Kategori arşivi: Yazılar

Uzayda Çığlığınızı Kimse Duyamaz

Dan O’Bannon ile Ronald Shusett’in yaratıcısı oldukları ‘Yaratık / Alien’ efsanesinin ilk tanıtım filminin ürkütücü sloganı aynen böyleydi. Ridley Scott’ın yönetmenliğini yaptığı 1979 tarihli özgün ilk film ertesi yıl Özen Film listesinden bize de ulaşmış ve ilk gençlik yıllarımızın en yaratıcı gerilim – korku klasiklerinden biri olarak hepimizi etkilemişti. Serinin devam filmleri yıllar boyu belli aralıklarla sinemanın gündemine geldi ancak James Cameron imzalı aksiyon dozu yüksek 1986 yapımı ‘Aliens’ ile 1992’de David Fincher’ın yönettiği daha felsefi ve karanlık ‘Alien 3’ten oluşan ilk üçlemenin yeri başkadır.

Serinin şimdilik sekizincisi olan yeni sürümü ‘Alien Romulus’ün yönetmenliği korku filmleriyle çıkış yapmış 1978 doğumlu Latin Amerikalı yönetmen Fede Alvarez’e teslim edilmiş. Alvarez jenerik logosunu da aynen kullandığı özgün ilk yapıma olan tutkusunu gizlemiyor ve adım adım onun yolunu izlediğini ifade ediyor. Filmin başlangıç bölümü hiç fena değil. 2140’larda ‘Alien’ ile ‘Aliens’ arasındaki dönemde Wyland – Yutani adlı uluslararası şirketin madenciler kentinde açıyoruz gözlerimizi. ‘Blade Runner’ tasarımını andıran distopik geleceğin karanlık, çamurlu, sağlıksız koşullarında ömür tüketen işçiler, ‘daha iyi dünyalar kuruyoruz’ sloganı ile umut satan dev şirketin kölesidirler. Babasının çöpten bulup onardığı sentetik Andy’ye (David Jonsson) kardeş gibi bağlı Rain (yakınlarda ‘İç Savaş’ta izlediğimiz Cailee Spaeny) ile kafadar üç arkadaşları sonlarının kadersiz aileleri gibi olmasının önüne geçmek, hayalini kurdukları Yvaga gezegenine ulaşabilmek için şirkete ait külüstür bir uzay taşıtını çalmayı deniyor. Daha sonra, 9 yıl sürecek Yvaga yolculuğu için yetecek yakıtı elde edebilmek için de boşlukta asılı duran terkedilmiş uzay istasyonunu ziyaret edeceklerdir. Bu ziyaret onların kâbusu olacak, ürkütücü DNA deneyleri yapmak için kapalı kapılar ardında gizlice faaliyet gösteren Romulus laboratuvarında yaşananlar ölümcül kâbusu geri döndürecektir.

Heyecan verici ilk bölümün ardından klasik ‘Alien’ gelişmelerini bire bir devreye sokuyor Alvarez. 45 yıl önce izleyiciyi şamar gibi çarpan hadiseler bu defa yoğun bir deja vu duygusu ile fazlaca etkilemiyor doğrusu. Bu defa Alvarez aksiyon dozunu iyice arttırarak tuşların hepsine birden basma yoluna gidiyor. Özgün Alien’da sessizlik çok önemli bir gerilim unsuru iken sinir bozucu ve susmak bilmeyen bir dip müziği eşliğinde irili ufaklı yaratık sürülerini perdeye salıyor. O klasik yaratık ile yüz yüze gelme karesini ihmal etmiyor. Bizim Z kuşağı mukabili genç karakterlerin detaylarına girmektense onları daha önce senaryosuna katkıda bulunduğu yeniden çevrim ‘Teksas Katliamı / Texas Chainsaw Massacre’ örneğindeki klişe kurbanlar misali kullanıyor ve ortalık tam bir korku evine dönüşüyor. Yer çekimi sıfırlaması gibi yeni buluşlar deniyor. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinden alıntıyla gözleri görmeyen yaratıklara karşı sessiz ve vücut ısısını yükseltecek hareketlerden kaçınılması öğütleniyor vs. vs. İkinci bölümün sonlarına doğru bu kanlı gösteri bitse de gitsek derken, seyir zevkini bozmamak için burada açıklamayacağım sürprizini sunuyor Alvarez. İlginç geliyor dikkat kesiliyoruz ancak bu sürprizin de layıkıyla kullanılamadığını söylemeden geçemeyeceğim.

‘Alien Romulus’ serinin koşulsuz fanlarının ve Z kuşağından karakterleri ile IMAX ortamında genç seyircinin ilgisini çekecektir. Biz eski kuşaklara gelecek olursak, ilk filmde deneylerde kullanılmak üzere yaratığın serbest kalmasını sağlayarak toplu facianın müsebbibi olan robot Ash’i canlandıran 2020’de kaybettiğimiz dev oyuncu Ian Holm’un görüntü ve ses olarak dijital marifet yoluyla sentetik bilim subayı Rook olarak geri dönüşünden nostaljik bir keyif aldığımızı belirtelim.

(14 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Dünyanın Sonuna Doğru

Western filmler ağırlıklı olarak erkek egemendir. İşin içine silah, dövüş, içki vb. girince ister istemez ağırlık erkeklere kayıyor. Kadınlar çoğunlukla filmi taşıyan karakter olarak çıkıyor karşımıza, seyirci hoş görsün, beğensin, güzelliğinden etkilensin diye. Dünyanın Sonuna Doğru (The Dead Don’t Hurt) erkek kadar kadın karakterin de bağımsız ve inatçılığıyla gösteriyor farklılığını.

