Kategori arşivi: Yazılar

Katin Ormanı Kanamaya Devam Ediyor

10 Nisan 2010’da Polonya Devlet Başkanı Lech Kaczynski dahil 96 kişinin korkunç bir şekilde ölümüyle sonuçlanan uçak kazasının kurbanları Rusların planladığı ve gerçekleştirdiği “Katyn-Katin” Ormanı Katliamı’nın 70. yıldönümünde olay yerinde bir anma töreni gerçekleştirmeye gidiyorlardı.

Şükürler olsun ki bu uçak kazasının Polonyalı uzmanlarında katıldığı soruşturması sonucunda düşmenin Rusların sabotajı olmadığı ortaya çıktı ve herkes çok rahatladı.

Bu talihsiz, tüyler ürpertici kaza, 1940’ta 15 ila 22 bin Polonyalının katledildiği “Katyn-Katin” Ormanı’nın ne yazık ki 70 yıl sonra bile kanamaya devam ettiğini, 70 yıl sonra bile yeni yeni kurbanlar almaya devam ettiğini gösterdi.

“Katyn-Katin” Filmi Oscar Ödülüne Aday Gösterilmişti

Polonyalı yönetmen Andrej Wajda (6 Mart 1926 doğumlu) 80 yaşını tamamlamaya hazırlandığı Şubat 2006’da yeni nesil, genç sinemaseverlerin tarihi olayları ve siyasal konuları işleyen filmlere ilgisi göstermemesine rağmen çalışma arkadaşlarıyla birlikte Rusların yaptığı ve 15 ila 22 bin Polonyalı’nın canının alındığı, 1940 “Katyn-Katin” Ormanı Katliamı’nı konu alan bir film senaryosu yazdıklarını açıklamıştı… 15 milyon Polonya Zlotisi harcanan, Polonya ile Almanya’nın ortak yapımı bu film “Katyn-Katin” (118 dakika uzunluğunda) adıyla, Polonya’nın işgalinin 68. yıldönümünde (Eylül 2007’de) bu ülkede gösterilmeye başlanacak ve hem “Shrek the Third-Şrek 3” filminden sonra o yıl Polonya sinemalarında en çok seyirci toplayan film olmayı, hem de yabancı film dalında Oscar ödülüne aday gösterilmeyi başaracaktı. “Katyn-Katin”in dünya galası Sovyet Rus İşgalinin 68. Yıldönümü olan 17 Eylül’de başkent Varşova’da yapıldı. Film 21 Eylül’den itibaren de Polonya sinemalarında gösterilmeye başlandı. “Katyn-Katin”, Polonya’da 2 milyon 700 bin bilet keserken, 14 milyon dolar da hasılat elde etti. Dünya tarihinde bugüne kadar görülmüş belki de en zalim, en acımasız, en gaddar iki diktatörün (Hitler ve Stalin’in) orduları tarafından paspas gibi çiğnenen çok talihsiz bir milletin, çok şanssız bir ülkenin dinmeyen acılarının öyküsü olan “Katyn-Katin” 05 – 20 Nisan 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilen 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de sinemaseverlere sunuldu.

Ruslar 23 Yıl Kadar Önce “Katyn-Katin” Katliamını Yaptıklarını İtiraf Etti

Eylül 1939’da Polonya Almanya ve Sovyet Rusya arasında paylaşıldı.1 Eylül’de Almanlar, 17 Eylül’de Ruslar saldırdı. İşgal ordularının gelişmiş tank ve uçaklarının karşısına çıkarılan çağdışı Polonya süvarilerinin müthiş ve çok acıklı bir yenilgiye, hezimete uğramaktan başka çaresi yoktu. 1940 yılının ilk yarısında (Mart başından Haziran başına kadar) diktatör Stalin’in emriyle Sovyet Rusya ordusu elindeki Polonyalı esirlerden 15 ila 22 bin kadarını Rusya’nın Smolensk kenti yakınlarındaki “Katyn-Katin” ormanında katletti. Bunlar savaş öncesinde doktor, avukat, akademisyen, mühendis, polis ve din adamı olarak görev alan Polonyalılardı. ”Katyn-Katin” Ormanı katliamı 10 Haziran 1944’te Fransa’daki Oradour-sur-Glane köyündeki erkek, kadın, çocuk, ihtiyar toplam 642 masum sivilin tümünün Almanlarca katledilmesi gibi Avrupa tarihinin unutturulmak istenen on binlerce kötü, berbat anısından biridir.

“Katyn-Katin” katliamının Ruslar tarafından tamamlanmasından tam bir yıl sonra Haziran 1941’de Alman ordusu (Wehrmacht) Sovyet Rusya’yı işgâle girişti ve Katyn Ormanlarındaki toplu mezarları bularak, Sovyet Rusya’nın insanlık suçunu dünya kamuoyuna açıkladı. Ruslar Katyn katliamının sorumluluğunu yaklaşık 50 yıl boyunca (1990’a kadar) hiçbir şekilde kabul etmedi ve bu insanlık suçunun da Almanların işlediği diğer binlerce insanlık suçundan biri olduğu propagandasını yaptı. Günümüzden 23 yıl kadar önce itiraflar ve kabullenme geldi; önce Rus lider Mihail Gorbaçov, ardından da Boris Yeltsin katliamı diktatör Stalin’in emriyle Rusların yaptığını itiraf etti.

Polonya İkinci Dünya Savaşı’nda Altı Milyon Canını Kaybetti

Polonya İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman-Sovyet işgali sırasında 3 milyonu Yahudi asıllı toplam 6 milyon canını kaybetti… Başkent Varşova, Filipinlerin başkenti Manila’yla birlikte bu savaştan en büyük yıkım, tahribat ve zararla çıkan kentti…

Burada bir parantez açalım ve Birinci Dünya Savaşı’na 21 milyon nüfusla başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun da 1914-1918 arasında 3 milyon canını kaybettiğini hatırlatalım…

Andrey Wajda’nın Babası da “Katyn-Katin” Ormanı’nda Ruslar Tarafından Öldürüldü

Katyn’de öldürenler arasında, Andrzej Wajda’nın 72. Piyade Alayı’nda yüzbaşı olan ve katledildiğinde 40 yaşında olan babası Jakub Wajda’da vardı. Andrzej Wajda babası öldürüldüğünde henüz 14 yaşındaydı… Annesi öldüğündeyse sadece 24 yaşındaydı. Andrzej Wajda’nın öğretmenlik yapan annesi on binlerce Polonyalı gibi yıllarca eşinin sağsalim eve dönmesini bekledi durdu. Zaman geçtikçe Bayan Wajda’nın da ümitleri söndü, tükendi.

“Katyn-Katin” filmini çok erken yaşta ölen, acıların kadını, sevgili annesi Aniela Zofia Wajda’ya (1901-1950) ithaf eden Andrzej Wajda delikanlılık yıllarında Alman işgâline karşı direniş hareketi içinde yer aldı. 26 Mart 2000 tarihinde Onur Oscar’ıyla da ödüllendirilen Andrzej Wajda “Man of Iron-Demir Adam” adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’ye layık bulunmuştu.

Andrey Wajda’nın Dört Filmi Yabancı Film Oscar’ına Aday Gösterildi

Andrzej Wajda’nın filmlerinden “Land of Promises-Vaatler Ülkesi” (1975), “The Maids of Wilko-Wilko’lu Kızlar” (1979), “Man of Iron-Demir Adam” (1981) ve “Katyn-Katin” (2007) yabancı film dalında Oscar ödülüne aday gösterilmiştir.

* “Vaatler Ülkesi” Oscar’ı “Dersu Uzala”ya kaptırdı.

* “Wilko’lu Kızlar”ın yılında Oscar’ı “Teneke Trampet” kazandı.

* “Demir Adam”ın yılındaysa Oscar “Mephisto”nun oldu.

* “Katyn-Katin”in yılındaysa Oscar’ı “Kalpazanlar” elde etti.

Wajda’nın filmlerinden “Kanal” (1958), “Everything for Sale-Herşey Satılık” (1969), “Korczak” (1991) ve “Pan Tadeusz” ise (2000) Polonya’nın Oscar aday adayı olarak Amerika’ya yollanmış, ancak Oscar ödülü adaylığını elde edememiştir.

Polonya Doğumlu Roman Polanski’nin Annesi de Polonyayı İşgâl Eden Almanlarca Öldürüldü

Almanların ve Rusların İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Polonya işgâlinin 6 milyon kurbanı arasında Yahudi asıllı Oscar ödüllü (Oscar ödülünü “Piyanist”le kazanmıştır ve Polonya’yı temsil eden “Knife in the Water-Sudaki Bıçak” adlı filmi yabancı film dalında Oscar ödülüne aday gösterilmiştir) yönetmen Roman Polanski’nin Alman toplama ve öldürme kamplarında hayatını kaybeden annesi de bulunmaktadır. Roman Polanski’nin babası soykırımdan canını kurtaran 300 bin Polonya Yahudisinden biridir.

Barbar Kim?

Bu yazının kıssadan hissesi: biz Türkleri her fırsatta barbarlıkla suçlayan Avrupalılar aynaya baktıklarında barbarın kim olduğunu göreceklerdir.

(28 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Türkçede Q Harfi…

Yusuf Çetin, ismini duymuşsunuzdur, görseniz -ismen olmasa bile- tanıyanlarınız çıkar, Yeşilçam’da yıllarca yan rollerin oyuncusu olarak emek vermiştir. Yeşilçam’ın çözülmesinden sonra filmlerde pek görülmeyen Çetin, 2010 (yoksa 2011 mi?) yılında yönetmen olarak afişlere adını yazdırır ve filmi de gösterime çıkar. İlginç olan filmin adıdır. Sinema tarihimize Kir adı ile geçecek filmin -afişlerdeki- adı: “Qirej”dir. Aradan 2-3 yıl geçer, bir ara oyunculuk yapan, Kürtçe filmler çektiren, daha sonra yönetmenliğe de girişen, -filmlerinin ses getirmemesi üzerine, sinirlenip, sağı solu eleştiren (bu arada siyasete de soyunan fakat sonuç alamayan)- Gani Rüzgar Şavata, bu kez yapımcı olarak, Arafat Şavata (oğlu) ve Mustafa Delazy’e bir film yönettirir, adı: “Qüfür (Çümbür Cemaat)” (Ben bu sözü “cümbür cemaat” olarak bilirim, burada “çümbür cemaat” olmuş!)

Sözünü ettiğimiz iki filmin adı da Q harfi ile başlıyor. Türkçede Q harfinin olmadığını biliyorum, eğer bu filmlerin adı Kürtçe ise, -bu arada birçok filmimizde, Kürtçe konuşmaların yer aldığını, hatta tamamen Kürtçe filmler çekildiğini gördükten sonra- bu filmlerin adı -nasıl okursanız okuyun- eğer Kürtçe ise ve isimler Kürtçe olarak Q harfi ile başlıyorsa -ve devam edecek gibi görülüyor- bunun dile getirilmesi ve duymayanlara duyurulması gerektiği düşüncesindeyim. Filmin ikinci yönetmeninin adı -aynı zamanda yapıma da ortak- Mustafa Delazy. Delazy adına bakarak bu kişinin yabancı olduğuna karar verebilir miyiz? (Yabancı ise nerelidir, hangi ülkedendir, Kürt ise, Kürt vatandaşı olamayacağına göre, Türk vatandaşı ise adı neden Türkçe değildir, -eğer varsa Türk pasaportunda- adı nasıl yazılmaktadır?)

Bunlar bugün olan şeyler değil, 1992’de Sinan Çetin, Almanya’da çektiği filmin adını Berlin in Berlin olarak İngilizce koymuştur. 2007’de İnal Temelkuran da yaptığı ilk filme, yine İngilizce Made in Europe adını vermiştir. Sinema tarihimizde filmografileri tarayınca, benzer başka isimler bulabilir miyiz bilemiyorum, bunlar sadece hafızamda bulabildiklerim. Akla gelen bir de oyuncu adı var. Cemal Gözütok’un Sekizinci Saat (1994) filminin oyuncuları arasında Osman Wober adı veriliyor. W ile yazılan Wober soyadı-nın, Almanya kökenli (babası?) olmasından kaynaklanmaktadır.

Q harfi ile başlayan film adlarından önce bir takım filmlere, içindeki Kürtçe konuşmalardan öte, Türkçe isimlerinin yanında Kürtçe isimler verildiği de görülmüş (Doz / G. R. Şavata / 2001; Dür – Uzak / Kâzım Öz / 2005… vb… ) ve o zaman tarafımdan yazı ile eleştiri konusu yapılmamıştır (yapılsa da fark eden bir şey olmayacaktı.)

Son olarak filmlerde, filmin kahramanı olan kişilerin isimleri, isim olarak kullanılmaktadır, bu güne kadar Meyro (Yılmaz Duru / 1973), Davaro (K. Tibet / 1981), Davudo: Erkek Erkeğe (Kazankaya / 1965 ) gibi isimler kullanılmıştır. En son örnek ise Reha Erdem’in Jîn (2012) filmidir. Ama bunlar kişi isimleridir ve ülkemizde Kürt vatandaşlarımızda (en azından ülkemizde yaşayan, pasaportsuz ve kimliksiz olsalarda?) vardır. Bunların gündelik hayatta ve kendi aralarında kullandıkları Kürtçe isimler dışında, Türkçe isimleri de olabilir ama bunu kendi aralarında pek kullanmazlar.

Sinemamızın tarihinde yer alan ve iki aşığın isimlerinden (“aşk” serüvenlerinden) oluşan filmler vardır: Arzu ile Kamber / Tahir ile Zühre / Leyla ile Mecnun / Ferhat ile Şirin. Bunlar bizim ve daha doğudaki halk kültürlerinde yer alan söylencelerdir. 1991 yılında Ümit Elçi, bir doğu, Kürt söylencesine dayanan Mem û Zin’i film yapar ve film gösterime çıktıktan bir süre sonra “Kürtçe” dublajı yapılarak, Doğu Anadolu’da tekrar gösterime çıkarılır. (Yanılmıyorsam TRT Şeş’in açılmasından sonra da Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda Kürtçe sahnelenmiştir.) Aynı yıl (1991) Şahin Gök de Siyabend ile Heco’yu sinemaya uyarlayacaktır. Ümit Elçi, bu halk söylencesini yaparken Ehmede Xani’nin (Ahmed-i Hani) eserinden hareket etmiştir. Gök ise Hüseyin Erdem’in (!)Siyabend û Xece isimli eserinden… Anlaşılacağı üzere Kürtçe olan bu eserler, Kürtçe özelliği belirtilerek, Kelimelerden Görüntüye isimli, sinemamızdaki edebiyat uyarlamalarını inceleyen araştırmamıza alınmıştır.

