Kategori arşivi: Yazılar

Savaşçı Kadın

71. Cannes Film Festivali ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinin en değerli parçalarından ‘Kona Fer í Stríd’ bizde ‘Woman at War’ İngilizce adıyla gösterime girdi. Dilimizdeki karşılığıyla ‘Savaşçı Kadın’, dünyayı kurtarmak için tek başına mücadele veren Halla’nın öyküsünü anlatıyor.

Sinemalarımıza sıkça uğrayan süper güçlere sahip aksiyon karakterleriyle karıştırmayın onu. İzlanda’nın el değmemiş dağlık bölgesinde yaşıyor Halla. Filmin aksiyon filmlerine nazire yapan ilk bölümünde, elinde oku ve yayıyla bakir araziye konuşlanmış elektrik hatlarını hedef alıyor. Konuşmalardan bunun onun beşinci sabotaj girişimi olduğunu öğreniyoruz.

Çinlilerin yatırımlarını geri çekmelerinden rahatsız olan fabrika işletmecilerinden devlet yönetimine herkes, işlerine çomak sokan sabotajcının peşindedir. Bir accapella oda korosunun şefliğini yapan, kırklı yaşlarının sonlarındaki Halla, gizli kimliğini daha ne kadar saklayabilecek, dronlar vasıtasıyla yapılan kontrollerden daha ne kadar kaçabilecektir.

Bizim ‘Cesur Yürek’ korkusuzca yoluna devam ederken, beş yıl önce başvurmuş olduğu evlat edinme kurumundan aldığı mektupla ikileme düşer. Annesi ile babasını iç savaşta yitirmiş, kendisine bakan yaşlı ninesini kısa bir süre önce kaybetmiş, henüz dört yaşındaki Ukraynalı kızın annesi olması istenmektedir ondan. Bir yanda yıllardır özlemini çektiği annelik heyecanı, öte yanda küresel sanayinin insanlığa ve çevreye verdiği tahribatı protesto girişimleri arasında sıkışıp kalır Halla.

Bizde gösterilmeyen ‘Atlar ve İnsanlar / Hross í Oss’ adlı bol ödüllü ilk uzun metrajıyla bilinen tiyatro kökenli yönetmen Benedikt Erlingsson doğa aşığı bir sanatçı. İnsanın atlarla olan sevgi dolu ilişkisini incelikle anlatmış olan bu zarif filmin ardından bir eko-savaşçının hikâyesine yönelmesi hiç de şaşırtıcı değil. ‘Bize karşı işlenen suçları durdurmaya çalışıyorum’ diyen Halla’nın hüznünü ta iliklerinde hissettiğini ifade ediyor kendisi. Ana karakteri, olan biteni sözlü olarak protesto etmenin yetersiz kalacağının farkında. Sabotaj girişimleriyle ekonomik bir baskı yaratma çabası bu yüzden. Evinin duvarında dev posteri asılı Nelson Mandela sabotajlar marifetiyle ayrımcı iktidarı yıldırma yoluna gitmemiş miydi. Bir diğer idolü Mahatma Gandhi, iş bırakma girişimleriyle sömürgeci İngiliz firmalarının ekonomik zarar görmesini hedeflememiş miydi. Halla da elinde kır çiçeğiyle poz vermiş küçük Nika’nın annesi olmanın yanında, dünyanın ve çocukların son kurtarıcısı olduğunun bilincindedir kendi kuşağının. Bu yüzden pes etmeye hiç niyeti yoktur.

‘Savaşçı Kadın’, görüntü yönetmeni Bergsteinn Björgúlfsson’un enfes doğa kadrajları ve başroldeki Halldóra Geirhardsdóttir’in benzersiz yorumundan büyük destek alıyor. İzlandalı ünlü oyuncu, ikiz kardeşleri canlandırıyor filmde. Dünyayı kurtarmak için mücadele veren Halla ile içsel huzurun peşindeki yoga öğretmeni Ása, Çin felsefesindeki Yin ve Yang gibiler adeta. Lakin yaşlı gezegenimizin çok fazla vakti kalmamıştır. Kaderin ve kapitalizmin oyununu bozmak için iki kardeş işbirliği yapacaktır. Filmin, detaylarını veremeyeceğim son sahnesi ikilem içinde bırakır bizleri. Gezegenimiz boğulma aşamasına çok yaklaşmıştır artık. Müzik de susmuştur, çünkü müzisyenler enstrümanlarını kullanamayacak haldedir. Lakin Ukraynalı kızlar umudu haykıran şarkılarını söylemeye devam ederler.

Yazar yönetmen Erlingsson filmin klasik yapısını alışagelmedik bir uygulama ile farklılaştırmış. Daha ilk sekanstan başlayarak filmin müziklerini yapan dört kişilik enstrüman grubunu sahnenin geçtiği mekâna yerleştiriyor. Anlatıcı müzisyenler onun serüveninin yakın tanığı oluveriyor. Halla bazen farkediyor ve onlarla işaretleşiyor. Bazen de farketmiyor, bir tanesi evinde piyano çaldığında mesela. Halla ve izleyici dışındakiler onları hiç görmüyor. Tuba, vurmalı çalgılar, bazen piyano, bazen akordeon yaşananlara müdahale ediyor, gerilime ya da bekleme anına eşlik ediyor.

Küçük Nika’nın haberi geldikten sonra yerel giysileriyle üç kişiden oluşan Ukraynalı kadınlar korosu katılıyor müzik ekibine. Yunan tragedyalarındaki koro geleneğini hatırlatan bu güzel buluşuyla filmine Brechtyen bir atmosfer kazandırmış sinemacı. Müzikler mümkün olduğu ölçüde çekimler sırasında canlı kaydedilmiş.

Bahar aylarının en güzel sürprizlerinden biri ‘Woman at War’. Yönetmenin ifadesiyle ‘mizahın eksik olmadığı ciddi bir masal’. Hem iyi sinemaya, hem de gezegenimizin acil çığlığına kulak vermek için tüm sinemaseverleri bu güzel filmi görmeye davet ediyorum.

(07 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ben Eşime Güven’irim, ya Siz

Yaşamımızı belirleyen en önemli duygulardan biri kuşkusuz güven duymaktır. Ailenize güvenirsiniz, içiniz rahatlar, daha aklıselim olursunuz. Arkadaşınıza güvenirsiniz, korkularınızı yenersiniz. Çocuğunuza güvenirsiniz, umudunuz artar. Okulda öğretmene, işte ustabaşına, hastanede doktora, askerde komutana… yaşamın her anında, her alanında güven duygusu belirleyicidir insan için.

Bir kez kayboldu mu, işte o zaman kasap çengeli örneği soru işaretleri döner durur kafanızda. Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Ne yapacağınızı bilemeden, belki de saldırırsınız amaçsız hedefsiz, anlamsız.

Peki, güveni ne yok eder? En önemli soru bu işte… Gizli saklı duygular öncelikle yok eder güveni. İncir çekirdeğini bile doldurmayacak şeyler gizlendikçe büyür, kale kapısından sığmaz olur. Onu tutup da geri, yerine döndürmek imkansızdır artık.

Bir kez yok olmayagörsün güven… çorap söküğü gibi birbiri ardına sıralanır da çözümsüz sorunlar yumağı olur, hayatı zindan eder insana.

Sefa Öztürk’ün yazıp yönettiği “Güven” öykü örgüsüyle müthiş güçlü bir film. Yönetmenin yalın diliyle birleşince izleyiciyi içine çeken, öyküdeki yaşamı sorgulatan, “Ben olsaydım ne yapardım?” dedirten, en azından kendine -başkasına karşı olabilmesi için mahalle baskısını göz ardı etmemek gerekir- itiraf ettiren, bu anlamda da düş/ünceleri yeniden gözden geçirten bir film olmuş. Başarılı.

“Güven” karı koca arasında olması gereken güvenin yaşamı belirleyiciliğini anlatırken seyirciye güven aşılıyor aynı zamanda. Aşılamasının ötesinde kayıtsız şartsız güveniyor izleyiciye. Çünkü ucunu açık bıraktığı soruyu en doğru seyircinin yanıtlayacağına inanıyor. Meryem ile Ali sıradan bir ailedir, hasta da olsa bir çocuklarıyla… Ferit, Meryem’in ilk göz ağrısı, kente geri dönünce bu üçlü arasında doğan güven/ilirlik ile güven/sizlik arasında (polisin bile bulamadığı katili ve) çözümü belirlemek izleyiciye kalıyor.

(07 Mart 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Zamansız Mekânsız Bir İyi İnsan

71. Cannes Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülü ile dönen ’Mutlu Lazzaro / Lazzaro Felice’ bizde de vizyona girerek tüm sinemaseverleri mutlu etti. Ana karakterinin tertemiz saf çocuk dokunuşuyla dünyamızı tavaf ettiği yapım, zamanlararası bir yolculuğun fantastik hikâyesi üzerinden ilerliyor. Özyaşamsal öğeler barındıran bir önceki yapıtı ‘Mucizeler / Le Meraviglie’ ile sinefillerin izleme alanına girmiş olan İtalyan kadın yönetmen Alice Rochwacher, modernleşmenin sunduklarıyla çözülmüş kırsal dünyaya ağıdını bir kez daha duyuruyor bu üçüncü uzun metrajında.

Tam ortasından kalın çizgilerle ikiye ayrılmış farklı dünyaları perdeye taşıyor ‘Mutlu Lazzaro’. Inviolata (el değmemiş anlamına geliyor) adında küçücük bir yerleşim bölgesinde başlıyor hikâye. İtalyan kırsalında tecrit edilmiş bu köyün insanları ile bir gece vakti tanışıyoruz. Genci yaşlısı herkes, Mariagrazia’ya vurgun ateşli talibin serenadını kutlamak üzere ufacık bir evin içine toplaşmışlar. Köylülerin ifadesiyle ‘ayakta boşluğa bakan’ Lazzaro her işe koşmakta bu arada. Serenada tulumuyla eşlik eder, yaşlı babaannesini masaya taşır, tavukları kurt kapmasın diye kümesin başında nöbeti devralır. Her türlü getir götür işine koşturulmasına itiraz etmez. Yüzündeki memnuniyet ifadesi hiç değişmez. Etrafına iyilik etmek için yaratılmıştır o. Çevresindekilerin memnun olmasından mutluluk duyar.

Bu ilk sahnede Ermanno Olmi ya da Taviani biraderlerin pastoral tadını yakalarız. Zamanı kestiremeyiz önceleri. 30’lar mı 50’liler mi diye tahmin yürütürüz. Gün ağardığında 70 model bir kamyonet şaşırtır bizleri. Sonrasında ilk modellerinden bir cep telefonu, 90’lı yılların pop parçalarından ezgiler yayan Sony Walkman’den çok da eskilerde olmadığımızı anlarız. Buna karşın çağını çoktan kapatmış feodal bir yaşam sürmektedir köyde. De Luna markizinin malıdır arazi. Köylüler de öyle. Çağdaş yaşamdan soyutlanmış bu bölgede, sürekli borçlandırılarak karın tokluğuna tütün ekip biçer elli küsur kişilik insan topluluğu. Markiz Alfonsina de Luna, şımarttığı ve bunalttığı oğlu Tancredi ile birlikte arada ziyaret ettiği köyün tepesinde bir villada yaşar.

