O

“Filmi sevdim,” dedim. “Eskiden gülüp geçtiğim, ilgilenmediğim bütün bu filmleri neden o kadar severek seyrediyorum, diye düşünüyordum. …”
“Gerçekten beğeniyor musun bu filmleri? Yoksa bizimle sinemalara gelmek için mi öyle diyorsun?”
“… Bu yaz gördüğümüz filmlerin çoğunda içime işleyen, acılarıma uygun çok da teselli edici bir yan vardı.”
“Hayat bu filmler kadar basit değil aslında,” dedi Füsun hayalperestliğime üzülür gibi.

İçimde saklı kalmış sözlerin dışarı çıkmak istediğini, ama sinemanın kalabalığının ve yaşadığımız dünyanın buna izin vermediğini acıyla hissettim. Ağaçlara asılı hoparlörlerden iki ay önce Pendik sırtlarındaki manzaralı sinemada seyrettiğimiz filmdeki Orhan Gencebay’ın şarkısı duyuldu. “Bir zamanlar benim sevgilimdin…” diye başlayan güfte ve müzik bütün yazın hatıralarını toplamış, resimler halinde gözümün önünden bir bir geçiriyordu.

“Bu filmler beni terbiye etti. …”
“Hayat ve acılar hakkında bir film,” dedi yüzünde bir gölge gördüğüm güzelim, “samimi olmalı.” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 297)
*****
Sinema bahçesinde birbirimize yalnızca fiziksel olarak değil, ruhen de ne kadar yakındık!

Parayı ödedim, filmlerde bizimle birlikte “aile” kısmında değil, tek başına bekâr erkekler kısmında oturan Çetin Efendi’ye gazozunu götürdüm.

“Abla siz artist misiniz?”

“Ama ben sizi bir filmde gördüm.”

“Sonbahar Kelebekleri’nde bu elbiseyi giymiştiniz ya…”
“Ne rolündeydim?” dedi Füsun hayalden hoşlanıp gülümseyerek.

“Kocama sorayım şimdi, bütün filmleri bilir o.” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 298)
*****
“Yakında bizim filmin çekileceğini ve senin yıldız olacağını çocuk anladı galiba…”
“Yani sonunda hakikaten parayı vereceksin de, bu film çekilecek mi? …” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 299)
*****
Ben de sonuna kadar perdedeki filmi hiç fark etmedim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 300)
*****
Her zamanki gibi, filmlerden konuşmaya başladık. Dönüş yolunda bu sohbetlere çok az katılan Çetin Efendi, belki de sessizlikten hoşlanmadığı için konuyu açtı ve filmin bazı yerlerinin hiç inandırıcı olmadığını söyledi. Bir İstanbul şoförü, hiçbir zaman bu filmdeki gibi patron hanımefendyi kibarca da olsa azarlamazdı.
“Ama o şoför değil, ünlü aktör Ayhan Işık,” dedi damat Feridun.

“… Ben bu yaz bu filmleri eğlendirdiği gibi, hayat dersi verdiği için de çok sevdim.”

Güzelim yaz gecelerinin bittiğini, Füsun ile artık bahçe sinemalarında film seyretmeyeceğimizi, yıldızların altında onunla yan yana oturmanın verdiği mutluluğun artık sona erdiğini hatırlatıyordu bu söz.

Benimle kocasının çekeceği filmi destekleyeceğim diye, yani para için arkadaşlık eden birisini görmek içimden de hiç gelmiyordu zaten.

O gece arabayla onları evlerine bıraktıktan sonra, bir sonraki gece sineması için randevulaşmaya hiç uğraşmadım. … Füsun’a verdiğim “ceza”, kocasının filmine para vermemek ve onun da böylece film yıldızı olma hayallerini suya düşürmekti elbette. “Film çekilmezse ne olur bir düşünsün!” diyordum kendi kendime… … Ama beni görememelerinin onlar için sonucunun maddi olduğunu çok iyi hayal etmeme rağmen, film yapılamayacağı için değil, Füsun’un beni göremeyeceği için üzüldüğünü hayal ediyordum. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 301-302)
*****
Ben onun gibi genç ve güzel bir kadın olsaydım, kocamın çekeceği bir filmde oynayıp tam yıldız olacakken, aptalca bir sözle zengin prodüktörün kalbini kırıp yıldız olma hayallerini kaybetmenin bana ne büyük pişmanlık acıları vereceğini çıkarmaya çalışıyordum. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 303)
*****
Onun gibi akıllı, güzel, ne istediğini bilen genç bir kadın, kocasına destek olacak bir başka film yapımcısını biraz uğraşsa hemen bulabilirdi. … Ertesi gün öğleden sonra Çetin’i Beşiktaş’a bahçe sinemalarında ne olduğunu öğrenmeye yolladım ve “görmemiz gereken önemli bir film” olduğuna karar verince, onlara telefon ettim.

