Kategori arşivi: Yazılar

Aşağılanma ve İntikam

Asghar Farhadi Fransa’da çektiği ‘Geçmiş / Le Passé’nin ardından ülkesine dönüş yapıyor bizde yeni gösterime giren son filmiyle. ‘Satıcı / Forushande’ usta sinemacının geleneksel ile modernizm arasında yolunu çizmeye çalışan İranlı orta sınıf entellektüelin çıkmazları üzerine yine.

Lise edebiyat öğretmeni Emad ile amatör bir tiyatro topluluğunda birlikte oyunculuk yaptıkları eşi Rana’nın sıradan hayatları beklenmedik gelişmelerle sarsılır. Komşu inşaat çalışmasıyla temelleri çatırdayan evlerinden ayrılmak zorunda kalırlar önce. Geçici bir süre için taşındıkları dairenin daha önce para karşılığı erkeklerle birlikte olan bir kadına kiralanmış olduğunu öğrendiklerinde ise çok geç kalmışlardır. Kocasının geldiğini zannederek kapıyı açık bırakan Rana eski kiracının müşterisi tarafından saldırıya uğrar bir gece vakti. Bu beklenmedik şok genç karı kocanın hayatını temelli olarak değiştirecektir.

Kriz anında değişen ve varlığından haberdar olmadıkları karanlık yönleri su yüzüne çıkan karakterleri anlatmayı sevdiğini söylüyor Farhadi. Genç çiftin sahnede yorumladıkları oyun olarak, aşağılanma üzerine en etkileyici metinlerden birisi olan Arthur Miller imzalı ‘Satıcının Ölümü’nün seçilmesi bu yüzden anlamlı. Değişen dünyanın getirdiklerine uyum sağlamayan Willy Loman’ın çaresizliği ile özel yaşamlarının uğradığı tecavüzle sarsılan Emad’ın büyüyen öfkesi arasında paralellik kuruyor yönetmen.

Genç çift çevrenin ahlâki baskısıyla kanuni yollara başvurmaktan çekiniyor. Bu da öfkenin ve intikam duygusunun büyümesini hızlandırıyor. Olaylar ilerledikçe Emad’ın filmin başlarında çizilen açık fikirli medeni görüntüsü değişiyor, hoşgörülü, bağışlayıcı genç adam acımasız bir zalime dönüşüyor. ‘Geleneklerle modernizm arasına sıkışmak böyle bir şey işte’ diye açıklıyor İranlı sinemacı. Eğitimli orta sınıf bireyinin modernizm talepleri ve toplumun yeniden inşasındaki kibri, mahalle baskısından etkileniyor ve şiddet kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor.

Röportajlarında tiyatro ile gerçek hayatın içiçeliğini vurgulamak isteğinin altını çiziyor İranlı yönetmen. Karakterlerinin Miller’de olduğu gibi kalın çizgilerle iyi ve kötü olarak ayrışmadığını, insan doğasının bilinmezliği üzerine kafa yorduğunu belirtiyor. Bağışlayıcının zalime, kurbanın cellada dönüştüğü müthiş bir finalle allak bullak ediyor izleyicisini. Emad ile Rana’yı sahnede canlandırdıkları Willy Loman ve karısı Linda’nın ile kanlı canlı karşılıklarıyla yüzleştirirken İranlı genç çiftin ahlâk anlayışlarını ve vicdanlarını sınıyor. Ve yine röportajlarında belirttiği gibi, son jenerik yazıları akarken yeni bir hikâyeyi kurgulamaya başlıyoruz hepimiz.

‘Satıcı’ ustalıkla yazılmış ve yönetilmiş bir film. Farhadi’nin önceki filmlerinden aşina olduğumuz oyuncuların (Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü Shahab Hosseini, Taraneh Alidoosti, Babak Karimi ve diğerleri) mükemmel yorumları, Hossein Cafarian’ın birinci sınıf görüntüleri, Sattar Oraki’nin etkileyici tema müziğiyle akıllardan kolay çıkmayacağa benzer bir başyapıt. Kaçırmamaya çalışın.

(29 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bizi Yok Eden Şeyler

“Bizi yok edecek şeyler şunlardır” der Hindistan bağımsızlık hareketinin öncüsü, barış eylemcisi ve insan hakları savunucusu Mahatma Gandhi:

*İlkesiz siyaset
*Vicdanı sollayan eğlence
*Çalışmadan zenginlik
*Bilgili ama karaktersiz insanlar
*Ahlâktan yoksun iş dünyası
*İnsan sevgisini göz ardı etmiş bilim.

Ülkenin içinde bulunduğu tatsız ortam herkesin hayatını doğrudan ya da dolaylı olarak etkiledi. Öyle ki, tüm yaşananlara tepki gösteren iyiyi, güzeli, birlikte yaşamayı öğütleyen insanların kendi özel hayatlarında ya da iş yaşamlarında eleştirdikleri şeyin kendisine dönüştüklerini görmek bana göre en acıklısı oldu. Hani meclisteki vekillerin haline bakıp utanıyoruz ya aslında aynaya bakıp kendimizden utanmamız gerekiyor. Ingmar Bergman’ın dediği gibi “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.” Meselâ entelektüel birikimi olduğunu kabûl ettiğimiz üç kişinin üç farklı görüşte olduğunu farz edin ve onların tartışmasını uzaktan bir izlemeyi deneyin. Ya da haktan, hukuktan, adaletten bahseden ve kendi mecralarında saygı gösterilen insanlarla bir dirsek temasında bulunun. Eleştirdiği şeyin ta kendisi olduğunu görmek bu zamana kadar sektörde edindiğim en acı tecrübelerden biri oldu. Yakın zamanda kişisel olarak yaşadığım bir olay da bunu perçinledi. Ancak bu başka bir yazının konusu olabilir. Elbette tüm sektörü bu şekilde itham etmek doğru olmaz ancak ezici bir çoğunluğun tam da tarif ettiğim gibi olduğu bilinen bir gerçek. Neden böyle girizgâh yaptım çünkü yakın zamanda sosyal medya üzerinden birkaç sinema yazarının bir filmin ekibiyle yaşadığı ağız dalaşına şahit oldum. Zaten kendi yaşadığım kişisel tecrübelerle de fazlasıyla içi şişmiş birisi olarak konuyu okuyup geçmek yerine ben kendi adıma ne yapabilirim, nasıl bir katkı sağlayabilirim, diye düşündüm çünkü siyasette olduğu gibi sanatta da giderek sertleşen ve sevimsizleşen bir dil var. Bu dil sorununu çözmekte hepimize sorumluluk düştüğüne inanıyorum. Çözüm, bizimle aynı görüşte olmayan insanları popüler tabirle “facebook’tan ignore etmek” değil. Bu yazının konusunu aslında bu film özelinde yaşanan tartışma neticesinde biraz olsun genel resme bakabilmek oluşturuyor. Bunu yaparken de yalnızca tek bir tarafın görüşlerine yer vermeyi değil her iki tarafın, hâttâ taraf olmayanların görüşlerini de almayı tercih ettim. Öncelikle teklifimi geri çevirmedikleri için ve görüş verdikleri için her birine ayrıca çok teşekkür ediyorum. Bir katkı sağlaması dileğiyle…

ECEM ŞEN – FİLMLOVERSS YAZI İŞLERİ SORUMLUSU: ERİL VE ‘HER ŞEYİ YAPARIM’CI TAVIR HERKESİ BIKTIRMIŞ DURUMDA

Ecem Şen, yeni olmasına rağmen yükselişte bir sinema sitesi olan filmloverss.com’un çiçeği burnunda yazı işleri sorumlusu ve bu tartışmanın da bir numaralı tarafı çünkü mesele onun Twitter üzerinden yaptığı bir yorum üzerine gelişti.

Ecem, öncelikle seni biraz tanıyarak başlayalım mı?

Klâsik tanımlamalarla kısaca bahsetmem gerekirse, Tekirdağ doğumluyum, 25 yaşındayım. Annemin “Kendinizi tek bir kelimeyle tanımlar mısınız?” sorusuna “Amazon” cevabını verdiği, babamın da bireysel kararlarıma ne denli saygı duyduğunu derinden hissettiğim günden beri, yetiştirilme tarzımın da pozitif katkısıyla feminizmle oldukça içli dışlıyım. Yaklaşık 3 yıldır sinema yazarlığı yapıyorum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema-TV okudum. Ağırlıklı olarak, sinemada yer alan kadın temsilleriyle ilgileniyorum. İçinde yer almaktan çok mutlu olduğum ve en büyük “iyi ki”lerimden biri olan FilmLoverss’ta Yazı İşleri Sorumlusu’yum.

Yazdığın mecralar ve takip ettiğin hem Türkiye’den hem de dünyadan sinema dergi, internet sitesi ve blogları neler?

FilmLoverss dışında herhangi bir mecrada yazmıyorum. Açıkçası buna pek vaktim de kalmıyor. Türkiye’den elbette sinema üzerine yayın yapan her platformu takip etmeye bu konuda güncel kalmaya çalışıyorum. Altyazı Dergisi, doyurucu içeriğiyle severek takip ettiğim yayınlardan biri. Onun dışında Indiewire, Variety gibi platformlar da takip ettiğim internet siteleri arasında.

Bir filmi eleştirirken hangi kriterleri baz alıyorsun?

Bir film eleştirisi yazarken aslında filmleri ayrıntılı bir analize tabi tutmayı seviyorum. Kısa, bir iki paragraflık iyi-kötü şeklinde yorum yapmaktan ziyade filmleri derinlemesine incelemeyi seviyorum. Bu analizleri de filme göre farklı okuma türleri kullanarak yapıyorum diyebilirim. Örneğin kadın karakterin çok ön plânda olduğu ya da bilinçli bir şekilde geride bırakıldığı ya da yalnızca cinsel obje olarak kullanıldığı filmlerde feminist bir okumaya yöneliyorum, “Her bakış ideolojiktir.” düşüncesine inandığımdan politik anlamda belirli bir sistemi öven/yeren filmlerde Marksist analiz tercih ediyorum ya da rüyalar, hayaller, bilinçaltı gibi ögeler yakalıyorsam psikanalize yöneliyorum. Tabi birçok okuma yapmak mümkün ama benim kendimi içinde daha rahat hissettiğim ve daha hakim olduğumu düşündüğüm alanlar bunlar. Bunların yanı sıra aslında mainstream sinema genelde promote ettiği sistem de göz önünde bulundurulduğunda çok sevdiğim bir noktada değil. Bu tür filmleri göz alıcı ambalajını soyarak Frankfurt Okulu’nda temelleri atılan kültür endüstrisi bağlamında değerlendiriyorum genel olarak. Filmde benim için olmazsa olmaz şeklinde değerlendirebileceğim -senaryo, sinematografi ya da oyunculuk gibi- mutlak katılıkta baktığım bir katman yok. Her filmde, farklı bir yetkinlik izleyeni heyecanlandırabilir, en azından benim için böyle.

Sana göre iyi bir eleştirmenin özellikleri neler olmalı?

Her şeyden önce anlaşılabilir bir dil kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlaşılabilirlik hitap edilen profile göre değişkenlik gösterebilen bir durum elbette. Yine de kullandığınız dil, her zaman sizin hakkınızda ipuçları verir. Yanı sıra belirli bir hayat görüşünün varlığına, duruşa önem veriyorum ve bu duruşun durumdan duruma değişmemesine. Sonrasında tabii ki bir eleştirmen çok okumalı, çok izlemeli. Kendini geliştirme yolculuğunun bir varış noktasının olmadığını ve hep devam eden bir süreç olduğunu bilmeli daha doğrusu hissetmeli. Filmlerde herkesin görebildiği noktalardan ziyade ilk bakışta görülmeyen parçaları birleştirip okuyucuya sunabilmeli ve tüm bunları yaparken etik olmalı diye düşünüyorum.

Genç bir sinema yazarı olarak sektörde kendini ifade etme ya da kabûl ettirme zorlukları yaşadın mı ya da yaşıyor musun?

Sektöre, yalnızca kendimin farkında olduğum ilk girişimi yaptığımda bir sinema öğrencisiydim. Kimseyle bir iletişimim yoktu, basın gösterimlerine tek başıma gidip sonrasında ayrılıyordum. O dönemde kendimi kabul ettirme konusunda etkisiz ve karamsar hissettiğim oldu. Ancak FilmLoverss geniş kitlelere ulaşabilen bir mecra ve ulaşabildiğim okuyucu sayısını gördükçe kısa zamanda bu karamsarlığım da günden güne kayboldu. Çünkü hem okuyuculardan hem sektörden çok güzel geri dönüşler aldım. Örneğin daha ilk zamanlarımda Barış Atay, Eksik filmine yazdığım eleştiriyle ilgili beni çok mutlu eden cümleler kurmuştu ya da yazılarım bizzat filmin üreticileri tarafından paylaşılabiliyordu. Zamanla sektörle iletişimim git gide arttı ve son olarak FilmLoverss’ta Yazı İşleri Sorumlusu görevine geldiğimden beri sektörle bağlantılarım ciddi anlamda gelişti. Elbette önümde bu konuda çok uzun bir yol var ama eleştirmenliğe başladığım ilk zamana kıyasla geleceğe artık çok daha umutlu bakıyorum.

Gelelim asıl konumuza, yazı yazdığın sinema sitesi reklâm alıyor mu? Eğer evetse, reklâm aldığınız filmleri olumsuz eleştirme özgürlüğünüz var mı ya da bu filmden reklâm aldık yazarken dikkat edelim gibi uyarılar aldığınız oldu mu?