Yönetmen Viggo Mortensen, senaryosunu yazdığı filmin başrol oyunculuğunu da üstlenmiş; kadın karakter Vicky Krieps ile birlikte gerçekten başarılılar. Mortensen senaryosunu da yazdığı için filmi çekerken değişiklikler de yapmış, geri dönüşler (feedback) seyirciyi meraka sürüklediği gibi heyecan da uyandırıyor. Sokak ortasında birbirlerinden etkilenip birlikte yaşamaya başlayan ama bağımsız olmayı da bırakmayan iki insanın nelerle karşılaşacağı, yaşayacakları zorluklar ve daha da önemlisi ummadıkları bir şeyle karşılaştıklarında tutumlarının ne olacağının bilinmemesi filmin önemli düğümü…

Filmde yer alan kırmızı eşarp, atlı şövalyenin geçişi, balıklı küçük kız gibi izleyicinin duygularına da seslenen ayrıntılar çok güzel. Gaz lambasının sönmesi de gerçekten çok etkileyici…

Bir gün, bir anda, erkek alır başını gider asker olur, ne için; verilecek 100 dolarlık ödül için. Kadın yapayalnız kalır. Kasabanın alikıran baş kesen paralı ailesinin zorba oğlu kadına tecavüz eder. Savaş bitip erkek döndüğünde neler olacaktır acaba?

Her gün bir/birkaç kadının en yakınları (baba, ağabey, koca, sevgili) tarafından öldürüldüğü bizim ülkemizde böylesi tecavüzlerin sonucunun ne olacağı bellidir aslında. Kim bilir belki de bizim erkeklerimiz benzer durumlarda aynı davranışı sergileyecekleri için farklı bir sonuç beklenemez. Sinemanın bu en güzel yanı, insanlara doğruyu, güzeli, iyiyi bu kadar açık anlatabilmesidir…

16 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(13 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Eril Zorbalığa Karşı Tek Başına

Viggo Mortensen’in ikinci yönetmenlik denemesi ‘Dünyanın Sonuna Doğru / The Dead Don’t Hurt’ 1860’larda geçen bir western. Film özgün adına nazireyle bir seri ölüm hadisesi ile açılıyor. Vivienne le Coudy (Vicky Krieps) hasta yatağında son nefesini verirken perdeye görüntüden önce düşen iniltiler bir Bergman filmini akla getiriyor. Aynı saatlerde yakındaki kovboy kasabasının barında mekânın sahibi başta olmak üzere tam 6 kişi bölgenin kabadayısı Weston Jeffries’nin (Solly McLeod) kurşunlarına hedef oluyor. Suç, kasaba civarında sarhoş halde uyurken bulunan Jeffries’nin adamlarından Ed Wilkins’e yükleniyor ve şaşkın adam hızlı bir yargılamanın ardından asılarak idam ediliyor.

Üç kağıtçı belediye başkanını (Danny Huston) parmağında oynatan bölgenin nüfuzlu iş insanı, Weston’ın babası Alfred Jeffries (Garret Dillahunt) Batı’ya hücum döneminin verimli topraklarında yatırımlarını genişletmeye kararlıdır. Küçük oğluyla birlikte karısını toprağa veren şerif Holger Olsen’e (Viggo Mortensen) ise kanunların güçlüden yana işlediği bu diyardan çekip gitmek ve belki de dünyanın sonuna doğru huzurla yaşanacak bir yer bulmak düşecektir. Film bu noktadan başlayarak ana karakterlerin geri dönüşlerle iç içe geçen hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Film başlangıçtaki hızlı girişin ardından Mortensen’in bizzat bestelediği, piyano, gitar ve vurmalılarda yoruma eşlik ettiği özgün müziği ile süslenen şiirsel pastoral bir anlatıya kayıyor. İlk kez California güneşi altında karşılaşıyor iki sevgili. Şehir pazarında çiçekçilik yapan Fransız asıllı Kanadalı Vivienne, İngilizlerle yapılan savaşta küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesinin Jeanne D’Arc öyküleri ile büyümüştür. Başına buyruk, alabildiğine özgürdür. Danimarka göçmeni iyi marangoz Holger’in sessiz karizmasına vurulur ve onunla birlikte Nevada’daki evine gitmeyi kabullenir. Kurak bir plato içine sıkışmış küçük köhne kulübeye vardığında gözleri korku filmi görmüşçesine faltaşı gibi açılır. Lakin kısa sürede kadın eliyle ortalığı çekip çevirecek, çorak araziyi ağaçlandıracak, yakındaki kasabanın tek salonunda barmen olarak çalışmayı becerecektir. Ancak burası erkeklerin acımasız dünyasıdır. Kendisinde gözü olan Weston’ı ustalıkla savuşturmayı bilir başlarda. Holger hem biraz para kazanmak, hem de eril yükümlülüğünü yerine getirme arzusu ile orduya katılmak istediğinde genç kadın ‘bu senin meselen değil’ diyerek karşı çıkar. Ancak o ‘sen benim denizimsin’ dediği sevdiği kadını geride bırakarak iç savaşa yollandığında Vivienne erkek zorbalığına karşı kadın başına direnebilecek midir?

Kanadalı ünlü oyuncunun çatışmalı bir baba – oğul öyküsü anlatan 2020 yapımı ilk yönetmenlik denemesi ‘Düşüş / Falling’in ardından gelen ikinci uzun metrajı şiirsel görselliği, zarif kadrajlarına karşın sonlara doğru tempo sorunu yaşıyor ve irtifa kaybediyor. Yine de çağımızın en iyi oyuncularından Krieps’in özgür ve güçlü kadın yorumunun hatırına izlenebilir.

(13 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayat Boşa Gitmesin

Çoğu vasat düzeydeki yaz filmlerinin arasından bir mücevher gibi parıldayan ‘Biraz Yağmur Yağmalı / Some Rain Must Fall’ çağdaş Çin sinemasından gelen güzel bir sürpriz. 1989 doğumlu yönetmen Qiu Yang, Cannes’dan ödüllü kısa filmleri (A Gentle Night, 2017, Altın Palmiye; She Runs, 2019, Leitz Cine keşif ödülü) ile biliniyor. Dünya prömiyerini 75. Berlin Film Festivali’nin prestijli ‘Karşılaşmalar / Encounters’ bölümünde yaparak şenlikten Jüri Özel Ödülü ile dönen bu ilk uzun metrajı, kısa filmlerinde olduğu gibi aile ilişkileri üzerinden ilerliyor.

Kırklı yaşlardaki Cai Zhuo bunalımlı bir dönemden geçmektedir. Boşanma arifesindeki iş adamı kocasıyla aynı evi paylaşmayı, Alzheimer hastası kayınvaldesinin bakımına özen göstermeyi sürdürürken, okul takımının yıldız oyuncusu 13 yaşındaki kızını almaya gittiği basket antrenmanında yanlışlıkla yaşlı bir kadının hastanelik olmasına neden oluyor. Kendi sıkıntıları yetmezmiş gibi aniden meydana gelen bu olay onun hayatının kontrolden çıkmasını hızlandırırken, bilinmez bir geleceğe doğru yalpalayan genç kadın geçmişi ile hesaplaşarak kendine yeni bir yol çizebilecek midir.

