Ya da kapıya vurdu; tam hatırlamıyorum, çünkü bende “film kopmuştu”. Gençliğimizde bu sözü, çok içtiğimiz ve sonrasını hatırlamadığımız zamanlar için kullanırdık.
…
Damat bey, bu sessizlikten şüpheleneceğine “film koptu” lafıma uygun bir sinema heyecanına kapılmış, hem aşk ve hem nefretle Türk sinemasını, Yeşilçam’da yapılan filmlerin ne kadar berbat olduğunu, ama Türk halkının sinemaya bayıldığını -o zamanların sıradan sözleriydi bunlar- anlatıyordu. Açgözlü olmayan, ciddi ve kararlı bir sermaye bulunursa, çok harika filmler yapılabileceğini, Füsun’un başrolünü oynayacağı bir senaryo yazdığını, ama ne yazık ki hiçbir para desteği bulamadığını da, Feridun Bey o sırada söylemiş olmalı. Bütün bu sözlerden, Füsun’un kocasının paraya ihtiyacı olduğu ve bunu bana açıkça söylediği değil. Füsun’un ileride ünlü bir “Türk film yıldızı” olacağı, sarhoş kafamı meşgul etmişti.
Dönüş yolunda Çetin’in kullandığı arabanın arka koltuğunda yarı baygın bir halde otururken, Füsun’u ünlü bir artist olarak düşlediğimi hatırlıyorum. Ne kadar sarhoş olursak olalım, acımızın ve akıl karışıklığımızın kurşuni bulutları bir ara dağılır da, herkesin bildiğini hissettiğimiz -sandığımız- gerçeği bir an görürüz ya: İşte Çetin Efendi’nin sürdüğü arabanın arka koltuğundan şehrin sular seller altındaki caddelerini karanlıkta seyrederken, bir ara zihnim aydınlandı ve Füsun’un ve kocasının beni film yapma hayallerine destek olacak zengin akraba olarak gördükleri için yemeğe çağırdıkları sonucuna vardım. Ama rakının iyimserliği içinde, bu bende öfke uyandırmıyordu, tam tersi Füsun’un bütün Türkiye’nin taptığı çok ünlü bir kadın oyuncu olacağı hayallerine kapılıyor, gözümün önünde onu çekici bir Türk film yıldızı olarak canlandırıyordum: İlk filminin Saray Sineması’nda yapılacak galasında, Füsun sahneye alkışlar arasında benim kolumda çıkacaktı. Araba da zaten Beyoğlu’ndan, Saray Sineması’nın tam önünden geçiyordu işte!
…
Kızlarına ne ne kadar âşık olduğumu bilmelerine rağmen, damatlarının çocuksu ve aptalca film hayallerini tatmin etmek için evlerine davet edilmeme göz yummalarından, Füsun’un annesi ve babasının da bu aşağılayıcı tutumu benimsedikleri sonucunu da çıkardım. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 269-271)
*****
Bu binanın yerini tarif etmek için de iki bitişiğinde Atlas Sineması olduğunu söyleyince, kendimi Atlas Sineması’nda Füsun’un başrol oynadığı bir filmin galasında hayal eder buldum. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 272)
*****
Kocasının evde olmadığını (“Feridun filmci arkadaşlarına gitti”) öğrendim. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 276)
*****
“Geçen gelişimden bu yana bu film işini düşünüyorum,” dedim. “Haklısınız. Türkiye’de de, Avrupa’daki gibi sanat filmleri yapılmalı… …”
…
“Tabii, niyetimiz hem Avrupa’daki gibi sanat filmi çekmek hem de başrolde Füsun’u oynatmak.” (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 279)
*****
Beyoğlu’na çıkınca vitrinleri ışıl ışıl bulduğumu, sinemalardan boşalan kalabalık arasında yürümekten hoşlandığımı hatırlıyorum. … Füsun ile kocasının beni evlerine, saçmasapan film hayallerine para yatırayım diye çağırdıklarını hayal ettikten sonra, şimdi durumumu küçültücü bulmam, utanmam gerekiyordu belki, ama kalbimdeki mutluluk öylesine güçlüydü ki, utancımı dert etmiyordum hiç. Kafam o gece bir görüntüye takılmıştı: Filmimizin gala gecesi, Füsun elinde mikrofon, Saray Sineması’nın -yoksa Yeni Melek daha mı iyiydi?- sahnesinden hayran kalabalığına seslenirken, herkesten çok bana teşekkür edecekti. Sanat filminin zengin yapımcısı olarak ben sahneye çıktığımda, etraftaki dedikodulardan haberdar olanlar, genç yıldızın, bu filmin çekimi sırasında prodüktöre âşık olup kocasından ayrıldığını fısıldayacaklar, sahnede Füsun beni yanaklarımdan öperken çekilmiş fotoğrafımız da bütün gazetelerde yayımlanacaktı. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 280)
*****
Büyükdere’deki Andon Lokantası’na gittiğimiz o ilk gece, -film projemizi tartışmak için buluştuğumuz diğer gecelerde de olacağı gibi- aramızda en heyecanlı olanın aslında kendim olduğumu çok geçmeden anladım.