FilmLoverss çok hızlı büyüyen, bağımsız sinemaya önem veren, bağımsız bir sinema oluşumu. Ve evet tabii ki reklâm alıyoruz. Ancak ben sitenin Yazı İşleri Sorumlusuyum. Reklâm konularıyla platformumuzun kurucusu ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmenimiz Utku Ögetürk ilgileniyor. Fakat, kendi sorumluluk alanıma dahil olduğundan net bir şekilde söyletebilirim ki bu konuda aldığımız önemli kararlar var ve bu reklâmdan reklâma, bütçeden bütçeye değişkenlik göstermiyor. FilmLoverss belirli bir ideolojik duruşa sahip. Hem yayın politikasıyla hem yazarlarıyla bu duruş hem kendimize hem de okurlarımıza verdiğimiz bir söz aslında. Bu yüzden ülkenin içerisinde bulunduğu durumları göz önüne alarak zaman zaman yayına ara veriyoruz, ya da duruşumuzla ters düşen reklâmları almama konusunda net bir tavrımız var. Bu sık sık da deneyimlediğimiz bir durum. Özellikle Türkiye’nin sinema sektörüyle ilgili olarak FilmLoverss’ın yayın politikasına ters düşecek herhangi bir filmin reklâmını almıyoruz. Bunun yanı sıra reklâm aldığımız filmlerle ilgili yaptığımız anlaşmalarımızda film için “olumlu eleştiri yazılır” gibi bir madde kesinlikle eklemiyoruz. Yazar düşündüğünü yazmakta mutlak bir özgürlüğe sahip. Kaldı ki hangi filmden reklâm alıp almadığımızı sitede yayınlanmadığı müddetçe birçok yazar bilmiyor ve yazısını bu bilgiden bağımsız bir şekilde kaleme alıyor. Bu tavır benim için de çok önemli çünkü tersi etik değil.

Tartışmanın alevlendiği nokta tam da burası yani bir sonraki filminize ilân veririz, nasıl olsa o zaman eleştiremezsiniz yorumu neye dayanıyor sence?

Bu yorumun bizimle ilgili olduğunu düşünmüyorum bana kalırsa yönetmenin kendi sektörel deneyimlerine ya da çıkarımlarına dayanıyor. Zaten bu konuda benim FilmLoverss özelinde hiçbir çekincem yok. Orçun Benli kendisinin de dediği gibi -bir varsayım olarak- reklâm teklifiyle gelseydi de kabûl etmeyeceğimizden eminim. Biz zaten tam da filmin kendini konumlandırdığı bu cinsiyetçi tavra karşı duruyoruz; bu sebeple herhangi bir koşulda da yanında yer alamayız/almayız.

Geçtiğimiz sene kadın sinema yazarları tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmlere karşı bir bildiri yayınlamıştı. Bir farkındalık uyandır mı?

Belli bir ölçüde evet ama sanırım yayınladığımız bildiri yine bu konunun bilincinde olan kitle tarafından önemsendi. İnsanlar çoğu zaman filmlerde yer alan bu tür doğrulamaların toplumsal hayatta nelerin önünü açabileceği ve ne sonuçlar doğurabileceği konusunu ıskalıyor. Tacizi toplumsal hayatta meşrulaştıran herhangi bir konunun doğrulayıcı mizahının yapılmasını yanlış buluyorum. İllâ ki bunun mizahı yapılacaksa izleyici, tacizci karakterlerle taciz matah bir hareketmiş gibi özdeşleştirilmeden, eleştirerek verilmeli. Peki bunun karar mercii ben miyim? Aslında hayatı boyunca sokakta tacizden muzdarip olan ve bir filmde kullanılan diyaloglarla sözlü tacize uğrayan/uğrama ihtimali olan her bir kadın bu konuda karar mercii olmalı. Mizah kesinlikle çok kuvvetli bir silâh ve yapılan mizahın neye hizmet ettiğini doğru değerlendirmek gerekiyor.

Bu yıl bu konu bizzat senin Hep Yek 2 filminin yönetmen ve senaristi ile karşı karşıya gelmenle alevlendi. Nasıl gelişti süreç anlatır mısın?

Tabii ki, bu kendimi ayrıntılı olarak da ifade etmek istediğim bir konu. Olay şöyle gelişti: Twitter üzerinden Ata Demirer’in yeni filmi Olanlar Oldu ile ilgili görüşlerimi paylaştım. Ata Demirer hep aynı filmi yapıyor gibi görünse de Olanlar Oldu’nun Hep Yek faciasından daha iyi ve naif olduğunu belirttim. Hep Yek 2 filmini izlemedim, yaptığım “facia” tanımlaması da direkt olarak filmin yayınlanan fragmanlarına dayanıyor ve fragmanların da böyle bir tanımlamayı yapabilmek için fazlasıyla yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu tweeti paylaşmamın ardından Hep Yek 2 filminin yönetmeni Orçun Benli, tanışmamamıza ve Twitter üzerinden takipleşmememize rağmen bana Coşkun Göğen’in oynadığı Türkiye sinemasında “tecavüzcü Coşkun” olarak bilinen tiplemeyi kullandıkları bir sahne ile yanıt verdi. Her ne olursa olsun bir kadına içeriğinde tecavüz imasının yer aldığı herhangi bir paylaşımın yapılmasını da taciz olarak nitelendiriyorum açıkçası. Birçok sinema yazarı ve Twitter kullanıcısı da böyle değerlendirdi ve bu konuda yanımda olduklarını belirtti. Sonrasında ise çeşitli hakaretlerle tartışma daha da çirkinleşti ve “parayla yazı yazdırma” noktasına geldi. Üslûp çirkinleştikçe ben de tartışmaya devam etmeyi kestim ancak diğer kullanıcılar aracılığıyla tartışma benim dışımda büyümeye devam etti çünkü bu eril ve ‘her şeyi yaparım’cı tavır hemen hemen herkesi bıktırmış durumda.

Sektöre yeni girmiş genç bir sinema yazarı kadın olarak bugüne kadar yaşadığın ya da şahit olduğun cinsiyetçi durumlar oldu mu?

Sokakta adeta günün hiçbir saatinde rahat yürüyemediğimiz, toplu taşıma araçlarında her an tetikte olduğumuz ve nereye bakacağımızı şaşırdığımız bir ülkede yaşıyoruz. Elbette taciz her yerde, her ülkede ancak farklı boyutlarda yaşanıyor. Biz açıkçası biraz daha üst boyutlarda yaşıyoruz. Tacizi bir hak olarak görme düşüncesi toplumsal olarak içselleştirilmiş olduğundan elbette bu sektöre de yansıyor. Tacizin bireysel olarak tek bir erkekten ziyade değil bütünüyle erkeklik algısının getirdiği toplumsal bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden herhangi bir yerde herhangi bir şekilde tacizle yüzleşmek zorunda kalmak yüksek bir ihtimal… Sektörde elbette taciz de dahil olmak üzere cinsiyetçi tavırlarla karşılaştım. Kadın olduğum için yapamayacağım işler, başkaları tarafından belirlendi ya da sektörde yeni, genç bir kadın oluşum flörtöz tavırlara birilerinin gözünde kapı aralamış oldu. Bunları deneyimledim elbette. Ancak şuna bir parantez açmak istiyorum, flört karşılaşılması çok doğal bir durum ancak aşılmaması gereken çizgiyi iyi belirlemek gerekiyor. Bir kadın flörte olumsuz yanıt verdikten sonrası tacize giriyor ve genç bir kadın oluşunuz kimseye bu hakkı vermiyor. Umarım bu konuda da farkındalık geliştire geliştire ilerleme kaydedeceğiz.

TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ – BİRGÜN GAZETESİ SİNEMA YAZARI: SİSTEM DOĞRU VE DÜRÜST İNSAN OLMAYA İZİN VERMİYOR

BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema yazılarına devam eden Tuğçe Madayanti Dizici’yi takip edenler sıkı bir hayvansever olduğunu da iyi bilir. Özellikle sinemada hayvan hakları ihlâli gibi meselelerle de yakından ilgili olan yazar, yazıya konu olan meseleye de tepkisiz kalmamıştı.

Merhaba Tuğçe, hemcinsinin yaşadığı durumu sosyal medyada sahiplenerek yayılmasına vesile oldun. Öncelikle nasıl yorumluyorsun bu olayı?

Çok üzücü. Hatırlarsan kadın sinema yazarları ve destekçileri olarak geçen sene Hep Yek filminin ardından filmi hedef almayarak genel sorunlara parmak basan bir protesto yazısı kale almış ve kendi mecralarımızda bunu yayınlamıştık. Son derece de destek görmüştük. Bu sene imzacı arkadaşlarımızdan biri gayet normal bir tweet paylaştı onun üzerine Hep Yek 2’nin yeni yönetmeni ve senaristi son derece kaba, aşağılayıcı cevaplarla durumu çok çirkin hale soktular. Bunun üzerine destek olmak amaçlı paylaşımlarda bulunduk; bu tehdit, rüşvet, iftira içeren cevapların bizleri susturamayacağına dair. Bu sefer sayıca biraz azdık. Pek çok kişi yönetmenin arkadaşı olduğu için mesafeli davrandı. Hep diyorum hep diyeceğim küçük bir camiayız sinema yazarlarının yönetmen, yapımcı ve oyuncularla mesafeli ilişki kurmaları gerek. Ben şahsen özel bir çaba ile hiç ilişki kurmamayı seçenlerdenim. Yoksa müdahale ve serbest akılla yazılarını kaleme alamazlar.

Konuya dahil olmanla tartışmanın da bir parçası oldun. Nasıl bir durumla karşı karşıya kaldın?

Arkada adam bırakmak olmaz. Geçen sene imza atan bir meslektaşımıza yapılan saygısızlık hepimize yapılmış sayılırdı. Yanında olmalıydım. Keşke herkes olsaydı.

Geçmişte bir filme dair yazdığın yazı dolayısıyla benzer bir durum yaşamıştın. (Toz Bezi filmiydi yanılmıyorsam) geriye dönüp baktığında neler söylersin?

Sonuna kadar yazımın arkasındayım. Tebrik ve teşekkürler daha çoktu. Ama sonrasında yaşadığım inanılmaz saldırılar ile aslında bu yazının kimleri neden rahatsız ettiğini daha iyi anladım. Düşünün bir filmle ilgili yazıyorsunuz ve o filmin ekibi bir basın gösterimi sonrasında söyleşide ‘Sinema yazarı arkadaşlar kendisine gereken cevabı verecek’ diyerek izleyicileri bana karşı kışkırtabiliyor. Daha kimler neler söyledi ama içim rahat, cevaplarını verdiğimi düşünüyorum.

Biraz daha geniş çerçeveden bakacak olursak, genel olarak Türkiye’de sinema yazarlığının geldiği noktayı nasıl yorumlarsın?

Sinema yazarlığının geldiği bir nokta yok. Amerika’daki gibi sanat ve eleştiri aynı değerde paslaşarak hiç ilerlemedi bu ülkede. Bundan sonra da değişmez bu. Ama hantal yazılardan veya akademik makale tarzı yazılardan ben bile çok sıkıldım. Biraz daha kaliteli ama popüler yazılar yazmak gerek. Gençlere izin verirlerse bu da olacaktır.

Günümüzde gazetede, dergide, internet sitesinde ya da blogta film eleştirisi yazmanın farkı var mı sana göre?

Elbette var. Ama bu değer anlamında değil teknik anlamda farklıdırlar. En zoru bana kalırsa gazeteye yazmak. Vuruş sayısından tutun da okuyucunun çeşitliliğini hesaba katmak gerekir. Ama bu demek değil ki gazeteye yazan daha iyi bir yazardır.

Sektörün pek çok alanında çalışmış bir gazeteci olarak bir kadın olmanın zorluklarını nasıl ifade edersin?

Çok zor. Ama gazete ve televizyonda kadın olmanın zorluklarından daha mühim bir mesele var. Doğru ve dürüst insan olmak… Sistem buna izin vermiyor. Vermez de. Bunda diretirsen de mobbing başlar. Mobbing hâlâ çok tartışmalı bir konu. Amerika’da PBS’te çalışırken de başıma geldi burada önemli bir kanalda çalışırken de. Ama burası için şunu söyleyebilirim şikâyette bulunacağın kişi mobbingin kralıysa bütün yollar zaten kapalı demektir.

Sana göre memleketin sinema tarihinin gelmiş geçmiş en cinsiyetçi filmleri neler?

Bir filmin cinsiyetçi olması bile zekâ ve ustalık gerektirir. Bu doğrultuda cinsiyetçi bir filme rastlamadım. Ama ergen literatürüne dahil olabilecek gayet yetişkin olan yönetmenlerin kadınları rahatsız edici, ustalık içermeyen şekilde konumlandırdığı filmlerini her sene izliyoruz. Onun dışında seyirci izliyor mantığı ile bir grup erkek tarafından kâr gütme amaçlı üretilen avam komedi filmleri bu açığı dolduruyorlar sağ olsunlar. Sanırsam ülkece her alanda çamura batıyoruz. Sinema da bunun ceremesini çekiyor.

GÖKŞEN AYDEMİR – FİLM ARASI DERGİSİ EDİTÖRÜ: ÖTEKİLEŞTİRİCİ FİLMLER SADECE GİŞE SİNEMASINDA ÇEKİLMİYOR

Film Arası Dergisi Editörü Gökşen Aydemir, sinema yazarı arkadaşına destek vermek için, “Siz böyle filmler çekmeye devam edin her zaman karşı çıkacağız ve yazacağız” diyerek tepkisini göstermişti.

Tartışmanın seviyesine baktığımda, ülkenin meclisi nasıl da sanatı da o vaziyette gibi geliyor. Artık birbirimize karşı tamamen tahammülsüz, anlayışsız ve sevgisisiz. Bu durumdan nasıl çıkacağız sence?