Marabalarını ustaca sömürür efendileri. ‘İnsanoğlu bir hayvan gibidir’ onun deyişiyle. ‘Kafalarını kaldırmalarına izin verirsen, kendi sefaletlerine hapsedilmiş köleler olduklarını fark edecek ve isyan edeceklerdir’. Sadece metaforik anlamda değil, fiziki olarak da karanlıkta bırakılır bu insanlar. Kısıtlı olarak verilen ampuller çok değerlidir bu açıdan. Markizin kahyası ufak tefek armağanlarla, yanına harman makinesini kutsayan peder efendiyi de katarak sömürü düzenini yönetir. Ancak bu zincirleme bir süreçtir. Köylüler de, sigara kraliçesi olarak nam salmış markizi haklı çıkarırcasına, saf ve itaatkar buldukları için her işe koştukları Lazzaro’yu iliklerine kadar sömürür. Yalnızlıktan sıkılan Tancredi’ye dost elini uzatan Lazzaro olur yine. İyilik timsali kahramanımız, kırlar aleminin sırlarını sunar şehirli gence. Derken ani bir polis baskını sakin akan düzeni kökünden değiştirir.

Hikâyenin ikinci bölümü, çağdaş bir metropolün keşmekeşinde akmaya devam eder. Aradan 20 küsur yıl geçmiş, köyden şehrin izbelerine savrulmuş kır insanları yepyeni bir düzenin ve sömürü çarkının dişlileri arasında hayatta kalma savaşı vermektedir artık. Trajik bir kazaya kurban giden Lazzaro ise, Aziz Francesco ile vahşi kurdun hikâyesinden esinle ve de Yuhanna İncil’inden adını aldığı Beytanyalı Lazarus misali yaşama geri dönmüştür. Şehre giden yolları kar kış demeden aşar. Yolda bir kasabada Ortadoğulu ve Afrikalı göçmenlerin çağdaş düzende nasıl ezildiğine şahit olur. Büyük şehirde ise onu eski dostlar ve yeni tanıklıklar beklemektedir.

Rochwacher senaryoyu yazarken 80’li yıllarda gazetelere düşmüş gerçek bir olaydan yola çıkmış. Lazzaro karakteri ile hikâyesi büyülü bir yeni gerçekçi ton kazanmış. Geçmiş ile bugünü ustaca kaynaştırmış yönetmen. Kendi ifadesiyle ‘İtalya gibi, bir benzin istasyonuyla tarihi bir su kemerinin yanyana görüntülenebildiği bir ülkede doğup büyümek’ onun bu bakışının şekillenmesindeki en büyük etken olmuş. Mekânlar arasında fantastik bir zaman yolculuğuna çıkan Lazzaro’nun kirlenmemiş saf bakışlarından sömürü çarkının her zaman ve mekânda süregeldiğine şahit oluyoruz. Ancak iyilik ve zengin gönüllülük zaman ve mekân tanımıyor ve filmin en güzel sahnesinde olduğu gibi müzik ve sanat her zaman iyilerin, doğruların peşinden gitmeyi sürdürüyor.

‘Mutlu Lazzaro’ benzerine kolay rastlanmayacak zariflikte bir film. Rochwacher’in elinde büyülü bir masala dönüşen enfes bir seyirlik. Çoğu amatör oyuncularını sevgiyle sarmalamış ve ustaca yönetmiş sinemacı. Lazzaro’yu canlandıran, topoğrafya üzerine meslek okulu öğrencisi Adriano Tardiolo’yu oyunculuğa zar zor ikna etmiş. Ne kadar da iyi etmiş. Belki de başka projede bir daha karşımıza çıkmayacak olan genç adamın hayat verdiği, saf ve iyi yürekli Lazzaro, şimdiden sinema tarihinin unutulmaz karakterleri arasına girdi bile.

(01 Mart 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Kadının Özgürleşme Hikâyesi: Sibel

Bir kadının özgürleşme hikâyesini anlatan Sibel filminin başrolünü “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, “Bornova Bornova”, “Deniz Seviyesi” ve “Ayla” filmlerinden de tanıdığımız Damla Sönmez üstleniyor. Kuşköy’de yaşayan ve ıslık diliyle konuşan 25 yaşındaki Sibel’in, ormanda bir yabancıyla karşılaşmasının ardından yaşadığı değişimi anlatan film, Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin üçüncü uzun metrajı.

Filmde Damla Sönmez’e, Emin Gürsoy, Erkan Kolçak Köstendil, Elit İşcan ve Meral Çetinkaya eşlik ediyor.

22 yaşında “Bornova Bornova” filmiyle Altın Portakal, 27 yaşında “Deniz Seviyesi” filmiyle Altın Koza sahibi olan Sönme, Sibel filmindeki muhteşem performansıyla da 25. Uluslararası Adana Film Festivali, 55. Ulusal Yarışma, 6. Muret Film Festivali’nde (Fransa) ve Londra Film Haftası’nda En İyi Kadın Oyuncu ve 20. Eskişehir Film Festivali’nde Yılın Performansı ödüllerinin sahibi oldu.

Giresun’un Çanakçı ilçesine bağlı Kuşköy’de çekilen film için hiç ıslık çalamazken bu dili öğrenen, muhteşem ve bir performans ile oynayan Damla Sönmez’le filme hazırlık sürecini, çekimler sırasında yaşadıkları komik olayları, kadınların ve toplumda yanlış algılanan bireylerin sorunlarını konuştuk.

Bu film projesi size nasıl geldi?

Biz filmin yönetmenleriyle Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’yle filmi çekmeye başlamadan iki buçuk yıl önce tanıştık. Onların zaten aklındaymış bu proje birkaç yıldır. 10 yıl önce Dünyanın Dilleri diye bir kitap alıyorlar. Orada bir paragrafta bu kuş dilinden bahsediyor. Ve işte yıllar sonra Guillaume Türkiye’yi gezerken köyü merak ediyor ve oraya uğramaya karar veriyor. Birkaç yıl boyunca gidip geliyorlar. Köydeki herkesle arkadaş oluyorlar. Hatta filmde Sibel’in odası onların oraya gittikleri zaman kaldıkları oda. Sonra bunu bir proje haline getirmeye karar verdiklerinde Mars Yapım’dan Marsel Kalvo ile iletişime geçiyorlar. Marsel Kalvo da beni aradı. Fransa’dan gelen 2 yönetmen var. Bir film için seninle görüşmek istiyorlar diye. Buluştuğumuzda ellerinde beş cümle vardı filmle ilgili. İşte Giresun’da böyle bir köy var. Sibel diye muhtarın kızı var ve sadece ıslık diliyle anlaşıyor. 25 yaşına gelmiş, hiç talibi yok. Sadece ıslık diliyle anlaştığı için, dilsiz olduğu için köylü tarafından eksik ve engelli olarak kabul ediliyor. “Bu kızın kendini bulma, kendini keşfetme, özgürleşme hikâyesi.” dediler. Hemen “Tabi ki çok isterim” dedim. Bir de bu tip kadın hikâyeleri çok çıkmıyor karşımıza. “Ama ıslık çalmayı bilmiyorum ben.” dedim. Onlar da dediler ki “Tamam biz senaryo üzerinde çalışıyoruz, zaten sen de ıslık çalış”. “Tamam.” dedim. Babam çok iyi ıslık çalar benim, onunla çalıştık bir süre. Çağla ve Guillaume ile sürekli iletişimde kaldık. Onlar bana bir takım görseller, okumam gereken metinler gönderiyorlardı. Orasıyla, Sibel’in içinde bulunduğu psikolojik durumla ilgili. Ben gece ikide, üçte ses çıkardıkça ıslık videoları, sesli mesajlar gönderiyordum onlara.

Daha sonra senaryoyu gönderdiler. Senaryo beklediğimden de müthiş geldi. Böyle bazı hikâyeler var, okurken izliyor gibi olursunuz zaten sesini duyarsınız. Öyle bir tecrübeydi benim için ilk senaryoyu okumak.

Senaryo geldikten sonra tekrar çalışmalara başladık. Filmi çekmeden 3 ay kadar önce ben köye gidip gelmeye başladım. Islık çalabilmeye başlamıştım artık. Orada Orhan Civelek diye bir ıslık hocam oldu. Orhan bey zaten köyün çocuklarına bu dili öğretiyor. Çünkü dil aslında doğa şartları çok çetin olduğu için, haberleşmek için kullanılan bir dil. Ama cep telefonlarının hayatımıza girmesiyle birlikte biraz biraz unutulmaya başlamış köyde. Yeni jenerasyon çok fazla bilmiyor. Biz filmi çektikten sonra kurs açtılar tekrar ilkokul çocuklarını eğitmek için. O çok güzel bir gelişme oldu.

Son 1 ay kala dövüş sahneleri ve ormandaki aksiyon sahneleri için kişisel antrenör ile çalışmaya başladık. Çünkü gerçekten çok çetindi doğa. Düz yolda koşmak, yürümek gibi değil hakikaten orada yaşıyormuş gibi, orası evim gibi davranmam gerekiyordu. Sonra da çekimlere girdik.

Çocukluğunuzda ıslık çalabiliyor muydunuz? Senaryoyu görünce korktunuz mu peki?

Korkmadım. Şöyle, biraz korktum ama mesleğimin bu tarafını çok seviyorum. Yani asla yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyler yaptırıyor size. Yıllar önce Şubat dizisinde ateş çevirir misin dediler? Çalıştırırsanız çeviririm dedim. Sonra ateş çevirdim. Küçükken babam bana ıslık öğretmeye çalışıyordu. İlkokuldayken bir okul töreninde biri şiir okurken ses çıkarabildim ilk kez. Sürekli ıslık çalmayı deniyordum çünkü. Bütün başlar bana döndü ve ben bir daha ıslık çalamamaya başladım. Konuşurken de arkadaşlarım şaşırıyorlardı nasıl ıslık çalamazsın diye. “Çalamıyorum işte, olmuyor.” diyordum. Şimdi gerçekten taksi çağırırken, bir arkadaşım uzakta kalınca dikkat çekmek için falan ıslık çalıyorum, bayağı kullanışlı oldu benim için de.

Islık dilini öğrenmeniz ne kadar sürdü?

Biz Çağla’larla ilk görüştüğümüz andan itibaren ben ses çıkarmak için çalışmaya başladım. Yanılmıyorsam 6 – 7 ay içinde ilk olarak ses çıkarabilmeye başladım. Biraz da galiba bu psikolojik, travmatik ayıplanma duygusuyla birlikte çalamadığım için biraz uzun sürdü aslında. Aslında 6 ayda ıslık çalabildim. Sonrasında da köye gitmeden önce Orhan hocadan videolar gönderdiler bana. Çünkü dilin konumuyla, dilinizi nasıl kıvırdığınızla, gırtlağınızı nasıl sıkıştırdığınızla çok âlâkalı. Bizim kullandığımız ıslık dili dünyanın birkaç yerinde daha var. Islık dili yine kullanılıyor. Ama komut dili olarak kullanılıyor. Gel, git, otur, kalk vs., bunları söyleyebiliyorsunuz. Ama Kuşköy’de kullanılan ıslık dilinde her hece için birer ses var. Ve siz o sesleri bir araya getirerek “Akşam saat beşte çay koyacağım, oğlunu da al gel.” diyebiliyorsunuz mesela. İşte o videolarla önce dilin konumu, gırtlakla ilgili ne yapıyoruz önce bunları çalıştım. Son 3 ay ise Giresun’a gidip çalışıp, İstanbul’a dönüp tekrar orada pratik edip bunu tekrar köye geri dönüyordum.

Çekimlerde sürekli ıslık diliyle oynamakta zorlandınız mı? Hiç yanılıp da konuşarak cevap verdiğiniz oldu mu?

