Kategori arşivi: Yazılar

Salak Milyoner

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

←Soldaki orijinal isimli “Baraka”, 1996 Haziran’ında sinemalarımızda gösterilmiş olan bir belgesel film, sağdaki ise önümüzdeki günlerde sinemalarımızda gösterilecek olan “Baraka” adlı film. Yeni filmin adını bülteninde “Baraka” (The Shack) olarak okuyunca ilk film aklıma geldi ve filmi neden 2 orijinal isimle vizyona çıkarıyorlar diye düşündüm. Bülteni okuyunca filmin Türkçe adının “baraka” yani “kulübe” mânâsına geldiğini anlayınca iş düzeldi. Birinci filmin adındaki “baraka” Arapçada “gölet” demekmiş. (28 Mart 2017)

Öğlen öğlen bir güzel söz icat ettim, yazayım: “Ulaşamayacağın büyük şeyleri hayal edeceğine ulaşabildiğin küçük şeylerle mutlu olmaya bak.” Vallahi güzel oldu, ben dahi beğendim. (28 Mart 2017)

“Kasımpaşalı Recep” ile “Yedi Bela Hüsnü” ve “İnce Cumali” ile “Kibar Feyzo” filmleri arasında ilginç bağlantılar tesbit ettim. İlk ikisi “bela”da, son ikisi “kibarlık”ta buluşuyor. Yukarıdan aşağıya baktığımızda birincilerde Yılmaz Güney, ikincilerde Kemal Sunal oynuyor. Oyuncuların ikisinin de kendi dönemlerinin efsane oyuncuları olması bir başka bağlantı. 4 filmin de adı lâkabıyla birlikte başrol karakterinin adından oluşuyor. Külhanbeyi olduğundan Recep’i pek sevmeyiz, mazlum olduğundan Feyzo’yu çok severiz. Hüsnü’yle Cumali arasında da hoşgörünüze sığınarak ancak “Hüsn-i cemaline meftun oldum” ifadesiyle bağ kurabildim; “Güzel yüzünüze tutkun oldum” demekmiş. (Oooh çok şükür konuyu kazasız, belasız sonlandırdım.) (29 Mart 2017)

Banner kardeşliği uyguladığımız internet sinema dergisi Arka Pencere, yılın en fena film, oyuncu ve sinemasal faaliyetlerini seçtiği 8. Altın Kestane Ödülleri’ni açıkladı. Bu yılki ödülleri belirleyen jüriye alınmamamız iyi oldu. Geçtiğimiz yıllarda birkaç yönetmenimizin gönül kırıklığı sitemleri, jüri üyesi olma onurumuzu oldukça zedelemişti. Öyle bir zedelenme yaşamamızı engelleyen banner kardeşimize teşekkür ederiz. (31 Mart 2017)

Sinemamızın Güdük Necmi’si Halit Akçatepe’yi dün kaybettik. Mekânı cennet olsun. CNN Türk’ün bu sabah 07:37’de verdiği habere göre sanatçının “Kardeşim” adında bir filmi daha varmış. “Muhtemelen ‘Canım Kardeşim’ filminin devamıdır” desem de inanmayın ve sinemamıza meraklıysanız bu filmi notlarınıza dahil etmeyin, çünkü Akçatepe’nin bu isimde bir filmi yok. Gazete olsun, dergi olsun, TV olsun, benzer haber metinlerini, bünyelerindeki konuya vakıf elemanlarının kontrolünden geçirerek yayınlamaları gerekir. Yanlış mı duydum diye tereddüt ederken aynı haber 08:03’te şöyle tekrar yayınlandı: “‘Kardeşim’ filminde Tarık Akan ve Kahraman Kral’la milyonları ağlattı.” Bir başka yayın organında da değerli sanatçının hiç başrolde oynamadığı şeklinde bir habere rastladım. Tek başına başrolde oynamasa da kalabalık kadrolu bazı filmlerde diğer başrol oyuncularla birlikte beyazperdeye gelmiştir, ki bu roller de başrol olarak kabul edilebilir. Bu dediğime yukarıda bahsettiğim “Canım Kardeşim” filmi örnektir, Akçatepe, Tarık Akan’la birlikte bu filmin başrol oyuncusudur. Kemal Sunal, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’la birlikte oynadığı ünlü “Köyden İndim Şehire” ve “Salak Milyoner” filmlerinde de kendisini başrol oyuncularından birisi olarak kabul edebiliriz. Bu filmler genelde Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı filmler olarak bilinse de Sunal’ın starlık yolundaki ilk filmleridir. (01 Nisan 2017)

Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Nabi Avcı, değerli sanatçı Halit Akçatepe’nin vefatıyla ilgili TV kameralarına görüş beyan ederken, artık iyiden iyiye klasikleşmiş bir söylem haline gelen “Yeşilçam sanatçılarının ömürlerinin son dönemlerinde sefalete düşmelerinden, filmlerinin TV.lerde yapılan gösterimlerinden gelir elde edememelerinden” bahsetti. Sayın Bakanın bu söyleminden sinema sanatçılarımızın sorunlarını Ulaştırma Bakanlığı veya Enerji Bakanlığı’nın çözmesi gerektiği sonucunu çıkardım. Yanlış çıkarmış olabilirim ama devlet büyüklerimizin sanatçılarımıza gösterdiği sevgi ve saygıyı her zaman takdir ediyoruz bunu da belirtmiş olayım. Geçtiğimiz Antalya Film Festivali’nde babası Mustafa Alabora’ya sordum; Memet Ali Alabora Londra’da tiyatro yaparak geçimini sürdürüyormuş, keyfi yerindeymiş. (01 Nisan 2017)

Film festivallerinin en sevdiğim uygulamalarından başta geleni sanatçılarımıza verilen emek ve onur ödülleri uygulamasıdır. Bu vesileyle unutulmadıklarını, hatırlandıklarını öğrenen sanatçılarımız mutlu oluyorlar. Bu uygulamanın zaafı festival düzenleyicilerinin fazla araştırmadan, birkaç kişiye sorarak kime onur veya emek ödülü vereceklerini belirlemeleri. Diyelim ki bu yıl bir sanatçıya onur ödülü veriliyor, bir bakıyoruz seneye veya 2 sene sonra aynı sanatçıya başka bir festival de aynı ödülü takdim ediyor. Yanlış anlaşılmasın her sanatçı onlarca, yüzlerce ödüle layıktır ancak aynı sanatçıya 2-3 festivalde ödül vermek yerine meslek derneklerine danışılarak hiç ödül almamış sanatçılar onurlandırılsa daha çok sanatçı mutlu edilmiş olur diye düşünüyorum. (01 Nisan 2017)

Böyle buyurdu Zerdüşt: “Sükut etme nazlı yar, beni Mecnun edersin” dizesinin geçtiği şarkıyı bir bayan ses sanatçısı yorumlayacaksa, “Sükut etme nazlı yar, beni Leyla edersin” diye söylemeli. (01 Nisan 2017)

(01 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Hayvanat Bahçesine Hayat ve Umut

Yeni Zelandalı kadın yönetmen Niki Caro’nun “Umut Bahçesi” filmi, Varşova’daki bir hayvanat bahçesinin işletmecisi bir ailenin Yahudileri kurtarışlarını anlatıyor. Hüzün ve umut yan yana.

1939 yılı. Yaz sonu. Her şeyin sevgiyle kuşatıldığı Varşova Hayvanat Bahçesi’nde Zabinski ailesinin acılı ama umut dolu mücadelesi yansıyor. İkinci Dünya Savaşı da yaklaşıyor. Hitler’le Stalin anlaşmış. Hitler’in amacı önce Polonya’yı işgâl ederek tüm Avrupa’yı Nazi bayrağıyla donatmaktı. Her şeyi planladığı gibi yapıyor Hitler. Ryszard adında oğulları olan Jan ve Antonina Zabinski’nin hayvanat bahçesini bir Alman zoolog Lutz Heck ziyaret ediyor savaş öncesi. Nazik ve hayvanlara düşkün biri gibi görünüyor Lutz. Ama Naziler, 1 Eylül 1939’da Varşova’yı bombardımana tutuyorlar. İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Hayvanat bahçesi de enkaza dönüşüyor. Vahşi hayvanlar Varşova sokaklarına dağılıyor. Şimdi ne olacaktı?

Hayvanat bahçesini terk etmek istemeyen Antonina, kocası Jan’la bu büyük acıların savaşında Yahudilerin yaşama umudu oluyor. Dostları olan Yahudiler şimdi selam verilmemesi gereken insanlar oluyorlar. Holokost başlıyordu. Yahudiler, Varşova Gettosu’nda toplanıyorlar. Önce Magda’yı saklıyorlar. Sonra da gerisi geliyor. Jan, bir SS subayı olarak hayvanat bahçesine gelen Lutz’u görünce gettodaki Yahudileri kurtarabileceğini düşünüyor. Jan, Alman askerleri için domuz beslerken, diğer taraftan da öncelikle çocuk ve kadınları gettodan çöp kamyonuyla taşıyor hayvanat bahçesine.

Schindler gibi…

Jan ve Antonina, tıpkı Alman işvereni Oskar Schindler gibi kurtarabildikleri kadar Yahudi’yi kurtarıyorlar. Yeni Zelandalı kadın yönetmen Niki Caro, bu trajedilerin içinde dramatik anları da öne çıkarmış. Lutz’un, sık sık hayvanat bahçesine gelip Antonina’yla ilgilenmesi, karısına âşık Jan’ı çıldırtıyor. Hatta kıskançlık krizine girince mantığını da yitiriyor. Kendisini seven eşinden şüpheye düşmesi kırgınlık yaratsa da bu zorlu günlerin ardından her şey eskisine dönebilirdi. Bu filmdeki birçok çarpıcı anı sinemaskop perdede keşfetmek gerek. İnsanı o atmosferin içine alıyor ve korkuyu hissediyorsunuz. Belki de Varşova üzerinde uçuşan Yahudilerin külleri, insandan korkmanın korkunçluğunu yaşatacak. Gettoda, genç kız Urszula’ya, Nazi askerlerinin tecavüzü sarsacak. Gözlerinde ışıltı olan Urszula’yı da kurtarıyor Jan. Belki de Urszula’yı hayata Antonina’nın geçmişteki travması döndürecekti.

Bütünüyle yakmak…

Naziler, “aryan ırk” olduklarını söyleyip başta “aşağı ırk” Yahudileri toplama kamplarında fırınlarda yakarak soykırıma uğrattılar. Soylu bir halk olan Yahudiler, bu holokostun acısını daima duyacaklar. Holokost, Yunancadaki “holos” ve “kaustos” birleşik kelimelerinden meydana geliyor. Bütünüyle yanmış anlamına geliyor. Naziler, altı milyondan fazla Yahudi’yi soykırıma uğrattı. Soykırıma da “jenosit” deniyor. Nazilerin önceliği Yahudilerdi. Sonra da solcular, Çingeneler, eşcinseller, bedensel ve zihinsel engelliler de vardı. Engelli insanlara karşı ırkçılığa da “öjenik” deniyor.

Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da 1967’de doğan yönetmen Niki Caro’nun 2002 yapımı “Whale Rider-Balinanın Sırtında”, 2005 yapımı “North Country-Tek Başına” ve 2015 yapımı “McFarland, USA-McFarland” filmleri biliniyor. Yönetmen Caro, 2017 yapımı sinemaskop “The Zookeeper’s Wife-Umut Bahçesi” biyografik filmini, Amerikalı şair, yazar, denemeci ve doğabilimci Diane Ackerman’ın 2007’de yayınlanmış aynı adlı kurgusal olmayan romanından çekmiş. Antonina ve Jan üzerine bilgilere, hatta hayvanat bahçesinde saklanan Yahudiler hakkında da bilgilere ulaşmak gerek. Filmi izlerken, insanın içine girip hüzünle umudu iç içe geçiren müzikleri de dinlemeli. Filmdeki bütün oyuncular da mükemmeldi. Akademi bu filmi fark edecek sanki.

