hiçbir şey söylemeden çok şey anlatıyor. Cillian Murphy (Bill Furlong) ve anne rolündeki Eileen Walsh (Eileen Furlog), tabii rahibe rolündeki Emily Watson (Sr. Mary) gerçekten başarılı… Tüm bunların ışığında film inanılmaz etkileyici ve sadece kendi yaşamınızı değil, tüm insanlığın (savaşları da katmalı içine) geleceğini seriyor gözler önüne.

02 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(04 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

İki Kadın İki Film: Kutsal İncirin Tohumu ve Maria

Erkek egemen yapı yıllar, yüzyıllar boyu kadını hep ikinci sınıf olarak görmüş, küçümsemiş ama başarısından da hep gurur duymuş. Bu hafta (denk geldi, aynı gün izledik) iki ayrı kadını, iki ayrı dünyayı, iki ayrı ruhu karşılaştırabilme olanağı bulduk.

Çehov: “Sahnede silah varsa, patlamalı”

İlki Kutsal İncirin Tohumu (The Seed Of The Sacred Fig), yönetmen Muhammed Resulof’un belgeselmiş izlenimi verecek denli güçlü, ama kurgu; öyle ki oyuncularından yapımcılarına kadar kimsenin festivallere katılmasına izin verilmeyen bir İran filmi. Başörtüsünü çıkardığı için hunharca katledilen, bütün dünya için bir simge olan Mahsa Amini protestolarıyla başlıyor. Kimsenin ummadığı kadar büyük bir tepki doğuran İran’da bile kadınları günlerce sokaklara döken ve iktidara acımasız, orantısız güç kullandıran eylemler filmin ana eksenini oluşturuyor.

Biri üniversite, diğeri lise öğrencisi iki kızı olan ve yargıçlığa terfi eden adamın, İman (Missagh Zareh) eşi ve çocuklarıyla yaşadıkları… Dini, ahlâki, siyasal, sosyal hiçbir kalıba sığmayan, ama sırf daha rahat yaşayabilmek için her türlü hukuk dışı kararı vermekten (en azından çekinmemesi öğretilmiş) çekinmeyen yargıca bir silah verilir, olası tehditlere karşı.

Filmin asıl kahramanı anne. Soheila Golestani (Necmiye) tipik annelik içgüdüsüyle çocuklarını ve tabii, eşini korumak için her şeyi yapabilecek bir kadın. Öyle de oluyor. Üniversite öğrencisi Rezvan (Mahsa Rostami) daha bir bilinçlidir, yurtta kalan arkadaşıyla birlikte ucundan da olsa protestolara katılır. Evde kalmasını sağlar, yaralandığında eve getirip bakımını sağlar. Küçük kardeş Sana (Satareh Maleki) çok sevdiği ablasının yanında olur hep. Kızlarını kıramayan anne yaralanan ve tutuklanan arkadaşlarının durumunu öğrenmek için birilerini bulmaya, araya sokmaya çabalıyor; kocasının haberi olmadan kızlarının gönlünü rahatlatmaya çalışıyor.

Yargıç İman, silahı kaybolup da bulamayınca arkadaşlarından kızlarını ve eşini sorgulamalarını ister. Polis, her zaman polistir ve hiç de arkadaşça davranmaz onlara. Baba, durum giderek kötüleşip de bilgileri internete sız(dırıl)ınca ailesini köyüne götürür ve kendisi sorgulamak ister. (Burada güçlü ve güzel bir detay var: girdiği bakkalda kendisini tanıyanlar telefona sarılıp ifşa etmeye çalışırlar.) Anne, hem eşini hem kızlarını korumak için kaybolan silahı kendisinin alıp dereye attığını itiraf (!???) eder. Kızlar da, annelerini korumak amacıyla kendilerinin aldığını iddia ederler.

Yargıç, iki arada bir derede kalmış ve çıldırmıştır; o çok sevdiği çocuklarını öldürmek isteyebilecek denli gözü dönmüştür.

Ego, gurur ve haklı bir ün!

Efsanevi soprano Maria Callas’ın son dönemini ala alan filmi Steven Knight’ın senaryosundan Pablo Larraín çekmiş. Dünyaca ünlü sopranonun sesini, bağlı olarak da ününü kaybetmesi Callas tarafından da kabûl edilebilecek bir şey değildir. Ancak gururlu ve kararlı Callas çevresindekilere bunu hissettirmemeye çalışır.

Benim Jacqueline Kennedy Onassis’e benzettiğim Angeline Jolie, Callas’ı başarıyla (sesi konusu küçük bir soru işareti, ağzı senkron olsa da gerçek Callas’ın sesi kullanılmış sanki, iki sesin farkı fark edilebiliyor) canlandırıyor. Mağrur sopranonun çevresini hiç umursamayan, ama ününe toz kondurmaz tutumu filmin ana izleği… İki yardımcısı var yanında Callas’ın, Ferruccio

(Pierfrancesco Favino) ve Bruna (Alba Rohrwacher). İkisi de canla başla korumak için ünlü sopranonun yanında… Bir de uzatmalı sevgilisi var Callas’ın, evli olsa da dünyanın en zengin insanlarından, memleketlisi Aristotle Onasis. Haluk Bilginer’in fizik olarak da benze(til)diği Onasis rolünde gerçekten çok başarılı olduğu hemen tüm eleştirmenlerin ortak görüşü.

