Kategori arşivi: Yazılar

Toksik Erkekliğin Anatomisi

Erkek egemen dünyalarda direnişini sürdüren kadın karakterler üzerine filmleriyle tanıdığımız, 1993 yapımı ünlü ‘Piano’nun yaratıcısı Jane Campion 12 yıl aradan sonra çektiği ilk uzun metraj sinema yapıtı ‘Köpeğin Pençesi / The Power of The Dog’da erkeklik olgusunun karanlık dehlizlerine inmeyi deniyor.

Thomas Savage’ın 1967’de yayımlanmış aynı adlı kült romanından yola çıkan film, Amerikan edebiyatının belki de en tekinsiz erkek karakterinin hikâyesi üzerinden ilerliyor. 1925 yılı Montana’sında yörenin en büyük çiftliklerinden birinin sahibi olan Burbank kardeşlerin büyüğü Phil, tüm sertliği ile kontrolü elinde bulunduran ailenin baskın bireyi. Kardeşi papyonlu George’un daha uyumlu ve medeni tavırlarına karşın, Phil soyu tükenmekte olan yalnız kovboy geleneğinin son temsilcilerinden biri. Taban tabana zıt olmalarına karşın, kırklı yaşlarına adım attıkları halde aynı yatak odasını paylaşmayı sürdüren iki kardeş arasında derin bir bağ mevcut.

Phil katıdır, disiplinlidir, tüm tavırlarıyla sapına kadar erkektir. At biner, kement atar, ham deriden halat örer. Çıplak elle boğaları kısırlaştırır, güçsüzlere tahammülü yoktur. Sürünün nakli sırasında kaldıkları küçük otelin içe dönük sahibesi Rose ile feminen tavırlı 16 yaşındaki oğlu, onun küstahlığından nasibini alacak, alaya aldığı annesinin yardımcısı oğlanın yemek masasını süslediği kağıttan çiçeği ile sigarasını ateşleyecektir. George’un gözyaşlarına dayanamadığı genç kadın ile beklenmedik evliliği ise despot kovboyun baskın düzenini bozacaktır.

Çiftlik evinde yeni geline psikolojik baskı uygular Phil. İki kardeş ve Rose arasında gelişmesi beklenen çatışma üçgeni ise Peter’ın yaz tatili için çiftliğe yerleşmesiyle farklı bir yöne evrilir. Phil ile genç çocuk arasındaki beklenmedik bir yakınlaşma doğduğunda, erkekliğin sarp yollarında zalim ile kurban yer değiştirirken, kalın zırhın ardına gizlenmiş saklı arzular su yüzüne çıkmaya başlar.

Roman/film adını bir İncil mezmurundan alıyor. Çarmıha gerilmiş İsa peygamber için yazılmış ‘Ama sen, ya Rab, uzak durma / Ey gücüm benim yardımıma koş! / Canımı kılıçtan / Biricik hayatımı köpeğin pençesinden kurtar!’ dizelerinden. Savage’ın romanı çok boyutlu. 60’lı yıllar bağımsız Amerikan yapımlarına ilham vermiş revizyonist Western kaynaklı metinlerle akrabalığı var. Yitip giden bir dünyanın son temsilcileri olan kovboylar ile demiryolu ve otomobillerle uçsuz bucaksız kırsalın şehre bağlandığı gelişmekte olan yeni kapitalist düzenin çatışmasını aktaran güzelim Sam Peckinpah ya da Arthur Penn filmlerini hatırlatan. Campion bu kapsamlı romandan özenle seçtiği bölümlerle özgün eserin kapsama alanını sınırlamış. Dört ana karakter üzerinde yoğunlaşarak tansiyonu hayli yüksek bir psikolojik dramı yeğlemiş. Bu süreçte George ve Rose karakterlerinden epeyi sahne çalmış, esas meseleyi Phil ile Peter arasında konumlayarak ‘toksik erkekliğin anatomisi’ne girişmiş.

Campion filmin adındaki karşı konulmaz gücü ‘dizginlenemeyen arzular’, ‘bastırılanın, inkâr edilenin zincirlerinden boşalması’ olarak yorumluyor. Phil ile kendi gençliğini gördüğü toy Peter arasında gelişen homoerotik yakınlaşma erkekliğin kırılgan zemini üzerine sürprizli bir Campion satrancına, elektrik yüklü bir kedi fare oyununa evriliyor. Yönetmen dönem ayrıntılarını, yan karakterleri, ana karakterlerin geçmişlerini ya atlıyor ya da kısa geçiyor ve onların yerine yeni sahneler ilave ederek çıplak arzuyu tüm kırılganlığıyla teşhir etme yolundan ilerliyor.

1920’ler Orta Batı Amerikan kırsalı Yeni Zelanda düzlüklerinde hayata geçirilmiş. Ari Vegner’in kızıl kahve tonların hakim olduğu geniş perde kadrajları hayranlık uyandırıcı. Çağdaş sinemanın en yetenekli oyuncularından Benedict Cumberbatch büyük bir özveriyle kuşandığı sert kabuğunun altında kırılgan ve yetenekli Phil’de belki de ilk Oscar’ını alacağı müthiş performansına soyunmuş. Genç oyuncu Kodi Smit-McPhee narin ve acımasız Peter’da sınırlı deneyimine karşın son derece başarılı. Gerçek yaşamda birlikteliklerini sürdüren Kirsten Dunst ve Jess Plemons’un dar alanlarındaki kısa paslaşmaları etkileyici. Campion’un büyüleyici atmosfer çalışmasını, leziz yemeği öne çıkaran harika bir sos kıvamında destekleyen –yine Oscar’a değer bulduğum- Jonny Greenwood imzalı müzikler de öyle. Film halen finansörlüğünü üstlenen Netflix platformunda izlenebiliyor. Ülkemizde prömiyerini yaptığı Filmekimi gösterimlerinin ertesinde, görkemli geniş perde formatıyla sinema salonlarına da uğrayabilseydi keşke.

(25 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Dirilmiş mi?: Matrix Resurrections

Sinema çok yönlü bir sanat; bir düş dünyası ve o düşleri insanlara taşıyabilmek için çok yönlü ve çok katmanlı anlatıma ihtiyacı var. Tabii, bunun için mitolojiden antropolojiye, sosyolojiden ekonomiye, matematikten fiziğe, tarihten bilimin bile anlatmakta güçlük çektiği alanlara kadar her şeyi bilmek (tabii ki tamamıyla bilmek mümkün değil, ama) üzerine okumak gerek. Bunca çabanın karşılığı da alınabilir muhakkak.

Her yıl onca film çekiliyor, bir kısmı gişe yapmıyor bir kısmı ise haftalarca gösterimde kalıyor, izleyicinin gönlüne taht kuruyor ve asla unutulmuyor. Hepsinin temelinde, yukarıda değindiğimiz o çaba yatıyor.

Yapımcılar, yönetmenler ve/veya oyuncular da etkilendikleri konuları çekmek istiyor muhakkak ki. Çektikleri filmlerin devamını getirmek ise bir başka düş ve tabii, ne denli etkilendiklerinin kanıtı.

Bir kez daha Matrix

Etkilenmemek mümkün mü? Yirmi yıl önce öyküsüyle, felsefesiyle, çekim teknikleriyle çığır açan (bir anlamda yeni binyılı karşılayan) Matrix, daha ilk günden kült film oldu. Onlarca alıntı, esinlenme hatta uyarlama ile birçok filmde karşımıza çıktı. Gündelik yaşam ile akıllarda (veya duygularla) yaşanan arasında kalan insanların kafalarında oluşan kasap çengeli örneği kocaman soru işaretleri Matrix’in çıkış noktası. Müthiş bir felsefe, müthiş bir teknik, müthiş oyunculuklar…

Bunca müthiş bir araya gelince unutulmaması da doğal. Aynı etkiyi yine yeniden oluşturma hevesi de doğal. Peki, düşlerin yıkılması, o doğal mı? Yok, o kadar da değil, yani olmamalı.

Matrix’in unutulmazlığını sağlayan o temel felsefesi, aslına bakarsanız noktalanmıştı. Öyküyü oluştururken ucunu açık bırakırsanız ne âlâ, ama bitirirseniz devamını getirmek çok da kolay değil. İçinizde giderek yükselen o dalgayla olabileceğini (tabii, gelişen teknolojinin de yardımını unutmamak gerekir) düşünüyorsunuz, ama “niye” sorusunun yanıtını kendinize bile veremediğiniz zaman o tadı bulabilmeniz pek de kolay değil.
Sözün kısası, Matrix “resurrection” olamadı.