Umut Bahçesi (The Zookeeper’s Wife)
Yönetmen: Niki Caro
Eser: Diane Ackerman
Senaryo: Angela Workman
Müzik: Harry Gregson-Williams
Görüntü: Andrij Parekh
Oyuncular: Jessica Chastain (Antonina), Johan Heldenbergh (Jan),
Daniel Brühl (Lutz), Efrat Dor (Magda),Iddo Goldberg (Maurycy),
Shira Haas (Urszula), Michael McElhatton (Jerzyk),
Waldemar Kobus (Dr. Ziegler), Martin Hofmann (Szymon),
Arnost Goldflam (Dr.Korczak), Val Maloku (Genç Ryszard),
Timothy Radford (Çocuk Ryszard), Martha Issová (Regina),
Daniel Ratimorsky (Samuel)
Yapım: Focus (2017)

(30 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]

Kader

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hürriyet Gazetesi 100 kişilik jüriye sinemamızın en iyi 10 filmini seçtirmiş. 100 kişilik jüriye giremediğime değil de Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”nin ilk 10’a giremediğine yanarım. Eskiden beri bu tür yarışmaların pek sağlıklı sonuç vermediğine inanırım. Seçen kişiler değiştikçe ilk 10’a giren filmler de değişebiliyor. Ayrıca aynı kişi dahi 10 yıl önce yapılan yarışmada listesine koyduğu bazı filmlere yeni listesinde yer vermeyebiliyor. Misalen bendeniz 20 yıl önce böyle bir liste yapılsaydı “Umut”u ve “Sürü”yü listeme koyardım, şimdi bir liste yapılsa sadece “Umut”u koyardım. Bazı filmler yıllara dayanamıyor. Keza yine bendeniz size 100 isimlik farklı bir jüri belirleyeyim, sinemamızın en iyi 10 filmi baştan aşağı değişsin. (Henüz resmen vizyona girmemiş olan Reha Erdem’in “Koca Dünya”sının ilk 100’e girerek 78. olması da bir tuhaf. Merak etmesem olmaz, edeyim ve “Koca Dünya”yı seyrettiğimi ve 4 üzerinden 4 yıldız verdiğimi belirttikten sonra sorayım: 100 kişi içinde “Koca Dünya”yı seyretmeyen kaç kişi var? Keza Cemal Şan’ın “Acı”sının girdiği ilk 100’de Yılmaz Güney’in ödüllü “Acı”sı yok. Niye? Çünkü jürideki gençlerin çoğu eski “Acı”yı görmemiştir.) (26 Mart 2017)

Malatya Valiliği’nin koordinasyonunda sürdürülen Malatya Uluslararası Film Festivali’nin 7.si aslında 2016 yılında yapılacaktı ancak memleketin malûm ahval ve şeraiti göz önüne alınarak ertelenmişti. Bu yıl ise 7. festivalin Malatya Büyükşehir Belediyesi tarafından Valilik desteği ile yapılacağı ve yeni bir ekip tarafından organize edileceği duyuruldu. Geçen yıl 7. festivalin ertelenme kararı öncesinde sinemamızın kadim oyuncularından Hülya Darcan’a onur ödülü verileceği açıklanmıştı. Gönül bu açıklamanın yeni organizasyonda da geçerliliğini sürdürmesini arzu ediyor. (26 Mart 2017)

Hürriyet Gazetesi’nin Sinemamızın En İyi 100 Filmi soruşturmasında henüz vizyona girmemiş olan Reha Erdem’in “Koca Dünya” filminin ilk 100’e girmesi üzerine yapılan tartışmaların verdiği ilhamla: Bu tür soruşturmalar, sinema salonlarında yapılan gösterimleriyle genel seyirciye sunularak vizyon gören ve -adı üzerinde- “Sinema Filmi” vasfını edinen filmlerin değerlendirilmesi neticesinde oluşuyor. Tüm filmler, uzunu, kısası, belgeseli, animasyonu başımızın tacıdır ancak gösterildiği mecra itibariyle sinemada gösterilene “Sinema Filmi” denildiği herkesçe malûmdur. Buradan hareketle, sadece festivallerde gösterilene “Festival Filmi” (Ceyda Aslı Kılıçkıran’ın, 3. Mardin Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterilen Müjde Ar’lı “Kilit” filmi sinemalarda gösterilmemiştir.), TV.de gösterilene “TV Filmi” (Lütfi Ömer Akad’ın “Ferman”, Diyet” filmleri TRT için yapılmıştır.), DVD.de gösterilene “DVD filmi” (Çağan Irmak’ın “Kabuslar Evi” serisi başlangıçta sadece DVD için yapılmıştır), internette gösterilene “İnternet Filmi” diyebiliriz. Hani birileri çıkar da En İyi 10 Falanca Filmi soruşturması yapmaya niyetlenirse yukarıdaki farklı türleri belirterek yapmasında fayda var. Nazar-ı dikkatlerine sunmuş olayım. (26 Mart 2017)

Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) her yıl yapılan geleneksel Türk Sineması değerlendirmelerinde herhangi bir filmin teşekkür bölümünde dahi adı geçen yazar değerlendirmeye katılamaz. Sinemamızın En İyi 100 Filmi soruşturmasında göze çarpanları, dikkat çekenleri ve göze batanları bu prensibi göz önüne alarak şöyle değerlendirebiliriz: (Genel kabul gören filmler belirtilmedi. Örnek: Hülya Koçyiğit’in listesindeki kendi oynadığı “Susuz Yaz”)
Müjde Ar: Listesinde oynadığı “Arabesk” ve “Adı Vasfiye” var.
Cüneyt Arkın: Listesinde oynadığı “Vatandaş Rıza”ya en yüksek puanı vermiş, yine kendisinin oynadığı “Köroğlu” da listede yer alıyor. Ayrıca listede “Yorgun Savaşçı” diye bir film adı geçiyor. Sinemamızda bu isimde bir film yok. Bu, Halit Refiğ’in Kemal Tahir’in eserinden çektiği, başrolünde Can Gürzap’ın oynadığı TV dizisi olmalı. Askeri cunta tarafından yayınına izin verilmemiş ve yakılmıştı.
Ata Demirer: Listesinde oynadığı “Eyyvah Eyvah” var.
Nurgül Yeşilçay: Listesinde oynadığı “Vicdan” ve “Eğreti Gelin” var.
Metin Erksan’ın “Dokuz Dağın Efesi” adlı filmi listenin 64. sırasına “Dokuz Dağın Efsanesi” olarak isim değiştirerek girmiş.
Tunç Okan’ın 68. sırada “Sarı Mercedes” olarak belirtilen filmi yaygın olarak “Fikrimin İnce Gülü” adıyla da biliniyor.
Reha Erdem’in 78. sıradaki filmi “Koca Dünya” -çokça bahsedildiği üzere- henüz vizyona girmedi.
Lütfi Ömer Akad’ın “Gelin-Düğün-Diyet” üçlemesinin listelere tek film olarak girmesi haksızlık, her film ayrı ayrı belirtilmeli.
Lütfi Ömer Akad’ın “Kanun Namına”sı ise 40. ve 57. sırada olmak üzere listeye 2 kez girmiş, böylece film adedi 99’a düşüyor, 13. sıraya tek film olarak giren “Gelin-Düğün-Diyet” üçlemesinden 2 filmi listeye eklersek toplam film sayısı 101’e çıkıyor.
Zeki Demirkubuz’un “Karanlık Üzerine Öyküler” olarak adlandırdığı üçlemesi “Yazgı-İtiraf-Kader” ise listenin 17. sırasında sadece “Kader” ile temsil ediliyor.
Listenin en dikkat çeken filmi ise hemen hemen hiç kimsenin bilmediği, “Tekerleme”. Merlyn Ecer’in Berlin Film Akademisi bitirme tezi olan “TEKerLEME”nin (Zungenbrecher) -aşağıdaki sevdiklerimizin yorumlarından öğrendiğimize göre- geçen yılki If İstanbul’da gösterildiğini ve beğenildiğini belirtelim. (27 Mart 2017)

Son iki yıldır kaybettiğimiz sinema sanatçılarımızın listelerini hazırlama görevini SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin şahsıma verdiğini düşündüğümde dün açıklanan Sinemamızın En İyi 100 Filmi Soruşturması’nda görüşümün alınmamasına o kadar önem vermediğimi beyan ederim. (27 Mart 2017)

(27 Mart 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Eskiden olsa “Rüya Tabirleri” kitabı yazanlara önerirdim, şimdilerde Ekşi Sözlük yazarlarına önereyim, acilen “Rüyada Brubaker Görmek” başlıklı bir madde yazılmalı. En sevdiğim aktörlerin başında Paul Newman’la birlikte Robert Redford gelir. O tamam, anladık da, rüyada sabaha kadar Redford’un “Brubaker” filmiyle mi haşır neşir olunur birader? Rüyanda Redford’u göreceksen git “Muhteşem Gatsby” filminde gör. Malum Gatsby’de göl kenarında malikane, son model arabalar, lüks yaşam, partiler, kızlar, votkaaa, rakııı ve şarappp, vs. vs. (Lâfın gelişi; “The Great Gasby”nin malikanesinde rakı ne arasın, viskidir o.) (19 Mart 2017)

“Çanakkale içinde aynalı çarşı” türküsünü çok kişi Çanakkale türküsü diye bilir, oysa Kastamonu türküsüdür. (18 Mart 2017)

Kurgu hikâyenin 1. versiyonu: Vallahi memleketin bu gündemi bendenizi bir ay içinde şişmanlatacak gibi görünüyor. Af buyrun midesine düşkün biriyimdir, restauranta giriyorum, “Ver bir kuru” diyorum, “Abi üstüne nohut?” diye soruyorlar. Hemen eveti yapıştırıyorum. Yemek bitiyor, “Abi çay?”, keza yine evet. Tümümüz sıyırdık sanırım, Allah encamımızı hayreyleye.
Kurgu hikâyenin 2. versiyonu: Vallahi memleketin bu gündemi bendenizi bir ay içinde zayıflatacak gibi görünüyor. Af buyrun midesine düşkün biriyimdir, restauranta giriyorum, “Ver bir kuru” diyorum, “Abi üstüne nohut?” diye soruyorlar. Hemen hayırı yapıştırıyorum. Yemek bitiyor, “Abi çay?”, keza yine hayır. Tümümüz sıyırdık sanırım. Allah encamımızı hayreyleye.
Hamiş: Kilo vermek iyidir. (18 Mart 2017)

Her zaman tenkit etmemek lazım, yeri geldiğinde takdir etmek de gerekiyor. Pera Müzesi’nin “Rus Sinemasında Kadınlar” başlıklı programındaki “Moscow Doesn’t Believe in Tears” adlı filmin adı, basın bültenine işin kolayına kaçılıp “Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor” şeklinde çevrilip yazılmamış, sinemalarımızda gösterildiği “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla yazılmış. Keza “The Cranes Are Flying” adlı film de aynı şekilde sinemalarımızda gösterildiği “Leylekler Uçarken” adıyla yazılmış. Bülteni kim hazırlamışsa tebrik ederim. “Leylekler Uçarken”i (mutlaka izleyin) Ocak 1974’te, “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor”u ise Şubat 1987’de Beyoğlu Elhamra Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum. (Leylekler… kesin Elhamra, Aşk Gözyaşlarına… muhtemelen Elhamra.) (19 Mart 2017)