Her şey bir yana… “Maria”da sadece Maria Callas’ın yaşamı değil, bir kadının onurlu, mağrur, ama aşka yenik yaşamı yansıyor beyazperdeye.

10 Ocak 2025 / 21 Şubat 2025’ten başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Nosferatu… Sinemada İzleyin, Muhakkak

Dönem filmlerinin en büyük özelliği, izleyicinin günümüzle bağlantısını kurarak kendi yaşamından izler bulmasını sağlamaktır, bana göre. Sinema bir sanatsa, bir mesajı olacaksa -ki olmalı muhakkak- bu, her zaman herkesin aynı mesajı alacağı anlamına gelmez. Ortaçağ Avrupa’sının en bilineni vampir öyküleri… Hem gerilim yaratır, hem korkutur, hem de merak uyandırır. Günün gündeminden sıyrılırsınız, yeni bir bakış açısı bulursunuz, konuşacak, daha doğrusu tartışacak bir konunuz olur. Vampir, ya da cadı veya gulyabani, bilindiği gibi hayal ürünüdür ama hem yaygınlığıyla hem de yarattığı duygularla her zaman, her yerde, her biçimde yankı bulur.

Robert Eggers’in Nosferatu’sunda, emlakçı Thomas Hutter (Nicholas Hoult), vampir bir müşteri adayı olan Kont Orlok (Bill Skarsgård) ile kader buluşması için Transilvanya’ya gider. Hutter’ın yeni gelini Ellen (Lily-Rose Depp), onun yokluğunda arkadaşları Friedrich ve Anna Harding’in (Aaron Taylor-Johnson ve Emma Corrin) bakımına bırakılır. Profesör Albin Eberhart Von Franz (Willem Dafoe) Fredrich Harding’in Thomas yokken Ellen’ı tedavi etmekle görevli profesördür. Ortaçağ karanlığı filmin hemen her anında, her alanında kendini gösteriyor. Yoksulluk taşan

sokaklardaki kalabalıkla iç içe kentsoyluların (daha doğrusu tüccarların) nasıl da mutlu yaşadığını atlamıyor film. Bu etki öylesine güçlü ki, ister istemez siz de kapılıyorsunuz filmin gizemine. Sinemada izlenmesini önermemin nedeni atmosferi o denli iyi yansıtmış ki, evde ya da bilgisayarda asla o etkiyi, o hissi bulamazsınız. Birincisi, sinemanın temel özelliklerinden, karanlık salonda yaşamdan soyutlanarak sadece beyazperdeye odaklanmanız, buna da bağlı olarak ilginizi dağıtacak hiçbir etkenin bulunmaması. Karanlığın da bir anlamı var ve Nosferatu bunu bir kez daha kanıtlıyor.

Konta ev satmak ve kontrat imzalatmak için yola çıkan Thomas, yolda bir köyde gecelemek zorunda kalır. Sonrasında gelgitler, sanrılar, beklentilerle karışık hayaller öyküyü taşıyan güç olarak gösterir kendini. Düş(ünce) öylesine büyük ve etkili güçtür ki, yaşamınızı değiştirebilir. (Bu, sadece film için değil, kendi yaşamınız için bile geçerli, denemesi bedava, kazanımı ise ölçülemeyecek denli büyük.)

Thomas genç eşine kavuşabilmek için zorlu yolları aşmaya çabalarken imgelemler ve giderek artan bir korku hissiyle boğuşan Ellen, kontrolünün çok ötesinde bir güçle karşılaşır: Vampir.

Filmin ardından duygularınızda bir değişme olursa kendinize sorun, neler değişti!

03 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(28 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Parthenope: Su Gibi Akıp Geçen Bir Ömür

Herkesi, her şeyi kendi bakışımızla değerlendirir ve belirleriz. Bazen yargıladığımız da olur ama biliriz ki, yaşam bizi taşıyandır ve asla umursamaz kimseyi.

Sinema, başından beri (aslına bakarsanız sanatın bütün dalları) mitolojiye dayandırır öykülerini, tabii ki ağırlıklı olarak Yunan Mitolojisine. Mitoloji, her şeyin ötesinde, bilmesek de içimize işleyen, genlerimizi oluşturandır, buna da bağlı olarak hepimiz benimseriz. Dikkat ederseniz, çizgi filmlerden, bilimkurgulara kadar beğendiğimiz tüm filmler mitolojik ögeler taşır.

Böylesi bir girişten sonra, Su Perisi (Parthenope) filminin sadece görünenle yetinmediği apaçık. Güzellik sadece güzellik midir? Ya iyilik? İnsan ilişkileri sadece bu “görünen”lerle belirleyici olabilir mi?