Genç sinemacının doğal sesleri kullanıldığı melankolik filmi, usta işi diyalog ve ayrıntılarının yanı sıra görsel yetkinliği ile göz dolduruyor. Kısa filmlerini de birlikte yaptığı Alman asıllı görüntü yönetmeni Constanze Schmitt ile bir kez daha 3:4 oranında karar kılmışlar. Yang, resim eğitimi ve fotoğrafçılık geçmişinin izinde öykülerini dikey olarak görselleştirdiği kare ekranı kullanmayı sevdiğini söylüyor. Aile kıskacından kurtulmaya çabalayan Cai’nin hikâyesindeki sıkışmışlık hissini izleyiciye geçirmek için de iyi bir seçim olmuş bu.

Cai’nin öyküsü bir kendini keşif öyküsüdür. Geçmişinden başlayarak bugününü, kim olduğunu, yaşamak istediği cinselliği, bir zamanlar herşey olduğunu düşündüğü aile tuzağından kaçma çabasını izlerken, bizler de genç kadınla birlikte keşfe çıkıyoruz. Bu amaç doğrultusunda yönetmen olan biteni gözümüze sokmuyor zaten. Açılışta Cai’nin kızgınlıkla geri fırlattığı topun neden olduğu olayı görmüyoruz örneğin. Bunun gibi birçok olay kamera dışında cereyan ediyor ya da olan biteni uzak bir mesafeden izliyoruz. Yang kişilerin yüz hatlarını tırpanlanıyor, tül ya da cam benzeri engellerle perdedeki görüntüyü kısmen flulaştırıyor. Tüm bunlar bir gizem yaratıyor. Cai’nin sırlarla dolu geçmişi adım adım çözülürken aile ortamında yaşananların evrenselliğine tanıklık ediyor, Cai’nin anılarında kendi geçmişimizden izlere rast geliyoruz.

Mütevazı bir başyapıt olarak değerlendirdiğim bu güzel film, sahne sahne incelenmeyi ve keşfedilmeyi beklerken yağmur yağmalı. Hem de biraz değil, bardaktan boşanırcasına temizlemeli tedirgin ruhları.

(08 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Ah ki, Anne Babalar Karışmasa…

Kazakistan, adını bildiğimiz ama tarihi filmler dışında sinemasını pek tanımadığımız bir ülke. Bizden (filmden yola çıkarak) en büyük farkı, şehirlerin beton yığını değil, yemyeşil olması… Ah ki, bizim yöneticilerimiz de ağacın, yeşilin önemini kavrasa.

Bizimle benzeştiği alan ise filmin işlediği konu, anne babaların çocuklarının yaşamlarına karışması. Bakıtcan Jienali, komedi olarak ele almış, ama besbelli dramatik ve bir o kadar da zorlayıcı, hepimizin yaşadığı bir gerçek. “Oğlum / kızım, evlenmelisin.” Niye? Ne olacak evlenince, kuş mu konacak kafamıza? Geleneklerle yaşandığı, mahalle baskısının egemen olduğu bir ülkede gençlerin karşı çıkması, tepki göstermesi pek mümkün olmuyor. “Neredeyse Maço”da, bir diş hekimi genç, ister istemez annesinin baskısı altında evlenmek zorunda hissediyor kendisini. Amerika’dan bir burs kazanmış, eğitim görecek, belki çalışma olanağı bulacak… ama anne, Nuh diyor peygamber demiyor: “Evlenmezsen gidemezsin.”

Anne Bibigül (Janna Kuanişeva) bir başka, alabildiğine dominant, her şeyin belirleyicisi… Annenin kardeşi (Abunasır Serikov), hem Demir’i anne adına takip eden ama asıl denetlenmesi gereken kişi hem de alabildiğine şımarık biri.

Genç diş hekimi Demir (Dastan Orazbekov) bir hastasından öğrendiği destek kurumuna başvuruyor, sonrası filmde… Genç güzel psikolog Ardak (Kamşat Joldybayeva), Demir’e yol yordam öğretecek… ama dedik ya hayat teoriye uymuyor.

Yalın bir film Neredeyse Maço. Yönetmenin atraksiyona girmemesi, her şeyi apaçık izletmesi filmin izlenirliğini kolaylaştırıyor; ancak neredeyse hiç yakın plan olmaması yadırgatıcı.

Güleriz ağlanacak halimize… Filmin temelinde bu atasözü yatıyor. Gülerken belki de düşünmemizi istiyor film. Günümüz gençlerinin ağırlıklı dijital dünyasında hiç sosyal iletişim yer almıyor… Bu, filmin öne çıkan sıkı bir eleştirisi…

09 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(08 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bu Yol Hiçbir Yere Varmıyor

‘New York’ta Bir Gece / Daddio’, JFK havaalanından Manhattan’a bir gece yolculuğunun hikâyesi. Yazılımcı genç kadın şehrin merkezindeki evine gitmek üzere sarı taksilerden birine bindiğinde sessiz ve düşüncelidir. Hollywood efsanesine atıfla kendisine Clark ismini yakıştıran feleğin çemberinden geçmiş flörtöz şoför lafı başlattığında bir daha susmayacaktır.

Adını hiç öğrenemeyeceğiz genç kadın ile geveze sürücünün havadan sudan başlayan konuşmaları yol bir kaza nedeni ile kapandığında kişisel mevzulara evrilir. Clark’ın beylik gözlemlerinin ardından cinsellik ağırlıklı daha cüretkâr meselelere dalarız. Her bir köşesinde uyuşturucu bağımlıları ya da fahişelerin cirit attığı Hell’s Kitchen mezbeleliğinde büyümüş orta yaşlı adam ‘bir yaz günü gibi sorunsuzdu’ diye andığı ilk karısından hasretle söz eder. Oklahoma kökenli genç kadının ağır ‘babalık’ travması gündeme gelir. Dertleşmeler daha sonra kim daha özel ve gizli sırlarını açığa dökecek şeklinde muzır bir oyuna dönüşürken iki yalnız insan dert ortağı olmaya koyulurlar.