Eskilerin “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözünü günümüze uyarlarsak “Sosyal medya icat oldu, iletişim bozuldu” diyebiliriz. Örnek vereyim: Bendeniz eskiden film şirketi, yeniden medya mensubu olduğumdan doğal olarak örneğim de sinemacılar, filmciler ve medyadan olacak. Bizler sosyal medya ve internet olmadığı zamanlarda bültenleri daktilo ile yazar, yüzlerce fotokopi çektirir, filmlerin önemli sahnelerinden 4-5 adet 35 mm.lik dia bastırır, yazılı basına onları, betacam kasetlere yüklediğimiz fragmanları ve kamera arkası görüntülerini de TV.lere gönderirdik. İnternet hayatımıza girdikten sonra bülten ve görseller e-posta ve diğer yollarla basına ulaştırılmaya başlandı. Sanıyorum şu sıra zurnanın zırt dediği yere geldik. Son zamanlarda bazı filmcilerin filmlerine basın gösterimi yapmamalarına alıştık diyelim, ancak basını e-posta ile dahi bilgilendirme zahmetine de girmediklerini görüyoruz. Filmleriyle ilgili facebook, twitter, instagram, vs. gibi sosyal medya sitelerine bir-iki satır bilgi üç-dört adet görsel koyup, “Buyrun buradan takip edin” demeye getiriyorlar. Bu sektörle ilgili haber verip para kazanan medya organlarının, film şirketleri ve sinemaların sosyal medya hesaplarını takip etmek zorunda oldukları düşünülebilir. Film şirketleri, “Oraya koyduk, al sana bilgi” diyebilir. Makuldür, ancak bu sektörle ilgili haber veren fakat para kazanmayan, üstüne para vererek yayın yapmaya gayret eden, çoğu amatör web siteleri sizi niye takip etsin? O nedenle para kazandığınız işinizle ilgili tanıtım yapan medyanın her türlüsüne, her şekilde ulaşmaya gayret edin. Ne demiş atalarımız: “Kılavuzu bülbül olanın burnu dikenden kurtulmaz.” (19 Mart 2017)

Bu ortama zaman zaman “Şu şu, bu bu kişileri arkadaşlıktan çıkaracağım” diye yazılıyor. Alıyor mu beni bir tedirginlik. Ben şuşu muyum, bubu muyum diye kederlere gark oluyorum. Öyle yazanların aslında “arkadaşlıktan çıkaracağım/çıkacağım” şeklinde yazmaları gerekir. Çünkü bu ortamda arkadaşlık ya size teklif ediliyor, ya da siz teklif ediyorsunuz. Öyle yazarsanız size gönül koymam. Ok? (20 Mart 2017)

Ben seçilmem, seçerim. (Ebru Gündeş şarkısı içinde geçen, fakat hiç sevmediğim bu söz, yandaki şu görüntüyle → eşleştirilince sevimli oldu.) (20 Mart 2017)

Bu sabah basın gösteriminde seyrettiğim “David Lynch: Yaşam Sanatı” filminden aldığım ilhamla hayatı şu iki kelimenin özetlediği kanaatine vardım: Olmazsa olmaz. Günlük yaşamda karşılaştığımız her şeyin, her kavramın sonuna bu iki kelimeyi ekleyin göreceksiniz: Aydınlık olmazsa olmaz, karanlığı anlayamayız; karanlık olmazsa olmaz, aydınlığı anlayamayız. Güzellik olmazsa olmaz, çirkinliği anlayamayız; çirkinlik olmazsa olmaz, güzelliği anlayamayız. İyilik olmazsa olmaz, kötülüğü anlayamayız; kötülük olmazsa olmaz, iyiliği anlayamayız. Anladıktan sonra da durup düşünmeli, ölçüp tartmalı, hangisi aklımıza yatıyorsa ona destek vermeliyiz. (20 Mart 2017)

Yaşlıyım ya, konu hakkında hüküm verme yetkim olduğunu düşünerek “Toplu taşıma araçlarında her yaşlıya yer verilmemeli, ihtiyacı olduğunu hissettirenlere yer verilmeli” şeklinde gençlere mazeret seçeneği üretirken metro geldi, bindim. Daha kapı kapanmadan, iki bayan arasında oturan genç, sağolsun kalktı yer verdi, mecburen oturdum. Yaş 67 olduğu için gencin yer vermesi normal, fakat benim koştura koştura geldiğimi, biraz sonra sucuk gibi terleyebileceğimi ne bilsin. İki bayanın arasına mahcup bir şekilde, büzülerek oturdum. Neyseki genç bir sonraki durakta indi de bendeniz ayağa kaktım ve yolculuğuma ayakta devam ettim. Şöyle beyan edeyim: Gençler, beni gördüğünüzde gözlerinize mahsun mahsun bakarsam yer verin, havalara bakıyorsam vermeyin. (21 Mart 2017)

Şu kanaate vardım ki: İnsanlar gerçek hayatta bulamadıklarını şarkılarda, şiirlerde, romanlarda, filmlerde arıyorlar. Her neyse onlar? (22 Mart 2017)

(24 Mart 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

36. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

36. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı gün kaldı. Bu yıl 05 – 15 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 25 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas ve Rexx Sinemaları ile İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren 15 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- VAHŞİ BÖLGE (La Region Salvage):

Meksika sinemasının ustalarından Amat Escalante ‘Heli’nin ardından çektiği son çalışmasında homofobi ve şovenizmi fanteziyle bir araya getirmiş. İki çocuklu sıradan bir aile üyelerinin, bu dünyaya ait olmayan ve saf cinsel haz veren varlığın çekimine kapılmaları üzerinden ilerliyor hikâye. Toplumsal sinemasında güçlü bir sinema diliyle hayal gücüne de alan açan Escalante, Venedik Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü filmini Andrzej Zulawski’nin ünlü ‘Possession’una ithaf etmiş.

2- BEDEN VE RUH (Teströl Es Lelekröl):

Berlin Film Festivali’nden büyük ödül Altın Ayı ve FIPRESCI ödülleriyle dönen film, emekliliğe yakın bir mezbaha müdürüyle asosyal kalite kontrol personelinin ortak rüyalarla başlayan tutkulu aşkını anlatıyor. Tanınmış Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra çektiği bu ilk filmi Budapeşte’de bir mezbahada geçiyor. Rüyalarındaki birlikteliği gerçek hayata taşımaya çalışan ana karakterlerin hikâyesi büyülü gerçeklik tadı taşıyor.

3- BİR YAŞAM (Une Vie):

‘Mademoiselle Chambon’, ‘İnsanın Değeri / La Loi du Marché’ gibi yapımlarla tanıyıp sevdiğimiz Stéphane Brizé’nin Venedik Film Festivali’nden FIPRESCI ödüllü son çalışması, Guy de Maupassant’ın 1883 tarihli ilk romanının uyarlaması. Aristokrat bir kadının yaşamının 27 yılını takip eden, modern ve alışılmadık bir dönem filmi bu. Yönetmenin ustalıklı el kamerası, Barones Jeanne’ın bir şatoda başlayan yaşamını, evliliğini ve hayal kırıklıklarını ustalıkla yansıtırken erkek egemen toplumda umudunu yitiren bir kadın portresini tüm gerçekçiliğiyle yakalıyor.

4- ORNİTOLOG (O Ornitologo):

Locarno Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş olan yapım, doğanın huzur verici dinginliğinde gökyüzündeki yaşamı izleyen kuş gözlemcisi Fernando’nun, nehirdeki akıntının botunu alıp götürmesi sonucunda ormanla başbaşa kalması üzerine. Portekizli yönetmen Joao Pedro Rodrigues’in gerçek ve hayal, rüya ile kâbus arasındaki mesafenin belirsizleştiren yapıtı, dinsel öyküler, mitler ve cinsel hezeyanlardan besleniyor, hem baş karakterine hem de izleyiciye beklenmedik sürprizler vaadediyor.

5- KENDİN VE SEN (Dangsinjasingwa Dangsinui Geot – Yourself and Yours):

İlişkileri mercek altına aldığı zekâ dolu komedileriyle bilinen Koreli usta sinemacı Hong Sang-soo bu kez kimliğin belirsizliğini kurcalamış. San Sebastian Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü yapımda, Luis Bunuel’in ‘Arzunun Şu karanlık Nesnesi’nden yola çıkan yönetmen, karşımızdakini gerçekten tanımanın imkânsızlığını ve erkeklerin kadınlara biçtikleri rolleri eğlenceli ve yoruma açık bir mizah anlayışıyla aktarıyor.

6- GECE SAHİLDE TEK BAŞINA (Bamui Haebyun-eoseo Honja – On the Beach at Night Alone):

Hong Sang-soo’nun festivaldeki bu ikinci filmi otobiyografik öğeler taşıyor. Geçtiğimiz ay Berlin’den en iyi kadın oyuncu ödülü ile dönen yapım, evli bir yönetmenle aşk ilişkisi yaşamış ünlü kadın oyuncunun yalnızlığını iki ayrı sahil kentinde atlatmaya çalışması üzerine. Kadın karakterin melankolisini, dürüstlüğünü ve hesaplaşmalarını etrafındaki insanlarla konuşmaları aracılığıyla anlatan yönetmen, etkileyici kadın karakterin yanında yer alarak bir kez daha alışıldık erkek davranışlarını eleştiriyor.

7- 14. LOUIS’NİN ÖLÜMÜ (La Mort de Louis XIV):

İki yıl önce festivalde ‘Ölümümün Zamanı’ isimli çizgi dışı filmiyle tanınıp sevdiğimiz Katalan yönetmen Albert Serra, ‘devlet benim’ sözünün sahibi ve mutlak monarşinin simgesi tam 72 yıl krallık yapmış Avrupa tarihinin güçlü hükümdarının son günlerini perdeye aktarmış. Sight & Sound Dergisi’nin 2016’nın en iyi 10 filminden birisi olarak seçtiği yapımda, Fransız Yeni Dalgası’nın simge yüzlerinden Jean-Pierre Léaud’yu kariyerinin en büyüleyici performanslarından birinde izliyoruz.

8- MİMOZALAR (Mimosas):

Cezayir’de yaşayan İspanyol sinemacı Oliver Laxe’in Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası’ndan büyük ödüllü filmi, western izleri taşıyan esrarengiz bir serüveni konu ediniyor. Akrabalarının yanına gömülmeyi arzu eden hasta ve yaşlı şeyh yolda hayatını kaybedince, Atlas dağlarının çetin şartlarında cenazenin götürülmesini vasiyet ettiği kente doğru fiziksel olduğu kadar metafizik bir yolculuk başlar. Büyüleyici coğrafyayı fon edinen sinemacı, öyküsünün şifrelerini çözmeyi izleyicisine bırakırken, alışıldık hikâye anlatım yollarını reddederek yolculuğu ruhsal bir deneyime yaklaştırıyor.

9- İZ (Pokot):

Şubat ayında Berlin’de dünya prömiyerini yaptığı son çalışması, Polonya usulü ‘Fargo’ misali, karlar altındaki bir dağ kasabasında geçen, eksantrik karakterlerin cirit attığı bir cinayet filmi. Kasabada öğretmenlik yapan, astroloji meraklısı, hayvan hakları savunucusu şirin ihtiyarın iki köpeğinin ortadan kaybolmasının ardından, çoğu kaçak avcılıkla uğraşan bölge sakinleri art arda cinayetlere kurban gitmeye başlıyor. Usta sinemacı Agniezska Holland filmini türler arası bir gerilim, kara komedi öğeleri taşıyan anarşist-feminist bir polisiye olarak tanımlıyor.

10- VİCDANSIZ (Bezbog):

Locarno Film Festivali’nden en iyi film, yönetmen ve kadın oyuncu ödülleriyle dönen Ralitza Petrova imzalı Bulgar yapımı, bir Doğu Avrupa ‘kâbus’u çizen, karanlık, gerçekçi ve fazlasıyla sert bir film. Bulgaristan’da dağların eteklerinde kurulu unutulmuş kasabada yardıma muhtaç yaşlı insanların bakımını yapan hemşire Gana, hastaların kimliklerini çalıp karaborsada satmaktadır. Monoton dünyasına duyarsızlığıyla katlanabilen kadının hayatı sıradan yozlaşmışlığıyla sürecek gibidir, ta ki hastalardan birine yakınlık duyana kadar.