Usta yönetmen Paolo Sorrentino, kendisinin yazdığı senaryoyla keyifli ama bir o kadar da düşündürücü bir filmle çıkıyor bu kez de. Akdeniz ülkelerinin kendine özgü güneş, ışık, sıcaklık, yeşillik ya da insan ilişkileri her şeyiyle yansıyor beyazperdeye. Güzel mi, evet, kesinlikle. Anlaşılır mı, hayır, kesin değil. İzlenmeli mi, muhakkak. Her ne kadar uzak duruyorsa da, biraz içine girdikçe kendinizi buluyorsunuz filmin bir yerinde. Yaşam kendi yolunda geçip giderken siz (biz, hepimiz) bir yerinden katılıyorsunuz o akışa ve bir yerde ayrılıyorsunuz ister istemez. Denizin dalgalarıyla törpülediği, keskinliğini yumuşattığı çakıl taşları gibi… Hani, “mermeri oyan suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir” meselindeki gibi…

27 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(24 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Hepimiz Aynı Süreyi Yaşıyoruz: On Saniye

Çocuğu, hem de son sınıftayken okuldan atılan anne, rehberlik öğretmeniyle görüşmeye gider. Şimdi durun, neler konuşurlar? Kim baskın çıkmaya kalkışır? Öğretmen mi haklıdır, öğrenci mi, yoksa anne mi? Belki de hepsi birden haksızdır. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi belki de “Sen de haklısın” demek gerekir?

Geçen gün uçakta personele saldıran, “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?”, “Param her şeyi yapmama izin verir”ci biri vardı haberlere de yansıyan. O bilmem hangi holdingin yönetim kurulu üyesi kendince haklı mazereti olmasaydı o kadar hadsiz davranır mıydı? Onu o kadar bağırtan güç para mıydı yoksa?

Örnekleri çoğaltmak mümkün. İşte, öyle bir anne… Öldürdüğü kediyi çekip arkadaşlarına paylaşmakta hiç sıkıntı duymayan çocuğu… Kurallar gereği bir üstte gibi duran, ama annenin hadsiz tavrı nedeniyle sakin davranmaya çalışan öğretmenin sabrı nerede kadar dayanır? Sahi, öğretmenin de sorunları, sıkıntıları, egosu yok mudur? O da eklenince birbirine “diklenen” iki kadın arasından seyirci sıyrılabilir mi?

Ceylan Özgün Özçelik’in, Erdi Işık’ın senaryosuna dayanan “On Saniye” filminde iki oyuncu var: Anne Bergüzar Korel, öğretmen Bige Önal. Özçelik, bir oda içinde birbirini çiğ çiğ yiyecek kadar gerilen iki kadının üzerinden evrensel, hepimizi ilgilendiren bir gerilim öyküsü anlatıyor. Aslında hepimiz her an benzer gerginlikler içerisindeyiz, bırakın üflemeyi, dokunsanız yanacak derecede hem de.

Filmi, Adana’da, Altın Koza için yarışırken izlemiştim. Ceylan Özgün Özçelik, standart ölçekleri de bir tarafa bırakarak (baş boşlukları o kadar yüksekti ki, iki kadının da birbiri karşısında dibe battığını hissettirdi) alabildiğine serbest davranmış. Oyuncular da başarılıydı, en azından beyazperdeye yansıyan gerilimin etkisini yaşatabildikleri için, bazı aksamaları gözden uzak tutmak gerekir.

Bilmem, siz öyle mi davranırsınız, ama hemen her gün hayatın her alanında birilerinden kendimizi üstün görmek, diğerlerini yok saymak gibi bir duygu hepimizi sarıyor. Kendimize gelmemiz için…

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(17 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tarih Bize Yol Gösteriyor: Düzen (The Order)

1980’li yıllardan, tarihi suç ve gerilim filmi. Faşist bir suç örgütü olan The Order (Düzen), Yahudilere, Siyahilere, Meksikalılara, (açıkça göstermese de) kadınlara düşman ve onları yok ederek iktidarı ele geçirmek istiyor. Örgüt, hedeflers doğrultusunda birçok bombalama, banka soygunu yapınca FBI devreye girer. Ajan Terry Husk (Jude Law), yerel polis gücüyle birlikte kendilerini iyi gizleyen bu örgütü bulur. Örgütün asi lideri Bob Mathews (Nicholas Hoult) yakalanmayacağına, yakalanırsa da kahraman olacağına inanan biridir. Ajan Terry, onu canlı yakalayarak kahraman olmasına izin verecek midir?

Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel’in, Kevin Flynn ve Gary Gerhardt’ın 1989 tarihli kurgu dışı kitabı “The Silent Brotherhood”a dayanarak çektiği film, her ne kadar beyaz üstünlüğünü sağlayan bir örgütü anlatsa da günümüzle bağlantılı olarak izleyiciyi ülkemize (komşulara da) getiriyor. Bizde de benzer örgütlenmeler var ve bizdekiler de alabildiğine kanlı eylemler düzenliyor. 1980’lerde güvenlik kameraları şimdiki kadar her binada, her sokakta, her kurumda yoktu, buna da bağlı olarak soygunlar yapılabiliyordu. Artık güvenlik kameraları her yerde olduğu için neredeyse evlerine kadar takip edilebiliyor bu tür eylemciler. Soygun eyleminin dışında ırkçı, ayrımcı, dinci örgütlenmeler bugün de var ve hâlâ etkin.