Christy Hall’un yazıp yönettiği yapım başlangıçta iki kişilik bir sahne oyunu olarak tasarlanmış. Birbirlerini aynadan, ön ve arka bölmeyi ayıran küçük cam bölmeden gören iki kişinin paylaşımları kağıt üstünde ilginç duruyor durmasına, ancak yazar yönetmenin meseleleri ele alışı öylesine beklendik, diyaloglar öylesine yavan ki insan 90 dakikalık yolculuğun sonunu getirmekte zorlanıyor.

Oyuncuların çabaları da yetmiyor. Ne yapımcılığı da üstlenmiş olan Dakota Johnson’ın anlamlı bir bakışı, ne perdede izlemeyi özlediğimiz Sean Penn’in karizmatik gülüşü, ne de ikiliye eşlik eden hiç uyumayan şehrin gece ışıltıları hiçbir şekilde bu ucuz terapi seansını kurtaramamış.

(07 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

İnsan Olma Hallerine Duygusal Bir Yolculuk: Oyuncağı Çok Olan Mutlu Ölür

Tek mekânda geçen filmler izleyenler için olduğu kadar çekenler için de zordur. İyi bir senaryo gerekir, oyunculukların gerçekten doğal ve hatta görkemli olması şarttır, çerçeveleme belirleyicidir. Tabii, ışık ve ses, müzik de önemlidir. Senaryo tekdüzeliğe düşebilir, reji ilgiyi istenilen düzeyde tutamayabilir, mekânın tek olması nedeniyle hareket olanağı da kısıtlıdır, buna bağlı olarak oyunculuklar da düşer giderek. Christy Hall, senaryosunu bilerek, ince eleyip sık dokuyarak yazmış ve neyi niye, nasıl yapacağını da belirlediği için ritmi düşürmeden filmi tamamlamış. İyi oyuncularla çalıştığını da söylemeliyiz.

JFK havalimanından şehre gitmek üzere taksiye binen genç kadın ile yaşlı ve günün son seferini yaptığını söyleyen sürücü arasında biraz yapay başlayan konuşma giderek anlam kazanır. Sürücü (adını Clark olarak söylese de belli ki Clark Gable’dan alınmıştır, dikiz aynasının nimetinden yararlanmayı bildiğini anlatır izleyiciye) hayat üniversitesi mezunudur, her gün yüz yüze geldiği onlarca insan üzerinden hayatı tahlil etme özelliği kazanmış biridir. Kadın ise (adını hiç bilmeyiz) “babacık” dediği evli sevgilisi olan, eğitimli biri, bilgisayar programcısıdır.

Yol boyunca konuşurlar; kimi zaman havadan sudan, kimi zamansa alabildiğine mahrem konulardır konuştukları. Bir daha birbirlerini görmeyecekleri gerçeği her ikisini de etkiler ve içlerini dökerler. Her ikisi de karşılıklı test ederler birbirini, yoklarlar ve açılmakta sakınca görmezler. Kendine güvenli görünümüyle öne çıksa da kadının telefonuna gelen cinsel içerikli mesajlara karşı bir tavır geliştirmemesi dikkat çekicidir; buna karşın sürücünün cinsellik anıştıran sözcüklerine tepki gösterir.

İnsan olma hallerine dair duygusal bir yolculuk. Kendinizle yüzleşmek için bir fırsat sunan “New York’ta Bir Gece” ufuk açıcı…

9 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(05 Ağustos 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Şiddet Katlanarak Büyür

Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nin ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ seçkisinde yapmış olan ‘Geber! / Kill!’ bizde fazla bilinmeyen Hint sinemasından kopup gelmiş bir yapım. Özgün ismiyle ‘Öldür!’, romantik bir sevdanın yaşandığı tren yolculuğunda aniden beliriveren şiddetin katlanarak büyümesi üzerinden ilerliyor. İlk bakışta ‘John Wick’ serisi benzeri şiddet yüklü aksiyonlardan biri izlenimi verse de, deneyimli sinemacı Nikhil Nagesh Bath’ın imzasını taşıyan film, Hindistan’da gündelik yaşamının parçası haline gelmiş suç ve şiddetin ulaştığı trajik boyuttan besleniyor.

Nüfuzlu babasının başka biri ile nişanladığı sevdiceği Tulika (Tanya Maliktala) ile buluşmak için Delhi trenine kapağını atan ulusal güvenlik komandosu Amrit (Lakshya) tren yolcularını soymaya gelmiş haydut ailesi ile ölümcül bir mücadeleye girişiyor. Bıçaklar ve palalar ile saldıran çete başının serkeş oğlu Fani’nin (Raghav Juyal) şiddetin topuzunu kaçırdığında intikam kaçınılmaz oluyor ve ortalık kan gölüne dönüşüveriyor.

Yönetmen benzer soygun çetesi üyeleri ile küçük yaşta tanışmış. 1995 yılında bir tren soygunu dehşetini şans eseri başka bir vagonda yolculuk ettiği için bizzat yaşamamış ancak olayın mağdurlarının derin korkusunu gözlemleme fırsatı bulmuş. Pandeminin kasıp kavurduğu 2021 – 2022 yıllarında 20’ye yakını büyük olmak üzere 700 civarı tren soygunu kayıtlara geçmiş. Tüm bu veriler Bath’in öyküyü kaleme almasında etkili olmuş. Hong Konglu Johnnie To ya da Quentin Tarantino filmleri, uzayıp giden anlı şanlı Western geleneği onun ilham kaynağı olmuş. Bir de James Cameron imzalı 1986 yapımı ‘Yaratıklar / Aliens’da Ripley’in uzay boşluğunda koloni ailelerini kurtarma mücadelesi senaryo yazımına esin vermiş.

Gece treninde aniden patlak veren ve dozu giderek artan şiddet, trende bulunan farklı din ve mezheplerden (zarar görenler arasında Müslüman bir aile de var) yolcular ile karşı tarafta 40 küsur yakın akraba haydut ailesinin adım adım telef olmasına neden oluyor. Her ölüm, kültürel bağlığın da beslediği acı ve ağıtlarla karşılanırken öfke giderek büyüyor. Yapımın kana bulanmış adı perdede tam 45 dakika sonra belirirken, işsizliğin alarm verdiği ülkede boş gezen takımıyla, olan bitene uzunca bir süre müdahale etmeden seyirci kalanlar arasındaki ölüm kalım savaşının sürdüğü dar kompartımanlar, şiddetle yoğrulmuş ülke sokaklarının -biraz abartılı- metaforuna dönüşüyor. Yönetmen bu şiddet sarmalının sadece kendi ülkesini değil, başta Orta Doğu olmak üzere, Güney Amerika ülkeleri kadar gelişmiş ABD’yi de tehdit ettiğinin altını çiziyor. Dönüp kendimize bir bakıyor ve Bath’e hak vermeden edemiyoruz.