Ben uzun zamandır toplumun siyasetten bile kirli olduğunu düşünüyorum. Siyaset yapan insanların 15 yıl öncesine kadar nispeten toplumun bir adım ötesinde olan, en azından oturmayı kalmayı bilen, tartışma kültürü gelişmiş insanlar olduğunu düşünürüm. Ama toplum hep ötekileştirmeyi seviyordu. Linç kültürü bu toplumun temel dinamiklerinden biri… Bizim tek kollektif bilincimiz gelişmiş, o da sürü psikolojisi. Bu anlamda bence toplumun çoğunluğu siyasetin bu acı, nefret dolu söyleminden kendini de suçlu görmeli. Sonrasında yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan meselesine döndü olay. Toplum, siyaseti dönüştüremedi. Siyaset yeniden topluma indiğinde hayatın her alanına hoyratlığı ve tahammülsüzlüğü getirdi. Sanat içinde aynı şey geçerli… Özellikle sinema için daha çok geçerli. Sinema diğer sanat dallarına göre her zaman daha dışa açık oldu. Teknoloji ucuzladı, çekim koşulları değişti. Bugün cep telefonlarıyla film çekilebiliyor. Herkes yönetmen olabilir. Ve herkes yönetmen. Herkes sinemacı. Belirli bir birikime, dünya görüşüne ve alt yapıya ihtiyaç yok. Sanatın diğer alanlarında hiçte böyle bir yapı yok. Birçok sanat dalını çok içine kapalı diye suçlayabiliriz. Örneğin, çağdaş sanat için bu tartışma çok yapılır. Ama siz hiç çağdaş sanat üretimi yapan bir sanatçının bu tür tartışmalara zemin olduğunu ya da tartışma kültüründen uzak davranışlar sergilediğini gördünüz mü? Ben hiç görmedim. Bu da demek oluyor ki, az da olsa içine kapanmak sanat bilincinin saygın bir şekilde oluşması için gerekli. Biz bu sevgisizliği ve tahammülsüzlüğü ancak içimize dönerek çözebiliriz. İçimizdeki faşiste bakacağız önce. Ettore Scola’nın çok sevdiğim bir sözü var. “Herkes günde 10 dakika faşisttir” diyor. Önce bunun dakikalarını kendi içimizde azaltmalıyız. Bizim gibi çabalayan insanlarla olmalıyız. Çemberi büyütmeliyiz, ancak dayanışma ile çözebiliriz. Sürekli anlatmalı, yazmalı, konuşmalıyız, karşımızdan alacağımız tepkiye bakmadan yapmalıyız bunu. Biz saygın ve insancıl davranarak örnek olmalıyız. O yüzden Hep Yek gibi kadın düşmanlığı ve transfobiyi körükleyen bir filmi tabi ki eleştireceğim. Böyle filmler çeken herkesi eleştirmeliyiz. Ama şu ikiyüzlülüğü de yapmamak lâzım, böyle ötekileştirici filmler sadece gişe sinemasında çekilmiyor. Türkiye’de art house sinemada da bu tarz örnekler var. Onlara da aynı tepkiyi göstermezsek kendimizle çelişmiş oluruz.

Kendini feminist bir yazar olarak tanımlar mısın? Feminizmin Türkiye’de hâlâ anlaşılamadığını düşünüyor musun?

Ben feminist bir kadınım. Çünkü herhangi bir meslekle feminist olma hali tanımlanamaz diye düşünüyorum. Sinema yazarı olmadan öncede feminsttim zaten. Bence Türkiye’de feminizm anlaşılamadı diye bir şey yok. Feministler kendi aralarında çelişki ve çatışma halinden çıkıp feminizmi ifade edemedi. Çoğu kez o kadar elit, indirgemeci davranıldı ki. Türkiye’de birinci nesil kadın hareketi, kadına dair hiçbir hakkın peşinden koşmamıştır. Çünkü, her hak kadınlara zaten tepeden inme bir şekilde verilmişti. Birinci nesil kadın hareketi, Cumhuriyet kadını dediği bir kadın tipolojisinin içinden sıyrılamadı. Ayşe Kadıoğlu hoca bu hale “kostüm modernliği” diyor. Kostüm modernliğinin dışında kalan tüm kadınlar, zaten onlar için oryantalist birer nesneydi. Böyle bir hareketin toplumun tüm kesimlerindeki kadınlardan destek alması imkânsızdı. Feminizm tabana inemedi. Aynı zamanda o dönemde feminizm erkekleri bu düşünsel hareketin içinden izole etmişti. Hatta bazı medyatik feminist kadınların erkek düşmanı söylemleri, feminist kadınlar erkek düşmanı imajının oluşmasına neden oldu. Feminizm, tüm düşmanlıkları reddeder. Sadece eşitlik ve özgür bir yaşam talebidir. Benimde bir yerinden içinde bulunduğum ikinci nesil feminist hareket ise Türkiye’deki bu yanlış feminizm algısını yıkmak için çok uğraştı. Ama politik olarak çetin bir dönemdi. 30 yıldır süren etnik ayrıştırma politikalarının en yoğun yaşandığı dönemde ikinci nesil feminist kadınlar çoğunlukla savaşın karşısında durmaktan, kadın sorunlarına eğilecek ve kendilerine topluma anlatacak gücü bulamadılar. Özellikle 90’ların ortasından itibaren tabana yayılmaya başlayan kadın hareketi toplumun her kesiminden kadını içerisine almıştır. Faili meçhuller, bitmek bilmeyen savaş, annelerin gözyaşı. Bence Türkiye’de feminizmin en vicdanlı yüzü “barış anneleri”. Toplum feminizmi anlamak istiyorsa bence Cumartesi Annelerine bakmalı. Onların isteklerini her Cumartesi, insanca anlatıyorlar zaten. Sonrasında başka bir feminizmden de konuşuruz.

Geçen sene kadın cinsiyetçiliğin bir güldürü unsuru olarak kullanılması sonucu tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmlere dur demek için bir bildiriye imza attınız. Bir şeyleri değiştirdi mi?

Tabi ki hiçbir şey değişmedi. Bu kadar kısa sürede hiçbir şey değişmez zaten. Eşyanın doğasına aykırı… Bence hepimiz, toplu halde tepkilerimizi her zaman ve her mecrada göstermeliyiz. Ortak düşünceye sahip olduğumuz insanlarla dayanışarak çözebiliriz. İletişim ile çözebiliriz. Bizi birbirimize ve ötekine yaklaştıracak şey iletişim. Hiçbir konuda gemileri yakmamak lâzım… Köprü kurmaya çalışmalıyız ve iletişim kanallarını kapamamalıyız.

Sektörde bir kadın olarak cinsiyetçiliği birebir yaşadığın bir olay oldu mu?

Benim kişisel olarak yaşadığım bir durum olmadı. Ama tabi bu olmayacağı anlamına gelmez. Sinema sektörü içerisindeki konumumuzla da alâkalı bu durum… Sinema yazarları ve eleştirmenleri sektörün seksist çarklarına karşı duruyorlar. Kadın yazarlarda en az erkek yazarlar kadar rahatlar. Bir kadın olarak meslektaşlarımdan hep eşitlik gördüm. Ama bu sektörde farklı bir konumda olsaydım başka türlü şeyler olur muydu bilmiyorum. Büyük ihtimalle olurdu diye düşünüyorum. Geçtiğimiz aylarda genç kadın yönetmen arkadaşımız Gülten Taranç sektörde yaşadıklarını anlatmıştı. Kendisine kilolu bir kadın diye iş verilmediğinden ve çoğu kez mobbing koşullarında çalıştığını söylemişti. Keza geçen hafta sinema yazarı arkadaşımız Ecem Şen’in bir kadın olarak maruz kaldığı sözlü tacizler ortada. Böyle çok fazla örnek var. Sektör bu tür cinsiyetçi ayrıştırmalara çok açık…

ŞÜKRÜ ÜÇPINAR – HEP YEK 2 SENARİST, UYGULAYICI YAPIMCI: SİNEMA YAZARLARI ELEŞTİRİLEMEZ Mİ?

Aslını sorarsanız çok konuşmak istemediğim bir konu. Çünkü sinema sektöründe bir hacim kaplamayan, üretim ilişkilerinin herhangi bir noktasında durmayan bir grup insanın sosyal medya linçine uğradım. Sakın söylediklerim üzerinden sinema yazarlığını kastettiğim anlaşılmasın. Buradaki insanlar mesleğinin gereğini yerine getirmeyen ve sinema yazarı olduğunu iddia eden bir grup. Tartışmanın başlaması da tam bu noktada oldu. Özellikle Hep Yek filminde karşılaştığım bir durum var. Bazı insanlar henüz izlemeden filmi yaftalamaya başladı. Bunu yapan sıradan insan değil de sinema yazarı (en azından kendileri böyle olduklarını iddia ediyor) olunca Orçun, ardından da ben tepki gösterdik. Bunu yaparken de en ufak bir nezaketsizlik göstermedik. Ama karşı tarafın üslûbu sertleşince bizim de üslûbumuz değişti. Ama sadece alaycılık yönünde… Sonuç olarak bir linç başladı. Şunu merak ediyorum bir yönetmen işini doğru yapmayınca eleştirilebiliyor, bir senarist de ama yegâne işi film izlemek ve eleştiri yazmak olan bir sinema yazarı bunları yapmadığı için eleştirilince topluca linçe girişiliyor. Ve bu linç öyle noktalara geliyor ki cinsiyetçilikle suçlanan bir filmin senaristi ve yönetmeni en ağır cinsiyetçi küfürlere maruz bırakılıyor. Bu konularla ilgili yasal başvuruda bulunacağız. Bu sadece bizim başımıza gelen bir olay değil. Sosyal medyada her gün biri çeşitli nedenlerle linç ediliyor. Daha birkaç hafta evvel Şener Şen’i bile linç etmeye çalıştılar. Kendini solda gören bir linççi gurup var. Ve bunların aşağıladıkları, nefret ettikleri Aktrollerden hiçbir farkı yok. Biz de bu vesileyle böyle bir linç girişiminden nasibimizi almış olduk. Çok da etkili olmadı. İşini iyi yapan birçok sinema yazarı arkadaşımız var. Hatta arkadaş olmadığımız, pek de anlaşamadığımız sinema yazarları dahi bu linç girişiminin dışında kaldı. Bir kısmı da kınadı. Hatta bu linççi gurup onları da kervanlarına katmaya çalıştı. Bunları da duyduk. İnsanlar genelde çok boş vakitleri olduğunda böyle şeylerle uğraşır. Bu arkadaşlarında vakitleri bol ki tüm günlerini buna ayırabiliyorlar. Allah daha çok vakit versin onlara. Bu gidişle de verecek gibi ama ne yazık ki benim o kadar vaktim yok. Böyle gereksiz şeylerle sizin de benim de vaktimi çalabiliyorlar. Onları biraz üzecek ama şu an Hep Yek 3’ü yazıyoruz. Bu arada filmi izledikten sonra istediklerini yazabilirler tabii bunda hiçbir sorun yok.

MELİS ZARARSIZ – SİNEMİA EDİTÖRÜ: GÜCÜN ERKEKTE OLDUĞUNU DAYATAN BİR YAPI VAR

Geçen sene Oscar ödül törenlerinde çeşitlilik tartışmaları yaşanmıştı, etnisite ayırımları bir yana, cinsiyetçi ayırım anlamında da bu zamana kadar Oscar adaylıklarının oyunculuk dahil sadece % 16’sının kadınlardan oluştuğu gerçeğiyle yüzleşilmişti. Bir sinema yazarı olarak ülkemde de kadın olmanın zorluklarını, halen bazı durumlarda ikinci plana atılmaları, emek sömürüsü ve benzer yaklaşımlarla “gücün” erkekte olduğunu dayatmak isteyen bir yapıyı gözlemlediğimi söyleyebilirim. Kişisel olarak bu konuda ciddi bir durum yaşamadıysam da maalesef çevremde duyup ya da şahit olup hayretler içerisinde kaldığım durumlar oldu elbet. Sinema sektöründe gerek sanat üreten, gerek gazetecilik yapan çok değerli kadınlar var ve gün geçtikçe seslerinin daha çok duyulacağından, haksız yaklaşımların azalacağından eminim.

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

Sweeney Tood: Fleet Sokağının Şeytan Berberi

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Malûm, bugünlerde Şeytan gündemde. O sebeple son 10 yılda sinemalarımızda gösterilen Şeytan’lı filmlere bir göz attım. 2006 yılı Ocak ayından 2016 yılı Aralık ayı sonuna kadar* sinemalarımızda 33 adet Şeytan’lı film gösterilmiş. Bunların 15 tanesinde “Şeytanın”, 13 tanesinde “Şeytan”, 3 tanesinde “Şeytanı”, 1’er tanesinde de “Şeytani” ve “Şeytanlar” kelimesi geçiyor.
15 ve 13’ten örnek vereyim: “Şeytanın Pabucu Oteli İkizi İni Yüzü Ormanı Günü Kapısında Gözleri Gecesi Çocukları Oyuncakları Oğlu”, “Şeytan Tohumu Geçidi Tepesi Tüyü PapuçtaMarka GiyerDuymadan Önce”.
En kısa isimlisi “Şeytan” (Devil), en uzun isimlisi ise “Sweeney Tood: Fleet Sokağının Şeytan Berberi” (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street).
Bu filmlerin sinemalara dağıtımları ise şöyle olmuş: Bir Film ve Tiglon Film 5, M3 Film ve Pinema Film 4, Duka Film ve Warner Bros. 3, Medyavizyon Film, MC Film ve UIP Filmcilik 2, 35 mm Filmcilik, Mars Dağıtım ve Özen Film 1 Şeytan’lı film gösterime çıkarmış.
Bu bilgilerin sektöre hayırlı olmasını dilerim.
*2017 yılında Şeytan henüz sinemalarımıza uğramadı. (26 Ocak 2017)

TRT TV Filmleri projesi kapsamında gerçekleştirilen, Bedir Afşin’in yönettiği “Son Kuşlar” filmi, geçen yıl yapılan 35. İstanbul Film Festivali kapsamında ilk defa düzenlenen Seyfi Teoman En İyi İlk Film Yarışması’nda gösterilmişti. Bu film 26 Ocak Perşembe akşamı TRT 1.de gösterildiğine göre muhtemelen sinemalarda göremeyeceğiz. TRT.nin basın bülteninde bu filmler hakkında şöyle bilgi veriliyor: Türk Sineması’nın 100. yılı ve TRT’nin 50. yılını taçlandırmak için 2014 yılında başlatılan TRT TV Filmleri projesi, Türk Sineması’na ve televizyon sektörüne yeni hikâye ve eserler kazandırmayı, genç sinemacıların özgün ve yenilikçi projelerine imkan sağlamayı hedefliyor. Proje kapsamında çekilen 33 film, her Perşembe gecesi, saat 20:00’de, TRT 1 ekranlarında yayınlanacak. (26 Ocak 2017)