Yok, sesli cevap verdiğim olmadı ama setin son haftası Çağla ile Guillaume gelip kulağıma “Sözleri söylesene.” dediler. Benim amorsumdan çekiyorduk. “Söyleyeyim mi, gerçekten mi?” dedim. “Söyle, söyle, sözleri söyle.” dediler. Emin abiyle baba – kız sahnesini çekiyorduk. Ben bir anda konuşmaya başladım, Emin abi kaldı. Set ekibi ne oluyor diye kaldı. Ama kimse bozmadı. Sonra kestik ve bu sahneyi tekrar ıslıkla aldık. Ama enteresan bir andı o. Tekrar sesini, duygusunu duymak. Hiç konuşmaya başlamadım hep ıslıkla cevap verdim, ona düşmedim hiç. Ama tabii ki bazen o duygunun içinde Orhan hocayla sonra sahneleri izlediğimizde, aynı Ali’nin yaptığı gibi filmde kurt yerine yurt demişim. Ya da bazı yerlerde o duyguyla birlikte daha yüksek, daha tiz ses çıkması gerekirken o kadar tiz olmamış sesim. Onları da sonra filmin post prodüksiyonunda ses tasarımı yapılırken Almanya’ya gittim. İki gün stüdyoda ıslık çaldım tekrar. Sürekli ıslık çaldım ve nefes alıp verdim. Öyle öyle düzelttik oraları da.

Filmde sürekli hareket halindesiniz, Karadeniz coğrafyasındasınız ve temponuz çok yüksek, sizi yordu mu çekimlerde bu durum?

Set başlamadan 1 ay önce ben hakikaten kendi yaptığım sporu da arttırmaya başladım. Çünkü senaryoyu biliyorum. Anne tarafım Karadenizli, oranın şartlarını biraz biliyorum. Dayanamayacağımı biliyordum, eğer spor yapmazsam. Gerçekten hayatımda en düzenli olarak sabahları kalkıp 10 dakikaysa 10 dakika, dayanamıyorsam 7 dakika, neyse yani tekrar o kaslarımı güçlendirmeye çalışıp kendi kendime çalıştığım bir dönemdi. Bu arada bütün ekip için de öyleydi. Yani gerçekten sabah 03:00’te kalk, 03:30’da otelde kahvaltı, işte 04:30’a doğru servisler yola çıkıyor. 1 saatlik yolumuz var. 2500 metre yukarı çıkıyoruz çünkü her gün. Zaman zaman doğa şartları bize güzel yüzünü göstererek, gülümseyerek yardımcı oldu. Zaman zaman filmin sahnelerinin daha iyi olması için çetin yüzünü göstererek yardımcı oldu. Köy halkı, doğa, ekip, oyuncular ve yönetmenler hep birlikte çektik filmi.

Kuşköy ile ilgili ilk izleniminiz neydi?

Anne tarafım Karadenizli olduğu için aslında biraz aşinayım bölgeye. Bir de gitmeden önce Giresun’da biraz daha ağır Karadeniz şivesi bekliyordum ben. Anneannem Bartınlı, tam olarak oradakiler gibi konuşuyorlar. Çocukluğumda yazları annemle Bartın’a giderdik. Hafif bir şiveleri vardır. Bir hafta içinde ona kaymaya başlıyordu, ikimizin de konuşmaları. Giresun’dayken de aynı şey oldu. O yüzden veya biraz da coğrafyayı tanıdığım için çok çabuk kaynaştık. Hatta 3 – 4 ay önce annemler bir Türkiye turu yaptılar arabayla. Karadeniz’i gezdiler, daha önce gitmedikleri şehirlere gittiler. Giresun’a girerken beni aradılar, “Biz Kuşköy’e gitmek istiyoruz.” diye. Onlara nerelere gidebileceklerini tarif ettim. Fotoğraflar attılar bana köy kahvesinden, bütün köyle çekilmiş. Fındık göndermişler bana oradan. O yüzden köyle ilgili izlenimim, doğa şartları çok sert ve insanlar inanılmaz.

Filmde Karadeniz şivesi yoktu, neden?

Evet şive kullanılmadı. Biz çekim yaparken yaz olduğu için herkes oradaydı ama kışın çalışmak için büyük şehirlere gidiyorlar. Hatta daha çok İzmir’e gidiyorlarmış. Genellikle köylerin bir şehri vardır ya gittikleri. O yüzden nesil nesil değişiyor. Şehir dışına okumaya gidenler çok daha fazla İstanbul ağzına yakın konuşuyorlar. Yaşlılarda o şive biraz daha ağır. Çağla’lar şöyle bir cevap verdi bu soruya, “Köyde çok değişik olduğu için konuşma durumu, biz de oyuncularımızı şöyle konuşun diye yönlendirmedik.” Köyün içinde de çok dengesiz bu durum. Koyu bir Karadeniz şivesi ve otantik durum yok aslında. Biraz karışmış durumdalar.

Sibel karakterinde sizi etkileyen neydi?

Sibel aslında kadın hikâyesi gibi görünüyor. Bir kadının çevresine kurulmuş bir mesele. Ama Sibel, kadın erkek fark etmeden hepimizin o içindeki kendi olmaya çalışan, daha doğrusu hayatta kendi olamadığını hissedip bununla ilgili derdi olan, bunu değiştirmeye cesareti olan, cesareti olmasa da bunu fark eden tarafımız gibi geliyor bana. Kimimiz bunu fark ediyoruz ama kabullenip bununla yaşamaya devam ediyoruz. Kimimiz bunu 30 yaşında fark ediyoruz, bazımız 50 yaşında fark ediyoruz. Bazımız 80 yaşına kadar o hayatı mutsuz geçirip böyle bir şeyin farkındalığına varmadan bitiriyoruz hayatı. Bazılarımız bunu başkalarını dizginlemeye çalışıp, başkalarına şiddet göstererek çözmeye çalışıyor. Bazıları Sibel gibi kendini ispatlayıp, kendini dışlayanlara yararlı olmaya çalışarak bütün gücüyle kendini bulmaya çalışıyor. O yüzden Sibel, bütün ötekileştirilmişler, bütün ortalamadan farklı oldukları için meraklı değil de korkuyla karşılanıp baskı görmüşlerin hikâyesi. Daha doğrusu o insanların içindeki bir nokta gibi geliyor bana.

Sibel dağlarda bir kurdu arıyor ve bulunca da götürüp köylünün önüne atacağını söylüyor. Bununla neyi kanıtlamak istiyor?

Köyde bir efsane var: “Ormana gitmeyin, orada bir kurt var ve o kurt sizi yer.” diyorlar. Ve bunu da aslında o küçük toplum, bunu bir ülke olarak da görebilirsiniz bir ailenin içi olarak da görebilirsiniz. O toplumu dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumak için koruma içgüdüsüyle anlatılmış bir masal aslında bu. Bu arada bizim kültürümüzde de var diğer kültürlerde de kurt meteforu. Sibel’in o kurdu arama meselesi aslında şöyle, “Siz beni yetersiz görüyorsunuz ama sizin kendi konfor alanınızdan çıkabilmeniz için, tepenizde bulunan en büyük tehdidi ben yok edip size getireceğim. Sizi de kurtaracağım, kendimi de ispatlayacağım. Ve biz aslında bir arada yaşayabiliriz. Ben size kötü gelmek istemiyorum. Ben size iyi geleceğim.” demeye çalıştığı bir hal. Aslında dişi kurt çok bağımsızdır. Yavruları için her şeyi yapar. Sürüyü o sürer. Lider odur. Sibel yavaş yavaş bir kurt arayıp o kurdu öldürmeye çalışırken, kurdun kendisi olduğunu, aslında dışarıdan gelen tehdidin içinde zaten var olan karakteri olduğunu ve onu öldürmek yerine tam olarak onu besleyip onunla birlikte var olması gerektiğini öğreniyor film boyunca. Böyle bir sembol aslında kurt.

Sibel ormanda Ali’yi ilk gördüğünde yaralı olduğu için mi korkmadan yardım ediyor?

Sibel, aslında köyün içinde bile kendini dışlayan, kendisinden uzak durmaya çalışan, kendini lanetli gören merak eden ve onlara yaklaşmaya çalışan bir karakter. Duruma küsmüyor.

Kına gecesine gitmesi gibi değil mi?

Evet aynen öyle. Ve o merakı aslında dışarıdan gelen tehdidi de merak etmesine, o tehdidin direk gözüne bakmasına yardımcı olan bir özelliği Sibel’in. Ali de aynı şekilde. Köy halkından, kendi ailesinden de uzak olmasına rağmen ilk kez Sibel’in gözünün içine bakan, “Hangi dili konuşuyor bu kız, nasıl bir kız bu kız.” diye bakan bir karakter. İkisi için de ilk. Ali başka bir durumun dışlanmışı, Sibel kendi köyünün dışlanmışı ikisi de ilk kez gözünün içine bakan başka bir varlıkla karşılaşıyor. O yüzden bu kadar çabuk iletişime geçtiklerini düşünüyorum ben.

Islık dilini erkek oyuncular sizden daha erken öğrenmiş olabilirler mi? Erkeklerin daha çok ıslık çaldığını düşünerek soruyorum bu soruyu. Filmde sizin kadar ıslık çalma dertleri yok ama.

Aslında herkes kendi repliklerine çalıştı. Öğrenme hızlarıyla ilgili bir şey söyleyemeyeceğim o nedenle. Ama sette yönetmenler de dahil monitörden sete, setten monitöre anlıyor muyuz bakalım diye birbirimizle sürekli ıslıkla iletişim kurma durumumuz vardı.

Sette yaşadığınız ilginç bir anınız var mı?

Bütün ekip ve yönetmenlerim beni hazırlık aşamasında da yanlarında tuttular. Mekânlar seçilirken de biz hep birlikte gittik köye. Gelin kayasına birlikte çıktık. Barakayı birlikte bulduk. Ve her gittiğimiz yerde senaryoyu açıp “Bu sahneyi burada çekersek ne yapabiliriz? Hangi taşı kullanabiliriz, hangi ağaç bizim için ne yarar sağlayabilir?” diye birlikte baktık. Bir gün Çağla ile prova arasında köyü geziyoruz. Bir taraftan da hâlâ mekân bakıyoruz. Bir çeşme başına geldik. Çeşmenin yanından bir patika çıkıyor yukarı doğru. Ve akşam olmak üzere. Gittiğimiz dönem de hem çay hem de fındık toplama zamanıydı. O dik patikanın en tepesinden 3 ufacık kadın sırtında küfeleriyle inmeye başladılar. Geldiler, çeşmeden su almak için durdular ve küfelerini indirdiler. Biz daha hiç çekime başlamamıştık bu arada. Çağla’yla birbirimize bakıp “Deneyelim mi küfeyi?” dedik ve yanlarına gidip selam verdik. “Biz filmcileriz, küfeyi deneyebilir miyiz?” dedik. Fındık dolu bir küfe ve küçücük, incecik, narin kadınlar. “Tabi ki.” dediler. Çağla da bana “Hadi.” dedi. Küfe basamakta duruyor. Önüne oturdum taktım askıları, yok oynatamıyorum, mümkün değil. “Küfenin içine ne koyacağız sette?” diyorum. Çağla benden daha uzun ve daha kuvvetli, “Tamam sen çekil kenara.” dedi. Küfenin önüne oturdu, askıları taktı ama kaldıramadı yerinden. “Ben de taşımayayım şu an.” dedi ve kalktı. Milim oynatamadık. O kadar güçlü ki o coğrafyanın kadınları. Çok inanılmazlar. Zaten ailede bir mesele olunca da onlar çözüyor. İçlerinden, ruhlarından gelen bir kuvvet var. Baktığınız zaman benim kadar kadınlar ama inanılmaz işler başarıyorlar. Böyle bir anımız var. O aslında Sibel’in de iç gücünün ne olduğuyla ilgili çok verimli bir bilgi vermişti bize.

