O

Bu amaçla, bu konuda “komplekssiz” olduğumu anneme kanıtlamak için, terzi Nesibe Hala’nın kızı Füsun ile kocasını bir kere Boğaz’a yemeğe götürdüğümü, bir kere de genç damadın ısrarıyla onun senaryosunu yazdığı filmlerden birini seyre gittiğimizi -laf arasında- anlatıverdim.
“Aman aman iyi olsunlar,” dedi annem. “Çocuk filmcilerle, Yeşilçamcılarla düşüp kalkıyormuş diye duymuş, üzülmüştüm.

“Onlarla sinemalara mı gidiyorsun? …”

52. HAYAT VE ACILAR HAKKINDA BİR FİL SAMİMİ OLMALI
1976 yılının Haziran ortasından Ekim başına kadar, giriş biletlerini ve bazılarını yıllar sonra İstanbul’un koleksiyoncularından arayıp bulduğum lobi fotoğraflarını ve el ilanlarını sergilediğim yazlık sinemalarda elliden fazla film gördük. Tıpkı Boğaz meyhanelerine gittiğimiz akşamlarda olduğu gibi, havanın kararmakta olduğu bir saatte Füsun ile kocasını Çukurcuma’daki evin kapısından Çetin’in kullandığı arabayla alır, göreceğimiz filmin oynadığı semti, mahalleyi, tanıdık işletmeci ve dağıtımcılardan öğrenip bir kâğıda yazmış olan Feridun’un tarifiyle, yolumuzu bulmaya çalışırdık. İstanbul son on yıl içinde öylesine büyümüş, yangınlar ve yeni inşaatlarla öylesine değişmiş ve göçlerle dar sokaklar öylesine kalabalıklaşmıştı ki, sık sık yolumuzu kaybeder, sora sora ancak bulur, filmlere koşarak son anda yetişir, bazan bahçeye karanlıkta girer, nasıl bir yerde olduğumuzu ancak beş dakika arada lambalar yanınca fark ederdik.
Yıllar sonra dut ve çınar ağaçları kesilerek üzerlerine apartmanlar dikilen, araba park yerine ya da yeşil plastik halılarla kaplı mini futbol sahalarına dönüştürülen bu büyük sinema bahçelerinin, kireçle badanalanmış duvarlar, imalathaneler, çökmekte olan ahşap konaklar ve iki-üç katlı apartmanlarla ve sayısız balkon ve pencereyle çevrilmiş bu hüzünlü mekânların kalabalığı, her seferinde beni şaşırtırdı. Çoğu zaman seyretmekte olduğumuz melodramatik filmin kederiyle sandalyelerde çekirdek yiyerek oturan binlerce kişinin kıpır kıpır hayatiyeti, bütün o kalabalık ailelerin, başörtülü annelerin, sürekli sigara tüttüren babaların, gazoz içen çocukların ve bekâr erkeklerin insanlığı, filmin anlattığı şeyle kafamda birbirine karışırdı.
Şarkıları ve filmleri, plakları ve afişleriyle o günlerde bütün Türk milletinin hayatına girmekte olan yerli filmlerin ve müziğin kralı Orhan Gencebay ile ilk defa işte böyle koskocaman bir açıkhava sinemasının perdesinde karşılaştım. … Bütün çevremizi bembeyaz bir kireç rengine boyayan Kartal’daki Yunus Çimento Fabrikası’nın yüksek bacalarından çıkan pamuk gibi dumanlar, gecenin içinde daha da beyaz gözüküyor ve kireç parçaları film seyredenlerin üzerine masaldan çıkma birkar gibi yağıyordu.
Filmde Orhan Gencebay, Orhan adlı fakir bir genç balıkçıyı canlandırıyordu. Ona hamilik eden ve vefa duygusuyla bağlı olduğu zengin bir kötü adam vardı. Onun daha da rezil ve şımarık oğlu ve arkadaşları, daha ilk filmini çeviren Müjde Ar’a, biz de iyice görelim diye üstünü başını açarak, acımasızca ve uzun uzun tecavüz ederlerken, sinema sessizleşti. Hamisi bunu emrettiği ve o da vefalı olduğu için, Orhan olayı örtbas etmek zorunda kalıyor ve Müjde’yle evleniyordu. Bu sırada Gencebay “Batsın bu dünya!” diyerek, onu bütün Türkiye’de meşhur eden şarkıyı acı ve öfkeyle bir kere daha söylüyordu.
Filmin aşırı duygulu anlarında, sandalyelerde oturan yüzlerce kişinin çekirdek çıtlatarak oluşturduğu hışırtıyı (ilk anda yakınlardaki bir fabrikadan gelen makine uğultusu sanmıştım) dinliyor ve hepimiz sanki uzun zamandan beri birikmiş acılarımızla baş başa kalıyorduk. Ama filmin havası, eğlenmeye gelmiş kalabalığın kıpırtısı, erkekler kısmının ön sıralarında oturan neşeli gençlerin hazırcevap şakaları ve tabii hikâyedeki inanılmazlıklar, beni kendimi koyvermekten ve bastırılmış korkularımın tadını çıkarmaktan alıkoyuyordu. Ama Orhan Gencebay “Her şey karanlık, nerede insanlık!” diye öfkelenirken, ben ağaçlar ve yıldızlar arasındaki o sinemada Füsun’un yanında oturmaktan çok memnundum. Bir gözümle perdeyi seyrederken, bir gözümle de sahneden sahneye Füsun’un gövdesinin dar tahta sandalyede kıpırdanışını, soluk alış verişlerini, Orhan Gencebay “Kaderin böylesine yazıklar olsun,” derken blucinli bacaklarını üst üste atışını ve sigara içişini izliyor, onun perdedeki duygusallığı ne kadar paylaştığını tahmin etmeye çalışarak zevk alıyordum. Müjde ile evlenmek zorunda kalan Orhan’ın öfkeli şarkısı isyankâr bir havaya bürününce, bir an yarı duygusal yarı alaycı bir bakışla Füsun’a dönüp gülümsedim. Filme öylesine kapılmıştı ki, dönüp bana bakmadı bile.
Balıkçı Orhan, karısı ırzına geçilmiş biri olduğu için onunla sevişmiyor, ona uzak duruyordu. Orhan ile evliliğin acılarını dindirmediğini anlayınca, Müjde intihara teşebbüs ediyor; Orhan onu hastaneye yetiştirip kurtarıyordu. Hastaneden dönüşte karısına koluna girmesini söyleyince, Müjde filmin bu en dokunaklı yerinde “Benden utanıyor musun?” diye soruyordu ona. … Sinemadaki kalabalık da tamamen sessizleşmiş, bunun ırzına geçilmiş, bekâretini kaybetmiş bir kızla evlenmenin, onunla kol kola yürümenin utancı olduğunu hemen anlamıştı.