11- FÉLICITÉ:

Senegal asıllı Fransız yönetmen Alain Gomis’nin geçen ay Berlin’den Jüri Büyük Ödülü ile dönen filmi. Geceleri barda şarkı söyleyerek geçimini kazanan Félicité’nin yaşamı, 14 yaşındaki oğlunun motosiklet kazasıyla iyice çıkmaza giriyor. Oğlanın ameliyatı için gereken parayı toplamaya çalışan kadını ‘onca fakirliğe rağmen’ klişesine düşmeden şefkatle izleyen Gomis, sıklıkla başroldeki Vero Tshanda Beya’nın anlamlı yüzüne odaklanmış. Kongo’nun başkenti Kinşasa’da zengini acımasızlaştıran, yoksulu ve özellikle kadını yalnızlaştıran ekonomik ve ataerkil düzenin varlığını her karede hissediyorsunuz.

12- ANA, SEVGİLİM (Ana, Mon Amour):

2013’te ‘Çocuk Pozu’ ile Berlin’de Altın Ayı kazanan Calin Peter Netzer’in, aynı festivalden geçtiğimiz Şubat ayında ‘Kurgu alanında Sanatsal Katkı’ ödülüyle dönen bu son çalışması bir kara sevda öyküsü. Üniversite yıllarında karşılaşan Ana ile Toma’nın bağımlılığa dönüşen sorunlu birlikteliklerini psikanalize geniş alan açan bir senaryo, ustalıkla kullandığı dinamik el kamerası ve doğal oyunculuklarla aktaran sinemacı, Romanya Yeni Dalgası’nın en parlak temsilcilerinden biri.

13- SONSUZ ŞİİR (Poesía Sin Fin):

Yaşı 88 olmasına karşın ruhu en genç sinemacılardan biri olan Alejandro Jodorowsky, yeni filminde bizleri bir kez daha her anı yaratıcılıkla dolu, çılgın bir evrene davet ediyor. Bir önceki ‘Gerçeğin Dansı’nın kaldığı yerden devam eden yapım, yönetmenin gençlik yıllarına odaklanmış. Ailesinden ayrılarak kendini 40’lı yılların Santiago’sunda bohem bir hayatın içine bırakan Alejandro, Enrique Lihn, Stella Díaz Varin, Nicanor Parra gibi dönemin önemli şairleri ile tanışır ve ilk kez aşık olur.

14- SÜRGÜN (Exil):

Festivalde izlediğimiz ‘Eksik Resim’ ile Kamboçya’nın yaşadığı trajedilere ayna tutan yönetmen Rithy Panh, bu son çalışmasıyla ülke tarihinin karanlık dehlizlerinde cesurca gezinmeye devam ediyor. Pol Pot rejiminin soykırımlarında kurban edilen iki milyon can için ağıt yakarken, filmini belgesel ve kurmaca arasındaki gri alanda konumlandırmış. Acımasız rejimin slogan, kitap, şarkılarla kurduğu hakimiyeti, muazzam bir arşiv çalışmasıyla sorgularken, adalet, siyaset, devrim gibi kavramları korkusuzca tartışmaya açıyor.

15- AUSTERLITZ:

Ukraynalı usta sinemacı Sergey Loznitsa, Venedik’te prömiyerini yapan son belgeselinde kamerasını ölüm, keder ve yıkımla özdeşleşmiş Nazi toplama kamplarına çeviriyor ve günümüzde binlerce kişinin ziyaret ettiği bu imha merkezlerinde insan davranışlarını gözlemlerken, bu mekanların günümüz insanı için anlamını araştırıyor. ‘Selfie’ler, kahkahalar, yemek molaları ve rehberlerin ruhsuz açıklamalarıyla ölüm kamplarının turistik bir merkezden farkının kalmadığını gösteriyor bu ilgiye değer çalışma.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vaadeden yapımları ele alacağız.

(23 Mart 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Bu Otobanda Hepsi Aşk Uğrunaydı

İngiliz yönetmen Eran Creevy’nin “Otoban” filminde, aksiyonun tam ortasında aşkın yüceliğini hatırlatıyor. Otobanda geçen sahneler heyecan verici.

Casey Stein bir Amerikalı. Diskoda gördüğü Juliette Marne da öyle. Kader onların yollarını Almanya’nın Köln şehrinde kesiştiriyor. Casey, Amerika’daki suç dünyasından kopup buralara kadar uzanmış. Juliette, Amerika’daki mutsuz hayatından, ailesinden uzaklaşmak için Köln’e okumaya gelmiş. Bu iki genç insan ülkelerinden uzakta birbirlerine aşk sunuyorlar. Casey, arkadaşı Matthias’la “Türk” lakaplı uyuşturucu satıcısı Geran’la iş yapmak için diskoya uğruyor. Geran, yasal olarak atlarla uğraşıyor. Hedonist, yani zevkine düşkün biriydi.

Ama buraya gelmeden filmin girişindeki otondaki kaza yansıyor önce. Casey, iç sesiyle dünyanın aşk için döndüğünü söylüyor. Tüm bu olanlar aşk içindi. Sonra film, bu kazaya kadar olanları göstermek için geriye dönüş yapıp, heyecanlı dolu aksiyon sahnelerinin kuşattığı hikâyesine seyircisini çekiyor.

Uyuşturucu baronlarıyla dans…

Juliette böbrek hastası. Alman sağlık sisteminde tedavisi zor, çünkü o yabancıydı. Aşkı için kötü işlerden uzak durmaya başlayan Casey, aşkı için Geran’ın işine giriyor. Geran, dışarıdan bakınca her işi yasal görünen bir işadamı olan Hagen Kahl’la ortak olmak istiyor. Saygınlık için. Gururu incinen Geran, Almanya’da en büyük uyuşturucu trafiğini yöneten Hagen’in uyuşturucu yüklü kamyonunu soymak için yanıp tutuşuyor. Bundan sonrasında perdede heyecan fırtınası esiyor. Gerisini perdede görmek gerek.

Casey, zekice plan yaparak işi başarsa da, karşında Hagen vardı. Bu yaşlı kurt daima bir adım önde gidiyor. Hagen’in eline düşen Casey, korkunç işkenceyi atlatarak içinde para dolu arabayla kaçsa da peşindeki Hagen’in Balkanlardan gelen adamlarını kolay aşamıyor. Otobandaki takip anlarından sonra filmin girişindeki kaza oluyor ve film artık şimdiki zamanda yoluna devam ediyor. Filmin uzun final bölümünün beklenmedik olduğunu da belirtelim.

Muhteşem mekânlarda…

Köln’de ve çevresinde geçen film, gri bulutların altındaki bu yeşil ülkeden görsel anlamda estetik fotoğraflar da yansıtıyor. Almanların sakin kasabaları ve yolları görülmemiş kaos yaşıyor bu filmde. Bizim ülkemizde Türkçe altyazı çevirisi konusunda sorunlar var. Elbette yazılar çok iyi basılıyor ve okunaklı. Türkçe altyazıda Köln şehrinin adı Cologne diye yazıyordu ve insanı kedere düşürüyordu. Belki de uzak olmayan zamanlarda Fas’a Morokko, Marsilya’ya Marseille, Londra’ya London denecek. Sınırı yok bunun. Eskiden altyazılar zor okunurdu, ama her şey doğru yazılırdı.

1976’da Londra’da doğan İngiliz yönetmen Eran Creevy, bu üçüncü filmiyle sinema perdelerimize gelebildi. Daha çok müzik videolarıyla tanınıyormuş yönetmen. 2015 yapımı sinemaskop “Otoban” ortalamanın biraz üstüne çıkabilen bir film. Bu filmi yavaşlatan ve melodramın içine düşürense pembe dizilerden ödünç alınmış ne yazık ki aşktı. Elbette aşk rahatsız edici değildi, ama yansıyışı yapaylık veriyor insana. Geriye kalan her şey iyiydi. İki büyük oyuncu, Ben Kingsley ve Anthony Hopkins’in varlıkları bu filme değer katmışlar. Hollywwod’un kült oyuncularına gönderme yapılaması da ilginçti. John Travolta’dan Sylvester Stallone’a. Geran’ın Casey’i hangi aktöre benzettiğini filmden öğrenin. Fonda duyulan disko tarzı müzikler sevenleri etkileyebilir.

Otoban (Collide)
Yönetmen: Eran Creevy
Senaryo: F. Scott Frazier-Eran Creevy
Müzik: Ilan Eshkeri
Kurgu: Chris Gill
Görüntü: Ed Wild
Oyuncular: Nicholas Hoult (Casey), Felicity Jones (Juliette), Anthony Hopkins (Hagen), Ben Kingsley (Geran), Marwan Kenzari (Mathias), Aleksandar Jovanovic (Jonas), Christian Rubeck (Kay), Erdal Yıldız (Rainer), Clemens Schick (Mirko), Johnny Palmiero (Fitch),
Yapım: IM Global-Silver-DMG (2015)

(23 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]

Tatlım Tatlım

Sinema hayatın ta kendisidir. Edebiyattan ayrıldığı nokta da oradadır zaten, imaj yaratmaz. Edebiyattaki imaj filmde yönetmenin imajıyla önünüze geldiği için imajın imajı olmayacağından birebir yansıyandır hayattan.

Hayattan yansıyanların anlatıldığı filmler güzel olduğu kadar izleyiciye de ulaşır. Bizim ülkemizde komedi deyince akla ilk gelen küfür, yazanından yönetenine, oyuncusundan izleyenine kadar işin kolayına kaçıldığı için hep önümüze sürülür. İyi bir şey yaptığınızda küfre de gereksinim duymazsınız.

Tatlım Tatlım, Yılmaz Erdoğan’ın, yıllar önce Demet Akbağ ile birlikte oynadıkları “haybeden gerçeküstü aşk” öyküsü… O zaman da çok sevilmişti, bu sefer de çok sevilecek. İyi gözlem sonucu yazılan bu oyun/senaryo bize bir ayna tutuyor.

Rastlantı sonucu tanışıp birbirinden etkilenen dört genci anlatan film, paralel kurgu ile bizi yaşamın içine taşıyor. Sizin de yaşadığınıza inandığım, bir süre sonra muhakkak başınıza geleceği kesin olan benzeri durumları hicvediyor başarıyla.

Sinema mı, televizyon mu diye -bana göre alabildiğine önemsiz ve bir o kadar da gereksiz- tartışma çıkacaktır. Tamam, sinema olarak görmeyebilirsiniz, gerek çerçevesi gerek mizanseni gerekse diliyle televizyon filmine daha çok uyuyor. Ama sorarım, olmamış mı?

Bu kadar da olmaz, tam da benim/bizim yaşadıklarımız diyeceksiniz bir yandan, gülerken. İyi komedi, yaşamdan kesitleri paralel kurguyla buluşturuyor, bunu yaparken de hak veriyorsunuz. Bundan iyisi “Tatlım Tatlım”.

Tatlım Tatlım, Yönetmen: Yılmaz Erdoğan, Oynayanlar: Aylin Kontente, Büşra Pekin, Gupse Özay, Şebnem Bozoklu, Bülent Emrah Parlak, Çağlar Çorumlu, Fatih Artman ve Serkan Keskin. 17 Mart’tan itibaren gösterimde…

(16 Mart 2017)

Korkut Akın

Yönetmen Lynch’in Ressam Dünyasında

Amerikan sinemasının yaşayan büyük yönetmenlerinden David Lynch üzerine “David Lynch: Yaşama Sanatı”, bir ustanın sanat yolculuğuna çıkartıyor. Bu belgeselde yansıyanlar ilham veriyor.

David Lynch. Bir yönetmen mi, bir ressam mı? Hangisi daha öne çıkıyor? Bu belgeselde yönetmenin daha çok ressamlığı öne çıkıyor. Kendi resim atölyesinde gerçeküstü ve dışavurumcu resimler yapan Lynch, çocukluğundan bugüne kadarki hayatında öne çıkanları mikrofona anlatıyor. Siyah-beyaz bebeklik fotoğrafları bile var bu yolculukta. Ailesi, hem fotoğraf makinesiyle hem de 8mm renkli kamerayla çocuklarını ve kendilerini hep kaydetmişler. Bu fotoğraflar ve görüntüler hazine değerinde sanat açısından.

Lynch, 20 Ocak 1946’da Montana’nın Missoula şehrinde doğdu. Tarım Bakanlığı’ndaki babası Donald, Virginia’nın Alexandria şehrinde iş bulunca yeni hayatları burada devam ediyor. Ama daha önce başka şehirleri de dolaşıyorlar tabii ki. Başkent Washington uzak değil. Ama David’in buranın kasvetli havasına alışması da gerekiyor. Lynch, lise bitene kadar tam anlamıyla dar bir alana sıkışmış. Ama bu dünya ona huzur da vermiş. Ailesi mutlu olmaları için sevgilerini çocuklarına vermişler. İngilizce öğretmen anneleri Edwina, sevgisini açıkça göstermese de onların geleceği için hep kaygılanmış. David, annesine de minnettar bir anlamda boyama kitapları almadığı için. Belki de çocukların yaratıcılığını körelttiği için almamıştır öyle şeyleri. Sonuçta David Lynch ve sanatı apaçık ortada. David’in John ve Martha adında iki kardeşi de var.

Resim bir hayat…

Liseden, biterken yeni tanıştığı arkadaşının ressam olduğunu öğrendiğinde David’in hayatının akışı da değişmeye başlıyor. Ne olacağına keşfediyor. Yaşama sanatını keşfeder gibi. Atölyede resim yapmaya başlayan David için yeni ufuklar da görünmeye başlıyor. Pensilvanya’nın Philedelphia şehrinde Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim okumaya başlıyor. Ama Philedelphia hakkında da olumsuz düşünüyor David. Bu şehre, fakirlerin New York şehri diyor. Bu şehirde yaratıcı olunur muydu? Ya aşk? İkisini de yakalıyor bu şehirde mutsuz David. 1967’de Peggy’yle evleniyor ve Jennifer adında bir kızları da oluyor. Jennifer Lynch bugün bir yönetmen ve yazar. Babasını ürküten “tuhaf” deneyler de yapan David, burada deneysel resimler ve kısa filmler de üretiyor. Kamera onu sinemaya doğru sürüklemeye başlasa da nasıl sinemacı olacaktı? Hangi sinema okulundan burs kazanabilirdi ki? Çabaları onu “American Film Institute” (AFI) okuluna ulaştırıyor. Los Angeles’ın güneşi ona iyi geliyor. Burslu okuduğu bu okulda kendisine verilen stüdyoda yeni yaşamını kurarken karısından da ayrılıyor. 1977’de siyah-beyaz “Eraserhead” filmini çekiyor. Bu film, yönetmen olarak onun yolunu açıyor ve 1980 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz “The Alephant Man-Fil Adam” gibi çok önemli bir filmi yapmasına neden oluyordu.

Gerçeküstücü ruh…

Bu belgeselde yönetmen Lynch’ten daha çok ressam Lynch yansıyor perdeye. Hangi ressamlar etkilemişti onu? Gerçeküstücü ve dışavurumcu ressamlar mı? Elbette onlar. Ama isimleri anılmıyor hiç. Ama araştırınca Lynch’in İrlandalı dışavurumcu ressam Francis Bacon’dan (1909-1992) etkilendiğini buluyorsunuz. Bacon’ın tablolarını incelediğinizde bunu daha çok anlıyorsunuz.

Sinemadaysa, gerçeküstücü İspanyol büyük yönetmen Luis Bunuel, Lynch’in sinemasına çok şey katmıştı ilham anlamında. Resim sanatının da, Lynch’in sinemasına çok şey kattığı da fark ediliyor bu belgeselde. Lynch, hem sinemasıyla hem de resimleriyle postmodern bir sanatçı. Onun atölyesinden yansıyan resim yaratma anlarında elle dokunulabiliyor buna.

Lynch, filmlerinde rüyayla gerçek arasında insanı savururken, yanılsamalarla gerçeklik algılarıyla oynuyor hep. Ustanın 1996 yapımı sinemaskop “Lost Highway-Kayıp Otoban” filminde, gerçekliği kaybeden seyirci, gerçekten otobanda kayboluyordu. Bu filmdeki zihinsel bulanıklık, objektifteki bulanıklık gibiydi. Lynch, bu filminde az da olsa dışavurumcu ressam Edvard Munch’un “Çığlık” tablosundan ilham alıyordu. Munch, iletişimsizliği ve yabancılaşmayı anlatıyordu bu modern resminde. Belgeselin bir anında kendinizi, yönetmenin 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Bir kuş, belki narbülbülüydü, gagasında böcekle yansıyordu dalda. Narbülbülleri, ışık olmadığında görülmezlermiş. Ama dünyayı ışık sardığında aşkla dönerlermiş. 2016 yapımı renkli ve siyah-beyaz “David Lynch: The Art Life-David Lynch: Yaşama Sanatı” belgeseli belleğe alınmalı. Belki ilham verebilir. En azından büyük bir ustanın dünyasına girmeye çabalıyorsunuz.

David Lynch: Yaşama Sanatı (David Lynch: The Art Life)
Yönetmen: Jon Nguyen-Olivia Neergaard-Holm-Rick Barnes
Müzik: Jonatan Bengta
Kurgu: Olivia Neergaard-Holm
Görüntü: Jason S.
Oyuncu: David Lynch (Kendisi)
Yapım: Duck Diver Films (2016)

(21 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]

Bir Direniş Öyküsü

69. Cannes Film Festivali yarışma seçkisinin en güzel filmlerinden ‘Aquarius’un sinemalarımızdaki gösterimi başladı. Daha önce If Bağımsız Filmler Festivali’ne konuk olmuş, önümüzdeki ay başlayacak 36. İstanbul Film Festivali’nin Bienal ile işbirliği sonucu ‘iyi bir komşu’ temalı filmler seçkisinde yeniden izleyici karşısına çıkacak olan 2012 yapımı ‘Komşu Sesler / O Som Ao Redor’ ile tanıyıp sevdiğimiz Kleber Mendonça Filho’nun ikinci uzun metrajı bu.

Bir önceki filminde olduğu gibi, yönetmenin çocukluğunun geçtiği Brezilya’nın kuzeydoğusunda, Atlantik Okyanusu’na nazır sahil kasabası Recife’de geçiyor hikâye. Film adını ana karakterin yaşadığı, orada üç çocuğunu büyüttüğü apartman binasından alıyor. 60’lı yaşlarını süren entellektüel Clara’nın yaşamının birçok önemli anına tanıklık etmiş 1940’lardan kalma eski apartman dairesi, paha biçilmez anılarla doludur. Raf raf kitaplar, plaklar, duvardaki resimler, posterler bir dönemin kültürel zenginliğini gözler önüne sermektedir. Çevresi tarafından Dona Clara hitabıyla saygı gören sıkı bir kadındır Clara. İlerlemiş yaşına karşın denizden sahile çıkışı gözüpek bir Bond kızı edasındadır. Özgür ruhu, 68 kuşağından teyzesi Lucia’dan mirastır ne de olsa. İkamet ettiği apartmanın o dönemin çiçek çocuklarını konu alan ünlü ‘Hair’ müzikalinin açılış şarkısı ile aynı adı taşıması bu yüzden anlamlıdır.

Sorun, kentsel dönüşüm tezgâhı altında tarihi ‘Aquarius’ binasının emlak simsarları tarafından ele geçirilerek yıkılmak istenmesiyle patlak verir. Politikacılarla arasını iyi tutmuş büyük bir emlak şirketi binadaki diğer kat maliklerini teker teker ikna etmiş, sıra Clara’nın şirin apartman dairesini satın almaya gelmiştir. Kendi çocukları dahil çevresindeki herkes inşaat şirketinin cazip teklifini kabul etmesini ister ondan. Ancak onun geçmişini ve anılarını yok etmeye hiç niyeti yoktur. Eski binanın yerine kondurulacak cam ve çelikten yeni rezidans fikrini anında reddeder. Müteahhitlik firmasının yurt dışında eğitim görmüş genç patronu ve ekibinin türlü yıldırmalarına karşı tek başına bir direniş başlatır. Bu zorlu süreçte hem geçmişini kapı dışarı etmek isteyen bir toplumu, hem kendini keşfe çıkacaktır.

Film eleştirmenliğinden gelen Filho, mükemmel bir karakter incelemesine imza atmış ‘Aquarius’ ile. Uzunca bir aradan sonra sinemaya dönüş yapan, ‘Örümcek Kadının Öpücüğü’, bizde gösterime girmemiş ‘Dona Flor ve İki Kocası’ benzeri klasiklerle ülkesinde haklı bir şöhrete sahip olan Brezilya sinemasının efsanevi yıldızı Sonia Braga ile gayet verimli bir iş birliği gerçekleştirmiş. Filho’nun eski mesleğine hoş bir nazire olarak emekli müzik eleştirmenini canlandırıyor Braga. İyi müziğin her çeşidine vurgun, Brezilyalı anıtsal besteci Heitor Villa-Lobos hakkında kitap yazmış olması tutkuyla Queen dinlemesine engel değil. Stanley Kubrick’in para pul sahibi olmanın boşunalığı üzerine destansı başyapıtı ‘Barry Lyndon’ın kocaman afişi süslüyor evinin duvarını. Yok edilmeye çalışılan tarihin bu hüzünlü kutsamasında, bir haysiyet portresi olarak klasikleşeceği muhakkak bir performansa imza atıyor büyük oyuncu.

Film aynı zamanda yolsuzluğun ve boşvermişliğin doruğa çıktığı Brezilya’nın ve ona benzer ülkelerin ahvalinin eşsiz bir metaforu niteliğinde. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, kendi ülkemizde kentsel dönüşüm adı altında şehrin ve toplumsal hafızanın nasıl tahrip edildiğine hüzünle isyan ettiğimiz bir dönemden geçmiyor muyuz bizler de. ‘Biz mekânımızla bütünleşiyoruz. Anılarımız kimliğimizi oluşturuyor. Binayı yıkmakla birkaç kuşağın kültürünü ve yaşamını yok ediyorsunuz, anılarını siliyorsunuz’ diyor yönetmen. Bir diğer söyleşisinde, 1952’de hizmete girmiş Recife’nin muazzam Sao Luiz Sineması’nın geçen yılki hüzünlü kapanışından dem vuruyor. Onca itiraz ve isyana karşın yıkılan tarihi Emek Sineması geliyor aklıma. İşgal ve yıkıma karşı soylu direnişin hikâyesi olan bu güzel film aracılığıyla, çakma Emek’i savunanlardan hesap sormak istiyorum.

(20 Mart 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Kırmızı Kaplumbağa ve Kısa Film Üzerine…

Kısa film, düşlerinizde geliştirdiğiniz öyküyü sansürlemeden, tüm engelleri bir şekilde aşarak (en azından aşmaya çalışarak) söylemek istediğinize odaklanan, önemli bir dildir. Yeni bir anlayışı, yeni bir soluğudur sinemanın; kaygısız, korkusuz, önyargısız ve art niyetsiz.

Bir coşkudur kısa film…

Kısa filmi, dağların doruklarından, baharla birlikte eriyen kar sularının çağıltılı, okyanusa ulaşma coşkusudur böyle tanımlamak aynı coşkunun yansıması olmalıdır ki heyecan bir yaşam boyu sürsün. Gerçekte de öyledir, hayat sizi alır taşır kendi coşkusunun içine…

“Burjuvalar yüksek duvarlarla
Çevirmişler avlularını
Ama bir kiraz ağacı gördüm ki geçen gün
Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını”

Ataol Behramoğlu’nun bu dizeleri en iyi tanımıdır kısa filmin de kısa filmcinin de… Böylesine bir tanımın ardından tutup kısa filmi, kurmaca filmin (fiction) özeti olarak görmek yanlışına düşmemek gerekir. Bizde ağırlıklı olarak, özet film olarak tanımlanabilecek filmler izliyoruz kısa film diye.

Arasındaki fark-lar…

Uzun filmle kısa filmin arasındaki farkları saymak gerekir o zaman. Önce adından başlayalım: Sözlükler de içinde; kısa film, iki sözcük olarak yazılır tüm kitaplarda; oysa kısa film başlı başına bir türdür ve ‘kısa’lıkla hiçbir ilgisi yoktur. Zaten kısa filmi kısa yapan süresinden çok içinde barındırdığı coşku ve aşktır. Bağımsız oluşu, yapımcısının yalnızca kendi kararları doğrultusunda, kendince anlatması ve kuşkusuz kimseye kendini beğendirme gibi bir kaygısının olmamasıdır temelinde yatan. Çoğunlukla senaryosunu yazan kendi gücü ile doğru orantılı, olanakları ölçüsünde yapar, yönetir. Kimi zaman kendi çeker. Pek seyrek olarak profesyonel oyuncular rol alsalar da oyuncu kaprisi olmaz kısa filmde.

Bu çerçeveden bakınca “Kırmızı Kaplumbağa” tüm profesyonelliği, ekibi, yapımı, sunumuyla ne kadar ticari olursa olsun, uzunluğuyla çelişse de kısa filmdir.

Profesyonel ama kısa film…

Yalnızlığı bilir misiniz, anladığınız ve/veya anlattığınız anda kaybolan, dilinizin ucuna gelip de seslendiremediğiniz… Tam da o baş başalığı anlatıyor “Kırmızı Kaplumbağa”.

Hepsi bir öyküde buluşmuş. Bir adaya düşen ve tek derdi oradan kurtulmak isteyen adamın öyküsünde… Issız adaya düşen Robinson Crusoe geliyor akla hemen. Ama onun Cuma’sı var, hiç değilse. Bu filmde biri var, adı da yok, ulusu da… Yalnızlığın sessizliği var yanında. Tek derdi bir an önce kurtulmak. Onun için bir barınak bile yapmıyor kendisine, varsa yoksa sal…

Kırmızı Kaplumbağa, doğayla iç içe, onun büyüsünü, içtenliğini, sakin ve yalınlığını anlamamız için. Her ne yaparsanız, kendiniz için yapıyorsunuz çünkü. Doğa kendi yolunda, kendi çizgisinde yürüyor. Ya ayak uydurursunuz ya da silinirsiniz. Karar sizin.

Görselliği tanıyalım…

Ses değil ama söz olmayınca anlatımın bütün yükünü perdeye yansıyan doğa, yaşananlar ve müzik üstleniyor. Doğa betimlemelerine diyecek yok. Müzik ve kuşkusuz uyumu müthiş. Ayzenştayn’ın filmini kurarken müziği de yazdığını hatırladım birden. Yerinde ve dozunda alabildiğine etkileyici kuşkusuz. Bırakın kendinizi görüntünün ve müziğin akışına, ıssız adadaki yalnız adamı takip edin. Hayallerini, umutlarını, kadınıyla buluşup çocuk yapmasını, doğa olaylarını ve kuşkusuz kırmızı kaplumbağanın getirdiği o güzelliği yaşayın, küçük yengeçlerle gülümseyin.

Yönetmen Michael Dudok de Wit’in filmi, göndermeleriyle öne çıkıyor: Tedirginlik, heyecan, umut… en çok da umut. Bir çizgi filmden çok ileride…

Muhakkak izleyin, ailecek izleyin, isterseniz sonra konuşalım.

Kırmızı Kaplumbağa, yönetmen Michael Dudok de Wit…

(19 Mart 2017)

Korkut Akın

İstanbul Film Festivali 36 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali, bu yıl 36. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin gösterimlerinden, yıldız oyuncular ve usta yönetmenlerle söyleşilere uzanan zengin etkinlik programıyla, 05 – 15 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 10 ayrı sinema salonunda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.

Geçtiğimiz yıldan başlayarak süresi 11 güne indirilen festival, programına aldığı 186 uzun metrajlı, 17 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri epeyce koşuşturacağa benziyor. Geçtiğimiz günlerde ‘Kaldır Kafanı, Festival Başlıyor’ sloganıyla detayları açıklanan 36. yıl seçkisi, her sinemaseverin iştahını kabartacak bir çeşitlilik içeriyor. Festivalin ‘sinema tutkusu’ndan yola çıkan yeni bölümlerinden ‘Cinemania’ ve ‘Gömülü Hazineler’ kapsamında usta sinemacıların başyapıtları, kayıp, kült veya yeniden gündeme gelmiş klasiklerin dijital restore edilmiş sinema kopyaları yer alıyor.

‘Cinemania’ kapsamında, İranlı usta Abbas Kiarostami’nin geçen yıl aramızdan ayrılmadan önce bitirdiği kısa filmi ‘Beni Eve Götür’, Tarık Akan anısına sinemamızın büyük ustası Yılmaz Güney’in Sinop hapishanesinde kaleme aldığı senaryodan Şerif Gören’in çektiği ‘Yol’, Francis Ford Coppola imzalı epik mafya filmi ‘Baba / The Godfather’ ve 40. yılı anısına yenilenmiş kopyasından izlenebilecek tüm zamanların en ürkütücü filmlerinden biri olarak kabul edilen ünlü Dario Argento klasiği ‘Suspiria’ ilk bakışta dikkat çekenlerden. Festivalin 10 yıldır Groupama ile sürdürdüğü işbirliğinin bu yılki armağanı ise ülkemiz sinemasının en önemli klasiklerinden ‘Anayurt Oteli’. Merhum Ömer Kavur’un bu en güzel filmi, yapımından tam 30 yıl sonra yenilenmiş kopyasıyla izleyici karşısına çıkacak.

Geçtiğimiz yıl program kapsamına alınan ‘Gömülü Hazineler’ seçkisi yine doyumsuz sürprizler içeriyor. ‘Sinematek’ anılarımızda yer etmiş Kübalı usta sinemacı Tomás Guitiérrez Alea imzalı politik sinema başyapıtı ‘Azgelişmişliğin Anıları’; dahi Orson Welles’in en iyi yapıtlarından biri olarak kabul edilen Shakespeare uyarlaması ‘Falstaff’ (Geceyarısında Çanlar); geçen yıl aramızdan ayrılan Polonyalı usta Andrzej Zulawski’nin zamanında yasaklanmış epik bilimkurgusu ‘Gümüş Küre’ bu benzersiz mönüye dahil edilmiş.

Festivalin kolay ele geçmeyecek bir diğer sürprizi, bir ekolle ya da bir akımla kolay bağdaştırmanın mümkün olmadığı Fransız yönetmen Vincent Dieutre’ün ‘Yalnızlık Alıştırmaları’ başlığı altında gösterilecek 9 filmlik retrospektifi. Avrupalı kimliğini bir takıntıya, bir direnişe dönüştüren anlatıcı-sinemacının ‘doküdrama’ olarak anılan avangard otobiyografik filmleri merakla beklenmeye değer.

Festivalin ‘Ulusal Kısa Film Yarışması’ jürisinde yer alan deneysel sinemacı Vincent Dieutre ile, ‘Bonne Nouvelle’ filminin gösteriminin ardından Pera Müzesi’nde bir festival sohbeti gerçekleştirileceğini şimdiden hatırlatalım. Açılış gecesi sunulacak ‘Onur Ödülü’nü almak üzere festivalin konuğu olacak olan ‘Sir’ ünvanlı efsanevi İngiliz oyuncu Ian Mc Kellen’ın, programda yer alan Shakespeare uyarlaması kült filmi ‘III. Richard’ gösterimlerine katılarak sinemaseverlerle buluşacağını ve 07 Nisan Cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’ndeki festival sohbetinde hayranlarıyla birlikte olacağını duyuralım.

Geçtiğimiz yıl ilk kez düzenlenmiş ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten etkinlik, yabancı festivallerde öne çıkmış yapımlardan oluşan zengin bir seçkiyle sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Başta Altın Ayı ödüllü Macar yönetmen Ildiko Enyedi imzalı çok beğenilmiş ‘Beden ve Ruh’ olmak üzere Şubat ayında düzenlenmiş Berlin Film Festivali’nin ödül tablosunda yer alan bazı filmler buna dahil. Sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan yapımlar ve ülkemiz sinemasından yirmiye yakın yepyeni kurmaca uzun metraj filmin yanı sıra, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler izlenebilecek.

Festival filmlerine ilişkin diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi bir sonraki yazıya saklıyoruz. Festival biletleri 25 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak ana gişelerden, hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle satışa sunuluyor.

(18 Mart 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Abidik Gubidik

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Bir TV kanalının sabah haberlerinde Almanya Başbakanı Merkel’den bahsederken bir ara Sisifos söylemi ifadesi dikkatimi çekmişti. Evden çıkıp bu sabahki “Ben Ölmeden Önce” (Before I Fall) filminin basın gösterimine geldim. Bu filmin başında da Sisifos söyleminden birkaç kez bahsedilince bu tesadüf dikkatimi çekti. Vikipedi, Sisifos’u şöyle açıklıyor: Sisifos, Homeros’a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Albert Camus’ye göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir. (10 Mart 2017)

Yeni bir kelime daha öğrendim, yazayım ki siz de öğrenin: Fatih Terim Hoca büyük bir motivatörmüş. Fox TV.nin futbol yorumatörü öyle dedi. (11 Mart 2017)

Cumhurbaşkanlığı sisteminde Cumhurbaşkanı başka partiden, başbakan başka partiden olursa / Abidik gubidik başbakan / Bolu Beyi’nin torunları / Bunlar da “Çarşı herşeye karşı” gibi / şeklindeki dil sürçmeleri mukayese edildiğinde dikkat ederseniz birinci dil sürçmesi % 25’e tekabül ediyor. (11 Mart 2017)

İlk defa bir TV dizisi bilgi dağarcığıma katkıda bulundu. Şair Nedim’in “Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl-ü bahadır / Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” diye bildiğim dizedeki “bahadır” kelimesinin “behadır” şeklinde de söylendiğini “Kalbimdeki Deniz” adlı diziden öğrendim. Hz. Ali boşuna “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” dememiş, tek harf deyip geçmeyin, önemlidir. İki harf olsa da, diğer önemli bir örnek Atatürk’ümüzün gençliğe hitabesindeki “İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır.” cümlesindeki birçok kişi tarafından “bedbaht” şeklinde söylenen “bedhah” kelimesidir; bu vesileyle hatırlatmış olayım. (11 Mart 2017)

Yerli filmlerin yurtiçi tanıtımlarında yeni bir trend oluşuyor gibime geliyor. Bu duruma önce Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filminde rastlamıştık. “Tereddüt”ün haberlerinde aylarca “Clair Obscur” adlı İngilizce afişini kullanmak zorunda kaldık. Şu sıra bu durum tekerrür ediyor. Ceylan Özgün Özçelik’in “Kaygı” adlı filminin haberlerini de aylardır Berlinale için yaptırılan “Inflame” adlı İngilizce afişi ile vermek zorunda kalıyoruz. “Inflame” bir yenilik de yapmadı değil, Amerika’ya gidişi haberini de Amerika için yapılan 2. İngilizce afişiyle servis etti. Mecburen “Inflame yazılır Kaygı okunur” diyerek Türkiye için yapılacak afişi bekliyoruz. Aşağıda bahsi geçen trende uygun afişlerden bir kolaj görülüyor. (13 Mart 2017)

Facebook’un yeni sorusu “Aklından neler geçiyor?”a kokteyl bir cevap vereyim. TV.lerin sabah haberleri skiperlerinin kendi kanalları için sürekli “Biz tarafsız haber veririz, bizim için her görüş muteberdir” ve kendileri için “Ben şöyleyim, ben böyleyim” demeleri işin ciddiyetini yok ediyor, insanın tersine inanası geliyor. Bazı erkek ve dişi vatandaşların naturel domates, naturel biber, naturel patlıcan ve dahi gezen tavuk yumurtası yediklerini söyleyerek doğal beslendiklerini belirtirken diğer yandan burma bıyık, top sakal bırakmaları, yanağa allık, göze sürme çekmeleri naturelliklerine halel getiriyor. Sosyal medya ortamına sürekli gülen fotoğraf koyan arkadaşların arada sırada farklı fotoğraflar da koymalarını öneririm. Nasıl diyeyim sempatikliklerini zedeliyorlar. Demedi demeyin. (15 Mart 2017)