Böylece son yaz akşamlarını, bahçe sinemalarında Füsun ve kocasıyla çok da eğlenemeden, fazla konuşmadan, küskünlük taklidi yaparak geçirdik.

Oysa gittiğimiz bütün Türk filmleri bu “yalan dünya”dan çıkışın “hakikilik” ile mümkün olduğunu ima ediyordu. Ama tenhalaşan bahçelerde seyrettiğimiz filmlere artık inanamıyor, kendimi o duygusal âleme veremiyordum. Beşiktaş’taki Yıldız Sineması yaz sonunda o kadar boştu ki, Füsun’un yanına sokularak oturmak tuhaf gzükeceği için, arada boş bir sandalye bıraktım ve numaradan yaptığım küskünlük, serin rüzgârla birlikte, içimi üşüten buz gibi bir pişmanlığa dönüştü. Dört gün sonra gittiğimiz Feriköy’deki Kulüp Sineması’nda film yerine, belediyenin yoksul çocuklar için düzenlediği cambazlı, hokkabazlı, dansözlü bir sünnet düğünü olduğunu, yataklara yatmış sünnet kıyafetli, asık suratlı çocukları ve başörtülü teyzeleri görünce sevinerek anladık.

Film de yapılmayacaksa, hangi bahaneyle arayacaktım onları?

Son olarak, Ekim başında, Pangaltı’daki Majestik Bahçe Sineması’na gittik. Hava sıcaktı, sinema da tenha değildi.

Sinema bahçesinin içlerine baktığı aşağıdaki eski konakların birinde, Mükerrem Hanım diye ilginç birilerinin yaşadığını düşündüm, bu evin içini birlikte seyretmek için Cemile Hanım’ın yanına oturdum. … Film başlayınca, Mükerrem Hanımların evinin filmdeki ev olduğunu anladım. … Yoksul düştükleri için eski ahşap yapının sahipleri, annemin de tanıdığı başka eski paşazadelerin yaptığı gibi, evlerini Yeşilçam filmlerine set olarak kiraya veriyorlardı. Cemile Hanım’ın niyeti Aşktan da Acı adlı filmi izleyip ağlamak değil, filmde kötü ruhlu, sonradan görme zenginlerin evi rolünü üstlenmiş eski paşa konağının ahşap kakmalı odalarını görmekti. … Sinemada annesiyle babasıyla değil, onlardan ayrı bir köşede oturmak isteyen bir delikanlı gibi, utancımın nedenini de bilmek istemiyordum hiç.

Film bittikten sonra, Çemile Hanım’ın dikkatle bir bakış attığı Füsun ile kocasına sokuldum. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 304-306)
*****
Geçerken göz atmıştım, Saray’da saat 13:45’te yeni bir seans vardı. Sinemaya girip oturursam, içerisinin küf ve nem kokan serin karanlığında her şeyi unutur, en azından bir süre bambaşka bir âleme gidebilir, rahatlardım. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 307)
*****
Feridun akşamları evde de durmuyordu, aklı fikri sinemada, filmci arkadaşlarındaydı. Kadırga’daki öğrenci yurdunu sanki Füsun ile evlenmek için değil, Beyoğlu’ndaki filmci kahvelerine yakın olmak için bırakmıştı.

“Karısını film yıldızı yapmak istiyor, dürüst, iyi niyetli çocuk! … Onu filmciler arasına sokacak.”

Bu filmci çocuk altın kalpli, ama onun ne beceriksiz olduğunu Füsun yakında anlar, bırakır onu… …” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 309)
*****
“… Üzüntüden yürüyecek mecali bile kalmayan kızımın koluna girip onu Beyoğlu’na sinemaya bile götürdü. Her akşam filmci arkadaşlarına, kahvelere gitmeden önce bizimle oturup yemek yedi, televizyon seyretti, Füsun ile ilgilendi…” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 310)
*****

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu