Kategori arşivi: Yazılar

Cafer Panahi’nin Sinemaya Aşk Mektubu

Bu hafta bizde de gösterime giren ‘Taksi Tahran / Taxi Teheran’ büyük ödüle layık görüldüğü geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin kapanış töreninde jüri başkanı Darren Aronofsky’nin başlığa taşıdığımız sözleriyle alkışlanmıştı. İran yetkilileriyle uzun yıllar süren çatışmasının ardından 2010 yılından başlayarak yirmi yıl süreyle film çekmek ve yurt dışına çıkmaktan men edildiği için yönetmen Cafer Panahi yoktu gecede. Ancak görüldüğü üzere İran Yeni Dalgasının bu önemli isminin sinema yapma inadı bir kez daha engel tanımamış, çağımız video devriminin olanakları sanatçının cesaretiyle birleştiğinde yasakların üstesinden gelmek zor olmamıştı.

2011 yapımı ‘Bu Bir Film Değildir’ ve iki yıl öncesinin ‘Perde’sini kapalı kapılar ardında çekmiş olan sinemacı yurtdışı festivallere gizlice gönderdiği bu üçüncü çalışmasında yıllardan sonra ilk kez sokaklara, Tahran’ın trafiği işlek caddelerine çıkıyor. Sarı renkli ticari taksiyi bizzat kendisi kullanıyor, ustası Abbas Kiarostami’nin kadınların sorunlarına eğildiği unutulmaz filmi ‘On’dan ilhamla arabanın iç mekânını bir kez daha film stüdyosu olarak değerlendiriyor. Arabaya binen farklı kesimlerden vatandaşlarla söyleşirken ‘Perde’de olduğu gibi karamsar bir hava esmiyor bu kez. Panahi yüzünden eksik etmediği tebessümüyle konuşmalara müdahil oluyor, soruları yanıtlıyor, kendisini de olayların içine katarak katmanları arasında gezindiği İran toplumunun mikro analizine girişiyor.

Taksi, Tahran caddelerini turlarken bir kadın öğretmen ile muhafazakâr erkek yolcunun hırsızlık olaylarının cezalandırılması tartışmasına, adamın kulağımıza pek aşina gelen ‘birkaçını sallandıracaksın’ çözümü karşısında öğretmenin itirazına tanık oluyoruz. Taksiyi paylaşan motor kazası geçirmiş çiftten kanlar içerisindeki kocanın, ölmesi halinde erkek kardeşleri karşısında karısının haklarını koruyacak bir video vasiyet için çabalamasını buruk bir kahkahayla izliyoruz. Telaşla taksiye binen iki yaşlı teyzenin yanlarındaki cam kavanozda taşıdıkları tatlı su balıklarını öğle vakti gelmeden kutsal Ali Ekber çeşmesinin havuzuna bırakmak konusundaki hayat memat çabaları bizdeki türbe / yatır hikâyelerini anımsatıyor.

Korsan DVD satıcısı Ümid’in taksiyi şenlendirmesi duygu gelgitlerine neden oluyor. Bir süre önce Panahi’ye bizim Nuri Bilge’nin ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’sını da temin etmiş olan işbilir satıcı yönetmene saygıda kusur etmezken, sinemacının yasaklı olduğundan dem vurmak suretiyle kendisine kârlı bir iş teklifinde bulunmaya cesaret ediyor. Panahi’nin sanatçı personasından kazanç sağlama amacı güden bu cüretkâr işbirliği önerisini kâh gülerek kâh hüzünlenerek takip ederken, yönetmenin tavsiye peşindeki genç sinema öğrencisine ‘evde oturarak çözüm bulamazsın, anlatacağın hikâyeyi ve biçimi kendin arayıp bulmak durumundasın’ öğüdüne kulak kabartıyoruz.

Daha sonra Panahi’nin (Berlin’de Altın Ayı’yı yönetmen adına almış olan) yeğeni Hana Saeidi konuk oluyor taksiye. Sinema yapmak isteyen ilköğretim öğrencisi yaman kız kısa film ödevi için tasarladıklarını anlatırken yasaların bu alandaki engellemalerini öğretmeninden öğrendiği kadarıyla aktarıyor izleyiciye. Böylece İran filmlerinde iyi karakterlerin kravat kullanmaması, Farsça dini isimler taşıması gereğinden, politik ve ekonomik konulardan kaçınma, eğer bir sorun varsa otosansüre başvurma zorunluluğundan haberdar oluyoruz. Dayısının yolundan gitmeye kararlı Hana’nın çekmeyi planladığı kısa filmde suç ve suçluyu göstermesi yasaktır. Sokak çocuğunun çaldığı parayı sahibine iade etmesi için aşırı çabası bu yüzdendir. Öğretmeninin ‘gerçekleri gösterin ama çok gerçekse göstermeyin’ şeklindeki absürd uyarısı karşısındaki trajikomik şaşkınlığını paylaşıyoruz küçük kızın. Ardından, Panahi’nin 2006 yapımı çalışması ‘Ofsayt’takine benzer bir biçimde stadyum kapısında tutuklanan genç kızların savunmakta olan kadın avukatın itirazına kulak veriyor, İran sinemacılar birliğinin Panahi’ye destek vermediğini öğreniyoruz ondan.

İran Kültür Bakanlığı’nın dayatmış olduklarını bir kez daha dikkate almıyor Panahi. Oto sansürün devlet sansüründen daha korkunç ve onur kırıcı olduğunu ifade eden sinemacının son çalışması 2000 yapımı ‘Daire’de olduğu gibi eliptik bir biçim izliyor, araba parçası çalanları cezalandırma tartışması ile başlayan anlatı bir hırsızlık olayıyla noktalanıyor. Yasak olmasına rağmen izliyoruz bu sahneyi. Panahi’nin finaldeki açıklaması ‘İslam kurallarına göre bu filmde kabul edilebilir insanların rol almaları gerekirdi’ şeklinde başlıyor. Lakin çağdaş teknoloji ürünü video kameraların marifetiyle artık hiçbir şeyin gizlenemediğini yetkililerin gözüne sokarcasına yönetmenin notu şöyle devam ediyor: ‘Benim isteğim dışında bu filmde rol almış bu türden kişiler olduysa onların ismini yazamıyorum. Katkıda bulunan herkese teşekkürler.’

‘Taksi Tahran’ tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış mizah yüklü bir yapım. Çağımız İran toplumu üzerine neredeyse gerçek zamanlı bir belge olmasının yanı sıra, sanatçı özgürlüğüne, sinemaya güçlü bir saygı duruşunda bulunan, arabanın kontrol paneli üzerine bırakılmış tek kırmızı gülün simgelediği yaşamın, ifade özgürlüğünün, umudun filmi, mucizevi bir başyapıt.

(25 Haziran 2015)

Ferhan Baran

Ferhan@ferhanbaran.com

Şiddet ve Cinsellik Altyazısız

Aşk ve nefretin tasviri için sözcüklere ihtiyaç var mıdır. Bu hafta sinemalarda gösterilmeye başlayan ‘Kabile / Plemya’ işte bu soruya güzel bir yanıt niteliğinde. Yönetmen Miroslav Slaboshpitsky’nin geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinden üç ödülle dönen ilk uzun metrajı karanlık işlerin döndüğü bir sağır ve dilsizler okulunda geçiyor. Duymayan ve işaret diliyle anlaşan engelli oyuncuların tümü amatör. Filmde herhangi bir altyazı ve dış sesin yer almayacağını ön jenerikten öğrendiğimizde farklı bir deneyimle karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz. Aktörlerin kullandığı işaret dilini çözemiyorsak tüm dikkatimizi perdeye vermek durumunda olduğumuzu anlıyoruz.

Yönetmen genel planları tercih etmek suretiyle işimizi kolaylaştırmıyor da. Bu seçimin bir nedeni var kuşkusuz. Yakın plandan kaçınarak bedenlerin kimlikleri tanımlamasını arzu ediyor Ukraynalı sinemacı. Ancak ustalıklı bir senaryo ve ekspresyonist yorumları hatırlatan aktörlerin vücut dili kısa sürede öykünün içine dalmamızı sağlıyor. Müzik de kullanılmıyor ancak tümüyle sessiz bir film değil bu. Sert adımlardan arabaların motor gürültüsüne, savrulan yumruk darbelerinin vücutlardaki yankılarından giysilerin kumaş hışırtılarına kadar çevredeki tüm doğal sesler öne çıkıyor özenle hazırlanmış ses bandında.

Daha önce çekmiş olduğu kısa metrajı ‘Sağırlık / Glukhota’ ile duyma ve konuşma engellilerin sessiz evrenine olan ilgisini belli etmiş olan yönetmenin ana aktörü Sergey (ki adını diğer oyuncularda olduğu gibi perdeden akan son jenerikte öğreniyoruz) okulun yeni öğrencisidir. Burada kendini soygun ve fahişelikle iştigal eden karanlık bir şebekenin içinde bulur. Okul yöneticilerinin de dahil olduğu bu suç ortamının kendine özgü bir düzeni vardır. Sergey hiyerarşi içinde giderek yükselirken hem daha çok suça bulaşır, hem de bu karanlık evrenin kurallarına bağlı olarak duruşu ve tavırları farklılaşır. Çete reisinin gözdesi Anna’ya tutularak çizmeyi aştığında ise çevresindekileri karşısında bulacaktır.

Sanıldığı gibi işitme ve konuşma engeli üzerine bir çalışma değil ‘Kabile’. Geçtiğimiz Selanik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen olarak ödüllendirilen Slaboshpitsky’nin hedeflediği insanoğlunun zaman zaman sözcüklerin ardına gizlenmiş, örtbas edilmiş temel içgüdülerini tüm çıplaklığıyla sergilemek. Saf cinsellik ve sert şiddet bölümlerinde beliren bu natüralist tavır anestezi olmadan gerçekleştirilen kürtaj sekansında doruğa çıkıyor. Görüntü ve kurgunun başındaki Valentyn Vasyanovich’in steadicam çalışması ve mükemmel uzun planları eşliğinde nefes nefese izlenen filmin başlarında sınıf öğretmeninin Avrupa Birliği haritası önünde Ukrayna hakkında konuştuğunu sezdiğimiz sahneyi hatırladığımızda farklı bir alt metin üzerine kafa yormaya başlıyoruz. Birliğin dışında bırakılmış Ukrayna’nın tüm kapalı toplumlar gibi suç ve yolsuzluk batağında boğuştuğu ve filmin diktatörlük üzerine bir metafor olup olmadığı geliyor hemen aklımıza.

(20 Haziran 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anadolu Anadolu: Elia Kazan

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Elia Kazan’a, Anadolu’yu hep içinde ve etrafında hissettiği “Amerika Amerika” ve “Kader Değişmez” filmlerini hatırlatmak istedik.

“Amerika Amerika…”

Büyük usta Kayserili Rum yönetmen Elia Kazan’ın içindeki kederleri ve umutları anlattığı 1963 yapımı siyah-beyaz “America America-Amerika Amerika”, değerli bir film. Bu film vakti zamanında ülkemizde yasaklanmıştı. Warner Bros’un sunduğu bu filmin senaryosunu Kazan yazmış. Zaman zaman belgesel tadı veren çarpıcı fotoğrafları kameraman Haskell Wexler çekmiş. Kazan, Kayseri ve İstanbul’da gizli çekim yapmış gibi hissediyorsunuz. Acele çekimlerden görüntüler yer yer titriyor. Filmin büyük bölümüyse doğal olarak Yunanistan’da çekilmiş. Yönetmen bu filminde sıkça zincirlemeli geçişler de yapıyor, zamanın ve mekânın değişmelerinde. Müzikleriyse Manos Hadjidakis bestelemiş. Filmde türkü de duyuluyor. Bu film, sanat yönetimi dalında Gene Callahan’a Oscar kazandırdı.

Kayseri topraklarından görüntüler yansırken, dış ses olarak da ustanın, Kazan’ın sesi duyuluyor. Yoksullukların sürdüğü ülkede, Rumlar ve Ermeniler, izin verildiği kadar yaşamlarını sürdürmeye gayret gösteriyorlar. Dış ses, “Adım Elia Kazan” diyor. Sonra, “Yunan (Rum) kanından Türk olarak doğmuşum. Amcamın bir gezisi nedeniyle de Amerikalıyım” diye ekliyor. Kazan, “Bu hikâye, ailemdeki yaşlı kimseler tarafından yıllar boyu bana anlatıldı. Anadolu’yu hatırlıyorlar. Erciyes Dağı’nı da hatırlıyorlar. /…/ Anadolu, Rumların ve Ermenilerin çok eski tarihlerdeki yurtlarıydı. 500 küsur yıl önce bölge Türkler tarafından istila edildi. Rumlar ve Ermeniler burada yaşadılar ama azınlık olarak. Rum teba. Ermeni teba. Türkler gibi fes ve çarık giydiler, aynı yiyeceği yediler, birlikte sıkıntı çektiler, yük işinde, ulaşımda eşekleri kullandılar. Aynı dağa, Erciyes’e baktılar ama farklı duygularla. Aslında onlar yenmiş ve yenilmiş olanlardı. Türklerin ordusu vardı. Halk soyulmaya başladığı zaman, Anadolu’nun her yerinde baskılar kendini gösterdi. Şiddet patlaması olmuştu, birdenbire ve pervasızca. Halk kaygılanmaya başladı. Kimileri de başka yurt aradı.” diyor. Bu konuşma devam ederken, görüntülerle de yoksulluklar da yansıyor. Yaşlı kasap kız çocuklarının ellerindeki tabaklara et koyuyor, eşekle yükler taşınıyor, askerlerin elleri korkuyla öpülüyor. Sonra köyün üstüne ezan sesi düşüyor.

Hikâye 1896’da başlıyor ve birkaç yılı anlatıyor. Rum Stavros Topuzoğlu (Stathis Giallelis) ve Ermeni Vartan Damadyan (Frank Wolff), Erciyes’in karlı eteklerinde buz kırıyorlar satmak için. Vartan, Stavros’a Amerika’daki dağları anlatıyor. Oradaki dağlar Erciyes’in kederlerine benzemiyormuş. Kısa ön jenerik yazısının ardından Kayseri Valisi, mülkü amirlere başkentten, İstanbul’dan gelen telgrafı okuyor. Ermeni komitacılar, Merkez Bankası’na bombalı saldırı yapmışlar. “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Sultan Abdülhamit Hanımızın dileği odur ki, Ermeni tebasına bu tedhiş olayının hoş görülmeyeceği…” diye uzayıp gidiyor telgraf. Stavros ve Vartan, at arabalarına buzları yükleyip yola koyuluyorlar. Çok geçmeden askerler yollarını kesiyorlar. Vartan, Ermeni olduğu için potansiyel suçlu. Rumların sesi çıkmıyor. Orada askerlerin komutanı, Vartan’ı tanıyor ve buzları yeniden arabaya yükletiyor. Asker, Vartan’ı ya tanımasaydı ne olurdu? Ermeniler üzerinde baskılar çoğalıyor, kiliseleri yakılıyor, mezalim yaşatılıyor. Kilise yakılırken içeride kadınlar ve çocuklar vardı. Olayda Vartan öldürülüyor. Stavros tutuklanıyor. Stavros’un babası, oğlunu kurtarmak için valinin elini öpüyor. İdare, Rumları seviyor dişleri olmadığı için. Ya Ermenilerin? Stavros’un babaannesi (Estelle Hemsley), bu dişleri anlatıyor Stavros’a ve Rumlara öfkeleniyor. Kendi topraklarında azınlık bu iki halkın acıları derin keder veriyor insana. Ermenilerin isyanı, milliyetçiliğin o devirlerde bu topraklara da gelmesinden olmalı. Şiddet elbette kötüydü. Mezalim de kötüydü. 1915’e daha vardı. Sonra Rumları mübadele ettik. Ardından da Yahudileri küstürdük. Ermeni adını duyan Türklerin gözünde birdenbire öfke ve derin nefret ateşi savruluyor. Ezelden beri gelen bu nefreti anlamaya çabalamak beyhude kalıyor. Naziler de Yahudilerden nefret etmiyorlar mıydı?

Stravros’un hayali, para bulabilirse Amerika’ya gitmek. Köylerinden geçen yoksul bir Ermeniyle karşılaşıyor Stravros. Adı Hohannes Gardaşyan (Gregory Rozakis) olan genç, yürümekten ayakkabıları paramparça olmuş. Onun Amerika’ya gitme hayali olduğunu öğrenen Stavros, O’na ayakkabılarını veriyor. Stavros’un babası İsak (Harry Davis), O’na ellerindeki tüm serveti veriyor. İstanbul’da halıcılık yapan yeğeni Odiseus’un (Salem Ludwig) yanında ortak iş yaparak ailesini yavaş yavaş İstanbul’a taşımasını umuyor Stavros’tan. Annesi Vasso (Elena Karam) karşı çıksa da eşeğiyle yola koyuluyor Stravros. Nehirden salla geçerken, Türk salcı O’nu soymaya çalışıyor. Kıyıda namaz kılan Türk Abdul (Lou Antonio), O’nu bu zor durumdan kurtarırken peşinden de ayrılmıyor. Abdul’u ilk gördüğünüz anda üçkâğıtçı olduğunu fark ediyorsunuz. Bir kasabaya geliyorlar beraber. Biri genç iki Çingene kadın, “Oğlan oğlan kalk gidelim/ İdareyi feneri yak gidelim/ Ne güzel oğlan/ Boynuma dolan” türküsünü çığırıyorlar. Bu türkü Balkanlar’dan, Anadolu’da çok seviliyor. Hatta Yunanistan’da bile. Handa gecelik geçirmek için yerleştiklerinde Abdul, hediyelik eşyalarını dağıtıyor hancıya ve Çingene kadınlara. Abdul’u başından atmaya çabaladıkça Abdul’dan gelen öfke de çoğalıyor. Abdul, eşeğindeki yükün ve paraların peşinde. Trenle ondan önce yola çıkan Abdul, Stavros eşeğiyle oraya geldiğinde Abdul O’nu zabitlere şikayet ediyor, kendini soyduğunu söylüyor. Zabitler her şeyi Abdul’a veriyorlar. Abdul, Stavros’a “Türklerin ya sevgisini ya öfkesini kazanırsın” diyor alay ederek. Bu söze inanmak gerek. Abdul O’nun peşini yine de bırakmıyor, kalan parayı almak için. Kavga ediyorlar. Abdul’u bıçakla yaralıyor. Abdul ölmüş müydü? Eşek de kaçınca Abdul’un cebinden birkaç lirayı alıyor ve trenle İstanbul’a doğru yola çıkıyor Stavros. Filmde insani hasletleri olan Türk hiç yok. Bir şey tümden iyi veya kötü olabilir miydi? Film ırkçılığa karşı dururken, ırkçılığın içine düşüveriyor, maalesef. Abdul’un kıldığı tuhaf namaz gösterisi bir ironi miydi, yoksa namazın nasıl kılınacağını bilmediklerinden dolayı mı böyle yansıyordu?

İstanbul’a ulaşan Stravros, ezan sesiyle Boğaz’da vapurlara ve gemilere özlemle bakıyor. Onlardan biri O’nu “özgürlükler ülkesi”ne mi götürecekti? Üçüncü sınıf gemi yolculuğunun 110 lira olduğunu öğrenen Stavros, kuzeni Odiseus’un halıcı dükkânına gidiyor. İşleri kesat giden kuzen, Stravros’un, paraları ve her şeyi kaybettiğini öğrenince yıkılıyor. Tüm umudu paralar olmayınca kuzeninin yanında keder yaşayan Stravros yol parası biriktirebilmek için oradan ayrılıyor. Hamallık yapmaya başlayan Stravros, burada orta yaşlı Ermeni hamal Garabet’le (John Marley) dostluğu ilerliyor. Garabet O’nu düşlerinden vazgeçirmek için uğraşıyor. Yol parasını biriktirebilmek için neredeyse kuru ekmek yiyen Stravros’un başını döndürerek geneleve sürüklüyor Garabet. Hiç karşı cinsle beraber olmamış Stravros. Bir yıldır da ancak yedi lira biriktirebilmiş. Parayı çaldırıyor. Garabet O’nu yeraltında çalışan komitacıların yerine götürüyor. Zabitler orayı basıyor komitacıları katlediyor. Cesetleri at arabasına yükleyip denize döküyorlar. Yaralı Stravros kurtuluyor ve kuzeninin evine gidiyor. Hayatı değişmeye başlıyor Zengin Rum halıcı tüccarı Aleko Sinikoğlu’nun (Paul Mann) “çirkin” kızı Tomna’yla (Linda Marsh) evlenip kuzenini de sıkıntıdan kurtaracaktı. Ya düşler? Ailede saygıyla karşılanıyor bıyık bırakmış Stravros. Tomna da O’na âşık oluyor. Neredeyse Stravros O’nun için son umut gibi. Eş anlamında. Müstakbel kayınpederi Aleko, onlara evlendikleri zaman hediye edeceği eve götürdüğünde, Stravros’la Tomna’nın duyguları da dışarıya çıkıyor bu konuşmalarda.

Hohannes’le de karşılaşıyor Starvros. Mutlu oluyor ve aç Hohannes’i lokantaya götürüyor. Hohannes’in Amerika düşlerinden vazgeçmemesi O’nu daha da mutlu ediyor. Çok geçmeden dükkâna gelen Ermeni aile, Aratun (Robert H. Harris) ve Sofya Kebabyan (Katharina Balfour) çifti O’na heyecan veriyor. Daha çok da Sofya veriyor bu heyecanı. Yaşlı ve zengin bu adamla çok genç yaşta evlenmiş Sofya, Amerikan vatandaşı da. Yakınlaşıyorlar ve Sofya O’na yol parasını veriyor ve Stravros düşlerine doğru yol alıyor. Gemide Hohannes de var ve Hohannes hasta. Amerika’ya hasta olanları alıyorlar mıydı? Yoksul insanlar geminin altındaki koğuşlarda ve güvertede yolculuk ederlerken, paraları çok olanlarsa lüks kamaralarda yolculuk yapıyor. Stravros, yolculuğun büyük bölümü Sofya’nın kamarasında geçiyor. Artun bundan rahatsız olmaya başlıyor ve Long Island’da O’nun yakalanması için çaba gösteriyor. Hohannes, ada göründüğünde suya, trajedisin atlıyor. New York’a ulaşabilseydi ayakkabı boyacılığı yapacaktı Hohannes. Boyacıların arasına katılan Stravros, Hohannes’in adından türetilen Joe Arness oluyor. New York’ta şevkle çalışıyor. Kazan’ın dış sesi yine duyuluyor. Daha sonraları tek tek ailesini Amerika’ya taşımış Stravros. Mutlu ve umutlu bir son, gerçeklikte de olabiliyordu. Film, üstüne ısrarla gidersen düşlere yaklaşırsın, diyor.

Bu film, 1997’deki 16. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Beyoğlu Emek Sineması’nın perdesinde görme şansına ulaşmıştık bu filmi.

“Kader Değişmez…”

Elia Kazan’ın 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “The Arrangement-Kader Değişmez”, yıllar sonra Topuzoğlu ailesinin şimdiki durumuna bakıyor. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu Kazan kendi romanından yazmış. Müzikleri David Amram yapmış. Ama filmin fonunda sıkça sanat müziği tınıları duyuluyordu. Görüntülerse Robert Surtees’ten. Kazan’ın bu filmindeki kurgu dili de çarpıcıydı. Bu kurguyla kendinizi bir Antonioni filminin içindeymiş gibi hissediyordunuz zihinsel kaos yaşarken. Zaman geçerken ve başka bir mekâna giderken “sert kesme”ler yapan Kazan, seyircilerin zihnini sürekli karıştırıyor. Hatta geriye dönüşlerde bile. Şimdiki zaman ve geçmiş iç içe geçerek kaos yaratıyor. Bu yüzden film iki defa görülmeyi hak ediyor. Kazan, bolca “şok zum”lu çekimler de kullanmış. Bu filmde teknik yönler de çarpıcı. Gwen’ın, fotoğraf karelerinin içinde hareketli görüntüsü gerçekten 1960’ların teknolojisine saygı duymanızı sağlıyor. Bir de, iki Eddie’nin aynı karede görünmesi de çarpıcı bir görsellikti. Filmde bazı konuşmaların belden aşağı olduğunu da belirtmeli. Filmin orijinal adı “Uzlaşma” anlamına geliyor. Bu, final bölümünde anlamlaşabilecek zihinlerde belki. Bu film, ülkemizde Mart 1972’de “Kader Değişmez” adıyla vizyona girmişti.

Los Angeles’ta reklam şirketinde yaratıcı işler ortaya koyan 44 yaşındaki bıyıklı Eddie Anderson (Kirk Douglas), güzel Amerikalı kadın Florence’la (Deborah Kerr) evli ve Ellen (Dianne Hull) adında da bir kızları var. Radyodan haber-reklam karışık dış ses duyuluyor banliyödeki havuzlu lüks malikâne yansırken. Evde hizmetçiler de var. Eddie ve Florence, önceki sabahlar gibi uyanıyorlar, birbirlerine “günaydın” diyorlar. Sonra Eddie, üstü açık spor arabasıyla işe doğru yola koyuluyor. Bu sabah, önceki sabahlara benzemiyor benzer tarafları olsa da. Otobanda arabasını hızla süren Eddie, iki kamyonun arasında beklenmedik bir şey yapıyor ve büyük kamyonun altına arabasını sürüveriyor. Gözünü hastanede açıyor. Bankadaki hesabı şişkin olan Eddie’nin küçük bir uçağı bile var. Şimdi bıyığını kesmiş Eddie’yi bunalıma iten şey neydi? Zihinden kısa kısa kolaj anlar düşüyor sürekli. Zephyr sigaralarının reklamında çalışırken hayatına güzel Gwen (Faye Dunaway) girmiş. Gwen, kendisini terk ediyor. Sonra da Eddie, geçmişini ve köklerini hatırlıyor, kimlik bunalımına düşüyor. Asıl adı Avengelos Topuzoğlu. O bir Rum. Stavros Topuzoğlu’nun oğlu. Adı bir WASP adıyla değişip Eddie Anderson olmuş. WASP (White Anglo-Saxon Protestant), yani “Beyaz Anglo-Sakson Protestan” o… WASP bir kadınla evlenmiş ve işinde yükselmiş. Ama geçmiş bırakır mıydı? Eddie, bir şizofreninin içinde gibi sanki.

Karısının kaygısı, bu lüks hayattan kopma kaygısı yaşıyor. İlk, Eddie’nin kardeşi Michael’ı (Michael Higgins) arıyor Florence. Sargıları açılan Eddie, nekahat dönemini evde geçirirken, zihni de ona oyunlar oynamaya başlıyor. Zihninden hep Gwen’ın görüntüleri düşüyor. Başlarda ondan hiç hoşlanmamış. Patronu Finnegan’ın (Charles Drake) casusu olarak görmüş onu Eddie. Ama çok geçmeden fırtınalı ilişki başlıyor ve onunla özgürce sevişebiliyor Eddie. Zihninde en unutulmaz anlarsa sahildeki görüntüler. Karısıyla bunları yaşaması da uzaklarda bir ihtimal onun için. Gwen, Eddie’nin metresi olmaktan sıkıldığında onu terk ediyor ve Eddie de boşluğa düşüyor. Anadolu, geçmiş ve birçok şey zihnini kurcalıyor. Zihninde sadece anlar bir an gelip gitmiyor, Anadolu’nun müzikleri de zihninde çalıyor sürekli. Kazan, sanat müziği formunda oyun havaları kullanmış çoğunlukla. Bu müzikler kulağa aşina geliyor. Florence’ın aileye yakın psikiyatrı Dr. Leibman da (Harold Gould) Eddie’ye pek bir şey veremiyor. Florence, gecenin derinliğinde yatak odasında Eddie’ye itirafta buluyor. Florence, Eddie’nin aldatmalarına karşılık vermek için tanımadığı bir adamla sevişmeyi denemiş, ama kadınsal bir sorundan bunu başaramamış. Eddie’yi sevdiğini söyleyip duruyor Florence. Gerçekten öyle miydi?

Elbette babası. Amerika’ya Joe Arness adıyla girmiş Stavros Topuzoğlu, sonradan adını Sam olarak değiştirmiş. Baba Sam (Richard Boone) hastalanmış. Stavros Sam, Amerika’ya gelmek için geride bıraktığı Tomna’yla da evlenmiş. New York’ta toplanıyor aile. Tomna (Anne Hegira), sert, girişken ve coşkulu adamı, Stravros’u hiç yalnız bırakmamış, O’na hep destek olmuş. Belki de ona minnettarlığından. Stravros, Amerika’ya göç ettiğinde O’nu hiç aramayabilirdi. NewYork’ta Gwen’in dairesini bulan Eddie, pencereden bir adamla O’nu görüyor. Zihninden adamı vurmak istiyor. Görüntüde çizgi romanlardaki patlangaçlar patlayıveriyor. Bir zaman sonra daireye giden Eddie, Gwen’la eskisi gibi olmasını bekliyor. Gwen, bir genç adamla beraber ve bir bebek de var ortada. Gwen, Eddie’nin varlığına tahammül edemiyor. Genç adamın arabasıyla uzaklaşan Eddie, sonra daireye dönüyor. Bebeğin kendisinden olduğundan kuşkulanıyor. Bu kuşku sonuna kadar sürüyor. Sonra yeniden ilişki başlıyor. Bir de kardeşi Charles’ın (John Randolph Jones) karısı Gloria da (Carol Rossen) var. Koca Sam’e bakmaktan bıkmış. Eddie, babasını hastaneden alıp, Long Island’daki çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği kıyıdaki malikâneye götürüyor. Burada babayla oğlun arasındaki ezelden beri gelen çatışmalar da su yüzüne çıkıyor. Hatta Freudyen bu çatışmalar. Geçmiş bu anlarda da zihninden düşüyor Eddie’nin. Babası, Eddie’den çalışabilmek için bir şans daha istiyor. Arada bir “aman aman” diyen baba, “Benim gibi tüccar kanı taşıyorsun” diyor Eddie’ye. Bu sözlere öfkeleniyor ve kırılıyor Eddie. Babası gibi olmamak için kendisiyle hep savaşmış Eddie. Sonra yaşlı kurt Sam, Anadolu’yu hatırlatan rakısını içiyor kederle. Gloria, bu ihtiyardan kurtulmak için bakımevi cankurtaranıyla (ambulansıyla) malikâneden kaçırıyor Sam’i.

Sonra yine kendiyle hesaplaşmasını sürdürüyor Eddie. Piyano çaldığı bir anda çok yakın zamandaki reklamcı geçmişi geliyor, hesaplaşıyorlar beraberce. Gerçeküstücü bir sahneydi bu. Ama hatıralar silinip atılabilir miydi? Gwen da gidiyor yanındaki genç adamla beraber. Sonra Eddie’nin zihin karışıklığı gibi kurgusal kaosla Eddie kendini yaralı olarak hastanede buluyor. Kendi kendini mi vurmuş, yoksa Gwen’ın yanındaki genç adam kıskançlıkla mı O’na ateş etmiştir. Aile avukatları şeytansı Arthur’un (Hume Cronyn) planıyla serveti karısının üstüne geçerken, kendini akıl hastanesinde buluyor Eddie. O’nu hastaneden çıkaran da Gwen oluyor. Yeniden başlayabilmek için. Hastaneye, ölmek üzere olan babasını görmeye gittiğinde, babasının gözlerindeki “bir şans daha” arzusunu görüyor Eddie ve O “bir şans daha” arzusunun peşinde Gwen’la yeni hayata başlıyor Eddie.

Bu filmi seyrettiğinizde, hangi kadınla yola çıkmayı umut ederdiniz? Florence’la mı, yoksa Gwen’la mı? Mutluluk oyununu oynayanı mı, yoksa gerçekliğin varlığını hissettireni mi tercih ederdiniz? Cevapları bulmak kolay değil. Kazan, bu filminde “Amerika Amerika” filmindeki genç Stravros’un gemi güvertesindeki anlarını da sepya olarak yansıtıyordu.

(07 Haziran 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tutkuları ve Korkularıyla Yves Saint Laurent

Bu hafta vizyona giren Bertrand Bonello imzalı ‘Saint Laurent’ ünlü Fransız moda ikonunun hikâyesine geçtiğimiz yıl gösterilmiş Jalil Lespert çalışması ‘Yves Saint Laurent’dan çok daha farklı bir biçimde yaklaşıyor. Lespert’in söz konusu filmi efsanevi modacının Cezayir’de geçen çocukluk yıllarından başlayarak Paris’te Christian Dior için çalıştığı dönemden muhteşem yükselişine tanıklık eden, hem hayat arkadaşı hem de iş ortağı Pierre Bergé’den kabul görmüş klasik bir biyografiydi.

Bonello’nun Bergé’den veto yemiş filmiyse bir döneme damgasını vurmuş üstadın zirve yılları olan 1967 – 1976 arasına eğiliyor ve bu muhteşem imparatorluğun cilasını kazımak suretiyle yaratıcı dehanın sırlarının, korkularının, güvensizliklerinin peşine düşüyor. Cezayir’in bağımsızlık direnişi ve Vietnam savaşının tetiklediği 68 hareketiyle dünyanın ve Fransız toplumunun fokur fokur kaynadığı dönemden belge görüntüler ile marka ismi adım adım tepeye taşıyan kreasyonlar koşut kurguyla beyazperdeye yansırken perde ardındaki yaratıcının özel hayatı, tutkuları, ilham perileri serbest vezinde birbiri ardına konuk oluyor Bonello’nun anlatısına.

Yves Saint Laurent’ın laboratuvar titizliğiyle çalışan atölyesi ile Paris’in çılgın gece hayatı arasında bölünmüş yaşantısına tanık oluyoruz. Geçmişinin şeytanlarıyla hesaplaşmasını izliyoruz. Rothko’nun soyut resimlerine olan ilgisini ve yaşamına daima yön verecek olan Proust tutkusunu öğreniyoruz. Bu öylesine bir tutkudur ki filmin ilk sahnesinde intiharın eşiğinde bir otele kayıt yaptırırken kendisini Proust’un ölümsüz karakteri Swann olarak tanıtacak, yazarın tıpkısını yaptırdığı karyolasında huzur bulacaktır. Proust’un geçmişe duyulan özlemle yüklü dizeleri, Cezayir’in parlak güneşi ve benzersiz renkleri çizgilerine sinecektir.

Bonello moda ilahının uyuşturucu ve alkolle beslenen hedonist yaşantısını kısa ve vurucu sekanslarla vurguluyor. Jaspert’in filminin omurgasını teşkil eden Bergé ile aşkını değil Karl Lagerfeld modeli Jacques de Bascher ile tutkulu birlikteliğini öne çıkarıyor. Buna karşılık uzun bir sekansı Bergé’nin Amerikalılarla iş toplantısına ayırmaktan kaçınmıyor. Yine modacının Mondrian hayranlığından yola çıkarak perdeyi karelere bölüyor, 1976 yılının ünlü defilesini beyazperdeye taşıyarak kendisini geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuş bir sanatçı olarak yorumluyor.

Bonello’nun sürprizlerle dolu filminin konuklarından biri de tasarımcının dostlarından tanınmış İtalyan yönetmen Luchino Visconti. Filmde Yves Saint Laurent’ın yaşlılığını canlandıran Helmut Berger, ‘Lanetliler’in küçük ekrandaki görüntüsüyle mucizevi bir biçimde çekici gençlik günlerine dönüyor. Üstadın bir diğer ilham perisi Maria Callas’ın sesinden ‘Un Bel di Vedremo’ ya da ‘Vissi d’Arte’ gibi ölümsüz Puccini aryalarının başköşede olduğu ses bandına Creedence Clearwater Revival ve Bonello’nun Moroder’i anımsatan kendi elektronik ezgileri katılıyor. Moda ikonuna hayli benzetilmiş Gaspard Ulliel, Pierre Bergé’de Jérémy Renier, Jacques de Bascher’de Louis Garrel’in çok yerinde seçimlerine kısa anne kompoziyonunda 70’li yılların unutulmaz oyuncusu Dominique Sanda ekleniyor. Kurguda Fabrice Rouaud, görüntülerde Josée Deshaies’in çizgi dışı işleri, Andy Warhol’un mektubuyla hayranlığını ilettiği ezber bozan sanatçının dehasına odaklanmış, biyografik türün konvansiyonlarına yüz vermeyen bu çalışmaya çok şeyler katıyor.

(04 Haziran 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Birdman Üzerine Sayıklamalar

Yeni Eğilimlerin Son Kalesi

2015 Oscar’larının tartışmasız galibi olan ve geçenlerde DVD olarak seyirciyle buluşan “Birdman”, öncelikle, geçtiğimiz yıl gösterime giren bir dizi filmin temalarıyla paralellik göstermesi bakımından dikkat çekici. Hatırlanacağı gibi “Gone Girl”ün finalinde, bir canavarla evliliğini sürdürmek zorunda kalan zavallı koca da, “Nightcrawler”da başarı merdivenlerini üçer beşer tırmanan ruhsuz haberci de nasıl bir medya düzeninden geçtiğimizi fısıldıyorlardı. Halkaya eklenebilecek son Cronenberg filminde de aynı sistem tarafından köpürtülen Hollywood mitosuna sıradışı bir yorum getirildiğini söyleyebiliriz.

Film, en büyük zaafı sayılabilecek ve zaman zaman “dağılma” tehlikesi gösteren çoklu tema yönelimi bir yana (Hollywood ve Broadway’in “sanat” ortamı, kültürel erozyon, aile içi ilişkiler, varolma savaşı vs.), “küllerinden doğan kahramanı” aracılığıyla benzer bir sonucu dile getiriyor. Kızının öngörüsüne göre Birdman, “facebook ve twitter’da dahi olmaması” nedeniyle kaybolmuş durumda. Zorunlu çıplak gösterinin izlenme rekoru kırması zafere giden yolun kapılarını aralarken, finaldeki eylemin medyadaki yansımaları, kahramanımıza “özgürlüğünü” kazandırıyor. Bir başka deyişle, zorlu mücadelenin galibi, yeni düzenin sınırlarını keşfetmesinden sonra işleri yoluna koyuyor. Atmaca’nın kaderiyle başbaşa bırakılması ve iç sesin susturulması da öyle…

Kuşkusuz “kuşak farkı” klişesinin ötesinde bir durum bu… Gelinen noktadan rahatsızlık duyan pek çok yönetmen olduğu düşünülürse, bu temanın 2014’le sınırlı kalmayacağı söylenebilir.

Eleştirinin Sefaleti

Filmin, “yaratma cesaretine” vurgu yapan anlatısı ile sektördeki yozlaşmaya işaret eden anların, kritik sahnelerde ortaya çıkan eleştirmen kimliğinde vücut bulması önemli; çünkü bu durum, sanatın popüler eğilimlerle çatışmasına da işaret ediyor. Bu haliyle “Beyaz Türk” kavramının Yeni Dünya’daki temsilcisi gibi görünen ve oyunu henüz seyretmeden ortaya çıkanı öngören eleştirmen, Hollywood’un çaptan düşmüş “yıldız tozunun” Raymond Carver’ı nasıl katledeceğini çok iyi biliyor. Burada enteresan olan, oyunun perde arkasında yaşanan gelişmelerin onu doğrular nitelikte olması. Parasal sorunlara eklenen oyuncu performansları ve Riggan Thomson’un (Michael Keaton) iç hesaplaşmaları, kabusun sinyalini veriyor. Mike Shiner’ın (Edward Norton) yorumları da pek farklı değil; zira o da, bir yanıyla medyatik eğilimlerin dışında kalıyor, underground bir tavrı temsil ediyor. Ne var ki malum finalin, her ikisinin de yenilgisini ilan ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir başka deyişle film, yüksek perdeden olmasa bile, kulaklarımıza böylesi bir “sanatsal” temsiliyetin sonuna gelindiğini fısıldıyor ve Emma Stone’un tezini -kara mizah yoluyla da olsa- haklı çıkarıyor: Bu bakışa göre, youtube’da tıklanma oranı, Carver’a yaraşır bir dokunuştan daha önemli!

Lindsay Duncan tarafından canlandırılan tiyatro eleştirmenin ne kadar antipatik çizildiğini hatırlayınca, ortaya çıkan manzarayı Inarritu’ya özgü “soğuk bir şaka” olarak nitelendimemiz kaçınılmaz oluyor.

Referanslar

Hollywood’un Hollywood’la imtihanı, Billy Wilder’ın “Sunset Bulvarı” ile doruğa ulaşıp (1950), Robert Altman’ın “Oyuncu”suyla (1992) yolculuğuna devam eder. Sözü edilen filmlerle akrabalığı bulunmasına karşın “Birdman”i doğrudan bu sınıfa dahil etmek uygun olmayabilir. Süper kahraman serisinin üçüncü filminde yer almayı reddetmesinden sonra kariyeri inişe geçen kahramanımızın yakasını bırakmayan iç ses tersini iddia etse de!…

Bu bağlamda, filmle daha yakın bir ilişkinin adresini, Federico Fellini’nin “Sekiz Buçuk”u (1963) olarak gösterebiliriz. Guido adlı bir yönetmenin yeni çekeceği filme konu bulmada yaşadığı zorlukları anlatan “Sekiz Buçuk”, hatırlanacağı gibi Marcello Mastroianni’nin muhteşem performansıyla akılda kalan kahramanının yaşadığı büyük sorgulamaya da tanık olmamızı sağlıyordu.

Sanatsal yönelimi bir başka noktayı işaret etmekle ve yaratım sürecini daha “riyakar” bir temele oturtmakla beraber, “Birdman”in de adı geçen filmin “kırıntılarını” topladığını söyleyebiliriz. Kendisiyle aynı dönemde gösterime giren Barry Levinson’un “Dönüm Noktası” ise, finaliyle “pişti olmanın” dışında, iki ana karakterin benzeştiği / ayrıştığı noktalar bakımından dikkat çekici. “Samimiyet sınavı” bakımından kantarın topuzu ikinci filme doğru kaysa da “Dönüm Noktası”nın çok daha mütevazı bir serüven olduğunun altını çizelim.

Formül Sineması ama…

Blaise Cendrars’ın deyişiyle “Sinemanın Kâbesi” konumunda olan Hollywood’da Akademi Ödülleri’nin mantığı üç bilinmeyenli denklemleri andırmaktadır. Bugünden bakıldığında “Yurttaş Kane”in safdışı bırakılmasını, Hitchcock ve Kubrick gibi yönetmenlerin ödül gecelerinden eli boş dönmelerini veya “Rocky”nin yumruklarının “Kızgın Boğa”yı nasıl yere serdiğini anlamak zor olsa da, olguları tarihsel süreçleri eşliğinde irdelemek, zor soruların yanıtını bulmayı kolaylaştırabilir.

Formüle dayalı bir sistemde, oyunu kuralına gör oynamayı bilen bir film olarak “Birdman”, işaret ettiği noktaları, sağlam senaryosu ve oyuncu tercihleriyle de pekiştirerek öne çıkmış görünüyor. Buna rağmen yapımı, Kracauer’in best seller romanlara dikkat çekerek popüler kültürü anlamamızı kolaylaştıracak teorisiyle paralel biçimde düşünmekte de yarar var: Michael Keaton’ın kariyerine atıfta bulunarak “maça 3-0 önde başlayan” film, günümüzün kültürel kodlarını deşifre etmeye yönelik zararsız oklarıyla hedefi tutturmaya çalışıyor. Raymond Carver gibi önemli bir yazarı eksen alarak sanat ortamına, ticari sinemanın referanslarıyla dikkat çekmek, araya kişisel trajedilerden toplumsal çöküşe kadar bir dizi devasa tema serpiştirmek de kolay iş değil. Sinema tarihinin çeşitli dönemlerinde karşımıza çıkmakla birlikte, son dönemlerin böylesi bir yoğunluğa sahip en dikkat çekici “işi” olan “Birdman”i, söylediği ve yeterince söyleyemediği “şeylerden” ve ardında bıraktığı sorulardan dolayı önemsemek gerekiyor.

(03 Haziran 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Altın Palmiye Fransa’da Kaldı

68. Cannes Film Festivali’nde Fransız yönetmen Jacques Audiard, Dheepan filmiyle Altın Palmiye Ödülü’nün sahibi oldu.

Dünya sinemasının önemli festivallerinden birisi olan Cannes Film Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu. Altın Palmiye için 19 filmin yarıştığı festivalde 11 günlük maratonun sonunda ödülleri toplayan ülke, festivalin ev sahibi Fransa oldu.

İkinci büyük ödül olan Büyük Jüri Ödülü’nü ise Le fils de Saul filmiyle Macar yönetmen Laszlo Nemes aldı.

En İyi Yönetmen Ödülü, Tayvan filmi The Assassin’ın yönetmeni Hou Hsiao-Hsien’a gitti.

En İyi Kadın Oyuncu ödülünü bu yıl iki oyuncu paylaştı. Fransız oyuncu Emmanuelle Bercot, Maiwenn’in yönettiği Mon Roi filmindeki rolüyle, ABD’li oyuncu Rooney Mara da Todd Haynes’in yönettiği Carol filmindeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu ödülünü paylaştı.

En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ise Stephane Brize’nin yönettiği La Loi du Marche filmindeki rolüyle Fransiz aktör Vincent Lindon’a verildi.

Jüri Ödülü’nü bu yıl Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, Lobster filmiyle alırken En İyi Senaryo Ödülü’ne de Michel Franco’nun Chronic filmi layık görüldü.

Altın Kamera Ödülü’nü de La Tierra y la Sombra filmiyle yönetmen Cesar Augusto Acevedo kazandı.

Türk yönetmen Ziya Demirel’in de Salı filmiyle Altın Palmiye için yarıştığı kısa metraj kategorisinde ödül Wave 98 filmiyle Lübnanlı yönetmen Ely Dagher’ın oldu.

Uluslararası kısa filmlerin yarıştığı La Cinéfondation Ödülleri’nde ise Share (Paylaş) adlı kısa filmi ile Amerika Birleşik Devletleri’nden katılan Pippa Bianco, genç yeteneklere verilen ödüle layık görüldü.

Lost Queens (Kayıp Kraliçeler) kısa filmi ile Ignacio Juricic Merillán ise ikincilik ödülünü kaptı.

Bu yıl ilk kez festivale eklenen ve belgesel dalında verilen L’Oeil d’Or Ödülü’nün sahibi ise Beyond My Grandfather Allende adlı yapıtın yönetmeni Marcia Tambutti Allende’ın oldu.

Festival, 13 Mayıs’ta başrolünü Fransız oyuncu Catherine Deneuve’un oynadığı Emmanuelle Bercot’un La Tete Haute filminin gösterimiyle açılmıştı. 27 yıl aradan sonra ilk kez kadın bir yönetmenin filmiyle perdelerini açan Cannes Film Festivali’nde Onur Ödülü de ilk kez bir kadın yönetmene verildi. Her yıl, önemli eserlere imza atmış fakat Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye almamış kişilere takdim edilen Onur Ödülü bu yıl Fransız yönetmen ve fotoğraf sanatçısı Agnès Varda’ya verildi.

Bu yıl ünlü yönetmen kardeşler Joel ve Ethan Coen’in başkanlık ettiği festivalin jürisinde; Fransız oyuncu Sophie Marceau, Kanadalı sinemacı Xavier Dolan, İngiliz oyuncu Sienna Miller, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, İspanyol oyuncu Rossy de Palma, Malili şarkıcı Rokia Traore ile Amerikalı aktör Jake Gyllenhaal yer aldı.

68. Cannes Film Festivali, İngiliz yazar Shakespeare’in ünlü eserinden beyazperdeye uyarlanan Macbeth filmiyle perdelerini kapattı. Justin Kurzel imzalı filmin yıldızları Michael Fassbender ve Marion Cotillard…

(26 Mayıs 2015)

Serpil Boydak

Fransız Polisiye Sinemasının Yüzü: Alain Delon

Fransız sinemasının dünyaya sunduğu büyük aktör Alain Delon’un etkileyici polisiyeler “Şehirde İki Adam”, “Öldürmek Arzusu” ve “Gang” filmlerinin atmosferine dalmak istedik. Bu üç filmi de sinema perdesinde görmüştük.

“Şehirde İki Adam…”

José Giovanni’nin 1973 yapımı “Deux Hommes dans la Ville-Şehirde İki Adam”, şartlı tahliye olmuş bir mahkûmun, suçlu her zaman suçlu diye düşünen bir polis tarafından trajediye sürüklenişini anlatıyor. Pathé’nin dağıttığı, Adel ve Medusa’nın ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Alain Delon (Alen Dölon) ayrıca filmin yapımcısı. Bu filmin müziklerini Philippe Sarde bestelemiş. İnsana hüzün ve coşku veren tema müziği çok etkileyiciydi. Çoğu yerde çarpıcı olan fotoğrafları da kameraman Jean-Jacques Tarbes yansıtmış. Yönetmen Giovanni’nin bu filmi, Ekim 1974’te ülkemizde vizyona girmişti. Delon’la ilk karşılaşmamız bu filmle olmuştu küçükken bir yaz. Sonrası da geldi işte.

22 Haziran 1923’te Paris’te doğan, 24 Nisan 2004’te Lozan’da vefat eden José Giovanni, bir yönetmen ve bir yazardı. O bir Korsikalıydı. Romanları sinemaya uyarlandı. Giyotinden zor da olsa kurtarmıştı kendini. Delon’la değerli filmler çıkardılar. 1975 yapımı “Le Gitan-Çingene” ve 1976 yapımı sinemaskop “Comme un Boomerang-Geri Tepen Silah” filmleri de vardı.

Filmin ruhu ve Fransız adaleti, Germain Cazeneuve’ün (Jean Gabin) anlattıklarıyla buluşuyor. Hapishanenden çıkan Germain, yolda yürürken kamera da onu kayarak takip ediyor. Germain iç sesiyle, “Artık adalete aynı gözle bakmamın imkânı yok. Sanki adaletin gizli bir yüzü olduğunu keşfetmiş gibiyim. İşleyen bir adli mekanizma var. Usul ve tüzükler. Bunların hepsi adaletin tiyatroya benzer bir görüntüsü aslında” diyor. Garda tren geliyor. Ön jenerik yazıları da yansımaya başlıyor. Germain trenden iniyor. Kalabalıklar arasında yürürken kendini tanıtıyor. Trajedinin ardından karısı Geneviève’le (Christine Fabrega) artık konuşmadığını söylüyor Germain. Karısı için, “O, her şeyi kadere bağlıyor. Belki de hakkı var” diyor iç sesiyle. Maison Centrale de Pontoise Hapishanesi’ne geliyor Germain. Film, trajediye kadar yaşananları yansıtmaya başlıyor. “Fransa’da buna benzer hapishaneler var. İki tane de giyotinimiz var. Biri büyük, biri küçük; biri taşrada dolaşır, diğeri sabit” diyor hapishaneye girerken. Germain, eski bir polis memuru. Şimdiyse Adalet Bakanlığı’nda çalışan, emekliliği gelmiş yaşlı bir insan. Germain, 12 yıl hapis cezası almış, bunun on yılını hapiste yatarak geçirmiş banka soyguncusu Gino Strabliggi’yi (Alain Delon) şartlı tahliyeyle serbest bıraktırmaya çabalıyor. Polis müfettişi Goitreau (Michel Bouquet) tahliyeye karşı çıkıyor. Ona göre suçlular asla doğru yola gelmezdi. Gino, hapishanede matbaacılık mesleğini öğrenmiş sakin bir insan. Geçmişine de dönmeyi düşünmüyor. Belki de matbaacılık mesleğini sevmesinden. Meslek sahibi olmak değerliydi. Kendine ahlaklı olmanın da güzel olduğunu hissettirmesindendi. Toplantıda yargıç serbest kalmasına onay veriyor. Germain sonra Gino ve başka mahkûmlarla bir araya geliyor. Onlara bir olay anlatıyor kışkırtıcı kelimelerle. Bu olay karşısında tepkilerini anlamak için. Dışarı çıkan Germain, Gino’nun karısı Sophie’nin (Ilaria Occhini) yanına gidiyor. Sophie, bankta oturmuş, müzik pikabından kocası Gino’nun en sevdiği plağı dinliyor. Bu şarkı on yıl boyunca onu yakınında hissettirmiş. Çok geçmeden Gino hapisten çıkıyor. Sophie’yi kapıda beklerken buluyor. Her şey başından başlıyor. Çünkü aşkları güçlüydü.

Paris’e Germain’in arabasıyla dönerken Gino’nun başı dönüyor. Durup bu temiz oksijeni içine çekmek istiyor. Peşlerinde de bir araba var. Sophie’nin çiçekçi dükkânı işletiyor. Gino da kendini hayata bağlayan mesleği matbaacılık işini yapıyor Paris’te. Eski “iş ortakları” çok geçmeden Gino’yu buluyorlar çiçekçi dükkânında. Sakallı Marcel (Victor Lanoux), yanında iki adamla Gino’nun karşısına çıkıyor banka soymak için. Çeteye yeni katılmış genç olan (Gerard Depardieu) hemen işe koyulmak istiyor. Gino onları başından atıyor. Öte taraftan Germain de başka bir mahkûmla (Jacques Marchand) ilgileniyor. Mahkûm, fener yapmaktan sıkılmış ve umutsuzluğa düşmüş, depresyona girmiş. Ardından mahkûm kendini hücresinde asıyor. Hapishanede isyan da çıkıyor o sıralarda. Mahkûmlar ayaklanıyor ve yangın çıkartıyorlar. Gerçekten bu filmin devrimci ruhu da var. 1970’li yıllar da bile Fransız polisine ve adaletine eleştiri getirmesi çok önemliydi. Fransız polisi bir kahramandı ve toz kondurulamıyordu. Kopenhag Kriterleri her şeyi değiştirdi. Giyotini ve diğer idamları kaldırttı. Germain evine geliyor. Gino ve Sophie de oradalar. Germain’in karısı Geneviève, kızları Evelyne (Cécile Vassort) ve oğulları Frédéric de (Bernard Giraudeau) evdeler. Suç ve suçlu üstüne tartışıyorlar. Germain, ortada bir suç varsa, suçluyu değil, o suçu oluşturan şeyleri önemsiyor. Gino için şartlı tahliyesinde sorunlar da ortaya çıkıyor. Şartlı tahliyeden yararlananlar Paris gibi büyük şehirlerde ikamet edemiyorlarmış. Germain, Akdeniz’de Montpellier şehrine tayin olmuş.

Zaman geçiyor. Üniversite dağılıyor. Frédéric, sevgilisiyle öpüştükten sonra arkadaşının 1971 model Honda SL 125 motosikletinin arkasına biniyor ve evlerine gidiyor. Gündüz. Akdeniz kıyısında Gino, Sophie, Germain, Geneviève, Frédéric ve Evelyne piknik yapıyorlar. Mutluluk ışığını her taraftan yansıtıyor bu anlarda. Zincirlemeli geçişle yolları ayrılıyor. Germain, 1966 model Peugeot 404 arabasıyla Montpellier’ye yönüne, Gino da Paris yoluna düşüyor. Mutlulukla 1962 model Ghia 1500 GT kırmızı arabalarıyla giderken, karşı yönden gelen yarışan iki arabayla çarpmamak için direksiyonu kıran Gino, yoldan çıkıyor ve karısı ölüyor. Hastaneden Germain’i ağlayarak arıyor sonra Gino. Hastaneden çıktıktan sonra evinde kendini bırakmış insanlar gibi darmadağın yaşayıp gidiyor Gino. Sevdiği plağı yüksek sesle dinleyince de apartmandaki komşuları da şikâyete geliyor hemen. Şimdi ne yapacaktı? Gündüz. Germain, Gino’nun çalıştığı matbaaya geliyor. Çok geçmeden Gino da Montpellier’ye yerleşiyor, matbaada çalışmaya başlıyor. Germain’in ailesiyle kederlerinden uzaklaşmaya çalışıyor. Yaşama sevinci yeniden geliyor Gino’nun. Fonda da tema müziği çalıyor bu anlarda. Gino kalecilik bile yapıyor kırlarda. Delon, bizim Galatasaray’ın kalecisi Fernando Muslera’dan daha iyi plonje kurtarışlar yapıyordu.

Bir gün Gino, Lucie adında sarışın bir İngiliz genç kadınla, Lucie’yle (Mimsy Farmer) Germain’in evine geliyor. İlişkileri yeni başlamış. Flört ediyorlar daha. Lucie’nin bir sevgilisi varmış, daha ayrılmamışlar. Gino, geçmişiyle ilgili Lucie’yle konuşması için Germain’den yardım bile istiyor. Gino, imza atmak için karakola gidiyor, maaş çekleriyle beraber. Orada birdenbire polis müfettişi Goitreau’yla karşılaşıyor. Goitreau, taciz gibi onu rahatsız etmeye başlıyor. Gino’nun sevgilisi Lucie’nin uluslar arası bankada çalıştığını da keşfedince, Gino’nun yeni planlar peşinde olduğunu düşünüyor. Goitreau, takıntılı bir polis. Kişiliği ve ahlaki değerleri de zayıf bir polis. Goitreau da Montpellier’ye tayin olmuş. Kışkırtıcı kelimelerle Gino’yu aşağılıyor Goitreau. Ondan sonra da sürekli Gino’yu gözlem altında tutuyor. Bankaya da uğruyor ve Lucie’yle konuşuyor Goitreau. Akşam dairede. Germain, onları ziyarete gelmiş. Gino, Germain’le Lucie’yi baş başa bırakmak için çabalıyor, sonunda başarıyor. Bu anlar eğlenceliydi. Gino’nun daire kapısının arkasında, “Zabawa w Masakre” filminin afişi asılı hep. Aynı afiş, Paris’teki dairede de fark ediliyordu. Bu, Fransız yönetmen Alain Jessua’nın 1967 yapımı “Je de Massacre” filminin Lehçe basılmış afişi. Alain Delon, bu yönetmenle 1973 yapımı “Traitement de Choc-Şok” filminde çalışmıştı. Lucie, her şeyi bildiğini söylüyor Germain’e. Silmeyle (wipe) zaman geçiyor ve Gino daireye dönüyor. Germain gitmiş. Lucie, “Aşkta bazı sırlar olmalı” diyor Gino’ya. Araştırmayla, İngiliz yönetmen Walter R. Booth’un 1901 yapımı sessiz “Scrooge, or Marley’s Ghost” filminde ilk silme tekniğini bulabildik.

Sabah işyerinde. Patronu (Guido Alberti), Gino’nun çalışkanlığından memnun. Gino’yu oğlu gibi görüyor. Dışarıda da Goitreau, matbaada çalışan Gino’yu izliyor hata yapması için. Görüntü kararıyor. Sabah. Gino kırmızı arabasına biniyor, içerdeki dikiz aynasından Goitreau’yu görüyor. Gino, Lucie’yi işe bırakırken onu öpüyor. Arabasına giderken, Marcel ortaya çıkıyor birden. İspanya’dan geliyormuş çetesiyle. Kaldıkları yerin adresini Gino’nun cebine koyuyor Marcel. Sevgilisinin bankacı olduğunu biliyorlar. Az uzakta da Goitreau, 1872 model Citroen DSpécial polis arabasının içinde olanları not ediyor. Goitreau, Marcel ve çetesinin Mercedes arabasını takip ediyor, inlerini öğrenmek için. Gino da matbaada çalışmayı sürdürüyor. İyi patronu, iyi işi ve iyi bir sevgilisi var. Bir de dostu Germain ve ailesi. Mutlu insan başka ne isterdi? Gündüz. Lucie, matbaaya elinde tebligatla geliyor. Emniyetten gelmiş. Gino, karakola gidiyor. Goitreau, onu tehdit ediyor, sonra da hücreye atıyor öfkeyle. Gino’nun evine gidiyor çok geçmeden Goitreau araştırma yapmak için. Elbisenin cebinde Marcel’in yazdığı adresi buluyor. Bu onun için büyük bir delil. Gino için bir dosya bile açıyor takıntılı Goitreau. Diğer tarafta Lucie de Germain’in yanına gidiyor Gino’nun tutuklandığını söylemek için. Germain karakola gidiyor hemen. Gino, Sophie’yle beraber kazada ölmediği için üzülüyor. Goitreau, bir cehenneme dönüşüyor Gino için. Germain gece evinde ailesiyle televizyonda polisiye film izliyor. Lucie de orada. Lucie gittikten sonra Evelyne, Frédéric’e dert yanıyor. Lucie’nin ondan ne fazlalılığı vardı? Gino onu neden fark etmemişti hiç? Lucie’yi kıskanıyor muydu? Ertesi gün. Gino hapisten çıkmış. Evde Lucie ona, çocuk sahibi olmaktan söz ediyor. “Senin kadar yakışıklı” diyor. Küçücük ve yavaş yavaş büyüyen bir çocuk istiyor Lucie. Gündüz Germain, Goitreau’yu ziyaret ediyor. Goitreau’ya, Gino’nun iyi insan diyor. Ama Goitreau için bu dünyada tek bir şey var, o da Gino’yu mahvetmek. Goitreau’nun zihni hastalıklı mıydı? Germain, matbaada Gino’ya da uğruyor. Psikolojik baskı altındaki Gino patlıyor. Goitreau, Lucie’yi bankada rahatsız ediyor. Lucie’yi almaya gelen Gino dışarıdan onları görüyor. Öfkeyle oradan ayrılan Gino, eski arabaların olduğu yerde balyozla arabaları parçalamaya başlıyor. İçindeki öfkeyi boşaltmak istiyor. İş sahipleri “Hasta mısın” diye onu durduruyorlar. Öte çete, arabalarıyla kaldıkları yere geliyorlar. Polisler de peşlerinde. Soygun yapmışlar. Polis baskın yapıp tutukluyor onları. Goitreau, hastanede yaralı yatan Marcel’e blöf yaparak işin içinde Gino’nun da olduğunu itiraf etmesini istiyor. Amacına ulaşamıyor.

Goitreau, Gino’nun peşine sürekli polis takıyor sonra. Gino da, kırmızı arabasının yerine ikinci el başka bir araba alıyor. Yerinde duramayan Goitreau, Gino’nun evine gidiyor. Lucie’yle konuşmak istemiş. O sırada Gino da daireye geliyor. Sessizce kapıyı açıyor, onları izliyor. Goitreau, Lucie’ye asılınca dayanamayan Gino üzerine atlıyor ve öfkesine yeniliyor. Goitreau’yu öldürmesi polise yetmiyor, şartlı tahliyeden bu yana ne yaşanmışsa onu da sorguluyor. Komiser (Pierre Collet), bazı şahitleri getirerek yüzleştiriyor Gino’yla. Hapse giren Gino mahkemesini bekliyor. Avukatlığını Bayan Baudard (Malka Ribowska) üstleniyor. Çok geçmeden mahkemeye çıkartılıyor. Germain, kararını baştan vermiş mahkeme tiyatrosuna sadece bakıyor. Jüri üyeleri uyukluyor. Savcıyla (Jacques Monod) yargıç (Jacques Rispal), avukatın ve Germain’in konuşmalarını dikkate almıyor. Onlara göre hafifletici nedenler yoktu. Mahkeme, Gino’yu idama mahkûm ediyor. Avukat Baudard, son umut için cumhurbaşkanına başvuruyor. Üç ay geçiyor. Cumhurbaşkanından hapishane müdürüne (Armand Mestral) tebligat geliyor. Aynı tebligatı polis avukata da götürüyor. Olumsuz. Silme tekniğiyle kamera Germain’in evine gidiyor. Lucie de orada. Hapishanedeyse giyotinin zamanı geliyor. Gino’nun saçları kısaltılıyor. İnfaz günü, beyaz gömlek, pantolon ve ayakkabı getiriliyor hücresine. Rahip, dinin huzurunu getirdiğini söylüyor ona. Giyiniyor. Hücresinden çıkıyor. Avukatına sarılıyor. Germain’e, “Korkuyorum” diyor. Giyotine yolculuk başlıyor. Gardiyanlar tabureye oturtuyorlar. Gömleğin yakasını kesiyorlar, ellerini ve ayaklarını bağlıyorlar. İçki ve sigara içirtiyorlar. Dışarı çıkartıyorlar. Yavaşça giyotine yaklaşıyor. Başı öne düştükten sonra giyotinin bıçağı aşağıya düşüyor. Kamera, filmin başına dönüyor sonra. Hapishaneden çıkmış Germain sokakta yürürken, film ve her şey bitiyor.

“Öldürmek Arzusu…”

Jacques Deray’in yönettiği 1975 yapımı “Flic Story-Öldürmek Arzusu”, psikopat bir soyguncunun peşindeki bir polis müfettişinin başarısını anlatıyor. Yapımcı Alain Delon. Pathé’nin dağıttığı Adel ve Mondial’in sunduğu bu kara filmin senaryosunu Alphonse Boudard ve Jean-Claude Carrière ortak yazmışlar. Senaryo, Vidocq’tan sonra Fransız polisinin en önemli polis müfettişlerinden Roger Borniche’in otobiyografik eserinden yazılmış. Borniche’in edebiyat tarafı da güçlü. İnsanın içinde dolaşan etkileyici müzikleri Carlo Rustichelli bestelemiş. Fotoğraf sanatına armağanlar sunan çarpıcı görüntüleri de kameraman Silvano Ippoliti yansıtmış. Bu görüntüleri sinema perdesinde görmek gerekiyor. Bu film ülkemizde, Şubat 1978’de vizyona “Öldürmek Arzusu” adıyla çıkmıştı. Sinema üstatları, filmin ruhuyla buluşan bir isim bulmuşlardı zamanında. Onlara saygı sunmak gerek. Ama DVD’de “Öldürmek Hırsı” adıyla yayımlandı ne yazık ki. Bu filmi sinema perdesinde üç defa gördüğümüz halde seyretmeye doyamamıştık küçükken. Günümüz sinemasında böyle değerli polisiye filmleri bulabilmek kolay değil.

19 Şubat 1928’de Lyon’da doğan ve 9 Ağustos 2003’te Boulogne-Bilancourt’da vefat eden Jacques Deray, Delon’un çok değer verdiği polisiye sinemanın önemli yönetmenlerindendi. Yönetmen, Dolon’la Fransız polisiye sinemasına katkılar sunmuş önemli filmler yaptı. Ülkemizde vizyona çıkmış filmleri hatırlatmalı. İlk buluşmaları muhteşemdi. 1969 yapımı “La Piscine-Sen Benimsin” suç filmiydi. Filmde Delon’un karşısında Romy Schneider, Maurice Ronet ve Jane Birkin vardı. Küçük bir seriye dönüşen iki gangster filmi çektikler. İlki, 1970 yapımı “Borsalino”, Delon’la Jean Paul Belmondo’yu bir araya getirmişti. Filmin dünyada ilgi göreceğini öngöremediler. Finalde, Belmondo’nun canlandırdığı François Capella ölünce, devam filminde Roch Siffredi’yi canlandıran Delon tek başına kalmıştı. İkinci film, 1974’te “Borsalino and Co.-Borsalino ve Çetesi” adıyla çekilmişti. 1980 yapımı “3 Hommes a Abattre-Üç Adam Ölecek” filmini de yaptılar. Ülkemizde gösterime çıkmamış filmleri de vardı.

Paris… Filmin hikâyesi, 1947’den 1956’ya Emile Buisson’un (Jean-Louis Trintignant) giyotinle idam edilişine kadar süren dokuz yılı anlatıyor. Hikâye, 03 Eylül 1947 günü başlıyor. Sabah. Kamera, sola kayarak polis müfettişi Roger Borniche’in (Alain Delon) ayaklarını yansıtıyor. Ağzından hiç sigara düşmeyen Roger, iç sesiyle “Adım Borniche. Roger Borniche” diyor. Ön jenerik yazıları kırmızı renkte yansıyor. Roger, “Milli Emniyet’te müfettişim. Polisim yani. Bu lanet mesleği seviyorum” diyor sonra. Merdivenlerden çıkarken, “Ama bu sabah Catherine’le yatağımızda kalmayı yeğlerdim” diye ekliyor Roger. Başmüfettişlik terfisi de bekliyormuş. Kendi bürosuna geldiğinde ekibindeki müfettişler birinin ifadesini almaya çalışıyorlar. Kendi yöntemleriyle. Roger, müfettişler Darros (Denis Manuel) ve Hidoine’le (Henri Guybet) çalışıyor. Roger, ifade alırken şiddete karşı olsa da bazı durumlarda göz yumuveriyor. Raymond’un (Mario David) barı kurşunlanmış. Roger, Raymond’un kendi muhbiri olmasını öneriyor. O zaman onu serbest bırakabilirmiş. Roger’yi amiri Komiser Vieuchêne (Marco Perrin) çağırtıyor. Emile’in akıl hastanesinden kaçtığını söylüyor. Roger, Emile’i duymamış. Emile, II. Dünya Savaşı’ndan önce soygunlar yapmış. Savaşta da sürdürmüş soygunları. Vieuchêne, Paris Emniyeti’nden Komiser Clot’ya, Milli Emniyet’in ayakta olduğunu göstermeleri gerektiğini düşünüyor. Suçlu vakaları Paris polisinin tekelindeymiş. Emile’in yakalanması Roger’ye veriyor komiser. Öte taraftan Raymond da, Clot’nun muhbiriymiş. Roger, şantajla Raymond’u kendi tarafına alıyor.

Gündüz. Emile ve adamları sokakta arabadalar. Bir binanın önünde duruyorlar. Üç kişi bir daireye geliyorlar. Suzanne (Françoise Dorner), oradaki René Bollec’in (Maurice Barrier) kız kardeşi. Jean-Baptiste de (André Pousse) Emile’in abisi. Emile’in canı dansa gitmek istiyor birden. Gece kulübünde Emile tabancasını çıkartıyor, sahnedeki akordeoncuya ateş ediyor. Akordeoncu ispiyonculuk yapmış. Emile, hırsla değil, arzuyla öldürüyor. Donuk yüzünün altında haz yatıyor. O deli miydi? Emile, Edith Piaf ve müziğinin de tutkunu. Bir de Le Figaro adındaki sağcı gazetenin. Milli Emniyet’te de L’Humanité adındaki sol ruhlu gazete göze çarpıyor hep. Akşam. Catherine (Claudine Auger) eve geliyor. Roger, Emile’in dosyası üzerinde çalışıyor evde. Catherine, avukat yanında çalışıyormuş. Yemek yerlerken Emile hakkında konuşuyorlar. Deliymiş gibi yaparak tımarhaneden kaçmış Emile. Catherine, onun çok tehlikeli olduğunu söylüyor. Roger, “Muhtemelen sorunlu bir çocukluk döneminin sonucu” diyor. “Alkolik baba, karınlarını doyurmaları için onu hırsızlığa yollamış. Bunun sonucunda papaz olamazsın ki” diye sürdürüyor sözünü. Roger, Emile’in dönüşü olmayan yerde olduğunu düşünüyor. Hem onun hem de onun öldüreceği insanların hayatını kurtarmak istiyor Roger.

Gece… Emile, zenginlerin tıkındığı bir restoranda. Koltuklar maviler içinde. Restorana Emile’in iki adamı da geliyor. Soygun başlıyor. Küpeler, bilezikler, yüzükler, cüzdanlar vs. Sonra dışarıdaki arabaya binip gidiyorlar. Araba hızla gittiği için motosikletli devriye polis peşlerine takılıyor. Emile, polise ateş ederek yaralıyor. Başka bir motosikletli devriye peşlerine takılıyor. Emile onu da vuruyor ve polis ölüyor. Raymond’un barına gidiyorlar. Mado (Frêderiques Meininger) orada. Ganimeti bilardo masasının üstüne seriyorlar. Gündüz. Komiser Vieuchene odasında, öfkeyle Roger’yle konuşuyor. Polis öldüğü için kızgın. Roger’nin sigara yakmasına daha da sinirleniyor komiser. Roger’yi, çok geçmeden yeni muhbiri Raymond arıyor telefonla. Perşembe günü Raymond’a bir adam gelecekmiş. Onu takip ederlerse doğru adrese götürürmüş. Gündüz, sokakta. Emile’in abisi Jean-Baptiste evden çıkıyor. Metroya biniyor. Roger ve ekibinden başka bir müfettiş de metro vagonunda Jean-Baptiste’i takip ediyorlar. Tedbirli Jean-Baptiste, durakta iner gibi yapıyor, inmiyor ve son ada vagondan dışarı çıkıyor. Roger’nin farkına varan Jean-Baptiste, diğer müfettişi fark edemiyor. Jean-Baptiste sokakta tek başına yürürken, bu anlarda sokağın yansıyışı fotoğraf sanatına saygı sunuşu gibiydi. Yönetmen, Paris’i romantik görünümünden uzaklaştırmış ve başka bir estetikle yansıtmış Paris’in sokaklarını. Yerler de ıslak bu anlarda. Jean-Baptiste bir apartmana giriyor. Peşindeki polis müfettişi de apartmanın karşısındaki kafe-bardan telefon ediyor merkeze. Desirée Sokağı’na, Roger ve ekibi siyah bir arabayla geliyorlar. “Desirée” kelimesi, “arzu” anlamına geliyordu. Jean-Baptiste, Suzanne’ın dairesinde. Emile ve diğerleri de orada. Gece. Roger ve ekibi, sokakta bekliyorlar. Kamera, zincirlemeli geçişle daireye gidiyor. Jean-Baptiste ve René, ayrı yataklarda uyurlarken, René uyanıyor. Sabah olmuş. René, pencereden sokağa baktığında resmi giyimli polisleri görüyor. Herkes uyanıyor. Tabancalarını alıyorlar. Roger ve ekibi daireye baskın yapıyor. Çatışma çıkıyor. Jean-Baptiste yaralanıyor. René de yakalanıyor. Emile, dairenin penceresinden karşıdaki çatıya atlıyor. Peşinden Roger de atlayacakken Suzanne engel olmaya çalışıyor, ama Suzanne’ı alt eden Roger, çatıya atlasa da sıçrayıp yerdeki kum yığınının üstüne düşüyor. Emile’i elinden kaçırıyor Roger.

Komiser öfkeli yine, ortada hiç görünmeyen Komiser Clot, ona stres veriyor çünkü. Catherine’e de açıklama yapmak zorunda Roger. Kadınlar, erkeklerini daima yakınlarında isterler hep. Gündüz. Banliyöde bir genç kız köpeğiyle oynarken yansıyor birden. Kızın babası, telefonda konuşuyor. Emile birkaç gün için onlarla kalacakmış. Roger’nin ekibi, René’yi kendi yöntemleriyle sorguya çekiyorlar merkezde. René, dairedekinin Emile olmadığını söylüyor yediği onca dayağa rağmen. Oradaki George Müller diye birisiymiş. Müfettişler, motosikletli devriye polisinsin katili olduğunu düşünüyorlar. Roger, makul bir insan ve önyargılı değil. En başından sonuna kadar hep böyle Roger. Suzanne da Milli Emniyet’te. Emile de banliyödeki yerde aileyle yemek yerken, oraya Mario “Makarnacı” (Renato Salvatori) geliyor. Ona kurşun getirmiş. Makarnacı, Ermeni’nin mücevherlerle ortadan kaybolduğunu söylüyor. Roger, hastanede odasındaki Jean-Baptiste’i sorgulamak için gidiyor. Ona, René’nin her şeyi itiraf ettiğini söylüyor blöf yaparak. İstediğini alamıyor Roger.

Raymond’un barı. Birden Emile barın kapısında görünüyor. Raymond buz parçalarken ona yaklaşıyor. Mücevherler için gelmiş. Tabancasını çıkartıp ateş ederek Raymond’u vuruyor her zamanki soğukkanlılığıyla Emile. Sonra arabaya binip gidiyor. Zincirlemeli geçişle Roger’nin ayaklarını takip ediyor kamera. Roger, Raymond’un barına geliyor. Mado, Makarnacı’nın kadını Jenny (Catherine Lachens) hakkında bilgi veriyor. Roger, Jenny’nin müşterilerini getirdiği Saint-Appoline Oteli’ne gidiyor. Otel müdüründen (Maurice Biraud) bilgi almaya çalışıyor Roger. Gündüz. Emile ve adamları, Ermeni’nin arabasını takip ediyorlar. Ardından sıkıştırıp Ermeni’yi öldürüyor Emile. Mücevher kutusunu da unutmuyorlar elbette. Ziincirlemeli geçişle banliyödeki yerde Emile. Calanques adındaki gece kulübüne gitmeye hazırlanıyor Emile. O sırada evin kızı, büyümenin sancısıyla Emile’le flört yapamaya bile çalışıyor. Emile, gece kulübünde. Piyano tınıları duyuluyor. Ange’ın (William Sabatier) yeri burası. Ange, Roger’den rahatsız oluyor. Roger, Makarnacı’yı arıyor. Makarnacı’nın fotoğraflarını gösteriyor. Roger gittikten sonra, Ange arka tarafta olan Emile’e olanları söylüyor.

Polis, Makarnacı’nın telefonunu gizlice dinlerken yansıyor. Gündüz. Emile, otobüste. Aşağıya iniyor, sonra yine biniyor. Makarnacı da arabanın içinde Emile’i bekliyor. Az ileride de Roger ve ekibi arabada bekliyorlar. Makarnacı, Paul “Paulo” Robier (Paul Crauchet), Ange’ın yerindeler. Makarnacı, Gitan sigara paketini çıkartırken, “Bazen aniden fikir değiştirebiliyor” diyor. St. Denis’teki fabrikayı soymaları gerekiyormuş. Emile oraya Jeannot (Adolfo Lastretti) adında bir yabancıyla geliyor. Emile, Makarnacı’ya imalı bakışlar gönderiyor. İspiyoncu mu diye şüpheleniyor? Jeannot, Versay’a (Versaille) giden yol üstündeki evinde içki daveti yapıyor. Gece..Karlı yolda araba duruyor. Emile ve Makarnacı dışarı çıkıyorlar. Emile tabancasını çıkartıp Makarnacı’yı vuruyor. Gündüz fabrika soygunu yapılıyor. Emile, Jeannot ve Paulo muhasebedeler. Muhasebeci ortada yok. Bir işçi muhasebede silahlı admları görüyor. Emile ateş edip işçiyi vuruyor. Bürodan çıkarlarken, yaralı işçinin başında bir işçiyi daha gören Emile, ona da ateş ediyor. Emniyet’ten amiri Vieuchêne, Roger’i telefonla arıyor. Roger evde uyuyor. Catherine, teşkilatın Roger’yi kullandığını düşünüyor. Roger, Emile davasından uzaklaştırılmış. Emniyet’te, bir fabrikatör sorgulanıyor. Roger de onları izliyor. 10 bin ekmek karnesi varmış fazladan. Yolsuzluk yapılmış. Vieuchêne, Roger ve ekibini Versay yakınlarında bir ceseti araştırmaya yolluyor. Versay yolundaki Ville de d’Avray Ormanı’nda olay yerine geldiklerinde kamera geriye doğru kayıyor. Yüzüstü yatan cesedin Makarnacı olduğu anlaşılıyor. Roger, Emile vakasına ister istemez yeniden dâhil oluyor. Altta da hüzünlü müzik duyuluyor.

Roger ve ekibi otele gidiyorlar. Jenny’yi sorguya çekiyorlar, ama Jenny altta kalacak bir kadın değil. “Aynasızlar bana ayna yolar” diyor. Müdürü sorguya çekiyorlar. Müdür, Paulo’yu tanıyormuş. Paulo’ya “Bombacı” diyorlarmış. Zincirlemeli geçişle kamera hastaneye gidiyor. Jean-Baptiste’in karısı hasta. Jean-Baptiste, karısıyla vedalaşıyor. Jean-Baptiste arabaya biniyor, Roger de peşinden. Jean-Baptiste’e, Emile’in soyduğu fabrikanın katiller için bir milyon frank vereceğini söylüyor. Roger, Jean-Baptiste’i en zayıf yerinden yakalıyor. Çünkü karısı hasta ve tedavisi de pahalı. Roger sanki ona şantaj yapıyor. İspiyonculuk için onu zorluyor. Gündüz. Hayvanat bahçesinde Emile maymunu soğuk gözlerle izliyor. Yanında Jeannot ve Paulo da var. Paulo, kırsalda saklanacak bir yerden söz ediyor. Emniyet’te de Roger, amirine Emile için bir 38’lik verilmesi için bastırıyor. Emile, 38’lik tabancaların tutkunu. Roger, dışarı çıkıyor. Fonda da hüzünlü müzik duyuluyor. Arabaya biniyor. Arabada Jean-Baptiste var. Ona 38’liği veriyor. Emile, yeni sığınağı kırdaki “Auberge de la Mère l’Oie”da (Anne Kazın Hanı) Edith Piaf plağı dinliyor müzik pikabından. Dışarıda yağmur yağıyor. Jean-Baptiste oraya geliyor arabayla. 38’liği Emile’e veriyor. Roger ve ekibi kılık değiştirerek hana geliyorlar arabayla. Sevgilisi Catherine bile yanlarında. Hastanede çalışan doktorlarmış. Hana giriyorlar. Emile de orada. Her şey doğal akışında ilerliyor. Yemeklerini beklerken, Catherine piyanoya doğru yürüyor. Piyanonun başına oturuyor ve Edith Piaf’ın “La Vie en Rose” ünlü şarkısının tınılarını çalıyor piyanoda. Emile içeri giriyor. Piyanoda sevdiği müziği duyuyor. Catherine’e doğru yürüyor. Catherine gergin. Catherine, Emile’in gözlerini sevmiş. Emniyet’e geç gelen Vieuchêne, masasında Roger’nin notuyla karşılaşıyor. Sinirle hana telefon açıyor. Tam operasyonun ortasında gelen telefon iyi miydi? Roger, telefonla konuştuktan sonra mutfaktan dışarı çıkıyor ve birden Emile’in üstüne atlıyor.

Emile, Santé Hapishanesi’ne konmuş. Emniyet’teki odasında Emile’i izliyor Roger. Bir elini kalorifer peteğine kelepçeliyorlar. Ona bir şişe Bordeaux şarabı da ikram ediyorlar. Roger, neden Le Figaro gazetesini okuduğunu soruyor. Emile, “Ciddi gazete. Kimse şüphelenmez” diyor. İnsanın yüzüne hafif bir gülümseme oturuveriyor. Roger, Emile’in oturduğu boş sandalyeye bakarken, “Emile babayiğit” diyor iç sesiyle. Kamera, boş sandalyeye çevriniyor. Film, Emile’in idamını göstermiyor. Roger, iç sesiyle Emile’in 1956 yılında giyotinle idam edildiğini fısıldıyor.

“Gang…”

Jacques Deray’in yönettiği 1977 yapımı gangster-suç filmi “Le Gang-Gang”, Alain Delon’un çok önemsediği filmlerdendi. Yapımcılığını da Alain Delon üstlenmiş. Pathé’nin dağıttığı, Adel ve Mondial’in sunduğu film, polis müfettişi Roger Borniche’in eserinden uyarlanmış. Senaryoyu da Alphonse Boudard ve Jean-Claude Carrière ortak yazmışlar. Filmin kameramanlığını Silvano Ippoliti üstlenmiş. Piyanoyu öne çıkartan, dönemin ruhunu hissettiren neşeli müzikleri de Carlo Rustichelli bestelemiş. Bu film ülkemizde, Şubat 1980 yılında “Gang” adıyla vizyona çıkmıştı. Maalesef DVD’de “Çete” adıyla yayımlandı.

1945… II. Dünya Savaşı sonrası. Orman içinde görünüşte bir kır lokantası gibi görünen bir yerde. Burası, 18 yaşında araba çalıp hapse girmiş eski suçlu yaşlı Cornélius’un (Raymond Bussieres) yeri. “Kaçık” (le dingue) lakaplı Robert (Alain Delon) ve çetesinin toplandığı gözlerden uzak sakin bir toplanma yeri de. Nantes şehrine de yakın. Ön jenerik yazıları düşerken, savaşta direnişe katılmış “Tamirci” lakaplı Raymond (Roland Bertin) ve Manu (Adalberto Maria Merli) arabayla uğraşırken, Cornélius yanlarına gelip, “Paris caddeleri önden çekişlilerle kaynıyor” diyor. Çetenin adı da “Önden Çekişliler Çetesi” oluyor. Artık onlar, motoru önde olan Citreon arabalar kullanıyorlar soygunlarında. Robert, Havana purosu içiyor hep. Saçları kıvırcık ve siyah güneş gözlüğü takmayı seviyor. Çeteye Jo da (Xavier Depraz) dâhil oluyor. Robert, çetesine Jo’yu tanıtırken, ön jenerikte oyuncuların adlarıyla kimi canlandıracakları da yazıyor. Savaşta zorlu yıllar geçirmiş direnişçi “Mamut” lakaplı Lucien de (Maurice Barrier) çete elemanı. Bu anlar, hikâyenin içinde herhangi bir an gibiydi. Çetenin yeniden toplanıp işbaşı yapmasına giriş gibi. Sonra bir yazı yansıyor: “Bu filmde, gerçek olaylarla benzerlikler bu sefer rastlantı olmayacak. Bazı davranışlarını anlamasak da, buradaki çoğu kişi gerçekten yaşadı. Hikâyeler 1945 yılında, savaştan hemen sonra geçiyor. Yani Avrupa’nın barış içinde yaşadığı dönemde…”

Film şimdiki zamana dönüyor. Gece Jo, bir eve gidiyor. Robert’in sevgilisi Marinette’e (Nicole Calfan) acı haberi veriyor. Robert ve çetesi, Felicia’nın (Laura Betti) evindeymiş. Robert, Felicia’nın evinde salonda yaralı yatıyor. Film olayları, Marinette’in anlatımıyla yansıtıyor. Marinette, bir gece kulübünde vestiyerlik yaparken Robert’le tanışmışlar. Aşk başlıyor. Ya da Marinette’in aşkı. Gece kulübünde Amerikalı askerler çılgınca eğleniyorlar. Güzel Fransız kızlarıyla sevişiyorlar. Sarhoş bir asker, onların masasına çarpıyor ve özür de dilemiyor. Manu, Amerikalıların masasına gidip o askerden özür dilemesini istiyor. Sonra da olanlar oluyor. Marinette’le eve giden ve sevişen Robert, sabah bir notla ortadan kayboluveriyor. Marinette’e, Felicia’nın evine gitmesini yazmış notta. Marinette’in ailesi Aix-en-Provance’taymış. Çete, iki arabayla yola çıkıyor. Şimdi soygun zamanıydı. Fabrikaya geliyorlar, ellerindeki makineli tüfeklerle. Fabrikanın muhasebesinde kasayı açmalarını söylüyorlar. Jo dışarıda işçi tulumuyla onları bekliyor. Anahtarlar müdürdeymiş. Fabrikayı soyamıyorlar. Sonra şehirde seri soygun yapmaya başlıyorlar. Bankanın zırhlı para taşıma arabasını da soyuyorlar. Fonda da neşeli piyano tınıları duyuluyor. Robert, çeteyi yeniden fabrikaya yöneltiyor. Robert başarısızlığı kabul etmiyor. Bu defa polis kıyafetleriyle geliyorlar fabrikaya. Muhasebeci kasayı açıp, paraları teslim ediyor onlara. Muhasebeciyi de rehin alıyorlar. Polis gibi gelmeleri, fabrikanın polisi aradıkları için. Soygunu sorunsuz hallediyor çete. Sonra da Raymond’un evine gidiyorlar. Ganimeti bölüşüp bisküvi kutularına koyuyorlar. Paralar Raymond’un evinde güvende. Raymond, karısı (Agnès Château) ve yeni doğmuş bir oğlu var.

Marinette, Felicia’nın evine geliyor valiziyle. Burası Nantes’a yakın bir yer. Duvarda, Felicia’nın geçmişine dair bir fotoğraf görüyor Marinette. Eskiden kabareciymiş Felicia. Sonra Robert hakkında konuşuyorlar. Robert, ıslahevinde yetişmiş. 13 yaşından beri yanındaymış. Robert, Felicia’yı annesi gibi görüyor. Felicia’nın kocası Leon (Giampiero Albertini) felç geçirmiş ve yıllarca tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş. Konuşamıyor da. Eskiden ona “ağa” ve “bıçkın” derlermiş. Leon’u bilardo salonunda kıstırmışlar ve üçüncü kattan aşağı atmışlar. Robert uyanıyor ve mutluluk saçıyor etrafına. Sonra Marinette’le kırlarda bisikletle dolaşıyor. Robert’in “Bröton” adında köpeği bile var. Lucien dışında çetenin diğer elemanları da geliyor eve. Sonra hep beraber gidiyorlar yeni soygunlar için. Gece. Araba caddede duruyor. Lucien’in barına gidiyorlar. Orada Lucien’in kadını Janine de (Catherine Lachens) var. Toplantı yapıyorlar. Aynasızlar, yeniden organize olmaya başlamışlar bu seri soygunlardan sonra. Lucien ve Jo, polis kıyafetleriyle tren garına geliyor. Sakince içeri girip paranın olduğu yere gidiyorlar. Parayı almaya gelmişler. Ama parayı almaya her zamanki polis gelmeyince ne olacaktı? Diğer bölmedeki kadın memur telefon etmeye giderken birden karşısında gözlüklü Robert’in sus işaretiyle karşılaşıyor. Bu an ikonikti. Sessizce ve sakince soygunu gerçekleştiriyorlar. Diğerleri arabaya giderken, Robert geride kalıyor. Polis sirenleri duyuluyor. Her tarafı polis kuşatıyor çok geçmeden. Robert, kapana sıkışmış gibi. Garın çatısına çıkıyor. Gerilim çoğalıyor. Çatıda polisleri atlatan Robert, metro tüneline giriyor. Orada sıçan avcısı ihtiyardan (Robert Dalban) çıkışı da öğreniyor. Sokağa çıkıyor. Sokaklarda yoksulluk hissediliyor. Polisler, Cezayirlileri de tutukluyor. Her tarafta polis olunca sokaktaki geneleve giriveriyor Robert. Ardından polis de. Fahişe (Dominique Davray) korumaya çalışsa da kimliğini alıyorlar Robert’in. Sonra karakola götürüyorlar. Sokaklarda buldukları Cezayirlileri karakola getirmiş polis. Üstelik onları aşağılıyorlar da. İşler uzayınca, makineli tüfeği görüp alan Robert, polisleri küçük düşürerek oradan kurtuluyor. Robert, Felicia’nın evine geliyor. Tren garından buraya kadar süren bu sekans filmin en uzun ilk anıydı.

Gündüz, kilisede. Raymond’un oğlunu rahip (Marc Eyraud) vaftiz ediyor. Sonra Cornélius’un yerinde vaftiz yemeği yeniyor. Robert neşe saçıyor etrafına. Robert’in canı, Fransa’da yaygın olan “petank” (petanque) oynamak istiyor. Bu neşeli günde Marinette’in yüzüne hüzün çöküyor. Robert’den çocuk doğurmak istiyormuş. Oysa Robert’in geleceğe dair planları yokmuş. Neşeli yemekte Jo’nun şarkısına diğerleri de katılıyor. Sonra Robert, Marinette ve Raymond, arabayla Felicia’nın evine gidiyorlar. Leon evde. Robert çocukluğunu hatırlıyor birden. Tabancayı eline aldığı o günü. Leon, onun piyano çalmasını istemiş. Ama Robert tabanca kullanmayı öğrenmiş. Cornélius’un yerine üç yabancı geliyor. Kalabalık dağılmış. Sonra polisler fark ediliyor. Cornélius’un yeri kuşatılıyor. Cornélius’un zuladaki cephaneliği çıkartıyor. Dışarıda da polis, valilinin direktifiyle hazırlıklarını sürdürüyor. Lucien ve Jo, polislerle silahlı çatışmaya giriyorlar. Robert ve yanındakiler arabayla geri dönüyorlar. Robert, çatışma seslerini duyuyor. Raymond ve Marinette’i Felicia’nın evine yolluyor. Çatışmanın ardından vali megafonla anons yaptıktan sonra Cornélius, kadınların ve çocukların serbest kalması için konuşuyor. Kadınlar ve çocuklar dışarı çıkıyorlar, polis araçlarına bindiriliyorlar. Resmi giyimli polisler, Robert’i sivil polis sanıyorlar ve Robert onları organize ediyor. Sonra da polisler birbirlerine ateş ediyorlar bilmeden. Cornélius’un yerine gelen Robert, Jo ve Lucien’i alıp Felicia’nın evine gidiyorlar. Sabahleyin Cornélius’un yerine baskın yapan polis, ihtiyar Cornélius’u buluyor sadece.

Gece. Felicia iskambil falına bakarken, Robert geliyor salona. Felicia’nın elindeki kâğıdı alıyor ve “Ölüm” diyor. Gündüz. Bahçede herkes bir şeyle uğraşıyor. Polis burayı bilmiyor. Neşeli Robert de köpeği “Bröton”la oynuyor. Marinette, toplanmış çeteye bakarken, iç sesiyle “Bitmez tükenmez erkek meseleleri” diyor. Paraya ihtiyaçları da var. Ama Raymond’un evi polis gözetimindeyse? Yeni bir soygun yapmanın zamanıydı. Şehre iniyorlar. Sekreterin odasından bankaya dalıyorlar. Kolayca bankayı soyuyorlar. Raymond bu soyguna katılmıyor. Dışarı çıkarlarken, Manu santrale uğrayıp, polisi arayıp soygun olduğunu söylemesini istiyor memurdan. Robert, dışarı çıktıklarında para dolu valizi arabaya koyduktan sonra caddenin karşısında kuyumcuyu görüyor. Kuyumcuya tek başına gidiyor. Bileziklere bakıyor. Robert, kuyumcuya (André Falcon) “Aklıma çılgınca bir fikir geldi. Hepsini alıyorum” diyor. Kuyumcunun karısı da, tabancayla Robert’e ateş ediyor o an. Görüntü donuyor, fotoğraflaşıyor. Nostaljiye dönüşüveriyor film. Yaşanmışlığa. Büyük yönetmen Truffaut’nun sinemaya bıraktığı mirastı bu, 1959 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Les Quatre Cents Coups-400 Darbe” filminden kalan.

Gece. Marinette’in Felicia’nın evine geldiği an, kaldığı yerden sürüyor. Salonda yaralı yatan Robert’in gücü azalıyor. Doktor, Robert’in iyileşebilmesi için Nantes’taki hastaneye götürülmesini söylüyor. Sabah. Marinette, salona iniyor. Divanda Robert’i göremiyor. Manu’nün gözleri ıslak. Marinette dışarı çıkıyor. Jo, Lucien ve Raymond mezar kazmışlar. Robert ölmüş. Jo, bileziği Marinette’e veriyor. Hollywood gangster filmlerine benzemeyen bu önemli film sinema tarihindeki yerini aldı. Kıvırcık saçlarıyla da Alain Delon özel bir karakteri sinemaya armağan etmişti.

(24 Mayıs 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Çölde Bir Aksiyon Operası

Üç kuşak öncesinin kült serisi Mad Max’in otuz yıl sonraki muhteşem dönüşünü beklemiyordum açıkçası. 1979 yapımı ilk filmin senaryosu, yönetmen George Miller ile yapımcı Byron Kennedy’nin yetmişli yıllarda dünya ekonomisini kilitleyen petrol krizinin taze anıları üzerine kurguladıkları özgün öyküye dayanır. Yakın bir gelecekte geçmektedir hikâye. Doğal set olarak kullanılan ıssız Avustralya kırsalı tipik bir western atmosferi görünümündedir. Yetmişlerin tekinsiz otoyol filmlerinin izini süren denemede vahşi atlıların yerini almış olan yakıt peşindeki göçebe motosikletliler çevreye şiddet saçar. Bu kavgada önce meslektaşını daha sonra karısı ve küçük çocuğunu kaybedecek olan polis Max delirme noktasında kısasa kısas intikam peşine düşer. Bu küçük bütçeli B-türü film beklenmedik bir ilgiyle karşılanır. Gencecik Mel Gibson’ın dünya sinema arenasına çıkışını sağlayan serinin devam filmi iki yıl sonra gelir. Bizde ‘Savaşçı’ adıyla oynamış olan ‘Mad Max 2: The Road Warrior’ dışalım sisteminin bir cilvesiyle ‘Çılgın Maks’ adıyla gösterilecek olan ilk filmden bir yıl önce 1983’te ülkemiz sinemalarına uğrayacaktır.

Western’in özellikle spagettilisinden ilham almış olan ikinci film serinin takip edeceği yolu belirler. Aradan geçen süre içinde, enerji darboğazının tetiklediği nükleer savaş uygarlığın sonunu getirmiştir. Dünyanın petrolle yaşadığı ve çöllerden boru ve çelikten büyük kentlerin yükseldiği zamanlar geçmişte kalmıştır. Bir depo benzin için savaş ilan etmeye hazır olan çetelerin otobanları ele geçirdiği korku fırtınası içindeki bu yeni dünyada yalnızca yağmalayacak kadar vahşi olabilenler hayatta kalabilmektedir artık. Max ise tamamen insanlıktan çıkmış durumdadır. Geçmişinin şeytanlarıyla boğuşurken çorak topraklarda yeniden yaşamayı öğrenir. Miller’in ikinci filmde inşa ettiği distopik dünya son derece özgündür. Asıl macera şimdi başlamaktadır. Önceleri gönülsüz de olsa, yakıt depolarıyla kalede mahsur kalmış çaresiz topluluğun önderi ve kurtarıcısı olacaktır Max. Ölüm yolculuğunun şiddet dozu bu defa çok daha yüksektir. Öyle ki Fransa’da bazı bölümleri kesilmeden gösterim izni alamayacaktır.

Bizde nedense gösterilmemiş olan 1985 yapımı ‘Mad Max Beyond Thunderdome’ serinin en şenlikli ayağıdır. Bütçe bir önceki filmin üç katına çıkmış, özel efektler Universal City stüdyolarında hazırlanmıştır. Bu defa ‘Bartertown’ adlı yerleşim bölgesinde iyi kötü ilkel bir pazar ekonomisi kurulmuştur. Filmin en büyük sürprizi kentin ileri gelenlerinden adalet dağıtıcısı ‘Aunty Entity’yi canlandıran Tina Turner’ın varlığıdır. Rock yıldızının gösterişli yorumu dışında, domuz pisliğinden elde edilen metan gazının başlıca enerji kaynağını oluşturduğu bu pis (!) şehrin yöneticisi olan ‘cüce beyin’ ve bedeni olarak kullandığı dev köle benzeri her biri diğerinden tuhaf ilginç karakterleri ve çok iyi kotarılmış ‘Gökgürültüsü Tepesi Arenası’ndaki estetik dövüş sekansı ile absürd tiyatroyu anımsatır üçüncü film. Max ise ‘Sineklerin Tanrısı’ndan kopup gelmişe benzeyen çocuklar topluluğunun kurtarıcısı olacaktır bu defa. Turner’ın benzersiz şarkısı ‘We Don’t Need Another Hero’ filmin güzel bir anısı olarak belleklere kazınır.

Temel içgüdünün hayatta kalmak olduğu bu distopik dünyanın halen sinemalarımızda gösterilen son model dijital sürümü ‘Mad Max: Fury Road’ adını taşıyor. Bu kez çağımıza uygun olarak petrol savaşı yerini su savaşlarına bırakmış. Çölün ortasında bir vahaya çöreklenmiş muktedir, suya ve insanlara hükmetmektedir. Ölümsüz mehdi olduğunu ilan etmiş olan Joe tüm kadınların ve onların savaşçı olarak yetiştirilmek üzerine ellerinden alınan çocuklarının sahibidir. Bu duruma isyan eden kadın savaşçı Furiosa bebek bekleyen kız kardeşlerini verimli topraklara kaçırmak için harekete geçer. Başta kendi ailesi olmak üzere tüm kurtaramadıklarının hayaletlerinin peşini bırakmadığı Max, bir kez daha gönülsüz destek verdiği kadınlar hareketinde dayanışmayı ve geleceğin dünyasının umut ışığını fark edecektir.

Serinin son sürümü yaklaşık 150 milyon dolar bütçeyle, bir Hollywood gişe canavarı olması beklentisiyle çekilmiş. Ancak deneyimli Miller özgün dünyasının temel dinamiklerini ve absürd enerjisini korumayı, alev makinesi olarak da iş görebilen bir enstrümana sahip savaş gitaristi Coma benzeri ilginç karakterleri hikâyesine yedirmeyi bilmiş. Doğal mekânlarda çekilmiş olan yapım, Avustralya’nın western ikonografisi ile uyumlu uçsuz bucaksız çöllerini yine başarıyla kullanıyor. Miller ustası Sergio Leone’nin stilize planlarını örnek alıyor, filmini bir çöl operası kıvamında sahneye koyuyor. Aksiyon sekansları bir senfoninin allegro kıvamında başlıyor, allegro molto’dan geçerek finaldeki molto vivace bölümde koreografik becerisiyle parmak ısırtıyor. Aradaki andante sekanslarda imparator Furiosa ve diğer kadın karakterler üzerinde yoğunlaşırken Max ve önceleri Valhalla’ya ulaşma derdinde muktedire hizmet eden vahşi genç savaşçının kişisel dönüşümleri maharetle aktarılıyor.

Hem dört başı mamur bir aksiyon, hem de kadın dokunuşuyla distopik western’e sağlam bir halka ekleyen başarılı bir yapım ‘Mad Max:Fury Road’.

(23 Mayıs 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşk Zahmetli İştir

Thomas Hardy’yi 19. yüzyıl İngiliz edebiyatının devleri arasına katmış ünlü eseri ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak / Far From The Madding Crowd’ ikinci kez sinemalarımızda. Eser adını 18. yüzyıl İngiliz yazınının tanınmış pastoral yazarı Thomas Gray’in ‘Bir Kır Mezarlığında Yazılmış Ağıt / Elegy Written in a Country Churchyard’ isimli şiirindeki bir dizeden almıştır (Çılgın kalabalığın çirkin didişmesinden uzakta…). Hardy sanayi devriminin hallaç pamuğu gibi attığı büyük kentin keşkemekeşinden uzakta dingin kırsal hayatı yüceltir üçüncü romanında.

Yazarın bu erken dönem başyapıtı aynı zamanda en aydınlık en umut dolu eseridir. Hardy insanlık halini tüm erdemleri ve kusurları ile bir çiftlikte sergiler. Romanın konusu toprak yaşantısının aman dinlemez koşullarıyla yakından bağlantılıdır. Kişilerin gerçek mutluluğu toprak yaşantısının disiplinine uyumlarıyla sağlanır. Toprak yaşantısına paralel olarak aşk da zahmetli bir iştir. Filizlenen aşkın yeşerebilmesi, ayakta kalabilmesi emek ve sabır gerektirir. Bu yaşantının nimet ve külfetlerini paylaşabilenler gerçek sevgiye kavuşabilir. Hardy çoban-çiftçi karakteri Gabriel Oak gibi emeğin yüceliğine ve kutsallığına inanır. Kadınla erkeğin ancak emeği paylaşabilmek için bir araya geldiklerinde sağlam bir ilişki kurulabileceğini düşünür.

Erkekler dünyasında bir kuyruklu yıldız gibi parlayan romanın ana karakteri güzel ve varlıklı Bathsheba Everdene, geleneklerin kendisi için uygun gördüğü kalıba girmek istemez. Annesiz babasız büyümüş, kendi başına olmaya alışıktır. Özgürlüğüne düşkündür. Hardy kadın bağımsızlığı konu edinen akımlardan çok önce kaleme almıştır eserini. Victoria döneminde kadın özgürlüğünden yana çıkmış olan Hardy’nin Bathsheba’sı gönlü olmasına rağmen toy yaşta bir erkeğin koruması altına girmeye, evlenip çocuk yetiştirmeye razı olmayacaktır. Buna karşılık amcasından miras kalan çiftliği tek başına çekip çevirmeye, çevresindeki erkekler topluluğunu şaşırtmak niyetindedir. Henüz masumluk çağını yaşayan Hardy’nin 32 yaşındayken kaleme aldığı romanda da türlü terslikler olur, olaylar yer yer melodrama kayar ancak ‘Jude the Obscure’ ya da ‘Tess of the D’Urbervilles’in yoğun karamsarlığının hayli öncesinde hayata ve aşka umutla bakmaktadır genç Hardy.

Bu güzel romanın beyazperde ile tanışması 1967 tarihini taşır. ‘Billy the Liar’ ve başrol oyuncusu Julie Christie’ye Oscar ödülünü kazandıran ‘Darling’in ardından dönemin büyük bütçeli projelerinden biri olan romanın ilk uyarlamasına girişir ‘Geceyarısı Kovboyu’ yönetmeni John Schlesinger. Kadro muhteşemdir. Bathsheba rolünü yıldız oyuncusu Christie’ye verecektir. Dönemin ünlü isimleri Alan Bates, Terence Stamp ve Peter Finch çiftliğin güzel sahibesine abayı yakmış üç erkek karakteri canlandırır. Bizde ‘Bir Aşk Yetmez’ adıyla gösterilmiş olan bu ilk versiyon 70 mm formatın görsel olanaklarından başarıyla yararlanmış üç saate yakın destansı bir yapımdır. Kısa bir süre sonra parlak yönetmenlik kariyerine başlayacak olan Nicolas Roeg’in görüntü yönetmenliği koltuğunda oturduğu son işlerden biridir aynı zamanda.

Halen sinemalarda gösterilen taptaze versiyon Thomas Vinterberg imzasını taşıyor. Henüz 29 yaşındayken Dogma akımının başyapıtlarından ‘Şölen / Festen’i yönetmiş olan Danimarkalı sinemacı bu bir saate yakın daha kısa tutulmuş yeni versiyonun altından rahatlıkla kalkmış. Carey Mulligan, Christie’nin hülyalı bakışlı genç kız tiplemesinden çok daha fazla yakışmış Bathsheba rolüne. ‘Pas ve Kemik / De Rouille et d’Os’tan hatırlanan Belçikalı yetenekli oyuncu Matthias Schoenaerts iri yarı cüssesi ve hüzünlü bakışlarıyla tam bir Gabriel Oak olmuş. Uçarı çavuş Francis Troy’da Tom Sturridge ve olgun çiftçi Mr. Boldwood’da tanınmış İngiliz oyuncu Michael Sheen seçimleri gayet yerinde. Thomas Hardy’nin romanında kırları, bayırları yollarıyla gerçeğine çok yakın biçimde çizdiği Wessex’i durup dinlenmeksizin çalışan köylüleri bu kısaltılmış versiyonda geri planda kalmış gerçi. Büyük kentteki sınıf farklarının daha makul bir düzeye inmiş olduğu huzurlu kırsal yaşam ayrıntılarının tadına varmak için romanı da okumanızı tavsiye ederim.

(18 Mayıs 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İçinden Kelebekler Geçen Aşk Hikâyesi

İngiliz sinemacı Peter Strickland’in üçüncü uzun metrajı ‘Burgonya Dükü / The Duke of Burgundy’ vizyonda. 34. İstanbul Film Festivali’nin ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde yer almış bu çizgi dışı yapımın isminin 18. yüzyılda geçen bir dönem filmini çağrıştırdığına bakmayın, hele bir ‘dük’ hiç aramayın. Erkek varlığının ortada gözükmediği kadınlar dünyasında yaşanan tutkulu bir aşk hikâyesine hizmet ediyor her şey. Yaşça daha büyük Cynthia ile Evelyn’i efendi / hizmetçi ilişkisi içinde tanıyoruz önce. İlerleyen zaman içinde tekrar eden diyalog ve olaylarla karşılaştığımızda bunun yinelenen bir ritüel, sadomazoşist bir oyun olduğunu fark ediyoruz.

Deneysel çalışmalarıyla bilinen İngiliz sinemacı 2009 yapımı ilk filminde Kont Dracula’nın memleketi Karpat dağlarının karanlığında intikamının izini süren ‘Katalina Varga’nın tekinsiz öyküsünü anlatır. Ardından gelen ‘Berberian Sound Studio’da (2012) İngiltere’den gelmiş ‘Barton Fink’ benzeri içe dönük ses operatörünün güneşsiz stüdyodaki çıkışsızlığı, post prodüksiyonu yapılmakta olan İtalyan ‘giallo’sunun klostrofobik ortamıyla uyum içindedir.

İlk iki filminde ses üzerine denemeler yapmış olan Strickland bu defa ağırlığı görselliğe kaydırıyor. Yarattığı zamansız mekânsız zevk evreninde erkekler yer almıyor. Ana karakterlerin geçmişi ve bugünü hakkında detay verilmiyor. Kelebeklerin dahil olduğu pul kanatlılar familyasıyla amatör olarak ilgilendiklerini ve konferanslara katıldıklarını biliyoruz yalnızca. Nitekim son jenerikten öğrendiğimize göre filme adını veren ‘Burgonya Dükü’ (ya da Latince adıyla ‘Hamearis Lucina’) Avrupa kökenli bir kelebek familyasının ismiymiş. Bu toplantıların konuşmacı ve izleyicileri de sadece kadınlar. Strickland dinleyiciler arasına cansız mankenler yerleştirmek suretiyle filmin yapay atmosferini bir kez daha vurgulamış. Her türlü sosyal çevreden ve herhangi bir zaman diliminden soyutlanma yoluyla dikkatlerin iki kadının ilişkisi üzerine yoğunlaşması sağlanmış.

Yönetmen bu defa sinemada üvey evlat muamelesi görmüş yetmişli yılların erotik filmlerine, bu alanda seri halde üretmiş Jess Franco külliyatına gönderme yapıyor. İspanyol asıllı yönetmenin üslubunun esintileri, dönemin aşka davet eden ezgilerini anımsatan ‘Cat’s Eyes’ ses bandının eşlik ettiği sadomazoşist oyunlar, siyah pelerinler, uzun deri çizmeler, etrafta dolaşan kedi, anahtar deliğinden dikizlemeden üst üste bindirilmiş görüntülere, başlangıç jeneriğinde itinayla yer verilmiş iç çamaşırı ve parfüm (!) tasarımlarına kadar özenle yaratılmış bu estetik dünya Franco’nun ucuz ve salaş filmlerinin çok daha ötesine, zevk aleminin kelebekler vadisine uzanıyor. Luis Bunuel’in ‘arzunun o belirsiz nesnesine’, cinselliğin gizemli dehlizlerine uzanmayı deniyor. Bunuel ustanın ‘Viridiana’ filmine gönderme kabilinden kelebek uzmanı konuşmacılardan birine Dr. Viridana isminin verilmiş olması bu bakımdan tesadüf değil.

İngiliz yönetmen lanetli Franco gibi soymuyor kadınlarını. Cinsel fantezilerin tüm tuhaf ve irkilticiliğine karşın, birbirlerini mutlu etmek isteyen iki kişinin tutkulu çabasını, uzun süreli bir ilişkide tutku ateşinin sönmemesi için karşılıklı katlanılan fedakârlıkların hüznünün altını çizmeyi yeğliyor. Önceki filminde çalıştığı Chiara D’Anna’ya Evelyn rolünü verirken Cynthia karakteri için yaptığı seçimle seyircisini şaşırtıyor. Bizde de yayınlanmış üç sezonluk ‘Borgen’ dizisinde Danimarka başbakanını canlandıran Sidse Babett Knudsen yıldız personası için son derece riskli Cynthia kompozisyonunun altından başarıyla kalkıyor, kendisini sinemada ilk kez izleyenleri hayran bırakıyor.

(14 Mayıs 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tehlikeli Zamanlar

Paul Thomas Anderson imzasını taşıyan ‘Gizli Kusur / Inherent Vice’ biraz gecikmeli de olsa gösterime girdi. Amerikan sinemasının auteur isminin çağdaş edebiyatın gizemli ustalarından Thomas Pynchon ile buluşmasını merak ve heyecanla beklemiştik. Anderson bir kez daha yanıltmadı bizleri. Amerikalı yazarın yetmişli yılların kültürel paranoya zamanlarının sinemasal karşılığını bulmuş baştan çıkarıcı bir eser var karşımızda.

Zamanında Nabokov’un öğrencisi olan, medyadan kendini çok iyi sakladığı için nerede yaşadığı bilinmeyen ve birkaç pozu dışında fotoğrafı da bulunmayan Pynchon günümüzün Salinger’ı olarak anılır. Hali hazırda dilimize çevrilmiş tek romanı ‘49 Numaralı Parçanın Nidası / The Crying of Lot 49’da (İthaki Yayınları’ndan Feride Evren Sezer çevirisiyle) Amerikan tarihinin gerek politik gerekse sosyal en çalkantılı dönemlerden biri olan 60’lı yıllarda yazılmıştır. Söz konusu yapıt John F. Kennedy ve Martin Luther King cinayetleri, Vietnam Savaşı ve yükselmekte olan uyuşturucu kültüründen beslenir. Toplamda yedi romanı, bir de öykü kitabı bulunan yazarın 2009 yılında yayımlanmış sondan bir romanı ‘Inherent Vice’ bu defa 70’li yılların kültürel karmaşasını ve iletişim sorunlarını halüsinojenik bir dünyanın içinde (doktor lakaplı) dedektif Larry Sportello’nun gözünden anlatır.

Eroin kullanmayan ancak kafası her daim dumanlı dedektifimiz ayrı düşmüş de olsa kalbinden söküp atamadığı Shasta Fey Hepworth’ün aniden çıka gelmesiyle kendini karmaşık olayların içinde bulur. Beyni uyuşturucu, seks ve rock’n roll ile uçmuş hippi eskisi Shasta, şimdilerde birlikte olduğu Los Angeles emlak kralı Mickey Wolfmann’ın karısı ve aşığı tarafından oyuna getirilmesini önlemek için yardım istemektedir ondan. Filmin bir sigortacılık deyiminden gelen özgün adından ilhamla, seçtiği karanlık yolda her an kim vurduya gidebilecek güvenilmez, değer verilmez bir kadındır Shasta. Ne kadarı bulutlu zihninin ona bir oyunudur tam kestiremez ancak sesinde hiç bu kadar hüzün duymadığı eski sevgilisine yardım edecektir dedektif. Tuhaf reklamları ve agresif girişimleriyle tanınan Wolfmann banliyö yaşamının yaygınlaştığı son yirmi yıldır Güney Kaliforniya konut piyasasına hükmetmektedir. Topraklarından kovulan Kızılderililer ve Meksikalıların arazileri üzerinde yükselen çirkin yapılaşmanın göbeğinde garip bir serüvenin içinde bulur kendini ‘Doc’ Sportello. Tehlikeli zamanlardır bunlar. Aryan kardeşliğine mensup motorcular çetesi, Kara Panter benzeri siyahi ulusal nefret gruplarının izini süren FBI ajanları, emlak kralıyla işbirliği yapan yoz polisler, geniş çaplı eroin trafiğini yöneten muktedirlerle yolu kesişir dedektifimizin. Vietnam deliliğinin ardından uyuşturucuyla kendinden geçirilmiş toplumun acid partilerine şahit olur. Watergate skandalını önceleyen Nixon girişimlerinin, başkanın vatansever adamlarının komplo teorileri ürettiği karanlık zamanlardır bunlar.

1970 doğumlu Anderson’ın doğup yetiştiği Güney Kaliforniya topraklarına aynı yılların porno endüstrisine güçlü bir neşter atmış ‘Ateşli Geceler / Boogie Nights’dan (1997) sonraki ikinci bakışı bu. Upton Sinclair’in ‘Oil’ romanını kaynak almış 2007 yapımı ‘Kan Dökülecek / There Will Be Blood’ın ardından yönetmenin ikinci edebiyat uyarlaması aynı zamanda. Demir leblebi Pynchon’ı sinemaya uyarlamak Sinclair deneyimi kadar kolay olmamış gerçi, ancak okurken bir köşeden kaçanı öbür köşede yakalamaya çalıştığımız Pynchon evreninin sinemasal karşılığını ararken hayli eğlenmiş Anderson. Hitchcock’un MacGuffin’lerinin şahikası sayılabilecek olay ve karakter çorbasını bir nebze daha kolay izlenebilir kılmak adına ünlü oyunculara yer vermiş geleneksel kalabalık kadrosunda. Gözde oyuncularından bukalemun Joaquin Phoenix yaşadıklarının saykodelik bir düş olup olmadığına karar vermekte zorlanan ‘Doc’ Sportello’da yine muhteşem. Cinsel eğilimlerini bastırmaya çabalayan maço poliste Josh Brolin ve daha küçük rollerde boy gösteren Martin Short, Katherine Waterston ve Owen Wilson da öyle. Filmde de küçük bir rolü bulunan Sortilege karakterini canlandıran Joanna Newsom’un film noir’ın anlatıcı dış ses geleneğine uygun olarak Shasta ile Doc’ın öyküsünde duru ve dokunaklı sesinden yararlanılması çok yerinde olmuş.

Görkemli kalabalık sahneler kadar etkileyici yakın planlar yönetmenin evine zulaladığı 35 mm negatif ile çekilmiş. Bunun Jonny Greenwood’un hipnotik müzik çalışması ve Robert Elswitt’in görüntüleri ile birlikte gizemli kara film nostaljisine büyük hizmet ettiği aşikar. Yine de olay örgüsünün kolay takip edilemediği konusunda izleyicileri uyarmak isterim. Biraz emek isteyen, değeri zamanla çok daha iyi anlaşılacak ihtişamlı bir bulmaca başyapıt ‘Gizli Kusur’. Beyazperdede izleme deneyiminin kaçırılmaz olduğunu bir kez daha yinelemek isterim.

(10 Mayıs 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsanlığın Kurtuluşu Mümkün müdür?

34. İstanbul Film Festivali seçkisinin nadide parçalarından biriydi ‘Toprağın Tuzu / The Salt of the Earth’. Brezilyalı bilge fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado’nun yaşamı ve eseri hakkındaki bu müthiş belgeselin sınırlı bir dağıtımla da olsa ‘Başka Sinema’ programı çerçevesinde gösterime çıkması az mutluluk verici değil.

Bu sıra dışı yapımın yönetmenliğini usta sinemacı Wim Wenders üstlenmiş. Kariyerinin ilk döneminden başlayarak belgesel sinemayla gönül bağı kurmuş olan Wenders 1980 yapımı ‘Lightning Over Water’da ustası Nicholas Ray’in ölüm döşeğinde çekmeyi arzuladığı film üzerine tartışmalarını konu alırken, 1985 yapımı ‘Tokyo-Ga’da hayranı olduğu Japon sinemacı Yasujiro Ozu’nun izinde Tokyo’nun geleneksel yüzünün peşine düşer. 1999’da çektiği ‘Bueno Vista Social Club’ Fidel Castro’nun Küba’sında yaşlanmış ve unutulmuş müzisyenleri gündeme getirmiş, aralarında Compay Segundo, Ibrahim Ferrer, Omara Portuando gibi isimlerin olduğu bizde de büyük ilgi görmüş sanatçıların yeniden doğuşunu hazırlamıştır. Halen talihsiz bir biçimde gösterime kapatılmış bulunan Atatürk Kültür Merkezi’nin özlediğimiz büyük sahnesinde defalarca izleme şansı bulduğumuz efsanevi dans sanatçısı ‘Pina Bausch’un ruhumuzun derinliklerine inen radikal kariyerini dansçılarının gözünden aktaran unutulmaz ‘Pina’ (2011) gelir daha sonra.

Wenders yönetmenlik koltuğunu ünlü fotoğrafçının oğlu Juliano Riberio Salgado ile paylaşmış bu kez. Kendi sözleriyle, baba oğlun benzersiz serüvenine dışardan bir bakış için davet edilmiş muhtemelen. Salgado’nun geçtiğimiz kırk yıl boyunca çekmiş olduğu fotoğraf serilerinin hikâyelerini perdeye taşırken, aynı zaman zarfında dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanmış sorunlara tanıklık ediyoruz.

Sebastião Salgado yalnızca bir fotoğrafçı değil. Fotoğraf kelimesinin türemiş olduğu Eski Yunanca’nın ışık anlamına gelen ‘photo’ ile yazıyı ifade eden ‘graphein’ sözcüklerinden hareketle büyük ustayı dünyayı ışık ve gölgeyle yazan bir bilge kişilik olarak tanımlamak çok daha yerinde. Brezilya’nın madenci eyaleti Minas Gerais’te bir sığır çiftliği sahibinin oğlu olarak dünyaya gelen Salgado, São Paulo Üniversitesi’nde ekonomi okumuş, askeri darbenin ardından 1969 yılında karısı ve yaşam yoldaşı Lelia ile Fransa’ya sürgüne gitmiş. Aşık olduğu Afrika ve kara kıtanın halkıyla Dünya Bankası’nda çalıştığı dönemdeki seyahatlerinde tanışmış. Afrika’da çektiği fotoğraflar ekonomik raporlardan daha mutluluk verici gelmeye başlayınca kariyerine fotoğrafçı olarak devam etme kararı almış.

“İnsan toprağın tuzudur” diyor Salgado. 1973 yılında Nijerya’daki büyük kıtlığı belgeleyen fotoğraflarıyla işe başlıyor. 1974 – 1984 yılları arasındaki ilk büyük fotoğraf projesinin adı ‘Diğer Amerikalılar’. Pek çok ayaklanmanın yaşadığı bu dönemde Ekvador, Peru, Bolivya gibi ülkelerde, And dağlarında yaşam koşullarını belgeliyor. Saraguro bölgesinde farklı bir ritm ve zaman algısını keşfediyor. Güney Amerika’nın derinliklerinde müziğe tapan insanlarla birlikte oluyor. Askeri diktatörlüğün sona ermesi üzerine on küsur yıl sonra ülkesi Brezilya’ya geri dönüyor. 1981 – 1983 yılları arasında çocuk ölüm oranının çok yüksek olduğu kurak kuzeydoğu Brezilya topraklarını ziyaret ediyor. Orada ‘topraksız işçiler hareketi’ne tanıklık ediyor. Bunu 1984 – 1986 yıllarına arasına yayılmış ‘Sahel: Yolun Sonu’ projesi takip ediyor. Orta Afrika’da Atlantik Okyanusu ile Kızıl Deniz arasındaki 5400 km uzunluğunda, 1000 km genişliğindeki kurak alanda insan yaşamının izini sürüyor. Etiyopya’da Mali’de insanlık tarihinde görülmüş en büyük mülteci kamplarında ‘sınır tanımayan doktorlar’ grubu ile birlikte hizmet veriyor.

1986 – 1991 yılları arasında yer alan ‘İşçiler’ serisi ise dünyayı inşa eden kadın ve adamlara bir saygı duruşu niteliğindedir. Bu seriye dahil olarak filmin başlarında yer alan bölümde, Brezilya’nın Serra Plada madenlerinde toplumun her kademesinden şansını denemek üzere altın aramaya gelenlerin devasa maden çukurunda zengin olma fikrinin köleleri haline gelişini belgeleyen çarpıcı görüntülere tanık oluruz. Sanatçı 1991 yılında patlayan Körfez Savaşı kıyametine kayıtsız kalamaz. Saddam Hüseyin’in havaya uçurduğu 500 petrol kuyusunun güneş ışığının sızmasını engellemiş yoğun duman bulutu içerisinde doğa katliamını belgelemeye gider. Kuşların petrolden tüyleri yapıştığı için uçamadığı bu cehennemde dünyanın dört bir yanından yardıma koşan itfaiyecilerle birlikte çalışır. Yoğun patlamalar arasında işitme duyusunu kaybetmeye başladığı yerdir burası.

1993 – 1999 ‘Göç’ (Exodus) projesi dünyanın dört bir yanındaki mültecilerin çektiği acılara dikkat çekmek içindir. Tanzanya, Kongo ve Ruanda’daki soykırım tüyler ürperticidir. Yugoslavya’da yaşananlarla şiddetin ve vahşetin uygar Avrupa’nın göbeğinde filiz vermesinden dehşete düşer. En çok da nefretin nasıl bulaştığını görmek, insanların kapı komşularını katletmelerine tanıklık etmek insanlığından tiksindirir onu. Ruhu hastalanmıştır. ‘Biz insanlar korkunç hayvanlarız. Yaşanan bir delilik öyküsüdür. Türümüzün ne kadar korkunç olduğunu görmek için herkes bu fotoğrafları görmeli’ onun sözleridir.

Ruhunu tedavi etme yolunu bir sonraki projesinde bulacaktır sanatçı. 2004 – 2005 yılları arasında üzerinde çalıştığı ‘Yaratılış’ (Genesis) serisi onun gezegene saygı sunma projesi, doğaya bir aşk mektubudur. Galapagos adasında başlayan çekimlerde doğanın bir parçası olduğunu iliklerine kadar hisseder. Ayı balıklarıyla, Arjantin’deki dev balinalarla arkadaş olur. Sibirya’nın gerçek kovboyları, Kuzey Kutup Dairesi’ne yakın yaşayan Nenetler ya da Brezilya’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan Zo’é kabilesinin doğanın cennetindeki yaşamlarına konuk olmak ona huzur verecektir.

Ve bir büyük toprak hamlesine girişir Salgado yılmaz yoldaşı Lelia ile birlikte. Kuraklıkla savaşan baba toprağını çocukluğunun cennet beldesine dönüştürmek için seferberliğe girişir. 2 milyon ağaç dikilir, yeni tarım teknikleri denenir. Sonunda yeşil ve vahşi yaşam (jaguarlar bile) geri döner topraklara. ‘Instituto Terra’ adı verilen bu proje nerede olursa olsun kurak toprakların yeniden ormana dönüşebileceğini gösteren örnek bir model haline gelir.

Öfke ve kızgınlığın yanı başında umudu da içinde barındıran son yılların en önemli belgelerinden biri ‘Toprağın Tuzu’. Gıpta ile izlenecek müthiş bir yaşam ve kariyer öyküsünde Sebastião Salgado’nun sinema perdesinde devleşen fotoğraflarına aydınlık yüzü ve sesi eşlik ediyor. Kaçırırsanız yazık olur.

(03 Mayıs 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Limonata’nın Anımsattıkları

Artık bilinen bir gerçek var ki, sinemamızda Onur Ünlü ve arkadaşlarının temsil ettiği bir mizah damarı var. Son dönemde birbiri ardına başarılı yapımlara imza atarak “absürt komedi”yi literatürümüze sokan Ünlü’nün temsil ettiği mizah, bir yanıyla “yeni” keşiflere kapı aralarken, diğer yanıyla da unuttuğumuz şeyleri bir kez daha gündeme getirmesiyle önem kazanıyor. “Sen Aydınlatırsın Geceyi” ve bir ölçüde de “İtirazım Var” sayılmazsa, yönetmenin en kitlesel projesi olan “Leyle ile Mecnun”dan “Beş Kardeş”e, daha çok diziler üzerinden yorumlamaya müsait olan bu eğilim, bir yanıyla da 90’ların son düzlüğünde kabuk değiştiren komediye -belliğ belirsiz- muhalif bir tavrı da içinde taşıyor.

“Perihan Abla” ve Kuzguncuk ahalisinin geçirdiği büyük değişimin yurt sathına yayılmasına itirazı olanların yeldeğirmenleriyle giriştikleri mücadele hüsranla sonuçlansa da, kaybedenler burada, hâlâ yanıbaşımızda. Kentin yeni değerlerinin peşinde sürüklediği yozlaşmayı köy-kasaba ekseninde okumayı deneyen “sanat sineması”nın on yıla yayılan macerasını unutmadan, bu yenilginin sokakta, semtte, mahalledeki yansımalarını en iyi gözlemleyeceğimiz alan olan güldürüdeki karşılığın bulmak ise giderek güçleşiyor. Arzu Film’in “bizden olan” sevimli tiplemelerini veya Şaban’ın mahallesine dokunuşunu nostaljik bir iç geçirmeyle anımsayan insanımızın yeni kahramanı kabalaşmış, bireycileşmiş, gemisini kurtarma derdindeki adamlardan biri olamayacağına göre…

İçinden geçilen dönemin post modern halet-i ruhiyesine uygun, yenilgiyi büyük edebi laflarla değil, düzenin değişimine paralel biçimde kabuk değiştirmiş şarkılarla ve pek de şiirsel görünmeyen bir yalnızlıkla savuşturmayı deneyen tipler, Ünlü ve ekolünün alametifarikaları arasında. Absürt ise, yaklaşımın arkaik olarak nitelendirilmesine karşı etkili bir kalkan oluşturuyor. Burak Aksak’ın “Bana Masal Anlatma”da çok iyi ortaya koyduğu bu yönelimin “Limonata”daki karşılığı bir parça karmaşık olmakla birlikte, benzer bir anlayış içeriyor.

Öykünün iki kahramanından Sakip, kaybedenlerin bütün donanımına sahip. Yokolmaya yüz tutmuş mahallenin en güzel anılarını bünyesinde barındıran bir futbol takımında top koşturuyor, gençlere ağabeylik yapıyor. Babasının son vasiyetini yerine getirmek üzere İstanbul’a gelen Suat ise değerlerini muhafaza etmiş, feodal bağlarını korumuş bir coğrafyadan, Makedonya’dan gelerek kapısını çalıyor kardeşinin.

İkilinin karşılaşma ve uzak diyarlara doğru yola çıkma serüvenini konu alan ilk bölüm, henüz ilk yönetmenlik denemesinde, Ali Atay’ın hanesine artı puan olarak işleniyor. Bunda en büyük pay, senaryoda da imzası bulunan Ertan Saban’ın, oyunculuğu son yıllarda bir yıldız gibi parlayan Serkan Keskin’le gösterdikleri uyum. Diyaloglardaki tekrarlar, anlaşılamamalar ya da öfke patlamaları, yaşamın tam da göbeğinden çıkıp gelen iki karakteri daha yakından tanımamızı, onları anlamamızı sağlıyor. Yol filmine dönüşen anlarda da benzer durumlar söz konusu; ancak giderek irtifa kaybeden, ritmi bozulan senaryoyu toparlama hamleleri, girişteki dengenin filmin aleyhine doğru işlemesi sonucunu doğuruyor. Biraz da bu yüzden, Makedonya sahnelerinde, yeni karakterleri algılamamız, işlevlerini kavramamız güçleşiyor; ilk anda sarkmış izlenimi veren anlar, filmin sona ermesinin ardından çok daha ekonomik işlenebilirmiş hissiyatı uyandırıyor. “Limonata”nın, bir bütün olarak bakıldığında birbirinden kopma tehlikesi gösteren parçalardan oluştuğu bir gerçek; ama filmografisinde, Ünlü’yle olan projeleri dışında, “İyi Seneler Londra” gibi (Berkun Oya, 2007) neresinden bakarsanız ilginç bir film de bulunan Ali Atay, tüm iniş ve çıkışlarına rağmen, özellikle de filmin üçte birlik bölümünde geleceğe dair olumlu sinyaller veriyor. Özellikle de; birbirlerinin varlığından habersiz iki kardeşin dramatik öyküsünden eğlenceli anlar çıkarmanın hiç de kolay olmadığı ve finalde yüzümüze yerleşen tebessümün anlamı düşünülürse.

Kimi Onur Ünlü filmlerinde de karşımıza çıkan “dizi estetiği” kavramına gelince; bu söylemin yüzü ana akım sinemaya yakın duran hemen her filme yöneltilen bir eleştiri olduğunun altını çizmekle yetiniyorum. Bence “Limonata”nın içerdiği damar, biçimsel eleştirinin bir adım önünde duruyor ve vizyonu işgal eden komik olma iddiasındaki nice saçmalığa inat gelecek için umut aşılıyor.

(27 Nisan 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Tedirgin Edici Ama Usul Usul: Hitchcock

Gerilim sinemasının yaratıcılarından büyük Alfred Hitchcock’un “Arka Pencere” ve “Ölüm Korkusu” filmlerinin gerilimiyle tedirgin edici yolculuğa çıkarmak istedik.

“Arka Pencere…”

Sinemanın gerçek anlamda büyük ustalarından Alfred Hitchcock’un 1954 yapımı renkli “Rear Window-Arka Pencere”, her şeyi usul usul anlatan ve merak duygusunu son ana kadar götüren, şaşırtıcı ve aşılmaz bir başyapıt. Paramount’un sunduğu bu suç-gerilimi, Cornell Woolrich’in “It Had to Be Murder” adlı kısa hikâyesinden beyazperdeye aktarılmış. Senaryoyu da John Michael Hayes yazmış. Çok az gerse de, daha çok insanın içinde dolaşıyormuş hissi veren müzikleri Franz Waxman bestelemiş. İlham ve heyecan veren kamerayı da usta Robert Burks kullanmış. Filmin büyük bölümü tek mekânda, Jeff’in dairesinin salonunda geçiyor. Son bölümde kamera bir an dışarı çıkıyor sadece. Hitchcock, bu filminde sıkça kararma-açılma tekniği kullanmış. Bu film, Nisan 1956’da ülkemizde “Arka Pencere” adıyla vizyona girmişti. Bu film, Paramount’un, Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekildi.

New York… L. B. “Jeff” Jefferies (James Stewart), iş kazası yüzünden yedi haftadır sol bacağı alçıda bir derginin foto muhabiri. Moda dergisinde çalışan sosyeteden bir de güzel sevgilisi Lisa Carol Fremont (Grace Kelly) var. Film ön jenerikte, diğer apartmanların sakinlerinin sabah telaşları üzerine açılıyor. Jeff’in dairesinin penceresinden öne doğru giden kamera, az gerilimli, çok neşeli müzik eşliğinde film boyunca fark edilecek insanları sabahın mahmurluğunda yansıtırken, seyircileri de dikizci yapıyor. Dikizci olmanın gerilimi ve heyecanına dokundurabiliyor Hitchcock. Kamera, tekerlekli sandalyede uyuyakalmış Jeff’i gösteriyor. Kamera yine apartmanları gösteriyor. Derinlikte cadde de fark ediliyor. Stella’nın “Bayan Heykel” (Miss Torso) dediği bale giysili sarışın kadın (Georgine Darcy) dans ederek kahvaltı hazırlıyor. Kamera içeri doğru kayıyor ve Jeff’in sol ayağının alçılı olduğunu fark ettiriyor. Kamera, salonda usulca sola çevrinerek (pan yaparak) Jeff’in çektiği fotoğrafları ve çalıştığı dergiyi gösteriyor. Kameranın yavaşça çevrinmesi, burada olan her şeyin Jeff’e ait olduğunu fark ettirmek için. Uyanan Jeff’in gözü balerin kıza takılıyor. Sonra editörü Gunnison’la (Gig Young) telefonda konuşuyor Jeff. Ardından gözü bir pencereye takılıyor. Kadın yatak odasında uyanıyor. Beyaz saçlı ve gözlüklü kocasıyla tartışıyor. Adam sonra apartmanların ortak bahçesinde çiçeklerle uğraşmaya başlıyor.

Her sabah olduğu gibi Jeff’in sigortadan hemşiresi Stella (Thelma Ritter) geliyor daireye. Stella, Jeff’in karşı daireleri dikizlediğini biliyor ve onu eleştiriyor. Stella, geçmişte yaptığı tahminin tuttuğunu söylüyor. 1929’daki ekonomik krizin geleceğini bilmiş. Çünkü o zamanlar General Motors’un üst düzey yöneticisinin hemşireliğini yapıyormuş. Doktorlar bu müdürün böbrek hastasını olduğunu söylerken, Stella da onun sinirli olduğunu savunmuş. Sonra da düşünmüş. Koca şirketin bir müdürü neden sinirli olur, diye. Dikizlemeler yüzünden Jeff’in başına bir şey geleceğini düşünüyor Stella. Ardından Jeff’in günlük bakımını yapıyor. Jeff’in genç ve güzel sevgilisi Lisa’yla evlenmesini istiyor. Çünkü Lisa âşıkmış Jeff’e. Ama Lisa Carol Fremont, sosyeteden ve Jeff de bir maaşla geçinen biri. Üstelik dünyayı da dolaşıp duruyor foto muhabiri olarak. Stella, “Bir kadınla bir erkek birbirlerini gördüklerinde birbirlerine koşmalılar” diyor. Tıpkı Broadway’deki taksiler gibi. Karşı dairelerden günlük yaşam da akıp gidiyor. Jeff’in gözü yeni evlenmiş bir çifte takılıyor. Damat (Rand Harper), gelini (Havis Davenport) kucağına alıyor, mutluluk yuvalarına taşıyor. Akşam çöküyor. Stella çıkarken, ondan teleobjektifli fotoğraf makinesini istiyor Jeff. Biliyorsunuz, teleobjektifi, öncü yönetmenlerden Rus Dziga Vertov’un kardeşi büyük kameraman Mikail Kaufman bulmuştu.

Akşam çökerken… Sonunda o geliyor. Lisa gelir gelmez, tutkuyla âşık olduğu Jeff’in dudaklarına öpücük konduruyor. Ardından daireye garson Carl (Ralph Smiley) giriyor. Restorandan yemek sipariş etmiş Lisa. İnsanı büyüleyen bu sarışın genç kadın moda dergisinde hobi olarak çalışıyor. Akşam ışıklar yansıyor pencerelerden. İnsanlar evlerine dönmüşler. Stella’nın, “Bayan Yalnız Kalpler” (Lonelyhearts) dediği (Judith Evelyn) orta yaşına gelmiş yapayalnız bir kadın, sanki biri gelecekmiş gibi mükellef bir sofra hazırlıyor. Masanın ortasında da mum var. Bayan Yalnız Kalpler, masaya oturuyor, karşısında biri varmış gibi içki kadehini yudumluyor.

Sabah… Stella’nın, “Bayan Heykel” dediği balerin giysili genç kadın yine aynı canlılıkla kahvaltı masasını hazırlıyor dairesinde erkeklerle. Jeff’in gözü, sabah kavga eden karı-kocanın pencerelerine takılıyor birden. Koca, yataktaki karısına tepside yemek götürüyor. Koca, salona geçiyor, telefonla konuşuyor. Kadın yataktan çıkıp salona geliyor, tartışıyorlar. Bir başka dairede besteci-piyanist (Ross Bagdasarian), hüzünle piyanosunun tuşlarına dokunuyor. Onun çaldıkları ve dinlediği müzikler filmin de bir parçası oluyor. Lisa’yla Jeff, akşam yemeği yiyorlar baş başa. Jeff, kendisine gözüne perde inmiş gibi âşık Lisa’ya hem hayatın hem de kendinin gerçekliğinde söz ediyor. Onu yanıltmak istemiyor. Lisa’ysa kırılıyor. Hüzünlü ayrılıyor oradan.

Gece… Tekerlekli sandalyesinden yine pencerelere bakınıyor Jeff. Ardından uyuyakalıyor. Gök gürüldüyor. Uyanıyor. Kavga eden karı-kocanın dairesine bakıyor. Koca, daireden çıkıyor. Caddenin karşısına geçiyor. Çok geçmeden geri dönüyor. Besteci-piyanist de dairesine geliyor kederler içinde. Piyanonun üstündeki nota kâğıtlarını öfkeyle savuruyor. Öte taraftan koca daireden yine ayrılıyor. Bu defa elinde valiz de var. Görüntü kararıyor. Gece sürüyor. Balerin kadın dairesine geliyor ve peşindeki erkeği dairesine almak istemiyor. Koca yine daireye dönüyor. Jeff’in gözkapakları ağırlaşmaya başlıyor, görüntü kararıyor. Sabah… Kamera hızla sağa çevriniyor. Koca daireye dönmüş. Sonra kamera sola çevriniyor, tekerlekli sandalyede uyuyan Jeff’i gösteriyor. Stella da gelmiş. Koca pencereden bahçeye bakarken, birden Jeff’i fark ediyor, tedirgin oluyor. Stella giderken ondan dürbünü istiyor Jeff. Görüntü yakın planla kaşlı yansıyor. Bir şeylerden şüphelenmeye de başlıyor. Teleobjektifli fotoğraf makinesiyle daireyi dikizlemeye başlıyor sonra. Koca, testereyi kâğıda sarıyor. Adam yatak odasında yatağa uzanıyor. Karısı yok. Diğer dairede besteci- piyanist dairesini temizliyor. Jeff’in gözleri apartman pencerelerinde dolaşıyor. Lars’ın dairesinin üst katında oturan ve hava sıcak olduğunda balkonda uyuyan çiftin (Frank Cady-Sara Berner) balkonundan kadın sepet içinde süs köpeğini bahçeye indiriyor. Her şey olağan akışında sürüp gidiyor. Kamera hızla apartmanlar üzerinde dolaşıp duruyor. Lisa geliyor. Önce dudaklarına öpücük konduruyor. Jeff, karşı dairedeki kocanın şüpheli davranışlarını anlatıyor Lisa’ya. Karşı dairenin yatak odasının penceresi kapalı duruyor. Salondaysa kocanın elinde ip fark ediliyor. Jeff, kocanın karısını öldürdüğünü düşünüyor. Jeff, kocanın karısını öldürüp, cesedini de testereyle parçalara ayırdığını düşünüyor.

Ertesi sabah Jeff, eski arkadaşı polis dedektifi Teğmen Tom Doyle’u (Wendell Corey) telefonla arıyor, cinayet işlendi diye. Stella da gelmiş. Koca pencerede sigara içiyor. Balerin genç kadın yine dans ederek kahvaltı hazırlıyor. Nakliyeciler kocanın dairesine geliyorlar. Sandığı taşıyorlar. Koca, nakliyeciler gittikten sonra salonda telefon ediyor. Sonra polis dedektifi Doyle geliyor Jeff’in dairesine. Doyle, “Cinayet en son şeydir” diyor. Salondaki kocaya bakan Doyle, “Cinayet işleyenler öyle görünmez” diye bir şeyler söylüyor. Bahçede küçük süs köpeği bir çiçeğin dibini eşelemeye başlıyor, ardından görüntü kararıyor. Doyle koca hakkında bilgi de toplamış. Lars Thorwald (Raymond Burr), bir satıcıymış. Karısı Anna da (Irene Winston) hastaymış. Altı aylığına bu daireyi kiralamışlar. Doyle’un gözü balerin kadına takılıyor. Doyle, Lars’ın hasta karısını sabahın altısında trenle şehir dışına yolcu ettiğini söylüyor.

Küçük süs köpeği yine sepetle bahçeye indiriliyor. Jeff fotoğraf makinesini alıyor, makyaj yapan Bayan Yalnız Kalpler takılıyor. Yine kederler içinde. Sürekli içiyor kadın. Besteci-piyanistin dairesinde iki kadın var. Balerin kadında arkadaşlarının yanında neşeli dans yapıyor. Bayan Yalnız Kalpler, dışarı çıkıyor. Caddenin karşısına geçip kafenin dışarıdaki masalarından birine oturuyor. Lars, dairesine geliyor, elinde bir paketle. Jeff hemen telefonla Doyle’u arıyor, not bırakıyor. Lars, salonda karısı Anna’nın çantasını boşaltıyor. İçinde mücevherler var. Besteci-piyanistin dairesinde de parti düzenleniyor o sırada. Lars dışarı çıkıyor. Lisa geliyor ve hemen kucağına oturuyor ve dudağına öpücük konduruyor Jeff’in. Çok geçmeden Doyle da geliyor daireye. Lisa, Doyle’a mücevherlerden söz ediyor Lars’ı suçlamak için. Doyle, Lars’ın katil olduğuna inanmıyor. Sandık, testere ve mücevherler onun için tam kanıt değil. Sandığı Anna’nın teslim aldığını söylüyor Doyle. Acaba Doyle onlardan bir şeyler mi saklıyordu? Bayan Yalnız Kalpler, dairesine genç bir adamla (Harry Landers) geliyor. Çok geçmeden gence tokat atıyor ve dairesinden kovuyor. Lisa pencereyi kapattığında görüntü de kararıyor. Lisa geceliğini giyip tüm güzelliğiyle Jeff’in karşısına geçtiğinde dışarıdan bir kadın çığlığı duyuluyor. Köpeğini her zaman sepetle aşağı indiren kadının köpeği öldürülmüş. Apartmanların tüm sakinleri de bu çığlıkla pencerelere koşuyorlar. Stella da gelmiş. Lars dairesinde valizine elbiselerini yerleştirdiğini görüyorlar. Lisa, Lars’ın diresinin kapısına gidiyor ve bir not bırakıyor. Piyano tınıları duyuluyor. Lars notu alıyor, okuyor. Stella, teleobjektifli fotoğraf makinesiyle Bayan Yalnız Kalpler’i dikizliyor. Kadın haplarla intiharı düşünüyor gibi. Çok geçmeden Lisa geliyor. Acaba çiçek dibinde ne vardı? Jeff, telefon rehberinde Lars’ın numarasını bulup onu arıyor ve daireden çıkması için ikna ediyor. Lars gittikten sonra Lisa ve Stella bahçeye inip çiçeğin dibini kazsalar da bir şey bulamıyorlar yaşadıkları gerilim dışında. Şarkı yazarı piyanistin dairesinden caz tınıları yükselirken, inatçı Lisa, Lars’ın dairesine tırmanıyor. Dairede Anna’nın çantasını buluyor. Çantanın içi de boş. Jeff ve Stella’nın dikkatleri Bayan Yalnız Kalpler’e kayınca, o sırada Lars geliyor ve Lisa’yı yakalıyor. Çok geçmeden polis geliyor. Lisa, gizlice Jeff’e parmağına taktığı evlilik alyansını gösteriyor. Ama Lars fark ediyor ve Lisa’nın nereyle iletişim kurduğunu görüyor. Hırsızlık suçundan polisler Lisa’yı götürüyorlar. Jeff, hemen telefonla Doyle’u arıyor Lisa için.

Salonda yalnızca Jeff var ve karanlık atmosferde gerilim yükseliveriyor. Dairenin kapısından koridorun ışığı yansıyor. Lars, Jeff’in dairesine giriyor. Jeff, fotoğraf makinesinin flaşını patlatarak Lars’ın gözünü kamaştırıyor. Lars, “Benden ne istiyorsun” diyor. Ardından parasının olmadığını ve evlilik yüzüğünü istiyor hemen Jeff’ten. Acaba Lars’ın işleri mi bozulmuştu? Kapitalizmin vahşi acılarını mı yaşıyordu Lars? Ani hareketle Jeff’i yakalayan Lars, onu pencereden aşağı atmaya çabalarken, Lars’ın dairesine Doyle ve ekibi baskın yapıyor o sırada. Jeff’in de dairesine giren polisler Lars’ı yakalıyorlar, ama pencereden sarkan Jeff aşağı düşüyor. Kamera ilk bu anlarda dışarı çıkıyor. Acaba Lars karısını öldürüp, testereyle doğrayıp nehre mi atmıştı? Filmi görmek gerek. Merak ve gerilim iyidir çünkü.

Sabah. Fonda opera şarkısı duyulurken, kamera filmin girişindeki gibi apartmanların sakinlerini dikizliyor. Hiçbir şey olmamış gibi hayat kendi akışında sürüp gidiyor. Balerin genç kadının asker sevgilisi Stanley (Benny Barlett) geliyor. Kamera içeri giriyor ve Jeff yine tekerlekli sandalyede. Bu defa diğer bacağı da alçıda Jeff’in. Lisa da tüm güzelliğiyle orada. Kamera, sağa çevrinerek uzanmış Lisa’yı, özgürlük savunucusu Amerikalı hukukçu-yazar William O. Douglas’ın (1898-1980) “Beyond the High Himalayas” kitabını okurken gösteriyor. Bu bitiş bölümünü de tıpkı giriş bölümü gibi tek çekimle yansıtmış usta. Can sıkıntısı günler de devam edecek Jeff için.

“Ölüm Korkusu…”

Büyük Alfred Hitchcock’un başyapıtlarından 1958 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu”, eski polis dedektifinin, yapay bir şizofreninin ortasında zihinsel bulanıklığını yaratıcı bir sinemayla yansıtan bir başyapıt. Paramount’un sunduğu bu suç-gerilimi, 1954’te Fransız yazarlar Pierre Boileau ve Thomas Narcejac’ın ortak yazdıkları “D’Entre les Morts” romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Alec Coppel ve Samuel A. Taylor beraber yazmışlar. Ruh halini dışarı çıkartan müzikleri Bernard Herrmann bestelemiş. Filmin çarpıcılığına kurgu çalışmasıyla büyük katkı sunan George Tomasini’nin de hayal gücünü hatırlatmalı. Bu filmde Hitchcock, sıkça zincirlemeli geçişler kullanmış. Çarpıcı görüntüleriyse kameraman Robert Burks yansıtmış. Ustanın bu filminde San Fransisko şehri güzelliğini hiç bu kadar göstermemişti. Kamerayla, bu müthiş şehrin içinde dolaşıyor insan. Bu film, ocak 1961’de ülkemizde “Ölüm Korkusu” adıyla vizyona çıkmıştı. Bu filmde bazı anları seyretmeye doyamıyorsunuz ve birkaç defa daha seyretme isteği duyuyorsunuz.

Hitchcock’un bu filminin ön jeneriği de sinema tarihinde müstesna bir yere sahip. Kamera sağa doğru çevriniyor, kadının dudağını gösteriyor. Dudaklardan James Stewart yazısı öne doğru yaklaşıyor. Kamera yukarı, gözlere tilt yaptığında, gözlerin içinden Kim Novak yazısı öne yaklaşıyor. Kamera sol göze çevriniyor. Gözün içine zum yaparken, siyah-beyaz görüntü kırmızılaşıyor ve gözün içinden “Vertigo” yazısı öne doğru geliyor. Ardından sarmal çizgiler görüntüyü kaplıyor. Siyah-beyaz ortasında mavi küçük sarmal kalıyor. Siyah-beyaz fon üstünde yazılar sürüyor. Ardından büyük sarmal şekiller kaplıyor. En son kırmızılaşan görüntüde kadının sol gözünün içinden Alfred Hitchcock yazısı öne doğru geliyor. Fonda da çığlığa dönüşmüş müzik duyuluyor. Bu çok özel jenerik, filmin psikolojisine de dokunuyor. Filmin derinliğinde dolaşırken bu daha bir anlamlaşıyor. Dişi dudaklar ve gözler, Scottie’nin kolay ulaşamadığı büyük özlemiydi sanki.

Film, San Fransisko’nun çatılarında açılıyor. Suçlu önde kaçarken, peşinde de resmi giyimli polisle, San Fransisko’nun polis teşkilâtının iyi polis dedektiflerinden John “Scottie” Ferguson (James Stewart) var. Suçlu bir binanın çatısından karşı binanın yarım dikey çatısına atlıyor. Peşinden resmi giyimli polis atlamayı başarıyor. Ama Scottie başaramıyor. Kayıyor, çatıdan aşağı sarkıyor. Resmi giyimli polis ona yardım etmek isterken, aşağıya düşüyor ve görüntü kararıyor. Scottie, geçmişte üç hafta nişanlı kaldığı Midge Wood’un (Barbara Bel Geddes) stüdyo evinde. Midge, şimdilerde kadın iç çamaşırları satan mağazada çalışsa da o bir ressam. Scottie, polislikten malulen emekliye ayrılmış şimdi. Scottie, kâbuslar görüyormuş. Yükseklik korkusu başlamış. Akrofobi, yani şiddetli duyulan yükseklik korkusu sorunu varmış. Başı da dönüyormuş. Sonra eski arkadaşı Gavin Elster’ın (Tom Helmore) ofisine gidiyor. Gavin ona tuhaf bir psikolojinin içine düşmüş karısı Madeleine’i (Kim Novak) takip etmesini istiyor tıpkı bir özel dedektif gibi. Hiç evlenmemiş, eski okul arkadaşlarıyla pek görüşmeyen Scottie, Gavin’in teklifini kabul etmiyor önce. Gavin ve karısı mutlularmış. Gavin, karısına zarar geleceğinden endişe ediyormuş ölü birinden. Gavin, “Geçmişte kalan ölü birinin, yaşayan birinin hayatına girip zarar vereceğini” düşünüyor. Scottie, pek anlam veremese de psikiyatrın faydası olacağını düşünüyor bu şizofren duruma. Akşam restoranda yemek yedikten sonra operaya gideceklermiş Madelaeine’le. Onu görmesi için Scottie’yi restorana davet ediyor Gavin. Restoranda. Scottie, düşlerden düşmüş, platin saçları arkadan toplanmış bembeyaz tenli Madeleine’i görünce içinde zelzele oluyor sanki. Fonda da romantizme dokunduran klasik müzik duyuluyor bu anlarda.

Gündüz… Aynı müzik devam ediyor. Fötr şapkalı ve takım elbiseli Scottie, Madeleine’i arabayla takip etmeye başlıyor. Seyirci de San Fransisko sokaklarında, caddelerinde dolaşmaya başlıyor bu takiplerle. Madeleine, şehir dışındaki kiliseye gidiyor. Scottie, kilisenin içinden geçiyor. Madeleine, mezarlıkta bir mezara bakıyor. Madeleine mezardan ayrıldıktan sonra Scottie, mezar taşındaki yazıyı okuyor. Mezar, 1857’de ölmüş Carlotta Valdes’in yattığı yer. Zincirlemeli geçişle Jeff’in Madeleine takibi devam ediyor. Takip sürerken zincirlemeli geçişle Madeleine’in, sanat müzesinde Carlotta Valdes’in (Joanne Genthon) tablosu önünde oturmuş dalgın dalgın tabloya seyredişi görülüyor. Tablodaki kadının elinde bir demet çiçek ve boynunda da bir kolye fark ediliyor. Madeleine, tıpkı resimdeki Carlotta gibi saçını tarıyor ve onun gibi giyiniyor. Bu anlarda dingin bir müzik duyuluyor. Zincirlemeyle abradaki Scottie’ye geçiliyor. Madeleine, tarihi otele girerken, Scottie şaşkınlıkla onun arkasından bakıyor. Çok geçmeden Madeleine, bir an otelin penceresinden görülüyor. Hitchcock, Scottie arabadan çıktıktan sonra kamerayı öne ve geriye kaydırarak, Scottie’nin otele doğru gidişini gösteriyor bu özel anda. Otelin müdiresinden (Ellen Corby) bilgi alıyor. Merdivenlerden yukarı çıkıyorlar, Madeleine’in arada bir geldiği odaya giriyorlar. İçeride Madeleine yok. Scottie, Midge’in stüdyo-evine gidiyor. Ondan san Fransisko tarihi uzmanı sahaf Pop Leibel’ı (Konstantin Shayne) öğreniyor. Hemen Leibel’ın mekânına gidiyorlar. Leibel onlara Carlotta’nın trajik hikâyesini anlatıyor. Carlotta, bir misyon evinden gelmiş. Çok gençmiş. Zengin bir adam onu kabarede dans ederken ve şarkı söylerken keşfetmiş ve onu almış. Ona şehrin batısındaki semtte büyük bir malikâne yaptırmış. Leibel, “O çocuk” diyor. Zengin adam çocuğu almış, kadını defetmiş. “1800’lerin San Fransiskosu eğlenceler şehriydi” diyor coşkuyla Leibel. Sonra Carlotta hüzne düşmüş. Carlotta, sokaktan geçenleri durdurup “Çocuğum nerede, onu gördünüz mü” diye sorarmış. Delirmiş. Çok geçmeden intihar etmiş. Oradan ayrılıyorlar. Zincirlemeli geçişle, Scottie, Gavin’le buluşuyor. Gavin, Scottie’ye ikna edici bir şeyler anlatıyor. Karısı, Carlotta gibi saçlarını tarıyor, onun gibi giyiniyor, diyor. Ama Madeleine, takılarını sadece ayna karşısında takıyormuş. Gavin, Carlotta’nın Madeleine’in büyükannesinin annesi olduğunu söylüyor. Scottie ikna oluyor. Her şey yerli yerine oturuyor zihninde.

Zincirlemeli geçiş. Ertesi gün. Scottie yine takipte. Madeleine resim müzesine gidiyor. Ardından arabasıyla Golden Gate Köprüsü’nün kıyısına gidiyor Madeleine. Bu anlarda piyano ve yaylıların tınıları duyuluyor. Madeleine arabadan iniyor, kıyıya yürüyor. Kıyıda denize bakıyor ve aniden denize atlıyor. Ardından Madeleine’i kurtaran Scottie, Madeleine’i kendi evine götürüyor. Eve Madeleine’in arabasıyla geliyorlar. Madeleine baygın gibi Scottie’nin yatağında yatıyor. Scottie’nin bekâr evinin bir salonu, bir yatak odası, küçük mutfağı ve bir banyosu sadece. Madeleine uyanıyor. Şaşkın gibi. Yorganın altında çırılçıplak Madeleine. Elbiselerini ıslanmış Madeleine’e kendi kırmızı giyeceğini veriyor. Scottie, onunla iletişim kurmaya da çabalıyor. Madeleine, onun yalnızlığını görünce, “Hiç kimse yalnız yaşamamalı” diyor. Telefon çalıyor. Scottie yatak odasına gidiyor, Gavin’le telefonla konuşuyor. Salona döndüğünde Madeleine’in olmadığını görüyor.

Ertesi gün. Scottie, Madeleine’i yine arabayla takip ediyor. Fonda da yalnızlığın hüznünü hissettiren müzik duyuluyor. Bu müzikte yaylılar öne çıkıyordu. Caddeler, sokaklar geçiliyor. San Fransisko şehri, muhteşem güzelliklerini sunuyor adeta. Madeleine, Scottie’nin evinin önünde duruyor. Peşinden de Scottie geliyor. Scottie’ye not bırakmış. Sonra Madeleine’in arabasıyla San Fransisko dışına çıkıyorlar. Ormanda iki bin yıllık ağaçları anlatıyor Scottie. Bir kütükte insanlık tarihinin yolculuğu fark diliyor. Bu ağaç, Magda Carta’dan Amerika’nın keşfine kadar birçok önemli olayın yaşandığı zamanlarda dünyaya oksijen üretiyormuş. Madeleine bir ara uzaklaşıyor. Kayboluyor sanki. Kamera kayarak ağaca yaslanmış Madeleine’i buluyor. Bazı şeyler belleğinden siliniyormuş ve hatırlayamıyormuş Madeleine. Neden orada olduğunu, ne yaptığını, bilmiyormuş. Madeleine, Carlotta’nın mezarının kendi mezarı olduğunu düşünüyormuş. “Mezar yeni birini bekliyor” diyor Madeleine. O eski kiliseyi görüyormuş. Kule, çan… “Sanki İspanya köyü gibi” diyor. İçinde biri varmış ve ölmesini istiyormuş. Birden dudak dudağa öpüşüyorlar. Scottie, Madeleine’in dişi sesine, yumuşaklığına ve sıcaklığına dokunuyor özlemle. Sanki Madeleine’in nefesinden bahar tazeliği esiyor ona doğru. Bu öpüşmede yılların yalnızlığı var Scottie için.

Scottie, Midge’in stüdyo-dairesine gidiyor. Midge resme geri dönmüş. Yeni tablosunu da Carlotta’nın resmine benzetmiş. Scottie bundan hoşlanmıyor. Midge ona hâlâ âşık ama. Gece… Hüzünlü müzik duyuluyor, Scottie evindeyken. Scottie, Madeleine’le beraber kilise ve yakınlarındaki binalara gidiyor. Orada, Kaliforniya’daki eski yaşamı aktaran müze bulunuyor. Madeleine burayı anlatmış Scottie’ye. Madeleine buranın hayalinde olduğunu söylüyor ona. Scottie, birden Madeleine’in dudaklarına uzanıyor, özlemle öpüyor onu. Madeleine, aşkını ona hissettirmek için, “Seni seviyorum” diyor. Madeleine kiliseye yalnız gidiyor. Madeleine koşmaya başlayınca peşinden gidiyor. Madeleine merdivenlerden çan kulesine çıkıyor. Peşindeki Scottie, merdivenlerden aşağı baktığında başı dönüyor. Hitchcock bu duyguyu çarpıcı kamera denemeleriyle yansıtmış. Kamera geriye çekilirken, objektif zum olarak ileriye doğru gidince boşluk hissi veriliyor. Kuleye çıkamayan Scottie, bir kadın çığlığı duyuyor sadece.

Mahkemede… Kadını kurtaramadığı için Scottie eleştirilse de hastalığından dolayı fazla yüklenilmiyor. Madeleine’in intihar ettiği hükmüne varılıyor. Mahkemenin bitiminden hemen sonra Gavin, Avrupa’ya gideceğini söylüyor. Ama Scottie boşluğa düşüyor ve zihni daha da karmaşıklaşıyor. Scottie mezarlığa gidiyor. Gece evinde yatakta uyurken, kâbus görüyor Scottie. Kâbusta görüntü mavileşiyor. Çiçek demeti dağılıyor. Carlotta yansıyor. Tabloda kolyeyi fark ediyor. Görüntü flaş gibi patlıyor. Bir mezar. Sadece başını görüyor. Yukarıdan aşağıya düşüyor. Ardından uyanıyor Scottie. Sonra hastaneye yatıyor. Hastane odasında Midge, doktorların Mozart’ın kendisine iyi geleceğini söylüyor. Pikaptan, Mozart’ın müziğinin plağı çalıyor. Midge, boşluğa düşmüş Scottie’nin Madeleine’e çok âşık olduğunu anlıyor. Kendi aşkı uçup gitse de bu aşka saygı duyuyor içten içe. Görüntü kararıyor.

Görüntü açılıyor. San Fransisko genel manzarası yansırken, kamera da sağa çevriniyor. Scottie hastaneden taburcu oluyor. Scottie,Madeleine’nin arabasını görüyor. Arabanın yeni sahibesi arabayı Gavin’den satın aldığını söylüyor ona. Bara gidiyor Scottie. Burada Madeleine’e benzeyen kumral saçlı bir genç kadını görüyor. Resim müzesine gidiyor, orada Carlotta’nın tabkosu önünde oturmuş bir kadın görüyor Scottie. Ama Madeleine’e benzeyen kadın değil bu. Caddede yürürken, Madeleine’e benzeyen genç kadınla yine karşılaşıyor ve bu defa onu takip ediyor. Genç kadın bir otele giriyor. Scottie otelin koridorunda yürüyor ve oda kapısında duruyor. Kapıyı çalıyor. Genç kadın kapıyı açıyor ve Scottie’yi karşısında görünce tedirgin oluyor, onu içeri almak istemiyor. Scottie ikna ediyor. Sonra onu bir kadına benzettiğini söylüyor. Genç kadın, adının Judy Barton (Kim Novak) olduğunu söylüyor. Kansas’tan bu şehre birkaç yıl önce gelmiş. Judy, bir başka benzediği için bir erkek tarafından beğenilmekten hoşlanmamış gibi davranıyor. Sonunda onu yemeğe davet ediyor Scottie. Kumral Judy, Scottie gidince valizini hazırlıyor, sonra ona bir not yazıyor. Not yazarken, zihninden de görüntüler düşüyordu Judy’nin. Gerçekten Judy, benzediği Madeleine’in yerine geçip korkunç bir suçun parçası mı olmuştu? Merak duygusu ve gerilim iyidir. Judy, not bırakmaktan vazgeçiyor ve Scottie’nin yemek davetine gidiyor. Restoranda yemek yiyorlar. Zincirlemeli geçişle otele dönüyorlar beraber. Görüntü karıyor.

Ertesi sabah buluşuyorlar. Şehirde iki âşık gibi dolaşıyorlar, dansa gidiyorlar sonra. Ama Scottie’nin bir düşüncesi var. Judy’yi bir mağazaya götürüyor ve Madeleine’in giydiği elbiselerden satın alıyor. Judy giderek daha da tedirgin olmaya başlıyor. Sinirle kalkıp boy aynasının karşısına geçtiğinde ikiye bölünmüş bir kişilik gibi yansıyor Judy. Hitchcock bu hissi seyirciye ulaştırabiliyor bu anda. Sonra onu kuaföre götürüyor Scottie. Saçları platine boyanan Judy, tıpkı Madeleine oluyor. Judy’nin otel odasında. Dışarıdan içeriye otelin mavi neon ışıkları yansıyor. Bu sinema psikolojisinde karmaşayı hissettiriyor. Scottie, saçlarını Madeleine gibi toplamasını istiyor Judy’den. Fonda duyulan müzik de insanı etkisi altına alıyor Judy’nin güzelliğiyle beraber. Scottie onun dudaklarından öpüyor büyülenmiş gibi. Kamera bu anda hiç kesme yapmadan etraflarında dönüyor usulca. Bu anın anlamına final bölümünde dokunulabiliyor. Ayna karşısında makyaj yaptıktan sonra kolyeyi takması için ondan yardım istiyor Judy. Kolyeyi tanıyan Scottie, Judy’yi kiliseye, çan kulesine götürüyor. Merdivenlerden çıkarken kamera merdiven boşluğunu gösterirken geriye çekiliyor, objektif de zum olarak öne kayıyor. Boşluk hissi. Çan kulesine çıkmayı başarıyorlar. Scottie aynı anı yaşıyor. Judy korku içindeyken, gelen rahibeyi görünce kendini boşluğa bırakıyor. Scottie, korkmadan kulenin ucuna geliyor ve aşağı bakıyor. Hem olay çözülüyor hem de Scottie yükseklik korkusundan kurtuluyor. Ama şimdi ne yapacaktı? Hayatının kadınını bulduğunda kaybetmişti. Scottie, her içine kapanık insan gibi kadınlara kolay ulaşamıyordu. Kadınlar altın değerinde miydi içekapanık insanlar için? Ya Midge? Onda şiiri mi bulamıyordu Scottie? Yine yapayalnız günler sürecek miydi onun için? Madeleine / Judy sarsıntılarından sonra ne olacağı bilinmeyecekti hiç!.. Scottie’nin’in kullandığı araba, 1952 model Chevrolet Styleline de Luxe. Madeleine, 1957 model Jaguar Mk. VIII kullanıyor.

(26 Nisan 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Festivalin İran Sineması Seçkisinden Vizyondaki Oryantalist Vampir Hikâyesine

34. İstanbul Film Festivali’nde İran sinemasına duyduğumuz hayranlığı pekiştiren filmler izledik. Bunlardan ‘Taksi’, ülkesinde film çekmesi ve yurtdışına çıkması yasaklanan usta sinemacı Cafer Panahi’nin Berlin Film Festivali’nden büyük ödülle dönmüş mucizevi son eseri. Panahi bizzat şöförlüğünü yaptığı kalabalık Tahran sokaklarını turlayan ticari sarı taksiye binen farklı kesimden yolcularla söyleşiyor, yüzünden eksik etmediği tebessümüyle soruları yanıtlıyor. Korsan film satıcısı ile konuşmasında kahkalarımızı tutamadık, küçük yeğeni ile sinema ve yasaklar konulu sohbetinde hüzünlenmeden edemedik. Panahi bu şekilde kendisini de içine katarak katmanları arasında gezindiği İran toplumunun mikro analizine girişiyor. Bu güzel filmin satın alındığını, Türkçe altyazısının eklendiğini ve yakında vizyona gireceğini şimdiden müjdeleyelim.

Sosyal sorumluluk temalarıyla öne çıkan iki filmden ‘Melbourne’, eğitimli kentli çiftin Avustralya’da yeni bir hayata başlamalarına saatler kalmışken bakıcısının kısa bir süre için evlerine bıraktığı emanet komşu bebeğin uykuda ani ölümü üzerine ahlâki sorumluluklarıyla yüzyüze gelişleri üzerineydi. Festival konuklarından Nima Javidi’nin tek mekânda gerçek zamanlı çekilmiş ilk uzun metrajı ustaca kaleme alınmış senaryosu, aksamayan gerilimi, Asghar Farhadi başyapıtı ‘Bir Ayrılık / Jodaeiye Nader az Simin’den tanıdığımız harika oyuncularıyla ölü bebek ve göç metaforunun izleyiciyi yoğun bir tartışmaya davet ettiği festivalin önemli keşiflerindendi. Bir diğer örnek, İran’ın bu yılki Oscar aday adayı olan deneyimli sinemacı Reza Mirkarimi imzalı ‘Bugün / Emrouz’, taksisine binen kocasından fena dayak demiş hamile kadın ve bebeğine sahip çıkan yaşlı savaş gazisinin dokunaklı öyküsünü olgun bir sinema diliyle anlatıyordu.

Sundance Film Enstitüsü tarafından finanse edilen ve görücüye çıktığı 2015 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde İran’ın ilk vampir western’i olarak lanse edilen ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız / A Girl Walks Home Alone At Night’ ise Başka Sinema programı çerçevesinde bu hafta vizyona giren filmlerinden. ‘Alacakaranlık / Twilight’ ya da ‘True Blood’ benzeri genç izleyiciye yönelik vampir öykülerinin izinden giden bu yapım İranlı aileden gelme Ana Lily Amirpour yönetiminde İran asıllı oyuncularla ve Farsça diyaloglarla çekilmesine karşın oryantalist bir Amerikan sineması bağımsız örneğine daha yakın duruyor gerçi. Frank Miller’in ‘Günah Şehri / Sin City’sinden esinle ‘Kötü Şehir / Bad City’ adını almış İran kasabasında tuhaf olaylar yaşanıyor. Derken çarşaflı bir kadın vampir kasabanın azılı suçlularının peşine düşüyor. Fahişeler, uyuşturucu bağımlıları, kadın tüccarları ve daha birçok sefil ruhun kol gezdiği hayalet beldenin seti ise California’da kurulmuş. ‘Bad City’ bu haliyle bir İran kasabasından ziyade köhne bir Amerikan sanayi beldesini andırıyor. Spaghetti western’den, çizgi roman külliyatından, korku filmlerinden aldığı esini beceriyle konuşturan Amirpour’un siyah-beyaz stilize filminde ellilerden kalma retro arabasıyla James Dean’vari ortalarda gezinen Arash ile adsız vampir kızın video klip tadındaki romantik aşkları da ihmal edilmemiş. Bei Ru imzalı oryantal ezgilerden Radio Tehran kaynaklı underground rock parçalara, Portland kökenli Federale’nin Ennio Morricone esinli tınılarına uzanan füzyon ses bandının gizemli gece serüvenine eşlik etmiş olduğu bu nev’i şahsına münhasır atmosfer deneyimini meraklılarına havale ediyor, çağdaş İran sinemasının üst düzey yapıtlarını sinemalarımızda daha sık görme arzumuzu dışalımcı firmalara iletiyoruz.

(25 Nisan 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com