Kategori arşivi: Yazılar

Filmi Sinemada İzlemek “Daha” İyi

Gençler, o günleri yaşamamıştır; eskiden Yeşilçam’ın siyah-beyaz günlerinde, yabancı, çoğunlukla da ABD filmleri ülkemize birkaç yıl gecikme ile gelirdi, şimdiki gibi yurt dışı ile birlikte gösterim hayâl bile edilemezdi. Daha da ilginci renkli filmler Anadolu’da siyah-beyaz kopyalarıyla gösterime çıkarılırdı, filmin orijinal lobilerinde ve jeneriğinde renkli olduğu belirtilse de, siyah-beyaz seyredilmesi yadırganmaz, çoğunlukla da orijinalin renkli olduğunun farkına varılmazdı. Bu handikap Cinemascope filmlerde de vardı. Cinemascope 50’li yıllarda sinemanın araştırdığı teknik yenileşme çabalarının ulaştığı en uzun soluklu ve yaygınlaşmış gelişme biçimlerinden biri olarak, ülkemizde de pek çok sinemada kullanılmış bir teknik. Göstericiye bir objektif eklenmesi ile elde edilen bu tekniğinde, bozularak ortadan kaldırıldığı durumlar gerçekleşmiştir. Geniş perde sisteminden vazgeçilince, Cinemascope film beyazperdede, karenin üstünde ve altında siyah bir kuşak ile seyrediliyordu. Bu sakıncayı gidermek için ek bir objektif kullanılır ve kare içindeki siyah kuşaklar giderilmiş olurdu. Bu şekle dönüştürülen Cinemascope filmler aynı zamanda renkliden de siyah-beyaza döndürülmüş ise film iki kere budanmış oluyordu. 50’li 60’lı yıllarda görülen bu uygulamalar artık sona ermiş bulunuyor vede filmlerin sıcağı sıcağına da gösterime girmesi -uygulama olarak- sevinilecek bir başka nokta. Bütün bunlar sinema salonlarında olan yakınmalardı. Cinemascope’un normale döndürülmüş haline getirilmiş şeklini, özel objektif ile gösteren sinemaların olduğu söyledik. Bu uygulamayı yapan sinemalardan biri -Tokat’ta Erses Bahçe Sineması- normal filmleri de bu objektifle oynatarak her filmi Cinemascope havasında oynatmak yoluna gidiyordu. Yalnız gözden kaçan veyahut bilerek yapılan hata şu idi: Cinemascope’tan dönme filmlerde görüntünün üst ve altında oluşan siyah kuşaklar kadar kısım görüntünün -üstünden ve altından- kesiliyordu. Böylece filmin tamamını görüntüsü her karede daraltılmış olarak seyretmek durumunda kalıyordu seyirci. Görüntüdeki, bu kesilen yerlere denk gelen kısımlar önemli olsun olmasın, seyirciye budanmış kareler ulaşıyordu.

Gelelim bu girişin varacağı yere…

Ülkemizde televizyonun başlangıç günlerinde, ağırlıklı olarak ABD kaynaklı diziler bol bol yayınlanıyordu. Önce garipsenen bir olgu sonra çözüldü, dizilerin belli yerlerinde görüntü kararır, sonra aynı mekânda –çoğunlukla- bir omuz çekimle tekrar açılırdı. Bu kararıp açılma, çekim sırasında hazırlanmış reklâm yerleri idi. (Bu bir) Televizyon o günlerde yayınladığı film aralarında reklâm koymaz, filmi bütün olarak yayınlardı. Sonra gazetelere haber olarak da giren, film aralarına reklâm alma olayı başladı. Keşke hiç başlamasa idi…

Günümüzde gerek filmlerde gerek dizilerde reklâma katlanmama lüksümüz yok. Bir aralar dizi jeneriğinin hemen bitiminde konulan “uzun” reklâm bantları eleştirilmişti. Şimdilerde bu uygulama yapılmıyor. İyi bir gelişme, fakat film ve dizilerini son otuz saniyesinden önce konulan reklâm bantları hâlâ azap verici, bu reklâm yerine final jeneriğinin tamamı -çoğunlukla kesilerek gösterilmiyor- gösterilse, daha iyi olur. Film (ve dizilerin) aralarında kısa süreli ve az sayıda reklâm gösterilmesi kabûl edilse bile, film (ve dizilerin) yayını sırasında alttan devamlı yazı veya reklâm geçirmek kabûl edilebilecek bir olgu değil. Bu ancak film es verdiği yerlerde ve daha çok geniş açılı çekim sahnelerinde kullanılırsa -ve bu kullanım daha önceden belirlenmiş olursa- iyi olur. Fakat bu yapılmıyor, gösterilen sahnenin, o andaki dramatik durumuna ve sahnenin açısına hiç bakılmadan, önceden belirlenmiş reklâm bantları film (ve dizilerin) görüntüsü üzerine bindiriliyor, kare işgâl ediliyor. Bunu reklâm bandını girerken kareyi küçülterek, işgâl etmeden yapan kanallarda var, ama bu da değinildiği gibi kareyi küçülterek yapıyor… Hele iki-üç dakika sonra yayınlanacak programın haberini alt yazı olarak girmek ve kareyi işgâl etmek iyice moda. Şimdilerde sinemalarda altyazı kuşağı ile reklâm olgusu yaşamıyoruz, ama yakında bununda uygulamasına başlarlar. Final jeneriğinin kesilmesi artık alıştığımız bir şey oldu, ama kesmeyenlerde var, haklarını yemeyelim. Her halükârda çekilen kareleri tam görebileceğimiz sinema (ve televizyon) gösterimleri dileyelim… İyi seyirler.

(24 Şubat 2006)

Orhan Ünser

Cry_Wolf (e – k@til)

Oyuncuları arasında söz yazarı ve müzisyen Jon Bon Jovi’nin de olduğu bir gençlik korku filmi olan e – k@til (Cry_Wolf) senaryosundaki başarısıyla izleyicileri büyülüyor. Jeff Wadlow ve Beau Bauman, bu filmi sadece iki haftada yazdıklarını söylüyorlar. Filmde geleneksel gerilim film mekânı olan okul kampüsü kullanılıyor. Ancak korku türüne bir yenilik de getiriliyor ve bunu izleyiciye hissettirmeyi başarıyor. Bu yenilik, bugüne kadar korku filmlerinde sıkça kullanılan, gazetelerden harfleri kesmek ya da telefonda sesini değiştirerek konuşmaktan başka bir şey: korkuyu internet ve kameralı cep telefonu kullanarak vermek…

Filmin senaristlerinden Beau Bauman, Ama bizimkisi tipik gençlik korkusu değil. Bariz şekilde aptalca şeyler yapmayan çok daha zeki karakterler kurgulandı. Seyircinin ekrana Aptal! O kapıyı açma. Evden çık! diye bağıracağı sahneler yok. Burada biz olsak ne yapardık sorusunu kendimize sormak konusunda gayet acımasız davrandık, diyor.