İki buçuk saatin nasıl geçtiğini anlayamadığınız sürükleyicilikle sıkı bir film Matrix’in dördüncü versiyonu. Seyirlik film olarak baktığınızda her şey dört dörtlük, önerilir her zaman. Diriliş anlamına gelen “resurrection” Türkçeye “Aslına Dönüş” olarak çevrilmiş… İzleyici olarak merak ettiriyor, heyecan duymamızı sağlıyor. İlk filmlerden kalan felsefesiyle hızlı giriyor ve daha ilk kareden izleyiciyi içine çekiyor… Ama daha öncekilerin üzerine ne koyduğuna gelince… işte orası yine yeniden kasap çengeli misali kocaman sorular…

Matrix Resurrections (Fütüristik Drama, Aksiyon); Yönetmen: Lana Wachowski; Senaryo: David Mitchell, Aleksandar Hemon, Lana Wachowski; Oyuncular: Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss, Yahya Abdul-Mateen II, Jessica Henwick, Jonathan Groff, Neil Patrick Harris… 24 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(24 Aralık 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Çocuklar Yıkıcı Bir Sorumluluktur

Bizde ‘Karanlık Kız’ adıyla gösterime giren ‘The Lost Daughter’ kaybolan bir kız çocuğunun öyküsünden hareketle annelik kavramını tartışmaya açıyor. Bir Yunan sahilinde tek başına kafa dinlemeye gelen edebiyat profesörü Leda’nın kitapları ve notları ile baş başa kaldığı ıssız plaj keyfi, kalabalık bir ailenin çıkagelmesiyle bozuluyor. Önceleri etrafındaki gürültüden rahatsız olan orta yaşlı kadın çevresini gözlem altına aldığında, aileden genç bir kadının küçük yaşlardaki kız çocuğu ile gönülsüz ilişkisine tanıklığı ona yıllar önce kendi kızları ile yaşadıklarını hatırlatıyor. Leda için yaz kaçamağı bundan böyle geçmişi ile hesaplaşma ve yaptığı seçimleri sorgulama sürecine dönüşecektir.

Maggie Gyllenhaal’un yazıp yönettiği yapım, çok başarılı bir ilk film olarak dikkat çekiyor. Amerikalı usta oyuncunun kamera arkasına geçtiği ilk çalışmasında, Elena Ferrante takma adıyla bilinen hayranlık beslediği gizemli İtalyan romancısının 2006 yılında yayımlanmış ‘La Figlia Oscura / Kayıp Kız Çocuğu’ adlı kısa romanından yola çıkmış. Ferrante’nin onayıyla öyküyü İngilizce diline taşımış, ve nihayetinde Leda rolü için Olivia Colman ile anlaştığında ana karakterinin İngiliz bir akademisyen olması kesinleşmiş.

Hangi dilde olursa olsun ya da hangi diyarda geçerse geçsin son derece yakıcı bir meseleye dokunuyor film. Leda’nın filmin başlarında genç anne Nina’ya söylediği gibi ‘ebeveyn olmak yıkıcı bir sorumluluğu’ beraberinde getiriyor. Bir bebeği kucağına almak anne için büyük bir mutluluk vadediyor belki ancak çocuğun büyüme sürecinde yaşanan yoğun özveri giderek bıktırıcı ve engelleyici bir sürece dönüştüğünde, birinci sorumlu anneler kapana kısıldıklarını ve özgürlüklerini yitirdikleri duygusuna kapılıyor.

Oysa toplumsal olarak anneler hep fedakârlık timsali olarak gösterilegelmiştir. Sözgelimi bizde de çok kullanılan ‘cennet annelerin ayağı altındadır’ yakıştırması buna işaret eder. Ancak Leda’nın engellenemeyen edebi kariyer tutkusu, karizmatik yazar ile arasında gelişen karşı konulmaz cinsel çekimle kaynaştığında gözü küçük yaşlardaki kız çocuklarını görecek midir. Ya da Nina’nın yakışıklı mafya bozuntusu kocası ve küçük kızı ile çok mutlu olduğu düşündüğü konforlu hayatı taze romantik ve cinsel bir heyecanla sarsıldığında bu geçici bir şey, bir depresyon işareti olarak mı algılanmalıdır. Leda’ya göre hiçbir şey geçici olmayacak, yaşanması gereken yaşanacaktır. Bebeklerle büyütülmüş kızlara toplumun biçtiği rol çözülürken geçmişe dönük hüzünler devreye girecek, üzülecek belki, ama hayat kurallara kanunlara sığmayacaktır.

Venedik Film Festivali’nden en iyi senaryo ödüllü Gyllenhaal can alıcı sorular soruyor. Hiçbir karakterini yargılamıyor. Olivia Colman denen olağanüstü yaratık bakışları, mimikleri ve tüm bedeniyle Leda’nın seçimlerini, kararlarını, pişmanlıklarını, hüzünlerini sevinçlerini ustaca yorumluyor. Bugünü ve geçmişi ustaca kurguladığı geriye dönüşlerle aktaran Gyllenhaal yönetmenlik kumaşıyla övgüyü hak ederken, Leda’nın gençliğini West End’de sahnelenmeye başlayan yeni versiyon ‘Cabaret’de Sally Bowles olarak yer alan İrlanda asıllı şarkıcı / oyuncu Jessie Buckley canlandırıyor.

(18 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir Rus Kâbusu

20 aylık ev hapsinin ardından sınırlı özgürlüğüne kavuşan Kirill Serebrennikov bu hafta bizde de gösterime giren ‘Petrov Grip Oldu / Petrovy v Grippe’ ile setlere dönüş yaptı. Ama ne dönüş dedirten tekinsiz bir gece yolcuğu ile. Putin yönetiminin mahkûm ettiği ve filmin ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali’ne sürmekte olan yurtdışı yasağı nedeniyle bir kez daha katılamayan muhalif sinemacının, çağdaş Rus edebiyatının önemli yazarlarından Alexey Salnikov’un ödüllü romanından uyarladığı filmi, ekonomik zorluklar içinde yaşayan ahlâken çökmüş Sovyet dönemi sonrası Rus toplumunu neşter altına yatırırken, ana metnin gerçeküstücü atmosferinde izleyicisini karanlık bir maceranın içine sürüklüyor. Balık istifi otobüsün içinde evine ulaşmaya çalışan Petrov’un yüzümüze yüzümüze öksürdüğü (film Covid dönemi öncesinde çekilmiş) görüntülerle açılıyor film. Genç adam hastalığın etkisiyle sağa sola yalpalarken çevresini sarmış hoşnutsuz yolcular içinde yaşadıkları sefil düzenden şikayetlerini sıralamaktadır. Dışarda hava buz gibidir. Yağan karın altında arkadaşları ile buluşan genç adam kabus dolu düşlerle renkli çocukluk anılarının birbirine karıştığı tuhaf gece yolculuğunun henüz başındadır.

Rus yönetmen gündüzlerini mahkeme kapısında tüketirken filmini gece vakitlerinde çekmiş. Bu da karanlık ve gerçeküstücü unsurların üstüste yığılmış olduğu anlatı için çok uygun bir seçim. Gün içinde araba tamirciliği yaparken geceleri çizgi roman yazarlığını sürdüren Petrov trajikomik düşlerinde zengin Rusları kurşuna dizen bir infaz mangasına katılıyor. Cenaze arabasındaki içkili alem sonrasında takım elbiseli mevta ortadan kayboluyor. Eserlerini yayınlatamayan yazar dostunun intiharına yardımcı oluyor. Kütüphane görevlisi olarak çalışan ayrıldığı karısı bir şiir okuma gecesinde terbiyesizleşen erkek katılımcıyı süper gücüyle öldüresiye pataklıyor, daha sonra peşine takılan erkekleri ortadan kaldıran bir seri katile dönüşüyor vs.

2016 yapımı dehşetengiz ‘Öğrenci / M’Uchenik’ ile köktendinci Hristiyan gencin toplumun uygun damarını okşadığında ne denli ileri gidebileceğini ibretle yüzümüze çarpmış olan Serebrennikov ev hapsi öncesinde tamamladığı ‘Yaz / Leto’da Perestroyka öncesi dönemde kıstırılmış Sovyet rock gruplarının coşkulu ve hüzünlü özgürlük çığlıklarını dile getirmişti. Petrov’un öyküsünün son bölümünde bu kez 70’li yılların başlarına kendi çocukluk yılarına dönüş yapıyor. Genç çizerin çok da parlak olmayan küçüklük anılarını çocukluğun coşkusu hatırına renkli olarak perdeye aktarırken, para kazanmak için Noel partisinde çocukları eğlendiren oyuncu çiftin hikâyesinde siyah-beyaz’a dönmeyi seçiyor.

‘Petrov Grip Oldu’ çok başarılı bir metinden yola çıkan görsel işitsel müthiş bir serüven. Metne adını veren ana karakteri tiyatro yönetmeni olarak da tanınmış Semyon Serzin’in yorumladığı yapımda, Serebrennikov’un değişmez görüntü yönetmeni Vladislav Opelyants harika bir iş çıkartmış. Zincirlerinden boşalmış bu Rus kabusunun deli ruhunu tamamlayan final jeneriğindeki coşkun metal rock parçasının sonunu getirmeden salondan ayrılmamanızı özellikle öneriyorum.

(14 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

West Side Story Sonsuza Dek

‘Batı Yakasının Hikayesi / West Side Story’ Amerikan müzikalinde bir dönüm noktasıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük bir ekonomik canlanma sürecine giren ABD’nin yeniden yapılanma sürecinde sosyoekonomik değişimin müzikale yansıdığı önemli bir örnektir. New York’ta bugün varlıklı kesimin ikamet ettiği Upper West bölgesinde göçmenlerin yaşadığı 50’li yıllarda, Doğu Avrupa kökenliler ile anavatanlarındaki savaş ve fakirlikten kaçmış San Juan’lı hırslı atak Porto Riko’lular arasındaki paylaşım savaşı üzerinedir olan bitenler. Ülkenin eski yabancılarının yoksul mahallelerini yeni yabancılarla paylaşamama kavgasıdır söz konusu olan.