Bu tür faşist ve dinci örgütlenmeler cesur gibi görünseler de poliste hemen çözülüyor; film bunu çok net veriyor. Diğer taraftan, kadınlara güvenmeyen, onları parayla kandırabileceklerini sanan örgüt lider ve militanları ele veren yine kadınlar oluyor.

Tarihi olaylara dayanan, gerçekçi öyküler anlatan filmleri izlemenin yararı, hayali hedeflere inanmamayı sağlamaktır, diyebiliriz.

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(13 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Bir Süper Kahraman Doğuyor: Avcı Kraven

Çizgi roman kahramanlarını ve çizgi romandan filme uyarlanan filmleri sevenlerin kaçırmak istemeyecekleri, beğeniyle izleyecekleri bir film. Aslan ısırınca, yarı ölü haldeyken, büyükannesinin formülü gizli sihirli iksirini içiren yerli kız, ölmesine izin vermez Sergei Kravinoff’un (Aaron Taylor-Johnson), yani Kraven’in. Hatırlarsınız Revenant’ta da ayı idi Leonardo DiCaprio’yu ısıran…

Genç yerli kızın Calypso (Ariana DeBose) sihirli iksiri süper güçle donatır Kraven’i. Kraven’in acımasız babası Nikolai Kravinoff (Russell Crowe) oğlunu acımasız yetiştirmek, onu kendi (tabii ki yasa dışı) işinin başına geçirmeyi planlamaktayken Kraven, hem barışçı hem çevreci hem hayvansever ama bir o kadar da gaddar bir kan dökücü olmuştur. Çıkarları çatışınca aralarındaki gerilim artar, birbirlerine düşman kesilirler. Her ne kadar çizgi romandan yola çıkan süper kahraman demiş olsak da şiddetin çıktığı seviye açısından bakınca çocukların izlemesi pek de önerilemez…

Filmin ana sözü: Doğadaki en acımasız, en kötücül tek canlı insandır. Filmin güçlü bir oyuncu kadrosu var, gerçekten çok iyiler. Bir aksiyon filmi için kamera hem çok hareketli hem de başarılı. Müzik de iyi. Ancak senaryodan da kaynaklanan insanı şaşırtan, kabul edemeyeceği sahneler filmin o sihrini düşürüyor.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(12 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri

Filmin adından anlaşıldığına göre Hemme (veya herkes) her gün yaşıyor bunu. Ekonomik sorunlar, hayat pahalılığı, evsizlik, sağlık sorunları, eğitimin yerlerde sürünmesiyle birlikte buna bir de borçluluk eklenince herkes her gün bir kez daha ölüyor (ya da öldürülüyor mu demeliyim). Doluya koyuyorsunuz almıyor, boşa koyuyorsunuz dolmuyor ve hepsi birden hiçbir işe yaramıyor, bir yaraya merhem olmuyor.

Eyüp, bankanın başlatacağı icrayı en azından bir süre daha geciktirmek için Urfa’da domates kurutma işinde çalışır. Belli bir birikim, deneyim ve yetenek gerektirmeyen ama o “sarı sıcak”ta, güneşin altında biteviye çalışmak gerekir. Parası ödenmedikçe sıkıntısı artan Eyüp, sonunda kavga eder ve sorumlu olan kişiyi (Hemme) öldürmek için köye, silahını almaya gider.

Film bundan sonra başlıyor…

Murat Fıratoğlu’nun yazıp yapıp yönettiği, ödüller kazanan ve üzerinde çokça durulan filmi “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, çaresizliği, çözümsüzlüğü, ama en çok da “hayır” demeyi beceremeyen birinin en küçük bir kıvılcımla parlayıp bir şey yap(a)madan sönmesini anlatıyor.

Yalın ve sakin bir film olarak nitelenebilecek “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, ayrıntısız ve ağırlıklı genel plan sekanslarıyla “ilk film” sakıncalarını da taşıyor yanında. Oyunculuklar, tamam, önemli değil, ama izleyici biraz da oyun istiyor. Yönetmen, oyunculara mizansen vermemiş, kendisi de zaten oynamaktan uzak. Madem öyle, nasıl oldu da o kadar ödül aldı diye sorulabilir. 1970’lerde “kilim mi filim mi” denirdi, yerel motiflerin ilgi çekmesiyle doğru orantılı, özellikle Avrupa’ya giden ve ilgi çeken filmler için. “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” de öyle… Filme giremedik, dışarıdan izledik.

Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanının kahramanını, arkadaşı temizleyecek kadar iyi yürekli ama en ufak bir söz uğruna biri öldürecek kadar gözü kara olarak çizmişti… Murat Fıratoğlu da kendisinin oynadığı Eyüp’te bu tanımı geçiriyor beyazperdeye. Sıkıntılı olmasına, zamanının darlığına rağmen yolda gördüğü herkesin çağrısına “hayır” demeyi bilmediği için yavaş yavaş hırsı geçince ve hasmıyla birlikte el ele halaya bile durur.