03 Mart haftasında sessiz sedasız gösterime giren “Deli Dolu” (La Pazza Gioia) adlı İtalyan filmi gibi 10 Mart haftasında da “Sonsuzluk” (Eternity) adlı film yine Cinemaximum Sinemaları’nın sanat filmleri uygulaması gereği sınırlı sayıda salonda gösterime girdi. Neyse ki bu film bazı web sitelerinde yer aldı. Ülkemizin önde gelen bir web sitesi yöneticisine, “Deli Dolu’nun vizyona girdiği sitenizde neden yer almıyor” diye sorduğumda, “Hangi sinemalarda ve hangi seanslarda gösterildiği konusunda kendilerine bilgi gelmediği için” yer vermedikleri cevabını aldım. Bu konuda biz sinema medyası bir türlü anlaşamayız. Bazılarımız filmleri, bilet alınarak girilen sinemalarda tüm gün ve tüm hafta gösterilmiş ise vizyona girmiş sayarız Bazılarımız için ise bilet alınarak girilen sinemalarda hafta içinde birkaç seans bile gösterilse vizyona girmiş sayılır. Bunu da belirtmiş olayım. (15 Mart 2017)

Nurettin’e, “Bu hengamede halet-i ruhin nasıl?” diye sordum; attığım zokayı yuttu, ciddi ciddi “Ruhi değil ruhiyedir o” diye cevap verdi. (16 Mart 2017)

Halk otobüsüne bindim, ineceğim durağa yaklaşınca kırmızı düğmeye bastım, her zaman “Duracak” yazan panoda sırasıyla “Pronamdata, Formanta, Stop” kelimeleri geçmeye başladı. Aktarma yaptıktan sonra bindiğim otobüste de twitter’a girdim. Adında Türk kelimesi olan web sitesi haftanın filmlerini duyurduğu tweet’ine görsel olarak vizyona giren 6 yabancı filmin 6’sının da orijinal afişini koymuş. Ben de altına cevap olarak: “Yabancı filmlerin Türkçe afişlerini koysanız daha iyi olacakmış.” diye yazdım. Ancak şaşırmaya fırsat kalmadan durumu kabullendim. Öyle ya az önce Cinemaximum Canyon Cinemas’da “Collide” filminin basın gösteriminden çıkmıştım: Director: Eran Creevy, Cast: Nicholas Hoult, Felicity Jones, Ben Kingsley, Anthony Hopkins. Sinemadan çıktıktan sonra da malumunuz fast food restaurantlarının bulunduğu uzunca bir koridordan geçiliyor. Kıssadan hisse: Olur böyle şeyler, ne de olsa Yeni Türkiye’deyiz. (17 Mart 2017)

(17 Mart 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Alplerin Şatosunda Saklı Sırlar

Amerikalı yönetmen Gore Verbinski, sinemasının dışına çıktığı “Yaşam Kürü” filmi, usulca girdiği şatonun dehlizlerinde sırların ortasına düşüyor. Nefes kesici.

New York… Finansal şirkette Morris adında çalışan kalp krizi geçirip ölünce onun yerine genç Lockhart getiriliyor. Şirkette soruşturma kıskacında. Bu zor durumdan kurtaracak insan da İsviçre Alpleri’nde yaşam merkezinde tedavi gören CEO Pembroke’du. Yönetim kurulu onu hemen İsviçre’ye yolluyor Pembroke’u getirmesi için. Lockhart’ın da ruhunun derinliklerinde büyük acılar var. Filmin derinliğine dolaştıkça bu suçluluk veren duygulara da dokunuluyor. Çok geçmeden kendini sanatoryuma benzeyen bu şatoda buluyor genç adam. Pembroke’u hemen ulaşabilecek miydi? Her şey göründüğü gibi değil. Bu sağlık merkezini Dr. Heinreich Volmer yönetiyor. Volmer, bu şatosu gibi tuhaf ve gizemli. Volmer, Nazi artığı mıydı, yoksa karanlık şizofren ruhlu biri miydi?

Volmer’ın Pembroke’u götürebileceğini söyleyince dinlenmek için geldiği taksiyle şehre dönerken, araba geyiğe çarpınca şatoya geri dönmek zorunda kalıyor Lockhart. Bu şatoya giren bir daha çıkamıyor muydu? Genç ve güzel Hannah’la tanışıyor orada. Kazadan önce Hannah’ı duvar üstünde görüyor Lockhart. Bu, zihnindeki travmanın yansıması gibiydi. Hannah, sıcak ve insana güven veren bir insan. Bilmeden sırların yansımasına yardımcı oluyor. Lockhart’ın dedektif merakı da var elbette.

Şatonun sırları…

Ayağı sakatlanan Lockhart, şatoda Pembroke’u aramayı sürdürürken, bu tuhaf kaplıca mekânı da tanımaya başlıyor. Pembroke burada mutluymuş. İşin stresinden buraya sığınmış sanki. Buranın diğer zengin hastaları gibiydi. Lockhart, bu şatoya gelirken taksi şoförünün anlattığı 200 yıllık hikâyesini de öğreniyor. Baron, soyuna yabancı gen kan katılmasın diye kız kardeşiyle evlenmiş. Onu hamile bırakmış. Halkın, bu şatoyu yaktığı söyleniyormuş. Baron, bu şatoda araştırmalar da yapıyormuş. Korkunç deneyler. 200 yıl sonra yeniden mi yaşanıyordu bu gotik şatoda? Filmin ve şatonun dehlizlerinde dolaşırken, merak ve gerilim duygusunu azaltmamalı. Bu ana kadar dokunabildiğimiz anlar sadece kıyılarda dolaşmak gibiydi. Uzun final bölümünde şatonun ve zihinlerin dehlizlerinde bütün ışıklar yanacak. Tedirgin edici ve ürperticiydi. Gerçekler, yakıcı mıydı, yoksa dondurucu muydu? Anlamak için yaşamak gerek.

Başka yollarda…

1964 yılında Tennessee-Oak Ridge’te doğan Amerikalı yönetmen Gore Verbinski, daha çok “Pirates of the Caribbean-Karayip Korsanları” macera serisiyle biliniyor. Yönetmen, 1997’de “Mousehunt-Zor Hedef Fare”, 2001’de “The Mexican-Meksikalı”, 2002’de “The Ring-Halka” gibi filmlerini de yaptı. Verbinski, 2017 yapımı “A Cure for Wellness-Yaşam Kürü” gerilim filminde, kendi sinemasının anayolundan çıkıp şose yola sapıp seyirciyi sonuna kadar diken üstünde tutabiliyor. Sadece merak duygusuyla değil. Dehlizin içinde üzerine ışık düşmeye başlayan sırlar da ürpertmeye başlıyor. Bu an her şey bitti sandığınız an beklenmedik başka bir anın tedirginliği bekliyor herkesi.

Görselliği ilham verici…

Girişte, tren yolculuğu filme dâhil olan Lockhart’ı göstermeden önce yönetmen, trenin dışından çarpıcı açıyla muhteşem görselliği perdeye yansıtıyordu. Aslında bu görüntü derinlikte daha da anlamlaşıyor. Tıpkı trenin tünele girmesi de öyle. Bu tünel, Lockhart’ın dehlizi gibiydi sanki. Şatoya ilk geldiğinde dönemeçli yollar da kısırdöngü gibiydi. Şatonun kasvetli mahzeni de görselliği zenginlik sunuyordu. Lockhart’ın Fin hamamında buharlar içinde bir an yönünü yitirişi de filme anlam katıyordu. Filmde köyün barına girince bir an kendinizi Michael Haneke’nin Kafka’dan uyarladığı 1997 yapımı “Das Schloss-Şato” filminin içindeymiş gibi hissediliyor. Kafka, “Şato” romanını tamamlayamamıştı. Romanda/filmde şatonun içine girilmiyordu. Verbinski’nin filmindeyse şatonun içine giriliyor ve sırların içine dalınıyor. Verbinski’nin bu filminde, Haneke’nin filmlerindeki gibi mavi grimsi tonlar var.

Ayrıca, Lockhart’ın sağlam dişinin narkozsuz çekilme sahnesinde koltukların daraldığını belirtelim. Sinema tarihinde de iki önemli film geliyor akla hemen. John Schlesinger’ın 1976 yapımı “Marathon Man-Vahşi Koşu” filminde, neo-nazi Szel (Laurence Olivier), Babe’in (Dustin Hoffman) sağlam dişini narkozsuz çekiyordu. Daha öncesinde de İngiliz “Özgür Sinema”da Lindsay Anderson denemişti bunu. 1963 yapımı siyah-beyaz “This Sporting Life-Sporcunun Hayatı” filminde boksör Frank’in (Richard Harris) dişi narkozsuz gerçekten çekiliyordu. Frank’in yüzündeki acı gerçekti. Ama Verbinski’nin filminde de ürküyorsunuz. Mekânların birer karakter gibi olduğunu da belirtmeli. Fonda duyulan müzikler de gerilimi çoğaltmış.

Yaşam Kürü (A Cure for Wellness)
Yönetmen: Gore Verbinski
Senaryo: Justin Haythe-Gore Verbinski
Müzik: Benjamin Wallfisch
Görüntü: Bojan Bazelli
Oyuncular: Dane DeHaan (Lockhart), Jason Isaacs (Volmer), Mia Goth (Hannah), Ivo Nandi (Enrico), Celia Imrie (Victoria), Harry Groener (Pembroke), Tomas Norström (Frank), Ashok Mandanna (Nair), Douglas Hamilton (Çocuk Lockhart)
Yapım: Regency (2017)

(15 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]

Pablo Larrain’den Yaman Bir Anti-Biyografi Denemesi

‘Jackie’ üzerine yazalı iki ay olmamışken Pablo Larraín’in eş zamanlı olarak çektiği diğer biyografik çalışması ‘Neruda’nın ülkemizdeki gösterimi başladı bile.

Şilili usta sinemacının 60’lı yılların Amerikan ikonu First Lady’nin öyküsünü ele alışı, Hollywood usulü beşikten mezara biyografi filmlerinden farklı oluşuyla dikkate değerdir. Bir kadın karakteri merkeze aldığı bu ilk çalışmasında, beklenmedik bir trajedinin kurbanı olan Jacqueline Kennedy’nin, Dallas’taki meşum suikasti takip eden yaklaşık bir haftalık süreçte yaşadıklarını, travmatik kimlik krizini, tüm ulusun ve dünyanın gözleri üzerindeyken vakur bir duruş sergilemeye çabalamasını ustaca yakın planlarla aktarır perdeye.

Oysa biz onu ülkesinin CIA tarafından tezgâhlanmış darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmleriyle biliriz. Ünlü üçlemesinin ilki olan (İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü) ‘Tony Manero’, başkent Santiago varoşlarında bir kafede şov yapan, tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği John Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen dansçının kişiliğinde döneme özgü ahlaki çöküntüyü gözler önüne serer.

Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’in Latince özgün adı ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Ana karakteri morg görevlisi aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yokediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur.

En tanınmış filmi olan ve bizde sinemalarda gösterilmiş olan üçlemenin son bölümü ‘No’ ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikayesidir. ‘Faşist Diktatöre Hayır’ başlıklı kampanyayı tarihi gerçeklere bağlı kalmadan kurmaca gelişmelere yaslanarak aktardığı için eleştiri almış olsa da, dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimleri, gerçek ve kurgu görüntülerin mükemmel bir şekilde bağlandığı kurgu marifetiyle sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum sürecini soluk soluğa izleriz.

Berlinale ödüllü 2015 yapımı ‘El Club’ ya da benim kişisel çevirimle ‘Günahkârlar Kulübü’, yönetmenin karanlık ve kasvetli dünyasına dönüş yaptığı çalışmasıdır. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabasında Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evinde geçen filmde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atar, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunur.