Sibel’in babasıyla ilişkisi çok iyi. Fakat Ali ile ilişkisini öğrendikten sonra ve köylülerin de baskısıyla babasının ona karşı tavırları değişiyor. Bu Türkiye’de genç kızların ve kadınların çokça yaşadığı bir sorun aslında. Köy halkının bakış açısı da değişiyor ve tüm aileyi dışlıyorlar.

Teşekkür ederim bu soru için. Gerçekten bunu anlatmaya çalışırken dedim ya kadın – erkek fark etmiyor diye. Kadın meselesinin, dışlanan insan meselesinin şöyle bir durumu da var. Siz o dışlanana nasıl davranmaya çalışırsanız çalışın sizin gönlünüz, kafanız daha açık olsa da bir noktada toplumun normlarına göre davranmadığınızda o dışardakine, toplum sizin üzerinizde de bir baskı kurmaya başlıyor. Sizin de bir şekilde öyle davranmanızı bekliyor. Hakikaten annesini kaybettikten sonra Sibel babasına yoldaş olmuş. Evi birlikte çekip çevirmişler. Bütün evin işini Sibel yapıyor. Bir taraftan da kardeşine anne olmaya çalışmış. Başarabiliyor veya başaramıyor ama olmaya çalışmış. Ve baba bir şekilde Sibel’in henüz başka bir adamla tanıştığını fark etmeden de his olarak Sibel’in etkisi gitmeye başladığı zaman dönüşmeye başlıyor aslında.

Sonra Ali’nin de ortaya çıkmasıyla aslında baba bu durumla ilgili ne hissederse hissetsin daha sonra da o köyün, o toplumun ona dayatmaya çalıştığı şekilde davranmaya başlıyor Sibel’e. Aslında filmin sürprizini bozmayayım ama tam olarak işte oraya da bakmaya çalışan, biz bu konuyla ilgili “Ne yapacağız? Baskı kurmak istemeyene baskı kurdurmaya çalışan toplumla ilgili ne yapabiliriz?” diye bir soru da sormaya çalışıyoruz. O yüzden sadece kadına kurulan baskı değil, kadın erkek fark etmeden ezileni ezmemeye çalışana, “Toplum ne yapıyor?”u da araştırmaya çalışan bir film aslında Sibel.

Filminiz Locarno’da prömiyerini yaptı, hatta ödülleriniz de var. Türkiye’de de ilk olarak Adana Film Festivali’ne katıldınız ve yine ödüller aldınız. Peki Türk izleyicisi nasıl buldu filmi, ilk tepkiler nasıldı?

Aslında Türkiye’de ilk Kuşköy’de gösterildi film. Dünya prömiyerinden önce. Ben gidemedim ama Çağla ve Guillaume köye gittiler. Ben videolarını izledim. Önce muhtar izledi. Baktı köylüye izletebiliyor muyuz diye. Sonra muhtar tamam, akşam okulun bahçesinde gösterim yapıyoruz demiş. Çağla ve Guillaume köy halkını 50 – 60 kişi beklerken Çanakçı’dan, Karabörk’ten, diğer ilçelerden servislerle insanlar gelmiş. Köyün bağlı olduğu ilçeden perde bulunmuş. Projeksiyon makinası bulunmuş. Filmle ilgili, muhtarın “Bu muhtar hiç çalışmıyor ama.” diye bir eleştirisi olmuş. Bir de köy halkı demiş ki “Sibel 2′yi çekelim. Sibel bu sefer muhtarlığa adaylığını koysun, herkes ona oy versin.” demişler. Muhteşem bir şey bunu duymak. Tepkiler çok güzeldi, çok keyifliydi. Bir de yıllarca herkes orada belgesel çekmiş ama geri dönüp, “Kimse bunu çektik.” dememiş. Biz filmi çekerken sürekli “Filmi göreceğiz, değil mi?” diye soruyorlardı. Adana da muhteşem geçti. Eskişehir de öyle. Üniversite öğrencileri zaten her zaman bambaşka oluyorlar. Çok acayip yerlerden sorular soruyorlar. Söyleşiler her zaman çok güzel geçiyor Türkiye içinde de, dışında da. Filmciler olarak biz de, mesela ben 6 ay önceki Damla değilim gibi hissediyorum filmle ilgili. Öyle bir soru geliyor ki hiç düşünmediğiniz bir yerden, çok acayip bir pencere açıyor kafanızda. Ve onunla birlikte siz de büyüyorsunuz, bakış açınız da gelişiyor. O yüzden söyleşilere de devam etmeyi düşünüyoruz.

Yurt dışında tepkiler nasıldı?

Yurt dışında da çok güzel tepkiler aldık. Bu Karadeniz’in bir köyünde çekilmiş bir hikâye ve ilk Locarnoya gittiğimizde unutamıyorum o anı. Gösterimden sonra henüz salonun içindeyiz, yaşlı bir hanım geldi yanıma, hiçbir şey söyleyemiyor, ağlıyor. “Sarılabilir miyim size?” dedim. Sarıldık. Ayrıldığımızda bir şey söyleyecek diye bekliyorum “Thank you, thank you.” dedi ve gitti. Tüylerim diken diken, gözlerim doldu. Şikago’da aynı şekilde. Biz sadece Türkiye’de var zannediyoruz bu kadın meselesini. Şikago’da acayip güzel bir belgesel izledim “This Changes Everything” diye kadın erkek farklarından bahseden, bu eşitsizlikten bahseden bir belgesel. Bizim gösterimden sonra iki genç kız geldi Amerikalı “Çok teşekkürler, artık ümidimiz var.” dediler, gittiler. “Bunun için yapılmıyorsa bu meslek ne için yapılıyor?” diyor insan. Çok çok keyifli. Sinemanın bu tarafı çok birleştirici. O da bir olduğumuzu hatırlatıyor. Aynı olmayabiliriz ama biriz.

Tiyatro eğitimi aldınız. Sinema, tiyatro ve dizilerde oynuyorsunuz. Birçok ödül aldınız, bu süreçte ailenizin yaklaşımı ne oldu? Sizi desteklediler mi, oyuncu olmanızı engellemeye mi çalıştılar?

Hep destek oldular. Tabi ki hep “Hayatını devam ettirebilecek mi bu meslekle?” diye sorular vardı kafalarında. Babam mimar, annem mühendis bu arada. Babam Diyarbakır’da lise tiyatrosundaymış. Annem aynı şekilde, şimdi emekli oldu ama yıllardır resim yapıyor. Sanatla da hep iç içeydiler her zaman. Tabi ki üniversiteye ilk başlayacağım zamanlarda “Kızım bak emin misin, olmazsa nasıl olacak, ne yapacaksın, sen yine başka şey oku, bunu yine yaparsın.” dediler. Ama “Ne yaparsan yap, en iyisini yap.” diye büyüttüler beni. Ben de elimden geleni yaptım, yapıyorum da. Çok seviyorum mesleğimi. Onlar da yıllar içinde daha da görmeye başladılar. Gurur duyuyorlar şu an. Onlar mutlu oldukça ben mutlu oluyorum. Böyle bir iletişime dönüştü.

Oyunculuktaki hedefiniz nedir?

Hikâyeler anlatmaya, anlatabilmeye devam etmek. İnsan hikâyelerini bulup, insanları birleştirmek bunun üzerinden.

(24 Şubat 2019)

Serpil Boydak

serpil_boydak@yahoo.com

Göçmen Kuşlar

Geçen hafta sonunda sessiz sedasız vizyona giren ‘Göç Mevsimi / Birds of Passage – Pájaros de Verano’ hakkında yazmakta biraz geciktim. Ancak siz siz olun, çok az salonda ve seansta gösterimi süren bu ilgiye değer yapımı izlemeye çalışın. Ciro Guerra ve Cristina Gallego imzalı Kolombiya yapımı film, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’ninde dünya prömiyerini yapmış ve ilgiyle karşılanmıştı. Üç yıl önce İstanbul Film Festivali programında yer almış ‘Yılanın Kucağında / El Abrazo de la Serpiente’yi izlemiş olan sıkı sinefiller, yönetmen Guerra’nın adını duyunca dikkat kesilmiştir zaten.

Amazon topraklarında kutsal bir şifa bitkisinin izini süren iki bilim insanının öyküsünden yola çıkarak sömürgeciliğin, insanlığın ve Amazon halkının tarihi üzerinde yarattığı derin tahribat üzerine, siyah-beyaz görselliği ve şiirsel sinema diliyle ağıt yakan benzersiz bir denemeydi ‘Yılanın Kucağında’. Yerel kültürleri yerle yeksan eden beyaz adamın günahlarını tavizsiz bir sinemayla aktaran bu filmin dünya çapında büyük ilgi görmesi ve Oscar adayı olması, çok daha maliyetli ‘Göç Mevsimi’ projesinin hayata geçmesini sağlamış.

Gerçek olaylardan esinlenen film, Kuzey Kolombiya’nın Karayip Denizi’nin çevrelediği yarımada üzerinde yer alan Guajira’da geçiyor. İngilizler, İspanyollar, daha sonra modern ulus – devletin kültürel hegemonyası karşısında kendi dil ve geleneklerine sahip çıkmış bölgenin yerlisi Wayuu’ların hikâyesinden yola çıkmış. Beş ayrı bölümden (ya da ‘şarkı’dan) oluşan yapım, 60’lı yılların sonlarından 80’lerin ilk yıllarına kadar geçen süre zarfında, ruhaniliğin ön planda olduğu topluluğun uyuşturucu ticareti ve modern dünya ile ilişkilerle imtihanı üzerine kurulmuş.

Kolombiya halkının uyuşturucu üreticiliğine geçişinin Escobar’dan önceki yıllarını anlatan çalışma, bu acı sınavın kutsallık üzerine inşa edilmiş bir yaşam biçimini nasıl yerle bir ettiğini anlatıyor. Amazonlu Şaman ve ait olduğu kültürün yok oluşuyla benzerlik taşıyan bu çağdaş öykü, klasik Yunan tragedyalarını anımsatır biçimde, gözleri görmeyen yerel bir müzisyenin ağıdıyla naklediliyor. ‘Vahşi ot bir kurtarıcı gibi gelmiş ve çekirge gibi tahrip etmiştir herşeyi’.

Ruhaniliğin ön planda olduğu ve anaerkil bir toplum yapısının hüküm sürdüğü Wayuu kabilesinden bir kutlama ile başlıyor film. Çöllük arazide yaşayan varlıklı Pushaina ailesinin reisi Úrsula’nın kızı Zaida’nın kadınlığa geçiş seremonisiyle. Aile kurma ümidiyle bu köklü aileden kız almak isteyen Raphayet, annenin talep ettiği yüklü miktardaki başlık parası için uyuşturucu ticaretine atılıyor. Bölgeye anti-komünist propaganda amacıyla konuşlanmış Amerikan Barış Gönüllülerinin marijuana talebiyle tetikleniyor herşey. Giderek işler büyüyor. Ani gelen zenginlik eski geleneklerin, kadim inanışların altını yavaş yavaş oymaya başlarken, açgözlülük ve kibir şiddeti besliyor ve kardeş topluluklar arasında kıyasıya bir savaş başlıyor.