Bizim bir günümüz…

Anadolu’nun birçok yerleşiminde yaşam yavaş akar, insanın sinirlerini gerecek kadar sakindir insanlar, zamanlarının ‘boşa’ geçtiğini düşünmezler, yeter ki rahatları bozulmasın. Zaten yakıcı güneşin altında insan, ister istemez gevşiyor, hareket edecek takati kalmıyor… Yakıcı sıcağın ezdiği insanların yavaşlığında izliyoruz filmi, benim gibi yerinde duramayanlar da var salonda ve derin nefes alıp vermeler çoğalıyor, ama merak dorukta: Ne olacak?

“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” bizim bir günümüz zaten; kim yaşananlara, yoksulluğa, yolsuzluğa, açlığa, parasızlığa karşı çaresiz değil. Biz de her gün ölüyoruz Hemme gibi.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Anılar Bir Lâhzada Oluşmaz, Bir Ömür Alır: Bir Aliye Rona Vardı

Her şeyin yeni başladığı yıllarda, başka bir hayat da başlıyordu; Cumhuriyet kurulmuş, ekonomi, eğitim, sağlık, barınma, beslenme yeniden yol alıyordu. İşte o dönemde bir Rahmi Bey vardı, eşraftan. Başarılı, çapkın, çok evli ve çok çocuklu. Bir ayağı İstanbul’daysa bir ayağı Suriye’de, bir bakmışsınız bir kasabada, bir bakmışsınız Samsun’da, belki Ankara’da, belki Eskişehir’de. Demiryolcuydu Rahmi Bey. Çocuklarının arasından Avni ve Aliye tiyatrocu oldu, pek istemese de. Birileri lâf eder diye çekiniyordu, yoksa pek de umurunda olduğu söylenemezdi… Soyadı Kanunu çıkınca Dilligil hem aile geleneğini yaşatmak hem de farklı olduğu için. Avni, tiyatroya gönül vermişti ve Fransa’ya da gitti ideallerinin uğruna. Döndükten sonra Aliye’yi de yanına aldı.

…ve Aliye tiyatrocu oluyor

“Temaşa sanatı” denen tiyatro, kazandırsa da pek muteber görülmediği için belli bir kararlılık gerektirir. Mahalle baskısı bir yandan, öyle ya “Müslüman Mahallesinde salyangoz mu satılır”, gelecek kaygısı öbür yandan, oyunun tutması gerekir ki hayat sürsün… Tüm zorlukların farkında olan Avni Dilligil, sadece Aliye Dilligil’e değil, diğer kardeşlerine de bu sevgiyi aşıladı zaman içerisinde.

Koşullar tiyatroyu zorladığında sinema yetişti imdatlarına…

Avni evlenmişti, Aliye evlenecekti… Metin Erksan, Fakir Baykurt’un ünlü romanı “Yılanların Öcü”nde, Irazca rolünü Aliye’ye verdi ve yolu açıldı dik başlı, kararlı kadının.

Filmlerde dublaj (o yıllarda filmler sessiz çekiliyor, stüdyoda tiyatrocular tarafından seslendiriliyordu, dublaj o seslendirme işine verilen ad) yapan, tiyatroda da oynayan Zihni Rona ile evlenince, Aliye Dilligil, Aliye Rona olmuştu. Aslında daha önce biriyle evlilik aşamasına gelmiş bile olsa, Aliye, özgüveni ve kimseye ödün vermediği için ayrılmıştı. Tabii, önce çocuk diyemediler, bir ev almaları, uzakta (o zaman Avni İzmir’de, Aliye’de onun yanındaydı) yaşamaktan kurtulmaları gerekiyordu. Sonra da zaten çocukları olmadı.

Sinemanın büyüsü…

Aliye Rona, sinemada başarılı oldu, aranan, sevilen bir oyuncuydu. Gür kara saçları (sahi, o da başka bir ayrıntı, saçlarınızın güçlenmesini istiyorsanız ama kitaptan okumalısınız) kara kalın kaşları, sert hatlı yüzü ile tam bir Anadolu kadınıydı. Zaten Yılanların Öcü de Anadolu’da çekilen ender filmlerden biriydi. Çarşıda, pazarda kadınlarla konuşan Aliye, hem telaffuz öğrenmiş hem uygun giysiler seçmişti.

Setten sete koşan, ama bu arada evliliği biten, sevgili arkadaşıyla ayrı ama birlikte, mutlu mesut yaşayan Aliye’nin peşinden Avni Dilligil de sinemaya adım attı. Kardeşlerinin biri yazar oldu, biri gazeteci, diğeri farklı bir iş tuttu ama hepsi de sanatın içindeydi. Evlilikler sonrası soyadları değişenlerle birlikte o kadar çok “Dilligil” var ki, hâlâ aranan, sevilen.