“Zaman insanları değiştirir” derler, bir Recep’i değiştiremedi, O hep İvedik. “Recep İvedik 5”i Şubat ayında izleyeceğiz ve muhtemelen yine yaptıklarının aynısını yapacak. Sonraki film “Recep İvemedik” olsun, belki başka şeyler anlatır. (27 Ocak 2017)

Yerli filmlerimizin yurt dışında dünya prömiyeri yaptığı haberinin yabancı dilde afiş ile servis edilmesinde tarih tekerrür ediyor. Yazdığım bu cümleyi kendim de pek anlayamadığım için izah edeyim. Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi “Tereddüt”ün dünya galasını geçtiğimiz Eylül ayında Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapacağının haberi “Clair Obscur” adlı yabancı dilde hazırlanan afişi ile servis edilmişti. Benzer haber servisini bir-iki gün önce Ceylan Özgün Özçelik’in “Kaygı” adlı filminde de yaşadık ve Türkçe hazırlanmış afişi gönderilmediği için haberi “Inflame” adlı yabancı dilde hazırlanan afiş ile vermek zorunda kaldık. Bu durum, bir Alman internet sitesinin, Dünya prömiyerini Türkiye’de yapan Alman filminin haberini Türkçe afiş ile yayınlaması gibi oluyor. Bir web sitesi editörü olarak “Zoruma gidiyor” desem yeridir. Netekim dedim. (27 Ocak 2017)

(27 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Satıcının Tragedyasında Kadının Trajedisi

Satıcı (Forushande)
Yönetmen-Senaryo: Asghar Farhadi
Müzik: Sattar Oraki
Görüntü: Hossein Jafarian
Oyuncular: Taraneh Alidoosti (Rana), Shahab Hosseini (Emad), Babak Karimi (Babak), Farid Sajadhosseini (Yaşlı Satıcı), Mina Sadati (Sanam), Maral Bani Adam (Kati), Mehdi Koushki (Siavash), Emad Emami (Ali), Shirin Aghakashi (Esmat), Pirzadeh Majid (Macit), Sahra asadollahi (Müjgan), Ehteram Boroumand (Bayan Şahnazari), Sam Valipour (Sadra)
Yapım: Memento (2016)

İran sinemasından çıkan önemli yönetmenlerden Asghar Farhadi’nin, Arthur Miller’ın trajik oyunuyla koşutluk kuran “Satıcı” filmi, sinemayla tiyatroyu uzlaştıran değerli bir yapıt.

Tiyatrocu genç çift olan Emad ve Rana, Amerikalı Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü” oyununu Tahran’da küçük bir sahnede sahneye koyuyorlar. Film, sabahın telâşı üzerine açılıyor. Buldozer yandaki arazide yeni bina için temel kazarken, Emad ve Rana’nın kaldıkları apartman göçme tehlikesi atlatıyor. Tehlike biraz olsun atlatılınca apartman sakinleri kurtarabildikleri eşyalarıyla buradan taşınıyorlar. Emad ve Rana da, oyuncuları Babak’ın yardımıyla bir daireye taşınıyorlar çok geçmeden. Bu taşınma Emad ve Rana’nın hayatında derin izler de bırakacaktı.

1972’de İsfahan’da doğan İranlı yönetmen Asghar Fahradi’nin Oscar ve “Altın Ayı” kazanan 2011’deki “Jodaeiye Nader az Simin-Bir Ayrılık” ve 2013’teki “Le Passé-Geçmiş” filmleri ülkemizde gösterilmişti. 2016 yapımı “Forushande-Satıcı” filmi, Cannes’da Asghar Farhadi’ye “En İyi Senaryo”, Shahab Hosseini’ye de “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini getirdi. Fahradi filmiyle Miller’ın oyunu arasında trajik koşutluk kurmuş. Oyun sahnede sahnelenirken, gerçeklikte de bir satıcının tragedyasıyla bir genç kadının trajedisi yaşanıyor. Bu trajedide kadın ölmüyor. Ya satıcı?

Miller’ın 1949’da yazdığı “Satıcının Ölümü” oyunu, aynı yıl büyük yönetmen Elia Kazan tarafından Broadway’de sahnelenmişti, belirtelim. Oyunda, satıcı Willy Loman’ın 2. Dünya Savaşı sonrasındaki trajik hayatı anlatılmıştı. Küçük de olsa Asghari’nin “Satıcı” filmiyle Miller’ın “Satıcının Ölümü” ruhen bir noktada buluşuyor. İkisi de tragedyaydı. Antik Yunan tragedyasının modern sahnelenmesi gibiydiler.

Birdenbire gelen…

Emad, “Satıcının Ölümü”nü hem yönetiyor hem de başroldeki Willy’yi oynuyor. Emad, lisede de sanat dersleri veriyor bunları yaparken. Akşam eve dönerken Rana cepten onu arıyor alışveriş yapması için. Kısa bir an sonra dış kapının zili çalıyor. Rana, otomatik kapıyı açarken, dairenin kapısını da açık bırakıyor. İşte beklenmedik ve birdenbire meçhul bir adam tarafından saldırıya uğruyor Rana. Yönetmen, saldırıyı doğrudan göstermemiş. Saldırı öncesi kamera bir an dairenin açık kapısından holü gösteriyor. Sonrasındaysa büyük bir travma yaşanıyor. Rana komşular tarafından hastaneye götürülmüş. Merdivenlerde kan izleri de fark ediliyor. Saldırgan ayağından mı yaralanmıştı? Saldırgan kaçarken geride pikap kamyonetini de bırakmış. Bu pikapla saldırgana ulaşılabilir miydi?

Rana’nın gizemleri…

Saldırının hem fiziksel hem de ruhsal travmasını yaşayan Rana, bu olayı polislik olmasını istemiyor. Rana’nın zihnindeki dehlizde kasvet dolu gizemler savrulmuş sanki. Evin içinde korkular yaşarken bir şeylerin açığa çıkmasını da istemiyor. Saldırganı görmüş müydü? Rana, apartmanın otoparkında sorun çıkartan pikabı caddeye park edince olayların gidişi de değişiyor birden. Pikap ortadan kayboluyor. Emad arabasıyla giderken pikabı bir fırının önünde görüyor. Sonra da pikabı takip ediyor. Önce Macit’ten şüpheleniyor Emad. Onu eşyalarını taşımasına zorluyor. Sonra da yıkılmakta olan apartmanda Macit’i bekliyor.

Satıcıyla tragedya sahnesi…

Macit, müstakbel kayınpederini göndermiş apartmana. Macit, yaşlı satıcının kızı Müjgan’la evlenmeye hazırlanıyor. Küçük konuşmalardan sonra Emad, yaşlı satıcının ayakkabısını çıkartmasını, sonra da çoraplarını. Bundan sonra ne olacaktı? Bu anlarda, tiyatro sahnesiyle sinema perdesinin kolay kolay bir araya gelemeyeceği iş birliği doğuyor ve tragedya trajedi sınırlarında dolaşmaya başlıyor. Bu anlara sinema perdesinde tanıklık etmek sanat açısından heyecan veriyor. Gerilim ve merak da küçük bir armağandı filmden. Ahu’yu da öğreniyorsunuz bu tragedya sahnesinde. Hiç görünmeyen, ama görünen her şeyden daha fazla etki bırakan Ahu, bu tragedyaya sahne olduğunu hiç bilmeyecekti belki de. Bu filmde, Sinemayla tiyatronun bu sevişmesine tanıklık ediliyor. Sinema tarihinde birkaç örnek var sinemayla tiyatronun uzlaşmasında. Aklımıza hemen gelenlerse, Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı siyah-beyaz “All About Eve-Perde Açılıyor”, François Truffaut’nun 1980 yapımı “Le Dernier Metro-Son Métro”, Arthur Hiller’ın 1982 yapımı “Author! Author!-Yazar Yazar” filmleri.

Filmde görsel anlamda unutulmaz anlar da var. Öncelikle Miller’ın oyununun sahneden bölüm bölüm yansıması heyecan vericiydi. Elbette tiyatro kulisi de gerçekçi yansıyor. Emad’ın sınıfı da eğlenceliydi. Gençler bulunduğu her yere enerjilerini de taşıyor. Yoğunlukla iç mekânda geçen bu filmde, arada Tahran da kendini gösteriyor. İnsan ve araba kalabalığı bir cangıl gibiydi. Elbette müziklere de kulak vermek gerek. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a da aday.

(26 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Toni Erdmann

Karanlık bir salonda, diğer tüm etkilerden sıyrılmış olarak sadece perdeye yansıyan hareketli görüntülere odaklanabileceğiniz sinema salonlarında film izlemek müthiş bir duygu.

Neden mi, böylesine didaktik bir cümle ile başladım yazıya? Çünkü artık filmlerde de koltuğa yaslanıp, hayatın gerçeklerinden sıyrılarak o gerçekleri izleyebileceğimiz filmler azaldı da ondan. Maren Ade’nin ödüller de kazanan filmi sizi kendi gerçeğinizden koparıp hayatın gerçeğine taşıyor. Gerisi size kalmış.

İletişimsizlik…

Günümüz insanının en büyük ve hatta çözümsüz gibi görünen hastalığı yalnızlık. Tamam, yaşlılar eş ve yakınlarını kaybettikleri için yalnız kalıyorlar, peki ya gençler? Onlar neden yalnız? “Ben tercih ettim” deyip de kendilerinden bile gizledikleri ama içten içe o yalnızlığın acısını yaşadıkları halde apaçık görünüyor, gözlerinden okunuyor yalnızlıkları.

Hayatı ‘ti’ye almak da aynı şey. Köpeği öldükten sonra iyiden iyiye yalnızlaşan Winfred, umursamazlık ve alaycılıkla gizlemeye çalışıyor o korkunç yalnızlığını. Kızı ile kopuk olan ilişkilerini düzeltmek için harcadığı çaba, aslında çok insani ama bir o kadar da itici. Çünkü kariyer peşindeki kızı da, en az kendisi kadar yalnız. Film tam da burada başlıyor.

Kendinizi düşünüyorsunuz…

…ister istemez. Kimi zaman ilgi çekmek için, kimi zaman başarmışlığın sevincini paylaşmak için, kimi zaman hataları örtbas etmek amaçlı umursamaz ve alaycı davranış sergiler insan. Bu, güçlü bir anlatımla yansıtıldığında ortaya çıkan kült oluyor. İster roman olsun ister tiyatro, isterse Toni Erdmann’da olduğu gibi film; etkisi uzun sürecek, yıllar sonra bile unutulmayacak ve klasikler arasında sayılacak bir yapıt çıkıyor ortaya. Maren Ade, çağcıl bir başyapıt çıkartmış. Bunca övgü ve ödül de boşa verilmese gerektir.

…ya izleyici?

Toni Erdmann’ın bir Alman komedisi olduğu belirtiliyorsa da, film, tam “güleriz ağlanacak halimize” noktasında. Kuşkusuz gülüyorsunuz, tam da o anı yaşayan siz olmadığınız için incecik bir sevinçle karışık gülüyorsunuz… Peruk ve takma dişle vardığınız yer neresi olabilir? Yakalandığınızda yüzünüze vurmazlar mı? Vurduklarında ne duruma düşersiniz? Sizin gibi, tam da sizin içinde bulunduğunuz duyguları yaşayan biri, -belki bir işe yarıyordur diye- o takma dişi alıp taktığında ne düşünürsünüz?

Bizim sinema seyircimiz, umarım bu filme gereken önemi gösterir, izler ve giderek yalnızlık kuyusuna merdivensiz düşmekte olduğunu, denizler ortasında yelkensizlik karmaşasında çarnaçar kalacağını görür. Çözüm için, başkası için değil, kendi çözümü için izler bu filmi.

Oyuncular için ayrı bir not düşmeliyim muhakkak. Alabildiğine doğal, alabildiğine görkemli, alabildiğine gerçekçi karakterler izliyoruz. Bunda oyuncular en önde; yönetmenin rejisiyle senaryonun katkısını yadsımamak gerekir. Sakin bir dilli sakin bir öykü… çok başarılı.