‘Göç Mevsimi’ için Kolombiya fonunda ‘Baba / Godfather’ yakıştırması yapanlar olmuş. Ancak filmin olan bitene yaklaşımı son derece farklı. Güçlü kadın karakterlerin ön planda olduğu ve yönetmenlik koltuğunu bir kadın sinemacının paylaştığı yapım, aile ve kültürel değerlerin yozlaşması üzerine kurulmuş. Olay örgüsü ve dramatik gelişmeler, belgesel verilerle organik bir bağlantı içinde sunulmuş. Folklorik boyut ana akım sinemanın klişelerine kurban edilmemiş.

Filmin özgün adı dilimizde ‘Göçmen Kuşlar’ anlamına geliyor. Kuş motifi baştan sona kullanılmış. Filmi açan kadınlığa geçiş seremonisinde, Zaida’nın dansı kuş hareketlerini çağrıştırıyor. Wayuu’lar kuşlara batıl anlamlar yüklüyor. Bu uçan yaratıklar, kimi zaman şeytan ya da felâket habercisi, kimi zaman kadim bir ruh olarak anlamlandırılıyor. Uyuşturucu ticareti yapanlar için ‘göçmen kuşlar’ tabiri kullanılıyor.

Yönetmen Guerra ‘daha önce hayal bile edemedikleri bir zenginliğe kavuştukları bu yılları, bir büyük şölen olarak görmüştü bu halk’ yorumunu yapıyor olan biten hakkında. ‘Göç Mevsimi’ ekonomik açıdan baş döndürücü bir yükselişe eşlik eden kültürel ve ahlâki çöküşün, derin bir yozlaşmanın hikâyesi. Vahşi kapitalizmin akıl çelici nimetlerinin gözlerini kamaştırdığı, yüreklerini kararttığı bir toplumun; ölülerinin kehanetlerine kulak vermemiş, gücendirilmiş ruhların artık onları korumadığı insanların trajik öyküsü.

(22 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tutucu Toplum, Başkaldıran Sibel

“Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar…”

diyor Nazım Hikmet, bu en bilinen, en anlamlı, en güzel şiirlerinden birinde, insanın içini okurcasına…

Guillaume Giovanetti, Çağla Zencirci, Karadeniz köylerinden birinde yaşayan sadece ıslıkla iletişim kurabilen yalnız ama başı dik bir genç kızın öyküsünü birlikte yönetmişler. Alabildiğine yerel ama işlenişi ve temasıyla evrensel olan film, yalın ve sakin anlatımı, izleyene bıraktığı yorumu ile takdiri hak ediyor.

Aykırılıklar, nereye kadar

Köyden dışlanmış Sibel, “kahraman” olursa yeniden kabul göreceğine inanır. Bunun için de silah kuşanıp dağlara vurur kendini…

Filmde iki kadın (Sibel ve Nazik) bir de erkek (Ali) var, aykırı olan. Diğerleri alabildiğine uygun, bütün hataları, eksiklikleri, yanılgılarıyla… Çünkü küçük köyde herkes birbirinin neredeyse aldığı nefesi bile biliyor.

Nazik, toplumun yok etmeye karar verdiği ve dışladığı ihtiyar kadın… Sevgilisi olmuş çünkü… Duygularını içine gömmemiş… Sevmiş ve aklını yitirecek kadar da dışlanmış.

Ali, askere gitmek istemediğini söyleyen, belki öğrenci belki siyasi ve bir o kadar da gizemli bir yaralı.

Sibel her iki “aykırı”nın arasında mekik dokuyan, kendisini kabul ettirmek isteyen bir başka aykırı…

Umudu üzmemek gerek

“Sibel”, sıcak ve çarpıcı bir öykü anlatıyor… Yukarıda sıralanan aykırılıklara odaklanan film, hemen her şeyi izleyiciye bırakıyor. Kim neyi ne kadar ve nasıl anlarsa… Yurtdışında beğenilmesinin altında bu yatıyor kanımca. Ama en çok da bizim, ‘bizim kadınlarımızın’ izlemesi gerekir.

(21 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Recep İvedik 6

Varsa, müdavimleri biliyordur, “Çilingir Sofrası / Sadi Bey’in Facebook Günlükleri” genelde bu köşeye 2-3 ay gecikmeli olarak yansır. Değişiklik olsun diye bugünkü paylaşımlarımı sıcağı sıcağına buraya taşıdım. Okuyun, hayrını görün:

*****

Bizim sinemamızın, yani Türk Sineması’nın huyudur, zaman zaman öyle yapar. Kulakları çınlasın, Yusuf Sezgin’in oynadığı “Hazreti Yusuf”, doğal olarak Anadolu’da büyük iş yapar, hemen ardından memlekette ne kadar hazret varsa beyazperdeye gelir. Birisi tutar, unutulmaz Galatasaraylı Metin Oktay’ın lâkabından adını alan “Taçsız Kral” (1965) diye bir film yapar, peşinden öteki hemen “Şenol Birol Gool” (1965) adında bir film döşer. Son üç-beş yılda da birisi Çanakkale dedi, “Çanakkale Çocukları”, “Çanakkale 1915”, “Çanakkale: Yolun Sonu”, “Çanakkale’nin Sırları”, “Çanakkale Ruhu”, “Kalbimiz Çanakkale”, “Çanakkale: Yüzyıllık Mühür” adlarında bir sürü kısa, uzun, TV filmi ve dizisi sökün etti.

En son furya Dumlupınar olacak gibi görünüyor. Önce Pinema Film, Amazon Prodüksiyon’un yapacağı “Dumlupınar” adında bir filmi dağıtacağını duyurmuştu, ondan ses çıkmadı. Yaklaşık bir ay kadar önce Fox filmleri dağıtımcısı TME Films, SAN Medya ile birlikte “Dumlupınar: Sonsuza Kadar” adıyla bir filmin çekimine başladıklarını duyurdu. En taze, bir-iki günlük habere göre de çok bilinen tanımlaması ile Ayla ve Müslüm Filmlerinin Yapımcısı” Dijital Sanatlar’ın Dumlupınar adında bir filmi Ayla ve Müslüm Filmlerinin Yönetmeni” Can Ulkay yönetiminde çekeceğini duyduk. Gönül bu filmlerin hepsinin 8 aylık sinema koruması ile vizyona girmesini arzu ediyor.

“Film sinemada izlenir”, “Sinemanın tadı başkadır”, “Dijital platformların tadı sonra gelir, oralarda dizi izleyin siz.”

Bizim sinemamızın, yani Türk Sineması’nın huyudur, bir yandan “Sevmek Zamanı”nı, diğer yandan “Sevememek Zamanını”, yani “Recep İvedik”i yapar. Bir türlü sevemedim şu Recep’i; 6.sını heyecanla bekliyorum. Ekim’e ertelenmiş.

*****

Audi’nin reklamından aşırma olduğu söylenen Peak reklamı hakkında aykırı bir söylem: Yerli filmlerin ilk aklıma gelenlerinden misal verirsek Susuz Yaz, Selvi Boylum Al Yazmalım, Senede Bir Gün, Karaoğlan’ın yeniden çevrimleri oluyor da reklamın yeniden çevrimi neden olmasın?

*****

“Beşamel sosu”nu Türkçeye “Beş Emel sosu” olarak çevirdim; duyun bunu.

(20 Şubat 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Susuz Yaz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü alan ilk Türk filmi Susuz Yaz’ın yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan 21 Ağustos 2018 Pazartesi günü hayatını kaybetti. Mekânı cennet olsun. Sinemamızın tek filmle ünlenen yapımcı ve oyuncularından ilk akla gelen isim olan Ulvi Doğan’ın vefatı sonrasında sosyal medyada rastlanan haberlerde “Bu film sonrası sinema sektöründen ayrılmıştı.” şeklinde bir cümle dikkatimi çekti. Bu bilgi hem doğru hem yanlış. Filmin, ülkemiz sinemalarında gösterimi tamamlandıktan sonra Ulvi Doğan tarafından yurt dışına çıkarıldığı ve dünyanın birçok ülkesinde gösterime sunulduğu haberleri basına yansımıştı. Keza, Doğan’ın, yurt dışında başrol oyuncusu Hülya Koçyiğit’in benzeri yabancı bir oyuncuyla çektiği bazı sahneleri filme ekleyerek farklı bir konu algılatmasıyla gösterimleri yıllarca sürdürdüğü haberleri de basına yansımıştı. Dolayısıyla Doğan’ın bu filmden sonra sinema sektörüyle gezgin bir işletmeci olarak bağını sürdürdüğü söylenebilir. (24 Ağustos 2018)

Isabel Coixet’in yönettiği ve Emily Mortimer, Bill Nighy, Patricia Clarkson ile Hunter Tremayne’nin oynadığı “The Bookshop” adlı film sinemalarımızda orijinal adıyla gösterime girmişti. Bu filmin vizyon sonrasında gösterildiği etkinliklerde “Sahaf” Türkçe adıyla sunulması ilginç ve güzel bir uygulama. Keşke vizyon gösterimine de “Sahaf” adıyla çıksaydı. Bazen bu uygulamanın tersi de oluyor. Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi vizyon öncesinde ülkede aylarca “Clair Obscur” olarak lanse edilmiş, vizyon tarihi yaklaşınca “Tereddüt” adı kullanılmaya başlanmıştı. Sanırım yurt dışı tanıtımlara öncelik verildiğinde böyle oluyor. Sinemacılarımızın vardır bir bildiği. Filmler iyi olsun da biz izleyelim. (25 Ağustos 2018)

Adana Film Festivali’nin son iki günü ile Antalya Film Festivali’nin ilk iki günü çakışıyor. Bu çakışma kamuoyunda Antalya aleyhine ve olumsuz olarak da algılanabiliyor. Şartlar değişti ama daha önce yazmıştım tekrar yazayım, bilgi bilgidir. Yıllar önce, 35 mm. filmler zamanında bu durumu önde gelen bir festival yöneticisine sormuştum. Türkiye’de gösterilmemiş ve gösterilmeyecek olan bazı filmlerin gümrük işlemleri ve sigorta masraflarının çok teferruatlı ve yüksek olması nedeniyle festivallerin bir-iki gününü çakıştırıp tek gümrük ve sigorta işlemi ile ve filmlerin sahiplerinden de onay alarak gösterim yaptıklarını söylemişlerdi. Yani festivallerin birbirlerini kırmak gibi bir niyetleri olmadığını belirtmişlerdi. Ayrıca hatırlarım, Adana Film Festivali uzun bir aradan sonra yeniden yapılmaya başlandığı ilk veya ikinci festivalinde Antalya Film Festivali kortej yapması için kendi kullandığı jeep’leri Adana’ya göndermişti. Hatalar insanlardan kaynaklanıyor, festivalleri eleştirmeli fakat rencide etmemeli. Bugün için Ulusal Yarışma’yı kaldırdığı için Antalya Film Festivali’ni protesto eden ve başkanını kınayan sektörden, Ulusal Yarışma’yı sürdüren bir önceki Antalya Büyükşehir Belediye Başkanını, yaşadığı acı nedeniyle bir kişi bile aramamış. Tekrar çakışmaya dönersek, Yeşilçam’ın zirvede olduğu yıllarda Cüneyt Arkın’ın 3 veya Türkan Şoray’ın 2 veya Tarık Akan’ın 2 ayrı filmin aynı hafta gösterime çıkarıldığını biliriz. Yani biz bize benzeriz. (30 Ağustos 2018)