Sanat ve demokrasi…

Avni Dilligil, İzmir’de oyuncularına, hem mizansen verirken hem de kostümlerini anlatırken, “Tiyatroda demokrasi olmaz. Yönetmen nasıl istiyorsa sahneyi o şekilde oluşturur” deyince, Aliye o çok sevdiği saçlarının topuz yapılmasına ses çıkaramamış, ama sinema seyircisinin aklına topuz yapılmış saçlarıyla kazınmıştı. Sonraları sinemada da tiyatroda da demokrasi gelişti; çünkü iki sanat da bireysel değil ekip işiydi. Tabii ki yönetmenin dediği olacaktı, ama görüş ve öneriler karşısında esnek olunmalıydı.

Ayine Rona, özellikle işletmeci yapımcıların (Ülkü Erakalın örneği yer alıyor) yaptıklarından sonra uzaklaşmıştı sinemadan. Tanıdığı iki oyuncunun da bulunduğu ekiple “Berlin in Berlin” son filmi oldu.

Bir Aliye Rona Vardı
Arın Dilligil Bayraktaroğlu
Yaşam öyküsü
Remzi Kitabevi, Ekim 2024, 183 s.

(28 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Sofrada Yeri Öküzümüzden Sonra Gelen Kadınlar: Mukadderat

“…korkunç ve mübarek elleri
ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle,
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.
ve soframızdaki yeri,
öküzümüzden sonra gelen
kadınlar…”

Nâzım Hikmet, Anadolu kadınını böyle betimliyor. Çok çalışan, çok yorulan, çok sorumluluk üstlenen ama asla “ikinci sınıf” olmaktan kurtulamamış kadınların öyküsü sinemanın da ilgisini çekiyor en az edebiyat kadar.

Nadim Güç’ün, Erdi Işık’ın, annesini örnek aldığı senaryosunu çektiği “Mukadderat” hem dram, hem komedi, hem gerçekçi, hem de umut aslına bakarsanız. Kocası öldükten sonra, mahalle baskısının da etkisiyle bağımsız yaşamayı isteyen Sultan karakterini Nur Sürer’in canlandırdığı film bir kasabanın gündelik yaşamını da anlatıyor.

Erkek yapsa, kimsenin yadırgamayacağı bir şeyi istiyor Sultan. Erkekler, eşi öldüğünde hemen evlenmeyi düşünür, çünkü birileri olmadan yaşamayı beceremeyecek denli güçsüz ve güvensizdirler. Ölen koca/baba da geleneksel olarak mirasını bölerken yıllarca kahrını çeken eşini görmezden gelince ve daha da önemlisi “aman

ha”, “delirdin mi”, “eski köye yeni adet mi gelirmiş” gibi baskılar nedeniyle, adı deliye çıksa da dediğini yapmaktan vazgeçmeyen Sultan, sonunda herkesin rol modeli oluyor. Kahve köşelerinde pinekleyen erkeklerin diline, hemen her evde kaynatılan dedikodu kazanına düşen Sultan’ın bu kararlı tavrı, değişimin de önünü açıyor.

Tam bir seyirlik film “Mukadderat”. Herkesin kendisi için süzebileceği denli dolu ve anlamlı. Seyircinin ilgisini çekeceği kesin, festivallerin de ilgisini çekti ve ödüller aldı, kendilerinin bile ummadığı kadar. Anadolu kadınının mukadderatını değiştirmek için belki de bir dönemeç.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(26 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yasaklar Ters Teper: Beraber

Annesi ölünce, başıboş arkadaşlarıyla “serserilik yapmasın” diye babası tarafından Rotterdam’dan İstanbul’a getirilen Zeki (Alihan Şahin), arkadaşlarından uzak kaldığı yetmiyormuş gibi bir de internetsiz bırakılır. Yasaklar başarıya götürmez; sanılanın aksine doğru bir eğitim değildir.

Bomboş ama kocaman evde yalnız kalan hareketli Zeki, sokak sporu olarak betimlenen atlamalı, zıplamalı, tırmanmalıdır… Kolaylıkla evden kaçar. Birkaç gençle tanışır. Ancak bu yeni arkadaş grubunun Rotterdam’daki arkadaşlarından aşağı kalır yanı yoktur. Kendini kanıtlamak uğruna kapkaççılık yapan arkadaşlarına uyar.

İki ülke, iki kültür…

Hollanda’da belli bir serbesti yaşayan Zeki, Türkiye’de belli anlamda daha bir sıkı, daha bir gerilimli bir hayatın içine düşmüştür. Birincisi, yaşadığı büyük ve görkemli ev yüksek duvarlarla çevrili, güvenlikçiler tarafından korunan, her isteyenin girip çıkamadığı bir sitededir. Site içerisinde herkes kendi içinde yaşar, belki hafta sonları ortak yemekler verilerek “sosyalleşir”. Bu da “orman kalabalığı içinde tek başına” kalmaktır -ki hiçbir genç böyle bir tekdüzeliği kabul etmez. Yasaklar da en tam burada gösteriyor kendini.

Osmanlı hanedanı, sarayları göz önüne getirin, yüksek duvarlarla çevrili evlerde yaşıyordu. Evet, belki güvenlik açısından gerekliydi, ama görüldüğü gibi yaşayamadı. Bu gidişle yoksulluktan canı yananlardan evlerini yüksek duvarlarla çevirmiş insanlar da kurtaramayacak kendilerini.