Birkaç yıl sürmez herhalde, “ölmeden görmeniz gereken filmler” listesinin ilk sıralarında yer alması…

Toni Erdmann, yönetmen Maren Ade, oyuncular Peter Simonischek, Sandra Hüller, Michael Wittenborn, Thomas Loibl, Trystan Pütter… 3 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2017)

Korkut Akın

Vatandaş Rıza

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat, Kolsuz Kahraman, Komiser Cemil, Vatandaş Rıza ne kadar ileri görüşlüymüş. Taa o zamanlardan “N’aaayır, N’olamaz” demişler. (Sinemaya uzak olanlar için not: Adı geçen şahıslar, Cüneyt Arkın’ın filmlerinde canlandırdığı muhtelif karakterlerdir.) (22 Ocak 2017)

Facebook ve Twitter ortamının görünmeyen bir yararını keşfettim. Ortama bir yazı koyduğunuzda kendi kendinizle iddiaya da girebilirsiniz. Yazdığınızı beğenmeyenler kanatlanıp uçabiliyor. Beğenenlerin üzerinden ise yeni takipçi edinebiliyorsunuz. Yeni gidecek ve gelecekleri tahmin ederek paralı iddia oyunundan uzak durarak günaha girmekten bile kurtulabilirsiniz. (22 Ocak 2017)

Hayırsızada, birkaç tane ağaç dikilerek Hayırlıada’ya çevrilebilir ve mesire yeri olarak turizme kazandırılarak memlekete daha faydalı bir hale getirilebilir. (22 Ocak 2017)

Hayırlı Sabahlar
Hayırlı Pazartesi’ler
Hayırlı Haftalar*
*”Neşeli Pazartesiler” filminin verdiği ilhamla**
**Pardon yanlış hatırlamışım, “Güneşli Pazartesiler”miş (Los Lunes Al Sol). (23 Ocak 2017)

Sevgili arkadaşlar, bu ortama yazılan yorumlar, ana yazının -eski tabirle- teferruatı, çok eski tabirle mütemmim cüz’üdür. Yeni dilde eklenti de deniyor. Ana yazı olmasa yorumları üretemeyiz. O nedenle bunları yazarken saygıda kusur etmemeli, iğneleyici, küçümseyici, hakaret edici ifadeler kullanmamalıyız. Neticede şurada iki satır yazıyla dünyayı kurtarmaya çalışıyoruz. Bırakın rahat rahat kurtaralım. Siz de teşvik edici yorumlarınızla güç verin. Bu arada profilinde herhangi bir bilgi olmayan, kendi fotoğrafını kullanmayan ve rumuzla ortamda arz-ı endam eden arkadaşların yazdıklarının hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığının sanırım yazan arkadaşlar da farkındadır. (23 Ocak 2017)

sinematurk.com, Horizon International bünyesine geçmiş. Hayırlı olsun. Son zamanlarda sitede rastladığım eski filmlerin yeniden yapılmış afişlerinden bir şeyler olacak gibi hissediyordum. Nitekim oldu. (23 Ocak 2017)

Bir yanda görme engelli vatandaşlarımız için tabela hazırlayan Bankalarımız, diğer yanda 9 yaşındaki kızı ile ayrı oturması için bilet kesen Demir Yollarımız. İlginç bir memleket olduk vesselam. (T. C. Devlet Demir Yolları’nın, bir baba ile 9 yaşındaki kızına ayrı bilet kestiği haberlerinin verdiği ilhamla.) (23 Ocak 2017)

Misalen bu ilânı veren bendeniz olsaydım, reklâm parasını % 30 eksik öderdim. Sebeb-i hikmeti görüntüde saklı değil, ayan beyan belli oluyor. (Metronun Mecidiyeköy İstasyonu Cevahir AVM çıkışı.) Ayrıca sergi de ilânın görkemi altında eziliyor. (23 Ocak 2017)

“Vizontele 3” çekilirse Zeki Müren’li espri benzeri şöyle bir diyalog öneriyorum: Demiryolları asansörlere binecek olanlara da ayrı bilet kesiyor mu? (T. C. Devlet Demir Yolları’nın, bir baba ile 9 yaşındaki kızına ayrı bilet kestiği haberlerinin verdiği ilhamla.) (23 Ocak 2017)

TRT Müzik yanlış söylenen türkülerimizin doğrularını yayınlamayı sürdürüyor. Ünlü türkü aslında şöyleymiş:
Urfa’ya paşa geldi, tahta temaşa geldi
Bir elim yar kolunda*, bir elim boşa geldi
*Türkünün orijinalinde bu kelime “koynunda” olarak geçiyor. (24 Ocak 2017)

Que Sera Sera = Olmaz. (25 Ocak 2017)

Bu haftaki (23 Ocak 2017) basın gösterimleri tam tebdili mekânda ferahlık var misali geçiyor: Satıcı / Kanyon, Toni Erdmann / Soho House, Lion / Özdilek, Yeni Nesil Ajan / İstinye Park, Yaşamın Kıyısında / Beyoğlu. Gönül başka mekânlara da yayılmak istiyor ama tabi ki o filmcilerin bileceği iş. (26 Ocak 2017)

Hayatın küçük bir tuhaflığından bahsedeyim. 20’li 30’lu yaşlarda aldığım kitapları kirlenmesin diye kaplardım, kaldığım yeri işaretlemek için sayfayı kıvırmaz, araya kâğıt parçaları koyardım. Okuduğum hiçbir kitapta cümle altlarını çizmez, sayfalara hiçbir işaret koymazdım. Gün oldu, devran döndü, bu kadar itina gösterdiğim kitaplarımın yarısını Milas’ın köy okullarına hediye ettim. Bağışa ilham verenlere ve yardımcı olanlara selâm olsun. Her şey bir müddet bize dokunuyor ve geçip gidiyor; buna insanlar, mekânlar, zaman ve anılar da dahil. (Veya biz de onlara dokunup geçip gidiyoruz.) (26 Ocak 2017)

Başka bir ifadeyle yazarsak: “Zinhar olmaz, muvafık değildir.” (26 Ocak 2017)

Sosyal medya ortamında hiç beğeni almamış bir paylaşımınız oldu mu? Benim oldu. Olması da iyi oldu, çünkü bu vesileyle onun da bir tesellisi olabileceğini keşfettim. Genelde kısa paylaşımlarımı hem facebook’a, hem twitter’a koyuyorum. Twitter’ın beğeni tuşunun kalp işareti olması durumu kurtarıyor. Bendenizin anlayışında kalp ve gönül kelimeleri sevgi duymak anlamına geliyor. Dolayısıyla twitter’da yaptığım paylaşımlarda, gördüğüm kalp işaretine sevindiğim gibi herhangi bir işaret görmezsem de “Ne güzel, kimse paylaşımıma gönül (kalp işareti) koymamış, gücenmemiş.” diye düşünerek teselli oluyorum. (26 Ocak 2017)

(26 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yakın Plan Yas

Şilili usta yönetmen Pablo Larraín’in ‘Jackie’yi yönetmeyi kabûl edişini ilk duyduğumda çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Güney Amerika Sineması’nın gözbebeği, çok sevdiğimiz sinemacının 60’lı yılların Amerikan ikonu olmuş sosyetik First Lady’sinin hikâyesiyle ilişkisini yadırgamıştım haliyle. Öyle ya, onu ülkesinin CIA tarafından tezgâhlanmış darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmleriyle tanımıştık.

Ünlü üçlemesinin ilki olan (İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü) ‘Tony Manero’, başkent Santiago varoşlarında bir kafede şov yapan orta yaşlı Peralta’nın öyküsüyle Pinochet diktatörlüğünün en vahşi dönemine -ülkemizde de eş zamanlı olarak benzer karanlık günlerin yaşandığı- 1977-78’lere ayna tutar. Tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği John Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen dansçının kişiliğinde döneme özgü ahlâki çöküntüyü gözler önüne serer sinemacı. Omuz kamerası, hızlı kesmeler ve soluk Santiago görüntüleriyle dönemin huzursuzluğunun, şehre hakim olan korku atmosferinin başarıyla aktarıldığı bir filmdir bu.

Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’ Latince’de ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Ana karakteri morg görevlisi aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yok ediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur. Bizzat Allende’nin otopsisine ve düzmece intihar raporuna da filminde yer veren Larraín’in ‘Post Mortem’ için seçtiği stil önceki çalışmasından farklıdır. Kamera bu defa sabittir. Uzun planlar, plan sekanslar ve filtreler aracılığıyla daha da solmuş renkler dönemin kasvetini vermede çok yerinde kullanılmıştır. Toplu infazların gerçekleştiği, askeri araçların taşıdığı cesetlerin üst üste yığıldığı bir zulüm ve kan ortamının tüyler ürpertici görüntüleridir izlediğimiz.

En tanınmış filmi olan ve bizde sinemalarda gösterilmiş olan üçlemenin son bölümü ‘No’ ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikâyesidir. Muhalefetin yerinde atağıyla reklâm dünyasının prensi Rene Saavedra’nın ‘Faşist Diktatöre Hayır’ kampanyasını soluk soluğa anlatan sinemacının stili daha farklıdır bu filmde. Dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimleri, gerçek ve kurgu görüntülerin mükemmel bir şekilde bağlandığı kurgu marifetiyle sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum kampanyasını soluk soluğa izletir bizlere.

Berlinale ödüllü 2015 yapımı ‘El Club’ ya da benim kişisel çevirimle ‘Günahkârlar Kulübü’, yönetmenin karanlık ve kasvetli dünyasına dönüş yaptığı çalışmasıdır. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabasında Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evinde geçen filmde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atar, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunur.

Berlin Film Festivali’nde bu filmi izleyen ve ödüllendiren jüri başkanı Amerikalı tanınmış sinemacı Darren Aronofsky’nin teklifiyle ‘Jackie’ projesine bulaşmış Larraín. Filmin ilk bakışta düşünüldüğü gibi Hollywood usulü bir biyografi filmi olmadığını baştan belirtelim. Bunda önemli faktörlerden biri NBC kökenli televizyon yapımcısı Noah Oppenheim’ın Jacqueline Bouvier Kennedy’nin devlet başkanı eşinin geçtiğimiz yüzyılın en gizemli siyasi cinayetlerinden birine kurban gidişinin ardından geçirdiği sekiz güne odaklanması olmuş. Nathalie Portman’ın ‘Jackie’yi oynaması koşuluyla projeyi kabul emiş Larraín. Jackie’nin kocasının katledilişinin ardından Life Dergisi muhabiriyle yaptığı ünlü röportajdan başlayarak ustaca geriye dönüşlerle, 60’ların başlarında eşi John F. Kennedy ile Beyaz Saray’a yerleşmiş, kısa sürede dünyanın gözdesi haline gelmiş bir Amerikan kraliçesinin rüya gibi geçmiş ve sadece 2 yıl, 4 ay ve 2 gün sürmüş saltanatını ve hemen sonrasını mercek altına almış.

‘Jackie’ yönetmenin bir kadını merkezine aldığı ilk filmi. Çok talihli ve çok talihsiz bir kadın bu. Amerika’nın en genç ve en cazibeli First Lady’lerinden biri olarak dünya sahnesine damgasını vurmuş. Dallas’taki meşum suikastin en yakın tanığı olmuş daha sonra. Kocasının parçalanmış başını toplamaya çalıştığı kana bulanmış pembe elbisesiyle görüntüleri hafızalara kazınmış. Larraín beklenmedik bir felâketi yaşayan kadın karakterinin travmatik kimlik krizini; üzerini değişmeden hastaneye koşmasını, Beyaz Saray’a dönüşündeki şaşkınlığını, kanlı giysilerini çıkarmasını, tırnaklarının arasında kurumuş kanı fırça ile çıkarmaya çabalamasını, ilk şoku atlattıktan sonra çocuklarına babalarının gidişini izah etmeye çalışmasını, tedirginliğini, gelecek korkusunu, tüm ulusun gözleri üzerindeyken bu travmayla boğuşmasını, bir yandan da kocasının tarihi mirasını yaşatmaya, vakur bir duruş sergilemeye çabalamasını ustaca yakın planlarla aktarıyor perdeye. Elindeki birinci sınıf oyuncudan sonuna kadar yararlanıyor. Sinemasının koyu gri atmosferini yakın plan yas hikayesinin emrine sunuyor. Mica Levi’nin matem havasını destekleyen etkileyici müzik çalışması, Stephane Fontaine’in kadrajları ve yönetmenin alamet-i farikası gerçek ile kurgu bölümlerin ustaca kurgusuyla son yılların en farklı biyografi denemelerinden birine imza atıyor. Şilili sinemacının ‘Jackie’ ile eş zamanlı çektiği ve ülkesinin anıt şairi üzerine yine çok farklı, Borgesyen tatlar taşıyan ‘Neruda’sının çok gecikmeden Mart ayı ortasında bizde de gösterime gireceğini müjdeleyerek yazıyı noktalayalım.

(25 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İstasyonda Gelmeyen Treni Beklerken

Olanlar Oldu
Yönetmen: Hakan Algül
Senaryo: Ata Demirer
Müzik: Fatih Atakoğlu
Görüntü: Ahmet Sesigürgil
Oyuncular: Ata Demirer (Zafer/Döndü), Tuvana Türkay (Aslı), Salih Kalyon (İbrahim), Ülkü Duru (Fahriye), Seda Güven (Mehtap), Renan Bilek (Evsiz), Bedir Bedi (Ramazan), Toprak Sergen (Serkay), Derya Alabora (Antula)
Yapım: BKM (2017)

Oyuncu Ata Demirer’in senaryosunu yazdığı “Olanlar Oldu” filmi, Ege’nin sıcaklığında sıcak insan hikâyelerini perdeye yansıtıyor. Bu filmdeki oyunculara da övgü göndermeli.

İzmir’in kıyı kasabası Seferihisar’da başlıyor her şey. Güneşin altında sıcacık insan ilişkilerini özlemle anlatan 2017 yapımı “Olanlar Oldu”, yer yer insanı güldüren iyi bir film. Film, fonda oyun havaları duyulurken, Adalı Pansiyon’a giriş yapıyor. Oğlu Zafer’in tıpatıp benzeri Döndü kadın, sabah sabah sokağa pansiyonun önüne çıkınca eğlence de başlıyor. Oğlu Zafer, motoru hep bozuk gezi teknesiyle uğraşırken, Kaptan İbrahim’in fettan kızı Mehtap’ı da unutmaya çabalıyor. Kızı Aynur, Ramazan’la evli ve afacan torunu Ahmet de var. Kaptan İbrahim, ezelden beri Döndü’ye tutkun. Hem de deli gibi. Karısı, bu büyük aşkı bildiğinden kıskançlığından ölmüş. Mehtap, dükkânda çalışan Cenk’le işi büyütmüş. Cenk’in büyük planları var. Çok geçmeden her şey ayağına geliyor. Bir de Döndü’nün can dostu Fahriye de var. Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla” şiirindeki gibi sanki.

Bir aşk doğuyor…

Kaptan Zafer, Mehtap’ın geride bıraktığı kederle kendini bitirirken, uzaklardan İstanbul’dan bir aşk Aslı adıyla teknesine geliyor. İşlerin çoğunu götüren Kaptan İbrahim’i torun Ahmet haşere ilacıyla hastanelik edince kader de aşkta açıklara yol veriyor. Bu filmde bir şey keşfediliyor. Bir kız sürekli soru soruyorsa hayata mutluluk getirir, diyor bu film. Aslı da çok soru soran, öğrenmeye meraklı ve neşe dolu. Zafer’in anlamsız kederli günlerine mutluluk yağdırıyor. Final bölümü bir masal gibiydi. O sıcak insan ilişkilerine özlem duyurtan bu filmde imkânsız olan da yaşanıyor finalde.