Aksiyon koreografisinin ‘Snowpiercer’ın Koreli üstadı Se-yeong Oh’a teslim edildiği yapım ABD’de büyük ilgiyle karşılanmış ve ‘John Wick’ yönetmeni Chad Stahelski ile İngilizce dilinde bir yeniden çevirim için anlaşılmış. İlgiye değer alt metnine rağmen büyük bölümü aşırı şiddet sahneleri içeren filmin seyrinin herkes için pek de kolay olmayacağının altını çizerek noktalayalım.

(01 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Marvel İsa Aşkına

Marvel’ın geyik karakterlerinden Kanadalı eski paralı asker Wade Wilson namı diğer Deadpool, serinin taze sürümü ‘Deadpool & Wolverine’de kendini mesih olarak tanımlıyor. Zevzekliği nedeniyle ne ‘Yenilmezler / Avengers’ ekibine ne de X-Men cemaatine kabul edilmemiş olan kahramanımız önemli biri olma isteğinden uzaklaşmış, sivil hayatta bir avuç dostu ile mutlu mesut yaşarken dünyasının tehdit altında olduğunu öğreniyor. İsteksizce harekete geçerken mezarında yatan efsanevi Logan Wolverine’i yeniden hayata geçiren zıpır karakterimiz, imdada yetişen bazı nostaljik süper kahramanlar eşliğinde dünyayı, hatta paralel evrenleri yok olmaktan kurtaracak bir seri maceranın içine dalıveriyor.

‘Müzede Bir Gece’ serisi ve televizyon için çektiği ‘Stranger Things’ gibi işleriyle tanınan Kanadalı aktör ve yönetmen Shawn Levy’nin imzasını taşıyan yapım giderek irtifa kaybeden Marvel filmlerinin kurtarıcısı olarak Ryan Reynolds’un harikalar yarattığı Deadpool’u seçmiş ve yanına yaşlanmış ama fiziğini koruyan Hugh Jackman’ın karizmasını konuşturduğu efsanevi X-Man Wolverine’i almış. İlerleyen bölümlerde başta Captain America olmak üzere Marvel külliyatının diğer efsanelerini Cameo olarak kullanan yapım hayranlarınca belli bir nostalji duygusu ile izleniyor. Türün meraklısı ya da yakın takipçisi sayılmam ancak basın gösterimini pas geçip sinema izleyicisi ile deneyimlediğim filmde Z kuşağından genç seyircinin coşkusuna tanıklık etme fırsatı buldum.

Hikâye ve aksiyon bölümleri hayli bildik sularda gezerken, Kanadalı sinemacı Deadpool’un edepsiz mizahına sırtını yaslıyor ve filmin özellikle ilk bölümünde bol kahkaha attırmayı başarıyor. Öncelikle, açılış sekansı çok başarılı. Wade’in gözleri görmeyen ev arkadaşı ile yaptığı kokain muhabbeti kırıp geçiriyor. Bir de, Deadpool’un eski patronu 20th Century Fox’un ‘Mad Max evreni’ esinli hiçlik bölgesinde bir kenara atılmış yıkık dökük logosunun ‘Maymunlar Cehennemi / Planet of the Apes’in kült finalini anımsattığı sahneye epeyce güldüğümü söyleyebilirim.

Madonna’nın izniyle ‘Like A Prayer’ın, seksenli yılların Chris De Burgh hiti ‘Lady İn Red’ ya da ‘Grease’den ‘You’re the One That I Want’ın aksiyon sahnelerine döşendiği yapımda yönetmen Levy mizahı baştan sona ayakta tutmuş. Kapanış jeneriğinin ardından hınzır edepsiz bir diyalogla final yapmış. Hafta içi Çarşamba günü ABD sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren film ülkemiz seyircisi nezdinde ilgi toplamayı sürdürüyor. Dünya çapında inişe geçmiş olan Marvel filmleri için bir mesih dokunuşu olup olamayacağını ise önümüzdeki haftalarda öğreniriz.

(26 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Şans ve Rastlantılar

90’ına merdiven dayamış Woody Allen kariyerinin ellinci ve belki de son filmi olan ‘Şans Eseri / Coup De Chance’ı Paris’te Fransızca dilinde ve Fransız oyuncularla çekmiş. Bu biraz da zorunlu bir seçim olmuş. Evlatlığı Dylan Farrow’a cinsel taciz suçlaması nedeniyle kamuoyundan aforoz yiyen ve 2019 yılında doğup büyüdüğü şehirde tamamladığı ‘New York’ta Yağmurlu bir Gün / A Rainy Day in New York’ ABD gösterim ağından çıkarılan sinemacı, filmlerinin ezelden beri kendi ülkesinden daha fazla rağbet gördüğü Avrupa toprağında gözde temalarının izini sürüyor.

Şansa inanır mısınız? Son filminin ana karakterlerinden Alain Aubert (Niels Schneider) Allen’ın alter ego’luğunu üstlenmiş bir biçimde ısrarla hayatın şans ve tesadüflerden ibaret olduğunu söylüyor. Genç adamın üniversite yıllarında New York’ta tanıyıp vurulduğu Fanny Moreau (Lou de Laâge) ile yıllar sonra Paris sokaklarında (tam adını verirsek Montaigne Bulvarı’nda) karşılaşması şans eseri değil de nedir. Fanny başarısız ilk evliliğinden sonra şimdilerde zengin iş adamı Jean Fournier (Melvil Poupaud) ile evlidir. Geçmişi kirli rivayetlerle dolu Jean ise Alain’in tam aksine şansı kendi ellerimizle yarattığımızı savunur. İşinin ‘zenginleri daha da zengin etmek’ olduğunu söyleyen kurt finansçı bir süs bebeği gibi sevdiği karısını kendi ihtişamlı yaşamının değerli bir parçası olarak görür. Oysa Fanny çatı katı bohem odasında Jacques Prévert’in dizeleriyle yakışıklı yazara fazlasıyla çekilmiş ve adeta ilk gençlik yıllarına dönmüştür. Yakın arkadaşı herşeyi mahvetmeden önce iyice düşünmesi konusunda uyarır onu. Genç kadın tatlı bir kararsızlık içindedir ama lüks hayatını elinin tersi ile itmeye pek de niyeti yoktur. Uyanık iş adamının karısının rutinindeki değişiklikleri hissederek özel bir dedektife baş vurması işlerin seyrini değiştirecek, eril sahip olma tutkusu gözleri karartacaktır.