Daha sonra annelerini kucaklarında film seyreden çocuklar uyuyakalınca ve ön sıradan perdedeki kahramanlara sürekli laf yetiştiren öfkeliler sessizliğe bürününce, Füsun’un hemen yanı başımda duran ve sandalyenin arkasına attığı kolunu tutmayı çok isterdim.
İkinci film, içimdeki utancı bütün ülkenin ve gökteki yıldızların asıl derdine, aşk acısına dönüştürdü. Bu sefer Orhan Gencebay’ın karşısında esmer ve tatlı Perihan Savaş vardı. Gencebay inanılmaz acılar karşısında öfkelenmiyor, hepimizin içine işleyen daha güçlü bir silaha, alçakgönüllülüğe ve çilekeşliğe gururla sarılıyor ve müzegezerlerin severek dinleyecekleri bir şarkıyla tutumunu ve filmi özetliyordu:
“Bir zamanlar benim sevgilimdin / Yanımdayken bile hasretimdin / Şimdi başka bir aşk buldun / Mutluluk senin olsun / Dertler benim, çile benim / Hayat senin, senin olsun.”
Seyirciler vakit ilerlediği, kucaklardaki çocuklar uyuyakaldığı, gazoz içip leblebi savaşı yapanlar yorulduğu, ön sıralardaki şamatacılar da suskunlaştığı için mi acaba filmi daha büyük bir sessizlikle izliyorlardı? Yoksa Orhan Gencebay’ın aşk acısını fedakârlığa çevirmesini saygıyla karşıladıkları için mi? … Onun bir Türk filminde oynaması için gerekenleri yapıp rahatlayabilir miydim?