Sinemaseverlerin kutsal bilgi kaynağı IMDb’de son zamanlarda bazı yerli filmlerin web sitesi veya facebook sayfası olarak ülkemizin önde gelen bir sinema sitesinin linki veriliyor. Bu link verme işlemi filmlerin yapımcılarınca uygun görülüyorsa, ülkemizin sonda gelen sinema sitelerinden biri, sadibey.com olarak bu işlemi doğru bulmadığımızı duyururuz. O kadar zor bir şey değil ki, açın kendinize facebook’da bir sayfa, IMDb’ye link olarak onu verin. Bizlere ihtiyacınız kalmadıysa da bilgi gönderimini kesin ki, meydan reklâm verdiğiniz üç-beş web sitesine kalsın. Onlar da reklâm fiyatlarını dolar bazında arttırsınlar. Sinema sevgisi hatırına yayınını sürdüren web sitelerinin sahip ve çalışanları olarak bizler de gidip pazarda limon, domates, biber, patlıcan satalım. Herkes adam gibi para kazansın. (30 Ağustos 2018)

Olumsuz düşünmeyin, “Bu da geçer yahu.” cümlesinde aslında derin bir tasavvufi bilgelik saklı. Bu dünyadan Buda dahi geldi geçti; hepimiz faniyiz, netekim bizler de geçeceğiz; dünya malı dünyada kalır; takmayın kafanıza şunu, bunu, mânâsını içeriyor. (02 Eylül 2018)

Yasaklara karşıyım ama iki istisnam var. Birincisi: “Çile Bülbülüm Çile” şarkısı söylenirken “çile” kelimesinin fazla uzatılması yasaklanmalı. İkincisi: Vefat eden kişilere rahmet dilerken onlarla çekilmiş fotoğrafların sosyal medyada yayınlanması yasaklanmalı. İtiraf edin, sizin de vardır böyle saplantılarınız. Küçük ama büyük. (02 Eylül 2018)

6 sıfır atılmasaydı dolar bugün 6.630.000 lira olacaktı. Hadi ateyistler bunu da açıklasın bakalım. (04 Eylül 2018)

Kaldırıma konmuş masada börek yiyen adam arada sırada gezen güvercinlere (gezen tavuklara gönderme) börek parçaları atarken diğer yandan masasına gelen sinekleri kovuyor. Hayvanın birini beslerken diğerinin rızkına engel oluyor. Tuhaf insanlarız vesselam. Bazen boş arazide dolaşan köpeklere sakatat vs. götürürken tedirginlik duyarım. Bir canlıyı diğerinin bedeni ile beslemek tuhaf oluyor ama doğanın kanunu da maalesef böyle. Atıyorum, kedi köpek sevenler et yememeli. (06 Eylül 2018)

Gurmeler Derneği, İstanbul’un Harbiye semtini önemli semtler listesine almış. (Bu espri sanadır sırma saçlım, Ahmedim.) (06 Eylül 2018)

75 ml diş macununu az önce 26,95 liraya aldım. Kilosu 359,33 liraya ve 54,52 dolara geliyor. Diş macunu kuru üzerinden hesap edersek hayat çok ucuz. 1 kilo diş macunu verip 205 adet ekmek alabiliyorsunuz. Şu pahalı, bu pahalı diye şikâyet etmeyin yani. (06 Eylül 2018)

(14 Şubat 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Umudu Kendi Renklerine Boya

Tanrının, kendisini henüz doğmamış insanlar için ressam olarak var ettiğini söyleyen, yaşarken bir tek tablosu bile satılmamış, ama çok genç yaşta öldükten sonra rekor denebilecek değer biçilen bir ressam kendince renklendiriyor dünyasını.

Müthiş bir film “Sonsuzluğun Kapısında”, yönetmeni de ressam olunca renge, ışığa, çerçeveye gerektiği önemi vermiş. Filmin atmosferine uyan hareketli kamera (Van Gogh, yerinde duramayan, yaramaz bir çocuk sanki) o duyguyu çok iyi aksettirmiş.

Benim resmim…

Paul Gaugin ile Vincent Van Gogh resmin felsefesini tartışıyorlar. Birinin rengi sarı, diğerinin kırmızı… Biri katmanlı yapıyor resmini, Gaugin’in deyişiyle heykel gibi, diğerinde farklı bir etki söz konusu…

İnsan ister istemez “Ben olsam nasıl yapardım” diye düşünüyor. Hayır, ben ressam değilim, severim ama elime fırça almış, parmaklarımı boyaya bulaştırmış biri değilim. Edebiyattan örnek verebilirim… Oktay Akbal anlatmıştı… Sait Faik ile bir gün ‘dilenci vapuru’na binip Boğaz’da gezintiye çıkıyorlar. Havadan sudan konuşurlarken Akbal, arkadaşına, kıyıdaki bir ağacı gösterip nasıl anlatacağını soruyor. Sait Faik, gökyüzünün renklerinden başlayıp ağacın rüzgarda kımıldayan yapraklarına varan bir öykü yazıyor ayaküstü. Sonra Oktay Akbay, ağacın gölgesindeki ayakkabı boyacısı çocuğun öyküsünü betimliyor. İkisi de öykü. İkisi de ünlü yazardan, çok keyifli…

Van Gogh ile Paul Gaugin’i karşılaştırmak yerine resme bakışlarını ve aldıkları tadı duymaya çalışmak gerekir.

Işık artı zaman…

Sinemanın tanımlarından biridir “ışık artı zaman”. Resmin kalıcılığını renk ve ışık belirler. Gölge dengesi ki, ışığı hissetmeyen ressamın yapıtı kalıcı olamaz, iyi verilmişse, resim her bakışta bir başka mesaj verir insana, bir başka evrene yelken açmanıza yol açar.

Ressamın o anki duygusu muhakkak ki yansımıştır tuvaline, ama izleyenin aldığı haz önemlidir. Filmde bu yaklaşım çok net verilmiş. Umarım filmi izleyenler daha çok resim izlemez, görmek izin galerilere giderler.

Oyun ve oyuncu…

Willem Dafoe büyülüyor gerçekten de… Yüzünün kıvrımlarında hissediyorsunuz tırnaklarının arasına giren boyayla ne dünyalar yarattığını. Van Gogh’u içselleştirmiş, çok başarılı. Hiç aksamıyor…

Yönetmenin, ressamlıktan gelmiş olmasının da etkisi vardır muhakkak, ama kadrajın alt kısmını flu tutması, Van Gogh’un gözünden nerelerin ne kadar ve belki de niye önemli olduğunu apaçık vurguluyor. Peki, kamerası bu kadar hareketli mi olmalıydı?

Henüz doğmamış olanlar için ressam olarak dünyaya gelen Van Gogh, doğada kendi umutlarını kendi renklerine boyarken bize de umutlarımızın peşinden gitmemiz öğüdü veriyor. Ben tutacağım o öğüdü.

(14 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sanatın Hası Bir Tutam Delilik İstiyor

“Sadece onlardan biri olmak istedim. Bana biraz tütün, biraz şarap vermelerini isterdim. Ya da sadece ‘Bugün nasılsın?’ diye sorsunlar, ben de cevap verirdim, biraz sohbet ederdik. Arada sırada hediye olarak içlerinden birinin resmini çizerdim. Belki kabul edip saklarlardı. Ve bir kadın bana gülümseyip ‘Aç mısın?’ diye sorardı. Biraz jambon, biraz peynir, belki biraz meyve ikram ederdi.” Julian Schnabel’in Vincent Van Gogh’u yorumladığı ‘Sonsuzluğun Kapısında / At Eternity’s Gate’ adlı son çalışmasında, ölümsüz sanatçı çizimlerinden önce bu sözleriyle sesleniyor bizlere. Karanlık perdenin gerisinden onun mütevazi isteklerini duyuyoruz, resimlerini görmeden önce.

Modern sanatın kurucusu Hollandalı ressam üzerine çekilmiş bir film için kuşkusuz cesaret isteyen bu girişle birlikte, kendisi de ressam olan yönetmenin, daha önce Van Gogh üzerine yapılmış klasik biyografilerden farklı bir şeyler peşinde olduğu hemen anlaşılıyor. El kamerasıyla çekilmiş ilk görüntüden itibaren, O’nun insanın ve doğanın binbir gizini keşfe çıkışının coşkulu hikâyesini izlemeye başlıyoruz.

Ressamın son döneminden manzaralar üzerine yoğunlaşmak istemiş Schnabel. Sanat çevrelerinden ilgi görmediği Paris’in gri kasvetinden uzaklaştığı, dostu Gaugin’in önerisiyle güneşin, sıcağın ve sarının izinde Fransa’nın güneyine Auvers-sur-Oise bölgesine yerleştiği zamanlara. Bu süreçte ressamın beynine dalıp, onun varoluş sorunsalı üzerine bir araştırmaya girişiyor Schnabel.

‘Zaman zaman aklımı kaybediyor gibi hissediyorum.’ diyor Vincent. ‘Sokaklarda bağırdığımı, ağladığımı, yüzümde siyah boya ile çocukları korkuttuğumu söylüyorlar. Herşey karanlık, hiçbir şey hatırlamıyorum. Bazen birşeyler görüyorum. Hayaletler mi yoksa, bilmiyorum. Çiçekler, bazen insan yüzleri. Bazen benimle konuşuyorlar, onları anlamıyorum.’

Psikoloji uzmanları çok daha iyi değerlendireceklerdir kuşkusuz. Belli ki, sanatçıyı kıskacına almış bir şizofreniden kaynaklanıyor O’nun bu çaresiz huzursuzluğu. Lakin, sanatın en hası bir tutam delilik kaynaklı değil midir zaten. Kendini doğanın koynuna bırakmak, sanatçıyı etrafına ve de kendine zarar vermekten kurtaracaktır. Doğaya baktığında insanları birleştiren bağları daha iyi görmüştür. Orada titreyen enerjiyi, Tanrı’nın sesini duymuştur.

Kardeşi Theo aracılığıyla Gaugin ile tekrar buluşuyor bir süre. Resim ile doğa arasındaki ilişkiyi tamamen değiştirmek üzerine tartışıyorlar. Vincent resmi icat etmemiş, onu doğada bulmuştur. Çizerken sadece özgür bırakmalıdır kendisini. Gaugin’in tavsiyesinin tersine kontrol dışı olmayı ister. Çizimlerinde ne kadar hızlı ve coşkun olursa, kendini o kadar iyi hissetmektedir. Gördüğü şeyleri göremeyen kardeşlerine gösterecek, böylece onların umut ve teselli kaynağı olacaktır.

Tanrı’nın O’nu belki de henüz doğmamış insanlar için ressam yaptığını, bu dünyada bir sürgün, kutsal topraklara ulaşma yolunda bir hacı olduğunu düşünür. Melekler üzgün olanlara yakın değil midir zaten. Ve hastalık, bazen bizi iyileştirir.

Auvers-sur-Oise’da kaldığı 80 gün içinde 75 resim çizer Vincent. 37 yaşındaki kuşkulu ölümü, ‘Loving Vincent’ filminde olduğu gibi bir kaza olarak yorumlanır burada da. ‘Bizler resimlerimizle konuşuruz.’ demiştir Vincent. Schnabel, sanatçının mektuplarından yola çıkarak O’nun aklını okumaya çalışmış. Her türlü spekülasyondan uzak kalarak O’nun yaratıcılığının gizemini keşfe çıkmış. El kamerası, flu görüntüler, karanlık perde kullanımı hep bu arayış çabasının ürünü. Klasik bir biyografi bekleyenleri belki tatmin etmeyecek ama, yaratıcının zihnine serbest vezin dalmak isteyen izleyiciler eşi bulunmaz bir deneyim ‘Sonsuzluğun Kapısında’. Hayatının rolünde bir Willem Dafoe, fiziksel benzerliğinin de avantajıyla, delilik ve yaratıcılık arasında gidip gelen ressama olağan dışı bir yorumla hayat vermiş. Benoît Delhomme’un kusursuz görüntü çalışması, Schnabel’in gözüpek deneyimine çok şey katmış.

(14 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gözü Yaşlı Bir Melek: Alita

Gelecekten gelen filmlerin hemen hepsi anlamsız ve gereksiz savaş temalı… Alabildiğine yüksek hareketlilik, alabildiğine ritmik müzik, nedeni niyesi pek bilinmeyen vahşet… Gençler izliyor ve keyif alıyordur muhakkak.

Bu kez yine benzer temalı, karanlık geleceğin korkunç kentlerinde yaşamını sürdürmeye çalışan, sömürülen, tutsak insanların yaşamına konuk oluyoruz. Biz, medeniyet (her ne kadar “tek dişi kalmış canavar” nitelemesi varsa da hepimizin istediğidir) peşinde koşarken, bizim torunlarımızın torunlarının torunlarının, belki onların da torunlarının torunlarının yaşamını sürdüreceği dünyada insanlar medeniyetten kaçmaya çabalıyor.

Birçok şey değişmeyebilir geçen onca yüzyılda, ama yaşam kalitesi, teknoloji ve getirdiği nimetler muhakkak çok değişmiş olacaktır. Biz kentlerimizi daha yeşil, daha yaşanabilir olsun diye mücadele ederken onlar (filmde apaçık gözüküyor bu çelişki) beton ve çelik yığını içerisinde yaşayacaklar, ama kentten çıkınca (tabii, yaşam güvenceleri olmayacaktır o sürede) yer gök yemyeşil, hatta vahşi orman…

Duygu yüklü robot

Alita, çöplükten Doktor Ido’nun bulup yenilediği bir sibernetik organizmadır. Kalbi yapay olsa da duyguları çok güçlüdür. O zamanın kötü yöneticilerine karşı mücadeleyi yükselten Alita, doğal olarak başarıya ulaşacaktır. Doktorun daha ilk onarımı (tedavisi mi demeliyim) sonrasında yanaklarından süzülen bir damla gözyaşı bambaşka bir siborg ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Yine de tam düşündüğüm gibi duygusal bir film değil Alita: Savaş Meleği. Sinemanın dâhileri, bu kez şöyle bir değindikleri duygusallığı bir gün keşfedeceklerdir muhakkak.

Güzel bir film…

Sürükleyici, merak ettiren, hatta Manga çizgi romanından uyarlandığı ve bir ikincisinin de geleceğini gösteren film, tam bir seyirlik. Gözünüzü kırpmadan, merak ve hevesle izleyeceksiniz. Tek kazancınız güzel bir gün geçirmek ve yanaklardan süzülen iki damla gözyaşının yüklediği duygu…

(13 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tavşanlı İngiltere Tarihi

Yunan sinemasına özgü absürd akımın öncülerinden Yorgos Lanthimos’un, 18. yüzyıl başları İngiliz kraliyet sarayını mekân almış bir dönem filmi çektiğini ilk duyduğumda çok şaşırmış olduğumu itiraf etmeliyim. Lakin korkum boşunaymış; yerleşik toplum düzeni ve dikte edilmiş çekirdek aile kurumu üzerine gerçeküstücü bir mizah barındıran ilk filmleriyle bağrımıza bastığımız sinemacı, ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ın uluslararası başarısının ardından yerleştiği İngiltere’de bildik normları eğip bükmeyi sürdürüyor.

Yönetmenin günümüz imgeleriyle kurulmuş yakın bir geleceği resmeden İngilizce dilinde ilk filmi ‘İstakoz / The Lobster’ ile Anglosakson bir ailenin suç ve adalet kavramları üzerine yoğunlaşan, Yunan tragedya geleneği esintili öyküsü ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ / The Killing of a Sacred Deer’ daha önce sinemalarımıza gelmişti. Bir dönem hikâyesine soyunduğu ve içinde bulunduğumuz ödül mevsiminin favorilerinden ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’ ise, türün kalıplarını tersyüz eden anlatımı ve tercihleriyle, Lanthimos’un oyunbaz evreninin yeni bir harikası olarak bu hafta gösterime giriyor.

1700’lerin başlarında kraliyet sarayında geçiyor hikâye. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak yıpranmış bir kadındır kraliçe Anne. Tam 17 kez hamile kalmış, çok sayıda düşük ve ölü doğumun ardından dünyaya gelen çocukları fazla yaşamamış. Psikolojik travmasının yanısıra gut ya da bilinen diğer adıyla damla hastalığından muzdarip, sağlık sorunlarıyla cebelleşir kısa ömrünün son yıllarında. Lakin bu giriş okuru yanıltmasın, ağır bir dram nakletmeye hiç niyetli değil Lanthimos. Tarihçiler tarafından hep zayıf, beceriksiz, iradesiz, duygusal açlığını giderememiş karikatür bir monark olarak çizilmiş Anne’ın derin trajedisini son derece eğlenceli, muzır bir atmosfer içinde sunuyor izleyiciye.

Anlatı, kraliyet sarayında üç kadın karakterin ilişkileri üzerinden ilerliyor. Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen kraliçenin gözdesi olmak için ölesiye bir rekabete tutuşuyor. Kraliçenin sağlığı giderek bozulurken iktidar, hırs, aşk ve kıskançlıktan beslenen saray entrikaları alıp başını gidiyor.

Sarayda geniş bir yetkiye sahip olan Marlborough düşesi Sarah Churchill kraliçenin genç kızlığından beri sadık dostu, sırdaşı, aynı zamanda hükümet meselelerinde güvenilir danışmanıdır. Parlamento başkanıyla ittifak kuruyor, askeri komutan olan kocasının da desteğiyle Fransa ile savaşı sürdürme, toprak sahiplerinin vergisini yükseltme kararları alabiliyor. Onun uzak kuzeni Abigail ise babasının serkeşliği yüzünden beş parasız ortada kalmış bir genç kız. Yüzü gözü çamur içinde saraya geldiğinde büyük kuzeni onu himayesine alıyor. Lakin hayat Abigail’e hiçbir dövüşün adil yapılmadığını öğretmiştir. Yeniden sokaklara düşmemek için, yakışıklı ve kafasız bir soyluyla evlenerek unvanını garantiye alıyor önce. Daha sonra türlü oyunlarla kraliçenin gözünden düşürmeye çalıştığı kuzeni düşesin yerini almaya soyunuyor.

Yazım ekibinde olmadığı bu ilk filminde, tarihi detaylara geniş ölçüde yer vermiş olan ilk senaryo taslağını değiştirmiş, yeniden yazdırmış Lanthimos. Tarihi olaylara uygunluk önceliği değil çünkü. Dönemin sosyal ya da siyasi gelişmeleri üzerinde fazla oyalanmak da istemiyor. Dönem sinemasının geleneklerinin altını oymaya ve tez elden kendi absürd dünyasını inşa etmeye koyuluyor. Alabildiğine tuhaf, girift ilişkiler bütünü eşliğinde, entrikaların gırla gittiği, ittifakların her an değiştiği bir oyun alanı olarak sunuyor saray ortamını. ‘Barry Lyndon’u hatırlatan mum ışığında çekilmiş sahnelerde insan davranışlarını, haseti, hırsı, hayatta kalma güdüsünü mercek altına yatırıyor bir kez daha.

Dışarısıyla pek fazla ilgilenmeden sarayın iç mekânlarında geziniyor kamera. Kraliçenin rahatsızlığı nedeniyle onun yatak odasında cereyan ediyor birçok şey. Balık gözü lenslerle ve şaşırtıcı açılardan resmediyor trajikomik insan serüvenini. Rekabetçi kadınların dünyasını ön plana çıkarırken, abartılı makyaj ve giysileriyle kenar süsü niyetine kullanıyor erkekleri. Lanthimos’un gerçeküstücü evreninin oyunbaz sürprizleri bu kadarla kalmıyor. Sandy Powell tasarımı kostümlerde deri ya da kot kumaşı benzeri dönem dışı materyallere yer verilmiş. Sarayın iç mekânlarında ördekleri yarıştırma, yarı çıplak gariban bir uşağa çürük meyva isabet ettirme oyunlarıyla ya da dönem dışı akrobatik dans gösterileriyle eğleniyor soylu kraliyet erkanı. Müzik bandı da boş durmuyor: Haendel, Vivaldi, Bach gibi Barok dönem ustalarının ezgileri, 19. yüzyıl romantik müziğine karışıyor. Messiaen ve Anna Meredith’in atonal ezgilerinden geçerek, Elton John’un klavsen versiyonuyla yorumladığı ‘Skyline Pigeon’a kadar uzanan bir yelpaze içinde oynanan absürd komedyaya eşlik ediyor müzik.

Yazının başlığında yer alan ‘tavşanlara’ gelince… Kraliçenin yatak odasında yaşayan 17 adet pofuduk tavşan, onun dünyaya getiremediği veya yaşatamadığı çocuklarını simgeliyor. Anne’ın odasında tavşan beslemesi tarihsel gerçekliğe uygun değil belki ancak onun etten kemikten bir insan olarak derin acısını ve dinmek bilmeyen yoksunluğunu ifade eden ve filmin estetiğini ilk plandan duyuran dahiyane bir buluş.

Acısıyla kederiyle, neşesiyle sevinciyle, ihtirası ve zalimliğiyle insan ruhunu eşelemeyi sürdüren son Lanthimos▲ yapıtı, Olivia Colman (Anne), Rachel Weisz (Sarah) ve Emma Stone (Abigail)’den oluşan üçlünün birinci sınıf yorumlarıyla, kolay rastlanmayacak incelik ve hınzırlıkta bir başyapıt. Kaçırmayın.

(08 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Karanlık ile Aydınlık Arasında

Fransız sinemasının usta yönetmenlerinden Jacques Audiard’ın western türü bir hikâye ile karşımıza çıkması ne güzel bir sürpriz. Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve sinemacıya en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış olan ‘The Sisters Brothers / Sisters Biraderler’, Kanadalı yazar Patrick DeWitt’in 2011’de yayınlanmış ve birçok önemli edebiyat ödülüne aday gösterilmiş aynı adlı romanının sinema uyarlaması.

Film, 19. yüzyıl ortalarının Vahşi Batı’sında tetikçi iki kardeşin dehşetengiz hikâyesi üzerinden ilerliyor. Tekinsiz bir gece vakti, çevreye ölüm yağdırırken tanışıyoruz biraderlerle. Bir kulübeye sıkışmış hedefler art arda temizleniyor. Cesetler yerde boy boy sıralanırken, barutun ve cayır cayır yanan ahırın ateşi aydınlatıyor kapkaranlık geceyi. Alevler içinde bir at kırlara doğru süzülürken, Sisters Biraderler’in bir yaş büyük olanı Eli, mahsur kalmış diğer hayvanları kurtarmak için canı pahasına ahırın içine dalmaktan çekinmiyor.

Daha ilk sahneden iki kardeşin farklı karakterleri konusunda bilgi sahibi oluyoruz. Her ikisi de Oregon’da ikamet eden büyük patron Commodore’un emrinde çalışıyor, göz kırpmadan adam öldürüyorlar. Ancak, çok daha sert ve zalim olan, aldığı her işi heyecanlı bir av partisi olarak gören küçük kardeş Charlie için bir oyun gibidir kafa patlatmak. Sevdiği kızın hatıra olarak verdiği kırmızı şalı öpüp koklamadan uykuya dalmayan Eli ise içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun iflah olmaz bir romantiktir. Hayatını, yaptıklarını, varoluşunu sorgular sürekli.

Acımasız bir babanın elinde büyümüştür biraderler. Charlie’nin ifadesine göre vahşet arzusu ırsidir, zırdeli ve ayyaş babanın kanı akmaktadır damarlarında. Buna karşın, koşulların onları bu yola sürüklediğini düşünen Eli, daha huzurlu ve barışçıl bir hayatın umudunu taşımaktan kendini alıkoyamaz. Charlie’den kopamaz da. Ne denli farklı yapıda olsalar da, kardeştir onlar.

Yeni bir talimat doğrultusunda, su bazlı bir formül sayesinde nehrin dibine konuşlanmış altın tabakalarını bulup çıkaran kimyager maden arayıcısının izini sürmek üzere California’ya doğru yola çıkarlar. Patronun dedektifi, İngiliz aksanlı maceraperest John Morris’in verdiği bilgiler ışığında adamı yakalayıp, gerekirse işkenceyle formülü ele geçirmek üzere. Beklenmedik bir işbirliğine doğru yol alan kentli Morris ile idealist Warm’un, Sisters Biraderler ile nehir kıyısında karşılaşmaları, karanlık ile aydınlığın ezeli çatışmasını anımsatacaktır.

Projeye, filmde Eli rolünü canlandıran deneyimli aktör John C. Reilly ve yapımcı eşi Alison Dickey’nin önerisiyle katılmış Audiard. Amerika’daki doğal mekânlar yerine İspanya ve Romanya’nın geniş düzlüklerinde çektiği filminde, türü yeniden yorumlama gibi bir derdi yok Fransız yönetmenin. Vahşi Batı’nın kanunsuz yerleşim bölgeleri ve alabildiğine kanlı çatışma sahneleri eksik değil filminde. Ancak, bunun yanısıra ayrıntılı irdelenmiş karakterleri ve diyaloglarıyla varolmanın karanlığı ve aydınlığı üzerine kafa yorma fırsatı tanımış izleyicisine.

Bu farklı sularda gezinen Western’e Avrupalı yaratıcı sinema adamının dokunuşu hayli verimli olmuş. Öyle ya, vahşi kapitalizmin çağdaş suç imparatorlukları ile olan ilişkisi üzerine çok önemli şeyler söyleyen 2009 yapımı ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophète’de, 19 yaşındaki Arap delikanlının acımasız hapishane koşullarında büyüme ve güç kazanma öyküsünü anlatmış olan sinemacı, yine Kanadalı bir yazar olan Craig Davidson’un öyküsünden yola çıktığı 2012 yapımı ‘Pas ve Kemik / De Rouille et d’Os’ta, geçmişin yaralarının üzerine sünger çekmeye, hayata tutunmaya çalışan iki kayıp ruhun hikâyesi çerçevesinde, toplumun dışında kalmış, sınırlarda yaşayan figürleri gündeme getirmişti. Vahşi Batı hikâyesinde sadece yollar kesişmiyor, iki farklı dünya karşı karşıya geliyor. Kardeşine gönülden bağlı Eli, düşünü kurduğu farklı bir yaşam hayalini yeni tanıştığı insanlarla paylaşma fırsatı buluyor.

Atadan miras zalim Charlie ile ölen atı ardından gözyaşlarını tutamayan, diş fırçası ile imtihanında yeni bir dünya ile tanışan romantik Eli’yi, klasik westernin ana karakterlerinden farklı anti-kahramanlar olarak sunuyor film. Jaoquin Phoenix, ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin’in sessiz, sedasız, acımasız tetikçisinin ardından, aynı sertlikte ama bu defa fazla geveze Charlie yorumunda harikalar yaratıyor. Lakin filmin esas kozu güçlü ve kırılgan Eli’de hayatının rollerinden birine imza atmış olan John C. Reilly olmuş. Bu ikiliye, Morris’de Jake Gyllenhaal, Warm’da ‘The Night Of’ televizyon dizisiyle tanıdığımız Riz Ahmed gibi sağlam oyuncular eşlik ediyor. Görüntüler Gaspar Noé’nin filmlerinden hatırladığımız Benoît Debit, caz akorlarla beslenen müzikler ise tanınmış besteci Alexander Desplat’ya ait.

Sessiz sedasız gösterime giren bu güzel filmi kaçırmamanızı öğütlerim.

(07 Şubat 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Saraylar Birbirine Benzer (mi?)

Hayata bakışımızı toplamsal koşullar belirler. İnsan sosyal bir varlık olduğu için, birbirinden etkilenir. Kimi zaman doğru, kimi zaman yanlış olsa da bu psikolojik etki asla kaybolmaz. Ne zaman ki içinde bulunduğunuz ‘dar’ çevreyi değiştirirsiniz, o zaman önünüze yeni ufuklar açılır…

Bu, yaşamın her anında, her alanında, her zaman ve her koşul için geçerlidir. Şöyle bir bakın çevrenize, konuşun onlarla, birbirinizi ne denli etkilediğinizi şaşırarak fark edeceksiniz…

Sinemada da geçerli…

Küçük bir çevredeki sosyal ve siyasal etkileşim kadar toplumlar arasındaki ilişkiler de benzer birbirine… Esen rüzgârlar deniliyor, dünyanın bir ucunda olanları diğer bir ucuna taşırken etki denilen ‘şey’in önemini de vurgulayarak…

18. yüzyıl başlarında İngiltere’de yaşananları beyazperde üzerinden bize aktaran The Favourite -Sarayın Gözdesi- ile 21. yüzyıl başlarındaki ülkeler arasında hemen hiçbir fark olmadığını gösteriyor. Saray entrikalarının birbiri ardına sürdürüldüğü 18. yüzyıl İngiltere’si ile günümüz, var sayın ki Amerika Birleşik Devletleri, Suriye, Venezuela, Almanya, İngiltere hatta Türkiye’si arasında hiçbir fark olmadığını görmek, dünyaya ve yaşama bir kez daha bakmayı zorunlu kılıyor.

Yunan yönetmen Yórgos Lánthimos, çok güçlü ve bir o kadar da evrensel bir film çıkarmış. Aday olduğu, topladığı ödüller kanıtı… Üç kadın var filmde, üçü de güçlü, hırslı ve başarıya odaklı. Üç kadının üçü de gözünü budaktan sakınmıyor. Olaylar bu üç kadının çevresinde dönerken, siz beyazperdeye yansıyanlarla içinde bulunduğunuz toplumda yaşanan iktidar savaşını düşünüyorsunuz ister istemez…

İşte sinemanın başarısı…

Biri kraliçe, diğerleri de onun tahtına geçmek isteyen bu üç kadın ile tam da bugünlerde yeni bir seçime odaklanan Türkiye’nin siyasi liderleri arasında bir bağ kuracak ve filmden daha büyük keyifler alacaksınız. Gülecekseniz ki, bir yanıyla gerçekten komedi; umut edecekseniz, onu da bulacaksınız muhakkak The Favourite –Sarayın Gözdesi-’nde.

(07 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Gerçek Olan Her Şey Güzeldir

Son birkaç yıldır sürekli seçimle iç içe, buna da bağlı olarak kamplaşmış siyasi görüşlerle karşı karşıyayız… Birinin ak dediğine diğeri kara diyor, gerçek(çi) olsa bile. Siyaset böyle bir şey(miş) demek ki, çünkü Alman faşizmi de Sovyet Sosyalizmi de böyle bakıyor. Mesele bunun dışına çıkabilmek.

Sanatın gözü…

Yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck (Oscar kazanan “Başkalarının Hayatı” ile tanıyoruz), siyasetin ne denli katı kurallarla, sanatın ise alabildiğine özgür ve geniş açılı bakışı olduğunu işliyor “Never Look Away / Asla Gözlerini Kaçırma” filminde…

Bir başka nokta da, eğer başarılı (!) ve güçlü (!) biri olmaksa amacınız tek ayak üstünde kırk yalan ve/veya gizlilikle kendinizi korumanız gerekliliği… İşini çok iyi yapan, ama ırkçı ve katil olan Profesör Seeband, hayatı kendi istediği gibi ve düzeyde yaşayabilir; ancak kızı onu dinlemediğinde hata yapmış olmaz, aksine çok daha doğru yapmış olacaktır.

Çok yönlü bakış…

1930’larda başlayıp 1960’lara dek devam eden savaşı da içeren siyasal çalkantılarla dolu önemli bir süreci anlatan filmde sadece siyaset yok. Aşk da var, korumacılık da var, sanatın özgür ruhu da… Vurgulanması gereken dekorlar ile kostümlerin gerçekçiliği ve gücü… Oyuncular için de aynı. Yönetmen Donnersmarck’ın ne denli gerçekçi, ne denli titiz, ne denli ayrıntıcı olduğunu bir kez daha görüp hayran olmamak mümkün değil.

Faşist baskının özgür ruhlu gençleri nasıl “deli” (!) ettiğini, Hipokrat yemini etmiş bile olsa bir doktorun ne denli tutucu, ne denli ön yargılı, ne denli art niyetli, ne denli çirkin (!) olduğunu, fırsatını bulunca da neyi var neyi yoksa toplayıp kaçtığını izliyoruz. Belki yaşamın diğer alanlarında farklı olabilir, ama iş sanata gelince aynı çarpıklığı reel sosyalist iktidarda da görüyoruz. Burada bir ayraçla, akademideki öğretmenin öğrencilerinin işlerine bakmaması… Kendi resimlerini bile dersinde yakacak derecede sevmemesi, savaşta ölmemesini sağlayan ailenin “kocakarı ilaçları” ile oluşturduğu yapıtlar üretmesi… Kurt’un istediğini veremediği resimlerini bozması, yeniden yeniden arayışlarla kendi çizgisini bulma çabası sanatın ve sanatçının gücünü, altını kalın çizgilerle çizerek vurguluyor.

Bir başka bakışla…

Profesörün kızı Ellie’nin yaşadıkları da bir başka dram… O açıdan baktığımızda annenin alabildiğine duygusal yaklaşımıyla “doğru”yu bulmasına karşın babanın ırkçı ve tutucu yanlışını karşılaştırma izni veriyor film biz izleyicilere.

Yaşamdan mutluluk süzen ve ilerisi için umut veren, ama istemediği bir şeyi yaptırdıkları için -aslında kendine- kızgınlığının sonucu olarak kendini yaralayan teyzenin toplama kampına ölüme gönderilmesi, faşist anlayışın kadına bakışının bir göstergesi… Kusursuz Alman ırkını hedefleyen Nazilerin hasta ve engelli herkesi kamplara toplayıp gaz odalarında öldürmeleri; kendine kusursuz insan diyenlerin, izleyeni insanlığından utandıran yaklaşımı… Küçük Kurt, teyzesini unut(a)mıyor, resimlerine yansıyor o anılar. Profesörün resmiyle kolaj oluşturması ise Kurt’un izleğini belirliyor.

Sansüre hayır!

Her filmden bir ders almak gerekir mi, bilmiyorum. Ama bu film bizim ülkemizde de yaşanan sanatın engellenmesinin, sansüre uğramasının önüne geçmek için bir kıvılcım olabilir. Hele de yine yeniden bir seçim arifesinde…

(04 Şubat 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com