Suç ve ceza öyküleri kariyerinde önemli bir yer tutmuş olan Allen, 1989 yapımı ‘Suçlar ve Kabahatler / Crimes and Misdemeanors’da ‘kişi ahlaki değerlerin kendisini rahatsız etmediği sürece özgürdür’ diye buyurur. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2005 yapımı ‘Maç Sayısı / Match Point’de tenis topunun fileye çarpıp çarpmayacağından hareketle varoluşu son filminde sık sık kullandığı ‘şans ve raslantı’ya bağlar. Hepimiz kısmetin elindeyiz diye buyuran görmüş geçirmiş sinemacı, daha yakın tarihli ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’de (2015) adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade ederek ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık olduğunu’ ifade edecektir.

Muhteşem bir kariyerin ardından gözden düşen sinemacı ileri yaşına karşın film çekmeyi sürdürse de son yapıtı yukarda sözünü ettiğim yapıtların kalibresinde değil. Hatta finaldeki ‘üzerinde durmamak en iyisi’ anekdotuyla kendisi ile dalgasını geçiyor gibi. Özgün adını ‘şansın yaver gidişi’ne dair deyişten alan, keyifle izlenen ama kolay unutulacak bir film ‘Şans Eseri’. Ancak nükte trafiği, özellikle ‘Blue Jasmine: Mavi Yasemin / Blue Jasmine’de (2013) doruğa çıkmış yüksek burjuvazi eleştirisi ile Allen her zaman Allen’dır. Bir zamanlar kapısında rol bekleyen ünlü Hollywood oyuncuları çoktan çekip gitmişler ama son dört filminde birlikte çalıştığı görüntü ustası Vittorio Storario onu bırakmamış. İtalyan görüntü ustasının Paris sonbaharının ılık sarısını yakaladığı görüntüleri ve çevre düzenlemeleri kusursuz.

(25 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Yel Üfürdü Sel Götürdü: Deadpool & Wolverine

Bir film, eğer baştan planlanmadıysa, sadece seyircinin ilgisi nedeniyle “dizi”ye dönüştürülüyorsa bir şeyler hep eksik kalıyor, bir şeyler hep aksıyor. Buna bir de yapımcının değişmesini ekleyin, iyiden iyiye beklentilerin uzağında kalıyor.

20th Century Studios’un yapımcılığıyla tanıyıp sevdiğimiz iki süper kahraman, firmanın Disney’e devrinden sonra, hem kendilerini hem firmalarını hem de ünlerini korumak için bir araya geliyor. Eskilerine bakarak daha usturuplu ama daha soğuk gelen Deadpool izliyoruz. Wolverine ise zaten bitmiş, tükenmiş, Deadpool, deyim yerindeyse silah zoruyla hayata döndürüyor.

Her iki süper kahraman da çok sevilmiş, ergenlerin dilinden düşmeyen aforizmalarla hayatın içinde yer almıştı. Tabii ki yine seksist, yine vurdumduymaz, yine alabildiğine kanlı.

Küfrün bini bir para…

İzleyicinin hoşuna giden bir konuşması var(dı) Deadpool’un, kimileri yadırgasa da genel anlamda beğenilmişti. Bu kez, arkadaşıyla birlikte başka evrenlere, farklı boyutlara da yolculuk ettiği için sanki biraz usturuplu, biraz daha az küfürlü ve sanki biraz daha komik. Ancak yine de küfrün bini bir para.

Gelelim filme… Film baştan sona tempolu, güçlü, oyuncularıyla ve müziğiyle taşıyıcı; özellikle izleyicinin ilgisini çekecektir ama Deadpool & Wolverine teknik anlamda zayıf. Titiz izleyici çok kolay yakalayacaktır. Yaşadıkları evren de dahil olmak üzere bütün evrenlerin (oraları da öğreneceğiz ve benimseyeceğiz, başka şansımız yok… Gençler, bunu göz önünden ayırmayın) yok olacağı, kurtarmak için bir süper kahramanla birlikte hareket edebileceği bildirilir. O da “ölmüş” olmasına karşın çoklu evrende bulduğu Wolverine’i, zamanda yolculukla hayata döndürür. Sonrası, sonrası bildiğiniz gibi keyifli ve sürükleyici…

26 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(25 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Öfke mi Yenilgi mi?: Şans Eseri

Woody Allen, belli bir çizgisi olan, ama kızına (üvey de olsa) cinsel tacizi nedeniyle aforoz edilen bir yönetmen ve oyuncu. Allen sevilen bir yönetmenken cinsel tacizle suçlanıp da kendisini savunamayınca, doğal olarak aklanamadı ve hemen tüm sevenlerinin desteğini kaybetti. Ben de, özellikle filmlerini izlememeye başladım. Ama bu kez, değişen ne diye meraktan izlemek istedim. Kim ne derse desin, Woddy Allen, -ellinci filmi olan “Şans Eseri”yle- eski gücüne, sevilirliğine, seyirci desteğine asla ulaşamaz.

Coup de Chance (Şans Eseri) diye çevrilmiş olsa da Cüneyt Arcayürek’in 12 Eylül için söylediğinden beynimize mıh gibi çakılmış sözcükten el alarak “Şans Darbesi” demek sanki daha doğru, hem yönetmeninin de durumunu açıklar), Parisli bir sanat simsarı olan Fanny’nin (Lou de Laâge) etrafında dönüyor. Fanny, Jean (Melvil Poupaud) adındaki zengin servet yöneticisiyle evliliğinde mutludur. Ancak liseden arkadaşı olan Alain’le (Niels Schneider) “şans eseri” karşılaşınca her şey tersine döner. Akıcı bir anlatımı olan filmde öykü pek bir özellik taşımıyor, ama Allen’ın deneyimli mizanseni ve sürekli birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’nun olağanüstü görüntüleriyle öne çıkıyor.