Aslı, televizyon dizlerinde oynayan ünlü bir oyuncuydu. İstanbul’dan oyuncu sevgilisi Serkay gelince o neşeli hali de kayboluyor. Ama Döndü’nün pansiyonu her şeyi kurtarıyor hemen. Diziden diğer insanlar da pansiyonun lokantasında yemek yiyorlar. Tekne gezisi de daha da neşeli oluyor. Duygusal Zafer, Aslıcan dediği Aslı’yı eski değirmene götürüyor. En unutulmaz anlar da bu mekânlardan yansıyor filmden. Rum değirmenci ve güzel kızı Antula üzerine hikâye büyülüyor. İstasyonda gelmeyen trenleri bekleyen Zafer, bu defa aşkta kazanacak mıydı? İnsana, insan sıcaklığı nostaljisini yaşatan bu filmde final de masal yaşatıyor. Toplumumuz son yıllarda ikiye bölündü. Bizdensin ya da onlardansınız gibi oldu. Çok uzakta olmayan eskiden bu toplum güvenirdi. Nostalji dememiz ondan. Bu filmde Ege ruhuna da dokunuyorsunuz.

(19 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Amerikan Gençliğine Coşku Dolu Bir Bakış

‘American Honey’ tipik bir Andrea Arnold filmi. Boğucu taşra ortamında çıkış yolu arayan gencecik kızlardan bir diğerinin hikâyesine odaklanıyor yine. Mekân farklı bu sefer. Ancak derin Amerika’nın uçsuz bucaksızlığında yönünü bulmaya çalışan 18 yaşındaki Star’ın, İngiliz taşrasının gri kasvetindeki kıstırılmışlığını hip-hop ile yırtmaya çabalayan ‘Akvaryum / Fish Tank’in Mia’sıyla okyanus ötesi akrabalığı çok belirgin.

Aile içi istismar ve yoksulluktan ibaret sıkışmış hayatını ani bir kararla geride bırakan Texas’lı kızın hayatı keşfi üzerine gençliğin enerjisiyle yüklü bir yol filmi bu. Alışveriş merkezinde karşılaştığı gençlerden oluşan gruba katılıyor genç kız. Artık kimselerin okumadığı çeşitli dergileri pazarlamak üzere toplanmış, Star gibi yoksul ve dağılmış ailelerin boşta gezen çocukları oluşturuyor grubu. Kendilerinden yaşça daha büyük patronları Krystal ile baş satıcı ve çömezlerin eğitmenliği görevini üstlenmiş Jake ile birlikte yola koyuluyor ekip. Güney’den Ortabatı’ya uzanan rota doğrultusunda kasaba kasaba, ev ev dolaşarak ve türlü ikna yöntemlerini kullanmak suretiyle dergi aboneliği satmaya çalışıyorlar uzun bir yolculuk boyunca.

İngiliz sinemacının kişisel kıtayı keşif hikâyesi bu aynı zamanda. Amerika’nın farklı yüzlerine tanık ediyor bizleri Arnold. Petrol zengini kovboyların tuzu kuru hayatlarından kesitleri, küçük kasabaların dağılmış evlerindeki küçük çocukların Büyük Depresyon yıllarına benzer yoksunluk tabloları izliyor. Dergi aboneliği pazarlamacılarına ilişkin 2007 yılında New York Times’ta çıkan bir makaleden esinlenerek projesini oluşturduğunu belirtiyor yönetmen. Hazırlık aşamasında irili ufaklı 6-7 tane yol seyahati yaptığını ve daha önce filmlerden aşina olduğu Amerika’nın uçsuz bucaklığında keşfe çıktığını söylüyor. Ana karakterini ve ikisi dışında oyuncularını önceki projelerinde olduğu gibi sokakta, yollarda bulmuş yine. Kıtanın dört bir yanından otantik yüzler eşliğinde film öncesi ve çekim sırasında gerçek bir deneyim yaşamış. Ekip aynen filmde olduğu gibi küçük bir minibüsün içinde kilometrelerce yol tepmiş. Ucuz motellerde birlikte kalmış, birlikte partilemişler geceleri. Bir mekândan diğerine giderken minibüs içinde doğaçlama çekimlere devam edilmiş, yeni bir şey öğrenildiğinde ya da yeni bir oyuncu ekibe dahil olduğunda başlangıç senaryosunda değişikliklere gidilmiş.

Son Ken Loach şaheseri ‘Ben, Daniel Blake’te de imzası bulunan İrlandalı usta görüntü yönetmeni Robbie Ryan’ın küçük dijital kameralardan 35 mm’liklere uzanan seçimleriyle yakaladığı doğal görsellik yönetmenin en büyük destekçisi olmuş. Müzik filmin bir diğer ayrılmaz parçası. Arnold müziği gençlerin hayatla ve kendileri arasındaki iletişimi sağlayan birincil unsur olarak kullanıyor. Star’ın çekici Jake ve arkadaşlarıyla karşılaştığı alışveriş merkezinde Rihanna’nın ünlü şarkısı ‘We Found Love’ eşliğinde kaynaşıyor genç bedenler. Filme adını da vermiş olan Lady Antebellum’un marş haline gelmiş country şarkısı ve diğerlerini hep birlikte coşkuyla söylüyorlar doluştukları minibüsün içinde.

Ana karakterin evreni keşfe çıkışının büyüleyicili hikâyesini çok etkili bir biçimde aktarıyor Arnold. Doğayla bütünleşiyor Star. Yaban arısını havuzda boğulmaktan kurtarıyor. Bir diğerini tutsak olduğu mekândan doğaya salıyor. Jack’in hediyesi kaplumbağayı suya bırakarak onu özgür kılıyor. Belgeselimsi doğaçlama çalışma tutkulu bir aşk hikâyesiyle taçlanıyor. Star ile Jake arasında yaşanan bedensel tutku, sinemacının ‘Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights’ uyarlamasında olduğu gibi tüm doğallığıyla yansıyor perdeye. Star rolüyle ilk kez kamera karşısına çıkan Sasha Lane, Hollywood deneyimlerinin ardından bağımsız bir projede yer almayı kabul etmiş Shia LaBeouf, Krystal’de Elvis Presley’in torunu olarak da bilinen Riley Keough ve deneyimsiz tüm oyuncu ekibi harika bir iş çıkarıyor.

Samimi ve aşkın bir genç enerjiyle yüklü ‘American Honey’nin geniş bir dağıtım ve etkin bir tanıtımla çok daha kalabalık bir genç izleyici kitlesine ulaşmasını dilerdim. Gençlerin onu halen gösterimde bulunan nostalji ve Oscar avcısı muhafazakâr ‘Aşıklar Şehri / La La Land’den çok daha fazla seveceklerini düşündüğümden.

(16 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Amerikan Başkanına Suikasttan Sonra

Jackie
Yönetmen: Pablo Larraín
Senaryo: Noah Oppenheim
Müzik: Mica Levi
Kurgu: Sebastián Sepúlveda
Görüntü: Stéphane Fontaine
Oyuncular: Natalie Portman (Jackie), Peter Sarsgaard (Bobby),
Greta Gerwig (Nancy), Billy Crudup (Theodore),
John Hurt (Peder McSorley), Richard E. Grant (Bill),
Caspar Phillipson (JFK), John Carroll Lynch (Başkan Johnson),
Beth Grant (Lady Johnson), Max Casella (Jack),
Sara Verhagen (Mary)
Yapım: Fox Searchlight (2016)

Şili sinemasının sol ruhlu yönetmenlerinden Pablo Larraín’in “Jackie” filmi, Başkan Kennedy’ye suikast sonrasını eşinin anlatımıyla yansıtıyor. Bu trajediyi izlerken, zaman zaman insanın gözleri yaşarıyor.

John Fitzgerald Kennedy (JFK), Demokrat Parti’den Katolik başkan olarak koltuğa oturmuştu. “Ike” Eisonhower sonrasında görevi devralan 35. Başkan Kennedy, Cumhuriyetçilerin sert dış politikasına devam etti bir şeyleri kanıtlamak için. Soğuk Savaş, komünizmle mücadele, Vietnam sorunu. Elbette Küba’yla savaşın eşiğine gelen Domuzlar Körfezi… JFK neden suikasta kurban gitmişti? Katolik bir başkanın Amerika’yı temsil edemeyeceğine inanan fanatikler mi bu suçu işlemişti? Onu öldürdüğü söylenen Lee Harvey Oswald kimdi? Oswald (1939-1963), sosyalistmiş ve Sovyetler’de iki yıl yaşamış. Amerika’ya döndüğündeyse Küba karşıtlığına karşı mücadele etmiş. O da suikasta uğradı. JFK, 29 Mayıs 1917’de Massachussetts’in Brookline şehrinde doğdu. 22 Kasım 1963 günüyse Teksas’ın Dallas şehrinde suikast sonucu öldürüldü.

1976 yılında Santiago’da doğan Şilili solcu yönetmen Pablo Larraín, ülkemizde 2012’deki “No” ve 2015’teki “El Club-Kulüp” filmleriyle tanınıyor. Sıradaysa 2016 yapımı “Neruda” filmi var ama. Yönetmen, 2016 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Jackie” filminde önceki filmlerindeki estetiğe yakın yerlerde durmuş. Yönetmen Larraín, sanki hep kameranın önüne ince bir tül örtü koyuyormuş gibi görüntüleri neredeyse loş hissi veriyor. Bu şaşırtıcı estetikle filminin bütününde kasvet duygusunu yaşatabiliyor. Bu estetiğini bu Hollywood filminde de sürdürmüş yönetmen.

Eşin derin acısı…

Massachusetts’teki Hyannis Port’ta. Başkan JFK’ye suikast sonrasında First Lady Jacqueline “Jackie” Bouvier Kennedy, Life Dergisi’ne röportaj veriyor. Film, bu röportaj sürerken geriye dönerek suikast ve sonrasını ortaya çıkarmaya çabalıyor. Life için röportaj yapan politik gazeteci Theodore H. White, bu görüşmeyi Camelot ve Kral Arthur üzerinden geliştiriyor. Başkan Kennedy, ünlü Galli oyuncu Richard Burton’ın (1925-1984) söylediği “Camelot” şarkısını çok seviyormuş. Filmde Burton’ın sesinden bu şarkı sıkça duyuluyor. Şarkı, “İklim her yıl mükemmel olmalı / … / Temmuz ve Ağustos çok sıcak olamaz / Ve burada kar için yasal bir sınır var / Camelot’ta…” diye sürüp gidiyor. Camelot, Kral Arthur efsanesiyle ilişkilendirilen ünlü kale ve saray. Zaman içinde Arthur diyarının fantastik bir simgesi olmuş. Camelot, gerçekten var mı, yok mu, şimdiye kadar cevabı bulunamadı. Antik Yunan ve Roma tarihine tutkun JFK, “Camelot” şarkısını sevmesi doğaldı. Camelot, Başkan Kennedy’nin maiyeti ve zamanı olarak da değerlendiriliyor. “Maiyet”in anlamıysa, resmi ziyaretlerde liderin yanında bulunan görevliler demek.

Gazeteci Theodore, gerçekliği ortaya çıkarmak istiyor sorularla. Gerçek neydi? Her şeyde bir hikâye yok muydu? Jackie, Theodore’la konuşurken JFK’in Washington’daki Beyaz Saray’a gelişlerini, bu evin hatıralarını düşünüyor. Burada bir dolu saygın başkan ve eşi yaşamıştı. Jackie, bu evde fazla değişiklik yapmamış. Ama sıkça yaylılar konseri verdirtmiş. JFK, öldürüldüğünde Jackie’ye biri oğlan, biri kız iki çocuk bırakıyor. Bu trajediden sonra nasıl ayakta duracaktı? Daima yanında bulunan kayınbiraderi Robert “Bobby” Kennedy, ona şefkatini hissettiriyor. Dallas’ta üstü açık arabada giderken, Başkan Kennedy başından vuruluyor. Yönetmen bu anları çok etkileyici bir görsellikle yansıtabilmiş. Jackie, sürekli “Jack” dediği JFK’in başı dağılmasın diye de çaba göstermiş. Onun güzel yüzü parçalara ayrılmasın diye. Suikastın hemen ardından uçakta Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, yemin ederek alelacele başkan oluyor. Bu kadar acelesi neydi? Jackie’nin, lavaboda ayna karşısındaki kanlı keder yüklü yüzü unutulmayacak bir andı. Jackie’nin Peder McSorley’yle yaptığı konuşmalar da akılda kalıcı. Özellikle Tanrı üzerine olan konuşmalar. Ardından Jackie, iki tür kadın olduğunu söylüyor. İlki kocasına destek olup onun güçlü olmasını isteyen. İkincisiyse kocasının yatakta iyi olmasını isteyendi. Jackie hangisiydi? Ama yatağı soğuktu şimdi onun.

Lincoln gibi cenaze…

Jackie, ölmüş önceki başkanların cenaze törenlerini öğrenmek istiyor. JFK için en değerli cenaze töreni için Başkan Abraham Lincoln cenaze törenini seçiyor. 1865’te iç savaş sonrası köleliği kaldıran Cumhuriyetçi Başkan Lincoln de suikasta kurban gitmişti. Bobby, Lincoln’ü sıradan biri olarak görüyor köleliği kaldırmasına rağmen. JFK için de ona yakışan bir yer seçiyor Jackie. Ama yeni Johnson hükümeti güvenlik için Jackie’nin düşüncelerine karşı çıksa da, sonunda her şey Jackie’nin düşündükleri gibi oluyor. Filmin içinde dolaşırken, insanı etkileyen anlarla karşılaşılıyor hep. Sinema perdesinde bambaşka görünüyor bu film. Natalie Portman’ın performansı da bu etkileyiciliğin içinde.