Şunu yazmak zorundayım, bu Q harfi için, -ben Kürtçe bilmem, içinde Q, W ve X harflerinin bulunduğu bir Kürt alfabesi var mı? Bütün bunlardan sonra ve son yıllarda Kürtçe dili ağırlığı taşıyan filmlerden önce yapılan, Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören’in yönettiği Yol (1981) filmi ülkemizde bir süre gösterilmemiştir. Film bu arada Uluslararası Cannes Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü paylaşmıştır. Filmde bir sahne vardır: Film dini Bayram nedeni ile izin kâğıdı ile ve belli bir süre evlerine gönderilen altı kişinin bu yolculuğunu anlatır. Bu kişilerden birinin tren ile ulaştığı yere varılınca “ekranın sağ üst köşesinde” Kürdistan yazısı görülür. Filmin ülkemizde gösterilmeme nedenlerinden biri de bu yazı olabilir. Daha sonraki yıllarda ülkemizde gösterilen filmde, bu yazının bulunduğu bölüm çıkarılmıştır. Fakat filmin yurt dışı gösterimlerinde -özellikle ödül aldığı festivaldeki gösteriminde- bu yazının çıkarılmış olması mümkün değildir. Türkiye’deki gösterimlerinde çıkarılmış olmasının bir anlamı vardır ama bunun kıymeti var mıdır?

Görünen o dur ki, bundan sonra Kürtçenin yer aldığı filmlere alışmak zorunda kalacağız. Sinemamızın bu alıştırmayı yapmaya başlaması epey bir zamandır sürüyor. Bu noktada şunu söylemek gerekir, Özcan Alper’in Sonbahar filminde zaman zaman konuşulan dilin “Lazca” (karadeniz ağzı değil, -bir başka dil) olduğunu söylüyorum. Harfler-den, dil-lere geçtik… Filmler çekilmeye devam ediyor.

(28 Nisan 2013)

Orhan Ünser

Beyonce Muhteşem Gatsby İçin Amy Winehouse’un Back to Black’ini Seslendirdi

23 Temmuz 2011’de çok genç yaşta vefat eden “Muhteşem” İngiliz şarkıcı ve şarkı sözü yazarı Amy Winehouse’un (1983 doğumluydu) ölümsüz şarkısı “Back to Black”i Amerikalı şarkıcı Beyoncé Giselle Knowles (1981 doğumlu; şu an şarkıcı Jay-Z ile evli) yorumladı…

Bu yorum ikisi de Nicole Kidman’lı “Moulin Rouge” ve “Avustralya”nın dahi yönetmeni Baz Luhrmann’ın 127 milyon dolarlık yapım bütçeli yeni prodüksiyonu “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby” için gerçekleştirildi…

”Muhteşem Gatsby”nin 02 Mart 2014 Pazar gecesi yapılacak 86. Oscar ödüllerinden pek çok Oscar heykelciğiyle dönmesi bekleniyor.

“Muhteşem Gatsby”nin 2013 Çevriminde Kullanılan Şarkılar:

* “Back to Black” (yazan: Amy Winehouse; seslendirenler: Beyonce Knowles ile Andre Benjamin)
* “Young and Beautiful” (yazan ve seslendiren: Lana Del Rey)
* “Over the Love” (Florence and The Machine’e ait)
* “100 $ Bill” (seslendiren: Jay-Z)
* “Bang Bang” (seslendiren: will.i.am)
* “A Little Party Never Killed Nobody (All We Got)” (seslendiren:Fergie, Q-Tip, GoonRock)
* “Love Is the Drug” (seslendiren: Bryan Ferry ve Orkestrası)
* “Kill and Run” (seslendiren: Sia)
* “Into the Past” (seslendiren: Nero)
* “Love is Blindness” (seslendiren: Jack White)
* “Hearts A Mess” (seslendiren: Gotye)
* “Together” (seslendiren: The xx)
* “Crazy in Love” (seslendiren: Emeli Sande ve Bryan Ferry ve Orkestrası)
* “Where The Wind Blows” (seslendiren: Coco O. of Quadron)

2013 Leonardo DiCaprio’nun Yılı Olacak!

Daha önce “What’s Eating Gilbert Grape” (1993), “The Aviator” (2004), “Blood Diamond” (2006) ile Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”de baş rolde…

Dünya sinemalarında 2 milyar 185 milyon dolar hasılat elde eden “Titanic”in ve yine dünya sinemalarında 825 milyon dolar hasılat sağlayan “Inception”ın baş oyuncularından biri olan DiCaprio bu yıl hem “The Great Gatsby”le, hem de “The Wolf of Wall Street”le (yönetmen: Martin Scorsese) çok iddialı…

Leonardo DiCaprio, Oscar ödüllü yönetmen Scorsese işbirliği böylece, 11 yılda, “Gangs of New York” (2002), ”The Aviator” (2004), “The Departed” (2006) ve “Shutter Island”dan (2010) sonra, beşinci ürününü veriyor.

2 Mart 2014 Pazar gecesi yapılacak 86. Oscar ödülleri dağıtım gecesinde bu iki filmden biriyle DiCaprio’nun Oscar ödülüne layık bulunması şaşırtıcı olmayacak.

Küresel Süperstar Leonardo DiCaprio’nun Film Film Kazançları:

* The Basketball Diaries / 1 milyon dolar
* J. Edgar / 2 milyon dolar
* Titanic / 2 buçuk milyon dolar
* The Beach / 20 milyon dolar
* Catch Me If You Can / 20 milyon dolar
* The Aviator / 20 milyon dolar
* The Departed / 20 milyon dolar
* Blood Diamond / 20 milyon dolar
* Inception / 59 milyon dolar

“Muhteşem Gatsby”nin 2013 Çevriminin Konusu:

1925 yılında ilk kez okurlara sunulan aynı adlı edebiyat şaheserinin (yazarı: Francis Scott Fitzgerald) uyarlaması olan “Muhteşem Gatsby”nin 2013 Çevrimi de Scott Fitzgerald’ın hikâyesindeki gibi yazar olmak isteyen Nick Carraway’in (Tobey Maguire canlandırıyor) Midwest’ten ayrılıp New York’a yerleşmesiyle başlıyor. 24 Ekim 1929 Perşembe günü başlayan büyük ekonomik buhrana/çöküşe yedi yıldan fazla süre vardır. Hikâyenin geçtiği 1922 senesi baharı, ahlâki değerlerin çöktüğü, ışıltılı jazz hayat tarzı, kaçakçıların ve yükselen hisse senetlerinin dönemidir. Amerikan rüyasının peşinden giden Nick, kuzeni Daisy ve onun çapkın kocası Tom Buchanan sayesinde evinde sürekli çılgın partiler düzenleyen, gizemli milyoner Jay Gatsby’e komşu olur. Nick artık son derece varlıklı ve zengin insanların aşk ve entrika ile dolu hayatlarına çekilmiştir; bu hayata şahit oldukça imkansız/karşılıksız aşk, bozulamaz hayaller ve trajedilerle dolu bir romana imza atacaktır.

“Muhteşem Gatsby” Uyarlamaları:

* “The Great Gatsby” / 1926 / Yönetmen: Herbert Brenon / Sessiz Film / Oyuncular: Warner Baxter, Lois Wilson, Hale Hamilton. 80 dakika.

* “The Great Gatsby” / 1949 / Yönetmen: Elliott Nugent / Oyuncular: Alan Ladd, Betty Field, Barry Sullivan, Macdonald Carey. 91 dakika.

* “The Great Gatsby” / 1974 / Yönetmen: Jack Clayton / Oyuncular: Robert Redford, Mia Farrow, Bruce Dern. 144 dakika.

Bu çevrim, Kıbrıs Barış Harekatı’na karşılık olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye her türlü Amerikan malı/ürünü için ambargo uygulaması kapsamında ülkemizde gösterilemeyen yüzlerce filmden biridir.

Yine bu “Muhteşem Gatsby”sinin senaryosunu beş Oscar ödülü kazanmış olan Francis Ford Coppola yazmıştı.

4 Şubat 1974 tarihli Newsweek Dergisi “The Great Gatsby” Kuzey Amerika sinemalarında gösterime girmeden hemen önce o dönemde meslekdaşları arasında zirvede olan Robert Redford’un bu filmdeki giysileriyle çekilmiş bir fotoğraf karesini “The Great Redford” başlığıyla kapak yapmıştı.

* “The Great Gatsby” / 2000 / Yönetmen: Robert Markowitz / Oyuncular: Mira Sorvino, Toby Stephens, Paul Rudd, Martin Donovan.

* “The Great Gatsby” /2013 / Yönetmen: Baz Luhrmann / Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Carey Mulligan, Joel Edgerton. 142 dakika.

* Jay Gatsby’yi Canlandıran Oyuncular: Warner Baxter (1926), Alan Ladd (1949), Robert Redford (1974), Toby Stephens (2000), Leonardo DiCaprio (2013).

*Daisy Buchanan’ı Canlandıran Oyuncular: Lois Wilson (1926), Betty Field (1949), Mia Farrow (1974), Mira Sorvino (2000), Carey Mulligan (2013).

*Tom Buchanan’ı Canlandıran Oyuncular: Hale Hamilton (1926), Barry Sullivan (1949), Bruce Dern (1974), Martin Donovan (2000), Joel Edgerton (2013).

“Muhteşem Gatsby”nin Yazarı

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin yazarı Francis Scott Fitzgerald (1896 doğumlu) 24 Ekim 1929’da başlayan dünya ekonomik bunalımının tüm acılarını ve yol açtığı felâketleri yaşadıktan sonra çok genç yaşta ve dünya edebiyatının ölümsüzleri arasına katıldığını göremeden, Avrupanın Nazi Almanyasının işgâli altında olduğu, İngiltere’nin bile Nazi çizmeleri altında ezilmesinin beklendiği Aralık 1940’ta vefat etti.

“Muhteşem Gatsby”nin İlk Gösterim Tarihi 25 Aralık 2012’ydi

Hem üç boyutlu, hem de 35 milimetre kopyalarıyla gösterime sunulacak olan “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”yi 17 Mayıs 2013 Cuma gününden başlayarak Türkiye sinemalarında izleyebileceğiz.

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin dünya sinemalarındaki ilk gösterim tarihi 25 Aralık 2012’ydi. DiCaprio’nun başrolünde olduğu diğer film, 100 milyon dolar bütçeli “Django Unchained-Zincirsiz”le aynı günlerde gösterimde olmamak için “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin gösterim tarihi 17 Mayıs 2013’e ertelendi.

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby” 15 Mayıs 2013 Çarşamba günü 66. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilecek. Yönetmenin “Strictly Ballroom” (1992) ve “Moulin Rouge” (2001) adlı filmleri de ilk kez Cannes Film Festivali’nde gün ışığına çıkmıştı.

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby” aynı zamanda Cannes Film Festivali’nde açılış filmi onurunu elde eden ikinci üç boyutlu film olacak. Daha önce 2009’da “Up-Yukarı Bak” adlı üç boyutlu film Cannes’ın açılış filmi olarak seçilmişti.

(26 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Hollywood’a Hoşgeldin Park Chan-Wook

Amerikan sinema endüstrisinin dünyanın dört bir yanından sanatçı ithali çok eskiye dayanır. İki dünya savaşının kasıp kavurduğu Avrupa topraklarından Yeni Dünya’ya göç eden sinema adamlarının Hollywood’un farklı lezzette ürünler vermesinde büyük katkıları olmuştur. Hollywood tüm çekiciliği ve sınırsız olanaklarıyla bugün için de yabancı sinemacılar için önemli bir çekim merkezi olmayı sürdürmekte. Bu flörtün ürünleri her zaman beklenen sonucu vermiyor kuşkusuz. Sözgelimi, sıradan senaryolarla Hollywood aksiyonlarının içinde ruhunu yitiren Güney Koreli Kim Jee-Woon (bakınız: Arnold Schwarzegger’li ‘Geçit Yok / The Last Stand’) veya –‘Ejderha Dövmeli Kız’ serisiyle tanınan- Danimarkalı Niels Arden Oplev’in bu hafta vizyona giren ‘İntikam Benim / Dead Man Down’ı bu alanda hayal kırıklığı yaratan örneklerden.

Güney Kore sinemasının bir diğer önemli ismi Park Chan-Wook ise bu alışverişten kârlı çıkan isimlerden. Değişmez görüntü yönetmeniyle (Chung Chung-Hoon) birlikte komşu kıtanın yolunu tutmuş, iyi de etmiş. 32. İstanbul Film Festivali‘nin programında yer alan ve bu hafta sinemalarda gösterime çıkan ‘Lanetli Kan / Stoker’, Uzakdoğulu yönetmenin estetize sinemasıyla Amerikan sinemasının korku gerilim türünün temel unsurlarını ustaca kaynaştıran ilginç bir seyirlik.

Öncelikle Hitchcock’un etkisi tartışılmaz. Gerek senaryo yazarı Wentworth Miller’in, gerekse Hitchcock’un yönetmen olmaya karar verme nedeni olduğunu ve sinema kariyerine yön veren filmin ustanın ünlü ‘Vertigo’su olduğunu açıklamış olan Chan-Wook’un ilham kaynağı filmde son derece belirgin. 18 yaşına yeni basmış India’nın gizemli bir trafik kazasında kaybettiği babasının cenaze töreninde uzaktan beliren Charlie amca figürü doğrudan ‘Şüphenin Gölgesi / Shadow Of The Doubt’a bir gönderme. Hitchcock, küçük Amerikan kasabasına trenin kapkara duman bulutu eşliğinde giren Charlie amcayı evrensel kötülüğün simgesi olarak resmetmiştir. Chan-Wook, şanına uygun bir şekilde, kötülüğün her yerde, her bedende var olduğunun ve Charlie amca figürünün bunun keşfinde bir katalizör rolü oynadığının altını çizmiş.