Çocukluktan kalan…

Geçmişi karanlık (daha doğrusu bilinmeyen) zengin Jean’ın eve kur(dur)duğu oyuncak tren seti (Çetin Altan’ın o ünlü saptamasıyla, “çocuk için alınan elektrikli trenle daha çok büyükler oynar”), yönetmenin çocuk tacizine verdiği cevap olabilir mi?

Buñuel, bir filmde bir şeyi iki kez görüyorsak farklı anlamı vardır diyordu, kim bilir belki de benim aklıma gelen onun da aklında yer etmiştir. Alabildiğine zengin ve bir o kadar da gizemli finans simsarı, aynı seti daha önce görmüş olsalar da seslerini çıkartmayan misafirlerine oyuncağını göstermekten büyük haz duyuyor.

Genç ve güzel eşi, karşısına birden çıkan eski arkadaşına kısa zamanda gönlünü kaptırınca olaylar birbiri ardına yükseliyor. Filmin gizemli yanı burada. Zengin simsar neyin peşinde, genç kız neyi fark edemedi? İstediği elinde, istemediği önünde olan Fanny, zengin kocasını bırakıp yoksulluğuna rağmen Alain’i tercih edecektir; annesinin deneyimi gözünü açar.

26 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(24 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Uzay Yarışını Pazarlamak

‘Beni Ay’a Uçur / Fly Me to the Moon’ yaşı yetenlerin çok iyi hatırlayacağı Ay’a inişin canlı olarak televizyondan izlenildiği 1969 yılına götürüyor bizleri. Rusların 1957’de Sputnik 1 ile astronot Yuri Gagarin’i uzaya gönderişinden sonra hız kazanan uzay yarışında Amerikalıların kendi hamlelerini gerçekleştirme çabasına giriştiği zamanlardır bunlar. Üç astronotun ölümüyle sonuçlanan başarısız Apollo 1 projesinin ardından NASA zor durumdadır. Vietnam bozgunu ile baş etmeye çalışan ülke her Allahın günü TV ekranına yansıyan kayıplar ile manevi bir çöküntüyü yaşarken, uzay merkezinin bütçesi de kadrosu da yetersizdir. Uyanık Nixon’ın işbilir adamı Moe Berkus (Woody Harrelson) yeni Apollo projesini parlatarak ABD halkına pazarlayacak bir yol peşindedir. Cazibesi ve kılık kıyafetiyle ‘Mad Men’ dizisinden fırlamışa benzeyen reklam sektörünün pazarlama harikası Kelly Jones’da (Scarlett Johansson) karar kılınır. Cocoa Beach’e uzay kurumunun halkla ilişkiler müdiresi olarak arzı endam eden Kelly, zaten zor görevinin sorunlarıyla boğuşmakta olan fırlatma direktörü Cole Davis (Channing Tatum) üzerinde soğuk duş etkisi yaratsa da, ikili arasında kaçınılmaz bir çekimin oluşması gecikmez. Fırlatma gününe yalnızca 7 ay kalmıştır ve bu süre zarfında kamuoyu desteğinin ve yeterli fonların sağlanabilmesi için her türden reklam desteğine ihtiyaç vardır.

Rose Gilroy imzalı özgün senaryodan Greg Berlanti’nin yönettiği yapım, Amerikan sinemasının altın çağından kopup gelmişe benzeyen iyi bir ‘screwball’ güldürü örneği. İzleyici yaş ortalamasının hayli genç kaldığı ve de orta yaş grubunun sinemada film izleme alışkanlığını büyük ölçüde yitirdiği günümüzde Hollywood büyük şirketlerinin pek yanaşmadıkları türden klasik usuldeki bu romantik komedi örneği, Johansson – Tatum ikilisinin tutmuş kimyaları üzerinden rahatlıkla izleniyor. Başta Ruslar olmak üzere bundan tam 55 yıl önce 16 Temmuz’da Ay’a ayak basışın Hollywood hilesi olduğuna dair komplo teorisi ile flört edişi ayrıca eğlenceli. Apollo 11’in olası başarısızlığına önlem olarak bizzat Nixon’ın adamının emri ile stüdyoda çekilen sahte iniş görüntüleri, Kelly’nin ‘2001: A Space Odyssey’ yönetmeni ‘Kubrick ile çalışsaydık keşke’ esprisi bu rivayetle dalgasını geçiyor.

Filmin şamatasını iki ana karakterin zorlu geçmişlerinin hüznü dengeliyor. Babası evi terk edip gittikten sonra annesi ve kardeşleri ile evsiz kaldıklarında henüz 4 yaşındadır Kelly. Bir şekilde ayağa kalkıp mücadele etmiş, annesinin ona öğrettiği dolandırıcılık marifetiyle hayatta kalmıştır. ‘Reklamcılık da dolandırıcılığın yasal yolla yapılanı değil midir’ sözleri de ona aittir. Davis ise 52 uçuş gerçekleştirdiği Kore dönüşünde NASA’nın en iyi pilotlarından biri olmasına rağmen kalbindeki sorun nedeni ile uzay roketine alınmamış, Apollo 1 sürecinde yitirdiği arkadaşlarının yasını tutmayı sürdüren bir yalnız kovboydur. Bu iki kafadarın acı tatlı öyküsü dönemin şarkılarıyla bezenmiş. Filme adını veren ünlü parça dışında Aretha Franklin’den ‘Moon River’, Dinah Washington yorumuyla ‘Destination Moon’ kulakları okşarken, kıvamı tutmuş yapım keyifle izleniyor.

(22 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Körü Körüne İtaat Yaşamı Bitirir: Tarikat

İslamiyet, eğer son peygamberin Muhammet olduğunu söylemese, zaten çok olan din sayısı belki de insan sayısı kadar artacak. Buna rağmen insanların inanışlarını kendilerine yontan, adına tarikat dediğimiz topluluklar var. Kimi Mesih diye kimi de ahir zaman peygamberi diye yine de taraftar toplamaya çalışıyor.

