İstanbul’un sokakları, köprüleri, yokuşları, sinemaları, otobüsleri, kalabalık meydanları ve tenha köşeleri, hayalinde karanlık hayaletler gibi canlanan, ama hiçbirinden özel olarak nefret edemediği (“Belki de hiçbiri beni gerçekten sarsamadığı için”) bu Sefil Amcalar, Sakil Beyler ve Bıyıklı Bok Komşuların karanlık gölgeleriyle doluydu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 67)
*****
Sokakta görüp; okul kapısında, sinema girişinde, otobüste rastlayıp peşine takılanlardan bir ordu vardı; bazıları bazan aylarca peşinden ayrılmaz, o da onları fark etmemiş gibi yapar, ama onların hiçbirine asla acımazdı (acıma sorusunu ben surmuştum).
…
Sürekli ona birlikte sinemaya gitmeyi, köşedeki çay bahçesinde oturmayı teklif ediyor, Füsun’u görünce heyecana kapıldığı ilk dakikalarda tutuklaşıp sessizleşiyordu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 68-69)
*****
O yıllarda çok sevilen Türk filmlerinde “masum” bir dans partisi sırasında içtiği limonataya uyku ilacı atılarak önce aklı uyuşturulan, sonra da “kirletilip” “en kıymetli hazinesi” elinden alınan genç kızların acıklı hikâyeleri melodramatik bir havayla ibret olsun diye sık sık işlenir ve bu filmlerde iyi kalpliler sonunda ölür, kötüler de hep orospu olurdu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 74)
*****
Türk filmlerinden çıkma bu fakir kızla zengin oğlan aşkı yıllar sürmüş. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 89)
*****
Bir zamanlar Beyoğlu’na çıkan, sinemaya giden bütün ünlülerin ve zenginlerin öğle yemeği için gittiği lokanta, birkaç yıl önce müşterilerinin çoğunun birer araba edindiği günlerde, Emirgân sırtlarında uzaktan Boğaz’a bakan küçük bir çiftliğe taşınmıştı. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 101)
*****
Bu hiç olmayacak bir şeymiş, filmlerden çıkma basmakalıp bir lafmış gibi bir kahkaha attı, sonra da kıpkırmızı oldu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 114)
*****
Beş on yaşımdayken, annemle babam bugün çoktan unutulmuş Amerikan yıldızı Terry Moore ile birlikte bütün İstanbul sosyetesinin katıldığı otelin açılış gecesine heyecanla gitmişler, ondan sonraki yıllarda penceremizden de görülen ve İstanbul’un eski ve yorgun siluetine iyice yabancı bu yere kısa zamanda alışıp her fırsatta uğramayı alışkanlık edinmişlerdi. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 117)
*****
Bir yandan işyerinde tanıştığı, yirmi küsur yaşlarındaki lise mezunu bakire kızlarla hiçbir zaman gerçekleşmeyen yoğun duygusal ilişkiler kurmaya çalışırken, bir yandan da her gece, bu lüks evlerde, Batılı film artistlerini taklit eden kızlarla sabahlara kadar vahşi geceler geçirir, çok içtiği zamanlarda kızlara para yetiştiremediğini ya da yorgunluktan kafasını toparlayamadığını ağzından kaçırır, ama gece yarısı bir davetten çıktığımızda, eli tespihli babası, başörtülü annesi ve kızkardeşleriyle oturup Ramazan’da herkesle birlikte oruç tuttuğu evine gideceğine, bizlerden ayrılıp Cihangir’e ya da Bebek’e lüks randevuevlerinden birine giderdi. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 128-129)
*****
“Senin lügatında flört,” dedi Berrin, “nişanlanmamızdan önce Cumartesi öğleden sonraları beni sinemaya götürmek anlamına gelir… …” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 141)
*****
“Bugün ben de sinemada gördüm kızı,” dedi Berrin. “Reklamlarda çıktı, gene çok tatlı gülüp içti gazozu.” Kocasına döndü. “Berberde elektrikler kesilince öğle vakti çıktım, Site’ye gittim, Sophia Loren’le Jean Gabin’i gördüm.” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 142)
*****
Birkaç gün sonra öğle vakti biraz oyalanırım diye gittiğim Konak Sineması’nın uzun ve geniş çıkış merdivenlerinden sokak seviyesine ağır ağır tırmanırken, onu sekiz-on basamak önümde gördüm.
…
Bir başka seferinde, onu gene Beyoğlu’nda alışverişe çıkmış, sinemalara giren kalabalık arasında kendine özgü yürüyüşüyle, sekerek ilerlerken gördüm. … O kişinin acımın bana sunduğu bir serap mı, yoksa gerçek mi olduğuna karar veremediğim için, sonraki birkaç gün aynı saatlerde Ağa Camii ile Saray Sineması arasında boşu boşuna aşağı yukarı yürüdüm; daha sonra da bir birahanenin vitrinine oturup sokağı, manzarayı, kalabalığı seyrederek içtim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 186)
*****
Onu Saray Sineması’nda iki film arasında balkonda, benden dört sıra ötede, iki kız kardeşiyle Buz Serap marka buzlu çikolatalardan birini zevkle yalarken gördüğümde, Füsun’un hiç kız kardeşi olmadığı mantığını hemen yürütmemiş, yanılsamanın acımı dindiren yanının sonuna kadar tadını çıkarmış, bu kızın aslında Füsun olmadığını, hatta ona benzemediğini hiç düşünmemeye çalışmıştım. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 187)
*****
Garsona “Bana bak,” diyor, peçetesini Hollywood filmlerinden çıkma hareketlerle, dudaklarına pansuman yapar gibi kibar kibar dokunduruyordu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 190)
*****
İyice sarhoş olunca acımdan tuhaf bir zevk aldığımı, durumumu aptalca bir gururla kitaplara, filmlere, operalara layık bulduğumu hissederdim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 204)
*****
Kasım başında kaloriferlerin yandığı günlerde kaçırmakta olduğumuzu hissettiğimiz şehirdeki sonbahar davetlerine, yeni gece kulüplerinin açılışlarına, kışa yeniliklerle giren eski yerlere, sinema girişlerindeki kalabalıklara yakın olabilmek için çeşitli bahanelerle Beyoğlu’na çıkmaya, hatta Nişantaşı’na, bana yasak sokaklara gitmeye başladık. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 221)
*****
(Bu işi, Batılı filmlerin etkisiyle, yerli film kahramanları başarıyla yaparlardı yalnızca.) (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 224-225)
*****
Amerikan filmlerindeki gibi özel dedektiflik büroları İstanbul’da henüz açılmadığı için (otuz yıl sonra açılacaktı) peşine kimseyi de takamadım. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 232)
*****
“Bütün o aşk romanları, filmler ne o zaman?”
“Aşk filmlerini çok severim,” dedi Zaim. “Ama hiçbirinde senin gibi birine hak verildiğini görmedim… …” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 239)
*****
“… Sen hiç zengin bir genç kızın, yakışıklı diye kapıcı Ahmet Efendi’ye, inşaat işçisi Hasan Usta’ya âşık olup evlendiğini Türk filmleri dışında bir yerde gördün mü?”
…
“Ben Türk filmlerine inanıyorum,” deyiverdim.
“Kemal, şu kadar yılda ben senin bir kerecik olsun Türk filmine gittiğini görmedim. Gırgır olsun diye arkadaşlarla yaz sinemasına bile gitmezsin sen.”
“Fatih Oteli’nde hayat Türk filmlerine benziyor, inan,” dedim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 243)
*****
“Gene Hilton’da… Hepiniz Muhteşem Gatsby filmindeki gibi beyazlar giymeye söz vereceksiniz. Filmi gördünüz mü?” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 247)
*****
Fatma Hanım’ın Batı filmlerinde gördüğümüz zengin ailelerin hizmetçileri gibi odasında ayrı bir televizyonu yoktu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 256)
*****
“Feridun çok genç, ama bugün İstanbul’da en çok aranan senaryo yazarıdır,” dedi Nesibe Hala. “Simitçi Teyze’yi o yazdı.”
… İç güveysi damat Feridun Bey yirmi iki yaşındaydı, sinemaya ve edebiyata meraklıydı, henüz çok para kazanmıyordu ama Yeşilçam için senaryolar kaleme almaktan başka şiir de yazıyordu. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 263)
*****