Westlake Hazırlık Okulu’nda sekiz öğrencinin oluşturduğu Yalancılar Kulübü‘nde bir gece bir oyun oynanır; gerçek ve yalan birbirine karışır. Filmin senaristlerinden ve yönetmen Jeff Wadlow, kendisiyle yapılan bir röportajda, Ezop’un Yalancı Çoban hikâyesinin üstünden gitmek istediğini; temelinde zevk için kurulan bir yalancılar kulübü etrafında yalancılarla ilgili bir hikâye anlatmayı amaçladıklarını; doğrular ve yalanlar arasındaki bağları keşfetmek konusunda bir film yapmak istediklerini belirtiyor.

13 yaşında oyunculuğa başlayan ve ülkesi Londra’da birçok dizi, televizyon filmi ve tiyatro oyununda rol alan Julian Morris, bu filmde, önceki okulundan, yarattığı sorunlarından dolayı ayrılarak, babasının ilişkileri nedeniyle Westlake Hazırlık Okulu’nda başlayan, 15 yaşındaki lise öğrencisi Owen’i canlandırıyor.

Owen’in okula ilk geldiği gün karşılaştığı Dodger’i Lindy Booth oynuyor. Booth, Joe Chappelle’in yönettiği The Skulls II filmindeki performansıyla 2002 DVD Premiere Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştı. Booth, bu filmde, yatılı okuldaki en akıllı elit grubu yönetebilecek kadar karizmatik, okula yeni gelen çocuğa aşık olabilecek kadar da ulaşılabilir bir kadın olan Dodge’u canlandırıyor.

Owen için Westlake Hazırlık Okulu, son şanstır. Eğer bu okuldan da atılırsa artık normal bir lisede okumaya devam etmek zorunda kalacaktır. Babasının yatılı olarak gönderdiği bu okuldaki ilk gününde Owen, kasabalı bir kızın öldürüldüğünü öğrenir ve aynı gece okulun seksi güzeli Dodger tarafından yalancılar kulübü‘ndeki oyunlarına davet edilir. Bu oyunda kurt olarak seçilen kişi, kendisinin kurt olmadığını diğerine türlü yalanlar söyleyerek kabûl ettirecektir. Daha ilk geceki oyunda Owen, oyunu kazanır ve kurt olmayı başarır.

Okulda gazetecilik dersleri de alan Owen ve Dodge, gazetecilik öğretmeni Rich Walker’in (Jon Bon Jovi / resimde soldaki oyuncu) verdiği bir ödev üzerine, internet ortamında kurt adında seri bir katil oluşturup, uydurma hikâyelerini sanal ortamda yaymaya başlarlar. Ertesi gün tüm kampüs ve kasabadan birkaç kişi bu mesajlardan haberdar olunca, bu olaylar konuşulmaya başlar. Yalancılar Kulübü‘ndekiler ve Rich dışında bunun bir oyun olduğunu kimse bilmez. Ancak oyun, oyun olmaktan çıkmaya başlar. Owen’e internet üzerinden mesajlar gelir, ortalıkta hikâyelerinde uydurdukları tanımlarına uygun -turuncu kar maskeli, ceketli- adamlar dolanmaya başlar, gruptan kaybolanlar olur. Sonunda bunun bir oyun olduğu ortaya çıkar, arkadaşları, Owen’e bir oyun oynamak istemişlerdir ama bu oyun, gazetecilik öğretmeni Bay Walker’ın ölümüne neden olur, Owen’in de birkaç yıl gözetim altında tutulmasına… Çünkü kasabalı kızın ölümüne neden olan silâh ile Bay Walker’ın ölümüne neden olan silâh aynıdır, bu da Bay Walker’ın aslında katil olduğunu gösterir. Ama, gerçek o mudur? Sadece 1 Milyon $’lık bir bütçeyle çekilen e – k@til, senaryo ve anlatımı açısından tam anlamıyla kusursuz. Seyirciyi akıllı ve korkutucu bir yolculuğa çıkaran film, hikâyede anlatımı içeren bazı sürprizlere de yer veriyor. Küçük bir ipucu… e – k@til filminin, kimi sahnelerinin 1997 yapımı David Fincher’in The Game – Oyun‘la benzer bir üslûba sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hatırlanacağı gibi, Oyun‘da her şeye sahip ama renksiz bir hayata sahip olan bir işadamına (Michael Douglas), kardeşi (Sean Pean) tarafından bir doğumgünü sürprizi hazırlanır ve olaylar başlar. Gerçek ile yanılsamanın içiçe geçtiği sahnelerde seyirci filmin sonuna kadar, yaşananların bir oyun olduğunu anlamaz.

e – k@til, bu sezonun en iyi filmlerinden biri…

(21 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Walt Disney – Bambi 2

Bazen renkli bazen de siyah-beyaz çizgilerle hayat bulan çizgi filmler, her yaştan insanın dikkatini çekmeyi başarıyor. Ancak çizgi filmlerin en iyi izleyicisi olan çocukların hayâl dünyaları, masumiyetleri, savunmasız hallerinin, çizgi filmlerden fazlasıyla etkilendiği şüphesiz.

Çizgi filmlerin hayatımızdaki yeri uzun yıllar öncesine uzanıyor. Bu sektörün önde gelen yapım şirketi, dünyanın en ünlü çizgi film karakterleri Mickey Mause ve Ördek Donald’ın yaratıcısı Walt Disney’in kurduğu dev film şirketidir. Disney dışında Japon animasyonları, Warner Bros, Looney Toones ve Paramount Pictures da sektörde önde olanlar.

Disney’in büyük stüdyolarında çizgi filmler, 150 ilâ 200 kişi tarafından hazırlanıyor ve her bir saniye için 25 resim çiziliyor. Bu sayı, Japon animasyonlarında 16 ya da 17’dir. Saniye başına çizilen kareler her stüdyo için farklıdır ve bu sayı çizgi filmdeki kaliteyi belirliyor.