‘Lanetli Kan’ özünde bir büyüme, kendini keşfetme hikâyesi. Nashville / Tennessee’de çekilmiş olmasına rağmen yer ve zaman referansı vermekten özenle kaçınılmış. Bu da filmin gizemli masalsı atmosferini güçlendirmeye yaramış. India’yı canlandıran Mia Wasikowska, Tim Burton’ın harikalar diyarından kopup gelmiş, lâkin kötülüğün ve şiddetin stilize yönetmeni Chan-Wook’un gotik anlatısı bildiğimiz masum masallardan değil. İçinde iyilerin olmadığı bu dünyada, India cinselliğinin yanı sıra kendi içindeki kalıtsal kötülüğü de keşfedecektir.

‘Lanetli Kan’ çeşitli göndermelerle ve yoğun metaforlarla dolu bir film. Kabuğu çatlatılan yumurtalar, kana bulanmış bedenler, örümcekler ve özellikle, Philip Glass’a sipariş edilmiş süitlerin icra edildiği piyano sekansı, büyümenin, bedeni keşfedişin ve bastırılmış cinsel arzuların parlak metaforları. Bu özgün denemede, Chan-Wook’un kendine özgü karanlık dünyası, Batı edebiyatının mitoslarıyla da benzersiz bir biçimde kaynaşmış. Yönetmen, Hitchcock’un evrensel kötülük kuramını daha ileri boyutlara taşımakla kalmamış, filmin özgün adıyla vampir efsanelerine, Dracula’nın yazarı Bram Stoker’a da selâm göndermiş. Bu açıdan bir sahnede Charlie amcanın gözbebeklerinin bir vampir ışıltısıyla parlaması boşuna değil. Keza, Charlie amcanın ölen babanın yerine geçmesi, annenin yatağına girmesi Hamlet’e çağdaş bir gönderme. Bir diğer gönderme de Fritz Lang’ın ünlü dışavurumcu gerilimi M’e. Lang’ın seri katilinin ıslığına dolanmış Grieg’in ‘Peer Gynt’ süitinden alınmış ezgi, Charlie amcanın ıslığında Verdi’nin ölümsüz ‘Il Trovatore’sinden çingene Azucena’nın ünlü aryası ‘Stride La Vampa’ya dönüşmüş.

‘Lanetli Kan’ Uzakdoğulu yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi son derece estetik, sembollerle yüklü narsisist bir sinema örneği. Sinefiller bu benzersiz izleme deneyimini kaçırmasın.

(26 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Emek Sineması

Sinema film gösterimi yapılan ve “seyircinin” topluca film seyrettiği yer demek. Film-ler eskiden, sinemalarda gösterilirdi, o sinemalar ki 400-600 kişilik salonlu -balkonlu kapalı alanlardı- ancak geceleri çalışabilen bahçe sinemaları, bambaşka bir kültürdür, başka yazıların konusudur. Eski sinemalar, diyorduk, Beyoğlu’da kaç tane idiler, şimdi kaç taneler, eski sinemaların girişleri (kapıları) bir başka tat taşırdı, “fener” de denilen devasa afişlerle süslenirdi.

Filmler hakkında konuşmayacağım, yabancı filmler çoğunlukla bir kaç yıl geçikme ile gelirlerdi o zamanlar ve dünya konjüktürüne göre farklı ülkelere ağırlık verilirdi. Yerli (Türk) filmleri Beyoğlu’na fazla çıkamaz, çıksa da bazı sinemalarda gösterim olanağı bulurlardı. Buna göre yabancı film oynatan Emek Sineması her zaman iyi, güzel film mi oynatırdı; bu iyi / güzel film kavramının, kişiden kişiye değiştiği -sırf ülkemizde değil bu genelde böyledir- doğrultuda değerlendirilmelidir ama -ben o günlere pek yetişemedim, İstanbul’a gelmem bir kısım Emek seyircisine göre hayli sonradır. Devam edersek, bir filmin iyi veya kötü olması gösterildiği sinemayı ne kadar etkiler? Emek Sineması, İstanbul’daki sinemalar içinde -klâsik anlamda- en iyi sinema idi. O nedenle bir kısım seyirci filme değil Emek Sineması’na gider… Bu arada Emek Sineması’nı, kötü filmlerde gösterdi diye eleştirmek hakkını kendimde bulamıyorum. Çok, hatta çoook güzel filmlerde gösterdi ama bunların ötesinde yukarıdan beri dediğim gibi iyi sinema idi. West Side Story filmini Ankara’da izledim ama stero hali ile Emek Sineması’ndaki -o günlere göre hayli uzun süren- gösterilişini gazetelerden izledim, kıskanmadım değil.

Emek Sineması güzel sinema derken o günkü sinemaların -salonları beğenmesek de- bir sinema atmosferi vardı. Eski salonların bölünüp bölünüp beş-altı salonlu -bunlara ne kadar “salon” denir bilemem, ben bunlara “otobüs sinemalar” diyorum, “dolmuş” diyecek kadar insafsızlaşmak istemiyorum- sinemalara dönüştürülmeleri, gidip film seyretsem de içimde buruk bir tat bırakıyor. Hem o günlerde sinemalar çok daha kalabalık olurdu: Füruzan – Karamustafa ikilisinin, Füruzan’ın öyküsünden yaptıkları Benim Sinemalarım’daki gibi ıssız sinemalar değillerdi. Sinemaların kendine haslığı / görkemi kalmadı.

Deniliyor ki, Emek Sineması yıkılmayacak, üç – dört kat yukarı taşınacak. Güldürmesinler insanı… altı ise AVM değil pasaj olacak. Pasaj dilimize dışarıdan giren bir kelime, biz söylenişini almışız, aslı passage sanıyorum. (Yanlış ise o tamamen bana ait bir hatadır) ama anlamı her halde geçit demek… Burada akla gelen sorular:

1 – Beyoğlu’nda, hele bugün dönüştürülmüş hali ile hiç mi AVM veya passage yok? 2 – Yeşilçam Sokağı gibi -ki Emek Sineması bu sokaktadır- dar ve iki keskin dönemeci olan bir sokaktan, Emek Sineması olan yerden girilecek bir passage’den nereye çıkılacaktır? 3 – Buraya yapılacak passage’de ne gibi alış – satış!. yerleri bulunacaktır. Bunlar Beyoğlu’nda şu anda bulunan yerler mi olacaktır, yoksa İstanbul’un bilmem kaç tane açılan bütün AVM.lerde yer alan hep aynı alış – satış yerleri mi olacaktır? 4 – Bu yıl 32.si yapılan İstanbul Film Festivali’nin -ki uluslararası alanda saygın festivallerden birisi olmuştur- henüz bir sarayı yoktur. Saray derken Osmanlıdan beri gelen alışkanlığımızla söylüyorum. Festivalin kendine has bir gösterim yeri yoktur. Bunun için yıllardır Emek Sineması kullanılmakta idi. Festivalin başladığı gün -başka gün yokmuş gibi, yoksa nispet yapar gibi mi?- Emek Sineması’nda yıkım çalışmaları başlatılmıştır. Kapanış gecesinde ise gelecek yıl festivalin açılış ve kapanışının Emek Sineması’nda yapılması (yapılabilmesi? nasıl?) dile getirilmiştir. Eğer yeni yapılacak hali ile dördüncü katta bir sinema olacak ise burada böyle bir şey yapmak nasıl olur?

Ülkemizde yakın geçmişe ait bir çok izler ya silinmekte ya da deforme edilmektedir, Emek Sineması da bu kararlı değişim için harcanacak yerlerden biridir. Buna karşı çıkmak toplumsal bir haktır ama bu hakkı kullanmak isteyenlerin gördüğü şiddet / karşı koyuş – özel olayımızda: acaba Emek Sineması yerine ne gibi yer koyacaklardır. Herhangi bir şey değişmeyecek, her şey eskisi gibi kalacak -yalnız yukarı taşınacak!- sözlerine inanmaya ve güvenmeye hiç aklım yatmıyor, olacak iş değil. Beyoğlu, eski Beyoğlu olma özelliğini yitiriyor, Emek Sineması da -zaten yıllardır kapalı- Beyoğlu’nun kırpılan özelliklerinden biri oldu, sırf Beyoğlu’nun değil İstanbul Film Festivali’nin de… Yerlerine ne koyacaklar?

(25 Nisan 2013)

Orhan Ünser

Marlon Brando’nun Rolü Russell Crowe’un Oldu: Man of Steel

270 milyon dolarlık dev yapım bütçesiyle ortaya çıkan “Superman Returns-Superman Dönüyor” (2006; yönetmen: Bryan Singer) gişede hayal kırıklığına dönüşmesine (dünya sinema hasılatı 391 milyon dolarda kaldı) rağmen yeni “Superman” filmi “Man of Steel”in 2013 yazının bir milyar dolar hasılat barajını geride bırakan üstün yapımlarından biri olması bekleniyor.

“Man of Steel” üç boyutlu, IMAX ve 35 milimetrelik kopyalarıyla gösterimde olacak.

“Superman” Çizgi Romanı 75 Yaşında

Jerry Siegel ile Joe Schuster tarafından yaratılan ve ilk kez Nisan 1938’de Action Comics adlı dergide okurların karşısına çıkan “Superman” çizgi romanı içinde bulunduğumuz ay 75 yaşını geride bıraktı.

Sonu gelen Kripton Gezegeni’nden bir roketle dünyaya gönderilen bebeğin, bir çiftçi ailesince büyütülmesini ve “Süper Kahramana” dönüşmesini konu alan çizgi romanın baş karakteri Pearl Harbor baskınından sonra (1942’de) Almanlara ve Japonlara karşı da savaşmıştı.

“Superman” Filmi Türkiye Sinemalarında “Star Wars”tan Birkaç Ay Önce Gösterime Girmişti!

Film ithalâtçılarımız “Superman” çizgi romanının 40. yıldönümünde gösterime çıkarılan 1978’in “Superman”ini (bu filmin 55 milyon dolarlık dev bir yapım bütçesi vardı) o döneme göre sıcağı sıcağına, Kasım 1979’da Türkiye’de gösterime sunmuştu; 1977’nin “Star Wars”ı yaklaşık 3 yıl gecikmeyle Şubat 1980’de Türkiye sinemalarına gelebildiğinden Türk sinemaseverler “Superman”la daha önce tanışmışlardı…

1978’in “Superman”i için hiçbir masraftan kaçınılmamış, üç Oscar ödüllü Robert Benton ile iki Oscar’lı Mario Puzo (“The Godfather-Baba”nın yazarı) filmin senaryo yazarları arasında yer almıştı.

“Man of Steel”de Öykü Yazarlarından ve Yapımcılardan Biri: Christopher Nolan

“Inception-Başlangıç” (bütçe: 160 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 825 milyon dolar), “The Dark Knight-Kara Şövalye” (bütçe: 185 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 1 milyar doların üzeri) ve “The Dark Knight Rises-Kara Şövalye Yükseliyor”un (bütçe: 250 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 1 milyar 81 milyon dolar) yönetmeni Christopher Nolan’ın öykü yazarlarından ve yapımcılarından biri olduğu yeni “Superman” filmi “Man of Steel” 225 milyon dolarlık yapım bütçesiyle de göz kamaştırıyor.

Christopher Nolan’ın Yönetmenliğini Yaptığı Yeni Film: “Interstellar”

Christopher Nolan’ın yönetmen koltuğunda olduğu, Steven Spielberg’ün yapımcıları arasında olduğu yeni film “Interstellar” (2014) ise Albert Einstein’ın yıldızlararası yolculuk üzerine fikirlerine dayanıyor… Bu filmde başrollerdeyse Anne Hathaway ile Matthew McConaughey var.

“Man of Steel”in Yönetmeni: Zack Snyder

“Man of Steel”in yönetmenliğini “300-300 Spartalı” (bütçe: 65 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 456 milyon dolar), “Watchmen” (bütçe: 130 milyon dolar; dünya sinema hasılatı:185 milyon dolar) ve “Sucker Punch” (bütçe: 82 milyon dolar) ile tanıdığımız Zack Snyder üstleniyor… Zack Snyder 2013 yazının bir başka filmi “300: Rise of an Empire”daysa senaryo yazarı olarak görev aldı.

Marlon Brando’nun Canlandırdığı Jor-El Karakteri Russell Crowe’un Oldu

1978’in “Superman”inde Superman’in Kripton Gezegenindeki babası Jor-El’i Marlon Brando canlandırmıştı; “Man of Steel” de bu rol Russell Crowe’a (“Gladiator”deki rolüyle Oscar kazanan Crowe “A Beautiful Mind-Akıl Oyunları” ve “The Insider-Köstebek”le de Oscar adayı olmuştu) verildi.

“Man of Steel”in Oscar Ödüllü ya da Oscar Adaylığı Elde Etmiş Diğer Oyuncuları:

* “The Master-Usta”, “The Fighter-Dövüşçü”, “Doubt-Şüphe” ve “Junebug” adlı filmlerle Oscar ödülü adaylığı elde eden Amy Adams, Superman’in sevgilisi Lois Lane rolünde…

* “Dances With Wolves-Kurtlarla Dans”la yapımcı ve yönetmen Oscar’larını kazanan ve yine bu filmle erkek oyuncu Oscar’ına aday gösterilen Kevin Costner Superman/Clark Kent’i evlat edinen Jonathan Kent rolünde…

* “Unfaithful-Sadakatsiz”le Oscar adaylığı elde eden Diane Lane, Superman/Clark Kent’i evlât edinen Martha Kent rolünde…

* “Revolutionary Road-Hayallerin Peşinde”yle Oscar adayı olan Michael Shannon Süperman’i Kripton Gezegeninden dünyaya kadar takip eden düşmanı General Zod rolünde…

* “Tina: What’s Love Got to Do With It-Tina: Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?”/la Oscar adayı Laurence Fishburne Daily Planet Gazetesi Yöneticisi Perry White rolünde…

2013 ve 2014 Yılının Büyük Bütçeli Filmlerinden Bazıları:

* “The Lone Ranger” / 250 milyon dolar
* “Man of Steel” / 225 milyon dolar
* “Oz the Great and Powerful” / 215 milyon dolar
* “Iron Man 3” / 200 milyon dolar
* “Jack the Giant Slayer” / 195 milyon dolar
* “Star Trek Into Darkness” / 185 milyon dolar
* “White House Down” / 150 milyon dolar
* “The Croods” / 135 milyon dolar
* “Noah” / 130 milyon dolar
* “After Earth” / 130 milyon dolar
* “G. I. Joe: Retaliation” / 130 milyon dolar
* “The Great Gatsby” / 127 milyon dolar
* “World War Z” / 125 milyon dolar
* “Oblivion” / 120 milyon dolar
* “The Wolf of Wall Street” / 100 milyon dolar
* “RoboCop” / 100 milyon dolar
* “Elysium” / 100 milyon dolar
* “The Wolverine” / 100 milyon dolar
* “Mad Max: Fury Road” / 100 milyon dolar
* “A Good Day to Die Hard” / 92 milyon dolar
* “Gravity” / 80 milyon dolar

(24 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

İnsan Ruhunun Dipsiz Karanlığında

Geçtiğimiz yıl Cannes Film Şenliği’nin yarışmalı ana seçkisinde yer almış olan ‘Gazeteci Çocuk / The Paperboy’, 2009 yılı Oscar mevsiminde hayli ses getirmiş, kadın oyuncusu Mo’nique ile senaryosu Akademi ödülüne lâyık görülen ‘Acı Bir Hayat Hikayesi / Precious’ ile tanımış olduğumuz Lee Daniels’ın yeni filmi. Siyahi yönetmen yürek burkan bir büyük şehir hikâyesinden sonra, senaryoyu ortaklaşa kaleme almış olduğu Peter Dexter’ın aynı adlı romanından hareketle bu kez ABD’nin tekinsiz güney topraklarına uzanıyor.

1969 yazıdır. Tarım işçilerinin hak arayışları ve siyahların sivil haklar mücadelesiyle çalkalanmakta olan bir ortamda, Miami Times’tan Ward Jansen (Matthew McConaughey), siyahlar denli beyazların da ölesiye nefret ettiği acımasız şerifin katli nedeniyle idama mahkûm edilmiş Hillary Van Wetter’ın (John Cusack) davasını araştırmak üzere, siyahi gazeteci ortağı ile birlikte baba ocağı Florida, Moat County’ye dönüş yapar. Yerel gazetenin sahibi baba W. W. Jansen (Scott Glenn), 20 yaşındaki küçük kardeş Jack (Zac Efron) ve idam mahkûmlarıyla erotik yazışmalar yapan güneyin seksi güzeli Charlotte (Nicole Kidman) bu gizemli hikâyenin diğer ana karakterleridir. Miami’den gelen gazeteci ortaklar, delillerin yok edilerek Van Wetter’ın haklarının gaspedildiğini ve idam mahkûmiyetinin bir linç hareketi olduğu iddiasındadır. Geçkin güney dilberine abayı yakmış küçük kardeşin büyüme öyküsü, cinayet soruşturmasına paralel olarak ilerler. Irkçılığıyla, ormanıyla, bataklığıyla, timsahlarıyla, böcekleriyle ve bilumum tekinsizliğiyle ABD’nin güneyidir, Louisiana bölgesidir, New Orleans’tır buraları. Dipsiz bataklıklarında insan ruhunun tuhaf karanlıklarına yolculuğa çıkılan.

Amerikan bağımsız sinemasının sürprizlerle gelişen bu ilginç örneği parlak oyuncu kadrosundan, özellikle Nicole Kidman’ın kariyerindeki en ayrıksı kompozisyonundan büyük destek alıyor. Festival sonrasının çölleşen ortamında ilgiye değer bu filmin, hapishanedeki orgazm ve plâj sekanslarıyla şimdiden kültleştiğinin altını çizmek isterim.

(22 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ben Onu Çok Sevdim’i Yayınlayacak Kanal Henüz Belli Değil

Pana Film’den 18 Nisan 2013 Perşembe günü aldığım taptaze bilgiye göre, “Ben Onu Çok Sevdim”in ilk bölümleri çekildi… Dizinin tanıtım spotlarını yayınlayan ATV’nin diziyle ilgisi kalmamış görünüyor… Dizinin yayın tarihi ve kanalı ne yazık ki netleşmedi. Ancak çekimlerin ya da dizinin iptali şu anda söz konusu değil.”

“Kurtlar Vadisi”nin yapım şirketi Pana Film’in 1961’de idam edilen Başbakanımız Adnan Menderes’i eksen alan “Ben Onu Çok Sevdim” adlı dizisinin senaryo yazarlığını Seda Altaylı, yönetmenliğini Mehmet Bahadır Er üstleniyor…

Dizide Adnan Menderes’le 2009’da vefat eden opera sanatçısı Ayhan Aydan arasındaki “evlilik dışı” aşka da yer veriliyor… Ayhan Aydan bu evlilik dışı ilişkiden hamile kalmış ve çocuk doğarsa Adnan Menderes’in siyasi hayatının zedeleneceğini iddia eden Adnan Menderes’in siyasi yakınlarının telkinleri üzerine bebeği kürtajla aldırmıştı.

“Ben Onu Çok Sevdim”de Kim Kimi Canlandırıyor?

“Ben Onu Çok Sevdim”de Ayhan Aydan rolü için Belçim Bilgin’le uzlaşma sağlanamayınca Birce Akalay ile anlaşıldı.

Bu arada, Ayhan Aydan’ın kocası besteci Hasan Ferit Alnar (1906-78) rolü Erdinç Gülener’in oldu.

Adnan Menderes rolü için Mahir Günşiray ile Menderes’in eşi Berin Menderes için İclal Aydın ile anlaşma sağlanamayınca bölüm başı 40 bin liraya Mehmet Aslantuğ’a ve bölüm başı 15 bin liraya İdil Fırat’la anlaşıldı.

“Ben Onu Çok Sevdim”de Adnan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’i Mehmetcan Mincinozlu’nun, Menderes’in oğlu Mutlu’yu Savaş Zafer’in, Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes’i Burak Temiz’in, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı Tuğrul Çetiner’in, 2. Cumhurbaşkanı ve 1950’lerin CHP lideri İsmet İnönü’yü Şemsi İnkaya’nın, dönemin ana muhalefet partisi CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni ve o dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün yakın çalışma arkadaşı Nihat Erim’i Ege Aydan’ın, Ethem Menderes’i Rıza Akın’ın, tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’u Levent Öktem’in, bakan Fatin Rüştü Zorlu’yu Erdal Bilingen’in, bakan Fuat Köprülü’yü Halit Ergör’ün canlandırması bekleniyor…

Ayhan Aydan, Ege Aydan’ın Halasıydı

1912 doğumlu Nihat Erim ise 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonra silâh zoruyla istifa ettirilen Süleyman Demirel’in yerine 1971-72 döneminde Başbakan yapılmış 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen öncesinde 19 Temmuz 1980’de bir terör saldırısında hayatını kaybetmişti…

Adnan Menderes Bazı Sözleri ve Yakınmalarıyla Mevkidaşlarına Kötü Örnek Oldu

Adnan Menderes’in “Nedir bu birader, güya Başbakanım, ama elin bir gazetecisini bile hapse atamıyorum; hakimler de halkçı (CHP’li demek istiyor), savcılar da…” gibi sözleri ne yazık ki Adnan Menderes’in mevkidaşlarına kötü örnek olmuştur.

Nazlı IIıcak’ın Annesi İhsan Hanım’da Menderes’e Adnan Diye Seslenebilecek Yakınlıktaydı

Adnan Menderes’in Sabah Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak ile Fenerbahçe Eski Yöneticisi Ömer Çavuşoğlu’nun 97 yaşındaki annesi İhsan Çavuşoğlu 2010’un son günlerinde vefat etti. İhsan Hanım, Başbakan Adnan Menderes’e “Adnan” diye seslenebilecek bir yakınlığa sahipti… Çünkü, eşi, (Nazlı Ilıcak’ın babası) Muammer Çavuşoğlu (1903-1972) 10. ve 11. dönem İzmir milletvekilliği ve Başbakan Adnan Menderes’in bakanlar kurulunda Ulaştırma ve Bayındırlık Bakanlığı yapmıştı. Muammer Çavuşoğlu, 27 Mayıs 1960’tan sonra Yassıada’da yargılananlar arasındaydı. Muammer Beyin payına bu mahkemeden siyaset yasağı çıktı.

Adnan Menderes’in Destekçilerinden Biri Olan Said Nursi Vefat Etmeseydi Yassıada’da Yargılanacaktı

Türkiye sinemalarında bir milyona yakın seyirci toplayan “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” filminde yaşamı konu edilen Said Nursi’de Demokrat Parti iktidarının, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes’in en büyük destekçilerinden biriydi… Birlikte 18 Temmuz 1932 ile 16 Haziran 1950 arasında uygulanan Arapça ezan yasağını kaldırdılar. 27 Mayıs 1960 subay darbesini plânlayanlar Demokrat Parti yöneticileriyle birlikte Said Nursi’yi de Yassıada’da yargılamayı çok istiyorlardı. 23 Mart 1960’daki vefatı Said Nursi’yi cuntacıların elinden kurtardı.

Said Nursi’nin Mezarının Açılması ve Naaşının Taşınması

27 Mayıs 1960 darbesini yapan cuntacı subaylar toprağa verilişinden 111 gün sonra Bediüzzaman Said Nursi’nin Urfa’daki kabrini açarak naaşını bir C-47 askeri uçağına yüklemiş ve cenazeyi Afyon istikametine götürmüşlerdi. Olay şöyle gelişmişti: 11 Temmuz 1960 Pazartesi günü Urfa Valisi Necdet Yalçın ile Doğu Bölgesi Kolordu Kumandanı askeri bir uçakla Konya’ya gelerek, İmam Hatip Okulu’nda meslek dersleri öğretmenliği yapmakta olan Bediüzzaman Said Nursi’nin kardeşi Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’u Mevlana Celaleddin Rumi türbesi civarında kiralamış bulunduğu eve bir devlet memuru göndererek, vilâyet merkezine çağırttılar. Vilâyette Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’u generaller (Cemal Tural ve Refik Tulga) bekliyordu. Generaller, Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’a Bediüzzaman Said Nursi’nin naaşının Urfa’dan nakledileceğini tebliğ ettiler! Üstelik, bu mezardan çıkarma/nakil olayı halka/kamuoyuna Bediüzzaman Said Nursi’nin kardeşi Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’un isteği olarak yansıtılacaktı/anlatılacaktı! Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’a, ”Bu nakli sanki siz istiyormuşsunuz gibi yapacağız, gördüğünüz bu belgeye/dilekçeye hemen imzanızı atın!” dediler. Abdülmecit/d Nursi Ünlükul buna karşılık olarak, “Benim böyle bir isteğim yok. Ne olur hiç olmazsa kabrinde rahat etsin” dedi. Kendisine “Hadi çok uzatma, kendin yazmış gibi bu dilekçeyi imza et. İmzalamaya mecbursun. Bizi zor durumda bırakma,” cevabı verildi… Konya’dan Urfa’ya giden uçakta Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’la birlikte 1959’da korgeneral olan ve 1961’de orgeneral olacak Cemal Tural’da (1905-1981) vardı… O gün bir subay da Diyarbakır’dan Urfa’ya galvanizli (kurşunlu) bir tabutla döndü…

Urfa Kuşatma Altında

12 Temmuz 1960 Salı gecesi saat 01:00’de Urfa caddeleri süngülü askerler tarafından kuşatılmıştı, zırhlı araçlarla takviye edilen askeri birlikler Bediüzzaman Said Nursi’nin Halilürrahman Camii’ndeki/Dergâhı’ndaki kabrini açarak naaşını çıkardı. Bediüzzaman Said Nursi’nin kabri vefatından yüzonbir gün sonra açılmıştı. Bediüzzaman Said Nursi’nin naaşını taşıyan ve içinde Bediüzzaman Said Nursi’nin kardeşi Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’un da bulunduğu Amerikan yapımı C-47 nakliye uçağı Urfa’dan havalanarak Afyon havalimanına indi. Naaş yine Abdülmecit/d Nursi Ünlükul’un eşliğinde askeri bir ambulansa yüklenerek ve bu kez kara yolu kullanılarak Afyon-Dinar-Baladız üzerinden Isparta’ya götürüldü… Urfa’daki kabrinden çıkarılan naaşının tam olarak nerede toprağa verildiği bugün bile bilinmiyor…

Nejat Eczacıbaşı Ve Şakir Eczacıbaşı’nın Kardeşi Vedat Eczacıbaşı’nın “Benim İçin Hâlâ Başbakan Olan Adnan Menderes’in Şerefine” Diyerek Kadeh Kaldırması Hayatına Mal Olmuştu

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Şakir Eczacıbaşı’nın “Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar” adlı anı kitabı sayesinde de Nejat Eczacıbaşı’nın (1913-1993) 1916 doğumlu küçük kardeşi Vedat Eczacıbaşı’nın, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra askeri darbecilerce yargılanan ve idam edilen Başbakan Adnan Menderes için 24 Mart 1961’de Beyoğlu’ndaki Gaskonyalı Toma Meyhanesi’nde sevgisini, sempatisini ilân ettiği için hayatını kaybettiğini de öğrenmiş olduk… Vedat Eczacıbaşı’nın tek suçu, halk oyuyla başbakan olan ve cuntacı subayların zoruyla iktidardan indirilen Adnan Menderes için güzel sözler etmekti… Vedat Eczacıbaşı meyhanede kadehini, “Benim için hâlâ başbakan olan Adnan Menderes’in şerefine” diyerek kaldırdığından Cumhuriyet Halk Partililerin şikayeti üzerine önce tutuklanmış, sonra da bu tutuklama uzayınca bunalıma girerek intihar etmişti. Geride iki çocuk bırakan Vedat Eczacıbaşı sadece 45 yaşındaydı.

Yassıada’da Hayatını Kaybeden/Öldürülen Beş Bakanlar Kurulu Üyesi

Bilindiği gibi, Yassıada’da Adnan Menderes (Başbakan), Fatin Rüştü Zorlu (Dışişleri Bakanı), Hasan Polatkan (Maliye Bakanı), Namık Gedik (İçişleri Bakanı) ve Lütfi Kırdar (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) askeri darbecilerin kurbanı olmuştur.

Kim Komünist, Kim İrticacı?

Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti’yi Komünist olmakla, Demokrat Parti’de Cumhuriyet Halk Partisi’ni irticacı olmakla suçlamıştı… 1951 baharında yapılan Demokrat Parti Konya il kongresinde bazı delegeler fesin, çarşafın ve Arap alfabesinin geri getirilmesini istedi. Öneriler bu kongrede reddedildi… (Bu konuda bakınız: “Zaman İçinde Bediüzzaman” adlı kitap; Sayfa: 451 ve Sayfa: 513; Yazarları: Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen; İletişim Yayınları; Birinci Baskı: 2010)

Menderes ve Kadınlar

1950’li yıllar boyunca Başbakanımız olan Adnan Menderes çapkındı, güzel kadınlara zaafı vardı… Ayşe Kulin “Hayat Dürbünümde Kırk Sene” adlı anılarının ilk cildinde Adnan Menderes’in bir sopranoyla, bir sosyete güzeliyle, bir yazarla yaşadığı aşk ilişkilerinin kulaktan kulağa dolaştığını yazıyor ve o günleri anlatmaya şöyle devam ediyordu: “Yazar sevgili, önemli bir görevde bulunan eşiyle Nişantaşı’nda oturduğu için Başbakan İstanbul’u ziyaretlerinde bu semti şereflendirmeden gitmiyordu, semt sakinleri de geç saatlere kadar pencere önlerinde nöbete duruyorlardı. Öyle günlerde bizim apartmanın tüm katlarında dedikodu kazanı fokur fokur kaynıyordu.”

Cumhuriyet Gazetesi’nin Eski Sorumlu Yazıişleri Müdürü Erol Dallı, Emin Karaca’nın “Cumhuriyet (Gazetesi) Olayı” adlı kitabının (Altın Kitaplar Yayınevi) 239. Sayfasında Adnan Menderes’i şöyle anlatmıştı: “Teşvikiye Camii karşısındaki Belveder Palas Apartmanın Kapıcısı İbrahim Polat’tı (Adnan Polat’ın Babası). Yanaştım, konuşturmaya çalıştım. Üç-beş kuruş da para verdim. Almazlandı baştan, ama sonra aldı. ”Sen bilmiyor musun, Beyefendi (Başbakan Adnan Menderes) her zaman gelir buraya,” dedi. ”Ferit Bey (Ferit Sözen, o zamanki Emniyet Müdür Muavini) oturuyor burada,” dedi. ”Ferit Bey dışarıda” dedim. ”Sen de amma safsın,” dedi. ”Beyefendi (Adnan Menderes) Suzan Hanımla (Suzan Sözen) biraz sohbet ederler, sonra da giderler,” dedi.

İşadamı İbrahim Polat’da “Alnımın Teri” (Doğan Kitapçılık) adlı anılarında Başbakan Adnan Menderes’i ve onunla yakınlığını uzun uzun anlatır.

Daha fazla bilgi edinmek isteyenler Sevilay Yükselir Hanımefendi’nin 23 Ocak 2011 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan “Velev ki kapıcı oğlu! Eeeeee?” başlıklı yazısını da okuyabilir.

Halit Refiğ’in Adnan Menderes Filmi Tasarısı

1994 yılında film yıldızı-oyuncu Hülya Koçyigit yönetmen Halit Refiğ’e, 22 Mayıs 1950’de Başbakan olan, 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi sonrasında Yassıada’da yargılanan ve 17 Eylül 1961’de idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in (1899 doğumlu) eşi Berin Menderes’i (Nisan 1994’te vefat etmişti) beyazperdede canlandırmak istediğini söyleyerek kendisine bir senaryo sipariş etti. Berin Menderes aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’e İzmir’de suikast yapılacağı iddiası üzerine yapılan tutuklama ve yargılamalardan sonra 26 Ağustos 1926’da idam edilen Doktor Nazım Beyin yeğeniydi… Berin Menderes ile Emel Zorlu’nun (Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun eşi) anneleri kardeşti. Emel Zorlu’nun babası olan Tevfik Rüştü Aras ise 1923-1939 arasında Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün Dışişleri Bakanı’ydı.

1994 yılında Hülya Koçyiğit’in Berin Menderes’i canlandıracağı filmin yapımcılığını Hülya Koçyiğit’in kocası Selim Soydan üstlenecekti. Halit Refiğ’in aldığı bu sipariş üzerine yazdığı “Şeytan Aldatması” adlı senaryo 2009 yılında Alfa Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. ”Şeytan Aldatması”, Gülşah Film gereken parayı bir araya getiremeyince, ne yazık ki, filmleştirilemedi.

Hülya Koçyiğit’e Göre Adnan Menderes

Hülya Koçyiğit “Adnan Bey toprak ağası kökenliydi. Büyük şehirde eğitim görmüş ve topraklarını topraksız köylüleriyle paylaşmak istemiş bir insandı. Köylülerin fakirlikten kurtulmasını ve ülkenin kalkınmasını kendisine hedef seçmişti. Adnan Menderes, siyasete girmesi için Mustafa Kemal Atatürk’ten davet almıştı,” diyor.

“Başvekil” Adlı Sinema Filmi Projesi de Ne Yazık ki Gerçekleştirilemedi

Yassıada’da Adnan Menderes’in savunmasını yapan avukatlardan biri olan Talat Asal’ın yazdığı “Güneş Batmadı: Müvekkilim Adnan Menderes ve Yassıada” (Selis Kitaplar Yayınevi; 2003 Yayını) ve “Yassıada: Don Davası, Cımbız Davası, Köpek Davası” (Doğan Kitapçılık, 2009 Yayını) gibi anı, belge, tutanak kitaplarının “Başvekil” adıyla yönetmen Tunç Başaran tarafından 2005 yılında beyazperdeye aktarılması da yine finans sorunlarından dolayı gerçekleştirilememiştir. Bu projede, Adnan Menderes’ten hamile kalan, Adnan Menderes’in sevgilisi opera sanatçısı Ayhan Aydan’ı Hülya Avşar’ın canlandırması plânlanıyordu.

Soprano Ayhan Aydan (1924-2009) Adnan Menderes’i Anlatıyor:

“Adnan Menderes’i 1951’de tanıdım. Kendisini çok sevdim.Bütün emelim O’ndan bir çocuk yapmaktı. Maalesef bunda muvaffak olamadım. Bebek ölü doğdu.”

“Ali Adnan-Başvekil” Belgeseli

Yönetmenliğini Yaşar Taşkın Koç’un üstlendiği ve TRT tarafından yayınlanan 9 bölümlük “Ali Adnan-Başvekil” belgesel de Başbakan Ali Adnan Ertekin Menderes’in yaşamını ve 27 Mayıs 1960 darbesini tüm gerçekliğiyle ekrana getirmiştir. “Ali Adnan-Başvekil”in konsept danışmanı Adnan Menderes’in hayatını konu alan “Bir Yiğit Vardı” adlı kitabın (Yitik Hazine Yayınları) yazarı gazeteci Erdal Şen’dir.

Berin Menderes, Ailesinin Temel Direğiydi

Hülya Koçyiğit’in canlandırmak istediği Berin Menderes, devlet görevlerinden, ülke sorunlarından ve hayatındaki diğer kadınlardan dolayı çocuklarını ihmâl eden Adnan Menderes’in evdeki yokluğunu çocuklarına hissettirmemek için fazlasıyla çaba harcamış bir anne ve eşti. Berin Hanım, Menderes ailesinin temel direğiydi; Adnan Menderes’in ev yaşamındaki açıklarını kapatan kişiydi. Adnan Menderes’in başka kadınlarla (Ayhan Aydan Hanımla, Emniyet Müdür Muavini Ferit Sözen’in karısı romancı Suzan Sözen Hanımla ve diğer kadınlarla) yakın ilişkiler kurmasına tepkisini bile Berin Menderes dışarıya yansıtmamıştır. Berin Menderes 27 Mayıs 1960 darbesiyle sonuçlanan gergin günlerin en başında eşi Adnan Menderes’in emekli olmasını, siyaseti bırakmasını ister, ancak amacına, ne yazık ki, ulaşamaz.

Fatin Rüştü Zorlu’nun Sevgilisi Vesamet Hanım

Demokrat Parti İktidarı’nın Dışişleri Bakanı olan ve 16 Eylül 1961’de Maliye Bakanı Hasan Polatkan (1915 doğumlu) ile birlikte idam edilen Fatin Rüştü Zorlu’nun (1910 doğumlu) da 1950’lerde çevresindeki evli-çocuklu kadınların tacizine uğradığı, bu kadınların gönderdikleri aşk mektuplarına rujlu dudaklarını bastığı ve Zorlu’nun kimi tacizci kadınlarla ilişkiye girdiği de bilinmektedir. Hatta Fatin Rüştü Zorlu resmi Amerika gezisine eşi Emel Zorlu’yu değil sevgilisi Vesamet Hanımı götürmüştür.

27 Mayıs Darbesine Giden Yol

Demokrat Parti İktidarı’nı yıkan olaylar şöyle gelişmişti:

* Hükümet, 6/7 Eylül 1955’te gayrimüslimleri hedef alan yağma, tecavüz ve saldırı olaylarını önleyemedi.

* Demokrat Parti yöneticilerinin çoğu tam bir iktidar sarhoşluğuna kapılmış ve ne oldum delisi olmuştu. 6/7 Eylül Faciası’ndan sonra, 22 Kasım 1955’te Adnan Menderes’in Demokrat Parti milletvekillerine yönelik olarak sarf ettiği “Siz isterseniz, hilâfeti bile geri getirirsiniz” sözü bu sarhoşluğun en güzel, en çarpıcı ifadesidir. Demokrat Parti Hükümeti, hapishaneleri gazeteciler ve muhaliflerle doldurmuştur. Cezaevine atılanlar arasında İsmet İnönü’nün damadı ve Akis Dergisi yazarı Metin Toker’de bulunuyordu. Bu dönemde basına tam bir sansür uygulandı.

* 1960’lara gelinirken halk arasında kutuplaşma oluştu. Ülke adeta ikiye bölündü. Demokrat Partililerin ve Cumhuriyet Halk Partililerin birbirini düşman gibi görmesinin önü alınamadı. Her türlü muhalefete karşı katı ve sert tavır alınmasını isteyen Celal Bayar, Şubat 1959’da CHP lideri İsmet İnönü’yle diyalog kurmak isteyen Adnan Menderes’e başbakanlıktan uzaklaşmasını, köşesine çekilmesini, birkaç ay yurt dışında dinlenmesini teklif etti… Adnan Menderes ise Kıbrıs’ı kaybetmemek için milletçe tek vücut olunması gerektiğini düşünmekteydi. Oysa yurt dışına karşı verdiğimiz görüntü ortadan ikiye bölünmüş bir millet görüntüsüydü. Bu sıralarda Adnan Menderes-İsmet İnönü yakınlaşmasına Celal Bayar engel oldu. Menderes-İnönü yakınlaşmasına destek olan Demokrat Partililer arasında Mükerrem Sarol’da bulunmaktaydı.

* Yine 1960’a gelinirken Vehbi Koç gibi işadamları, sermaye temsilcileri Cumhuriyet Halk Partisi üyeliğini terk ederek Demokrat Parti’ye katılmaya zorlandı.

22 Ekim 1957’de Başbakan Adnan Menderes’in konuşması aynen şöyledir:

“Arkadaşlar, diyorlar ki, bütün seçkin zümre, bütün zenginler, CHP’dendir. Evet, bütün zenginler onlardandır. Vehbi Koç da onlardandır ve daha birçok zengin onlardandır. Bir de bizim halimize, bizim mebuslarımıza bakınız. Biz fakiriz, mebuslarımızı yolda görenler dilenci zannedip sadaka vermeye kalkabilirler. CHP devrinde ve onlar sayesinde zengin olanlar el’an bu partiden ayrılmıyor ve bizim saflarımıza geçemiyorlar. Sevdiğim ve dostum olan Vehbi Koç da onlardandır.”

Vehbi Koç, Adnan Menderes’in bu konuşmasını ve Demokrat Parti yöneticilerinin kendisine yaptığı baskıları “Hayat Hikayem” adlı kitabında uzun uzun anlatır.

* Adnan Menderes hükümeti Türkiye’de tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmesini plânlamıştı. Hükümet bunun için kullanılacak dış borcu Amerika Birleşik Devletleri’nden alamayınca aynı durumu yaşayan (ABD’den borç para alamayan ve bu parayı Sovyet Rusya’dan bulan) Mısır’ı kendine örnek alarak Sovyetler Birliği’nden isteme kararı aldı ve Temmuz 1960’daki Moskova seyahati için bavullar hazırlanmaya başladı… 27 Mayıs 1960 darbesi Türkiye-Sovyetler Ekonomik İşbirliği’ni ileri bir tarihe attı… Aynı yoldan giden Başbakan Süleyman Demirel, Sovyetler Birliği’yle işbirliği yaparak Aliağa Rafinerisi’ni, İskenderun Demir Çelik Fabrikaları’nı ve Seydişehir Alüminyum Tesisleri’ni Türk halkına kazandırmıştır.

* 1950’lerde tarımdaki makineleşme bu sektörde işsizliği arttırdı, bu durumda köyden kente göçü hızlandırdı.

* 1950’lerin sonlarında subaylar kendilerine ödenen maaşların çok yetersiz olduğu düşüncesindeydi. Onların gelir durumlarını iyileştirmek için hükümetin hiçbir çaba harcamadığına inanıyorlardı.

* Subaylar, kendi bünyelerinden çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunda yer alan İsmet İnönü’ye sevgi, saygı ve bağlılıklarını sürdürüyordu.

* Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan çekilmesini, yerine Adnan Menderes’in gelmesini arzuladıklarını ve “Halk kitlelerinin Adnan Menderes’i sevdiğini” gözlemlediklerini dile getiren bir mektubu 27 Mayıs 1960 öncesinde Demokrat Parti’ye iletti. Adnan Menderes bu mektubu Yassıada yargılamalarında ortaya çıkarsaydı idam edilmekten büyük olasılıkla kurtulabilirdi. Celal Bayar bu konuda şunları söylemiştir: ”Ethem Menderes (Milli Savunma Bakanı) 4 Mayıs tarihinde Cemal Gürsel’den aldığı mektubu bir aşk mektubu gibi saklamıştır.”

* Said Nursi’yle Demokrat Parti yöneticilerinin Türkçe ezanın kaldırılmasıyla başlayan yakınlığı laikliğin tehdit altında olduğunu düşünen subayları Demokrat Parti karşıtı yapmıştır. 1876 doğumlu Said Nursi 23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da vefat edecekti. Said Nursi’nin kabristanı, Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından, vefatından 111 gün sonra, gece yarısı açılarak naaşı bugün bile bilinmeyen bir yere nakledildi. Süleyman Demirel’in bu konuda 7 Ocak 2011 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan ve gazeteci Yavuz Donat’a yapılan açıklamaları Said Nursi’nin naaşının Marmara ya da Akdeniz’e atılmadığını ortaya çıkarmaktadır.

* Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasına, bir Yunan adası olmasına, ya da Yunanistan uydusu bir devlet haline dönüşmesine şiddetle karşı çıkan ve bunu engelleyen Demokrat Parti hükümeti Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa ülkelerine yerleşmiş (Kıbrıs ve Yunanistan dışında yaşayan) ve yaşadığı ülkelerin hükümetleri üzerinde çok etkili olabilen Rum-Yunan topluluklarını da karşısına almıştı.

* 27 Mayıs 1960 öncesindeki son genel seçim 1957’de yapılmıştı. Menderes hükümeti ülke genelindeki gerginliği bir erken seçim kararıyla büyük ölçüde giderebilme şansına sahipti. Ancak milleti rahatlatabilecek bu yöntemi kullanmadılar.

Demokrat Parti’nin ve CHP’nin 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde aldığı oy sayıları aşağıdadır:

DP – 4 milyon 241 bin kişi; 5 milyon 151 bin kişi; 4 milyon 372 bin oy.

CHP – 3 milyon 176 bin oy; 3 milyon 162 bin oy; 3 milyon 753 bin oy.

Demokrat Parti’nin 1954 ile 1957 arasında yaklaşık 800 bin oy kaybettiği ve aynı dönemde CHP’nin yaklaşık 600 bin oy kazandığı görülmektedir.

* Başbakan Menderes ve Türk heyetini Londra’ya götüren uçağın Şubat 1959’da Londra yakınlarında düştüğü kazada aralarında Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şerif Arzık’ın da (Nimet Arzık’ın eşi) bulunduğu 14 kişi vefat etti. Yaralanan Adnan Menderes’i Türkiye’ye dönüşünde karşılayanlar arasında İsmet İnönü’de vardı. Demokrat Partililer ise kendilerine dostluk elini uzatan İnönü ve yanındakilere 1 Mayıs 1959’da Uşak’ta yaklaşık bin kişiyle saldırdı. İsmet İnönü atılan taşla yaralandı. İsmet İnönü’ye 4 Mayıs 1959’da bu kez İstanbul’da saldırıldı.

* 27 Mayıs 1960’a yaklaşan günlerde Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil muhalif üniversite öğrencilerine şiddet kullanılarak müdahale edilmesine karşı çıktı ve hükümeti istifaya davet etti. Başgil ülkedeki gerginliğin giderilmesi için de 1957 seçimlerinde toplam olarak 8 milyondan fazla oy alan iki büyük partiyi birlikte hükümet kurmaya çağırdı.

* Yine 27 Mayıs 1960 öncesinde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Eğer muhalif öğrenciler hükümet karşıtı gösterilerine devam eder ve dağılma uyarılarına hiçbir şekilde uymazsa üzerlerine ateş edin!” dediği iddia edilmiştir.

* 18 Nisan 1960’ta İsmet İnönü, Demokrat Parti hükümetine seslenir: “Hükümet insan haklarını çiğner ve baskı rejimi kurarsa ihtilâl olur. Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam.”

27 Mayıs 1960 ve Sonrası:

* 27 Mayıs 1960’ta en son 1957 genel seçiminde halk oyuyla iktidara gelenler silâh zoruyla iktidardan düşürülmüştür. Adnan Menderes yasadışı Yassıada mahkemesini ve yargılamasını en baştan reddetmesi gerekirken, “Bu mahkemeyi tanımıyorum,” demesi gerekirken buna yanaşmadı. Bu nedenle de Celal Bayar’la araları açıldı.

* 27 Mayıs Darbesi emir komuta zincirinde yapılmamış bir askeri darbedir. Yani teğmenlerin albayların koskoca generalleri sürüklediği, yönlendirdiği, onlara emir yağdırdığı bir harekettir. Darbe bildirisini radyoda okuyan da Albay Alparslan Türkeş’tir.

* Demokrat Partililer arasındaki yazışmaların 50 kelimeyle sınırlanması, Adnan Menderes’i görmek amacıyla Yassıada’ya gitmek için askeri gemiye binen Berin Menderes ve Aydın Menderes’in gemiden indirilmesi gibi sayısız zalimce uygulama tutuklulara ve onların yakınlarına lâyık bulunmuştur.

* Yassıada duruşmaları sırasında Celal Bayar haricindeki Demokrat Partililer sarsılmış, yıkılmış, çökmüş, çaresiz, bıkkın ve bezgin bir görüntü sergilerler. Sert mizaçlı Bayar güçlü, aldırmaz görüntüsünü neredeyse hiç kaybetmez.

* Askeri Yönetim, Demokrat Partilerin mirasla elde edilmiş varlıklarına bile el koyar. Demokrat Parti yöneticilerin ailelerinin ellerinde neredeyse tek kuruş bile bırakılmaz.

* İşadamı Vehbi Koç, bu zor zamanlarında Menderes ailesine İstanbul’da konaklamaları için kendisine ait olan Elmadağ’daki Divan Oteli’nden ücretsiz oda sağlamıştır.

* Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Yassıada’da askerlerce dövülenlerden biridir. Adada vefat edenler arasında Namık Gedik ve Lütfü Kırdar’da bulunmaktadır.

* Demokrat Parti Yargılamaları’ndan idam çıkmasını destekleyenler arasında Cevdet Sunay (Genel Kurmay Başkanı), Cemal Tural (Kara Kuvvetleri Komutanı) ve Talat Aydemir’in (Harp Okulu Komutanı Albay) olduğu tarihçilerce ve olayların tüm tanıklarınca belirtilmektedir.

Celal Bayar’ın Yassıada’daki Savunma Konuşmasından Bir Bölüm:

“Atatürk’ün mesaisinde bizim de bir gölgesi olarak mesaimiz vardır. Yalnız bu kabul edilsin, Atatürk’le ölünceye kadar beraber bulunuyorduk. Hatta son nefesinde “Evlâdım sana emanet,” demişti. Atatürk inkilâplarına karşı kötü muamele yaptığımız iddiası bize verilecek en büyük cezadır. Ben asılmaya razıyım; zaten yaşımın sonundayım. Yalnız Atatürk inkilâplarına kötü muamele yaptığımız bize söylenmesin. Bizim ne gibi bir muamele yaptığımızı tarih kaydetmiştir. Bu imtiyaz asla elimizden alınamaz. Atatürk’le beraber memlekete hizmet ettiğimi ve onun bana olan itimadını herkes bilir.”

(18 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Amerika’nın Zeki Müren’ini Konu Alan Film Altın Palmiye Adayı

Önerildiği film yapımcılarının tümü tarafından “Bu projenin yatırılacak parayı kurtarabilecek kadar bilet sattırması mümkün değil!” öngörüsüyle / gerekçesiyle sinema filmi olarak çekilmesi reddedilen ve bu nedenle çok yakında TV filmi formatında filmseverlerle buluşacak olan HBO Kanalı Yapımı “Behind the Candelabra” Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye yarışmasına seçildi. “Behind the Candelabra”nın Altın Palmiye için seçilmesi tam bir sürpriz oldu; çünkü bugüne kadar Altın Palmiye yarışmasına sadece sinema salonlarında gösterilmek için üretilen filmler alınıyordu.

Bilindiği gibi 66. Cannes Film Festivali, 15 – 26 Mayıs 2013 tarihleri arasında düzenlenecek.

Altın Palmiye Seçici Kuruluna Steven Spielberg Başkanlık Ediyor

“Behind the Candelabra”nın yarıştığı Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye seçici kuruluna bu yıl, “Schindler’s List-Schindler’in Listesi” (1993) ve “Saving Private Ryan-Er Ryan’ı Kurtarmak”la (1998) yönetmen Oscar’ını kazanan, bu dalda “Close Encounters of the Third Kind-Tehlikeli İlişkiler” (1977), “Raiders of the Lost Ark-Kutsal Hazine Avcıları” (1981), “E. T.” (1982), “Munich” (2005) ve “Lincoln”le de (2012) adaylık elde eden Steven Spielberg başkanlık ediyor.

Soderbergh ve Altın Palmiye

“Behind the Candelabra” bundan sonra yönetmenlikten çok ressamlığa daha fazla zaman ayırmak isteyen Steven Soderbergh’in Altın Palmiye için yarışmaya hak kazanan dördüncü filmi oldu.

Soderbergh, “Sex, Lies and Videotape-Seks Yalanları”yla (1989) Altın Palmiye’yi kazanmış, “King of the Hill-Tepenin Kralı” (1993) ve “Che”nin iki bölümüyle de (2008) Altın Palmiye adaylığı elde etmişti.

Soderbergh ve Oscar Ödülü

Soderbergh, “Traffic”le (2000) yönetmen Oscar’ını kazandı; “Erin Brockovich”le (2000) yönetmen, “Sex, Lies and Videotape-Seks Yalanları”yla da (1989) senaryo yazarı dalında Oscar adayı seçildi.

Soderbergh ve Altın Ayı Ödülü

Soderbergh’in Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı için yarışan filmleriyse şunlar: “Traffic” (2000), “Solaris” (2002), “The Good German” (2006) ve “Side Effects” (2013).

Amerika Birleşik Devletleri’nin Zeki Müren’i: Liberace

“Behind the Candelabra” Amerikanın Zeki Müren’i sayılabilecek piyanist-şarkıcı Liberace’ın öyküsü… Liberace 1987’de vefat etti, onun 1976-1986 yılları arasındaki sevgilisi Scott Thorson’ın özyaşamsal romanı “Behind the Candelabra” ise 1988’de yayınlandı.

Oscar Ödüllü Michael Douglas ve Matt Damon “Behind the Candelabra”nın Baş Rollerinde

Filmde Liberace’ı “One Flew Over the Cuckoo’s Nest-Guguk Kuşu”yla (1975) yapımcı, “Wall Street”le (1987) oyuncu dalında Oscar ödülü kazanan Michael Douglas, onun sevgilisi Scott Thorson’ı “Good Will Hunting-Can Dostum” (1997) ve “Invictus-Yenilmez”le (2009) oyuncu dalında Oscar’a aday olan, Ben Affleck’le birlikte yazdığı “Good Will Hunting-Can Dostum”un (1997) senaryosuyla Oscar kazanan Matt Damon canlandırıyor.

(18 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Ben Onu Çok Sevdim’in Rafa Kaldırılmasına Karşı Çıkmalıyız

Pana Film’in “Ben Onu Çok Sevdim” adlı yapımı dizinin yayınlanacağı duyurulan kanal olan Çalık Holding kuruluşu ATV’de bir türlü ekrana gelemiyor.

Şu sıralar, hem ATV’nin Türkiye’de Fox Televizyon Kanalına sahip olan Rupert Murdoch’a satıldığı, hem de “Ben Onu Çok Sevdim”de Başbakan Adnan Menderes’in çeşitli kadınlarla ilişkilerinin konu edilmesinin ATV Yönetimi’ni çok tedirgin ettiği haberleri geliyor.

Bilindiği gibi Rupert Murdoch’un Türkiye’ye olan ilgisi sadece yatırımlarıyla sınırlı değil, babası Keith Murdoch’da (1885-1952) Çanakkale Savaşı’nı yerinde izleyerek tüm dünyaya duyuran gazeteci olarak ün yapmıştı.

Şu anki ATV Yönetimi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl”la ilgili eleştirilerini dikkate alarak “Ben Onu Çok Sevdim”i ATV’de hiç başlatmayabilir. Bu nedenle, “Ben Onu Çok Sevdim”in daha ilk bölümü yayınlamadan başka bir kanala transfer olacağı da söyleniyor.

Ben kişisel olarak “Ben Onu Çok Sevdim”i Adnan Menderes’in özel yaşamını konu aldığı için değil, Demokrasi Tarihimizin en karanlık sayfalarını konu aldığı için çok önemsiyorum.

Çünkü, halk oyu’yla gelen hükümetlerin yine halk oyuyla gitmesi gerekiyordu; ne yazık ki biz bunu çoğu zaman başaramadık!

Bilindiği gibi, son elli yılda Fransa’da (22 Nisan 1961’de), İngiltere’de (1974) ve Rusya’da (19 Ağustos 1991’de) askeri darbenin eşiğine gelindi; bu ülkelerde darbecilerin yönetimi ele geçirme girişimleri orduda ve siviller arasında yeterince işbirlikçi bulamayınca başarısızlıkla sonuçlandı… 1971 ve 1980’de darbecilerin başbakanlıktan indirdiği Süleyman Demirel’in hatırlattığı gibi Fransa’da 200 bin kişinin darbeci General Raoul Salan’a karşı çıkmak için sokağa çıkması darbecileri yenilgiye uğratmıştı.

İlgilenenler, İngiltere’deki Askeri Darbeyle ilgili Vanessa Redgrave’in “Bir Yaşam Öyküsü” adlı kitabının (İletişim Yayınları) 216, 217, 221 ve 222. sayfalarında da bir tanıklık bulabilir.

Rusya’daysa Mihail Gorbaçov’a karşı Askeri Darbe’yi Boris Yeltsin, halkı yardıma çağırarak yenilgiye uğrattı; Yeltsin bunu sadece sivil halkla değil darbeye karşı olan subayların ve KGB (Rus İstihbarat Servisi) ajanlarının desteğiyle başardı.

Kısaca bizlerin 1960’ta, 1971’de ve 1980’de yapamadığını, Fransız, İngiliz ve Rus halkı sırasıyla 1961, 1974 ve 1991’de başarmış, oylarına sahip çıkmış ve darbecileri yenmiştir.

Adnan Menderes Tek Eşli Değildi; Çok Kadınlıydı!

Başlıktaki tarihi gerçek/bilgi, 1950, 1954 ve 1957’de Türk halkının oyuyla önce milletvekili, sonra da Başbakan olan ve 1960 askeri darbesiyle yasadışı olarak Başbakanlığına son verilerek, 1961’de idam edilen Adnan Menderes’in yakın çevresinin ortak açıklaması… Bu gerçekten hoşlanmıyor olabilirsiniz, ancak onu değiştiremezsiniz…

ATV’de yayınlanan/dönen “Ben Onu Çok Sevdim” tanıtımlarından birinde, Adnan Menderes’in sevgililerinden (kadınlarından) sadece biri olan Ayhan Aydan’ı canlandıran Birce Akalay’ın ağzından çıkan aşağıdaki sözler senaryo yazarının tarihsel gerçeklere yüzde yüz olarak sadık kaldığını gösteriyor.

Bu tanıtımda Ayhan Aydan’ın ağzından şu cümleler dökülüyor:

“Ben Ayhan Aydan… Bu ülkenin asılan, halkının gözü önünde öldürülen başvekilinin, Adnan Menderes’in sevgilisi, dert ortağı, büyük aşkı ya da metresi… Bunu söylemekten hiçbir zaman korkmadım, çekinmedim; Ben Onu Çok Sevdim… Benim anlatmaya cesaretim var; Sizin dinlemeye cesaretiniz var mı?”

Ümran Menderes “Ben Onu Çok Sevdim”le ilgili konuştu:

Adnan Menderes’in oğlu Aydın’ın eşi Ümran Menderes A Haber’de Selin Ongun’un sunduğu “Bi Sormak Lazım” adlı programda “Ben Onu Çok Sevdim”le ilgili şunları söyledi: “Yine sanırım bir gönül ilişkisiyle ilgili olan bir dizi. Bu yaşanmış, inkâr etmemiz mümkün değil. O sanatçı (Ayhan Aydan) güçlü bir duruşla bu işin arkasında durdu. Ona da Allah rahmet eylesin. Yaşanmasaymış daha iyi olurmuş. Hatta bir keresinde Aydın’a “Bir kadın olarak biraz rahatsız oluyorum, bunlar keşke olmasaymış dedim.” Ama Aydın hoşgörü ile karşılıyordu,” dedi.

Bu Yazının Kıssadan Hissesi:

Ben de şunu söylemek istiyorum: 1960’ta, 1971’de, 1980’de ve 1997’de, silâh zoruyla, Türkiye’de hükümetleri deviren, iktidarları değiştiren, Başbakanları indiren, parlamentoları kapatan, insanları zindanlara doldurarak, işkencehanelerden geçiren askeri müdahaleler Türkiye’nin gelişmesine, kalkınmasına, zenginleşmesine büyük darbeler vurmuş ve ülkeyi geriye götürmüştür; Hepsi de halkın seçimlerini beğenmeyenler tarafından, Türk milletine karşı yapılmıştır…

(17 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Çok Satan 7 Roman Sinema ve TV.ye Uyarlanıyor

* Aşk / Elif Şafak’ın romanı beyazperdeye getirilecek.

* Cevdet Bey ve Oğulları / Orhan Pamuk’un romanı televizyon dizisi olacak.

* Engereğin Gözündeki Kamaşma / Zülfü Livaneli’nin romanı “Guardian of the Harem-Harem’in Bekçisi” adıyla beyazperdeye getirilecek. Senaryo İngilizce olarak yazıldı. Yapımcı: Aylin Livaneli.

* İsyan Günlerinde Aşk / Ahmet Altan’ın romanı televizyon dizisi olacak.

* Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres’nin Altın Kitaplar’dan yayınlanan romanı beyazperdeye getirilecek. “Birds Without Wings-Kanatsız Kuşlar”ın baş karakterlerinden biri Mustafa Kemal Atatürk… Yazarın “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” adındaki romanı da sinemaya uyarlanmıştı. ”Kanatsız Kuşlar”ın senaryosunu da Bernieres yazdı… Yapımevi: Umut Sanat Ürünleri.

* Kılıç Yarası / Ahmet Altan’ın romanı televizyon dizisi olacak.

* Kürk Mantolu Madonna / Sabahattin Ali’nin romanı da uyarlanacak. Neşe Şen ile Türkan Derya senaryoyu yazdı. Ancak bu sinema yoluyla mı, yoksa televizyon yoluyla mı olacak, henüz belli değil, kesinlik kazanmadı.

(15 Nisan 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Bir Festival Daha Sona Ererken

32. İstanbul Film Festivali’nin sonuna yaklaşıyoruz. Yarışmalı bölümlerdeki filmler -teknik nedenlerle basın gösterimi son güne ertelenen Laurent Cantet’nin ilk kez Fransa dışında İngilizce olarak çektiği filmi ‘Can Ateşi / Foxfire’ haricinde- birer birer izlendi. 14 Nisan Pazar akşamı kapanış töreninde ödüller sahiplerini buluyor. Ödül listesi açıklanmadan önce kişisel tercihlerimi siz okurlarla paylaşmak istedim.

Uluslararası yarışmada bu yıl 13 film yer aldı. Bruno Dumont imzalı ‘Camille Claudel 1915’, ustası ve büyük aşkı Auguste Rodin’in gölgesinde kalmış geçtiğimiz yüzyılın en yetenekli kadın heykeltraşının Avignon yakınlarındaki tımarhanede geçirmek zorunda bırakıldığı yıllarından kısa bir kesiti öykülüyor. Yönetmenin tıbbi kayıtlara dayanarak kaleme almış olduğu senaryosundan yola çıkmış, Juliette Binoche’un etkileyici oyunculuğundan da büyük destek alan ilgiye değer bir minimal sinema örneği bu. Erkek egemen toplumda ezilmiş ve yalnızlığa mahkûm edilmiş kadın sanatçı üzerine bu trajik hikâyenin öncesini merak edenlere ise Bruno Nuytten’in -sanatçının adını taşıyan- 1988 yapımı Isabelle Adjani’li filmini izlemelerini tavsiye ediyoruz.

Bu bölümün özellikle klâsik müzikseverlerin büyük ilgisini toplayan bir diğer yapımı, Beethoven’in yaylı çalgılar için bestelediği arasız çalınan 7 bölümlü op.131 kuarteti eşliğinde sanat, sanatçı, yaşam ve ölüm temalarını incelikle işleyen ve dört büyük oyuncusundan büyük destek alan Yaron Zilberman imzalı Amerikan bağımsız filmi ‘Son Konser / A Late Quartet’ idi. Bu filmin festivalin son gününde iki kez daha gösterileceğini buradan duyuralım (14 Nisan Pazar / Beyoğlu Sineması, 11.00; Kadıköy Reks, 16.00)

Uluslararası yarışmada büyük ödüle en çok yakıştırdığım film ise ilk günden beri favorim olan ve daha önceki yazılarımdan birinde sözünü etmiş olduğum Ukraynalı yönetmen Eva Neymann’ın Sovyet sineması ekolünün çağdaş bir örneği olan ‘Kuleli Ev / Dom S Bashenkoy’u oldu. Olağanüstü siyah beyaz estetiğiyle 13 filmlik seçkinin kanımca en iyi filmiydi bu.

Ulusal yarışmada ülkemiz sinemasından yepyeni 10 örnek izledik. Kimi hayal kırıklıkları olmadı değil, ancak dünya prömiyerlerini yapan iki film bizleri hayran bıraktı. Bunlardan ilki olan ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, özellikle son dönem televizyon işleriyle (Leyla ile Mecnun / Şubat) sadık bir hayran kitlesi edinmiş olan deneyimli yönetmenimiz Onur Ünlü’nün kişisel düşünceme göre bugüne kadarki en iyi çalışması. Adını Shakespeare’in 28 numaralı sonesindeki bir dizeden -when sparkling stars twire not thou gild’st the even / yıldızlar kör olduğunda sen aydınlatırsın geceyi- alan film, Ünlü’nün bilinen fantastik dünyasının bir kasaba (Akhisar) atmosferine uyarlanmış hali. Her birinin birtakım olağanüstü güçleri olan kasaba sakinlerinin olağan dertlerini anlatan ve Euripides’in ‘insan endişeden yaratılmıştır’ sözüyle açılan film, merkeze aldığı futbol hakemi berber Cemil ile yetim öksüz fabrika kızı Yasemin’in sevgi arayışlarının izinde, mükemmel siyah beyaz estetiğiyle varoluş ve yaşam üzerine hınzır bir mizah içeriyor. Bizzat Ünlü imzalı senaryosuyla ulusal yarışmanın en güçlü adaylarından olan film, ülkemizin önemli isimlerinin bir araya geldiği toplu bir oyunculuk şöleni adeta. Berber Cemil’de Ali Atay erkek oyuncu, Yasemin’de Demet Evgar kadın oyuncu ödüllerinin güçlü adaylarından.

Ulusal Yarışma’da öne çıkan bir diğer önemli yapım Mahmut Fazıl Coşkun’un ikinci filmi ‘Yozgat Blues’oldu. ‘Uzak İhtimal’den sonra beklentilerimizi boşa çıkarmayan bu başarılı çalışma, çok iyi yazılmış (tebrikler Tarık Tufan), çok iyi oynanmış, Joe Dassin’in 70’li yıllara damgasını vurmuş mükemmel slow’u ‘L’Eté Indien’ eşliğinde çok iyi anlatılmış bir sonbahar sonatı. Eski hafif müzik yorumcusunun İstanbul alışveriş merkezlerinden Yozgat’ın bir gece kulübüne atlayan mutsuz yolculuğu, küçük insanların mutluluk arayışları dar kareler tercih edilerek etkileyici bir biçimde verilmiş. Muhteşem üçlü (Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer) ve nispeten daha kısa rolünde bir kez daha harikalar yaratan Nadir Sarıbacak oyuncu ödüllerinin güçlü adaylarından.

‘Sinemada İnsan Hakları’ bölümünde gösterilen ve ‘Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE)’ için yarışan filmlerin basın gösterimleri yapılmadığı için tümünü izleme fırsatı bulamadık. Bu bölümde yer alan Danis Tanovic’in Berlin Film Şenliği ödüllü ‘Bir Hurdacının Hayatı’ndan daha önceki yazılarımdan birinde övgüyle söz etmiştim. Yine aynı bölümde gösterilen Afgan yazar yönetmen Atiq Rahimi’nin ‘Sabır Taşı / Syngué Sabour’u hayranlığımızı kazanan bir diğer yapım oldu. Savaşın yerle bir ettiği köyünde koma halinde yatan kendinden epeyi yaşlı kocasına bakmak zorunda kalan bir kadının, gencecik bir askerle olan ilişkisinde kadınlığını keşfetmesinin ve özgürleşmesinin hikâyesini, melodrama yüz vermeden etkili bir sinema diliyle aktaran ‘Sabır Taşı’ bu bölümün öne çıkan çalışmalarından.

FACE ödülü kapsamında Ali Aydın’ın son Venedik Film Şenliği’nde ilgi görmüş ilk işi ‘Küf’ de gösterildi. Aydın, çürümüş ve kokuşmuş bir adalet düzenini betimleyen filminde, 18 yıldır kayıp olan oğlunun izini süren kederli babanın hikâyesini, ana motif olan bekleme temasından hareketle, seyirciyi usandırma pahasına çok uzun plânlar kullanarak anlatmayı tercih etmiş. Görüntü çalışmasının mükemmelliğiyle dikkat çeken (tebrikler Murat Tuncel) ‘Küf’ bu yıl ilk kez verilecek olan ‘Seyfi Teoman İlk Film Ödülü’nün de adaylarından. Aynı ödüle aday bir diğer ilk film, ulusal yarışma kapsamında görücüye çıkan ‘Köksüz’ idi. Sinematografisi ‘Küf’ denli kusursuz olmasa da, bir öğrenci filmi amatörlüğü taşıyan bölümleri olsa da, orta sınıf ailenin çıkmazları, ezeli ebedi anne kız mücadelesi gibi meselelerine hakimiyeti ile dikkat çeken bir çalışmaydı bu. Yönetmeni Deniz Akçay Katıksız’ı izleme listemize aldık bile. Filmin profesyonel oyuncusu Ahu Türkpençe ise sade ve etkili kompozisyonuyla kadın oyuncu ödülünün öne çıkan adaylarından.

Filmlerin sonuna geldik böylece. Festival, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenecek ödül töreniyle sona eriyor. 14 Nisan Pazar akşamı saat 20:30’da başlayacak olan geceyi NTV kanalından naklen izleyebilirsiniz.

(13 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Film: Jîn

Bazı filmler vardır, anlatılamaz, (aslında hiç bir film anlatılamaz) ama bizim seyircimiz -özellikle sırf seyirci olanlar- gördükleri filmi kolayca anlatırlar. Filmi değil filmde gördükleri olayları anlatırlar… Yine de söyleyeceğim, Jîn anlatılamayacak filmlerden. Nelerden bahsediyor? Belki hiç bir şeyden, belki her şeyden… Bu ne demek demeyin, hâlâ imkânınız varsa filmi gidip görün. Yarıda bırakıp çıkabilirsiniz. Benim filmi izlediğim seansta (16-20 kişi idik) çıkan olmadı… Zamanı geldi, final jeneriği başladı ama film bitmedi, bitmezde… Öncelikle maddi bir nedenle: Eskiden filmlerimiz, anlatılanlar bittiğinde (“SON”) yazılarak bitiriliyordu. Bir müddettir, final jeneriği çıkmaya başlıyor (bazı filmlerde başta jenerik olmadığı için, bu aynı zamanda jeneriktir -sırf final jeneriği değil-) öylece, anlatılanlar (gösterilenler) bitiyor. Ya film?.. Bazen bitmiyor, benim için, Jîn’de olduğu gibi. Reha Erdem’e ne demeli, bilemiyorum, “Eline sağlık mı?”, “Bu filmi niye yaptın mı?”. Ben derim ki, sırada sonraki filmi var, izlenmeye değer bir yönetmen…

Jîn’i eleştirmek mümkün… ama… finalde ayı, katır, geyik (ölürken) Jîn’in başına geliyorlar, aslında gelmiyorlar, Erdem geldiklerini düşünüyor. Film yapmak (yoksa sanat yapmak mı… ama hepsi aynı dili kullanmıyor) bir şeyleri düşünmek, düşlemek değil mi?

Jîn, bir kırmızı başörtülü kız öyküsü, anlatısı değil… Tek kişilik, solo bir senfoni. Askerleri, -türkü dahi söylemiş olsa bile- çete elemanlarını boş verin. Erdem’in tek kişilik bir senfonisi, Jîn’i, enstrüman olarak kullandığı… Bir enstrümanın bir senfoni içinde çeşitli görünümleri, sesleri vardır… Zorlukla okunan bir coğrafya kitabı insanı ne kadar değiştirebilir ama bir elma, insanı bir ayı ile “yoldaş” yapabilir. Yarası tımar edilen bir katır, yarasını tımar edenin peşinden -bir süre- gidebilir ama yarası tımar edilen bir insan (asker) ayrılmak zorundadır. “Adın bağışlanmasını istemek” adetten midir? (Beni en fazla etkileyen sahne). Jîn, askerin peşinden, -belki duyamayacak kadar uzaklaştıktan sonra- “Benim adım Jîn” diye bağırıyor… Daha önce adını soranlara Leyla olduğu söylemişken, sadece bir daha hiç görmeyeceği, kamyonda kendisine el uzatıp, binmesine yardım eden kadına söylediği adını…

(13 Nisan 2013)

Orhan Ünser

Hatırlanan Şairler

Rüştü Onur’u şair olarak ne zaman tanıdım, hatırlamıyorum. Şiirlerini okuyarak değil, biliyorum, edebiyat sözlüklerinde gördüm ve unutmadım. Sanırım Muzaffer Tayyip Uslu’nun adı ile daha sonra karşılaştım, belki aynı yerde, bilemiyorum ama ikisinin adı da -eserlerine ulaşamasam da- benim edebiyat tarihi dağarcığımda yerlerini aldı.

Bundan bir kaç ay önce, gazetede Yılmaz Erdoğan’ın “iki şair” üzerine bir film yapma girişiminde bulunduğu haberini okuyunca, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu (özellikle Rüştü Onur) için merakla beklemeye başladım. Yılmaz Erdoğan, bu unutulmuş iki şairimizi filmine konu alırken, kendisi de -şairlere yandaş ve arka çıkan- Behçet Necati(gil)’yi oynuyor. Bu ilişkiyi bilmiyordum, öğrendim. Filmi (Kelebeğin Rüyası) beğenmedim değil, beğendim, (bana göre) Erdoğan’ın en iyi filmi ama aslolan filmin şairlerimizi -öncelikle- seyirciye hatırlatması… Buna hatırlama denir mi bilemiyorum. Bir şeyi hatırlamak için o konuda “eski bilgiye sahip olmak” gerekir. Filmin seyircisinin Onur ve Uslu’yu ne kadar hatırladıklarını bilemiyorum (bu konuda, fazla iyimser de değilim) ama (biraz meraklanıp eskiyi kurcalayanların) hiç değilse edebiyat tarihimizde bu isimlerde şairler olduğunu öğrenmiş olmaları, umudumdur.

Asıl ibretle izlediğim konu, yayıncılarımızın daha düne kadar hiç bir kitap(larını) basmadıkları bu şairlerimiz üzerinden şimdi yeni yeni baskılar yaparak -bırak para kazanmalarını- güya edebiyatımıza hizmet ediyor olmaları. Onlara diyecek sözüm şudur: Edebiyat tarihini biraz daha karıştırsınlar, daha başka -şimdilerde kimsenin hatırlamadığı- nice şair ve yazar bulacaklardır.

Filme değil de sinemaya gelirsek, sinemamız belli konuları tekrar üzerine tekrar etmekten, bırak edebiyat tarihini, geçmişte bu ülkeye şu veya bu şekilde hizmet etmiş kişileri kendisine konu edinmemiştir. Süha Doğan’ın 1961 yapımı Gönülden Gönüle -ilk yarısı ile- bestekâr Şevki Bey’in (1860-1891) yaşamını konu edinir. Filmin ilk yarısında Şevki Bey ölür. Bir kadını sevmektedir ama o zamanlarda sık görüldüğü gibi -toplumsal nedenlerle- evlenemezler. Her ikisinin de başka evlilikten olan çocukları (yoksa torunları mı idi?) konservatuarda karşılaşıp, atalarının yaşayamadıkları aşkı yaşarlar.

Buna verilebilecek bir başka örnek ise aynı yıl (1961) yapılan Aydın Arakon’un Özleyiş filmidir. Bu da üstü kapalı bir Necip Celal (Antel / 1906 – 1957) yaşamı uyarlamasıdır. Necip Celal, alaturka ile başladığı müzik yaşamında, sonradan tangoları ile ünlenecek, görme yetisini kaybetmesine rağmen beste çalışmalarını sürdürecektir.

Bunlardan başka, resim sanatından bir sanatçımızın Fikret Muallâ’nın yaşamının, aşamalı olarak ele alınacağı (üç farklı dönemde, üç farklı oyuncu tarafından oynanarak) haberi duyuldu ise de, henüz gerçekleşmedi. Dilerim daha fazla gecikmez. Bunun dışında edebiyat alanındaki sanatçılarımızdan ele alınan var mı, ben hatırlayamıyorum, eğer varsa -şimdiden- özür dilerim.

Spor dünyasından Metin Oktay’ın lâkabını taşıyan Taçsız Kral (1965) filmi, Oktay’ın çevresindeki kişilerinde kendilerini oynadıkları [Gündüz Kılıç, -büyük- Ali Beratlıgil, Candemir Berkmen, (Fenerbahçeli) Naci Erdem, zamanın federasyon başkanı Orhan Şeref Apak, spiker Pertev Tunaseli, gazeteci Necati Tanyolaç, Galatasaray’ın amigosu Karıncaezmez Şevki…] bir yapıt olarak hayli ilginçtir ama Oktay’ın kendisini oynamasına rağmen, öykü hayli değiştirilmiştir.

Güreş tarihimizin -yaşamı hatırlanmasa da- adı unutulmayacak ismi Koca Yusuf (Çetin Karamanbey – 1966) sinemada Özdemir Aydın tarafından canlandırılırken, boksör Cemal Kamacı’nın kendisini oynadığı Benim Zaferim (Ünal Küpeli / 1992) az sayıdaki örnekleri oluşturur.

Başka bir ayrıksı örnek ise Mehmet Tanrısever’in 2010 yılında yaptığı Hür Adam’dır. Filmin alt ismi Bediüzzaman Said Nursi’dir. Buradan da anlaşılacağı üzere film Saidi Nursi’nin yaşamı üzerine bir filmdir. Saidi Nursi’nin dinsel ve politik kişiliği, filmin belli bir yan açısından anlatılmasına neden olur, bu ise yaşam öyküsü üzerine kurulu filmlerin en büyük riskidir.

Bu şekilde Nuri Akıncı’nın yaptığı Kurtuluş Savaşımızın gerçek kadın kahramanları üzerine yaptığı Kara Fatma (1966) ve Bombacı Emine (1966) filmleri de aynı riski taşırlar (Hatta bu iki filmden çıkarılan, Kadın Kahramanlarımız isimli bir film dahi vardır.)

Osman Seden de Nene Hatun adı ile çekmeye başladığı filmi Gazi Kadın (1973) adı ile gösterime çıkarmıştır, çünkü filmin Nene Hatun ile bir ilişkisi olmadığı gibi, film de Vittoria de Sica’nın Güneş Çiçeği (Sun Flower) filminin bir uyarlamasıdır. Nene Hatun, sinemamız tarafından tekrar ele alınır ve kadın kahramanın adını taşıyan film, Avni Kütükoğlu tarafından çekilir (2010).

Faik Ahmet Akıncı da, daha önce (1952’de) Muharrem Gürses’in çektiği Kubilay filmini 2009’da tekrar çekecektir (aynı kahramanı ele alıyorsa da film farklılık gösterecektir.) Çakırçalı Mehmet Efe başta olmak üzere -gerçekte yaşamış- efeler üzerine yapılan filmlerden başka, Karacaoğlan, Köroğlu ve Battal Gazi başta olmak üzere, tarihi kişiler üzerine yapılan filmler [Yavuz Sultan Selim, Yıldırım Beyazıd, Cem Sultan, Barbaros Hayrettin Paşa, Pir Sultan Abdal, Selahattin Eyyubi, Mahpeyker (Kösem Sultan)] yaygın söylentilerin ötesine geçmeyen, gerçekleri fazla araştırmayan filmlerdir. 1966’da A. Ural Ozon’un yaptığı Topal Osman (Atilla Akarsu / 2012) ise bugünlerde tekrar sinemamızın ilgisini çekmiştir.

Bunların yanında Ömer Hayyam gibi bir şair (A.B.D. yapımı da var) filmlerimize konu olurken, İslam dünyasından (Veysel Karani, İbrahim Ethem, Hz. Eyyup, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ayşe, Hz. Yusuf, Hz Süleyman -ve Saba Melikesi Belkıs-) gibi kişiler sinemamızın itibar ettiği tarihi ve dini şahsiyetlerdir.

Atatürk’ün casusu olarak bilinen İngiliz Kemal’in İstanbul’da İngiliz casusu Lawrence ile mücadelesini anlatan filmler (Akad ve Eğilmez) ise, Lawrence’nin hiç İstanbul’a gelmemiş olması ile ne kadar gerçektir? Dikkate almaya değmeyecek bir pazarlama oyunundan başka bir şey değildir.

Sinemamızda bu gezintiden sonra tekrar Kelebeğin Rüyası’na dönersek, filmi birçok kişi izledi, izleyenlerde olacak ama yine yazacağım, acaba izlemiş ve izleyecek olanlardan kaç kişi Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu (Behçet Necatigil’i de) bilerek seyredecek veya bu izleme sonunda tanıyacak!

Filme eleştiri yapmak kolay ama beğendiğim ve sevdiğim filme yapmayacağım fakat bir ekleme yapılmış olmasını isterdim. Suzan’ın önerisi üzerine Muzaffer ile Nisuaz’da buluşan kahramanlarımız, buradan “şairlerin kahvehanesi” diye söz ederler. Keşke (ukalâlık bu ya…) buluştuklarında, kendilerinden uzakta bir masa da -başka kişilerin arasından ancak uzaktan görebildikleri- o kahvehanenin müdavimlerinden birini görseler, birbirlerine gösterseler fakat yanına gidemeselerdi…

Yine de, Onur’un ve Uslu’nun yeniden kitapçı vitrinlerine çıkması, buna bir nebzede olsa -aslında bir nebzeden çok fazla- sinemanın neden olması önemli. Sinemamız için mi, yoksa edebiyat dünyamız için mi?

(13 Nisan 2013)

Orhan Ünser

Carlos Reygadas Saf Gerçeğin Peşinde

32. İstanbul Film Festivali’nin önemli konuklarından biri de Carlos Reygadas idi. Çağdaş sinemanın bu benzersiz yaratıcısıyla üç saate yakın bir sinema dersi boyunca filmlerini, sanat anlayışını konuştuk. Meksikalı yönetmen sinemayla 16 yaşında tanışmış. Büyük ustaların filmlerini izlemiş. Carlos Saura’nın ilk dönem filmlerinden, Yılmaz Güney imzalı ‘Yol’dan, özellikle İranlı usta Abbas Kiarostami’den etkilenmiş. Ancak sineması kendine özgü. Hiçbir şekilde kategorize edilmek istemiyor. Yaftalanmak istemiyor. Filmlerinin, Tarkovski’nin izinde ruhani bir sinema biçiminde yorumlanmasına hemen itiraz ediyor. Ruhani değil sezgisel bir yaklaşım benimki diye ilâve ediyor. Dinsel anlamda bir inanç krizi değil ilgilendiği. Meselesi yaşamın belirsizliği üzerine. Filmlerinin muğlak olması, yaşamın muğlaklığından ileri gelmekte.

Reygadas gerçeğin, saf gerçeğin peşinde. Onun yapıtlarının temel noktası filmin hikâyesi olmamış hiçbir zaman. Hikâye, filme hizmet için var. Aynı oyuncular gibi. Sinemayı bir hikâyenin canlandırılması veya bir tiyatro oyununun sahnelenmesi olarak düşünmüyor. Bu nedenle profesyonel olmayan oyuncularla, ya da yüzü bilinmeyen aktörlerle çalışmayı tercih ediyor. Festival kapsamında gösterilen son filmi ‘Karanlıktan Aydınlığa / Post Tenebras Lux’de olduğu gibi. Tanınmamış oyuncuların yanı sıra bizzat kendi çocuklarına da rol vermiş söz konusu filminde. Oyuncularını serbest bırakıyor. Doğa davranmalarını istiyor, müdahaleden büyük ölçüde kaçınıyor. Meslek tabiriyle ‘rol kesmelerini’ istemiyor. Yaşamı tüm gerçekliğiyle algılayabilmek ve onu yeniden üretebilmek derdi. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi deneysel sinema yapmak ya da güzel görüntüler oluşturmak peşinde değil.

İlk uzun metrajlı filmine niçin ‘Japonya’ adını vermiş olduğu sorusunu, filmin çekildiği kırsal mekânın merkeze Çin ya da Japonya kadar uzak bir mesafede bulunmasından ilham alınmış bir isimdi diye yanıtlıyor. Daha doğru çevirisiyle yeni filmi ‘Karanlıktan Sonraki Işık’, Reygadas’ın yaşamın saf gerçeğini yeniden yaratmada ulaştığı son doruk şimdilik. Yine sinema ışığı kullanmamış, oyuncular için makyaj kullanılmamış. Sesler doğadaki bozulmamış haliyle korunmuş, mekanik bir işlemden geçmemiş. Görmeden, sadece işitmek yoluyla da izlenebilecek bir sinema bu çünkü. Çerçeveleme çok önemli Reygadas için. Önceki filmlerinin aksine son filminde sinemaskop kullanmamış. Filmin çekildiği kırsal alanın bu kez daha dar ve yüksek dağların çevrelediği bir mekân olması nedeniyle. Yatay değil dikey kadrajları tercih etmesinin nedeni bu yüzden.

Yönetmenin ana ilham kaynağı bir kez daha doğal, sıradan yaşam. Tüm gerçekliğiyle, düşleriyle, kâbuslarıyla, anılarıyla, hırsıyla, öfkesiyle, bencilliğiyle ve vicdanıyla insan denen garip yaratığın varoluş problemi.

Reygadas’ın sineması anlatılmaktan ziyade görülmesi, işitilmesi, duyumsanması gereken çok özel yaratıcı bir deneyim. Bu nedenle önceki filmleri gibi ‘Karanlıktan Aydınlığa’nın da ticari sinemalara gelme ihtimali biraz zor. Festivalde beyazperdede izleme şansınız ise hâlâ devam ediyor. Film iki kez daha gösterilecek (Beyoğlu Atlas / 13 Nisan Cumartesi, 19.00 -bu gösterimin ardından Reygadas sorularınızı yanıtlamak için sahnede olacak-; Kadıköy Reks / 14 Nisan, 11.00)

(13 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com