‘El Club’ sinemacının yıllardır düşlediği ‘Neruda’ projesine finansman bulmaya çalıştığı dönemde, küçük bir bütçeyle 2.5 haftada haftada tamamlanır. Berlin Film Festivali’nde bu filmi izleyen ve ödüllendiren jüri başkanı Amerikalı tanınmış sinemacı Darren Aronofsky’nin teklifiyle ‘Jackie’ projesine soyunur daha sonra. Ve sıra daha büyük bir bütçe gerektiren, beş uluslu ortak yapım ‘Neruda’ya gelir sonunda.

Neruda’yı ‘o bizim suyumuz, toprağımız, ağacımızdır’ diye tanımlar sinemacı. Şillili yazarın ‘ülkesini ve toplumunu hiçbir tarihçi ya da gazetecinin anlatamayacağı biçimde anlattığını ve gücünün burdan geldiğini’ ilave eder. Konvansiyonel bir biyografi filmi değildir yapmak istediği. Aynı ‘Jackie’de olduğu gibi şairin yaşamından 2 yıllık bir süreci mercek altına alacaktır.

Neruda’nın seçim kampanyasında çalıştığı Radikal Parti’nin sol kanadından devlet başkanı Videla’nın ABD işbirliğiyle Komünist Parti’yi yasadışı ilan ederek solcu avı başlattığı yıllardır bunlar. Sol koalisyon senatörlerinden Neruda, 1948-1950 yılları arasında ülkesinde kaçak olarak yaşamış, daha sonra And dağları yoluyla Arjantin’e kaçmış. Şairin 1971’de Nobel ödülü kazandıktan sonra yaptığı konuşmada ‘bu söz konusu iki yıllık süreçte neleri yaşadığını, nelerin hayal ürünü olduğunu bilemediğini’ dile getirmesi, yönetmen ile daha önce ‘El Club’da birlikte çalıştığı senaryo yazarı Guillermo Calderón’un çıkış noktası olmuş. Her zaman ‘bir öykü anlatıcısı’ olduğunu ifade eden Larrain kapalı kapılar ardında hayal gücünü devreye sokarak, doğaçlama bir Neruda portresi çizmeye soyunmuş.

Komünist, Latin Amerika’nın yoksulluğu ve onurunu ünlü epik şiiri ‘Canto General de Chile’de dile getirmiş ulusunun sesi büyük şair, aynı zamanda etkin bir siyasetçi, yanısıra müthiş bir aşçı, kadınların sevgilisi haz ustası çok renkli bir kişilik Neruda. Bu anıt ismi ele alırken sadece gerçek gelişmelere yaslanmak istemiyor Larraín. Ve hınzır bir buluşla, bizzat şairin hayal ürünü olarak ortaya çıkan kurmaca bir karakter ilave ediyor öyküye. Kaçak şairin izini süren, onu yakalayarak başkan Videla’nın arzu ettiği biçimde rezil etmeye çalışan polis müfettişi Óscar Peluchonneau’dur bu.

Başta kim olduğunu bilmeden dış sesiyle tanıştığımız beceriksiz polis şefi, Pembe Panter’de Peter Sellers’ın yorumladığı müfettiş Clouseau’yu andırır. Polisiye yazın tutkunu yazar, yarattığı ezik karakterle pek eğlenir. Kaçtığı evlerde okuması için polisiye romanlar bırakır ona. Şairin gizeminden etkilenen müfettiş, peşinde olduğu yaratıcısının gölgesinden kurtularak başrole terfi etme çabasını sürdürür. Neruda ile komiser arasındaki kovalamaca, yaratıcı hayalgücü ile despot otoritenin ezeli kavgasına, avangard bir kara film tadı veren kedi-fare oyununa dönüşür. Hikâye, Borgesyen bir dokunuşla sonlanacaktır.

Pablo Larraín’in ‘No’da olduğu gibi ciddi konu başlıklarını mizahla sarmaladığı, gerçeklik ile fantezinin içiçe geçtiği, resmin bulanıklaştığı yarı fantastik bir anti-biyografi örneği, şairin şiirsel ritmini izlemeye özen gösteren yaman bir yol hikâyesi Neruda’. Şilili usta sinemacının, tarihin şairler ve hümanistlerce yazıldığının altını çizdiği, siyasetçiler ve düzen bekçileriyle dalga geçtiği hınzır bir deneme. Görüntü yönetmeni Sergio Armstrong, dışavurumcu geleneğin ışık gölge oyunlarını maharetle kullanıyor, karakterlere hep yakın uzun plan sekansları ve kaydırmaları mükemmel. Penderecki, Grieg ve Ives’ten gizemli ezgilerin süslediği ele avuca sığmayan fantezide, dönemin ruhunu yansıtan sanat yönetimi çalışması çok başarılı. Neruda’yı canlandıran Luis Gnecco ile kurmaca müfettiş yorumunda Gael Garcia Bernal’ın yorumları kusursuz.

(13 Mart 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Şair Neruda’nın Peşine Düşerken

Şilili yönetmen Pablo Larraín’in Şili’nin büyük şairi Pablo Neruda’nın kaçışını şiirsel gerçeklikle beyazperdeye yansıttığı “Neruda” filmi, heyecan dolu gerçeküstücü yolculuklar da yaşatıyor.

Yıl 1948… SSCB’ye bağlı Komünist Parti’den şair ve senatör Pablo Neruda, Ulusal Kongre’de yaptığı konuşmayla seçimle iktidara gelmiş faşist diktatör Cumhurbaşkanı Gabriel Gonzalez Videla’yı öfkelendiriyor. Artık Şili’de komünistler için av ve devlet terörü başlıyor. Ne olursa olsun Neruda’yı istiyor faşist cumhurbaşkanı. Şili Soruşturma Polisi Şefi Oscar Peluchonneau’dan onu istiyor.

Asıl adı Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto olan şair, Neruda soyadını Çek şair Jan Nepomuk Neruda’dan (1834-1881) almış. Bu şaire Çek gerçekçiliğinin büyüklerinden deniyor. Gerçeküstücülük ruhu taşıyan, aşk ve politik şiirler yazan Şilili şair Neruda (1904-1973), politik ve aşk şiirleriyle Şililileri büyülüyor. Elbette dünyanın diğer taraflarındaki insanları da büyülüyor.

Filmin içinde dolaşırken, gerçeküstücü dehlizlerde zihinsel kaoslar yaşıyor sürekli insan. Nereye kadar gerçek, nereye kadarkurgusal, diyerek. Neruda’nın peşine düştüğü Oscar Peluchonneau bir yerden sonra insanın zihninde sancılar yaşatmaya başlıyor, gerçeklik ve kurgusallık anlamında. Bu filme dokunurken, nazik olunmalı ve gizemleri dağılmamalı. Neruda, bir polisiye tutkunu ve hayal gücüne inanıyor. Neruda’nın gerçeküstücü ruhu, Şilili yönetmen Pablo Larraín’in 2016 yapımı sinemaskop “Neruda” filmine de sinmiş. Gerçeküstücülük, İspanya’dan başlayarak tüm Latin Amerika’yı sarmış, faşizme karşı sanatsal karşı duruş olmuş. Gerçeküstücü anlatımlar, Latin uluslarında direnişin simgesiydi.

Silik ve faşist polis…

Film, her şeyi faşist polis Peluchonneau’nun iç sesiyle takip ediyor. Kulaklara gelen kelimeler bir anda insanı boşlukta bırakıyor. Çünkü anlatıcının kim olduğu bilinmiyor kısa bir an. Anlatıcı Peluchonneau, komünistleri ve Neruda’yı aşağılıyor. Solcuları seçkinci, orji yapan, sadece eğlenen burjuva özentili olarak anlatıyor. Peluchonneau, cumhurbaşkanının yanına gittiğinde görevini öğreniyor. Görevi, yoksul çocukluk geçiren, ilk ayakkabısını 12 yaşındayken giyebilen Neruda’yı yakalamak. Peluchonneau, silik biri. Babasının, şimdi görev yaptığı polis teşkilatını kurduğunu söylüyor. Ama onun babası olup olmadığından emin değil. Annesi genelevde çalışıyormuş. Annesiyle olan Peluchonneau, babası olabilir miydi? Annesi, Peluchonneau’nun adını sayıklıyormuş hep. İşte genç Peluchonneau, hep yakınına yaklaştığı, ama dokunamadığı Neruda’nın geride bıraktığı şiirlerini okuyor. Bu şiirler onu bilinç mi verecekti, yoksa yabancılaştırıp daha da yalnızlaştıracak mıydı?

Kelimelerin gücü…

Senatör ve şair Neruda, Arjantinli ressam Delia del Carril’le evli. Delia, bir aristokrat. Peluchonneau peşlerinde olduğu için, Parti onlara gizlenecekleri yerler ayarlıyor sürekli. Parti, Neruda’yı Arjantin’e kaçırmak istiyor. Korumaları da Álvaro Jara. Dışarının, sokakların insanı Neruda kapalı yerde sürekli kalabilir miydi? Onunla özdeşleşmiş kasketini çıkartıp fötr şapkasıyla sokaklara atıyor kendini. Ayakları onu geneleve sürüklüyor. Buradaki anlar filmin şiirsel gerçekliğiyle buluşuyor sanki.

Neruda devrimi, aşkı ve kadınları çok seviyor. Belki de kadınlar ona en yüksek hayal gücü veriyordur. Uzun şiirler yazdığı için çok para kazandığını düşünen boşandığı Hollanda kökenli eski karısı radyoya propaganda için çıkarıldığında, Neruda hakkında kötü sözler söyleyemiyor. Çünkü Neruda, kadınlara karşı nazik ve şefkatliydi hep. Bu eski eş de zihinsel kaosa katılıyor Peluchonneau gibi. Filmin içinde dolaşırken kelimelerin gücünü de hissediyorsunuz. Delia ve Peluchonneau arasındaki konuşmalara, kelimelere kulak vermek gerekecek. Filmi perdede görüp anlam yaratmak, anlamlandırmak heyecan vericiydi. Filmi izlerken, Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabı aklınıza düşüyor. Öncelikle “Kendi Cehennemi” bölümü akla geliyordu. “Benzer” ve “Öteki” üzerine düşünüşte. Bu kitap, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmıştı. Filmdeki iz sürmeler, geniş final bölümü ve son sahneyle parçalar bir araya gelip anlam yaratacak. Belki daha da çıkmaza sokacak. Sanatın, sinemanın gücündendi bu.

Filmin görselliği de ilham verici. İç mekânlarda hafif kasvet yaratabilen yönetmen, özellikle dış mekânlarda da bu kasvetin içine alıyor. Gündüz gri bulutların altında da bunu yaşatabiliyor. Filmde çok özel bir çekim vardı. Kamera, sürekli dairesel dönüş yaparken, yönetmen arada “kesme” yaparak kısırdöngüyü parçalıyordu. Faşizmin sonsuz olamadığını kanıtlamak istiyor yönetmen. Günümüze metafor yapıyor sanki. Şili’de bugün demokrasi vardı. Filmdeki müzikleri de dinlemeli. Piyano ve çello tınıları, Neruda’nın şiirleri gibi insanı etkiliyor. Filmde Neruda’nın şiirlerini, Neruda’yı canlandıran Luis Gnecco’dan duyuyorsunuz. Gnecco, Neruda’nın ikizi gibi sanki. Gael García Bernal, Peluchonneau’nun yabancılaşmasını etkileyici bir oyunculukla yansıtıyor.

Neruda
Yönetmen: Pablo Larraín
Senaryo: Guillermo Calderón
Müzik: Federico Jusid
Kurgu: Hervé Schneid
Görüntü: Sergio Armstrong
Oyunular: Gael García Bernal (Oscar), Luis Gnecco (Neruda), Mercedes Morán (Delia), Emilio Gutiérrez Caba (Picasso), Diego Muñoz (Martinez), Alejandro Goic (Jorge), Pablo Derqui (Victor), Marcelo Alonso (Rodriguez), Michael Silva (Jara), Francisco Reyes (Bianchi), Jaime Vadell (Arturo), Alfredo Castro (Videla), Heidrun Breier (Eski Eş)
Yapım: Fabula (2016)

(09 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]