Kategori arşivi: Yazılar

Cannes’da Psikoterapi ve Babalık Davası

66. Cannes Film Festivali yarışmalı seçkisinin 18 Mayıs Cumartesi günkü ilk konuğu Fransa’dan. Daha önce filmleri iki kez yarışmalı bölümde yer almış olan Arnaud Desplechin’in son çalışması ‘Jimmy P.: Kuzey Amerikalı Bir Yerlinin Psikoterapisi / (Jimmy P.: Psychotherapy Of A Plains Indian)’ adını taşıyor. Gerçek bir hikâyeden yola çıkan film, tanınmış Fransız psikiyatrist ve antropolog Georges Devereux ile Kızılderili kökenli Amerikalı hastası Jimmy Picard’ın doktor-hasta ilişkisiyle başlayıp sıcacık bir dostluğa dönüşen hikâyesi.

Filme adını veren Jimmy P., İkinci Dünya Savaşı dönüşü rahatsızlıkları nedeniyle Kansas’ta kurulmuş Topeka askeri hastanesinde müşahade altına alınmış. Derdi çok fazla. Şiddetli baş ağrısı çekiyor, geçici görme bozukluğu ve işitme kaybından şikayetçi. Sorunlarına fizyolojik bir neden bulunamayınca, doktorlar şizofreni teşhisinde karar kılıyor. Bu sırada, Amerikalı yerli kültürlerine ilişkin çalışmaları bulunan etnolog ve psikanaliz uzmanı Devereux ile irtibat kuruluyor. Böylece, hiçbir ortak noktaları olmayan iki kişi, Jimmy P.nin tedirgin anıları ve düşlerinin peşine düşüyorlar.

Devereux’nün bu dönemini belgeleyen ve ilk kez 1951 yılında yayınlanmış kitabı, antropoloji ve psikanalizi buluşturan, bu yönüyle ‘etnopsikiyatri’nin yolunu açan kaynak bir eserdir. Macar asıllı Devereux bilimsel araştırmalarına 1920’lerde yerleştiği Paris’te Marie Curie’nin yanında başlamış. Amazon bölgesindeki yerlilerle çalışan çağdaşı Claude Levi-Strauss’dan farklı olarak araştırmalarını kıtanın Kuzey bölgelerinde sürdürmüş. Filmde Jimmy P.’yi Benicio Del Toro, Devereux’yü ise Mathieu Amalric canlandırıyor.

Günün mönüsünde yer alan ikinci film, İstanbul Film Festivali sayesinde tüm filmlerini izleme fırsatı bulduğumuz Cannes’ın gediklilerinden Hirokazu Kore-Eda imzasını taşıyor. ‘Böyle Babaya Böyle Oğul / Like Father, Like Son – Soshite Chichi Ni Naru’ ‘baba olmak’ üzerine bir film.

Kariyerine tutkun hırslı mimar Ryoata genç karısı ve küçük oğluyla örnek bir aile oluşturmuştur. Görünürdeki bu ideal resim, genç kadının doğum yaptığı hastaneden gelen bir haberle paramparça olur. 6 yaşındaki Keita kendi çocukları değildir. Hastanedeki bir karışıklık nedeniyle genç çifte yanlış bebek teslim edilmiştir. Bu arada çiftin biyolojik çocukları daha mütevazi bir ortamda yetişmiştir. Anne Midori bu beklenmedik gerçek karşısında oğlu bildiği çocuğa sıkı sıkıya sarılır. Ryota biyolojik oğlu ile 6 yıl yetiştirdiği evlâdı arasında bir tercih yapmak durumundadır. Yanıtlamak zorunda olduğu başka çetin sorular da vardır: ‘Baba olmak ne demektir?’, ‘Geçen yıllar boyunca gerçek anlamda baba olabilmiş midir?’.

Kendisi de 5 yaşında bir çocuk babası olan Kore-Eda işte böylesine yaman sorular üzerine kurmuş son filmini. Ryota rolünü de tanınmış Japon fotoğrafçı aktör Masaharu Fukuyama’ya teslim etmiş.

(17 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cannes’da İranlı ve Çinli Ustaların Günü

66. Cannes Film Festivali’nde 17 Mayıs Cuma görücüye çıkacak olan Altın Palmiye adayı iki yapım, çağdaş İran ve Çin sinemalarının önemli isimlerinin imzasını taşıyor.

‘Geçmiş (Le Passé)’, Asghar Farhadi’nin altıncı uzun metrajı. Bizde de gösterime giren bir önceki filmi ‘Bir Ayrılık / Jodaeiye Nader az Simin’ ile Berlin’de Altın Ayı’yı, Fransa’da César’ı, son olarak da En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülünü ülkesine götürmüş son dönemin gözde İranlı sinemacısı, yarışmalı seçkide yer alan son filminde bir kez daha aile ilişkilerine odaklanmış.

Dört yıldan sonra Tahran’dan geri dönen Ahmad’ın Fransız eşi Marie ile ilişkileri özelinde geçmişle hesaplaşmaları üzerine bir film bu. Geçmiş deyince, eskiyi bütün haşmetiyle koruyan Paris’in mekân olarak seçilmesi kaçınılmaz olmuş Farhadi için. Yine de turistik bir filme imza atmamak endişesiyle filmin büyük bölümünü bir banliyö evinde çekmiş. İranlı yönetmen, çiftin geçmişle hesaplaşma sürecine, Ahmad’ın Marie’nin küçük kızı Lucie ile olan ilişkisi ve genç kadının halen birlikte olduğu, eşi koma halinde yatmakta olan Samir’in hikâyesini de eklemiş. ‘Bir Ayrılık’ın omuz kamerası kullanılmış tedirgin üslûbuna karşılık, bu kez daha içe dönük temalarının hizmetinde sabit kamera kullanımını yeğlemiş Farhadi. Fransızca çekilen filmde, önceleri Marion Cotillard’ın canlandırması düşünülen Marie rolünü, ‘Artist’ filmiyle ünlenen Bérénice Bejo, Samir rolünü ise ‘Yeraltı Peygamberi’nin Arap delikanlısı Tahar Rahim canlandırmış. Ahmad’da ise İranlı aktör Ali Mosaffa’yı izliyoruz.

Günün mönüsündeki ikinci film, altıncı kuşak Çinli yönetmenlerin en önemlilerinden Jia Zhangke imzalı. İlk dönem filmleri yeraltı sinemasının ilginç örnekleri arasında sayılan Uzakdoğulu ustanın dünya çapındaki ilk önemli başarısı sayılan Venedik Film Şenliği büyük ödüllü 2006 yapımı ‘Ölü Yaşam / Still Life – Sanxia Haoren’, Yangzte nehri boyunca uzanan eski yerleşim yerlerinden Fengjie’nin, bölgeye konuşlandırılan hidroelektrik santral nedeniyle sular altında kalarak yokoluşunun öyküsünün yarı belgesel hikayesidir. Zhangke 2008 Cannes yarışmalı seçkisinde yer almış ’24 City’de, Chengdu bölgesinde askeri malzeme üreten tarihi dev fabrika ve bağlı tesislerin yıkılarak yerine filme adını veren lüks rezidans ve iş merkezlerinin inşa edilmesini, fabrika çalışanlarından üç kuşak emekçilerin nostaljik özveri öyküleri çerçevesinde anlatmış ve bu çalışmasıyla Çin’in 50 yıllık geçmişine ışık tutmuştur.

Yönetmenin 66. Cannes Film Festivali’nde yarışan son filmi ‘Bir Avuç Günah / A Touch of Sin – Tian Zhu Ding’, hızla kalkınan çağdaş Çin toplumunda kaybedilen değerler, giderek keskinleşen sınıf farkları ve yükselen yolsuzluk olaylarının yarattığı genel hoşnutsuzluğun toplumda doğurduğu şiddet üzerine bir araştırma niteliğinde. Zhangke’nin Çin’in Twitter’ı olarak adlandırılabilecek Weibo üzerinde yaptığı araştırma sonucunda şekillenen ve birbirine paralel olarak anlatılmış dört ayrı öyküden oluşmuş film. Her biri ülkenin farklı bölgelerinde geçen, daha iyi bir yaşam için doğup büyüdükleri toprakları terk ederek uzak şehirlere göç etmiş tedirgin ve mutsuz insanları konu alan öyküler bunlar. İlki, üstlerinin yolsuzluğuna isyan eden maden işçisinin hikâyesi. Bir diğeri, yılbaşı kutlaması için uzaklardaki köyüne dönen işçinin bir havai fişeğin farklı kullanımları üzerine deneyimi hakkında. Bir üçüncüsünde, zengin bir müşterinin tacizlerine dayanamayan sauna resepsiyonistinin haklı tepkisini izliyoruz. Son öykü ise yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla bir işten diğerine koşturan fabrika işçisi hakkında.

Zhangke zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun gün geçtikçe büyüdüğüne dikkat çekiyor. Son filminin ana teması üzerine soruları yanıtlarken, çağdaş Çin toplumunda zayıfların iletişim kurmakta güçlülere oranla çok daha zorlandığını, sosyal eşitsizlik karşısında kendilerini ifade etme ve haysiyetlerini koruma yolunda giderek daha fazla şiddete başvurma eğiliminde olduklarının altını çiziyor.

(15 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Nefes: Vatan Sağolsun ve Ayhan Hanım’ın Yönetmeninin Babası Dersim Katliamından Canını Zor Kurtarmıştı

Yönetmen Mehmet Ali Gündoğdu ve Eren Film Yapımevi 1937 – 1938 Türkiye’sinin Dersim’inde (Tunceli’sinde) yaşananları olduğu gibi anlatan Bilgesu Erenus’un “Dersim’ 38” adlı senaryosunu beyazperdeye layıkıyla yansıtabilecek parayı, imkânları, ne yazık ki, bir türlü bir araya getiremedi, gereken kadroları, ekipleri kuramadı.

1998’de okuduğum ve hâlâ etkisinde olduğum bu senaryo, Yılmaz Güney’in senaryosu “Yol”un, Meryl Streep’in başrolünde olduğu “Holocaust” (1978) televizyon dizisinin, “Schindler’in Listesi”nin (1993), Sergio Leone, Sam Peckinpah ve Quentin Tarantino filmlerinin enerjisine, büyüleyiciliğine sahipti.

15 senedir beyazperdeyi aktarılmayı bekleyen bu senaryonun, beyazperdeye yansıması için gereken imkânlara Dersim olaylarının 75. yılında kavuşmasını dilerim.

Bilgesu Erenus’un dediği gibi “Bu senaryo tam anlamıyla insan eliyle yaratılan bir cehennemin tasviri.”

Senaryo yazılırken Dışişleri Bakanı, Çalışma Bakanı, Cumhurbaşkanı Vekili ve Cumhuriyet Senatosu Başkanı olarak görev yapan İhsan Sabri Çağlayangil’in (1908-93) anılarından da yararlanıldı… İhsan Sabri Çağlayangil’in Dersim tanıklığı çok meşhur…

Senaryonun üst dili Bülent Ecevit’in 1969’da yazdığı “Pülümür’ün Yaşsız Kadını” adlı şiiriyle, Avukat İsmail Metin’in iki ciltlik “Alevilerde Halk Mahkemeleri” kitabından yararlanılarak oluşturuldu. Şiirde olduğu gibi filmde de Dersim mitolojik bir kadın olarak somutlaştırıldı.

Pülümür’ün Yaşsız Kadını / Yazan: Bülent Ecevit

Pülümür’ün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü.

Bir asa vardı elinde
bir solmuş krallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir Hititliydi o, bir Selçukluydu
bir Ermeniydi bir Kürttü
bir Türk

Yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yollarında sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin

Zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim

Levent Semerci’yle, Gazeteci Yavuz Semerci’nin Babası Ahmet Bey Dersim Katliamı’ndan Kurtulan Çocuklardan Biriydi

Dönemin Tek Parti İktidarı’nın sorumlusu olduğu, 1937’de Dersim Hozat’taki Kürt ve Alevilere yönelik katliamda Semerci kardeşlerin babasının (Ahmet Semerci) tüm ebeveynleri ve ataları askerler tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüştü.

Ailesi katledilen, bu korkunç katliamdan ağabeyiyle birlikte canını zor kurtaran çocuk Afyon’lu bir aileye evlâtlık verilecek ve yeni ailesinin yanındayken subaylık mesleğini seçecekti.

“Ayhan Hanım” Çok Sevilen Bir Anneye Derin Özlemi Beyazperdeye Yansıtacak!

“Nefes: Vatan Sağolsun” adlı filmi (maliyeti iki milyon doları bulmuştu) Türkiye sinemalarında 2 milyon 436 bin kişi tarafından seyredilen yönetmen Levent Semerci’nin yeni filmi “Ayhan Hanım” 27 Eylül 2013’te gün ışığına çıkacak.

2011’de birbuçuk milyon dolarlık bir bütçeyle çekimlerine başlanan film Levent Semerci ve onun gazeteci ağabeyi Yavuz Semerci’nin rahmetli annesinin kısa ömründen bir kesiti Levent Semerci’nin gözünden anlatıyor.

Bu açıdan “Ayhan Hanım”, Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele” serisi gibi, yönetmeninin anılarından, yaşamından beslenen, hayat bulan bir yapım.

“Ayhan Hanım”, bunu yaparken de Türkiye’nin kan gölüne döndüğü 1970’lerin sonunu da beyazperdeye getiriyor.

“Ayhan Hanım” 1990 yılında başlıyor ve geriye dönüşlerle 01 Mayıs 1977’nin karanlık günlerine götürüyor bizi.

Levent Semerci, “Ayhan Hanım” senaryosunu yazmadan önce, Türkiye’nin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne sürüklendiği olayları daha iyi anlayabilmek ve filminde daha iyi anlatabilmek için o dönemdeki olayların tanığı yüze yakın kişiyle söyleşiler yaptırdı.

Başlangıçta 2011 sonunda sinemaseverlere sunulacağı duyurulan “Ayhan Hanım”ın seyirciyle buluşmasındaki yaklaşık iki yıllık gecikmeyeyse yönetmenin kusursuzluğu arayan tavrı (inanılmaz titizliği) yanı sıra, “Ayhan Hanım” rolündeki Vahide Gördüm’ün göğüs kanseri tedavisi için çekimlere ara verilmesi neden oldu.

“Ayhan Hanım” filminde dört kardeşten en küçüğü Levent Semerci’yi 29 Mart 1999 doğumlu Akçahan Akça canlandırdı.

Akça, “İki Aile” ve “Eyvah Halam” dizilerinde de oynamıştı.

Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in de desteğini kazanan “Ayhan Hanım” için bu şehrin Aşağı Söğütönü Mahallesindeki yirmi bin metrekarelik alana Taksim Meydanı seti oluşturuldu.

Film ekibi Eskişehir’deki Eski Otobüs Tamirhanesi’nde de plato kurdu.

“Ayhan Hanım”ın Konusu:

Şefkat dolu melek gibi bir anne olan Ayhan Hanım (Vahide Gördüm canlandırıyor) artık emekli olmuş bir subayla (Selçuk Yöntem canlandırıyor) evlidir.

Ayhan Hanım’ın en büyük hayali oğullarının iyi birer öğrenim görmesi ve birer mutlu aile sahibi olmasıdır.

Türkiye’deki iç savaş ve çalkantı ortamı çiftin dört erkek çocuğundan delikanlılık yaşına gelen üçünün can güvenliğini tehdit ederken, yüzde yüz apolitik bir kadın olan Ayhan Hanım ve eşi bu toplumsal girdaptan çocuklarını korumanın yollarını ararlar…

Yaşanan zincirleme felâketlerden en az zarar, en az ziyanla çıkmak kolay olmayacaktır.

Semerci ailesinin en küçük çocuğu olduğundan Levent Semerci 500 bin kişinin katıldığı, 34 ya da 36 kişinin öldürüldüğü, yüzlerce insanın yaralandığı 01 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’nda değildi; ancak ağabeyleri o “Kanlı Pazar Günü”nün yakın tanığı oldular.

Vahide Gördüm ile Selçuk Yöntem “Ayhan Hanım”da İlk Kez Bir Araya Getirilmedi

Tolga Örnek’in yönettiği “Devrim Arabaları” (2008) Vahide Gördüm ile Selçuk Yöntem’i bir araya getiren ilk film olmuştu.

Levent Semerci’yle İlgili Magazin Bilgisi

Yönetmen bir zamanlar oyuncu Beren Saat’in sevgilisiydi.

(15 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Beyoğlu Emek Nasıl Kaybedildi? Beyoğlu Beyoğlu ve Diğer Beyoğlu Sinemaları Nasıl Kurtulur?

Hürriyet Gazetesi’nden Gülbahar Karakuş “Kelebeğin Rüyası”nın oyuncusu Mert Fırat’a sormuş “Son dönemde neleri kendinize dert ediniyorsunuz?” Mert Fırat şöyle cevap vermiş: “Emek Sineması var. Bir de son dönemde büyük değişim ve dönüşümün içinde, kültürel varlıkların kaybediliyor olması. Sinemanın, tiyatro binalarının bir bir gitmesi…”

Muzaffer Yıldırım Rakamları Konuşturuyor

Mars Entertainment Group CEO’su Muzaffer Yıldırım Beyoğlu’ndaki sinemaların kapanmasına sinema seyircilerinin artık bu bölgedeki salonları tercih etmemesinin neden olduğunu söylüyor ve rakamlar veriyor; Mars Entertainment Group CEO’su Muzaffer Yıldırım’ın söylediğine göre, Beyoğlu bölgesindeki yıllık seyirci sayısı 4 milyondan 600 bine gerilemiş.

En Çok Konuşmaya Hakkı Olan Kişi (Süheyla Kurtuluş) Nihayet Konuştu

Beyoğlu Emek Sineması’nı 35 yıl boyunca işleten Kurtuluş Ailesi’nden Süheyla Kurtuluş’un HaberTürk Gazetesi’nden Mehmet Çalışkan’a söyledikleri de çok aydınlatıcı…

Süheyla Kurtuluş aylık kiralarının dört bin lirayı bulduğunu, Emek’in sonunu müşterisizliğin getirdiğini, seyirci bulamadıklarını, İstanbul Film Festivali’ni ve Film Ekimi’ni düzenleyenlerin Emek Sineması’na yapmaları gereken ödemeyi bir yıl geciktirdiğini, sinemanın masraflarını karşılayabilmek/sinemayı açık tutabilmek için Bağdat Caddesinin en güzel yeri olan Şaşkınbakkal’daki evlerini sattıklarını söylüyor.

Beyoğlu Beyoğlu Sineması’na ve Diğer Beyoğlu Sinemalarına Sinemaseverlerin Sahip Çıkması Gerekiyor

Cercle d’Orient (Serkl Doryan) İnşaatını yapanlar Beyoğlu Emek’in kaybedilmediğini iddia ediyor ve yukarı katlara taşınarak bir şekilde yaşatılacağını söylüyor… Ancak, Beyoğlu’nda kaybedilen sinema salonu o kadar çok ki… Hangi birini sayayım: Saray, Lale, Alkazar, Yeni Melek, Elhamra, Rüya, Lüks, Sinepop yine benim hatırlayabildiğim kapanan sinema salonları… Bunlara Atatürk Kültür Merkezi içindeki sinema salonu da dahil edilebilir.

Yeterince müşteri bulamayan bu nedenle her an kapanabilecek Beyoğlu Beyoğlu Sineması’na ve kapanma tehlikesi olan diğer tüm Beyoğlu sinemalarına sinemaseverlerin filmleri buralarda seyrederek sahip çıkmasını dileyerek yazımı bitirmek istiyorum.

(13 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Doğaüstü

Popüler fantastik gerilim filmlerinde hikâyeyi, kamerayı karakterlerden birinin eline tutuşturarak anlatma tarzı ilk olarak 1999 yılında The Blair Witch Project filminde kullanılmıştı. Film her ne kadar olağanüstü yorumlar aldı ve izleyiciyi ters köşeye yatırdıysa da yönetmenler taklitten kaçınma isteğiyle olsa gerek 2000’li yılların başlarında bu “found footage” denilen anlatım tarzına başvurmadılar. Yine aynı yöntemle çekilen 2007 yapımlı Paranormal Activity dünya çapında gişe başarısı elde edince tür filmi yönetmenleri de kameralarını karakterlerine vermeyi hoş gördü. Devam eden yıllarda Amerikan sinemasında el kamerasıyla çekilen fantastik gerilim furyası Quarantine (2008), Cloverfield (2008), The Last Exorcism (2010) ve The Devil Inside (2012) gibi pek çok filmle devam etti ve böylelikle “found footage”, tür sinemasında kendine güçlü bir yer edindi. Bu metodun özellikle fantastik gerilim gibi doğaüstü olayları anlatan filmlerde kullanılmasını da gerçekçilik duygusu uyandırma ve inandırıcılığı artırma çabasına bağlayabiliriz.

12 milyon Dolar gibi düşük sayılabilecek bir bütçeyle çekilen Chronicle da son dönem popüler “kamerayı karaktere ver” filmlerinden. İlk uzun metraj denemesini yapan Josh Trank yönetmenliğindeki Chronicle, üç gencin yer altında buldukları bir nesnenin etkisiyle telekinezi yetisi kazanmalarını anlatıyor. Gençler birdenbire edindikleri bu güçle adeta kendilerinden geçiyorlar ve ilerleyen günlerde aralarından birinin uçabildiklerini keşfetmesiyle de kendilerini durdurabilecek hiçbir şey kalmadığını anlıyorlar. Bu fantastik ögelerle süslü yüzey örtüsünün altında çok derin sular yatıyor. Özellikle Dane DeHaan’ın abartısız performansıyla Andrew’un aile hayatı ve psikolojisine odaklanan film Andrew üzerinden ezilmiş ve bastırılmış bir kişinin sınırlarının nereye kadar zorlanabileceğini irdeliyor. Filmin en büyük başarısı güç ve tanınırlık olgularının sebebiyet verdiği kişisel çöküşün aile çerçevesi üzerinden incelenmesi. Ayrıca o örümceğe ve neyi sembolize ettiğine dikkat edin derim. En çarpıcı ve etkileyici sahnelerden biriydi.

Büyük umutlarla izlemeye başladığım Chronicle’ın maalesef daha fazla iyi özelliğini sayamayacağım. Fantastik gerilim türünün çok büyük bir hayranı olmama rağmen Chronicle’ı yeteri kadar beğenemedim. Görsel açıdan bakarsak -özellikle karakterlerin uçtuğu yerlerdeki- yetersiz özel efektleri filmi beyazperdeden alıp televizyon dizisi statüsüne düşürüyor. Karakterlerin, edindikleri bu doğaüstü gücü yadırgamayıp doğrudan “haydi gücümüzü kullanalım” evresine geçişleri, yani kabulleniş evresinin tamamen atlanılması da hikâye akışı açısından çok büyük bir eksik. Ayrıca finaldeki dağınık ve aşırı hareketli kamera çekimlerine maruz kalmış, kolay takip edilemeyen çekişme sahnesi de rahatsız edici.

Gişe başarısı ve olumlu yorumlarıyla büyük bir beklentiye sokan filmi maalesef yeterince iyi bulmadım; fakat bu filmdeki ‘sorunlu ergen’ tiplemesinden sonra Dane DeHaan’ı The Amazing Spider-Man’in devam filminde Harry Osborn rolünde görmek için sabırsızlandığımı itiraf etmeliyim. Puanı: 5/10.

(13 Mayıs 2013)

Kemal Doğukan Sağbaş

Cannes Film Şenliği Başlıyor

15 – 26 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan 66. Cannes Film Festivali, yarın akşam Türkiye saatiyle 19:25’ten itibaren NTV’den canlı yayınlanacak açılış töreni ile başlıyor. Ardından açılış filmi olarak davetlilere sunulacak olan Baz Luhrmann imzalı ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’ filminin gösterimi var.

Avustralyalı yönetmenin punk ‘Romeo Juliet’ uyarlaması ve alabildiğine barok ‘Moulin Rouge’unun ardından, bu kez, ekonomik refahla birlikte sınıf ilişkilerinin giderek keskinleştiği 1920’ler Amerikasının çılgın caz yıllarını, klasikleşmiş F. Scott Fitzgerald metninden yola çıkarak kendine has üslûbuyla nasıl yorumladığı merak konusu.

Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilecek olan ‘Muhteşem Gatsby’, dünya sinemalarıyla birlikte bu haftasonu bizde de gösterime girecek. Filmin Cannes açılışı öncesinde gerçekleştirilecek olan ülkemizdeki basın gösterimini takiben yorumlarımızı bir diğer yazıda aktarmak üzere festivalin Altın Palmiye için yarışan filmlerine geçelim dilerseniz.

Yarışmalı bölüm bu yıl 20 filmden oluşuyor. 10 gün sürecek olan festivalde her gün iki yarışma filmi gösteriliyor. Biz de günlük programı takip ederek bu sütunlarda yarışmalı seçkiyi gün bazında tanıtmaya başlıyoruz.

16 Mayıs Perşembe sabahı basına gösterilecek ilk yarışma filmi François Ozon imzalı ‘Jeune & Jolie (Genç ve Güzel). Bir kez daha aile ilişkilerini sorguladığı San Sebastian şenliği büyük ödüllü hınzır kara mizah denemesi ‘Evde / Dans La Maison’u yakında sinemalarda izleyeceğimiz Fransız yönetmen, senaryosunu da yazmış olduğu bu son filminde, 17 yaşında bir genç kızın kadınlığa geçiş hikâyesini dört mevsime eşlik eden dört popüler şarkı aracılığıyla anlatmayı denemiş. Film bu bilgiler dışında şimdilik kapalı kutu. Yine Cannes’ın gediklisi Fransız sinemacı Christophe Honoré’nin gözde tarzı olan bu tarz müzikal drama (bkz. ‘Aşk Şarkıları / Chansons D’amour; iki yıl öncesinin kapanış filmi ‘Sevgililer / Les Bien-Aimées’) Ozon için de yabancı sayılmaz. 2002 yapımı ‘8 Kadın / 8 Femmes’da Robert Thomas’ın polisiye metnini Fransız sinemasının sekiz ünlü oyuncusunun şarkı ve dansları eşliğinde anlatmışlığı var. Bakalım bu defa neler yapmış.

Aynı gün yarışma mönüsünde yer alan ikinci yapım, Amat Escalante imzalı ‘Heli’. Bizler Meksikalı yönetmeni, İstanbul Festivali’ndeki gösteriminde hayran olduğumuz 2005 yapımı ‘Kan / Sangre’ adlı çalışmasından hatırlıyoruz. Aynı yıl Cannes şenliğinin ‘Un Certain Regard’ bölümünde gösterilmiş ve eleştirmenler ödülünü almış olan film, küresel kapitalizmin dayatmaları ve Meksika varoşlarındaki dehşetengiz yozlaşma üzerine çarpıcı bir otopsi niteliğindedir. Yönetmenin yine Cannes’da aynı program seçkisi altında gösterilmiş 2008 tarihli ikinci filmi ‘Piçler / Los Bastardos’, Los Angeles’ta kaçak olarak günlük işlerde çalışan iki işçinin kanlı bir çatışmaya dönüşen hikâyelerini anlatır.

Escalante’nin bu defa Cannes’ın yarışmalı ana seçkisine kabul edilmiş olan bu üçüncü çalışması, yönetmenin yetiştiği, Mexico City’ye 5 saat uzaklıktaki Guanajuato’ya benzer bir yerleşim bölgesinde geçmekte. General Motors’un bir otomobil fabrikası kurduğu, dolayısıyla işçilerin sıkışık ve düzensiz bir şekilde fabrika çevresinde oluşturduğu yeni ve sevimsiz yerleşim birimlerinden birinde.

İnsanların yüzünde sürekli bir endişenin hüküm sürdüğü, şiddetin günlük hayatın gerçeği olduğu bu ortamda, küçük ‘Estela’ gencecik bir polis okulu öğrencisine delicesine tutulur. İki genç sevdalı buralardan kaçıp evlenmek isterler. Lâkin genç polisin bulaşmış olduğu bir uyuşturucu operasyonu, kızın suçsuz ailesinin kör şiddetle yüzyüze gelmesine neden olacaktır.

Film, köprü üzerinde asılmış bir adamın görüntüsü ile açılıyor ve uzun bir geri dönüşle yoluna devam ediyor. İlk kez dijital kamera kullanan Escalante’nin filmi şiddet yüklü sahneler, seyri zor bir işkence sahnesi içeriyor. Escalante sert üslubunun gerekçesini ’bu Meksika’nın günlük gerçeği, gazete sayfaları benzer vahşet olaylarıyla dolu’ şeklinde yanıtlamış. Filmin nasıl karşılanacağını biz de merak ediyoruz.

(14 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Amour

Bir dergi anketinde sorulan “Aşk nedir?” sorusuna verilen bir cevapta “Sözlükte ‘A’ harfinde yer alan bir kelime” deniliyordu. Türkçe için doğru olabilir, Fransızca içinde… ya İngilizce veya Almanca için… Şimdiye kadar “kaç aşk romanı yazılmış, yönetmenler kaç tane” aşk filmi çekmiştir. (Burada soralım “aşk romanı” veya ” aşk filmi” ne demektir? Bunların diğer roman ve filmlerden ayrıldığı noktalar var mıdır? Bu sorulara (ve daha öncekilere) herkesin kendine göre bir cevabı vardır. Bir eleştirmenimiz (?!) Ömer Kavur’un Körebe (1985) filmi için yazdığı yazıda, film hakkında birçok şeyler yazdıktan sonra, yazısını “film de aşk olmadığını” belirterek bitiriyordu. Doğrudur da ama bu bir kusur mudur; bir filmde mutlaka aşk olmalı mıdır? Ya filmin adı, AŞK -veya AMOUR hadi bir de LOVE diyelim- olursa. (Aynı sorular roman-lar -ve diğer kitaplar ve diğer şeyler içinde- geçerlidir. Film -bir şey anlatır-, bir şey anlatmaz, bazı şeyleri gösterir, birçok görüntülerinin arasında Haneke’nin Amour’u ne anlatır / ne gösterir?

Öncelikle Emmanuelle Riva, Alain Resnais’in Hiroshima Mon Amour’unun güzeller güzeli Emmanuelle Riva’sı (Japon oyuncu Eiji Okada ile birlikte) sadece görmediğim bir filminde daha adına rastladım. Başka filmde (filmlerde) oynadı mı? Oynamış! Amma, Haneke’nin Amour’unda da oynuyor ve ne mutlu bize ki O’nu seyredebildik, eskilerin deyimi ile camii yıkılsa da mihrap yerinde… Ya Jean Louis Trintignant’a ne demeli? Trintignant, Angélique filmlerinin ilklerinde Mercier karşısında idi ama Lelouch’un filminde Anouk Aimiée ile oluşturdukları ikili -ikisinin de diğer filmlerine rağmen- hâlâ heyecanlandırıcı. Lelouch’un çıkış filmi Un Homme et Une Femme (filmin adının tam çevirisi “Bir Erkek ve Bir Kadın”dır, bizde “Bir Kadın Bir Erkek” diye oynadı -ve filmin 20 yıl sonra çekilen devamı Un Homme et Une Femme: Vingt ans aprés… Bizim Kanun Namına ve Yirmi Yıl Sonra’ya bir nazire mi? Bizim Akad ve Seden’in filmlerinin zaman bakımından önceliğini unutmayalım.)

Haneke’nin Amour’unu yazacaktık, giriş bambaşka oldu, ancak öncelikle -sinema belleğimizin apayrı filmlerinden gelen ikili- Trintignant ve Riva’dan söz etmememiz olmazdı. Haneke’nin aşk’ı yenileyen filminde, uzun yıllar yaşadıkları aşk’ın (!) son günlerine ulaşınca, birbirlerine destek ve köstek, fakat birlikte olmak için aşkın yeni ve acı şeklini keşfediyorlar. Film, sonundan başlıyor, yani sonunda ne olduğunu baştan öğreniyoruz fakat varacakları nokta, nasıl varacakları, aşkın nelere kadir olduğu, filmin sonunda ve çarpıcılığını yitirmiş ve durgunlaşmış Haneke üslûbunca anlatılıyor. Yine Haneke’ye özgü bir sahne ile bitiyor film, asıl filmin bittiğinden biraz sonra… Film aslında adamın karısını -yastık ile- öldürmesi ve kendi sonunu hazırlaması ile bitiyor. Haneke’ye özgü sahne -senaryo da Haneke’nin değil mi?- ise, bitiş sonrası… Annesi ve babasının kapıyı çekip gitmelerinden (!) sonra eve gelen kız-ları ilk kez babasının koltuğuna oturuyor, sessiz, çıt çıkmayan evi dinliyor (mu?), hiç bir şey yapmıyor, oturuyor. Ev, artık boştur…

İki kişi arasında (bir de kızları var, damatta görünüyor, kapıcı da, kapıcının karısı da -ama) aslolan iki kişi ve tek mekân (ev-leri) ve yılların imbiğinden geçmiş, bu arada zaman zaman yaralarda almış (olabilir) aşkları, ortak noktaları müzik (kızları da -konser- piyanisti) ve gelinen -ölümün kapısındaki- nokta… 1932 doğumlu Emmanuella Riva ve 1930 doğumlu Jean Louis Trintignant düet yapar gibi oynuyorlar. (Bu arada -kısa bir araştırmada- Trintignant’ın yönetmenlik de yaptığını öğreniyorum) Evet, film kızları’nın, babasının koltuğuna oturması ile bitiyor. (mu?)

(12 Mayıs 2013)

Orhan Ünser

Cennetlik Bernie’nin İnanılması Zor Gerçek Hikayesi

Kıdemli Amerikan bağımsızı Richard Linklater’ın sondan bir önceki filmi ‘Bernie’, ilk gösterimi yapılan 12. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin ardından ‘Bernie’nin Suçu Ne?’ adıyla vizyona girdi. Siz yine de adına aldanmayın, dostumuz Bernie popüler dizi kahramanı Fatmagül denli masum değil. Lakin çevresindeki hiç kimse onun suçlu olduğuna inanmıyor.

Gerçek hikâyesini izlediğimiz Bernie Tiede’ın geçmişi hakkında film vasıtasıyla pek fazla bilgi edinemiyoruz. Bildiğimiz, cenaze bilimleri ön lisans diploması almış olduğu. Filmin giriş bölümündeki uygulamalı ders bölümünde mesleğin inceliklerini bir bir sıralıyor. Böylece, ‘Six Feet Under’ dizisinden edindiğimiz malumat iyice pekişiyor ve özellikle Amerikan taşrasında önemli işlevi bulunan cenaze evleri hakkında bilgimiz artıyor.

‘Bernie’ tipik bir Amerikan kasabası hikâyesi. Otuzlu yaşlarının sonlarındaki kahramanımız Doğu Texas’ın küçük Carthage kasabasında bir cenaze evinde çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra kasabalıların ilgi odağı haline geliyor. Tombul, sevecen, güleryüzlü bir adam bu. İnsanlarla arası çok iyi, dost canlısı. Kasabanın renksiz yaşamına kelimenin tam anlamıyla bir güneş gibi doğuyor. Doğu Texas’ın ilk sanat festivalini düzenliyor. Kasaba tiyatrosunda oyunlar sahneye koyuyor, oyunlarda bizzat rol alıyor.

Renkli kişiliğinin yanı sıra tahnit odasında tam bir sanatçı niteliğine sahip. Çünkü vefat etmiş kişinin cenaze törenine hazırlanma safhası başlı başına sanatçılık gerektiren bir meslek. Makyajın yapılması, ellerin, gözlerin, başın pozisyonunun ayarlanması, ölünün giydirilmesi vs. bunlar çok incelik isteyen işler. Bu arada törenin profesyonelce yürütülmesi de çok önemli. Her şey geliyor Bernie’nin elinden. İnsanları öldükten sonra güzel göstermesi bir yana, hazırladığı şiirsel metinlerle onları yüceltmesini biliyor, iyi methiye düzüyor, kutsal kitaptan bölümler, isteğe göre her türlü şarkı ve ilahiyi okumayı ihmâl etmiyor. Tüm bu becerilerinin yanı sıra işadamı olarak da yetenekli. Tabut satışları ve cenaze evinin yan gelirleri konusunda -tören sırasında güvercin uçurmak gibi- yaratıcı buluşları da mevcut.

Kılavuz kitaplarda Texas’ın en güzel kasabası olarak anılan Carthage’ın gözbebeğinin yolu günün birinde kocasını yeni kaybetmiş seksenlik Marjorie Nugent ile çakışır. Petrol şirketinde araştırmacı müteveffa kocanın zengin dulu kasabanın belki de en sevilmeyen kişisidir. Hatta bir komşusunun deyişiyle, kasabada onu beş dolara vuracak adam bulmak hiç de zor değildir.

Bernie’nin tatlı dili huysuz kadını baştan çıkarır ve bu uygunsuz çiftin tuhaf serüveni başlar. Bernie yaşlı kadının her işine koşar. Birlikte uzak ülkelere seyahatlere çıkarlar. Yaşlı kadın gönlünü çalan Bernie’den hiçbir şey esirgemez lakin onu giderek kendine bağımlı kölesi haline getirir. Zalim ve hükmedici olmaya başlar. İşte bu noktada beklenmedik bir gelişme Bernie’nin hayatını bir anda değiştirecektir.

Linklater, sevecen kahramanının gerçek hikâyesinini anlatırken belgesel drama üslubunu seçmiş. Ana rollerde tanınmış oyuncular yer alsa da, film otuzu aşkın kasaba sakini ile yapılmış röportajlarla ilerliyor. Bu konuşmalardan kişiler hakkında önemli bilgiler ediniyoruz. ‘Bernie’nin bu açıdan geçtiğimiz aylarda vizyon görmüş -‘Tek İstediğim Beni Sevmeniz’ başlıklı yazımda salık verdiğim- ‘Hayat Avcısı / The Imposter’ ile yakın akrabalığı söz konusu (yeri gelmişken, ‘Hayat Avcısı’nın Gayrettepe Astoria Sineması’nda Avrupa yakası vizyonuna başladığını ilgilenenlere duyuralım).

Genellikle sulu komedilerin oyuncusu olarak hafızamızda yer etmiş Jack Black ‘Bernie’ kompozisyonunda son derece başarılı. Keza, aksi dulda kendisini özlettiren Shirley MacLaine, bölge savcısında memleketi Texas’tan tiplemelerine başarıyla bir yenisini katmış ve bu rolüyle geçtiğimiz Altın Küre’lerde yardımcı erkek oyuncu dalında adaylık kazanmış olan Matthew McConaughey de gayet iyiler.

(12 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çağrı: İslamiyetin Doğuşu’nun Yönetmeni Mustafa Akkad’a İstanbul Fethi’ni Filmleştirmek İçin Gereken Parayı Vermemiştik

“Selahaddin Eyyubî” ve “Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un Fethi” adlı filmleri için gereken parayı Türkiye’den ve diğer İslam ülkelerinden bir araya getiremeyen / denkleştiremeyen ve kızı Rima’yla birlikte Ürdün’ün Amman kentindeki üç uluslararası otele düzenlenen terör saldırısı sonucunda 11 Kasım 2005’te vefat eden (1971 doğumlu kızı Rima Akkad Monla aynı saldırı sonucu 9 Kasım’da vefat etmişti) Mustafa Akkad İslam dünyasının tartışmasız, en yetenekli, en değerli, en önemli ve en becerikli yönetmeniydi, yapımcısıydı…

Mustafa Akkad, son zamanlarında tüm enerjisini ve çabasını “Selahaddin Eyyubî” adlı projesini gerçekleştirmek için harcıyordu.

Mustafa Akkad ve Muammer Kaddafi’ye Borçlu Olduğumuz İki Üstün Yapım

Gümrük memuru babayla ve Antepli annenin oğlu olarak 1 Temmuz 1930’da Halep’te dünyaya gelen Mustafa Akkad “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun öyküsünü oluştururken Hazreti Muhammed’i filminde gösteremeyeceğini biliyordu ama başta dört halife olmak üzere pek çok İslam önderini de gösteremeyeceğini İslam alimlerinden öğrendi.Filminde oyuncular tarafından canlandırılmasına izin verilenler arasında Hazreti Hamza ve Halid bin Velid’de vardı.

Sinema tarihinin teknik açıdan en zor senaryolarından biri olan “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nda İslâm tarihinin akışına zarar vermeden olay örgüsü (Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi ulemâsının filmde yüzlerinin görünmesi noktasında fetvâ verdiği az sayıdaki sahabeden biri olan) “Hazreti Hamza” karakterine odaklanma yöntemiyle anlatılmıştı.Böylelikle, “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” sinema tarihinde baş kişisinin (Hazreti Muhammed) hayat hikâyesini onu beyazperdede hiç göstermeden anlatan ilk ve tek film olmuştu.

Mustafa Akkad, “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu gerçekleştirirken yanına film dünyasının en yetenekli dört ismini alarak dehasını göstermişti.

Bu isimler şunlardı:

* Senaryo yazarı: Harry Craig
* Görüntü yönetmeni: Jack Hilyard
* Besteci: Maurice Jarre
* Oyuncu: Anthony Quinn

Yönetmen Mustafa Akkad, çekimlerine 16 Nisan 1974’te Fas’ta başlanan filmin, hem uluslararası oyuncularla İngilizce versiyonunu, hem de Arap oyuncularla Arapça versiyonunu çekti.

“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun çekimlerine Fas’ta başlayan, filmin henüz onda birini bile bu ülkede çekemeyen, Mustafa Akkad ve ekibi (binden fazla insan) Suudi Arabistan Kralı’nın Fas Kralı’ndan isteği üzerine “15 gün içinde Fas’ı terk etmeniz gerekiyor” uyarısıyla Fas’tan kovuldu.Onlara cömert yardım elini Libya lideri Muammer Kaddafi uzattı.

“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” Muammer Kaddafi’nin her türlü desteğiyle tamamlanabildi.

Mustafa Akkad, “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu da, Ekim 1985’te Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanan “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ı da Libya lideri Muammer Kaddafi’nin desteği olmasaydı asla gerçekleştiremeyecekti.

Muammer Kaddafi bu iki film için Mustafa Akkad’ın emrine o günün parasıyla toplam 45 milyon dolar aktarmıştı.

“Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu”nun senaryosuna katkıda bulunanlar arasında 25 milyon dolarlık dev prodüksiyon “Waterloo”da da (Türkiye’de 1972’de “Waterloo Savaşı” adıyla gösterildi) çalışan Harry Craig’de vardı.Craig “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ın senaryosuna da katkıda bulunmuştu.

“Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu”nun görüntüleri dünyanın bu alanda en iyi ustalarından Oscar ödüllü Jack Hildyard’ın elinden çıkmıştı. Hildyard yılın en iyi filmi dalı dahil 7 Oscar ödülü kazanan “The Bridge on the River Kwai-Kwai Köprüsü”nde de dünyanın en büyük yönetmeni David Lean’la çalışmıştı… Hildyard “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”da da görev alacaktı.

Mustafa Akkad’ın yönettiği, üç Oscar ödüllü besteci Maurice Jarre’ın fon müziğiyle Oscar ödülüne aday gösterilen “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu-The Message” Ekim 1979’dan itibaren Türkiye sinemalarında milyonlarca insan tarafından izlenmişti…

Dokuz kez Oscar’a aday gösterilen Maurice Jarre, “Lawrence of Arabia” (1962), “Doktor Jivago” (1965) ve “A Passage to India-Hindistan’a Bir Geçit” (1984) filmleriyle Oscar kazandı. Bu üç film dünyanın en büyük yönetmeni David Lean’ın imzasını taşıyordu.

Maurice Jarre’ın Oscar adaylığı kazandığı diğer filmlerse şunlar: “Ghost” (1990), “Gorillas in the Mist: The Story of Dian Fossey” (1988), “Witness” (1985), “The Life and Times of Judge Roy Bean” (1972), “Les dimannches de Ville d’Avray” (1962).

Maurice Jarre “İslamın Kılıcı: Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ın da kadrosundaydı.

“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu-The Message” Mısır’daki El Ezher İslam Araştırmaları Akademisi’nin Müslümanlara tavsiyesini de elde etmişti. Bilindiği gibi, “Hazreti Muhammed: Son Peygamber” adlı uzun metrajlı animasyonda da Mısır’daki El Ezher İslam Araştırmaları Akademisi’nin gösterim izni/onayı bulunuyor.

Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu’nun Galası

“Çağrı: İslâmiyetin Doğuşu”nun 34 yıl önceki İstanbul galasınaysa (Balmumcu Kışlaönü’ndeki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde düzenlenen) Mustafa Akkad ve bu filmde Hazreti Hamza rolünde olan iki Oscar ödüllü Anthony Quinn’de katılmıştı…Quinn çeşitli sorular üzerine “Müslüman olmadığını” açıklayacaktı.

Sinema Yazarı Ali Murat Güven (çok yakın zamana kadar Yeni Şafak Gazetesi’ndeydi) “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu Şöyle Anlatmıştı:

Suriye asıllı Amerikalı Müslüman yapımcı-yönetmen Mustafa Akkad ile dördü de farklı İslâm ülkelerinden Sünni Müslümanlar (Tewfik Al-Hakim, Jawdat Al-Sahhar, Rahman Al-Sharkawi, Mohammad Ali Maher), biri ise İrlandalı Katolik (“Waterloo Savaşı”, “Havaalanı ’77” ve “Çöl Arslanı Ömer Muhtar”ı da yazan Harry A. L. Craig) olmak üzere toplam beş usta yazarın işbirliğiyle kaleme alınan “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” senaryosunu daha çekim aşamasına yeni geçilirken Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi’ne göndermiş, İslâm otoritelerinden yazılı onay (“Filme Çekilebilir” fetvâsı) talep etmişti. Nitekim, bu fetvâyı kısa sürede aldı da…

Fas çöllerinde “The Message-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun çekimlerine başlayan Akkad, bu ülkedeki kraliyet ailesinin filmin içerdiği “devrimci İslâm” yorumundan fena halde rahatsız olması nedeniyle, yanında yüzlerce oyuncu ve teknik ekip, tırlar dolusu kostüm ve ekipmanla birlikte ülkeden kapı dışarı edilme tehlikesi yaşar. Sanatçı, kralın katından kendisine “Pılını pırtını toplayıp Fas’ı terk etmen için sana 15 gün süre veriyoruz” mesajının gelmesi üzerine, yanına Anthony Quinn’i de alarak alelacele komşu ülke Libya’ya geçer ve Trablusgarp’ta Kaddafi yönetiminden randevu talep eder. Quinn’in de bizzat yer aldığı o tarihî buluşmada Akkad’ın iç burucu çaresizliğini gören Libya lideri, ona “Hiç merak etme, peygamberimizin hayat hikâyesini anlatan böyle bir film kesinlikle sahipsiz kalmayacaktır. Topla bütün ekibini, çöl ise çöl, para ise para. Bunlar bizde de fazlasıyla var. Filmini Libya topraklarında tamamla” diyecektir. Böylelikle, Fas’ta yalnızca 15 dakikalık bir bölümü çekilebilmiş olan “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” iki yıllık masraflı ve meşakkatli bir çalışmanın sonucunda Kaddafi’nin Libya’sının verdiği sınırsız destekle bitirilecektir.

Buna karşılık, Trablusgarp’ın egzantrik lideri, Mustafa Akkad’ın “Bizlere sunduğunuz cömert destekler için, filmimizin bitiş jeneriğinde size teşekkür etmek isteriz” şeklindeki teklifine bile yüz vermeyecek, adının “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun finalinde minnetle anılması önerisini “Böyle bir şeye gerek yok, İslâm’ın doğuş hikâyesinin sinema yoluyla anlatılması hepimizin boynunun borcuydu, biz de görevimizi yaptık” diyerek reddedecekti.

“Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” günümüzde artık sinema tarihinde epik bir filmden çok daha ötelerde, ikonik konuma erişmiş bir başyapıta, yedinci sanat yoluyla yazılmış bir tür “siyasal manifesto”ya dönüşmüş durumda. O, Müslümanları ilkel, cahil ve saldırgan olarak sunan binlerce Hollywood filmine, kocaman bir yüreğe sahip Halepli Mustafa Akkad tarafından yine Hollywood’un içinden binbir maddî güçlükler içinde verilen son derece anlamlı bir cevaptı. Ve dünya üzerinde dolanıp durduğu son otuz yıl boyunca da milyonlarca insanı Matrix’ten çıkarıp “gerçeğe uyandırdı.”

Çekim öyküsü de en az kendisi kadar dokunaklı olan böyle bir filmi ortaya koymuş bir sanatçının ödülü, -en azından görünüşte- İslâmî bir kimlikte hareket ettiğini ileri süren birtakım gafillerin bombalarıyla can vermek olmamalıydı. Ama bizler, gönüllerimizi, zahirdeki manzaranın çoğu kez yanıltıcı olduğunu bilerek ferahlatmayı da bilen bir topluluğuz. Demek ki ötelerde bir yerde onu bu dünyada kazanabileceğinden çok daha güzel, çok daha anlamlı bir ödül bekliyor olmalı ki Allah onu ve kızını bu olay vesilesiyle yanına aldı.

Eğer, Türkiyeli bir Müslüman olarak üzerinde herhangi bir hakkım var ise ben, beni “bugünkü ben” yapan rahmetli Mustafa Akkad’a bütün haklarımı gani gani helâl ediyorum. Eminim ki dünyanın dört bir köşesinde yaşayan ve “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” ya da “Çöl Arslanı Ömer Muhtar”ı hayatları boyunca en az bir kez izlemiş olan bütün Müslümanlar da edecektir. Mekânı cennet olsun…”

Ali Murat Güven “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” Filmiyle İlgili İlk İzlenimlerini de Şöyle Özetlemişti:

1979 sonu… İstanbul-Beyazıt’ta “ülkücülerin mekânı” olarak bilinen (ve sonradan dehşet verici bir bombalı saldırının ardından birçok insana mezar olup kapanan) ünlü Marmara Kafeterya’nın hemen yakınları. Babamın elinden sıkı sıkıya tutmuşum, onunla birlikte Çemberlitaş yönüne doğru bir yerlere gidiyoruz.

Bu ünlü kafeteryanın hemen yanıbaşında “çevrenin siyasal şartları”na uygun filmler oynatmasıyla tanınan, en az onun kadar ünlü bir sinema salonu da vardı: Marmara Sineması… Hayatım boyunca gördüğüm -ve göreceğim- en büyük bez afişle ilk kez o gün orada karşılaştım. Alt kısmında “Çağrı: İslâmiyet’in doğuşunu anlatan dev film” yazıyordu. Önde sahibi belli olmayan bir kol, aynı kolun tuttuğu -üzerinde ne yazdığını anlayamadığım Arapça yazılar bulunan- bir sancak ve arkada da bir süvari grubu… Bez afişten çocuk belleğime kazınan illüstrasyon, aşağı yukarı böyle bir şeydi.

O anda bu filmi görebilmek için müthiş bir istek duydum, babamı ceketinden çekiştirerek, “Ne olur, götür beni bu filme!” dedim. Ama babam, bir yerlere yetişme telâşı içinde olduğu o gün sinemaya falan gidecek durumda değildi. “Sonra geliriz oğlum, sinema kaçmıyor ya!” diyerek benim bu isteğimi en kestirme yoldan geçiştirdi.

Sonraki aylar boyunca oradan çeşitli vesilelerle tekrar tekrar geçtim ve her geçişimde de aynı afiş sürekli olarak gözüme çarpıp durdu. Üzerinde her hafta değiştirilen ekleme bir bez şerit duruyor, bu bezde de çalakalem yağlıboyayla “bilmem kaçıncı zafer haftası” yazıyordu. 1970’lerin çok izlenen filmlerinde gösterim bitmeden önce son bir seyirci hasadı daha elde edebilmek için sinema girişlerinde sıklıkla kullanılan o beylik tahrik cümlesiydi bu. “Çağrı”nın zafer haftası rakamı 10’lar ile başladı; 30’ları, 40’ları aştı ve en sonunda 50’lere dek ulaştı. Film, gösterimde kalma konusunda emin adımlarla “Türkiye rekoru”na doğru gidiyor, buna karşılık aradan zaman geçtikçe afişinin ilk gördüğümdeki o canlı renkleri de kötü hava şartları nedeniyle gitgide soluyordu. Serde, o zaman da kendi çapında bir sinema tutkusu olduğundan, günlerden bir gün fırsatını bulup afiş illüstrasyonunun beni cezbettiği o filme tek başıma gittim. İyice rengi atan ve sağı solu yırtılmaya başlayan afişte “Ellibeşinci zafer haftası” gibi bir ibare gördüm sanırım. Kimbilir, belki de okulu kırarak gitmiştim Beyazıt Meydanı’na, doğrusu o kadarını hatırlayamıyorum.

Bastırmaya çalıştığım müthiş bir heyecan ve bir miktar da suçluluk duygusu içinde gişeden biletimi alıp, en önlerden gözüme kestirdiğim bir koltuğa oturdum. Benim bu kaçamağı yaptığım tarih itibarıyla filme gösterilen ilgi artık büyük ölçüde azalmış olduğundan, salon hemen hemen boştu.

Tek kelimeyle müthiş bir gün yaşadım. 177 dakika süren bu unutulmaz destanı bazı anlarda küçük kalbim heyecandan küt küt atar vaziyette, ama baştan sona kadar pür dikkat izlediğimi hatırlıyorum. Gerçi, olay örgüsü içindeki birçok noktayı o an itibarıyla tam olarak kavrayamamıştım, ama ne gam! Bir tarafta “iyiler”in, öte tarafta da “kötüler”in yer aldığı büyük bir mücadeleyi anlatıyordu perdedeki görüntüler… Hele de en çok, heybetli bir görünüme sahip olan sakallı adamın kalleşçe öldürüldüğü sahnede daraldı çocuk kalbim. Bir zenci, savaş meydanında ona arkadan sinsice yaklaşıyor ve dikkatinin dağıldığı bir anda da mızrağını göğsüne doğru savuruyordu. Sonrasında, bu kalleş mızrakla birlikte ağır çekimde yere düşen o adam ve “Hamza öldü! Hamza öldü!” diye bağıran askerler…

Koltuğumda hafiften bir sağıma bir soluma döndüm, gözlerimden süzülen yaşları görüp de yakınlarda beni ayıplayacak, ya da en azından naifliğimle alay edecek birileri var mı diye çevremi çaktırmadan kolaçan ettim.

O anda, sinemanın loş ortamında gördüğüm bir manzarayı ömrüm boyunca unutmam imkansız. 8-10 koltuk kadar solumda oturan yaşlı bir adam da tıpkı benim gibi gözlerini oğuşturuyordu. Ve belli ki o da ağladığını birilerinden gizleme çabası içindeydi.

O gün o karanlık sinema salonunda gözlerimden süzülen yaşlar, benim, yani bu çilekeş ülkenin kendi hâlinde bir yurttaşı olarak, İslâm dünyasının şu fâni dünyada gördüğü onca ihanete, küresel düşmanlar karşısında uğradığımız onca haksızlığa ve çektiğimiz onca çileye karşı verdiğim ilk gerçek tepkimdi.”

(12 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Bahar İsyancıdır / Selma Köksal (Çekiç)

Andrzej Wajda, Wszystko na Sprzedaz (Herşey Satılık) filmini, bir çok filminde -bazen başrol, bazen küçük bir rol- oynamış olan Zbigniew Cybulski’nin ölümü üzerine yapmıştır, bu nedenle diğer filmlerine göre hayli kişiseldir. Filmde, birlikte yaptıkları (yönetmen / oyuncu) filmlerde Cybulski’nin kullandığı kimi eşyayı, örneğin bir maşrapayı gösterir. Film, Cybulski üzerine bir filmdir ama sadece iki kez o da en az görülebilecek biçimde Cybulski’nin fotoğrafı kadraja girer, kısa bir süreliğine. Cybulski bir film çekimi sırasında oluşan bir kazada -tren çekimi sahnesi- ölür. Cybulski, uzun yıllar Polonya Sinemasında oynadıktan sonra Batıya (!) açılmış ve Orta Avrupa’da filmlerde oynamıştır. Bu arada İsveç’te oynadığı (bir İsveç filmi) -bizdeki adı- Sevmek ile seyircilerimize ulaşmıştır. Diğer (Polonya) filmleri Sinematek seyircilerinin belleğindedir (!) ama Wszystko na Sprzedaz’ı seyreden bir kişi Cybulski’nin -çoğu Wajda’nın yönettiği- diğer filmlerini görmemiş ise yeteri kadar bir şey anlamaz, tadını da çıkaramaz.

Bahar İsyancıdır da bu şekilde bakacağımız bir filmdir. Filmde söz konusu edilen, oyun çalışması, bilinmesi gereken başkaca bilgileri gerektirdiği için yeteri kadar anlaşılmıyorsa, ayrıca sırf oyun değil oyuncuların özel hayatları, bu hayatlardaki kırılganlıkları yeteri kadar bilinmiyorsa, film bize yabancı duracaktır. Tamam, bahar isyancıdır ama -her ne kadar aynı ismi taşıyan Onat Kutlar’ın kitabını okumadıysam da- baharın isyancılığı, doğanın uyanmaya başladığı ilkbahar için söylenmiş bir söz-müş gibi geliyor bana. (Bu yargılar kişisel olup, yeterli dayanaktan yoksundur) Filmin sonundaki, deniz kenarı sahnesindeki, denizin kabarmasının, dalgaların gelişinin -Karadeniz mi idi?- bir evvel bahar isyanı olduğunu çıkaramıyorum. Kumsalda oturanların kırgınlıkları, kızgınlıkları, susuşları, arkadaşları Ali’nin ölümüne mi, oyunun çıkışsızlığına mı, -yoksa “oyun” çıkmış mı idi?- hazan’ın (bana sonbaharmış gibi geldi) giderek coşmasını “sadece” seyretmek ise baharın isyancılığı bir başlangıcı değil de bir bitişi mi simgeliyor? Yine de baharın isyancılığını, bir ilkbahar değişimi, girişimi ve mevsimsel değil, toplumsal bir olgu olarak almak istiyorum.

(11 Mayıs 2013)

Orhan Ünser

Kızgın Güneş’in Restore Edilmiş Kopyası Cannes’da Gösterilecek

15 – 26 Mayıs 2013 tarihleri arasında düzenlenecek olan 66. Cannes Film Festivali’nde restore edilmiş kopyası gösterilecek filmler arasına Türkiye sinemalarına Eylül 1961’de gelebilen “Plein Soleil-Kızgın Güneş”te (1960) eklendi. Bu yıl Cannes’da Alfred Hitchcock’un “Vertigo-Ölüm Korkusu”nun da (1958) restore edilmiş kopyası gösterilecek.

Patricia Highsmith’in “The Talented Mr. Ripley” adlı romanının uyarlaması olan “Kızgın Güneş”i Rene Clement yönetmiş, uyarlama senaryoyu yazan Rene Clement ile Paul Gegauff bu çalışmalarıyla 1962 Edgar Allan Poe Ödülü’nü kazanmışlardı.

Romanın bir başka uyarlaması olan ve Türkiye’de “Yetenekli Bay Ripley” adıyla gösterilen film (1999) ise beş dalda Oscar ödülüne adaylık elde etmişti; bu dallar, uyarlama senaryo (Anthony Minghella), özgün müzik (Gabriel Yared), kostüm, sanat yönetmeni ve yardımcı erkek oyuncuydu (Jude Law).

“Kızgın Güneş”i bu yıl Cannes’da yönetmeni ve senaryo yazarı hayatta olmadığından baş oyuncusu Alain Delon temsil edecek ve “Vertigo-Ölüm Korkusu”nun oyuncusu Kim Novak ile birlikte festivalin onur konuğu olacak.

Alain Delon, Claudia Cardinale’yle birlikte 2010 Cannes Film Festivali’nde de başrollerinde oldukları Luchino Visconti’nin Türkiye sinemalarına Ocak 1965’te gelen “Leopar”ını (1963) temsil etmiş ve bu filmin restore edilmiş kopyasının özel gösterimine katılmıştı.

Luchino Visconti’nin “Leopar”ı, yönetmen Şerif Gören’in Türkiye’de 17 yıl gecikmeyle 1999’da gösterilebilen “Yol”uyla (1982) birlikte Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan filmler arasında yer alıyor.

61. Cannes Film Festivali’nde de (2008) Metin Erksan’ın Berlin Film Festivali’nde 1964’te büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan “Susuz Yaz” adlı filminin yönetmen Martin Scorsese tarafından kurulan “World Cinema Foundation-Dünya Sinema Vakfı” tarafından onarılmış kopyası “Klâsikleşmiş Filmler” bölümünde gösterilmişti.

Halit Refiğ, Luchino Visconti ve “Leopar”ı Şöyle Anlatmıştı:

Halit Refiğ, katıldığı Moskova Film Festivali’nde dünya sinemasının en değerli ve en önemli iki yönetmeninden Federico Fellini ile Luchino Visconti’nin yan yana gelmemek için özel çaba göstermesi gibi tarihi bir olaya tanık oldu.

Luchino Visconti’nin “Senso-Günahkar Gönüller”ini Halit Refiğ 28 kere izlemişti. Sergei Eisenstein, Luchino Visconti, John Ford, Ingmar Bergman Halit Refiğ’in en çok beğendiği film yaratıcılarıydı.

Visconti, Halit Refiğ’le karşılaşmasında “Leopar” adlı filmini her gün bir kere izlediğini anlatacaktı. Refiğ sadece balo sahnesi 72 dakika süren bu filmin Türkiye’de ithalâtçısı tarafından kesilmesine ve meşhur balo sahnesinin Yeni Melek Sineması’nda yarım saatten daha kısa olarak gösterilmesine tanık olacaktı.

(10 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Bir Zamanlar Filmleri Bayatlatarak Seyrederdik

Son yirmi yıldır yabancı filmlerin çoğunu, dünya sinemalarıyla aynı anda ya da yabancı ülkelerdeki gösterimlerinden birkaç hafta sonra, sıcağı sıcağına Türkiye sinemalarında izleyebiliyoruz. Bu konfora, bu rahata iyiden iyiye de alıştık.

Geçmişte durum böyle değildi. Türkiye’deki sinemaseverler uzun yıllar filmleri tam uzunluğuyla seyredemedi. Filmlerin uzunlukları sinemaların sabit, hiç değişmeyen seanslarına uydurulmak için yerli ithalâtçılar tarafından acımasızca kısaltılıyordu. Çoğu film Türkiye sinemalarına hiç uğramıyordu; çoğu sansür engeline takılıyordu; binlercesi yurt dışı gösterimlerinden çok uzun yıllar sonra Türkiye’ye ulaşıyordu. Bu “karanlık” dönemde ekonomik durumu elverişli olan ve yabancı dilde film izleyebilen “şanslı” sinemaseverler taze film ihtiyaçlarını ancak yurt dışına çıkarak giderebildiler.

Bu yazımızda gecikmeli, rötarlı izleyebildiğimiz yabancı filmlerin hepsini değil ama bir kısmını hatırlatacağız.

Aşağıdaki listede filmlerin özgün adlarının yanında Türkiye sinemalarında gösterildiği Türkçe adını, sonra yurt dışı gösterim yılını, en sonda da Türkiye gösterim yılını bulabileceksiniz.

Türkiye Sinemaları’nda 25 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Film:

* Dört dalda Oscar ödülü adayı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” (1971; 1996)

Türkiye Sinemaları’nda 20 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Film:

* “Z-Ölümsüz” (1969; 1989)

Türkiye Sinemaları’nda 19 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Film:

* Oscar adayı “Pretty Baby-Güzel Bebek” (1978; 1997)

Türkiye Sinemaları’nda 14 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “The Hunger-Açlık” (1983; 1997)
* “Gone With The Wind-Rüzgar Gibi Geçti” (1939; 1953)

Türkiye Sinemaları’nda 12 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “Novecento-1900” (1976; 1988)
* “Come and See-Gel ve Gör” (1985; 1997)

Türkiye Sinemaları’nda 11 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Film:

* Üç dalda Oscar ödülü adayı “Deliverance-Kurtuluş” (1972; 1983)

Türkiye Sinemaları’nda 10 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* Yedi Oscar ödüllü “The Sting-Belalılar” (1973; 1983)
* Oscar ödülü adayı “Bicycle Thieves-Bisiklet Hırsızları” (1948; 1958)
* “La Luna-Ay” (1979; 1989)
* Oscar ödüllü “Shaft-Korkusuz” (1971; 1981)
* “The Guns of Navarone-Navaron’un Topları” (1961; 1971)

Türkiye Sinemaları’nda 9 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* Beş Oscar ödüllü “Around the World in Eighty Days-Seksen Günde Devrialem” (1956; 1965)
* “Cruising-Devriye” (1980; 1989)
* “F.I.S.T.- Kamyoncu” (1978; 1987)
* Beş Oscar ödülü adayı “The Great Dictator-Büyük Diktatör” (1940; 1949)
* “Mephisto” (1981; 1990)

Türkiye Sinemaları’nda 8 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* İki Oscar ödüllü “The Exorcist-Şeytan” (1973; 1981)
* “The Battle of Neretva-Neretva Köprüsü” (1969; 1977)
* “Dog Day Afternoon-Köpeklerin Günü” (1975; 1983)
* Oscar ödülü adayı “Full Metal Jacket” (1987; 1995)
* Oscar ödüllü “The Ten Commandments-On Emir” (1956; 1964)

Türkiye Sinemaları’nda 7 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “The Getaway-Sonsuz Kaçış” (1972; 1979)
* Oscar ödülü adayı “Saturday Night Fever-Cumartesi Gecesi Ateşi” (1977; 1984)
* “Bring Me the Head of Alfredo Garcia-Bana Onun Kellesini Getirin” (1974; 1981)
* “The Yakuza” (1974; 1981)
* “Profumo di donna-Kadın Kokusu” (1974; 1981)
* “The Man with the Golden Gun-Altın Tabancalı Adam” (1974; 1981)
* “Taras Bulba” (1962; 1969)

Türkiye Sinemaları’nda 6 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “Earthquake-Zelzele” (1974; 1980)
* “Juggernaut-Dehşet Gemisi” (1974; 1980)
* Üç Oscar ödüllü “Rocky” (1976; 1982)
* “Rollerball-Ölüm Pateni” (1975; 1981)
* “A New Kind of Love-Paris Tatili” (1963; 1969)
* “The Passenger-Yolcu” (1975; 1981)
* Üç Oscar ödüllü “Jaws-Denizin Dişleri” (1975; 1981)
* Oscar ödüllü “Ran” (1985; 1991)
* Üç Oscar ödüllü “Zorba the Greek-Zorba” (1964; 1970)
* Beş Oscar ödüllü “One Flew Over the Cuckoo’s Nest-Guguk Kuşu” (1975; 1981)
* Üç Oscar ödüllü “The Towering Inferno-Yangın Kulesi” (1974; 1980)
* Oscar ödüllü “The Goodbye Girl-Elveda Güzelim” (1977; 1983)
* “Death Wish-Yara” (1974; 1980)
* “3 Godfathers-Çöl Yavrusu” (1948; 1954)

Türkiye Sinemaları’nda 5 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* Oscar ödülü adayı “Papillon-Kelebek” (1973; 1978)
* “Bandolero” (1968; 1973)
* Üç dalda Oscar ödülü adayı “The Spy Who Loved Me-Beni Seven Casus” (1977; 1982)
* “21 Hours at Munich-Münih’te 21 Saat” (1976; 1981)
* Dört Oscar ödülü adayı “Psycho-Sapık” (1960; 1965)
* Oscar ödülü adayı “Sorcerer/Wages of Fear-Dehşetin Bedeli” (1977; 1982)
* Üç Oscar ödülü “Julia” (1977; 1982)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “The Sterile Cuckoo-Bahar Rüzgarı” (1969; 1974)
* “Lucky Lady-Belalı Sevgili” (1975; 1980)
* Oscar ödülü adayı “Marathon Man-Vahşi Koşu” (1976 ; 1981)
* “Burn!/Queimada-İsyan” (1969; 1974)
* “Valentino” (1977; 1982)
* “New York New York” (1977; 1982)
* Oscar ödüllü “Shampoo-Sosyete Kuaförü” (1975; 1980)
* Oscar ödüllü “2001-Uzay Yolu Macerası” (1968; 1973)
* Beş Oscar ödülü “Mary Poppins” (1964; 1969)
* Oscar ödüllü “Being There-Merhaba Dünya” (1979; 1984)
* Oscar ödülü adayı “The Other Side of Midnight-Gece Yarısının Ötesi” (1977; 1982)
* Üç dalda Oscar ödülü adayı “An Unmarried Woman-Yalnız Bir Kadın” (1978; 1983)
* “Hell in the Pacific-Cehennemde İki Adam” (1968; 1973)
* “High Anxiety-Yükseklik Korkusu” (1977; 1982)
* “Silver Streak-Yıkılış/Yıldırım Ekspres” (1976; 1981)
* “Smokey and the Bandit-Çılgın” (1977; 1982)

Türkiye Sinemaları’nda 4 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* Onbir Oscar ödüllü “Ben Hur” (1959; 1963)
* “The Man Who Shot Liberty Valance-Kahramanın Sonu” (1962; 1966)
* “Donovan’s Reef-Çılgınlar Batakhanesi” (1963; 1967)
* “The Horse Soldiers-Kahraman Süvariler” (1959; 1963)
* “Exodus-Eksodüs” (1960; 1964)
* “Nine to Five-Dokuzdan Beşe” (1980; 1984)
* “The Missouri Breaks-Bozgun” (1976; 1980)
* İki Oscar ödüllü “Judgment at Nuremberg-Nüremberg Duruşması” (1961; 1965)
* Altı Oscar ödüllü “A Place in the Sun-İnsanlık Suçu” (1951; 1955)
* Üç Oscar ödülü “Casablanca” (1942; 1946)
* Oscar ödülü adayı “Let’s Make Love-Gel Sevişelim” (1960; 1964)
* Oscar ödülü adayı “The Magnificent Seven-Yedi Silahşörler” (1960; 1964)
* “Once Upon a Time in the West-Batıda Kan Var” (1968; 1972)
* Oscar ödüllü “The Omen-Kehanet” (1976; 1980)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “The Taming of the Shrew-Hırçın Kız” (1967; 1971)
* Üç Oscar ödüllü “Coming Home-Eve Dönüş” (1978; 1982)
* Sekiz Oscar ödüllü “My Fair Lady-Benim Tatlı Meleğim” (1964; 1968)
* Altı dalda Oscar ödülü adayı “Cat on a Hot Tin Roof-Kızgın Damdaki Kedi” (1958; 1962)
* “Pink Floyd The Wall-Duvar” (1982; 1986)
* “Crimes of Passion-Tutku Suçları” (1984; 1988)
* “The Terminator-Yok Edici” (1984; 1988)
* “Hardcore-Ayrılan Yollar” (1979 ; 1983)
* Oscar adayı “The Blue Lagoon-Mavi Göl” (1980; 1984)
* Oscar ödüllü “Born Yesterday-Dünkü Çocuk” (1950; 1954)
* “Octopussy-Ahtapot” (1983; 1987)
* “Emmanuelle-Hisli Duygular” (1974; 1978)
* “Silent Movie-Deli Dolu” (1976; 1980)
* “Hardcore-Ayrılan Yollar” (1979; 1983)
* “Monkey Business-Tehlikeli Oyun” (1952; 1954)

Türkiye Sinemaları’nda 3 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “Shogun” (1980; 1983)
* “Nickelodeon-Sihirli Kutu” (1976; 1979)
* “The Quiet Man-Kadın Satılmaz” (1952; 1955)
* “The Graduate-Aşk Mevsimi” (1967; 1970)
* “Cromwell-Ölmeyen Kahraman” (1970; 1973)
* “Beyond the Valley of the Dolls-Çıplaklar Vadisi” (1970; 1973)
* “Lolita” (1962; 1965)
* “Quo Vadis” (1951; 1954)
* “Empire of the Sun-Güneş İmparatorluğu” (1987; 1990)
* “The Three Faces of Eve-Üç Ruhlu Kadın” (1957; 1960)
* Oscar ödüllü “The Bridges at Toko Ri-Toko Ri Köprüsü” (1954; 1957)
* Oscar ödülü adayı “Moonraker-Ay Harekatı” (1979; 1982)
* Oscar ödülü adayı “For Your Eyes Only-Senin Gözlerin İçin” (1981; 1984)
* Yedi dalda Oscar ödülü adayı “Anatomy of a Murder-Bir Cinayetin Tahlili” (1959; 1962)
* “The Anderson Tapes-Korkunç Soygun” (1971; 1974)
* Beş Oscar ödüllü “Doctor Zhivago-Doktor Jivago” (1965; 1968)
* Üç Oscar ödülü adayı “12 Angry Men-Oniki Öfkeli Adam” (1957; 1960)
* Oscar ödülü adayı “The Go-Between-Arabulucu” (1970; 1973)
* Oscar ödülü adayı “The Pink Panther-Pembe Panter” (1963; 1966)
* Oscar adayı “Casino Royale-Gazino Royal 007” (1966; 1969)
* “For a Few Dollars More-Birkaç Dolar İçin” (1965; 1968)
* “A Fistful of Dollars-Bir Avuç Dolar” (1964; 1967)
* Üç Oscar ödüllü “Midnight Cowboy-Geceyarısı Kovboyu” (1969; 1972)
* Oscar ödüllü “They Shoot Horses, Don’t They?-Son Gerçek/Atları da Vururlar” (1969; 1972)
* Beş Oscar ödüllü “The King and I-Kral ve Ben” (1956; 1959)
* Dokuz Oscar ödüllü “Gigi” (1958; 1961)
* Oscar ödüllü “Dersu Uzala” (1975; 1978)
* “As You Desire Me-Çalınmış Aşk” (1932; 1935)
* Oscar ödüllü “Murder on the Orient Express-Şark Ekspresinde Cinayet” (1974; 1977)
* “Falling in Love-Geç Kalan Sevgi” (1984; 1987)
* Sekiz Oscar ödüllü “Amadeus” (1984; 1987)
* Dört Oscar ödüllü “Chariots of Fire-Ateş Arabaları” (1981; 1984)
* Üç Oscar ödüllü “Tess” (1979; 1982)
* On Oscar ödüllü “West Side Story-Batı Yakasının Hikayesi” (1961; 1964)
* İki Oscar ödüllü “Ryan’s Daughter-İrlandalı Kız” (1970; 1973)
* Altı Oscar ödüllü “Star Wars 4-Yıldız Savaşları” (1977; 1980)
* Oscar ödüllü “Star Wars 5-İmparator” (1980; 1983)
* Dört Oscar ödülü adayı “Star Wars 6-Jedi’nin Dönüşü” (1983; 1986)
* “Jaws 2” (1978; 1981)
* Oscar ödüllü “MASH-Cephede Eğlence” (1970; 1973)
* Oscar ödülü adayı “The Great Escape-Büyük Firar” (1963; 1966)
* Oscar ödülü adayı “Grease” (1978; 1981)
* “Abba: The Movie” (1977; 1980)
* “The Outsiders-Sokaktakiler” (1983; 1986)
* “Rumble Fish-Siyam Balığı” (1983; 1986)
* Dört Oscar ödüllü “Cleopatra” (1963; 1966)
* Altı Oscar ödüllü “A Man for All Seasons-Her Devrin Adamı” (1966; 1969)
* Oscar ödüllü “La Strada-Sonsuz Sokaklar” (1954; 1957)
* “The Good, the Bad and the Ugly-İyi, Kötü ve Çirkin” (1966; 1969)
* “Duel-Bela” (1971; 1974)
* “Gentlemen Prefer Blonde-Sarışın Bomba/Erkekler Sarışınları Sever” (1953; 1956)
* Oscar ödülü adayı “The Go Between-Arabulucu” (1970; 1973)
* İki Oscar ödülü adayı “Vertigo-Ölüm Korkusu” (1958; 1961)
* “Alvarez Kelly” (1966; 1969)
* “Spartacus” (1960; 1963)
* “Furyo / Merry Christmas Mr. Lawrence” (1983; 1986)
* “Rio Bravo-Kahramanlar Şehri” (1959; 1962)
* “The Train-Tren” (1964; 1967)

Türkiye Sinemaları’nda 2 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “Live and Let Die-Yaşamak İçin Öldür” (1973; 1975)
* “Lethal Weapon-Cehennem Silahı” (1987; 1989)
* “Mad Max 2” (1981; 1983)
* “The Big Sleep-Birleşen Kalpler” (1946; 1948)
* “The Seven Year Itch-Yaz Bekarı” (1955; 1957)
* Sekiz Oscar ödüllü “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” (1953; 1955)
* Beş Oscar ödüllü “Oliver-Masum Melekler” (1968; 1970)
* “Le salaire de la peur-Dehşet Yolcuları” (1953; 1955)
* Oscar ödüllü “To Catch a Thief-Kelepçeli Aşık” (1955; 1957)
* Oscar ödüllü “Back to the Future-Geleceğe Dönüş” (1985; 1987)
* İki Oscar ödüllü “The Longest Day-En Uzun Gün” (1962; 1964)
* Oscar ödülü adayı “Bus Stop-Otobüs Durağı” (1956; 1958)
* Oscar ödülü sahibi “Stalag 17-Casuslar Kampı” (1953; 1955)
* “Marnie-Hırsız Kız” (1964; 1966)
* Üç Oscar ödülü adayı “Brief Encounter-Kısa Tesadüfler” (1945; 1947)
* Oscar ödülü adayı “Little Big Man-Küçük Dev Adam” (1970; 1972)
* Dört Oscar ödüllü “Butch Cassidy and the Sundance Kid-Sonsuz Ölüm” (1969; 1971)
* Oscar ödüllü “Tora! Tora!Tora!” (1970; 1972)
* “Waterloo-Waterloo Savaşı” (1970; 1972)
* “Superman 2” (1980; 1982)
* Oscar ödülü adayı “Three Days of the Condor-Akbabanın Üç Günü” (1975; 1977)
* Yedi Oscar ödüllü “Patton-General Patton” (1970; 1972)
* “Reflections in a Golden Eye-Parıltılı Gözler” (1967; 1969)
* Oscar ödülü adayı “Leopar” (1963; 1965)
* Beş Oscar ödüllü “The Sound of Music-Neşeli Günler” (1965; 1967)
* İki Oscar ödüllü “Breakfast at Tiffany’s-Çılgınlar Kraliçesi” (1961; 1963)
* Sekiz Oscar ödüllü “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” (1954; 1956)
* Oscar ödülü adayı “Krakatoa: East of Java-Krakatoa Büyük Macera” (1969; 1971)
* Yedi Oscar ödüllü “Out of Africa-Benim Afrikam” (1985; 1987)
* “Scarface” (1983; 1985)
* Oscar ödülü adayı “Cheyenne Autumn-Baharda Hücum” (1964; 1966)
* Oscar ödüllü “Bullitt-Gangsterin Kaderi” (1968; 1970)
* “What’s Up, Doc?-Aşka Vakit Yok” (1972; 1974)
* Oscar ödülü adayı “Straw Dogs-Köpekler” (1971; 1973)
* Dört Oscar ödüllü “Raiders of the Lost Ark-Kutsal Hazine Avcıları” (1981; 1983)
* Oscar ödüllü “Indiana Jones and the Temple of Doom-Kamçılı Adam” (1984; 1986)
* İki Oscar ödülü adayı “Ironweed-Sonsuz Matem” (1987; 1989)
* “No Way Out-Çıkış Yok” (1987; 1989)
* “Secret Ceremony-Gizli Merasim” (1968; 1970)
* “Still of the Night-Gece” (1982; 1984)
* “A Cry in the Dark-Karanlıkta Bir Çığlık” (1988; 1990)
* “Junior Bonner-Vahşi Sürücü” (1972; 1974)
* Dört Oscar ödüllü “E.T.” (1982; 1984)
* Oscar ödülü adayı “The Champ-Şampiyon” (1979; 1981)
* Üç Oscar adayı “There’s No Business Like Show Business-Sahne Aşıkları” (1954; 1956)
* “The Three Muskeeters: The Queen’s Diamonds-Üç Silahşörler” (1973; 1975)
* “Monkey Business-Tehlikeli Oyun” (1952; 1954)
* Oscar ödülü adayı “How to Marry a Millionaire-Milyoner Avcıları” (1953; 1955)
* İki Oscar ödülü adayı “Mogambo” (1953; 1955)
* “The Big Sleep-Birleşen Kalpler” (1946; 1948)
* “Diabolique-Şeytan Ruhlu İnsanlar” (1955; 1957)
* Oscar ödüllü “Cool Hand Luke-Parmaklıklar Ardında” (1967; 1969)
* Dört Oscar ödülü adayı “Rear Window-Arka Pencere” (1954; 1956)
* İki Oscar ödüllü “Aliens-Yaratığın Dönüşü” (1986; 1988)
* Oscar ödülü adayı “Mohammad: Messenger of God-Çağrı: İslamiyetin Doğuşu” (1977; 1979)
* “Topkapı” (1964; 1966)
* “Birds-Kuşlar” (1963; 1965)
* “An American in Paris-Paris’te Bir Amerikalı” (1951; 1953)
* “Bugsy Malone” (1976; 1978)
* “La boum-Patlarsam Yanarsın” (1980; 1982)

Türkiye Sinemaları’nda 1 Yıl Gecikmeyle Gösterilen Filmler:

* “Anna Karenina” (1935; 1936)
* Oscar ödüllü “Love Story-Aşk Hikayesi” (1970; 1971)
* “Ben-Hur: A Tale of the Christ” (1925; 1926)
* Üç dalda Oscar ödülü adayı “Superman” (1978; 1979)
* “Music Lovers-Yalnız Kalpler” (1970; 1971)
* Sekiz Oscar ödüllü “Cabaret-Kabare” (1972; 1973)
* Üç Oscar ödüllü “The Godfather-Baba” (1972; 1973)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “Tommy” (1975; 1976)
* Beş Oscar ödüllü “Deer Hunter-Avcı” (1978; 1979)
* İki Oscar ödüllü “Apocalypse Now-Kıyamet” (1979; 1980)
* Oscar ödüllü “Poseidon Adventure-Poseydon Macerası” (1972; 1973)
* Beş Oscar ödüllü “The French Connection-Kanunun Kuvveti” (1971; 1972)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “Last Tango in Paris-Paris’te Son Tango” (1972; 1973)
* Oscar ödüllü “Seven Brides for Seven Brothers-Yedi Kardeşe Yedi Gelin” (1954; 1955)
* Altı dalda Oscar ödülü adayı “A Star Is Born-Bir Yıldız Doğuyor” (1954; 1955)
* Dört Oscar ödüllü “Sayonara-Elveda” (1957; 1958)
* “The Swimmer-Aşıklar” (1968; 1969)
* Oscar ödüllü “Klute-Fahişe” (1971; 1972)
* “Zardoz-Taş Tanrı Zardoz” (1974; 1975)
* “Cat People-Kedi Kız” (1982; 1983)
* “The Nightcomers-Karanlıkla Gelen Adam” (1971; 1972)
* Yedi Oscar ödüllü “Dances with Wolves-Kurtlarla Dans” (1990; 1991)
* “Gallipoli-Gelibolu” (1981; 1982)
* Oscar ödüllü “Top Gun” (1986; 1987)
* Dört Oscar ödüllü “Platoon-Müfreze” (1986; 1987)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “RoboCop” (1987; 1988)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “The Unbearable Lightness of Being-Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” (1988; 1989)
* Oscar ödüllü “Mississippi Burning-Mississippi Yanıyor” (1988; 1989)
* Oscar ödülü adayı “Diamonds Are Forever-Ölümsüz Elmaslar” (1971; 1972)
* “The Searchers-Çöl Aslanı” (1956; 1957)
* İki dalda Oscar ödülü adayı “The Wild Bunch-Vahşi Belde” (1969; 1970)
* “River of No Return-Dönüşü Olmayan Nehir” (1954; 1955)
* Oscar ödülü adayı “The Spirit of St. Louis-Atlantik Fatihi” (1957; 1958)
* Oscar ödüllü “Sabrina” (1954; 1955)
* Üç Oscar ödüllü “Roman Holiday-Roma Tatili” (1953; 1954)
* Oscar ödüllü “Victor Victoria” (1982; 1983)
* “Double Indemnity-Çifte Tazminat” (1944; 1945)
* İki Oscar ödülü adayı “55 Days at Peking-Pekin’de 55 Gün” (1963; 1964)
* İki Oscar ödüllü “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” (1967; 1968)
* Üç Oscar ödüllü “The Adventures of Robin Hood-Vatan Kurtaran Aslan” (1938; 1939)
* Dört Oscar ödüllü “Hamlet” (1948; 1949)
* “The Cassandra Crossing-Kassandra Geçidi” (1976; 1977)
* Dokuz Oscar ödüllü “Last Emperor-Son İmparator” (1987; 1988)

(08 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Natalie Portman ile Michael Fassbender Yeni Macbeth Uyarlamasında

William Shakespeare’in, dünyaca ünlü yönetmenler tarafından daha önce defalarca beyazperdeye uyarlanan, en az 400 yaşındaki ölümsüz tiyatro oyunu “Macbeth” bir kez daha beyazperdeye getirilecek.

Yeni “Macbeth”in yapımcılığını, “Shame-Utanç” ve yılın en iyi filmi, yönetmeni, erkek oyuncusu, özgün senaryosu dallarında Oscar kazanan “The King’s Speech-Zoraki Kral”ı da üreten See-Saw film şirketi üstlenecek.

Bu uyarlamanın yönetmenliğini Avustralyalı Justin Kurzel (“Snowtown” adlı filmi Türkiye’de gösterilmedi) yapacak.

2014’te gösterime sunulacak yeni “Macbeth” uyarlamasında “Closer-Daha Yaklaş”la Oscar adaylığı elde eden, “Black Swan-Siyah Kuğu”yla Oscar ödülü kazanan Natalie Portman ile “Shame-Utanç”, “300-300 Spartalı”, “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi”nin oyuncusu Michael Fassbender başrolleri paylaşacak.

Bu arada, Natalie Portman ile Michael Fassbender üç kez Oscar adaylığı elde eden yönetmen Terrence Malick’in adı belirlenmeyen yeni filminde de birlikte kamera önüne geçti.

En Ünlü “Macbeth” Uyarlamaları:

* Amerikalı yönetmen Orson Welles’in “Macbeth” (1948) adlı filmi.
* İngiliz yönetmen Ken Hughes’un “Joe MacBeth” (1955) adlı filmi.
* Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın “Sibiryalı Lady Macbeth” (1962) adlı filmi.
* Polonyalı yönetmen Roman Polanski’nin “The Tragedy of Macbeth-Kanlı Saltanat” (1971) adlı filmi.
* Japon Yönetmen Akira Kurosawa’nın “Throne of Blood-Kanlı Taht” (1957) filmi… “Kanlı Taht”, Venedik Film Festivali’nde büyük ödül Altın Aslan ödülü için yarıştı. “Kanlı Taht”, aynı zamanda yönetmen Akira Kurosawa ile oyuncu Toshiro Mifune ortaklığının 16 ürününden biriydi…

Akira Kurosawa-Toshiro Mifune İşbirliğinin Diğer Filmleri:

* “Drunken Angel” (1948)
* “The Quiet Duel” (1949)
* “Stray Dog” (1949)
* “Scandal” (1950)
* “Rashomon” (1950, Özel bir Oscar ödülü kazandı)
* “Idiot” (1951, Rus yazar Dostoyevski’nin “Budala” adlı romanının uyarlaması)
* “Seven Samurai-Yedi Samuray” (1954) Yul Brynner, Steve McQueen, Charles Bronson gibi oyuncuları bir araya getiren “The Magnificent Seven-Yedi Silahşörler” (1960) “Yedi Samuray”dan esinlenmiştir.
* “I Live in Fear” (1955)
* “The Lower Depths” (1957, Rus yazar Maksim Gorki uyarlaması)
* “The Hidden Fortress-Gizli Kale” (1958) Bu film George Lucas’ın “Star Wars”ına esin kaynağı oldu.
* “The Bad Sleep Well” (1960, Shakespeare’in “Hamlet”inden uyarlama)
* “Yojimbo” (The Bodyguard, 1961) Sergio Leone’nin yönettiği Clint Eastwood’un başrolünde olduğu “Fistful of Dollars-Bir Avuç Dolar” (1964) “Yojimbo”dan esinlenmiştir.
* “High and Low” (1963)
* “Sanjuro” (1962)
* “Red Beard” (1965)

(02 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Vertigo-Ölüm Korkusu’nun Restore Edilmiş Kopyası Cannes’da Gösterilecek

15-26 Mayıs 2013 tarihleri arasında düzenlenecek olan 66. Cannes Film Festivali’nde usta yönetmen Alfred Hitchcock’un Türkiye’de Ocak 1961’de “Ölüm Korkusu” adıyla gösterilen “Vertigo”sunun (1958) restore edilmiş kopyası gösterilecek.

Beş kez Oscar ödülüne aday gösterilen Alfred Hitchcock, Charles Chaplin (müzik dalında Oscar sahibi), Stanley Kubrick (özel efekt dalında Oscar sahibi), Robert Altman (yedi Oscar adaylığı), Peter Weir (altı Oscar adaylığı), Ridley Scott (üç Oscar adaylığı), Terrence Malick (üç Oscar adaylığı) ve Ken Russell (tek Oscar adaylığı) ile birlikte yönetmen Oscar’ından mahrum kalan en büyük ustalar arasında kabul ediliyor.

”Vertigo” sanat yönetmeni ve ses dallarında Oscar adaylığı elde etmişti.

”Vertigo”nun oyuncusu Kim Novak ise bu yıl Cannes Film Festivali’nin onur konuğu olacak ve kapanış töreninde ödüllerden birini kazananını sunacak.

Kim Novak, 54 yıl önce, 1959 Cannes Film Festivali’ne Türkiye sinemalarında “Gece Yarısı” adıyla gösterilen “Middle of the Night”ı temsil etmek için katılmıştı.

Cannes Film Festivali’nin bu yılki açılış ve kapanış törenlerinin sunucusuysa “Amelie” (2001), “Kayıp Nişanlı” (2004) ve “Da Vinci Şifresi”nin (2006) yıldızı Audrey Tautou…

(02 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Yaşamın Yükünü Sırtlayan İşçi Kadınlar

Halen gösterimde olan Bosna Hersek’ten ‘Çocuklar / Djeca’ ve bizden ‘Zerre’ güçlü kadın karakterleri merkeze alan iki güzel film. Bosnalı yönetmen Aida Begic’in ilk kez geçtiğimiz yıl Cannes Film Şenliğinde görücüye çıkmış filmi, 24 yaşındaki Rahime’nin yaşam mücadelesi üzerine. İnsafsız iç savaş yıllarında büyümüş, ebeveynlerini kaybetmiş genç kadın bir restoranın mutfağında çalışarak ayakta kalma savaşı verirken, bir yandan da iki göz oda evi paylaştıkları erkek kardeşinin koruyuculuğunu üstlenmiştir. Nedim ergenlik çağındadır. Savaş ortasında yetim kalmış birçok akranı gibi asidir, huzursuzdur. Üstelik şeker hastasıdır. Savaş sona ermesine ermiştir belki, ancak yoksul yetimler için yaşam koşulları hiç de parlak değildir. Savaş öncesi bölgenin en güçlü sanayilerinden birine sahip olan ülke, savaşın yıkımına eklenmiş dünya ekonomik krizi ve hukuka aykırı şekilde uygulanmış özelleştirme politikaları sonucunda, gerek ekonomik gerekse ahlâki açıdan tam bir çöküntü içindedir. Yolsuzluk almış yürümüş, gücü yeten güçsüzü, yoksulu ezer hale gelmiştir. İşte bu ortamda Rahime’nin tek dayanağı ve özgürleştirici gücü emeği ve inancıdır. Başını örtmüştür. Hem inancından, hem de savaş yıllarının tecavüz vahşetine bir refleks olarak belki. Öylesine güçlü, bir yandan da öylesine ürkektir ki kendisine sevgiyle yaklaşan genç adamın şefkatine bile karşılık veremez. Aida Begic ikinci filminde, Rahime’nin koşturmaca içindeki tedirgin mücadelesini, omuz kamerasının titrek ve huzursuz görüntüleriyle saptamış ve bu yaralı kalbin hüznünü, asil mücadelesini bir belgesel titizliğiyle aktarmış.

Erdem Tepegöz’ün, 32. İstanbul Film Festivali’nin programıyla çakıştığı için biraz geç gündeme getirdiğimiz ilk filmi ‘Zerre’nin, Bosnalı komşusunun filmiyle belirgin bir akrabalığı mevcut. Tarlabaşı’nın izbe sokaklarından birinde yine iki göz bir evde yaşlı annesi ve hasta küçük kızıyla yaşam mücadelesi veren Zeynep’in koşulları Rahime’den daha iyi değil, hatta daha da beter. İzbe bir tekstil atölyesindeki işinden de olmuş, ne olursa olsun bir iş bulma telaşındadır. Bir yandan gözü böbreğinin tekinde olan ev sahibiyle mücadele halindedir. Öte yandan, kilometrelerce ötede gece yatılı çalışmaya razı olduğu fareli fabrikalardaki erkeklerin sataşmalarına göğüs gerer. Ve Erdem Tepegöz, Zeynep’in çok kolay melodrama, arabeske yönelecek hikâyesini tam bir belgesel titizliğiyle ve bir ilk filmden beklenmeyecek olgunlukta anlatır.

Kadın karakterlere hayat veren muhteşem oyuncuları, her iki filmin de önemli bir şansı. ‘Çocuklar’da Marija Pikic ve ‘Zerre’de Jale Arıkan’ın yorumları her türlü takdire değer. Bu iki güzel film vesilesiyle tüm emekçilerimizin, yaşam mücadelesinde dimdik işçi kadınlarımızın 1 Mayıs emek bayramlarını kutluyorum.

(‘Çocuklar’ bu hafta İstanbul’da Gayrettepe Astoria Sinemaları’nda; ‘Zerre’ Beyoğlu Pera Sineması’nda izlenebilir.)

(29 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com