Aklıma Ataol Behramoğlu’nun (benim çok sevdiğim) dizeleri geliyor: “Burjuvalar yüksek duvarlarla / Çevirmişler avlularını / Ama bir kiraz ağacı gördüm geçen gün / Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını” Şairin şiirce dillendirdiği gibi her zaman bir kiraz ağacı en çiçekli dalını uzatacaktır dışarıya.

Yönetmen Mete Gümürhan, daha önce “Pehlivanlar” belgeseli çekmişti; şimdi onu kurgu film olarak sunuyor. Chris Westendorp’un senaryosunu, alabildiğine hareketli, alabildiğine hızlı ve gerçekten çok iyi ışık kullanarak çekmiş. Yalın dili ve sakinliğiyle ne anlatmak istediğini bildiğini gösteriyor. Ses

konusunda (boğukluk gösterimden mi kaynaklı yoksa) küçük bir pürüz olsa da asıl sorunun ses eğitimine gereken önemi vermeyen eğitmenlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Hızlı konuşmayı seven insanlarız, ağırlıklı olarak sözcükleri yutuyor veya yuvarlıyoruz ağzımızın içinde; sadece Zeki (o da asıl dili olmadığı için) tane tane konuşuyordu.

Filmi genel anlamda beğendim, özel anlamda da anne babaların çocukları üzerinde yasakçı, baskıcı tavırlarının doğru olmadığını görebilmeleri açısından da izlenmeye değer görüyorum.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Zamanın Köşeleri Yoktur… Mutfak

Arnold Wesker’in 1957 tarihli tiyatro oyunu The Kitchen’dan 1961 yılında filme uyarlanan, şimdi de New York’ta, dünyanın merkezi denilen Times Meydanındaki bir lokantayı göçmenlikle buluşturarak anlatan Mutfak (La Cocina), aradan geçen onca yıla ve farklı ülkelere rağmen hiçbir şeyin değişmediğinin, aslına bakarsanız da yaşamın özeti. Alonso Ruizpalacios’un senaryosunu yazıp yönettiği film, alttakiler ve üsttekiler öyküsü aynı zamanda.

Göç, sadece bizim değil bütün dünyanın en önemli olgusu; insanlar sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kültürel, kuraklık, savaş ve daha birçok nedenle bir yerden bir yere göçüyor. Buradaki insan oraya, oradaki bir başka yere, farklı bir yerdeki buraya, müthiş bir hareketlilik var. Bu insanlar yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar. Birileri onlara iş veriyor; tabi onların rahat ve huzurlu yaşaması için değil, daha çok sömürmek için.

Amerika’ya (Türklerin göçtüğü yansımıştı belgelere ama) en çok Meksikalılar göçüyor; hem yakın olması, hem de geçmişten gelenler nedeniyle… yasa dışı göçmenler en çok da kapalı alanlarda, kimseyle karşılaşmayacakları işlerde çalışıyorlar, mesela mutfakta. Dünyanın merkezinde de olsa, en albenili bir lokantada müşteriler yemek yerken mutfakta farklı bir yaşam var.

Estela (Anna Diaz) da onlardan biri ve hiç tanımadığı köylüsü Pedro’yu (Raúl Briones) buluyor. Pedro, doğal olarak kaçak çalışan, ama eline tez olduğu için şef tarafından tutulan bir aşçı ve beyaz bir garsona âşık. Pedro’dan hamile kalan garson Julia (Rooney Mara) kürtaj yaptırarak bir yükten kurtulmak, Pedro ise doğurmasını isteyerek anne babasına “gücünü” ispat etmek istemektedir.

Hayat dışarıda nasılsa…

Dünyanın dört bir köşesinden çıkıp yaşam kurmaya gelmiş insanların buluştuğu mutfak, bir birleşmiş milletler örgütü de aynı zamanda. Herkesin kendince derdi, sıkıntısı var, herkesin bir umudu, bir heyecanı, hayali var, gerçekleşebilmesi mümkün olmayacak olsa da… Müşterilerin siparişleri, yetişen yetişemeyen yemekler, karışan içecekler, beğenilen / beğenilmeyip iade edilenler… inanılmaz bir koşuşturmaca var mutfakta. Bulunmayan tek şey sanırım temizlik. Pedro sevgilisine hazırladığı yemek dışında neredeyse hiç elini yıkamıyor. Zaten o hızlılığı içinde

kimsenin derdi değil temizlik veya hijyen; müşteriler memnun yediklerinden. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de kolayca anlaşıyor mutfak çalışanları; küfürle, erotik şakalarla, arada laf sokmalarla… Hepsi kendince yaşıyor, kimseye yardımcı olmak dertleri değil Max (Spenser Granese) dışında. Patron Raşit (Oded Fehr), kaybolan 800 küsur Dolar peşinde, çalışanları oturma izni alacağı umuduyla kandırıyor. Şef (Lee Sellars) ise işler yürüsün de kim ne derse desinci… Aşçılar, yamaklar, garsonlar, müşteriler ve hızla akan zamanla koşuşturuyor sadece.

Herkesin dünyası kendine…

Times Meydanı pırıl pırıl, kalabalık, hareketli ama onun altında bir yaşam savaşı veriliyor. Alttakiler – üsttekiler farklı dünyalarda, farklı beklentiler içinde… Siyah beyaz (arada renk var, Steven Spielber’in Schindler’in Listesi’ni hatırlatan) çok yakışmış, aradaki tezatlığı yansıtması açısından… Bir trajedi aslında Mutfak, ama

komiklikler de var (belki de güleriz ağlanacak halimize)… Sahne tasarımı (özellikle meşrubat makinesinin bozukluğu nedeniyle neredeyse göle dönen mutfak) gerçekten başarılı. Kesiksiz dakikalarca süren görüntü muhteşem. Müziğin de katkısını unutmamak gerekir. Oyuncuları söylemeye gerek yok onlar da çok iyi.

Bugünkü neoliberal dünyanın neogerçekçi yansımasını izleyeceksiniz.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Oz Büyücüsü’ne Farklı Bir Bakış: Wicked (Part I)

Yaşamın inanılmaz güçlü karmaşası insanın aklını da çeliyor. Filme girerken aklımda onlarca soru işareti vardı, kasap çengeli misali. Evet, biliyordum, Oz Büyücüsü’ne “cadı” tarafından bakan bir müzikal ve gerçekten çok uzun. Hele de çocuklar izleyecekse…

Ruther Bregman’ın “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Kitap) kitabını anımsadım ilkin, arkasından “Geri Tepme Etkisi” adlı bir makale okudum… “Tamamen rasyonel bir dünyada, inançlarına meydan okuyan kanıtlarla karşılaşan insanlar önce bu kanıtları değerlendirir ve sonra inançlarını buna göre ayarlar. Ancak gerçekte durum nadiren böyledir. Bunun yerine, insanlar inançlarından şüphe etmelerine neden olması gereken kanıtlarla karşılaştıklarında, genellikle bu kanıtları reddederler ve orijinal duruşlarına olan desteklerini güçlendirirler. Bu, geri tepme etkisi olarak bilinen bilişsel bir önyargı nedeniyle meydana gelir” cümleleriyle başlayan (sanki Elphaba ve Glinda’yı düşünerek yazmış yazan).

Kim iyi, kim kötü?

“Oz Büyücüsü”nü bilmeyen, okumayan, izlemeyen, dinlemeyen yoktur. Çocuklara olduğu kadar erişkinlere de seslenen, fantastik bir dünyayı gösterir, büyücülerin yaptıklarını anlatır, ama en çok da hayvanlara karşı (duyarlılık mı, tepki mi, bilinmez) tutumu ele alır. Yeşilçam da etkilenmiş dünya sinemaları gibi birçok versiyonunu

çekmiştir. Bu kez, Yönetmen Jon M. Chu ile senaristler Winnie Holzman, Dana Fox’un, Oz Büyücüsü’ndeki Doğu ve Batı Cadılarının (iyi ve/veya kötü olduklarını filmi izleyenler ayırt edebilecek) öncesini ele almışlar. Yönetmen, besbelli filmin etkisinde kalıp uzattıkça uzatmış, hatta yetmemiş iki kısma bölmüş. Bu, birinci bölüm…

Cadı öldü, yaşasın cadı!

Batı’nın Kötü Cadısı Elphaba, bir kova suyla beklenmedik bir karşılaşmanın ardından erimiştir. Oz ülkesi cadının ölmesine çok sevinir. Glinda sihirli balonunda belirir ve cadının öldüğü için hayatın gerçekten de iyi olduğunu doğrular.

Ardından başa döner, iyi ve kötü cadıyı tanırız. Öğreniriz ki, ikisi aynı büyücülük okuluna gitmiş ve orada tanışmışlar. Cynthia Erivo (Elphaba) ve Ariana Grande’nin (Glinda) yetenekli şarkıcı ve aynı zamanda çok yetenekli oyuncu. Filmi baştan sona taşıyorlar.

Elphaba, yeşil teniyle ayrıksı ama içindeki dürüstlük ve yardımseverliğiyle iyi biridir. Glinda, pembe giyinen, şımarık, her dediğini yaptıran, herkesi kendine hizmet ettirmeyi başaran ve tabii sadece kendisini seven, alabildiğine bencil biridir. [Burada bir not: Fedakârlık en tam da bencilliktir.]

Film, hiç sıkmayan tam bir seyirlik müzikal. Şarkılar anlamlı ve iyi kotarılmış. Renklilik (hele gelincikler de eklenince) dorukta. Bilgisayarla çekilmiş sahneleri varsa da yeşil tenli Elphaba uzun saatler makyaj yapmış her gün, çünkü elinin yeşilini görmek istemiş hem kendisinin hem diğer oyuncuların tepkisinin güçlü olması için.

İkinci kısmı (bir aksilik olmazsa tam bir yıl sonra girecekmiş gösterime) merak ve heyecanla bekleyeceğim.

22 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(20 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]