Sosyal gerçeklik müzikalin dünyasına taşınırken hikâyeyi ‘Romeo ve Juliet’ tragedyası üzerinden New York’un yoksul mahallerine aktarma fikri dönemin ünlü koreografı Jerome Robbins’den gelmiş. Montague’ler köşeyi dönememiş Slav göçmenlere, Capulet’ler Latinlere dönüşmüş. Leonard Berstein müziği bestelemiş, yeni versiyonun galasından kısa bir süre önce gözlerini hayata yuman o dönemin gencecik Stephen Sondheim’ı sözleri yazmış. 1957 yılında ilk kez sahnelenen müzikal büyük ilgi görmüş, 1961 yılında 10 dalda Oscar ödülüne layık görülen Robert Wise imzalı sinema filmi ortalığı birbirine katmıştır.

Ülkemize 1964 yılında gelen ve Emek Sineması’nın 70 mm stereofonik düzeninde tam 12 hafta kapalı gişe oynamış olan efsanevi klasiğin tam 60 yıl sonra yeniden gündeme gelişi, filmi Emek’in büyüleyici atmosferinde izlemiş benim de aralarında bulunduğum kuşaklar için heyecan verici kuşkusuz. Yeniden çevrimin temel nedeni bugün 75 yaşında olan sinemanın usta büyücülerinden Steven Spielberg’in bu müzikale olan derin tutkusuymuş. Amcamın yurt dışından getirdiği filmin çift kapaklı albümünü evire çevire dinlemiş, şarkıları ezberlemeye çalışmış biri olarak ‘West Side Story’ benim de çocukluğumdur, bu açıdan Spielberg’in esere derin bağlılığını çok iyi anlıyorum. 8 yaşındayken babamın elimden tutup götürdüğü Emek Sineması’nın balkonundaki ilk izleyişim, beni sinemanın büyüsü ile tanıştıran ilk önemli deneyimim olarak kişisel tarihimde yerini alır. Yoğun duygularla izlediğim yeni çevrimin ilk bir saatinde gözyaşlarımı tutamayışımı normal karşılayın lütfen.

Nostaljik duygusallıktan ve anıların büyüsünden uzaklaştığımızda, Spielberg’in temel çabasının hikâyenin geçtiği dönemin sosyal gerçekliğini vurgulamak olduğunu görüyoruz. New York’un üst batı yakası bir kentsel dönüşüm alanıdır. Eski harap binalar dev bir yıkım topunun altında kentsel temizliği (!) beklemektedir. Yerine varlıklı insanların oturacağı şık binalar, alışveriş mağazaları açılacaktır. Bugün New York’u ziyaret eden her sanatseverin tavaf etmeye koştuğu ünlü Metropolitan Operası’nın da içinde bulunduğu görkemli sahne sanatları sarayı Lincoln Center’ın inşaatını haberleyen panolar ilk karelerde dikkatimizi çeker. Çevredeki salaş evlerini boşaltmak isteyen yoksul göçmenlerin itirazını ise pek dinleyen yoktur. Bu toz duman arasında değişik kökenli yeni yetme gençler neyin peşindedir. Taş taş üstüne yıkım alanlarında itişip kakışmaları çok yakında tamamıyla yıkılıp gidecek mezbeleliklerinden başka ne içindir. Spielberg işsiz güçsüz alkolik beyazların amaçsız çocuklarıyla Amerika’nın fatihi olmaya gelmiş yanık tenli hispaniklerin boşa kürek çatışmalarını hüzünle anlatmayı deniyor.

Deneyimli sinemacı 1961 yapımına saygı duymakla birlikte, otantik yaklaşımı ön plana çıkarmış. Orijinal yapımda Rita Moreno haricinde tenleri makyajla karartılmış beyaz oyuncuların yer aldığı Porto Rikolu karakterlerin tümünü bu kez Latin kökenlilerden seçmiş. Esmer tenli hispanikler kendi aralarında sıklıkla İspanyolca konuşuyor ve Spielberg bunları İngilizce alt yazı ile vermeyi reddediyor. Bu da ülkeyi kasıp kavuran ırk ayrımına karşı onun duruşu ve bugün Latin kökenliler ülke nüfusunun beşte birini oluşturduğu için ABD’nin çifte dilli bir ulus olduğunun bu şekilde altını çizmek istemiş.

Usta sinemacı ana karakterlerin çaresizce ortalarda dolanan genç çocuklardan oluştuğunu vurgulamak niyetinden yola çıkarak oyuncuların yaş ortalamasını hayli düşük tutmuş. Maria’yı canlandırmak için 30 bin kişi arasından seçilen, anne tarafından Kolombiyalı 20 yaşındaki Rachel Zegler ile Tony ya da orijinal haliyle Anton’da, ‘Uyumsuz / Divergent’ serisinde oynamış şarkıcı oyuncu genç yetenek Ansel Elgort’un müzikalin ‘Maria’, ‘Tonight’ ya da ‘Somewhere’ gibi harikulade şarkılarındaki ses uyumu dikkat çekiyor. Ünlü ‘America’ şarkısının ateşli Anita’sı Ariana Debose daha önce ‘Summer: The Donna Summer Musical’deki ana karakter yorumuyla Tony ödülüne aday olmuş. Ana kastın belki de en tanınmış oyuncusu Montreal Ballet Theatre’da yetişmiş, 15 yaşında ‘Billy Elliot’ müzikaliyle Tony ödülünü kazanan en genç oyunculardan biri olmuş, şimdilerde ‘American Rust’ dizisindeki kırılgan Isaac yorumuyla ses getiren, adını ilerde sıkça duyacağımızı düşündüğüm usta dansçı oyuncu David Alvarez. Usta balet bu defa çok farklı bir kompozisyonda, yoksulluktan yırtma umuduyla boks sevdasına tutunmuş Bernardo’da parlıyor, sokaklara taşmış çok renkli ‘America’ performansında Anita ve diğer Latin kadro ile tam anlamıyla döktürüyor.

Klasik versiyondan farklı olarak Chino karakterini geliştiren yeni senaryo, Josh Andrés Rivera adındaki yeni bir yeteneği haberliyor. 2021 model ‘West Side Story’nin bir güzel sürprizi de orijinal yapımın unutulmaz Anita’sı Rita Moreno’nun varlığı. Filmin yapımcılarından biri olan 90 yaşındaki deneyimli oyuncu için yeni bir karakter yazılmış. Orijinal yapımdaki gringo Duck’ın dul eşi Valentina, semtin başıboş çocuklarına sahip çıkan onları beladan korumaya çalışan bilge dükkan sahibi olarak devleşirken, ‘Tonight’ beşlisine sesiyle katılarak sevenlerini mest ediyor.

Yeni versiyonun ustalıklı senaryosu, Spielberg’in daha önce ‘Münih’ ve ‘Lincoln’de çalıştığı ‘Angels in America’nın usta oyun yazarı Tony Kurshner’in elinden çıkma. Orijinal koreografiyi daha da ateşlemeye özen gösteren Tony ödüllü Justin Peck’in sokakları inleten dans sekansları ile gerçekçi dövüş sahneleri ve Spielberg’in değişmez görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’nin yıkıntılar arasındaki mücadele ile hazin aşk hikâyesini buluşturan enfes görüntü çalışması filmin önemli artılarından.

Spielberg filmini babasına armağan etmiş. Ben de izninizle beni küçücük yaşımda sinemanın büyüsüyle buluşturmuş sevgili annemin ve babamın güzel anısına ithaf etmek istiyorum bu yazıyı.

(13 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Deliliğin Sınırında Satranç

‘Satranç / Schachnovelle’ Stefan Zweig’ın karısıyla birlikte intiharından hemen önce 1942’de Brezilya’da yayımladığı vasiyet eseridir. Bu uzun öykü Nazi zulmünün egemenliğine direnemeyen ve mat edilen Avrupalı özgürlüğünün son çığlığıdır. Alman sinemacı Philipp Stölzl, edebiyat dünyasının bu sevilen özgün metninden yola çıkarak aynı adla uyarladığı ve haftanın sürprizi olarak sinemalarımıza uğrayan filminde satrancı bir direniş umudu olarak yorumlamayı seçmiş.

Kısa öyküde Dr. B olarak anılan noter Josef Bartok Avusturya sosyetesinin tanınmış isimlerindendir. Saldırganlığı gün geçtikçe artan Nazi tehlikesini fazla önemsemez önceleri. ‘Viyana’da dans sürdükçe dünyanın sonu gelmeyecektir’ onun deyişiyle. Avusturyalı soyluların ülke dışındaki mal varlıklarını gizlice yönettiği ortaya çıktığında, işgalin başladığı gece peşindeki gestoponun elinden kurtulamayacaktır. Bundan sonrası malûm. Kibirli avukat ünlü Métropole Oteli’ne götürülecek, varlıklı müşterilerinin hesap şifrelerini açıklayana dek tek göz odada hapis edilecektir. Sorgu seansları haricinde kimse ile konuşmasına izin verilmeyen, yaşamla tüm ilişiği kesilmiş bir biçimde psikolojik baskıya maruz bırakılan Bartok aylar süren yalnızlığı ve çaresizliğini bir kargaşa esnasında aşırdığı kitap sayesinde aşmayı deneyecektir. Eski haşmetini çoktan yitirmiş Bartok ele geçirdiği küçük ebattaki kitabın, şampiyonların tarihi oyunlarının yer aldığı bir satranç albümü olduğunu gördüğünde önce büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak, daha sonra delicesine sarıldığı satranç tutkusu ona özgürlüğün kapısını aralayacaktır.

Stölzl’nin uyarlamasında Bartok, Zweig’ın metninden farklı olarak, muhayelesinde paralel bir evren yaratmak suretiyle baskıya direnmeyi deniyor. Açılış sahnesinde gördüğümüz Rotterdam’dan New York’a hareket eden gemi noterin zihninde oluşmuş bir kaçış aracından başka bir şey değildir. Kapatıldığı otel odası ile köhne gemi kamarası aynı 402 numarayı taşımaktadır. Balo gecesi evrakları yakmak üzere bürosuna döndüğünde ayrıldığı karısı ile yine bu düşsel gemide buluşabilecektir. Psikolojik baskının daha da şiddetlendiği ilerleyen aylarda hayatına giren satranç tutkusu onun direncini besleyecek, deliliğin sınırlarında gestapo komutanı ve dünya satranç şampiyonu Czentovic’e kafa tutacaktır.

Alman sinemacı gerçek ile düş, direniş ile delilik arasındaki geçişken dünyaları mükemmel kurgulamış. Hikâyeyi uzun süren savaştan sonra evine dönmek için denizleri aşmak zorunda kalan Odysseus’un serüveni ile özdeşleştirmiş, tükenmenin güncesini tutan metinden hareketle, Zweig’ın ‘Herşeye rağmen ruhun yenilmezliğine inancı kararlılıkla sürdürmek bugün bizim elimizde’ sözlerinin doğrultusunda baskıya karşı direnişi yüceltmiş. Geçtiğimiz yıl ‘Yaramaz Çocuk / Enfant Terrible’de Alman sinemasının aykırı yönetmeni Rainer Werner Fassbinder’i başarıyla canlandırmış olan Oliver Masucci’nin zaman ve mekânın kaybolduğu Bartok’un zirveden dibe iniş sürecindeki etkileyici performansından sonuna dek yararlanmış.

(12 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Batı Yakasının Hikayesi: Hayata Yansıyan Müzikal

Sokakları ele geçirmeye çalışan, farklı kökenlere dayalı iki çetenin çatışması diye bir cümlede özetlenirse “Batı Yakasının Hikayesi” ya izlenmemiştir ya da bilinçli olarak gizlenmeye çalışılıyordur.

Kitap olarak basıldığı, film olarak çekildiği, müzikal olarak sahnelendiği ilk günden bu yana hep gündemde, hep ilgi odağı ve hep beğenilen bir yapıt/m olmuş dramatik bir öykü “Batı Yakasının Hikayesi”.

Gerek çeteler içindeki düşünce yaklaşımı gerekse danslarla desteklenmiş müzikler hepsini unutulmazlar arasına sokmuş. Sahi, bütün uyarlamalarının da çok olumlu karşılandığını söyleyebilirim (genç arkadaşlar lise sıralarında bile sahneledi, çok beğenildi).

Aynı senaryo, farklı sonuç…

İnsanı içine çeken müzikle birlikte muhteşem danslarla insanı büyüleyen bu müzikal, aynı zamanda çok büyük bir dramı anlatıyor. Farklı ülkelerden farklı zamanlarda göçmüş toplulukların sokakları zapt etme, buna da bağlı olarak egemenlik savaşları aslına bakarsanız. Tümüyle göçmenlerden oluşan (Yerlileri yok ettikleri için) ABD’de üstünlük savaşları bir yanıyla milliyetçi bir yanıyla da sınıfsaldır aynı zamanda.

1961’de, Robert Wise’ın çektiği ve deyim yerindeyse ortada ödül (10 Oscar kazanmış) bırakmayan filmin üzerine yeni bir uyarlamasının (şimdilerde remake deniyor, tekrar yapım) yapılmasını kimse beklemiyordu doğrusu. Hatta Spielberg’in neden ve niye bu filmi çekmeye soyunduğu da tartışılıyordu.

Şunu unutmamak gerekir: Aynı senaryoyu beş ayrı yönetmene verin, beş ayrı film çıkar. Sinemacıların ‘bir mıh gibi akıllarına çaktığı’ bu sözün gereğini yerine getirmiş Steven Spielberg’in çektiği “Batı Yakasının Hikayesi”.

İlk sahneden, daha ilk dakikalardan farkını koymuş ortaya Spielberg, ırkçılık karşıtı bir film çekmiş. Amerika’ya önceden göçen Polonya asıllılar (Jetler) ile daha sonra gelen (ve hâlâ kendi dillerini, İngilizceyi ise aksanlı konuşan) Porto Rikolular (Köpekbalıkları) önce okulun, ardından sokakların, tabii en sonunda da kentin ve giderek ülkenin egemeni olma mücadelesi veriyorlar.

Leonard Bernstein’in izleyiciyi sarıp sarmalayan olağanüstü müziği, Janusz Kaminski’nin muhteşem görüntüleri, hepsinin üzerinde Steven Spielberg’in deha yönetmenliği buluşunca ve dahası daha önceki yorumlarda arka plana itilen toplumsal ve/veya sınıfsal mesaj da öne çıkarılınca filmi içer gibi, uçar gibi büyük bir keyifle izliyorsunuz.

Romeo ile Juliet

Konu biliniyor… İki çetenin birinin lideri olan Tony ile diğer çetenin liderinin kız kardeşi Maria birbirlerine gönül düşürür. Sinemanın da temelinde yatan en belirgin öyküleme temasıdır bu; sonrasını istediğiniz gibi kurarsınız. Shakespeare, Romeo ve Juliet olarak kurmuş ve bütün “imkansız” aşk filmlerinin atası olmuş. O zaman, modern Romeo ve Juliet diyebiliriz bu New York’un yenilenme döneminde yaşananları anlatan filme. Savaş sonrasıdır, her şey gibi kent de yenilenmektedir. Bu yenilenmeden güçlü çıkmak isteyen çetelerin savaşı, bir boyutuyla da barış çağrısıdır.

Spielberg Usta’nın ne denli titiz ve dikkatli olduğunu (bunca filmini izledikten sonra artık ezbere) biliyoruz. Kamerasını koyacağı yeri saptadıktan sonra en arkadaki, trafik yapan figürana bile mizansen veren Usta, sadece görüntüsüyle değil sinema dili ve verdiği mesajla da doruğa çıkıyor. Günümüzün en belirgin sorunlarından biri olan göçler ve ötekileştirme, “Batı Yakasının Hikayesi”nde, filmi taşıyan temel güç. Her ne kadar filmde artık yerleşmiş (ve bizdeki gibi köyüne dönme hevesini asla kaybetmeyen) olsalar da göçmenlik günümüzün sorunlarıyla koşutluk içinde…

Filmi büyük bir keyifle izlediğim, çok mutlu olduğum, hatta Robert Wise’ın unutulmaz yorumundan daha da çok sevdiğim için herkesin izlemesini istiyorum. 2 saat 33 dakikalık filmi her izleyenin ırkçılık ve tabii ki göçmenlik sorununa daha farklı bir pencere açıp bakacağına da inanıyorum.

Batı Yakasının Hikayesi (West Side Story) (Müzikal, Drama); Yönetmen: Steven Spielberg; Senaryo: Tony Kushner; Oyuncular: Ansel Elgort, Rachel Zegler, Ariana DeBose, David Alvarez, Mike Faist, Josh Andrés Rivera, Ana Isabelle, Corey Stoll, Brian d’Arcy James… 10 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(09 Aralık 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Wes Anderson’dan Sevgilerle

Çağdaş sinemanın ayrıksı yaratıcılarından Wes Anderson filmlerini tek bir karesinden tanırız. 2014 yapımı ‘Büyük Budapeşte Oteli / The Grand Budapest Hotel’, Amerikalı sinemacının Avusturyalı yazar Stephen Zweig’a yazdığı bir aşk mektubudur. Pandemi nedeniyle gecikmeli olarak bu yıl Cannes’da prömiyerini yapmış olan son filmi ‘Fransız Postası / The French Dispatch of The Liberty, Kansas Evening Sun’ onun hayranı olduğu ‘The New Yorker’ dergisi editör ve yazarlarına ithaf ettiği bir film.

Lise yıllarından beri cilt cilt topladığı bu kült dergi külliyatından esinlenerek yarattığı hikâyeler, filmde Kansas orijinli derginin Fransa’daki yerleşik bürosunda görevli gurbetçi Amerikan gazetecilerinin kaleminden çıkıyor. New Yorker’ın efsanevi kurucusu Harold Ross’dan esinlenmiş editörü (Bill Murray) etrafında toplanmış bir avuç gazeteci 60’lı yıllar Fransa’sının hayali Ennui-sur- Blasé kasabasında bir araya geliyor. Böylece Anderson’ın büyük hayranlık duyduğu Fransız sineması üzerine bir film yaratma arzusuna da hizmet etmiş oluyorlar.

Angelica Huston’ın dış sesi üzerinden, eski usül gazeteciliğe saygı duruşunda bulunan 3 ayrı öykü izliyoruz. Tilda Swinton’ın canlandırdığı sanat muhabirinin bizlere aktardığı ilk öyküde, bir anlık sinirle iki barmenin kafasını et testeresi ile koparmış 50 yıla mahkûm tutuklu (Benicio del Toro) ile otoriter cezaevi-tımarhane gardiyanının (Léa Seydoux) tutkulu aşk hikâyesini anlatıyor. Bu sevdanın meyvesi olarak delibozuk mahkum Moses Rosenthaler’in elinden çıkma avangard tablolar ile hapishane duvarlarını süsleyen freskler, düzenbaz sanat simsarının (Adrien Brody) iştahını kabartıyor.

İkinci öykü 1968 Mart ayında dünyayı ayağa kaldırmış ünlü öğrenci olayları sırasında geçiyor. Orta yaşlı gazeteci Lucinda Krementz (Frances McDormand) protestocu öğrencilerle birlikte barikatlarda olan biteni kaleme alırken, aile dostu genç aktivist Zeffirelli (Timothée Chalamet) ile yatağa giriveriyor. James Baldwin’den esinlenmiş siyahi eşcinsel gazetecinin (Jeffrey Wright) bir televizyon şovunda kaynağını aktardığı makalesi ise tuhaf bir çocuk kaçırma hikâyesi üzerinedir. Anderson deli dolu bir takip üzerine kurduğu bu bölümde anlatısına animasyonu da ekliyor ve tadından yenmez bir seyir keyfi sunuyor.

Bu kısa özetin haricinde her karesi, hatta her karenin her bir köşesi, her köşenin her bir objesi türlü inceliklerle yüklü bir görsel şölen ‘Fransız Postası’. Anderson Fransız sinema tarihinin ünlü yönetmenlerine ve Fransız Yeni Dalgası’nın efsanevi isimlerine bir saygı duruşunda bulunuyor. Sıklıkla siyah-beyaz kare ekran kullanıyor. Öğrenci toplantılarında ekran bir ara geniş formata geçiyor. Belli objeleri, belli bakışları vurgulamak üzere rengi kullanıyor. Üstyazı ile verdiği Fransızca diyalogları İngilizce dilinde yanıtlarla karıştırmayı seviyor. Bir ressamın fırça darbeleri misali görüntüleri düzenliyor, büyük orkestrayı ustalıkla yönetiyor.

Bir bölümünü öykücükleri aktarırken parantez içinde belirttiğim sayısız yetenekli oyuncuyu eserine ortak ediyor. Onlar da belli ki bir Anderson filminde yer almaktan hayli keyifliler. Ağırlıklı roller dışında, bisikletli gazetecide (yönetmenin daha önce çok çalıştığı yakın dostu) Owen Wilson, polis komiserinde Mathieu Amalric, çocuk kaçıran şöförde Edward Norton, karakoldaki fahişede Saoirse Ronan, azılı suçlu Abacus’de Willem Dafoe, talk show sunucusunda Liev Schreiber, akşam yemeğine davetli konukta Christoph Waltz, muhabirlerde Elizabeth Moss, Jason Schwartzmann ve gözden kaçan irili ufaklı bir dolu ünlü oyuncu adeta resmi geçit yapıyor.

‘Fransız Postası’ has sanatsevere mutluluk veren ve ayrıntılar üzerine yoğunlaşmak için yeniden görme arzusu uyandıran o muhteşem işlerden. Bu yazıyı bir aperitif olarak düşünelim. Lezzetli Anderson menüsünü tatmak üzere tüm sinefilleri sinema salonlarına davet edelim.

(05 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Kan, Ateş ve Motor Yağı

Cannes Film Festivali’nden sürpriz bir Altın Palmiye ile dönen ‘Titane’ yılın en tartışmalı filmlerinden. Julia Ducournau’nun kısa filmografisini takip etmiş bir yazar olarak çok da şaşırdım diyemem. Fransızların ünlü sinema okulu La Fémis mezunu yönetmen, bundan 10 yıl önce yine Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde gösterilmiş olan ‘Junior’ ile dikkatleri çekmişti. Ebeveynleri doktor olan sinemacı (anne jinekolog, baba dermatolog), 13 yaşındaki Justine’in büyüme öyküsünü bir yılanın deri değiştirmesiyle parallellikler kurarak anlattığı kısa metrajında, beden değişimi konusuna ilgisini ortaya koymuştu. 2016 yapımı ‘Çiğ /Raw’ (Fransızca özgün adıyla ‘Grave’) geldi ardından. David Cronenberg hayranlığı doğrultusunda beden deformasyonu ve araba kazaları ilgisine ‘yamyamlık’ temasını ekliyordu bu filmle.

Ürkütücü ve hayli ses getiren bu filmin ardından herkes bir devam filmi bekledi. Ancak 37 yaşındaki yönetmenin zengin imgelemi coşkun fantezilerle yüklüydü. Bunun şimdilik son dışavurumu olan ‘Titane’ nedenini nasılını pek de sormanıza izin vermeyen bir tuhaflıklar silsilesini beyazperdeye taşıyor. ‘Raw’da olduğu gibi yine bir araba kazası ile açılıyor film. Arka koltukta yaptıklarıyla arabayı süren huysuz babasını çileden çıkaran küçük Alexia kazaya neden oluyor. Ölümden kurtuluyor ama başına aldığı darbe ciddidir. Parçalanan kafatasını tutan titanyumdan metal bir plaka ile yaşamak zorundadır bundan böyle. Bu onu arabalardan uzaklaştırmayacak, aksine hastane çıkışında babasının arabasını kucaklayarak sevgisini ifade edecektir.

30’lu yaşlarında araba tanıtım şovlarının erotik dansçısıdır Alexia. Yarı çıplak platin kostümü, file çorapları ve yüksek topuklarıyla parlak metalin üzerinde şehvetle dansını icra ederken kendisini izleyen erkek güruhunun arzularını kamçılar. Ancak doktorların ebeveynini uyardığı üzere kafasındaki madeni plakanın sebep olacağı nörolojik bozukluklara da hazır olunmalıdır. Erkekler yerine -sıkı durun- gösterişli Cadillac ile çiftleşmeyi tercih eden genç kadın, kendisinden daha fazlasını talep eden karşı cinsten bir hayranını ucu sivri saç tutacağı ile öldürdükten sonra, cinsiyet gözetmeden canını sıkan herkesi vahşi biçimlerde katletmeye hazır bir seri katile dönüşecektir.

İş zıvanadan çıktığında peşindeki kurtuluşun kimlik değiştirmekten geçtiğini düşünür. Saçını keser, kaşlarını tıraş eder, bir motel evyesinde burnunu kırar ve 10 yıl önce kaybolmuş şimdilerde 17 yaşında olması gereken Adrien Legrand’ın kimliğine bürünmeyi dener. Alexia’nın sansasyonel öyküsü bu noktadan itibaren başka bir boyut kazanacaktır. Oğlanın babası (her zamanki formunda bir Vincent Lindon) yıllar sonra karşısına çıkan cinsiyeti kuşkulu tuhaf genci her ne olursa olsun evladı olarak kabul etmeye hazırdır. Karşılıksız, şartsız sevgi karşısında şaşkınlığa düşen ama kabullenmekte gecikmeyen Alexia kadınlığını, Cadillac’tan hamile kaldığı ve ne kadar uğraşsa da kurtulamadığı hamileliğini vücudunu bantlamak suretiyle ne kadar gizleyebilecektir.

Ducournau’nun kafasında gelişen bu çılgın hikâye onun beden deformasyonu, ruh üşümesi ve kimlikler arası geçişler benzeri temaları üzerinde serbest vezin sörfüne aracı olmuş. Cronenberg etkisi çok hakim. Claire Denis’in ‘Beau Travail’daki heteronormal düzeni kurcaladığı, kaslı itfaiyecilerin birlikte azdığı bir dans sekansı eklemeyi de unutmamış. Adeta bir Frankeştayn öyküsü düzleminde şok edici anları artarda sıralarken ‘Raw’da da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Belçikalı Ruben Impens’in maharetli işçiliği büyük destekçisi olmuş. Amerikalı Jim Williams’ın filmi sarmalayan tekinsiz müzik çalışması, ayrı telden çalan pop, rock, klasik parçalarla çeşitlendirilmiş. ‘Raw’un finaline yakın şok edici yamyamlık sekansı öncesinde Nada’nın ünlü ‘Ma Che Freddo Fa’sını kullanmış olan Ducournau, ‘Titane’da 90’ların popüler şarkısı ‘Macarena’ ile kalp masajı yaptırıyor. Lindon ile Alexia’ya etiyle kanıyla can vermiş yeni keşfi Agathe Rousselle’in koşulsuz sevgilerine J. S. Bach’ın ‘Matthäus Passion’undan koral bir bölüm eşlik ediyor. Peki tüm bu kafa karışıklığı ve ses-görüntü-imge bombardımanından geriye ne kalıyor. ‘Titane’ adındaki bu kan, ter, ateş ve motor yağı kokteyli Spike Lee başkanlığındaki Cannes jürisince en iyi film olarak seçilmiş olsa da, benim için iyi kotarılmış çılgın bir B Filmi’nden fazlası etmiyor.

(04 Aralık 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Fransız Postası: Kurgulanmış Bir Dünyanın Yansıması

Sanatın önemli özelliklerinden biri size, kendi yaşamınıza farklı açılardan baktırmasıdır. Anlatılan öykü ya da izlenen film sizin hikâyenizdir bir bakıma. Eğer kendi hikâyenizi bulur da oradan yürürseniz film başarılıdır; tabii ki sizin için.

Sinemamızın iyi görüntü yönetmenlerinden biriydi Aytekin Çakmakçı (çiçek koksun toprağı), “görüntüyü görmüyorsanız başarılıyım demektir” diye anlatıyordu hem çalışma sırasında hem de ders verdiği okullarda. Belirleyici olan izleyicinin aldıklarıdır.

Gelinim sana söylüyorum…

…kızım sen anla! Atasözümüz “Fransız Postası” filmi için biçilmiş kaftan bana kalırsa. Filmle ilgili çok yazıldı, çok irdelendi, yönetmeninden oyuncularına, çekim tekniklerinden sinema diline kadar… Bizde “reklam olmasın” diye gerek RTÜK gerekse telif hakları nedeniyle isim verilmez ya… “Fransız Postası”nda da ne yer var, ne mekân, ne de insan. Hepsi, bütün olarak hayali. Onun için de zaten bizim gazetelerimizi, bizim gazetecilerimizi, bizim muhabirlerimizi ve bizim haberlerimizi getiriyor akla. Daha dün, hayal çeken gazeteciler üzerinden koparılan -aslına bakarsanız serginin ‘mânâ ve ehemmiyetini’ hiçe sayan- fırtınanın ardından; hepimizin bildiği bir yazarın öngörüsü(zlüğü) ile iktidar yanlısı yazdığı başyazı ve üzerine konuşulanlar.

Sahi, hepsi aslında Fransız Postası filminde yer alabilir, istenirse. Senaristler ve yönetmen bilseydi zaten, çok kolay eklerdi filmin akıcı öyküsüne.

Kısa film…

“Fransız Postası” üç kısa filmden oluşuyor. Bir gazetenin son sayısını hazırlayan gazeteciler ve patronun gizemli, ama alabildiğine komik ve tabii bir o kadar da trajik öyküsü. Merak etmemek elde değil.

Yazarlar kendilerince içinde yaşadıkları olayları kendilerince kurgulayıp kendilerince sunuyor bizlere. Kurgulanmış bir kentte kurgulanmış gazetenin kurgulanmış muhabirleriyle tanıyoruz ortamı ve insanları. Ne olacak acaba?

Bir sayfa çevirince…

Yerel haberlerden sanat sayfasına geçmiş gibiyiz… Bir ressamı tanıyoruz… ama ne tanıma! Onun gibi sanat simsarı (!) da bizimle birlikte tanıyor. Çok ilginç bu bölüm, çok da göndermeler var, sanatsal anlamda. Futbol sadece futbol değildir derler ya; sosyoekonomik, sosyokültürel, sosyopolitik açılardan bakıldığında sadece bir top peşinde koşan on bir kişi değil, tüm dünya vardır. İşte, bu filmde de ne ressam sadece ressam, ne model yalnızca model, ne galerici sadece galerici, ne de haberleştiren sadece haberi yansıtıyor sayfasına…

Teknikle birlikte…

Görüntünün görülmediği bir filmi başarılı olarak kabul edince siyah/beyaz ile renklinin, sinemaskop (hâlâ kaldı mı) ile görüntünün küçülmesinin de farkına varmayacaksınız. Öyle olunca da keyifle, heyecanla, merakla izleyeceksiniz alabildiğine ünlü oyuncu kaynayan ve onları bir arada izlemenin keyfi içinde Wes Anderson’un “Fransız Postası”nı ve asla unutmayacaksınız; ustayı da filmini de…

Fransız Postası (The French Dispatch) (Mizah, Merak, Heyecan); Yönetmen: Wes Anderson; Senaryo: Wes Anderson; Oyuncular: Bill Murray, Tilda Swinton, Léa Seydoux, Benicio Del Toro, Adrien Brody, Benjamin Lavernhe, Timothée Chalamet, Liev Schreiber, Jeffrey Wright, Alexandre Steiger, Christoph Waltz, Cécile de France, Pablo Pauly, Willem Dafoe, Elisabeth Moss, Mathieu Amalric, Henry Winkler, Damien Bonnard, Owen Wilson, Edward Norton, Stephen Park, Fisher Stevens, Bob Balaban, Lois Smith, Tony Revolori, Toheeb Jimoh, Sam Haygarth… 3 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(02 Aralık 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Barok’tan Caz’a Bir Çığlık

‘Spencer’, Prenses Diana’nın evlenmeden önceki aile soyadı. ‘Gerçek bir trajediden yola çıkmış bir masal’ ibaresiyle açılan Pablo Larraín imzalı aynı adı taşıyan film, kısa yaşamı gerek belgesel gerekse kurgu olarak daha önce birçok film ve diziye ilham vermiş olan 1997 yılında talihsiz bir araba kazası sonucunda aramızdan ayrılmış mahzun prensesin hayatından 3 günü ele alıyor. Şilili usta sinemacı 2016 yapımı ‘Jackie’de denediği gibi bildik bir hikâyeyi yeniden yaratıyor ve Kraliyet Ailesi’nin Noel tatilini kendine özgü bir yorumla kurguluyor.

1991 yılındayız. İngiliz kraliyet erkanı Noel’i Norfolk’taki Sandringham House’da karşılayacaktır. Saray konuklar için hazırdır. Kalabalık bir personel ordusu ile birlikte kamyonlar dolusu yiyecek, giyecek ve teçhizat mekâna taşınır. Güvenlik ekibi ‘asayiş berkemal’ komutunu verdikten sonra aile üyeleri teker teker malikaneye gelmeye başlar. Bir tek Prenses Diana ortalarda yoktur. Kendi kullandığı arabasıyla uçsuz bucaksız kırsalda kaybolmuştur. Oysa koskoca malikane doğup büyüdüğü baba evinin çok yakınlarındadır. Hikâyenin kaybolma metaforuyla başlaması genç kadının içinde bulunduğu ruh haline çok uygundur. Kamyonların ezip geçtiği yakın plan kuş ölüsü genç kadının trajik sonunu haberlemektedir adeta.

Başka bir kadınla birlikte olduğunu herkesin bildiği kocası ile ayrılmanın eşiğinde olan Diana, sarayın kutsal ritüellerine katlanmak durumundadır. Israrla ısıtılmadığı için hep üşüdüğü bu şatafatlı zindan hayatında tek dayanağı yetişmekte olan oğulları ile beraber oluşudur. Tarladaki korkuluğun üzerinde duran yırtık pırtık cekette çocukluğunun ve babasının kokusunu, gizlice kapısını araladığı harap baba evinde çocukluk anılarını yakalamaya çalışır. Düşlerindeki kaçış serüvenine VIII. Henry’nin kafasını kestirdiği mahzun kraliçe Anne Boleyn’in hayaleti eşlik etmektedir.

‘Spencer’ tipik bir Pablo Larraín filmi. Pinochet diktatörlüğünün baskıcı yıllarını anlattığı ‘Tony Manero’ ve ‘Post Motem’deki soluk ve pastel renk paletini bu kez soğuk ve mesafeli kraliyet atmosferini yansıtmak, Diana’nın fiziki ve ruhsal çöküşünü vermek için kullanıyor. ‘Tepetaklak bir peri masalı’ anlatmaya soyunduğunu, Steven Knight ile birlikte ‘Şili üçlemesindekine benzer bir hapishane filmi çekmeyi’ tasarladığını ifade ediyor bir söyleşisinde.

Başrolünü Nathalie Portman’a verdiği ve First Lady Jacqueline Bouvier Kennedy’nin yas sürecini yorumladığı ‘Jackie’nin ardından yönetmenin bir kadın karakteri merkezine aldığı ikinci çalışması bu. ‘Hayalet Hikâyesi / Personal Shopper’deki yorumuna hayran kaldığını ifade ettiği Kristen Stewart’a Diana rolünü teslim etmekte hiç tereddüt etmemiş ve ‘Jackie’de olduğu gibi ağırlıklı olarak tercih ettiği yakın planlarda birinci sınıf oyuncusundan bir kez daha sonuna kadar yararlanmış. Sinemasının soluk atmosferini bu kez kuşatılmış bir kadının kimlik arayış öyküsünün hizmetine sunmuş. ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ ile beğenimizi kazanmış olan Claire Mathon’un görüntüleri ve özellikle Paul Thomas Anderson filmlerinin değişmez bestecisi Jonny Greenwood imzalı, barok tınıların caz akorlara karıştığı Diana’nın çığlığını haykıran müzik çalışması tek kelimeyle mükemmel.

(27 Kasım 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Sen Ben Lenin, 32 Kısım Tekmili Birden

Bu hafta gerçekten çok keyifli; önce “Yan Etki”, şimdi de “Sen Ben Lenin.” İkisi de kısa film tadında, ikisi de tam tanımıyla sinema. Sinema anlatım sanatıysa “Sen Ben Lenin” bunu yerine getiriyor. Düşündürüyor, güldürüyor, sorguluyor, sorgulatıyor, merak ettiriyor, özellikle de araya giren metaforlarla…

“Ben yerli film izlemem” diyenlerin, dünya sinemasıyla karşılaştıracağı bir film “Sen Ben Lenin”. Kim ne derse desin tam bir kısa film. Nedenini de hemen söyleyeyim: Bir şey anlatma derdinde, taviz vermeyen, teknik ve/veya maddi eksikliklere karşın düş(ünce)sini yansıtan, bunun için de senaristinden oyuncusuna, montajcısından müzikçisine, set çalışanlarına kadar herkesin canla başla çalıştığı apaçık belli oluyor.

Güleriz ağlanacak halimize…

Sovyetler Birliği dağılınca, eski dönemde “değer” olan her şey kaldırılıp atılmış. Onlardan biri de Lenin büstü. Ahşap büst, dalgaların da yardımıyla Akçakoca’da kıyıya vurmuş. İlçe halkı büstü ne yapacağını bilememiş. Yoksulların ısınabilmesi için yakacak olmasını isteyenden tutun, bir meydanda turistlerin ilgi odağı olmasını sağlayacak heykel olarak sergilenmesine kadar… Bunca çeşitliliği arasında tabii ki dünya görüşü gereği birbirine zıt fikirleri olanları devletimiz takip edecektir. Devletin içinde de görüş ayrılığı vardır; Başbakan açılışına katılmak isterken büst ortadan kaybolur. Zaten film de bu kayboluş öyküsünü araştıran polisin sorgulamasına odaklanmıştır.

Hayatın karşımıza çıkardığı zıtlıkları polis de iyi kullanır; bir iyi polis vardır, bir kötü polis. Amaç iyi ya da kötü olmak değil, arananın bulunması, itiraf edilmesi ve sonuca ulaşılmasıdır. Ancak kasaba halkı bilinçlidir, bu oyunu yemez.

Oyunculuk hüner ister!

Film boyunca sorgulanan kasaba halkını izleriz. Kimi siyasi geçmişiyle övünür, kimi dini inancıyla… Kimi bir çıkar peşindedir, kimi polise yaranmak… Kimi diş geçiremediğini ispiyonlar polise, kimi hakkınca dik durur. Tek mekânda, hatta tek bir odada (sorguda) geçen filmde oyunculuk çok önemlidir ve yıldızlar geçidi diyebileceğimiz bütün oyuncular aksamadan rollerinin gereğini yerine getirmiş.

Kısa filmden gelen Yönetmen Tufan Taştan (ilk uzun metraj filmiymiş) Barış Bıçakçı’nın senaryosuna da katılarak gerçekten güçlü bir film çıkarmış. Kutluyorum.

Dikkat istiyor…

Film okuma rehberlerinde, jenerikle akan görüntünün filme dair birçok ipucu barındırdığı ifade edilir. Her zaman böyle midir, tartışılırsa da, bu filmde hem açılış hem kapanış jeneriği filmin tümünü bir kez daha sorgulamamıza yol açıyor. Film başlarken dikkatimi çektiyse de, ne olduğunu anlayamadığım görüntü, sondakiyle birleşince filmin sonunu da söylemiş oldu.

Çok seyrek de olsa pencereden görünen kasaba genelinde ve denizin üzerinde ilginç ve alabildiğine hoş (tabii ki tartışmaya açık, dikkatli seyirci atlamayarak ve birleştirince de keyif alacaktır) görüntüler hem merakı arttırıyor hem de rehberlik ediyor.

Edip Cansever’i sevenler için, “Mendilimde kan sesleri”ni duymak büyük mutluluk kaynağı olacaktır. Filme katkısını da göz ardı edemeyiz.

Aynı hafta gösterime giren, ama salon bulamadığı için de yarışa bir adım geriden başlayan “Yan Etki”nin yönetmeni için söylediklerimi Tufan Taştan için de söyleyeceğim. Taştan’ın muhakkak desteklenmesi gerekir. Yeni bir bakış, farklı bir yaklaşım getirecektir sinemamıza. Bu da elinden tutulmasıyla mümkündür ancak.

Sen Ben Lenin (Mizah, Gerilim, Heyecan); Yönetmen: Tufan Taştan; Senaryo: Barış Bıçakçı, Tufan Taştan; Oyuncular: Barış Falay, Saygın Soysal, Melis Birkan, Serdar Orçin, Nur Sürer, Salih Kalyon, Hasibe Eren, Özgür Çevik, Şerif Erol, Binnur Kaya… 26 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Özgürlük Zor Zanaat

Bir aşk filmi ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / Verdens Verste Menneske’ adını taşır mı? Joachim Trier ana karakteri Julie’nin yaşam öyküsünden yola çıktığı beşinci uzun metrajında ironi yapmak istemiş.

Bir roman yapısında 12 bölümden oluşan anlatının prolog safhasında dış ses bizlere Julie’yi anlatır: Liseden mükemmel bir ortalamayla mezun olmuş, yüksek matematik ve fen becerileriyle tıp doktorluğunu seçmiştir. Cerrah olacaktır. Seçtiği dalın teknik bir iş, bir nevi marangozluk olduğunu idrak ettiğinde, insan ruhunu ve içsel duyguları daha çok önemsediğini keşfeder. Psikiyatri okuyacaktır. Hayatın hızı onu yormuştur. Gerçek hayatı ne zaman başlayacaktır? Daha sonra fotoğrafçı olmaya karar verdiğinde bir kitabevinde geçici olarak iş bulmuştur bile.

Yoğun bir varoluş bunalımı yaşayan genç kadının kimlik arayışı sürecinde karşı cinsten türlü beraberlikleri olur. Kendinden 10 küsur yaş büyük saygın çizgi roman yazarına aşık olduğunda yelkenleri suya indirecek gibidir. Görmüş geçirmiş Aksel hayatının yeni döneminde bir aile kurmayı, çocuk sahibi olmayı arzulamaktadır. Oysa Julie’nin mutlu aile tablosu öncesinde bir şeyler yapma isteği baskındır. Ne istediğini tam olarak keşfedememiş ancak nasıl bir hayat istemediğini çok iyi sezen genç kadın, onu kendini ‘dünyanın en kötü insanı’ hissettirecek kadar yargısız bir biçimde kabullenen Aksel’den ayrılarak yeni bir partnerle yaşamında yeni bir sayfa açarken zaman acımasız bir şekilde akmaya devam etmektedir.

Yönetmen Joachim Trier’i, yakın dostu yazar / yönetmen Eskil Vogt ile çektiği ilk filmlerinden beri ilgiyle izliyoruz. Norveçli usta sinemacının 2007 yılı İstanbul Film Festivali’nde ‘Altın Lale’ ödülünü kazandığı ilk uzun metrajı ‘Tekrar / Reprise’, eserlerini yayınlatmak için uğraşan iki genç yazarın dostluğun çetin sınavı, hırs ve kişinin sınırlarını keşfetmesi üzerinedir. 2011 yapımı ‘Oslo, 31 Ağustos’, hayatın umut dolu gençlik evresinin ardından 30’lu yaşlarını süren başka bir yazın adamının hayal kırıklıklarını anlatır. Varoluşçu krizin tüm safhalarını yalın bir dille öyküleyen film, eski hayat ve eski dostlarla hesaplaşma üzerine kuruludur.

Daha sonra İngilizce dilinde iki film çeken Trier, ‘Sessiz Çığlık / Louder than Bombs’ da New York’lu bir ailenin iletişim sorunlarına eğilir. ‘Thelma’ ise sanatçının doğaüstüne ve bilim-kurgu alanına ilk kez el attığı bir önceki çalışmasıdır. Sanatçı ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’ ile doğup büyüdüğü Oslo kentine ve gözde temalarına dönüş yapıyor. Zaman onun filmlerinde de hızla akıp geçiyor. İlk iki filmin gelecek umutları taşıyan ve hayal kırıklıkları ile boğuşan genç yazın kişiliklerini canlandırmış olan usta oyuncu (aynı zamanda tıp doktoru) Anders Danielsen Lie’yi son filmine orta yaşlardaki çizgi roman sanatçısı Aksel olarak taşımış.

Cannes Film Festivali’nden hakkıyla kazandığı en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönmüş olan genç yetenek Renate Reinsve’yi merkeze almış gerçi. Hiç bir şeyin sonunu getirememekten, kariyer ve ilişkiler alanında daldan dala atlayan Julie’nin hayli duygusal ancak pek de romantik olmayan serüveni ön planda. Danielsen Lie’nin yüzü ise bizlere Trier filmlerinin ana meselelerinden zamanı ve zamanın geçişini hatırlatıyor. Yönetmen ile aynı yaşlarda olan ve bir nevi Trier ve senaryo yazarı Vogt’un alter egosu olarak düşünebileceğimiz Aksel karakterinin duyumsadıklarından, belki de daha yakın bir kuşaktan geldiğim için daha fazla etkilendim diyebilirim. Üretimin objeler aracılığıyla yayıldığı bir çağda büyüdüğünden dem vuruyor Aksel. Kitaplar, çizgi romanlar, plaklar, plakçı dükkanlarından söz ediyor. Biriktirmenin mutluluk verdiği yıllardan, şimdi kimselerin umursamadığı kayıp anılardan dem vuruyor. Ölümünden sonra eserleriyle yaşamak yerine, an’da evinde sevdiği ile yaşamak istediğini söylüyor.

Fransız Yeni Dalga esintileriyle başlayan film, caz tınıları eşliğinde serbest vezin bir Woody Allen filmi benzeri akışını sürdürüyor. Temel varoluş meselesinin yanı sıra, en karanlık duygularını sanat yoluyla ifade etmek isteyen sanatçının özgürlük hakkını tartışıyor. Aşk, cinsellik, birliktelik, annelik, ebeveynlik, kariyer, duygusallık ve entelektüellik meselelerini neşter altına yatırıyor. İklim krizi ve dünyayı felaketin eşiğine sürükleyen çevre sorunları karşısında Batı toplumlarına özgü suçluluk duygusu ile dalgasını geçiyor. Julie’nin daha genç partneri Eivind karakterini canlandıran Norveçli yetenekli güldürü oyuncusu Herbert Nordrum’un da büyük katkısıyla gelişen komik anlar ile hüzünlü gelişmeler birbirine karışıyor. Ancak hayat da böyle değil mi zaten. Aşk, mutluluk, keder ve ölüm aynı potada deneyimlenmiyor mu?

(20 Kasım 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Yan Etki: Giderek Daha da Yetkinleşecek

Sinema endüstriyel bir sanattır ve doğal olarak da cesur olanların soyunacağı bir alandır. Kendilerinde o cesareti gör(e)meyenler zaten girişmezler de. Buna da bağlı olarak (tabii ki her sanat dalı için geçerli) sinemacıları amasız, fakatsız, bahane bulmadan, mazeret ileri sürmeden desteklemek gerekir. Yönetmen Pekin Azer’i kutluyorum bu cesaretinden dolayı…

Bunları yazarken aklıma Don Kişot geldi. O da cesur, hiçbirimizin olamayacağı kadar hem de. Ancak sadece cesaret yetmiyor muhakkak ki. Çok yıllar önce, çekmek istediğim bir kısa film üzerine Zeki Ökten’e (çiçek koksun toprağı) öyküyü anlattım… “Niye?” diye sordu. “Bu sorunun yanıtını kimse istemeyecek, ama senin kendine vermen gerekir.” dedi. Haklıydı, o sorunun yanıtını kendisine veren bir yönetmen filminden kuşku duymaz.

Pekin Azer, basın gösteriminin çıkışında, kendisine yöneltilen “Olasılıksız” romanından etkilenip etkilenmediği sorusuna iki arada bir derede yanıt verdi. Sadece etkilenmekle kalmamış, o romanın öyküsünden yola çıkmış, öyle anlaşılıyor. Bir de hemen herkes araya giren kararmalardan rahatsız olduğunu ifade etti. Kamera arkasından gelen biri olarak, yönetmenin “dersine iyi çalışmamış” olabileceğini, çekim mekânlarını belirle(ye)mediğini ve ölçeklerini saptarken özensiz olduğunu ileri sürdüm. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bu aşılamayacak bir sorun değil. Bir musibet bin nasihatten evladır.

Daha önce reklam filmleri çektiğini öğrendiğimiz yönetmen, oyuncu yönetiminde alabildiğine eksik. Oyunculara mizansen ver(e)mezseniz, senaryo bile okumaktan kaçınan oyuncunun, üstlendiği karakterin canlandırmasında yetersizlikler çıkacaktır.

Öykünün çıkış noktası iyi; özellikle Covid-19 pandemisiyle birlikte hepimiz virüsler, aşılar üzerine onlarca gerekçe duyduk, (yan) etkisini öğrendik. İsteriz ki, çok izleyiciye ulaşsın, seyircisi çok olsun.

Yan Etki (Bilimkurgu, Gerilim, Dram); Yönetmen: Pekin Azer; Senaryo: Pekin Azer, Buğra Dedeoğlu; Oyuncular: Hakan Eratik, Zeynep Şarlıgil, Uğur Karabulut ile Kamil Atlıman… 19 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(19 Kasım 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Spencer: Geçmiş ve Şimdi Aynı Şeydir

Bu hafta ilginç, iki film giriyor gösterime, ikisi de biyografik, ikisi de gerçek, ikisi de yol gösterici… Biri (Kral Richard) dünyanın en ünlü iki tenisçisi iki kız kardeşin, Venus ile Serena Williams’ın öyküsü. İkincisi de Spencer, Lady Diana’nın kraliyetteki son Noel’i.

Bir ilginçlik daha… Ben iki filme de birer alıntı cümle ile başlıyorum. Bu kez Andrey Tarkovski, “Mühürlenmiş Zaman”da, “İki tür sanatçı vardır: Kendi dünyalarını şekillendirenler ve gerçeği yeniden üretenler” diyor. İşte, Spencer de (aslında Kral Richard da aynı) gerçeği yeniden üretiyor.

Evlenmeseydi…

Lady Diana denseydi adına filmin, herkes bilecekti, ama o kadar çok Lady Diana izledik ki, o heyecanı doruğa çıkartamayacaktı izleyici. Gerçekten de belgeselden dramaya herkes için bitimsiz kaynak Diana ve her seferinde yeni bir şey öğreniyoruz. Spencer, Diana’nın evlenmeden önceki soyadı. Doğal olarak bir gönderme de var, evlilik karşıtı.

Spencer, hemen baştan söyleyeyim, bir yönetmen filmi. İnanılmaz etkileyici ve güçlü. Oscar adayı gözüyle gören arkadaşlarımız da var. Olabilir, neden olmasın.

Eşler arasında gerginlikler yaşanabilir, birbirlerini aldatabilir ve ayrılık çanları çalabilir. Eşler birbirleriyle anlaşamadıklarında boşanırlar, olur biter. Ama bu, öyle sıradan insanların birlikteliği değil ki, Büyük Britanya Kraliyet Ailesi söz konusu olan. Göz önünde oldukları kadar dillere düşmeleri de istenmeyen bir şey. Birbiriyle bağlantılı olarak, “Aman efendim, kessin sesini, otursun, keyfini sürsün.”, “Ben olsam asla itiraz bile etmem.” gibi çok sayıda dedikodu işleyebilir. Hep sorduğum soruyu burada Diana’ya da sormak isterim: İçiniz nasıl?

Kişi ve karakteri…

Diana’yı film boyunca izliyoruz, bize yalnızlığını, adanmışlığını, çözümsüzlüğünü, içinde boğulduğu depresyonu yaşatıyor neredeyse. Sadece oğullarıyla birlikteyken çok huzurlu ve duvarların dışında (siz onu sınırları aşarken diye alın) yalnızken mutlu. Çocuklarıyla kaçamak yapıp da Londra’da ayaküstü bir şeyler yedikleri zamanın rahatlığı apaçık ortada. Bir de sırdaşı olan kostümcüsüyle anlaşabiliyor sadece. Diğer yardımcıları veya çalışanlar anlasalar da o yakınlığı kuramıyorlar.

Yönetmen filmi dedik, çocukluktan kalmış ve ceket giydirilmiş korkuluk, inci gerdanlık, viraneye dönüşmüş köşk metaforlarıyla, gazetecilerin (paparazzi demek daha doğru) görüntü almasını önlemek amacıyla perdelerin açılmaması için dikilmesi, sadece Diana’nın kaygılı olmadığını, ailenin, Kraliçenin, Prensin de kurallar altında ezildiğini gösteriyor. Geleneksel söyleyişle, “Sarayda yaşayayım, on milyon borcum olsun.” demek yetmiyor.

Çözüm elinizde…

Filmden çıktığınızda kendinizi Diana’nın yerine koyacak, ama sonuca vardıramayacaksınız. Çocuklarının yerine koyacaksınız, ama çözüm olmayacak. Evli olmasına karşın sevgilisine pahalı mücevherler alan Prensin yerinde olmayı hiç istemeyeceksiniz; çünkü o daha yalnız. Hatta üzerine bir film bile yapılmadığı için hep göz ardı ediliyor, hâlâ.

Başlıktaki cümleyi Diana dillendiriyordu filmde ve ekliyordu “Gelecek yok”.

Spencer (Spencer) (Biyografi, Depresyon, Aşk); Yönetmen: Pablo Larrain; Senaryo: Steven Knight; Oyuncular: Kristen Stewart, Jack Farthing, Sally Hawkins, Timothy Spall… 19 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(18 Kasım 2021)

Korkut Akın

[email protected]