Orhan Gencebay’ın sevgilisine “Mutluluk senin, hatıralar benim olsun!” demesine, ön sıralardan biri “Enayi!” diye bağırdı, ama pek az kişi gülüp onay verdi ona. … Belki de film bir Boğaz yalısında çekildiği ve bende geçen yazın o sonbaharın hatıralarını uyandırdığı için, bir ara boğazım düğümlendi. … Bütün kabalığına rağmen bu filmde duygulanmamı sağlayan şeyin, gecenin ilerleyen saatlerinde sessizliğe bürünen seyircilerin varlığı olduğunu hissettim. Evde, tek başına televizyon karşısında bu film içime bu kadar işlemez, annemle oturup sonuna kadar izleyemezdim. Füsun’un yanında otururken, seyircilerle aramda bir kardeşlik duygusu olduğunu anlıyordum.
Film bitip ışıklar yanınca, kucaklarda uyuyan çocuklarını taşıyan annelerin, babaların sessizliğine katıldık, dönüş yolunda bile hiç bozmadık onu. Füsun arka koltukta başını kocasının göğsüne dayayıp uyuyakalınca, pencerelerden akan karanlık sokakları, imalathaneleri, gecekonduları, duvarlara sol sloganlar yazan gençleri, karanlıkta daha da ihtiyar gözüken ağaçları, başıboş köpek çetelerini ve kapanmakta olan çay bahçelerini seyrederek sigara içtim ve gördüğümüz filmlerin bilinmesi gereken püf noktalarını, tam bir iyimserlikle fısıldar gibi anlatan Feridun’a dönüp hiç bakmadım.
Sıcak bir gece, Nişantaşı’nın arka sokaklarıyla Ihlamur Kasrı’nın yakınlarındaki gecekondular arasında sıkışmış dar ve uzun bir bahçedeki Yeni İpek Sineması’nda dut ağaçlarının altında Aşkın Çilesi Ölünce Biter ile çocuk yıldız Papatya’nın oynadığı Duyun Kalbimin Feryadını adlı melodramları seyrettik. İki film arasında ellerimizde şişeler gazozlarımızı içerken, Feridun birinci filmde namussuz muhasebeci rolünü oynayan kaytan bıyıklı bıçkının arkadaşı olduğunu, bizim çekeceğimiz filmde de benzer bir rolü oynamaya hazır olduğunu söyleyince, Yeşilçam filmleri âlemine sırf Füsun’a yakın olmak için girmenin, benim için çok zor olacağını anladım.
Aynı anda sinema bahçesine bakan balkonlardan birinin kara perdeyle örtülü kapısından, o eski ahşap evin Nişantaşı’nın arka sokaklarındaki iki gizli lüks randevuevinden biri olduğunu fark ettim. Yaz geceleri içeride kızlarla sevişen zengin beyefendilerin aşk haykırışlarına, film müziklerinin, kılıç şakırtılarının ve melodramlarda kör gözleri açılınca, “Görüyorum… görüyorum,” diye bağıran oyuncuların haykırışlarının karışması, kızlar arasında şaka konusu olurdu. Bir zamanlar ünlü bir Yahudi tüccarın evinin salonu olan müşteri bakleme odasındaki mini etekli şakacı kızlar, canları sıkılınca yukarı çıkıp arkadaki boş odalardan birinin balkonundan film seyrederlerdi.
Şehzadebaşı’ndaki küçük Yıldız Bahçesi Sineması’nın üç yanını tıpkı La Scala’daki localar gibi çevreleyen ve tıklım tıklım dolu olan balkonları biz seyircilere o kadar yakındı ki, Aşkım ve Gururum adlı aile filminde, zengin baba oğlunu azarladıktan (“O tezgâhtar parçasıyla evlenirsen seni mirasımdan mahrum bırakır ve evlatlıktan reddederim!” az sonra, balkonlardan birinde çıkan kavganın gürültüsünü bazılarımız filmdeki kavgayla karıştırmıştı. Karagümrük’teki kışlık Çiçek Sineması’nın hemen bitişiğindeki yazlık Yaz Çiçek Sinema Bahçesi’nde ise, senaryosunu damat Feridun Bey’in kaleme aldığı ve bize Xavier de Montepin’in Ekmekçi Kadın adlı romanının yeni bir uyarlaması olduğunu söylediği Simitçi Teyze adlı filmi seyrettik. Bu sefer başrolde Türkan Şoray değil, Fatma Girik oynuyordu ve hemen yukarımızdaki balkona bir rakı sofrası kurup ailesiyle demlenen atletli ve şişman bir balkon babası, bu durumdan memnun olmadığını, ikide bir “Türkan hiç böyle mi oynardı, geç kardeşim geç, hiç olmamış!” diyerek ifade ediyordu. Balkon babası filmi dün akşam da seyrettiği için, olacakları önceden bağıra bağıra bütün sinemaya aşağılayıcı bir dille ilan etti; “Şşşt, sus da seyredelim,” diyen seyircilerle balkonunda ağız dalaşına girip filmi daha da aşağıladı.