Filmde ağırlıklı olarak çello tınılarıyla diğer yaylılar da duyuluyor. Jackie, yaylıları, özellikle de çelloya tutkun. Filmde duyulan yaylı tınılar, Jackie’nin çok uzakta olmayan mutluluğuna ve şimdiki hüznüne dokunuyor adeta. Filmin kurgusunun da çarpıcı olduğunu belirtelim.

(16 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Aşıklar Şehri

Bundan 40 – 45 yıl önceleri, 1970’lerde Beyoğlu’na çıktığımızda İstiklal Caddesi’ndeki sinemalarda yerli filmlerden Battal Gazi Destanı (Cüneyt Arkın), Baba (Yılmaz Güney), Memduh Ün’ün 2. kez çevirdiği Üç Arkadaş gibi filmleri, yabancı filmlerden Borsalino (Alain Delon, Jean Paul Belmondo), Elveda Sabata (Adios Sabata / Yul Brynner), Sonsuz Ölüm (Butch Cassidy and the Sundance Kid / Paul Newman, Robert Redford) gibi filmleri izlemekteydik. Ki o zamanlar Butch Cassidy… İstiklal Caddesi’nde hem Fitaş Sineması’nda hem Dünya Sineması’nda gösterilmişti. Şu anda yok gibi olan da var gibi olan Dünya Sineması, bugünkü Fitaş Sineması’nın yer altında olan bölümünün adıydı. O zamanlarda seyrettiğimiz diğer yabancı filmler arasında Türkçe Hücum Hücum Hücum adıyla gösterilen Tora Tora Tora ve başrollerinde Julie Andrews ile Rock Hudson’ın oynadığı Sevgilim Lili (Darling Lili) gibi filmler de vardı.

İşte o zamanlarda Fitaş Sineması, Galatasaray istikametine doğru geçildiğinde, karşı kaldırımın ilk sokağının köşesindeki küçük büfede (sanıyorum hâlâ duruyor) parça fındıklı çikolata satılıyordu. Uyanık büfeci çikolataya buladığı Giresun fındığını çikolata fiyatına yıllarca sattı, daha sonra Atlas Sineması’nın yakınında bulunan pasaj kapısındaki büfe de aynı fındığı satmaya başladı. Bildiğin bu çikolataya bulanmış fındık gel zaman git zaman, günümüzden 5 – 10 yıl öncesi mükemmel bir pazarlama taktiğiyle Beyoğlu Çikolatası adıyla sunulmaya başlandı.

Bugünlerde sinemalarda gösterimi sürmekte olan müzikal film Aşıklar Şehri (La La Land) filmini bendeniz tam bu Beyoğlu Çikolatası’na benzetiyorum. Güzel bir aşk hikâyesini müzikale batırmışlar ve gösterime çıkarmışlar. Eski yılların moda olmuş tür filmlerinin benzerleri zaman zaman yeni kuşak sinemaseverlere sunulduğunda aşırı müspet övülme ile karşılanıyor. Zamanında bunu Clint Eastwood’un Unforgiven (Affedilmeyen / Emek Sineması’nda izlemiştim) filminde de yaşamıştık. Westernlerin neredeyse unutulduğu bir zamanda Eastwood’un filmi de bu şekilde göklere çıkarılmıştı. Bizim kuşağın sinemalarda seyrettiği yüzlerce western arasında hemen her yıl birkaç tane western başyapıtı gösterime girmekteydi. Günümüzdeki genç kuşak sinemaseverlerin de ileriki yıllarda muhtemelen ilk akıllarına gelecek olan western Tarantino’nun The Hateful Eight filmi olacak. Bu arada unutmadan not olarak ekleyeyim: Cuma günü gösterime girecek girecek olan Jackie filminin yapımcı şirketi Wild Bunch’ın adını ne zaman perdede görsem Sam Peckinpah olarak okuyorum. Western sevenlerin malumudur, Peckinpah’ın The Wild Bunch orijinal adlı filmi ülkemizde Vahşi Belde adıyla gösterilmiştir.

70’li yıllarda gösterime girmiş birkaç film daha yazayım da bizim kuşağın anıları tazelensin. Orhan abimizin Bir Teselli Ver’i ve geçenlerde 100. yaşına giren Kirk Douglas’ın başrolünü oynadığı Kader Değişmez (The Arrangement), Sicilyalılar Çetesi (Le Clan des Siciliens / Alain Delon, Jean Gabin), Son Gerçek: Atları da Vururlar (They Shoot Horses, Don’t They? / Jane Fonda), 1972 Mart’ında; Cehennemde İki Adam (Hell in the Pacific) / Lee Marvin, Toshiro Mifune), Turist Ömer Uzay Yolunda 1973 Ekim’inde; Marlon Brando’lu o müthiş film İsyan: Kanlı Ada (Queimada / Burn), rahmetli Tarık Akan’ın oynadığı, ünlü Arzu Film ekolü bizim mahalle filmlerinden Oh Olsun 1974 Ocak ayında sinemalarımızı şenlendirmişti. Bir not da yazının sonuna ekleyeyim: Susuz Yaz’ı çeken Metin Erksan’ın Emel Sayın’lı Feride’yi, Irmak’ı çeken Lütfi Ömer Akad’ın Orhan Gencebay’lı Bir Teselli Ver’i çekmesini hep yadırgamışımdır.

(15 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

Kaybedecek Neyimiz Var ki, Kendimizden Başka

– Seni özleyecek birileri var mı?
– Pek sayılmaz.

*****

– Hayallerin var mı?
– Bunu bana daha önce kimse sormamıştı?

(Filmden birkaç replik)

Yol filmleri, sinemada çok sevdiğim bir tür. Üstelik hem yol hem de gençlik filmine çok sık rastlamıyoruz perdede… Her şeyden önce birbirinin kopyası romantizm, korku ya da blog buster çılgınlığından sıkıldıysanız ilaç gibi gelecek bir film American Honey… Gençlere gençliğin aslında nasıl bir şey olduğunu hatırlatacak yaşlılara ise gençliğini özletecek cinsten… Filmi, bir parça uzun bulmakla beraber her anını keyifle, merakla ve biraz da iç geçirerek izledim. Gelecekte adını çok da fazla duyacağımızı düşündüğüm 21’lik çıtır Sasha Lane ve bu filme kadar özel bir hayranlık duymadığım Shia LaBeouf’a aşık oldum. Sasha’nın hayranlarının tabiriyle Riri’ye (Rihanna) fazlasıyla benzeyen görünüş ve tavırları ise gençliği kalbinden vuracak cinsten…

Filmin konusundan kısaca söz etmek gerekirse; ergen kahramanımız Star, ilgisiz anne ve tacizci üvey baba kıskacında iki küçük kardeşine bakmaya çalışıyor. Tabii hayatından mutsuz ve bir çıkış yolu arıyor. Tam da bu sırada karşısına çıkan, şirinliğinden fazlaca etkilendiği Jack’in cazibesine kapılarak nereye gideceğini bilmediği bir otobüse atlıyor ve hayatının yolculuğuna çıkıyor. Dergi satıcılığı yapan daha doğrusu binbir takla atarak insanları abone yapmaya çalışan bir grup gencin doluştuğu bu otobüsteki insanlar kısa süre içinde onun ailesi olmakta gecikmiyor. Sonsuz eğlence, parti ve macera vaad edilen bu yolculuk grubun lideri Krsytal’in sert kurallarıyla sekteye uğrasa da Star için aşk, tutku ve tehlike dolu bir hayat tecrübesine dönüşüyor.

Red Road, Fish Tank, Wuthering Heights filmlerinden tanıdığımız Andrea Arnold’un yazıp yönettiği American Honey iki güçlü kadın karakteri ile göz dolduruyor. Ceplerinde para yerine umut taşıyan bir grup saf gencin hayata tutunma çabalarını öyle naif ve tutkuyla anlatmış ki hayran kalmamak elde değil. Genç bir kızın ilk aşk ve ilk hayal kırıklığı da yine aynı özen ve incelikle tasarlanmış. Filmde her an bir felâket olacağını ve olayların yön değiştireceğini bekliyorsunuz ancak Arnold son ana kadar iyiliğe, gençliğe ve umuda olan inancını kaybetmiyor. Bu filmi bir erkek çekseydi o yolda o kızın başına neler gelirdi hayal bile edemiyorum. 70’li yılların hippie gençliği, çiçek çocukları farklı kıyafet ve modern bir arabadaydılar belki ama ruh aynı ruhtu, dünya sanki bugünkü kadar kötü bir yer değildi. Sırf bu bakış açısından dolayı bile saygı duydum Arnold’a. Her şeye rağmen insana dair bir umut taşıyordu.

Sasha Lane ve Shia LaBeouf’un performanslarını çok yüksek ve başarılı bulmakla beraber birbirlerine de inanılmaz yakıştırdım. Yer yer aralarındaki yaş farkı, Lane’in fazla çocuk görünüşü ve LaBeouf’un hoyratça tavırları endişelendirse de kendimi aralarındaki karşı konulmaz çekime kaptırmam uzun sürmedi. Altını çizmemiz gereken bir diğer çıkarım ise yine ancak bir kadının tezahür edeceği cinsten. Nedir o? Kadın olan taraf aşkta çok daha cesur, tutkulu ve gözü kara… Erkek ise daha kararsız, güvensiz ve endişeli.Alın size günümüz ilişkilerinin en büyük sorunu. Sasha Lane ile Shia LaBeouf’u överken Riley Keough ve diğer yan karakterlerin de görevlerini büyük bir başarıyla yerine getirdiğini ekleyelim. Herkes rolünü büyük bir ciddiyetle yapıyor, böyle serseri rolleri bu denli başarılı oynamak hiç de kolay bir şey değil. Herhangi birindeki aksama o dünyaya olan inancımızı kolayca kırabilirdi çünkü…

Toparlayacak olursak, American Honey en azından bir yarım saat kısa olsaydı hikâyenin sonlarına doğru olan aksama ve dikkat dağınıklığını yaşamayacak, filminden de adından hareketle ağzımızda bir parmak bal tadıyla salondan ayrılacaktık. Bu durum biraz fazla şekerli etkisi bırakıyor bünyede bu da bir gerçek… Ancak her şeye rağmen o muhteşem final sahnesini görmek için buna değer diye düşünüyorum. Gençliği, tutkuyu ve aşkı kutsayan rock’n roll soslu yaz kokan bu yol hikâyesini kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Ön yargılarınızı ve kara kışı kapının öteki tarafından bırakın. American Honey’in şerefine, kalbimi çalan 15 yol filmini karışık olarak şuracığa bırakıyorum. İyi seyirler…

Easy Rider
Yağmur Adam (Rain Man)
Gün Doğmadan (Before Sunrise)
Thelma ve Louise (Thelma and Louise)
My Own Private Idaho
Çılgın Romantik (True Romance)
Planes, Trains and Automobiles
Yaban (Wild)
Uzaklara Gidelim (Away We Go)
Cazcı Kardeşler (The Blues Brothers)
Into the Wild
Mad Max
Küçük Gün Işığım (Little Miss Sunshine)
Moonrise Kingdom
Fikrimin İnce Gülü: Sarı Mersedes

(14 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

Dünyanın En Çok Aranan Adamı

Geçenlerde TV.deki bir programa çıkan yarışmacı, ne gibi bir kabiliyeti olduğu sorulduğunda “Ben, son 10 yılda oynanmış lig maçlarının sonuçlarını, hangi yılda, hangi maçta kaçıncı dakikada kimin gol attığını bilirim.” dedi. Nitekim bildi. Bendeniz de bizim sinema sektöründe bu kadar incelikli bilgileri niye gündeme getirmiyoruz diye düşünürken bu hafta vizyona giren bir filmle bu şansı yakalamış oldum.

Malum bu hafta 4 yabancı, 1 yerli film vizyona girdi. Vizyona giren yabancı filmlerin 3 adedi, “Snowden: Dünyanın En Çok Aranan Adamı”, “The Sea of Trees: Sonsuzluk Ormanı” ve “Anthropoid” orijinal adlarıyla gösterime girdiler. Bu filmlerin kendi aralarında da ilginç farklılık vardı. İlk ikisinin Türkçe isimleri afişlerinde altyazı şeklinde küçük puntolarla belirtiliyordu. “Anthropoid” ise sadibey.com’un yayına başladığı Haziran 2005 tarihinden bu yana, Türkçe afişi yapılmadan vizyona giren 2. film olarak dikkat çekiyordu. Diğeri ise 15 Temmuz 2016 tarihinde gösterime giren “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?” (Where to Invade Next) adlı filmdi. Bu filmin kendisine has diğer özelliği ise Türkçe afişi olmasa da vizyona Türkçe isimle girmesiydi.

Filmlerin sinemalarda gösterime girdiği zamanki Türkçe adları önemlidir. Filmi orijinal adıyla gösterime çıkardığınızda ileriki yıllarda DVD.si, Blu-Ray’ı başka firmalar tarafından piyasaya sunulduğunda, paralı parasız TV.lere satıldığında, sinema gösteriminden bihaber kişiler bu filmlere çeşitli Türkçe isimler koyuyorlar ve sinemaseverlerin yanılmalarına sebep oluyorlar. Yazın bir kenara ve takip edin, bu haftaki “Anthropoid” ileride kaç çeşit Türkçe isimle TV.lerde gösterilecek.

Benzer konu açıldığında hep misal veririm, Clark Gable ile Vivien Leight’in başrolünü paylaştığı ünlü “Gone With The Wind” sinemalarda orijinal adıyla gösterime girseydi muhtemelen DVD.si “Aşkımız Rüzgar Gibi”, Blu-Ray’i “Rüzgar Gibi Geçen Aşk”, TV gösterimleri “Aşkımızın Esintisi”, “Fırtına Gibi Aşkımız” vs. vs. gibi 50 çeşit Türkçe isimle gösterilecekti. Sinemalarda Türkçe isimle gösterildiği için bırak sinefili, normal bir sinemasevere bile “Clark Gable, Gone…” dediğinizde hemen lafı ağzınızdan alır, “Aaa ‘Rüzgar Gibi Geçti’yi çok severim, hele o yangın sahnesi, Clark’ın bıyıkları…” diye saydırmaya başlar.

(Bu yazı da pek kısa film gibi oldu ama olsun, kısa film iyidir.)

(08 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

Bir Oyunbozanın Amerika’yla Dansı

Snowden
Yönetmen: Oliver Stone
Eser: Anatoly Kucherena ve Luke Harding
Senaryo: Kieran Fitzgerald-Oliver Stone
Müzik: Craig Armstrong-Adam Peters
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt (Snowden), Shailene Woodley (Lindsay Mills), Melissa Leo Laura), Tom Wilkinson (Ewen), Zachary Quinto (Glenn), Robert Firth (Dr. Stillwell), Rhys Ifans (Corbin O’Brian), Joely Richardson (Janine Gibson), Anatoly Kucherena (Rus Diplomat), Scott Eastwood (Trevor James), Ben Chaplin (Robert Tibbo), Nicolas Cage (Hank), Edward Snowden (Kendisi)
Yapım: Endgame-Wild Bunch (2016)

Büyüklerden Oliver Stone’un, bir CIA ajanının Amerika’nın günahlarını ortaya döküşünün hikâyesini anlattığı “Snowden” filmini izlerken, sürekli umutla umutsuzluk arasında gidip geleceksiniz.

Hong Kong, 2013… Edward Snowden, belgeselci Laura Poitras ve Guardian’da çalışan gazeteci Glenn Greenwald’la otel odasında gizlice buluşuyor. Laura kamerayla çekim yaparken, Glenn de sorularını soruyor ona. Sonra onlara Guardian’dan Ewen MacAskill de katılıyor. NSA denilen Ulusal Güvenlik Ajansı’nın insanları internet ve telefon üzerinden izlemelerini ifşa ediyor Snowden. Film, 2004 yılına gidiyor. Snowden, Özel Kuvvetler’e girmek için eğitimlere katılsa da yatakhanede kaza geçirince hayalleri suya düşüyor. Liseyi bile bitirememiş, birkaç dili az çok konuşabilen Snowden ne yapabilirdi? Bilgisayarda dâhi olan Snowden, bir umutla CIA’e başvuruyor.

Büyük Oliver Stone, 2016 yapımı sinemaskop “Snowden” filmini iki kitaptan uyarlamış. 1956 doğumlu Anatoly Grigorievich Kucherena, Snowden’ın Rusya’daki haklarını savunan bir avukattı. Avukat olarak Snowden’ı savunuyor. Bu filmde avukatın “Time of the Octopus” (Ahtapot Zamanı) romanından da yararlanıldı. Film, Guardian’ın 1968 doğumlu muhabiri Luke Daniel Harding’in 2014’te yayınlanan “The Snowden Files: The Inside Story of the World’s Most Wanted Man” (Snowden Dosyaları: Dünyanın En Çok Aranan Adamının İç Hikâyesi) casusluk kitabından da yararlanmış. Harding’in bu eserine New York Times, “Le Carré romanının içinden Kafka geçmiş gibi” diye değerlendirmiş.

Güç veren sevgili…

Tedaviden sonra CIA Müsteşarlığı’na başvuruyor Snowden. Birtakım güvenlik soruşturmaları, soruların ardından işe kabul edilmiyor. Ama müsteşarlıkta müdür yardımcısı olan Corbin O’Brian, ondaki cevheri fark ediyor. Çünkü Snowden bilgisayarda bir dâhi gibi. Ulusal güvenliğin buna ihtiyacı vardı. Snowden “Tepe”de eğitim almaya başlıyor.

Amerika’daki yüz milyonlarca, tüm dünyadaki milyarlarca insanın cep telefonu, e-postaları ve sosyal ağdaki paylaşımları takip edilmesi gerekiyordu. Her şey yüce Amerika’nın güvenliği ve çıkarları içindi. İnsan kendini Orwell’ın fütürist “1984” romanının içindeymiş gibi hissediyor. “Büyük Birader” hepimizi gözlüyordu. Snowden burada Hank Forrester’dan eğitim alıyor. Hank, yasadışı olanla mücadelesinde kaybetmiş ve şimdi işe yeni başlayanları eğitiyor müsteşarlıkta.

Snowden, internette tanıştığı Lindsay Mills’le de buluşuyor. Lindsay fotoğraf çekmesini de çok seviyor. Liberal Lindsay, Amerika’nın iç ve dış politikalarının protesto edilmesinden yanayken, Amerika’ya inanmış sağcı Snowden Amerika’nın yaptığı her şeye safça inanıyor. Dünya görüşleri farklı bu iki insanın ilişkileri aşka dönüşüyor çok geçmeden. Snowden’ın hayattaki en büyük buluşu Lindsay belki de. İyi ve kötü günde daima yanında o var. Snowden içine kapanık bir insan. Lindsay, sevmeyi de öğretiyor ona. Sevişmeleri de, “Elimizde sevişmekten başka ihtimal kalmadı” gibi. Bu söz, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında geçiyordu. Bu güzellikleri yaşayan Snowden, görevinde yapılanları gördükten sonra ahlaki açıdan bunları kaldıramıyor ve CIA’den istifa ediyor.

Dönülmez yolda…

Bir süre işsiz kaldıktan sonra NSA’de işe başlıyor. Tokyo’da görev yapıyor. Görünürde Amerika orada yeni bir program inşa etmek istiyor. Asıl amaç başka. Tüm müttefikleri telefon ve internet üzerinden izlemekti. Snowden buradan da ayrılıyor. Ardından Maryland’e, Lindsay’in yanına gidiyor ilişkilerini düzeltmek için. İlişki düzelirken, Corbin tarafından yine işe alınıyor. Bu defa göreviyse Havai’deydi. Epilepsi hastası da olan Snowden, arada bir bayılıyor. Havai ona iyi gelebilirdi. Burada “Tünel” denilen II. Dünya Savaşı’ndan kalma gözetim ve operasyon sığınağında başka şeyler de keşfediyor Snowden. “Epic Shelter” adı verilen bir uygulama var. “Drone”lar, uzaktan komutla Afganistan’da hedefleri bombalıyor. Bir defa daha hayal kırıklığına uğrayan Snowden, yanından ayırmadığı puzzle küpüne, bilgisayardan yüklediği verilerin olduğu kartı saklayıp oradan dışarı çıkartmayı başarıyor. Sonrası da filmin girişinde olanlar. Filmin sonunda, gerçek Snowden da kendini gösteriyor televizyon ekranında. Lindsay, Rusya’da da onu terk etmemiş. Yanında, daima.

Filmin görselliği de gerçekten çarpıcıydı. Stone biçim denemeleriyle heyecan yaşatıyor. Godard’ın 1963 yapımı renkli ve sinemaskop “Le Mepris-Nefret” filminde, klasik sinemadaki “açı-karşı açı” tekniğine tepki olarak karşı karşıya oturan Paul’le (Michel Piccoli) Camille’in (Brigitte Bardot) tartışmalarını kaydırma yaparak yansıtmıştı. Stone da bu filminde, Godard’ın yaptığı yapıyor önce, sonrasında da klasik anlatımdaki “açı-karşı açı”ya dönüyor Snowden ve Lindsay’in tartışmalarında. Stone iki sinemaya da saygı sunmuş. İkisi de değerliydi onun için.

Bu filmi izlerken insan umutla umutsuzluğu aynı anda yaşıyor. Amerika’nın günahlarının ifşa edilmesi umut vericiydi. Ama şu ana kadar olanlarla Amerika’ya bir şey olmadı. ABD’nin 45. Başkanı Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin’le iyi anlaşıyor. Snowden’ı zor zamanlar bekliyor olabilir. Bu filmi izlerken, her şey sanki casusluk filmlerinin usta senaryo yazarı Le Carré’nin hayal gücünden düşmüş gibi hissediyorsunuz. Ama hepsi gerçekti. Bu önemli film sinema belleğine alınmalı. Filmdeki tüm oyunculara da övgü göndermeli. Snowden’ı oynayan Joseph Gordon-Levitt, sanki Snowden sanıyorsunuz. Çok inandırıcı. Snowden’ı iyi gözlemlemiş.

(03 Ocak 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Düş ve Gerçek

Damien Chazelle işini bilir genç sinemacılardan. Üç yıl öncesinin Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde ‘Whiplash’ ile başlayan önlenemez yükselişinin ardından büyük stüdyolar ligine terfi eden Amerikalı yönetmen, yeni yıl arifesinde bizde de vizyona giren son çalışması ‘Aşıklar Şehri / La La Land’ ile Hollywood’u Hollywood yapan eski usul müzikal filmlere göz kırpıyor.

Hikâye, rol kapmak için yanıp tutuşan aktris adayı ile kendi kulübünde klasik caz geleneğini yaşatma hayalleri kuran piyanistin renkli aşkları üzerine kurulmuş. Los Angeles eğlence dünyasının karmaşası içinde ideallerinin izini süren iki genç insanın serüveni, bizde ‘Tatlı Günler’ adıyla gösterilmiş Jacques Démy imzalı ‘Rochefort’lu Genç Kızlar / Les Demoiselles de Rochefort’dan esintilerle açılıyor. Genç kızın kafesinde çalıştığı stüdyoda bir dükkânın vitrininde göze çarpan ‘Parapluies’ yazısıyla Fransız sinemacının bir diğer ünlü müzikali ‘Cherbourg Şemsiyeleri’ne selam gönderiliyor. Nostalji durmuyor. Los Angeles tepelerinde Amerikan müzikallerinin altın çağından Fred Astaire / Ginger Rogers ikilisinin ünlü step dansında izliyoruz genç aşıkları. Çiftin cinsellikten arınmış muhafazakâr romanslarının estirdiği nostaljik rüzgarlar mobil aramalarla kesiliyor bazen. Eski filmleri oynatan sinema salonunun kapısına kilit vurulduğu ilerleyen bölümlerde günümüzün kentsel dönüşüm gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Chazelle’in müzik ve caz tutkusunu iyi tanıyoruz. Yönetmenin yirmili yaşlarında çektiği ilk uzun metrajı ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) bir caz trompetçisinin aşk hikâyesi etrafında ilerler. Senaryo ortaklığını yaptığı ‘Grand Piano’ (2013) tedirgin konser piyanistinin sahne korkusu üzerinedir. New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki gencin sıra dışı eğitmeni ile arasındaki fırtınalı ilişkini soluk soluğa hikâye eden, adını klasik caz üstadı Hank Levy’nin parçasından almış popüler ‘Whiplash’, benzer bir okulda benzer bir eğitmenle çalışırken yeteneğinin sınırlarını fark ederek müziği bıraktığını açıklayan Chazelle’in kişisel deneyimlerinden izler taşır.

Müzikalin nostaljik dokusu içinde, değişen bir dünyada kaybolmakta olanların peşinden gitmeyi seçmiş iki genç insanın mücadelesini sergileyen ‘Aşıklar Şehri’nde klasik caz sevdası ön planda yine. Filmin, benzer bir tutkuyu paylaşan Woody Allen yapıtlarını anımsatması tam da bu yüzden. Retro Fransız ve Amerikan müzikallerini iyi etüd etmiş olan Chazelle türü yenilemiyor belki, ancak Woody’nin yakışıklı ‘alterego’su hissini veren , dans ve vokal becerisiyle şaşırtan Ryan Gosling ile üstadın iki filminde (Sihirli Ayışığı ve Mantıksız Adam) yer almış Emma Stone’un başarılı performansları ve nefis soundtrack’inin de desteğiyle içinde yaşadığımız boğucu gündemden iki saatliğine uzaklaşmamızı sağlıyor, birinci sınıf bir ‘kendini iyi hisset’ filmi olarak gönülleri çalıyor ‘Aşıklar Şehri’yle.

Yok bu renkli düşler bizi kesmez, ayakları yere basan sıkı bir sistem eleştirisi istiyoruz diyorsanız, yine bu hafta gösterime giren, 2016’nın en iyileri listemde yer verdiğim Ken Loach imzalı sosyal dram ‘Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake’i izlemenizi öneriyorum. Hayli ilerlemiş yaşına karşın enerjisi yerinde, keskin dilinden taviz vermeyen İngiliz usta sosyalizmin yılmaz sözcülüğünü sürdürüyor. 1996 yapımı ‘Carla’nın Şarkısı’ndan beri birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin özgün senaryosundan yola çıkan sinemacı, Thatcher patentli neoliberal uygulamalarla işçi haklarını tırpanlayan, yoksullara yaşam hakkı tanımayan kapitalist düzenin boğucu bürokrasisine karşı dayanışma bayrağını yükseltiyor bir kez daha. Kalp krizi geçirdiği için çalışamaz raporu almış 60 yaşındaki marangozun malulen emekli olabilmek ya da işsizlik maaşı alabilmek için verdiği uğraş sürecinde dayatılan şartlar ve engellerle bunun bir sistem sorunu olduğunun altı özenle çiziliyor. Mevcut düzenin Daniel Blake gibilere hayat hakkı tanımadığı tavizsiz vurgulanıyor. Başrolde deneyimli stand up ustası Dave Johns’un mükemmel performansına tanık olduğumuz, mizahın eksik olmadığı yüreğe dokunan, öfke yüklü bir dram bu.

Mevcut dünya düzeninin trajikomik ahvalinin seyrine kaldığımız yerden devam etmek istiyorsanız eğer, bizde gösterilmesi biraz geciken 69. Cannes Film Festivali’nin Alman yönetmen Maren Ade imzalı yaman sürprizi ‘Toni Erdmann’ı beklemeniz gerekiyor. Kızını çağdaş iş dünyasının pençesinden kurtarabilmek uğruna elinden geleni ardına koymayan aykırı babanın serüveni yoğun bir kara mizah, dayanılmaz bir kapitalizm eleştirisi içeriyor çünkü.

Bizi bizden alacak mükemmel filmlerle dolu yepyeni bir yıl diliyorum okurlarıma.

(02 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com