İşin en kötüsünü A Sacrifice (Tarikat) filmi aktarıyor. Çevreci bir kamuflajla ve tabii ki çevreciliği kötü göstererek nasıl insanlık düşmanlığı yapıldığını anlatıyor. Büyük olasılıkla uluslararası sermayenin gizli örgütlerinin desteklediği, alabildiğine soyut ve bir o kadar da zayıf bir film Tarikat.

Eşinden ayrılıp çalışmalarını Berlin’de sürdüren Ben, yaşanan grup intiharlarıyla ilgili çalışma sürdürürken yanına, kızı Mazzy gelir. Genç ve güzel kız hedeftedir artık. Ebeveyn ayrılığı en çok çocukları etkiler, buna bağlı olarak da bunalım ergenlikle birlikte daha da yoğunlaşır.

Tarikat benzeri yapılanmalar en gizli, en kurumsal örgütlerden bile daha sıkı çalışır ve insanları etkisi altına alır. Tarikatlardan çıkmak kolay değildir, denilenin yapılmaması ise hiç… Lider Hilma, sakin ama bir o kadar da gizemli ve korkutucu biridir. Yakın ve sıcak davranıyorsa da amacının pek de hayırlı olmadığı yüzünden, gözünden anlaşılmaktadır.

İnsanlar, inançlarını bile isteye geliştirmezlerse hurafelerle dolar ve yanlışa sürüklenir; değil mi ki, tuvalete gitmek günahtır dense birçok insan çatlayarak ölür. Tam da bu nedenle tarikatlar müritlerini istedikleri gibi parmaklarının ucunda oynatır ve cinayet bile işletebilir.

Küresel ısıtma nedeniyle kuraklık kadar seller de yaşanıyor. Orman yangınlarıysa Sibirya’da bile görülüyor, bizde Karadeniz bölgesinde olduğu gibi… Çevreci olmak ve geleceğimizi, buna da bağlı olarak yaşamımızı korumak demektir. Oysa bu “Tarikat” çevreci görünüm altında insan yaşamını hedef alıyor ve kötülük yapıyor. Ancak filmi bırakın bir yana, çevre koruyucu olmak için elinizden ne geliyorsa yapın, hatta daha da fazlasını…

19 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(18 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Perdeden Yansıyanlar, Perdeye Yansıyanlar: Şafak Sökerken

Sinema eskiden öğretir ve eğitirdi, ama artık sadece eğlendiriyor. Nerede kaldı eski filmler! Şimdi artık “hayal perdesi” umut dağıtmıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın son günleridir; faşistlerin ne denli kötü, haksız ve işkenceci, katil olduğunu gösteren duygusal bir anın içinde buluyoruz kendimizi. Hepimiz, bunun devamını beklerken, bunun perdeden yansıyan bir film olduğunu anlıyoruz…

Savaş sonrası İtalya’da kendi halinde bir ailenin iki genç kızı da sinema izlemeyi ve bir o kadar da perdede görünmeyi hayal eder (tabii ki perdeye yansıyan aktris ve aktörleri beğeniyor, gazetelerden takip ederek kendilerini onların yerine koyuyordur). Bir gün bir çapkın (!) kendisini yetkili olarak tanıtarak gençleri figüranlığa çağırır. Asıl amacı kızlarla tanışmak, gününü gün etmektir. Anneyi ikna etmek güçtür, annenin de babayı ikna edebilmesi epey zorlu olur. Sonunda istediklerini elde eden kızlar seçmelere katılırlar. Mısır’da geçen tarihi bir film çekiliyordur ve kızlar, hizmetkârlardan birileri olacaklardır. Biri seçmeleri kazanır, ama evlenmek üzere olan (ancak evleneceği genci hiç sevmeyen) kaybeder. Kardeşini ararken, “Firavun Kadın Merneith”i canlandıran ünlü başrol oyuncusu Josephine Esperanto (Lily James) ile karşılaşır. Bundan sonra ne aile vardır artık ne de kardeş… film Mimosa’ya (Rebecca Antonaci) odaklanır.

Sinema sektörü, dışarıdan görüldüğü kadar kolay ve sıradan işlerin döndüğü bir dünya değildir. Karşılıksız ve bir o kadar platonik aşklar, sürekli partiler, eğlenceler, uyuşturucu kullanımı, seks sıradandır. Bir yanda emeklerinin karşılığını alamayan emekçiler, diğer tarafta ünlü olan güzel ve yakışıklılıkları nedeniyle el üstünde tutulanlar. Bu hali doğrudan Türkiye’ye benziyor; sinemadan da öte gündelik yaşama baktığınızda yoksullukla boğuşanlarla zevk-i sefa içinde yaşayanlar…

Esperanto (adı ilginç, bir zamanlar ortak dil olarak yerleştirilmeye çalışılmıştı, güzel Lily James’in herkesin sevgilisi olduğunu işaret ediyor sanki) Mimosa’yı bir yanıyla yüceltiyor, ama duru güzelliği ve yalınlığıyla (inanılmaz bir dans sahnesi izledik) sevgililerini kapacağı kaygısına kapılıyor. Tabii, hemen aşağılaması gerekir, gözünü kırpmadan yapıyor da.

Sinemada (tiyatroda da) “sus”ları oynamak zordur; genç kız öyle güzel susuyor ki, herkes hayran kalıyor. Esperanto aşağılayacağım derken açığa düşüyor. Burasını sadece filmdeki parti ve eğlence gecesi olarak görmemek gerekir; aslında yaşam içerisinde haksız ve hudutsuz aşağılanan emekçilerin haklı dik duruşu aynı zamanda. Münir Özkul’un, 1975 yılı yapımı “Bizim Aile” filmindeki o ünlü “Yaşar Usta” tiradı gibi… Kuşkusuz Özkul konuşuyordu, oyunu da şimdi gözlerinizin önünden geçiyor… “Şafak Sökerken”deki Mimosa’nın sessiz tiradı (!) gözlerinden yanaklarına süzülen o yaşlarla hiç de unutulur gibi değil. Kendisini aşağılamaya çalışan (aslında makyaj güzeli) Esperanto bile gözyaşlarını tutamıyor.

Bir de aslan var… Filmin finaline damgasını vuran. Mimosa, sirkten kaçan aslanla karşılaşır ve “Benim, bu gece sabaha kadar yaşadıklarım karşısında sen bir hiçsin.” dercesine bakar.

19 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(17 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]