Ama film seyrederken karı-kocanın birbirlerine sokulduklarını hissettiğimde, mesela Bakırköy’deki İncirli Sineması’nda Amerikan filmlerinden ve İstanbul sokaklarından mülhem iki polisiyeyi seyrederken olduğu gibi, içim birden kararıverirdi. Bazan da İki Ateş Arasında adlı filmin, acısını içine atan sert erkek kahramanı gibi, ağzımı bıçak açmazdı. … O zaman genç evlilerin arada fısıldaşıp gülüşmelerini hiç fark etmiyormuş ve kendi kafama göre takılıp filmden çok hoşlanıyormuş gibi yapar, bunu kanıtlamak için ancak en mankafa seyircinin güldüğü bir şeye kahkahalar atardım. Ya da hem Türk filmine gidip hem de orada olmaktan huzursuzluk duyan entelektüeller gibi, kimsenin fark etmediği tuhaf bir ayrıntıyı fark etmiş ve bu saçmalığı küçümseyerek gülmekten kendimi alamıyormuş gibi kıs kıs gülerdim.

Ağustos’un sonunda Balkanlar’dan güneye Afrika’ya giden leylek sürülerinden ilk kafilenin (geçen yıl bu vakitte Sibel’le bir yaz sonu partisi verdiğimiz aklıma bile gelmemişti) İstanbul’un üzerinden geçişinden sonraki serin ve yağmurlu günlerin birinde, Beşiktaş’ta çarşı içinde Kambur’un Yeri olarak bilinen büyük bahçede (Yumurcak Sineması yazlığı) Fakir Bir Kız Sevdim’i seyrederken, hemen yanı başımdaki Füsun’un kucağında duran kazağın altında, karı kocanın el ele tutuştuklarını hissettim. Başka zamanlarda da, başka sinemalarda da böyle bir kıskançlığa kapıldığım zamanlarda yaptığım gibi, konuyu unuttuğumu sandıktan hemen sonra, bacak bacak üstüne atma ve sigara yakma bahaneleriyle onlara doğru bir bakış atıp Füsun’un kucağında duran kazağın altında mutlulukla el ele tutuşup tutuşmadıklarını görmeye çalışırdım.

Kıskançlıktan keyfim kaçınca yalnız perdedeki film değil, haftalardır gördüğümüz bütün o filmler ahlaksızca kötü, budalaca sığ ve gerçek dünyadan acınacak kadar da uzak gözükürdü bana. İkide bir şarkı söyleyen bütün o salak âşıklardan, hizmetçi kızken bir günde şarkıcı olabilen başörtülü ama dudakları boyalı köylü kızlarından bıkmıştım. Feridun’un gülümseyerek hepsinin Dumas’nın Üç Silahşörler’inin “bir Fransız uyarlamasından çalıntı” olduğunu söylediği ahbap çavuş filmlerinden ve sokakta kızlara arsızca laf atan çeşit çeşit kan kardeşlerinden de hiç hoşlanmıyordum. Kasımpaşalı Üçler ile siyah gömlekler giyen Üç Korkusuz Fedai filmlerini, rekabet yüzünden her gece kesile kesile kuşa dönmüş ve anlaşılmaz üç film göstermek zorunda kalan Feriköy’deki Arzu Sineması’nda seyretmiştik. Bütün o fedakâr aşıkların (“Durun durun Tanju suçsuzdur, aradığınız suçlu benim!” demişti Hülya Koçyiğit yağmur altında yarıda kalan Akasyalar Altında filminde); her şeyi kör çocuğunun ameliyat parası için yapan annelerin (iki film arasında sahnede cambaz gösterisi yapılan Üsküdar Halk Bahçesi Sineması’nda seyrettiğimiz Kırık Kalp); “Sen kaç yiğidim, ben onları oyalarım!” diyen arkadaşların (Feridun’un bizim filmimizde de oynamaya söz verdiğini iddia ettiği Erol Taş); “Ama sen arkadaşımın aşkısın,” diyerek mutluluğa sırt çeviren mahalleli erkeklerin fedakârlığından da yorulmuştum. Bu keder ve umutsuzluk anlarımda “Ben bir fakir tergâhtar kızım, siz ise çok zengin bir fabrikatörün oğlusunuz,” diyen kızlar, hatta aşk acılarını içlerine atıp sevgililerini uzak akrabayı görme bahanesiyle şoförlü arabalarıyla ziyaret eden kederli erkekler bile etkilemezdi beni.
Füsun ile yan yana oturmanın zevkiyle halka halka perdedeki filme, sinemadaki kalabalığa yayılan geçici mutluluğum, bir kıskançlık rüzgârıyla bütün âlemi lanetleyen kapkara bir kasvete hemen dönüşebilirdi. … İkide bir kör olan kahramanların sefil dünyasının karanlığı ruhuma iyice sinmişken, bir an kolum kolunun kadife tenine değer, bu çarpışmanın verdiği harika tadı kaybetmemek için, kolumu hiç kıpırdatmaz, filmi anlamadan seyrederken onun da kolunu hiç kıpırdatmadan tenini benim tenimin dokunuşuna bıraktığını hisseder, mutluluktan bayılacağımı sanırdım. Yaz sonunda Arnavutköy Çampark Sineması’nda şımarık bir zengin kızıyla, onu yola getiren şoförünün maceralarını Küçük Hanımefendi filminde izlerken, kollarımız gene birbirine böyle değip yapıştı ve teninin alevi benim tenimi alevlendirince, gövdem hiç beklenmedik bir tepki verdi. Bir süre vücudumun edepsizliğine hiç aldırmadan onun tenine değmenin başdöndürücü tatlarına kendimi bırakmıştım ki, birden ışıklar yandı ve beş dakikalık ara başladı.

Film aralarında gazoz, çekirdek almaya çoğu zaman kocasıyla giderdi.

Sinemadaki kalabalığın ona bakması hoşuma gidiyor, bizi bir çift, bir karı-koca sandıklarını hayal etmekten mutluluk duyuyordum. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 287-296)
*****

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu