Gecenin ilerlemiş bir saatinde, hepimiz televizyondaki bir Türk filmine ya da eski şarkıları fıkırdayarak söyleyen şuh bir hanım şarkıcıya bakarken, ya da çevirinin ve dublajın bozukluğundan ve zaten aramızda konuşup gülüşerek ortasından seyretmeye başladığımız için çok az anladığımız gladyatörlü, aslanlı tarihî Roma filmini seyredip kendi hayallerimize dalmışken, bir an ekranda da sihirli bir sessizlik olur ve birden hiç aklımızda yokken, kapının hemen yanına asılı saatin gongu çalmaya başlardı. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 313)
*****
Mahallenin makul çoğunluğu ise, Füsun’un uzak akrabası olduğumu, “sinemacı” kocasıyla birlikte onu film yıldızı yapacak bir film işini konuştuğumuzu, Nesibe Hala’nın sağa sola dikkatle sızdırdığı doğru yanlış bilgilerden öğrenmişti. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 320)
*****
Füsun’un bir dönem alt katta dul annesiyle yaşayan ve nişanlısı askerde olan Ayla adlı kızla arkadaşlık ettiğini, birlikte Beyoğlu’na sinemaya gittiklerini işitmiştim, ama Füsun mahalle arkadaşlarını benden saklardı. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 322)
*****
Babası, annesi ekrandaki filme, bilgi yarışmasına, hava raporuna, askerî darbe yapan paşamızın öfkeli bir nutkuna, Balkan Güreş Şampiyonası’na, Manisa Mesir Macunu Şenliği’ne ve Akşehir’in düşman işgalinden kurtuluşunun altmışıncı yıl törenlerine dalmışken, ben güzelimin önümde bir sağa bir sola gidip gelişlerini, annesinin babasının yaptığı gibi asıl konuyla arama girmiş bir şey gibi değil, asıl konunun bu olduğunu bilerek zevkle seyrederdim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 325)
*****
İzlediğimiz filmin duygulu, yoğun anlarında ya da ekranda hepimizi heyecanlandıran bir haber başladığında, Füsun’un yüzünde beliren ifadeyi seyretmekten büyük bir zevk alır; daha sonraki günlerde, aylarda o filmin o en dokunaklı sahnesini, Füsun’un yüzündeki ifadeyle birlikte hatırlardım. Bazan filmdeki dokunaklı sahneden önce Füsun’un yüzündeki ifade gözümün önünde canlanır (bu Füsun’u özlediğim, akşam yemeğine gitmem gerektiği anlamına gelirdi), sonra da filmin o sahnesi gelirdi aklıma. Sekiz yıl boyunca Keskinlerin sofrasında seyrettiğimiz filmlerin en yoğun, en çok içe işleyen ve en tuhaf anları, bu anlara eşlik eden Füsun’un yüz ifadesiyle birlikte hafızama kazınmıştır. Füsun’un bakışının anlamını, hangi yüz ifadesinin filmlerdeki hangi duygulara denk düştüğünü sekiz yılda öylesine iyi öğrenmiştim ki, filmi dikkatle izlemesem bile Füsun’un yandan göz ucuyla gördüğüm yüz ifadesinden, seyretmekte olduğumuz sahnede ne olup bittiğini çıkarabilirdim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 328)
*****
56. LİMON FİLMCİLİK T.A.Ş.
Tarık Bey, kızının böyle serüvenlere bir daha girmesini hiç istemediğini, evinde yaşayan filmci damadına da birkaç kere açıkça söylemişti.
Füsun, babasının kendisinin film yıldızı olmasına da karşı çıkmasından, önüne gizli-açık engeller koymasından korktuğu için, kocasının çekeceği ‘sanat filmi’ konusunu Tarık Bey’in duymayacağı bir şekilde konuşuyor, en azından öyle yapıyormuş gibi fısıldaşıyorduk. … Çünkü “sanat filmi” konusu ilk yıllarda Keskinlere haftada dört akşam niye geldiğimi, Nesibe Hala’nın da çok iyi bildiği asıl nedeni perdelemek için inandırıcı bir bahaneydi. İlk aylarda damat Feridun’un iyi niyetli ve sevimli yüzüne her bakışımda, onun hiçbir şeyden haberi olmadığını sanmama rağmen, daha sonra onun da her şeyden haberdar olduğunu, ama karısına güvendiğini, beni ciddiye bile almayıp arkamdan alay ettiğini ve tabii filminin çekilebilmesi için benim desteğime çok ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Kasım’ın sonuna doğru, Füsun’un da yönlendirmesiyle Feridun senaryosuna son şeklini verdi ve yazılı metin, prodüktör adayı bana, son kararımı bildirmem için çatık kaşlı Füsun’un bakışları altında resmî bir havayla bir akşam yemeğinden sonra, merdivenlere açılan sahanlıkta teslim edildi.