Yaşlı Rum garsonların getirdiği tepsi içindeki mezeleri seçer seçmez, “Benim için sinema hayatta her şeydir Kemal Bey,” diye anlatmaya başladı kendine güvenine biraz gıpta ettiğim damat Feridun Bey. “Yaşıma bakıp bana güvensizlik göstermeyin diye söylüyorum. Üç yıldır Yeşilçam’ın tam içindeyim, çok talihliyim. Herkesi tanıdım. Lambaları, dekorları taşıyarak set işçiliği de yaptım, yönetmen yardımcılığı da. On bir tane de senaryo yazdım.”
“Hepsi de çekildi ve çok da iyi iş yaptılar,” dedi Füsun.
“O filmleri görmeyi çok isterim Feridun Bey.”
“Tabii gideriz Kemal Bey. Çoğu yazlık sinemalarda, bazıları da Beyoğlu’nda hâlâ oynuyor. Ama o filmlerden memnun değilim. Onlar gibi şeyler çekmeye razı olsaydım, Konak Film’dekiler benim artık yönetmenliğe başlayabileceğimi söylüyorlardı. Ama ben öyle filmler çekmek istemiyorum.”
“Nasıl filmlerdi onlar?”
“Ticari, melodramatik, piyasa işi şeyler. Hiç Türk filmine gider misiniz?”
…
“Avrupa görmüş zenginlerimiz Türk filmlerine alay etmek için giderler. Ben de yirmi yaşındayken öyle düşünürdüm. Ama artık Türk filmlerini eskisi gibi küçümsemiyorum. Füsun da şimdi Türk filmlerini çok seviyor.”
“Allahaşkına bana da öğretin, ben de seveyim,” dedim.
“Öğretirim,” dedi damat bey içtenlikle gülümseyerek. “Ama sayenizde çekeceğimiz film onlar gibi olmayacak, merak etmeyin. Füsun’un köyden şehre indikten sonra, Fransız dadı sayesinde üç günde hanımefendi olacağı bir film yapmayacağız mesela.”
…
“Ya da zengin akrabaları tarafından fakir olduğu için küçümsenen Sindirella da olmayacak bizim filmimizde,” diye devam etti Feridun.
“Küçümsenen fakir akrabayı oynamak isterdim aslında,” dedi Füsun.
…
Saflığını ve iyimser heyecanını sevmeye başladığım damat bey de, senaryo ve film hayallerini ısrarla anlatmaya kalkışmadı.
…
1976 yazı boyunca, film konuşmak için birlikte pek çok Boğaz lokantasına akşam yemeğine gittik. … Yemeklerde kocasının film konularını ve hayallerini, Yeşilçam’ın ve Türk seyircisinin yapısı üzerine çözümlemelerini, bir süre saygıyla ve şüphelerini kendime saklayarak dinler; derdim aslında Türk seyircisine “Batılı anlamda bir sanat filmi hediye etmek” olmadığı için, işi ihtiyatla yokuşa sürer; mesela yazılmış senaryoyu görmek ister, ama senaryo önüme gelmeden önce de başka bir konuya ilgi gösterirdim.
Pek çok Satsat çalışanından daha zeki ve becerikli olduğunu keşfettiğim Feridun ile bir keresinde, “doğru dürüst” bir Türk filminin maliyeti üzerine konuştuktan sonra, Füsun’un yıldız olması için Nişantaşı’nın arka sokaklarında küçük bir apartman dairesinin fiyatının yarısı kadar bir para gerektiği sonucunu çıkarmıştım, ama işlere bir türlü girişemememizin nedeni bu miktarın azlığı ya da çokluğu değil, haftada iki kere film yapmak bahanesiyle Füsun’u görmenin acılarımı şimdilik yatıştırdığını anlamamdı. (Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2008, Sayfa 281-283)
*****