…
“Ben bu senaryoya inanıyor, sana da güveniyorum. …”
“… Bu (elimdeki dosyayı işaret ettim) sen oyuncu olacağın için mi, yoksa film “sanat filmi” (1970’lerde Türkiye’de üretilmiş özel bir kavram) olacağı için mi bu kadar önemli?”.
…
“O zaman sen filmi çekilmiş bil.”
Mavi Yağmur adlı senaryoda Füsun’a, bana ya da aşkımıza ve hikâyemize yeni bir ışık düşürecek hiçbir şey yoktu: Bu yaz zekâsına ve akıllı çözümlemelerine saygı duyduğum Feridun, belirli bir kültür ve eğitim düzeyine erişmiş ve Batılılar gibi “sanat filmi” yapmayı gerçekten çok özleyen, ama bunu bir türlü yapamayan Türk filmcilerinin yanlışları diye bana tek tek anlattığı şeyleri (taklit, yapmacıklık, ahlakçılık, kabalık, melodram, ticari popülizm vs.) şimdi kendisi niye yapmıştı? Sıkıcı senaryoyu okurken, sanat hevesinin, tıpkı aşk gibi, aklımızı körleştiren, bildiğimiz şeyleri bize unutturan ve gerçekleri bizden saklayan bir hastalık olduğunu düşündüm. Feridun’un ticari kaygılarla senaryoya koyduğu Füsun’un soyunacağı (bir kere sevişirken, bir kere Fransız “Yeni Dalga” tarzı köpüklü küvette düşünceli bir şekilde sigara içerken, bir kere de rüyasında bir cennet bahçede gezinirken) üç sahne de zevksiz ve gereksizdi! (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 332-333)
*****
Zaten hiç güvenemediğim bu film tasarısına, bu sahneler yüzünden iyice karşı olmuştum. … Film işini bir süre yokuşa sürmem gerektiği kararına böylece kesinlikle vardıktan sonra da Füsun’la kocasına hemen senaryonun çok iyi olduğunu söyledim. Feridun’u tebrik ettim ve artık harekete geçmeye karar verdiğimi, bunun için bir “prodüktör olarak” (kendimi ciddiye almamla alay ederek bir prodüktör pozu yaptım burada) -Feridun’un önerdiği gibi- teknik adam ve oyuncu adaylarıyla görüşmelere hazır olduğumu bildirdim.
Böylece kış başında Füsun’un da katılmasıyla üçümüz Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki “lokallere”, yapımcı yazıhanelerine, ikinci sınıf oyuncuların, hevesli yıldız adaylarının, figüranların, set işçilerinin gittiği, okey oynanan kahvelere ve en çok da akşamüstlerinden geç saatlere kadar yapımcı, rejisör ve yarı ünlü oyuncuların içiki içip yemek yedikleri barlara gitmeye başladık.
…
En çok gittiğimiz Pelür Bar’a, film yıldızlarıyla yıldız olmak isteyen kızlarla karşılaşmak isteyen yeni zenginler, İstanbul’da iş hayatına atılan ve eğlenmek isteyen taşralı ağa çocukları, yarı ünlü gazeteciler, film eleştirmenleri ve dedikodu yazarları geliyordu. Kış boyunca, yazın da gördüğümüz filmlerde yardımcı rollerde oynamış pek çok kişiyle (bu arada namussuz muhasebeci rolünde yazın seyrettiğimiz Feridun’un kaytan bıyıklı arkadaşıyla da) tanıştık ve birbirleri hakkında acımasızca dedikodu yapan, herkese hayat hikâyesini ve film tasarısını anlatan ve birbirlerini her gün görmeden yapamayan bu sevimli, öfkeli ve umudunu henüz tüketmemiş insanlardan yapılmış cemaatin parçası olduk.
Çok sevilen Feridun, kimisine hayran olduğu, kimisine yardımcılık ettiği ve hep iyi geçinmek istediği bu sinema insanlarının masalarına gidip saatlerce oturduğu için, biz Füsun’la masamızda sık sık baş başa kalırdık, ama bunlar beni mutlu eden özel zamanlar olmazdı. Füsun, Feridun yanımızdayken takındığı “Kemal Ağabeyli” yarı masum yarı sahte dili ve kişiliği çok seyrek olarak bırakır, benimle içtenlikle konuşursa, söyledikleri, masamıza oturup kalkan adamlarla ve gelecekteki film hayatıyla ilgili benim de dikkat etmem gereken bir uyarı olurdu.
Rakıyı fazla kaçırdığım ve gene baş başa kaldığımız bir akşam, Füsun’un film hayalleriyle küçük hesaplarından sıkılmış, bir an onu da etkileyecek bir gerçeği gördüğümü sanmış söyleyeceklerime onun da ikna olacağını içtenlikle hissetmiştim.
…
Bara her gün gidip gelen ve kendilerine “Biz burada kadroluyuz,” diyen sarhoş kalabalık, birkaç ay sonra Füsun’u genç ve güzel gelin olarak benimsemiş, beni de sanat filmi çektirmek isteyen “iyi niyetli salak milyoner” olarak şüphe ve alaycılıkla kabul etmişti. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 334-335)
*****
Kimisi fotoromanlar için onun gibi “masum yüzlü Türk tipi güzel esmer” aradığını söyler; kimisi çekimine az sonra başlanacak yeni bir Hazreti İbrahim filminde baş kadın oyuncu rolünü hemen teklif eder; bazısı hiç konuşmadan saatlerce gözlerinin içine bakar; bazısı her şeyin maddileştiği bu para dünyasında, hiç kimsenin durup fark etmediği küçük inceliklerden ve güzelliklerden söz açar, bazıları hapisaneye düşmüş çilekeş şairlerden aşk, özlem ve vatan şiirleri okurken, uzak masalarda oturanlar ya hesabımızı öder ya da bir tabak meyve yollarlardı. Benim yokuşa sürmem ve isteksizliğim yüzünden kış sonunda artık daha seyrek gittiğimiz Beyoğlu mekânlarında her seferinde karşılaştığımız, filmlerde gaddar gardiyan, kötü kadının nedimesi rollerini oynayan iri yarı bir kadın vardı. Evinde verdiği ve “Füsun gibi pek çok okullu, kültürlü genç kızın” katıldığı dans partilerine onu çağırır; pantalon askılı, papyonlu, koskocaman göbekli kısacık bir ihtiyar eleştirmen de akrep misali çirkin elini Füsun’un omzuna koyup onu “çok çok büyük bir şöhretin” beklediğini, belki de uluslararası üne ulaşan ilk Türk film yıldızı olacağını söyleyerek adımlarını dikkatli atması öğüdünü verirdi.
Füsun doğru-yanlış, ciddi-saçma bütün film ve fotoroman ve modellik tekliflerini ciddiyetle dinler, herkesin adını aklında tutar, tanıdığı ünlü-ünsüz bütün film oyuncularını, tezgâhtarlık yaparken öğrendiğini sandığım bir ölçüsüzlükle abartılı ve hatta bayağı övgülere boğar, bir yandan herkesi memnun etmeye çalışırken, bir yandan da tam tersi bir şeyi yapmaya, herkese ilginç gözükmeye çalışır ve bu yerlere hep birlikte daha çok gitmemizi isterdi. Ona her iş teklifi yapana telefonunu vermemesini, babasının işitirse çok huzursuz olacağını söylediğimde, önce ne yaptığını bildiğini, Feridun’un filmi bir zorluk çıkar da çekilmezse, artık başka bir filmde oynamayı düşündüğünü öfkeyle söylemişti bir kere.
Yavaş yavaş, ama biraz da utançla bir parçası olmaya alıştığım bu film ve bar cemaatinden iki yeni arkadaş edinmiştim, dedikoduları onlardan alıyordum. Biri, Sühendan Yıldız, ilk Türk estetik cerrahi denemelerinden birisiyle burnu parçalanarak tuhaf ve itici bir biçime sokulmuş, ama bu burnun verdiği “kötü kadın” kimliğiyle tanınan orta yaşlı bir kadın oyuncuydu. Diğeri, Salih Sarılı, yıllarca otoriter subay ve polis rollerinde oynadıktan sonra, şimdi ekmek parası için yarı meşru yerli porno filmlere dublaj yapan ve bu sırada başından geçen gülünç şeyleri hırıltılı sesiyle güle öksüre anlatan bir “karakter oyuncusu”ydu.
Birkaç yıl içinde yalnız Salih Sarılı’nın değil, Pelür Bar’da tanışıp ahbaplık ettiğimiz oyuncuların büyük çoğunluğunun yerli porno film sanayiinde çalıştığını, tıpkı insanın arkadaşlarının çoğunun gizli örgüt üyesi olduğunu öğrenmesi gibi şaşırarak öğrenmiştim. Hanımefendi tavırlı orta yaşlı kadın yıldızlar, Salih Bey gibi karakter sahibi oyuncular yurtdışından gelen çok da edepsiz olmayan filmlere ekmek parası için dublaj yapar, sevişme sahnelerinde filmin tam gösteremediği ayrıntıları akla getiren abartılı sevişme sesleri çıkarır, çığlıklar atarlardı. Çoğu evli, çocuklu ve ciddiyetleriyle tanınan bu oyuncular, bu işi ekonomik bunalım sırasında “sinema dünyasından kopmamak” için yaptıklarını arkadaşlarına söylerler, ama başta aileleri herkesten de gizlerlerdi. Yine de özellikle taşrada, tutkulu hayranları onları seslerinden tanır ve ya nefret ya da iltifat mektupları yollarlardı. Daha gözükara ve para hıslısı oyuncular ve çoğu Pelür müdavimi olan başka bazı prodüktörler ise, tarihe “ilk Müslüman porno filmleri” olarak geçmesi gereken yerli filmleri o günlerde çekmişlerdi. Çoğu seks ile mizahı karıştıran bu filmlerin sevişme sahnelerinde kalıplaşmış aynı abartılı çığlıklar gene atılır, Avrupa’dan kaçak gelmiş kitaplardan öğrenilmiş bütün sevişme pozisyonları bir bir taklit edilir, ama kadın-erkek bütün oyuncular, tıpkı dikkatli, ihtiyatlı bakire kızlar gibi donlarını asla çıkarmazlardı.
Hep birlikte Beyoğlu’na, sinemacıların takıldığı mekânlardan birine çıktığımızda, en çok da Pelür’de Füsun ile Feridun yeni insanlarla tanışmak, piyasayı öğrenmek için masa masa gezerlerken, ben orta yaşlı bu iki yeni arkadaşımın özellikle kibar Sühendan Hanım’ın “dikkatli olmam” için yaptığı bütün uyarıları dinlerdim. Mesela, şuradaki sarı kravatlı, tiril tiril ütülü gömlekli, badem bıyıklı, beyefendi görünüşlü prodüktör ile Füsun’un konuşmasını bile yasaklamalıydım, çünkü bu ünlü prodüktör Atlas Sineması’nın üst katındaki ünlü yazıhanesinde otuz yaşından genç herhangi bir kadınla yalnız kaldığında, hemen kapıyı kilitleyip kadının ırzına geçer, daha sonra ağlayan kadına filmlerinde başrol teklif eder, filmin çekimine başlandığında ise, başrol diye sözü edilen şeyin üçüncü sınıf bir rol -iyi kalpli Türk zenginini evinde dolaplar çevirerek herkesi birbirine düşüren Alman dadı rolü- olduğu çıkardı ortaya. Ya da Feridun’un sürekli yanına sokulup şakalaştığı, sanat filmine teknik destek verecek diye her şakasına güldüğü eski patronu prodüktör Muzaffer’e dikkat etmeli, en azından Feridun’u uyarmalıydım. Çünkü bu arsız adam, çok değil, iki hafta önce, gene Pelür Bar’da, gene aynı masada, bu sefer Füsun ve kocasıyla değil, sürekli ticari rekabet halinde olduğu orta boy iki film şirketinin patronuyla, önümüzdeki bir ay içinde Füsun’u elde edeceği konusunda bir şişe kaçak Fransız şampanyasına bahse girmişti. (Batılı ve Hıristiyan bir lüks maddesi olarak şampanya fetişizmi dönemin filmlerinde çok vardı.) Yıllarca filmlerde sıradan kötü kadını (şeytani değil) oynayan ve magazin basınının Türk milletine Hain Sühendan diye tanıttığı ünlü yıldız bana bu hikâyeleri anlatırken, bir yandan da elindeki uzun örgü şişleriyle üç yaşındaki sevimli torunu için, örneğini bana gösterdiği Burda dergisindan aldığı, üç renkli kışlık bir yün kazak örüyordu. …
Pelür gibi yerlerde, akşam saat sekizden sonra bütün aydınlar, filmciler ve küskün yıldızlar iyice sarhoş olunca kaçınılması imkânsız olan bu tür kabalıklardan huzursuz olduğumu gören olgun dostum Salih Sarılı, yıllarca oynadığı adil ve idealist polis rollerini hatırlatan romantik bir havayla gözlerini benden kaçırarak uzaklara, uzak masalardan birinde gülüşerek oturan Füsun’a dikmiş ve kendisi benim gibi çok zengin bir işadamı olsaydı, artist olsun diye güzel akrabasını bu tür yerlere -oturup içtiğimiz Pelür Bar’ı kastediyordu- asla götürmeyeceğini söylemişti. … Bunun üzerine ben de, aklımdaki “Füsun’a kötü gözlerle bakan erkekler” listesine oyuncu dublajcı dostumun adını da eklemiştim. …
Bu endişelere gün geçtikçe ben de kapıldığım için, 1977 başında, Feridun’a artık film için teknik ekip konusunda bir karara varması gerektiğini hissettirdim. Her geçen hafta Füsun Beyoğlu barlarında, sinemacı mekânlarında yeni arkadaşlar ediniyor; bu arkadaşların hayranlığı, yeni iş teklifleri, fotoroman ve reklam çekimi önerileri getiriyordu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 336-339)
*****