Sektör büyüdükçe, yapımcılar hem kaliteli hem de prestijli çizgi filmlere yöneldiler ve Oscar’lık başarılı eserlere imza attılar. Örneğin, bu ödülü alan Walt Disney’in Aslan Kral‘ı (Lion King) bütün dünyada izlenme rekoru kırdı. Walt Disney yapımı başka bir film olan Kayıp Balık Nemo da 850 milyon dolar gişe hasılatı yaptı. Bu rakamı, sadece 11 Oscar’lı Yüzüklerin Efendisi geçebildi. Sabri Kaliç’in derlediği Aykırı Yayınları’ndan piyasaya çıkan ilginç ve keyifli bilgilerden oluşan Tırı Vırı Şeyler kitabında, 1931-1969 yılları arasında çizgi filmcilerin piri Walt Disney’in toplam 35 Oscar kazandığını ancak bunun yanında 1979 yılında çekilen Kara Delik filminin, Walt Disney yapımı olmasına rağmen çocukların seyretmesine izin verilmeyen ilk ve tek Disney filmi olduğunu söylüyor.

Bambi 1 – 2 …

1942 yılında yapımı gerçekleştirilen ilk Bambi filminden sonra Bambi 2 de 60 yıl sonra kaldığı yerden devam ediyor. Hatırlanacağı gibi önceki Bambi film, Bambi’nin annesinin ölümüyle sonlanmıştı. Bambi’nin annesinin öldüğü bu dokunaklı sahne, Total Film adlı sinema dergisince düzenlenen 50 film arasında sinema eleştirmenleri tarafından yapılan değerlendirmede, sinema tarihinin en iyi ölüm sahnesi kategorisinde 6. olmuştu.

Disney Toon Stüdyolarında dört yıllık yoğun bir çalışmayla hayata geçirilen Bambi 2‘de, 1942 yapımı animasyon klâsiğinin tüm sıcaklığını görmek mümkün. Her sahnesi ayrı bir pastorâl güzellik taşıyan filmin animasyon danışmanı ise, illüstrasyon kariyerinde The Lion King, Beauty and the Beast, Aladdin ve Lilo and Stitch gibi popüler Disney filmleri bulunan deneyimli animasyon sanatçısı Andreas Deja’dır. Bambi’nin ilk filmini ise Walt Disney’in 9 ünlü çizerinden biri olarak tanınan Marc Davis çizmişti. Sonraki yıllarda genç kız karakterlerinin çizimiyle ün yapan Davis, Alice Harikalar Diyarında filminin Alice’ini, Peter Pan filminin Tinker Bell’ini, Uyuyan Güzel filminin prensesini ve 101 Dalmaçyalı filmindeki Cruella tipini yaratmıştı.

Bugün birçok çizgi filmde kullanılan ilk Disney filmlerinin özelliği olan gözleri büyük, bacakları uzun olan karakterleri Bambi 2’de de görmek mümkün. Böyle devasa boyutlardaki gözlere inanılmaz duygular sığdırılmış ve bu sayede çok derin ve etkileyici bir anlatıma ulaşılmış. Bambi’nin ilk filminde de büyük gözler kullanarak bu etkileyicilik yakalanmıştı. www.anime.gen.tr sitesinden aldığımız bilgiye göre, aslında büyük göz bir sembôl olarak da kullanılmaktadır. Büyük gözler bazı çizgi filmlerde masumiyet ve duygusallık sembôlüdür. Bu nedenle bazı çizgi filmlerdeki karakterin gözleri çocukken büyüktür ama genelde karakterler yaşlandıkça masumiyetlerini kaybettiklerinden gözleri nispeten küçülür.

60 yıl öncesinin unutulmaz karakterleri Bambi’nin babası ve Ormanların Büyük Prensi, yaramaz tavşan Thumper, utangaç kokarca Flower, Faline ve Bilge Baykuş’u ve Bambi’nin yeni arkadaşları, rengârenk çizimleri son derece etkileyici.

İlk Bambi filminin son sahnelerinde annesini kaybeden küçük ceylan Bambi, bunalıma girmişti. Bambi 2‘de anlatılan öykü, orijinal filmin kaldığı noktadan başlıyor ve artık ergenlik çağına gelmiş olan Bambi’nin kendisini toparlaması, babasının aslında Ormanların Saygıdeğer Büyük Prensi olduğunu öğrenmesi anlatılıyor.

Cesaret, umut, yenilenme üzerine mesajlar veren film, küçük Bambi ile resmi tavırlı babası arasındaki ilişki üzerinde odaklanır. Başlangıçta oldukça sorunlu ve uyumsuz başlayan bu ilişki, zaman içinde yepyeni boyutlar kazanır. Birbirleriyle sağlıklı iletişim kurmayı başaran baba ile oğul, bu sayede derin üzüntünün üstesinden gelmeyi başaracak, aile olmanın ne kadar harika ve mükemmel bir şey olduğunu keşfedeceklerdir. Öykü yönünden çok yenilik içermese de, Bambi 2’nin de artık bir Disney klâsiği olacağını ve keşfedilmesi gerektiğini de söylemeden geçmeyelim.

(12 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Sınırları Aşmak

“O yıl bütün yaz radyoda ‘I Walk the Line’ çalmıştı. O güne dek duyduğum her şeyden çok farklıydı. Sesi sanki arzın merkezinden gelen bir sesti… Hem derin hem de zengin bir ses düşünün benzersiz ve gizemli… Aslında o kalbi ve kişiliği ile bu ülkenin ta kendisiydi.” Bob Dylan – Rolling Stone

Film, Amerika’nın ekonomik çöküntü yaşadığı yıllarda geçiyor. Dyess, Arkansas, 1944… Çiftçi bir ailenin çocukları olan Jack ve John’un bütün günü babalarına yardım etmekle geçer, arta kalan zamanlarında ise balık tutmakla. Büyük kardeş Jack, İncil’deki öyküleri daha iyi bilir, John ise annesinin ilahi kitabındaki ilahileri… Bir gün Jack, odun kesme makinasına takılarak ölür, babaları bu ölümden John’u sorumlu tutar ve Jack’in yerine John’un ölmesi gerektiğini de söylemekten kaçınmaz. Çünkü Jack, babasına göre daha gerekli bir evlâttır. Bir yandan kardeşini kaybetmiş olmak bir yandan da babasının bu suçlayıcı tutumu John’un zihninden hiçbir zaman silinmeyecekir. Filmdeki bu ilk dakikalar, Ray Charles’ın hayat hikâyesinin anlatıldığı Taylor Hackford imzalı Ray ile Ole Bornedal’ın yönettiği Lânetli Kadın (I’m Dina) filmlerini hatırlatıyor. Ray filminde, küçük Ray, kardeşinin gözleri önünde boğularak ölümüne tanık olur ve ölümüne engel olamaz, bu durum yaşamının sonuna kadar Ray’i travmatik olarak etkiler. Lânetli Kadın (I’m Dina) filminde babası, annesinin ölümünden küçük Dina’yı sorumlu tutar, o nedenle onu dışlar ve asla affetmez.

John, ailenin yaşadığı bu büyük üzüntüden sonra kendisine uzaklarda bir hayat arayışına girer. Hava Kuvvetlerinde görev alır. Ekonomik olarak da kötü yıllardır. O yıllarda Elvis Presley, Carl Perkins, Roy Orbison, Jerry Lee Lewis ve Waylon Jennings gibi birçok Rock’n Roll yıldızı da aynı dönemlerden benzer şekillerde etkilenmişlerdi. John Cash, bir süre kapı kapı dolaşarak ev aletleri pazarlamaya çalışır. Ama başarılı olamaz, iki oto tamircisiyle kurduğu küçük bir de müzik grubu vardır. Bir gün üzerine siyah bir gömlek giyerek grubuyla birlikte Memphis’teki Sun Stüdyolarının kapısını çalar. Söylediği ilâhiler stüdyo sahibinin hoşuna gitmez ama kendi bestelerini çalmaya başladığında albüm yapma kararı verilir. Yıl 1955’dir.

Kısa sürede şöhret olur John Cash, lüks bir hayatın içindedir. Karısı ve kızlarını da bu hayatın sonucu olarak daha az görür. Turneler, albümler, besteler onu kaldıramayacağı bir hayata doğru sürükleyince kendini tüketen birçok yıldız gibi yaşamaya başlar; sigara, içki ve ilâç kullanmaya başlar. Cash daha sonraları ikon haline gelen Siyah Giyinen Adam karakteri ile geniş bir hayran kitlesi oluşur. Daha sonra bu imajından dolayı Man in Black adında bir de şarkı yapar. 1968 yılında ise Cash dönemin en çok sevilen grubu Beatles’dan bile fazla satan Folsom Prison Blues albümü ile halkın sevgilisi olur.

O günlerde şöhretinin ilk günlerini ateşleyen değişik karakteri ve insanlar üzerinde bıraktığı etki, bugünün rock, country, punk, folk ve rap starlarına kadar birçok yeteneğin de ortaya çıkmasında önayak olduğu söylenir. Bir süre sonra Johnny Cash, folk şarkıcısı June Carter’a duyduğu aşk ile anılmaya başlanır. June Carter ile evlenir ve her ikisi de hayatlarının sonlarına kadar müziğin içinde yaşarlar.

Filmin senaryosu Cash’in Man in Black ve Cash The Autobiography adlı kitaplardan James Mangold ve Gill Dennis tarafından uyarlanmıştır. Filmin yönetmeni ise Heavy, Cop Land, Girl Interrupted ve Identity filmleriyle tanınan James Mangold’dur. Citizen Ruth, Beautiful Girls, Scream, Cop Land, Girl Interrupted, Identity filmlerinin de yapımcılığını üstlenmiş yapımcı Cathy Konrad ve The Stars Fell on Henrietta’nın yapımcısı James Keach, Johnny Cash ve June Carter ile ölümlerinden 7 yıl önceye dayanan sıkı bir dostluk ve çalışma arkadaşlığı sonunda bu filmi yapmaya karar verirler.

Sınırları Aşmak’da başrolleri Oscar ve Altın Küre adayı Joaquin Phoenix ile yine Altın Küre adayı Reese Witherspoon paylaşıyorlar. Phoenix ve Witherspoon filmdeki şarkıları canlı olarak kendileri seslendirmişler. Böylece Johnny ve June’un arasındaki aşkı seyirciye daha iyi aktarabileceklerine inandıkları için bunu tercih ettiklerini söylüyorlar.

Sınırları Aşmak, 1932 – 2003 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir müzisyenin öfke, bağımlılığın verdiği yıkım, yıldız olmanın verdiği sorumluluklar ve kendini yeniden yaratış hikâyesini anlatıyor. John Cash’in döneme damgasını vurmuş, 1968 kuşağının unutulmaz şarkıları, “At Folsom Prison”, “Ring of Fire”, “Get Rhythm”, “Going to Memphis” ile filme adını veren “Walk the Line” eşlinde nefis bir biyografik film ile karşı karşıyayız. Arkansas’da henüz 12 yaşındayen annesinin ilâhilerini söyleyerek başladığı müzik yaşamına, kendi kendine öğrendiği gitarıyla besteler yaparak sürdüren Johnny Cash’in yaşamı, müzikleri eşliğinde son derece etkileyici bir şekilde sunuluyor.

Yönetmen ve Senarist James Mangold Cash için şunları söylüyor: “John’un sanat hayatının ve kişiliği hakkında daha çok şey öğrendikçe onun biyografisini filme çekme fikri bende daha da gelişti. Çünkü o zamanlar müzik yapmak demek duygularını insanlarla paylaşmak demekti… Müzik video kliplerden uzak, listeler ve parayla ilgili bir şey yoktu. Cash diğer müzisyenlere göre bu işe oldukça geç başlamıştı. Gitar çalmayı kendi kendine öğrenmiş ve müzik konusunda gerçekten cesareti oldukça az bir yorumcuydu. Kendisine müzik piyasasında yol açan hiç kimse olmadığını fark edince Memphis’e taşınmıştı. Fakat çok zeki bir adamdı ve kapağı ne yapıp edip Sun Records firmasına atmıştır. John zamanının tüm müzisyenlerinden çok farklı bir başlangıç yapıp diğerlerinden çok farklı bir gelişim izledi. Sahip olduğu inanılmaz yetenek sayesinde en dipten en tepeye yükselmeyi başarmıştır. O her zamanın en yetenekli şarkıcılarından biridir… Şarkıları benzersiz, kişisel ve ham birer cevherdir…”

(08 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Dabbe

Prof. Dr. Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, Popüler Kültür Açısından Bilim-kurgu ve Korku Sineması adlı kitabında, kişinin geçmişte yaşadığı korku ve endişeleri tekrar tekrar yaşama, böylece onları da yeniden yaşatma eğiliminden dolayı korku türünün izleyicide ilgi gördüğünü söyler.

Hollywood 1930’larda korku türünde birçok film çekmiş, 1970’lerden itibaren Şeytan, Jaws gibi gişe başarısı sağlamış korku türündeki filmlere imza atmıştır. Toplumsal kaygı, gerilimlerin dile getirildiği korku sinemasının 1970’lerden itibaren bir sıçrama yaptığını söyleyebiliriz. Her ülke kendi korku filmlerini üretmiş olmasına rağmen, korku filmlerinin temelinde, batı yaşamının mitleri, batıl inançları (büyücü, şeytan, kurt adam, vampir) vardır. Bilinçaltına seslenen bu türün temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: Ortam karanlıktır, her filmde ölüm vardır (cinayet ya da intihar), korku ve şiddet öğeleri yoğun bir şekilde görülür, hemen hemen her sahnede kan görüntüsü vardır; müzik ve aniden duyulan sesler korku unsurunu arttırmaya yardımcı olurlar.

Son zamanlarda Türk sinemasında çekilen film sayısının arttığını söylesek de aynı artışı korku filmlerinde gördüğümüzü söylemek pek mümkün değil. Bu türde çekilmiş sadece iki filmden bahsedebiliyoruz: Yağmur Taylan – Durul Taylan’ın 2004’de çektiği Okul ile yine 2004 yapımı Orhan Oğuz’un Büyü filmi.

Kıyamet alâmetlerinin internet aracılığıyla yayılacağını söyleyen D@bbe, Japonya’da yılın sanatçısı ödülü alan Hasan Karacadağ’ın filmi; bu film bir üçlemenin ilki olma özelliğini de taşıyor. Japonya’da Sinema Yönetmenliği eğitimi alan Karacadağ’ın bu filminde Japon sinemasının görsel dilinin etkilerini görmek de mümkün. Bunu ayrıca D@bbe’nin Japon sanat yönetmenine de bağlayabiliriz. Türkiye ve Japonya’da birçok kısa film, belgesel film, TV filmi, TV dizisi yöneten, 50’den fazla uluslararası film festivaline katılıp ödüller alan Karacağ, Türkiye’de 1999 yılında Uluslararası İstanbul Film Festivali‘nde gösterilen Hummadruz adlı filmiyle tanındı. Bu filmle uluslararası birçok ödül de aldı.

Filmde en önemli korku öğesi internet’tir. Bilgisayarlar kendi kendilerine internete bağlanır. D@bbe, Tarık adında bir gencin, büyük bir ekmek bıçağını boğazına saplayarak vahşice kendisini öldürmesiyle başlar. Arkadaşları Hande, Sema, Cem ile polis, bu intiharın nedenini araştırırlar ama ellerinde Tarık’ın evinde çekilmiş bir video görüntüsü, ölümünden sonra ondan gelen bir e-mail ile bilgisayarından çıkan anlamsız harfler ve rakamlardan başka bir şey yoktur. İntiharlar artış gösterir ve Amerika’da da benzer şekilde intiharların olduğu haberi alınır. Tarık’ın intiharını araştıranlar da teker teker ölür.

Çekimleri İzmir Selçuk’da gerçekleştirilen D@bbe, adını, dört kutsal kitapta anlatılan ve Kur’an’da Dabbet-ül Arz olarak geçen kıyamet alametlerinden alıyor. Yönetmen Hasan Karacadağ’ın yorumuyla, kıyamete beş kala neler olacağını öngören film, dünyanın yok olacağını gösteren en büyük ve en son kanıtın İstanbul’da ortaya çıkacağı iddiasında.

D@bbe, Hollywood sinemasında işlenen Hıristiyan bazlı korku filmlerinden farklı olarak Kur’an’dan seçilmiş bir konu olması açıdan bir ilk olma özelliğini taşıyor. Ancak, senaryo ve konunun aksine oyunculuk ve diyaloglar aynı başarıyı maalesef gösteremiyorlar. Yeni yüzlerin kullanıldığı D@bbe’de bu iki sorun ilk yarıda yoğun bir şekilde hissedilirken, ikinci yarıda film kendini daha iyi ifade etmeyi başarıyor. Korku türünün tüm özelliklerinin kullanıldığı D@bbe’de yakalanan sarı tonda özel renk dokusu, etikeyiciliği arttırmış gibi görünüyor. D@bbe’yi her şeyden önce son yıllarda Türk filmlerindeki artış ve farklı bir türdeki örnek olması açısından olumlu bulduğumu da söylemek isterim.

(08 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Çalıntı Gözler

2005 yılı Türk – Bulgar ortak yapımı Çalıntı Gözler (Stolen Eyes – Otkradnati Ochi), 1980’lerde Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığın maruz kaldığı trajediyi konu alıyor. 20’den fazla film festivaline davet edilen, Rusya, Almanya ve Sırbistan’daki festivallerde ödül alan Çalıntı Gözler, Bulgaristan tarafından En İyi Yabancı Film Oscar Adayı olarak gösterildi ancak Bulgaristan’da gösterime girdiği dönemde milliyetçi kanatta büyük tepki uyandırdı.

Filmde Ayten öğretmeni canlandıran Bulgar aktris Vessela Kazakova Ağustos ayı sonlarında düzenlenen 11. Saraybosna Film Festivali’nde uluslararası jüriye seçilmişti. Ayrıca Kazakova, geçen yılki Saraybosna Film Festivali‘nde En İyi Film ödülünü kazanan Marslı Mila adlı yapımda başrolü oynamıştı. 28 yaşındaki Kasakova, Moskova 27. Uluslararası Film Festivali‘nde Çalıntı Gözler filmindeki rolü ile En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştı.

Bulgar yönetmen Radoslav Spassov, 1943’de doğdu. 1970’li yıllarda Moskova’da yönetmenlik eğitimi aldı. 1993 yılında çektiği A Day of Forgiveness filmi ile çıkış yapan Spassov’un yönetmen olarak imza attığı film sayısı 20’den fazla. Radoslav Spassov, en iyi Bulgar yönetmenlerinden biri olarak anılmaktadır.

Radoslav Spassov’un Çalıntı Gözler filmi, yüzyıllardır birarada uyum içinde yaşayan insanların kamplaştırılmasını, uygulanan politikalarla birbirlerine düşman edilmelerini ve ait oldukları topraklara yabancılaştırılmalarını çok yalın bir dille anlatıyor. İsimleriyle birlikte geçmişlerinden ve kültürlerinden sökülüp alınmaya çalışılan Türk azınlığın hikâyesini anlatan film, yakın döneme damgasını vurmuş acı dolu bir öyküyü büyük bir tarafsızlıkla anlatmayı başarıyor.

Filmin senaristlerinden Neri Terzieva, film için şunları söylüyor: “Bu film, bir Türk kızı ile bir Bulgar adamın farklı, imkânsız ve izah edilmez aşkının öyküsüdür. Kader onları defalarca bir araya getirir ve duygusal olarak yakınlaştırır…” Ayrıca, “Bu filmde bizim yapmak istedğimiz, yaraları deşmek değil, iyileştirmektir” sözünü de ekliyor.

Yıl 1984… Bulgaristan’daki komünist rejim Türk azınlığı asimile etmeye başlar, gerekçeleri ise Türkler’in nüfusunun hızla artmasıdır çünkü böyle giderse Türkler sayıca Bulgarlar’dan fazla olacak ve vatan elden gidecektir. Bu nedenle ülkede yaşayan Türkler’in isimleri zorla değiştirilir; Ayten’i Ana, Vildan’i Valentina olarak değiştirip yeni nüfus cüzdanları hazırlarlar. Ama sadece bununla kalınmaz, bayram kutlamak da yasaktır, “yabancı dil”de konuşmak da. Giyim kuşam tarzları da bu yasaklar içinde yerini alır. Birdenbire yeni bir kimliğe bürünmeleri istenir Türkler’den. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri ise, düğün sahnedir. Davullu zurnalı Türk düğünü büyük bir sessizlik içinde yapılır, çalgılara siyah kurdeleler bağlıdır; davula tokmağı vurulmaz, zurnaya nefes verilmez, sazın tellerine parmaklar varmaz.

Bulgar asker Ivan (Valery Yordanov), bu asimilâsyon uygulamasının ön saflarında yer almak istemez. Gözü kapalı bile satranç oynayabilen Ivan, saf, romantik genç bir adamdır ve bir isim vermek gerekirse “soy kütüğünün tekrar yazılması uygulamasında” (Türklerin zorla Bulgarlar tarafından adlarının değiştirilmesi işlemi) resmi mühürlerden sorumludur. Diğer taraftan Türk ve Bulgar çocukların öğretmeni Ayten, bu mühürleri çalmaya çalışır, böylece etnik asimilasyonu yavaşlatacağını düşünür. Bu Ayten ile Ivan’ın ilk karşılaşmalarıdır.

İsimlerinin zorla değiştirilmesi, kültürel yasakların konması Türkler’de büyük bir tepki yaratır ve bir bayram günü yöresel kıyafetlerini giyinerek çoluk çocuk, kadın erkek meydana doğru yürüyüşe geçerler. Büyük bir kalabalık toplanır, Bulgar tarafı grubu dağıtmak için panzer ve askerleriyle ordadır. Türk grubu dağılmak istemez. Panzer gruba doğru ilerler ve küçük bir çocuğu ezer. Panzeri kullanan Ivan’dır. 4 – 5 yaşlarındaki küçük kız çocuğu da köyün öğretmeni Ayten’indir. Ayten, 3 yıl kadar önce de kocasını kaybetmiştir.

Bu olay Ayten’i sarsar, hastanede bir süre tedavi görür. Ivan da o hastanededir, ama artık satranç oynama yeteneğini kaybetmiş, sadece gözler çizen bir ressam haline gelmiştir. Ama bu gözler kimindir? Ayten ve Ivan’ın hafızasında boşluklar vardır. Bir süre sonra birbirlerini hatırlarlar.

Giderek artan baskıya dayanamayan on binlerce Türk, çareyi Türkiye’ye göç etmekte bulur. Tüm ailesi Türkiye’ye yerleşmeye karar veren Ayten öğretmen ise, geçmişinden ve kendini ait hissettiği topraklardan kopmak istemez, konvoylar halinde göç ettikleri bir sırada vazgeçer ve Bulgaristan’da kalmaya karar verir. Geride sadece dedesinin kaldığı köyüne dönen genç kadın, daha önce de birkaç kez yollarının kesiştiği Ivan’ı kendisini beklerken bulur. Vicdan azabı, bağışlanma, aidiyet ve memleket kavramları üzerine benzersiz bir deneme olan Çalıntı Gözler yakın tarihimize damgasını vurmuş bir olaya tarafsız gözlerle bakan çarpıcı bir yapım.

Filmin, bütün bu yaşananlara karşın, farklı ırktan iki gencin birlikteliği ile sonlanması, politikalara rağmen halkın o topraklarda barış içinde yaşamak istediğinin altını dikkatle çiziyor. Bu açıdan film, mesaj içeriklidir. Film, geri dönüşlerle anlatılıyor. Bu yöntem kimi zaman filmin akışında sorunlar yaratıyor. Nejat İşler’in rolünün yama gibi durmasına, filmin 3 – 4 yerinde mikrofonun görünmesine ve senaryodaki bazı sorunlara rağmen, yaşanmış bir olayı anlatması açısından film, izleyiciler üzerinde etkileyici olmayı başarıyor.

(03 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Aşkın Gözyaşları

Memleketimizde yapılan festivaller içinde önemli bir yere sahip olan Altın Koza Festivali’ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar 200’e yakın sinemanın faaliyette bulunduğu Adana’da 1995 yılının Ekim ayında sadece on adet kapalı sinema salonu vardı. Ola ki bir festival zamanı sizin de yolunuz düştüğünde benim gibi aramakta zorlanmayasınız diye bulundukları yerlerle birlikte yazayım ki daha faydalı olsun: Metro Sineması (Atatürk Caddesi), Galleria Sineması (Fuzuli Caddesi), Arı Sineması (Belediye Caddesi), Sun Sineması (Ziyapaşa Caddesi), Erciyes Sineması (Küçüksaat semti, Ankara’nın Küçükesat’ı ile karışmasın), Arzu Sineması (Vakıflar Sarayı), Özen Sineması (Obalar Caddesi), Nur Sineması (Obalar Cad -Özen ile karşı karşıya-), Set Sineması (İnönü Mahallesi), Lale Sineması (Hürriyet Mahallesi).

Metro, Galleria, Arı, Sun ve Arzu sinemaları Uğur Ünal’a, Nur, Set ve Lale sinemaları ise Yavuz Filmcilik şirketi sahibi Halil Yavuz’a ait, Yavuz sinemalarında kendi şirketinin filmlerini gösteriyor. Özen Sineması memleketimizin en güçlü ithâl firması olan Özen Film’e ait ve Adana bölge bürosu ayni yerde faaliyet gösteriyor. Erciyes Sineması’nın mülkiyeti ise Seyhan Belediyesi’nin.

Nur, Set ve Lâle Sineması’nda seks filmi gösteriliyor. Arzu Sineması’nda ise festivâl zamanına rastlayan 6 Ekim 1995 tarihinde “Dur Yoksa Annem Ateş Edecek” (Sylvester Stallone) ile birlikte “Yasak İlişki” adında bir seks filmi oynuyordu. “Yasak İlişki”nin Meryl Streep ve Clint Eastwood’un oynadığı ayni adlı filmle bir ilgisi yok, ama nasıl yapıldıysa, salon filmi “Dur Yoksa…” ile birlikte programlanmış. Demek ki Adana’da çok değişik seyirci kesimleri de var.

Sun Sineması’nın ilk yapımında parter olarak kullanılan bölümü sonradan mobilya mağazası olmuş, balkonunu salona dönüştürmüşler. Öndeki giriş iptal edilmiş, arka tarafa çıkıntı yapılarak fuaye ve giriş haline getirilmiş. Ne zaman bir kısmı başka faaliyete tahsis edilmiş böyle sinema görsem ve duysam tarif edemediğim bir üzüntüye kapılırım sevgili okurlar. Önceki halini göremediğimden içimi bir sıkıntı kaplar, görenleri ve o halde film seyredenleri nedense şanslı olarak kabul ederim. Adapazarı Yıldız Sineması’nın da kapanmadan önce başına böyle bir şey gelmiş. Galiba önce salonunu başka bir işe ayırmışlar, sonra balkonda süren faaliyet tamamen sona ermiş. Yeni sinemaların açılması bir tarafımı sevindirse de bu gibi değişim olayları öteki tarafımda devamlı bir sızıya vesile olmaktadır nedense. Metro Sineması yenilenince geniş koltuklarını Sun’a takmışlar, sıra aralarından gayet rahatlıkla geçiliyor. Kapanan kışlık sinemalardan bazılarını da şöylece yadediverelim: Ünal, Sular, Güleröz, Lüks, İpek.

Amfiteatr şeklinde yapılmış olan ve festivâl törenlerine kucak açan Galleria Sineması 1992’de faaliyete başlamış. Mülkiyeti belediyeye ait olan sinemanın film sonundaki jenerikleri başlar başlamaz kesmesi küçük bir kusur olarak dikkatimi çekti. Açıldığı gün Şerif Gören’in “Amerikalı”sı dört matine kapalı gişe gösterildi. Galleria Sineması’nda “Speed” (Keanu Reeves/Bu çocuk bana hep Steve Reeves’i hatırlatıyor; hani o masis, herkül filmlerinin gözde aktörü Steve), “Babam İçin”, “Aslan Kral”, “Richie Rich”, “Yumuşak Ten” (Ekrem Bora), “Ruhların Evi”, “Mavi Gök”, “Philadelphia”, “Schlinder’in Listesi”, “Bebek Firarda” çok iş yaptı. “Sevginin Gücü – Leon” önce Galleria’da oynadı sonra Arı’ya gitti, halktan talep gelince tekrar Galleria’da toplam beş hafta gösterildi. “Kesişme” (Richard Gere) iki hafta Metro Sineması’nda yedi hafta Galleria’da olmak üzere Adana’da tam dokuz hafta gösterildi. Ortaokuldan beri makinistlikle uğraşan 29 yaşındaki Trabzon’lu Ali Karadeniz mesleğini Galleria’da sürdürüyor. Ali gösteri sırasında makaradaki filme bakarak kaç dakika kaldığını kestirebiliyormuş. Sırrını sordum, makinada filmin takılı olduğu bobinin kapağında kalan dakika ve metrenin yazdığını söyledi. Bilmeyen hayret ediyormuş, böylece biz de öğrenmiş olduk.

Sular semtinde yirmi yıl önce -sırt sırta olmak üzere- altı tane yazlık sinema varmış. Tesbit edebildiğim beş tanesinin adları şöyle: Sular, Bahar, Köşk-1, Köşk-2, Site. Bu sayılanlar şu anda (1995 Ekim) Adana’da beş adet kışlık sineması olan Uğur Bey tarafından çalıştırılırdı. Gazete kolleksiyonlarını karıştırırsak Sular semtinin yirmi yıldan daha eskilerinde Dünya ve Venüs adlı yazlık sinemaların da çalıştığını görürüz. Perdesi hâlâ duran Sular Sineması yazlık düğün salonu olarak çalışıyor. İbrahim Tatlıses’in “Yalan” filmi Sular’ın yanındaki istasyonda çekildiğinden, iki hafta kapalı gişe oynadı. En son kapanan yazlık sinema Sular Sineması oldu, 1991’de kapandığında iki kişiye film gösteriliyordu. Sular Sineması’nda en çok Kemal Sunal’ın “Davacı”, “Tokatçı” ve “Postacı” adlı filmleri iş yapmış. Hülya Koçyiğit’in Sular Sineması ile ilgili ve yerel TV’de anlattığı hoş bir anısı var, ben de sizlere nakledeyim. Hülya “Zehra” adlı filmi ile Altın Koza kazandığını Isparta’da “Gökçeçiçek”in çekimi sırasında öğrenmiş ve Lütfi Akad’dan zar zor izin almış. Ankara’ya arabası ile gideceğini duyan şöförü jest olsun diye arabayı yıkamak için baraja götürmüş fakat dönüşte kaza yapmış. Hülya başka araba ile Ankara’ya gelmiş. Terslikler genellikle üst üste geldiğinden uçak da altı saat rötar yapınca Adana’ya saat yirmidört sıralarında inmişler. Telâşla gittikleri Sular Sineması’nda kimsenin dağılmayarak kendisini bekler bulduğunu görünce Hülya Koçyiğit çok mutlu olmuş.

Adana’da diğer yazlık bahçeler olarak, Arzu, Yeşilevler, Polat, Mine, Alemdar, Kiremithane, Şahinler ve İpek sinemaları hatırlanıyor. Sadece yerli film gösteren bu yazlık sinemaların hepsi birden çalışmaktaydı. Adana’da büyük olay yaratan Müslüm Gürses’in “İsyankâr” filmi yazlık sinemaların hepsinde gösterildi. Bol bol çekirdek yenilen yazlık sinemalarda bira satma ruhsatı da vardı fakat kışlık salonlarda çekirdek yemek, sigara içmek kesinlikle yasaktı. Burçak Evren’in bir araştırmasına göre 1987 yılında bütün Türkiye’de mevcut 78 adet yazlık sinemanın tam 26 adedi Adana’da bulunmaktaymış. O yıllardaki yazlık sinema bolluğunun önemli sebeplerinden biri iklim nedeniyle yörede yaz mevsiminin çok uzun geçmesidir. TV olayı evelallah her şey gibi yazlık sinemaları da çatır çatır yok ettiğinden şu anda Adana’da yazlık sinema kalmamıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Adana’ya doğru uzanırsak sararmış gazete sayfalarında Türkocağı, Asrî, Elhamra, Alsaray, Tan, Yeni Ünal gibi sinema adları çıkar karşımıza. Çevirin sayfaları, 16 Ekim 1929’da Türkocağı Sineması’nda “Bağdadın Üç Hırsızı”, 4 Ocak 1931’de Asrî Sinema’da “Ben Hur”, 27 Nisan 1938’de Tan Sineması’nda “Tarzan”, 22 Nisan 1956’da Yeni Ünal Sineması’nda “Çıplak Ayaklı Kontes”, 21 Ocak 1958’de Asrî Sinema’da “Devlerin Aşkı” gösterildiğini göreceksiniz. Adana’nın en eski sineması olan Türkocağı Sineması 1931 yılında Türkocakları’nın kapatılmasıyla satışa çıkartılır. Satış yerel basında şöyle ilan edilir:

“Senelik icar bedeli 3500 lira olan, Kuruköprü Han kurbu mevkiinde, 600 metre murrabaı üzerine mebni, dahilen 1000 kişi istiabına kâfi ve fevkalâde sıhhi ve fenni, son sistem sabit sandalyeler ve kanepelerle mücehhez büyük bir salon ve her biri dört kişilik 11 loca ve 150 kişi istiabına göre yapılmış balkon ve muhteşem sahnesi ile sahnenin iki tarafında karşılıklı 4 oda, sahne altında büyük bir depo, muntazam makina dairesi ve büyük sistem motorize dinamo ve fennin icabatına göre tesis edilmiş apayrı dairesiyle, sesli, sözlü, şarkılı olmak üzere son sistem makinasıyla aspiratörlerle mücehhez ve haricen büfe, gişe, metha salonunu havi ve son sistem elektrik tesisatı ile tenvir edilmiş, su tulumbası ve diğer müştemilâtını havi kârgir sinema satılıktır. Müzayede müddeti 20 Teşrinisâni 1931 – 20 Kânunuevvel 1931’dir. Muvakkat ihale günü 20 Kânunuevvel 1931 Pazar günü saat 15’tir. İhale yeri: Şimdiki Halk Fırkası Binasıdır”.

Bir diş hekimi olan Bedri Bey tarafından satın alınan Türkocağı Sineması’nın adı 1931 yılında değiştirildi ve Asrî Sinema adını aldı. İnönü Caddesi ile Ziyapaşa Bulvarı’nın kesiştiği noktada bulunan sinema 80’li yıllarda yıkılarak yerine çok katlı bir iş merkezi yapıldı. Şimdilerde o iş merkezinde alışveriş yapan Adana’lıların dedeleri ve dahi nineleri şöyle ilânlarla davet edildikleri sinemalarda ne güzel filmler izliyorlardı kimbilir:

Asrî Sinema’nın ilanı:
Asrî Sinemada, Suvare: 8.30, Bu Akşam, Fevkalâde Bir Proğram, Halk Mahbubu Artislerin en güzeli ve en fazla sevilen Robert Taylor’un “Mary Novvard – Briam Donlevy” İle beraber en güzel ve en son yarattığı, Tamamen Renkli, KARA SUVARİ, Çölde cereyan eden fevkalâde mevzulu… ihtiraslı ve büyük, Aşk ve macera filmi, İlaveten, Sinemanın en parlak jönprömiyerlerinden Kadınların meftunu Sezar Romero, Erkeklerin menfuru Virinina Gilmore, Beraber çok güzel bir tarzda çevirdikleri, CENTİLMEN GANGSTER-Pek Yakında, Pek Yakında, Unutulmayan hatıralar bırakan büyük filmler yaratıcısı, “Jan Gabin”, BEKLEDİĞİM KADIN Şaheserini Göreceksiniz.

Tan Sineması’nın ilânı:
Görülmemiş bir muvaffakıyetle Tan Sinemasında Gösterilmekte olan Şarkın en büyük mugannisi Abdulvahap’ın Emsalsiz şaheseri AŞKIN GÖZ YAŞLARI, Türkçe Sözlü Ve Arapça Şarkılı Büyük filmi bütün seyredenleri ağlatmaktadır. Bu film senenin en büyük muvaffakıyetini kazanmakta ve takdirler toplamaktadır-Dikkat: Yer bulabilmek için lûtfen erken gelinmesi ve loca istiyen sayın müşterilerimizin de telefonla localarını ayırtmalarını rica ederiz.

Elhamra Sineması’nın ilanı:
Elhamra Sinemasında, İhtiras Fırtınaları, Mümessili: Emil Yanings.
(Antrakt, 55, 57)

Sadi Çilingir

Aşk Üçgeni

Eskiden amele Memo’yu tutar, tek katlı gecekondu yaptırırdık; sonra gecekondular beş kata yükselince amele Memo gitti, yerine inşaat mühendisi Mehmet Bey geldi. Keza eskiden kavunu, karpuzu tarlaya Hüsmen Ağa ekerdi, sonra yeryüzünde ziraat mühendisliği zuhur eyledi, Hüsamettin Bey’in günler süren incelemesi sonrasında “Efendim bu toprakta karpuz ekilebilemez.” kanaatine varıldı. Bilim ilerledikçe insanlar hayatın çeşitli kademelerindeki meseleleri bilimsel temeller üzerine oturtma uğraşına girdiler. Derken bilim mes’elesi son 10-15 yıl içinde memleketimizin sinema alanına da sirayet etti ve okulları açıldı. Okul iyidir, çünkü vatandaşı eğitir. Mesele nereden gelmiştir, nereye gitmektedir, kökünü, temelini öğrenmek iyi bir şeydir.

Gelgelelim geçtiğimiz yaz başında Bilgi Üniversitesi’nde “Halit Refiğ Sinemasında Üçgenler” konulu bir incelemeyi görüntü eşliğinde izleyince bendenizi bir düşünce almıştır. Bundan böyle Halit Refiğ’in filmlerini izlerken “acaba burada hangi üçgeni kullanmış?” deye tedirginlik duyacağımı itiraf etmem gerekir. Neyseki gösteriyi izleyen Halit Refiğ kalkıp: “Ben filmlerimi çekerken böyle şeyler düşünmemiştim; ama yaptığınız incelemeler için teşekkür ederim.” dedi de rahat ettim. Dolayısıyla bundan sonra, üçgen meselesine kafamı takmayacağım, Halit Refiğ filmlerini yine “eski hamam, eski tas” sistemi ile seyredeceğim.

Mevzu nedeniyle bendenizde şu kanaat hasıl olmuştur: Bilim, işi fazla kurcaladığında insanların kafasını karıştırıyor. Halit Refiğ sinemasındaki aşk üçgenleri ile haşır neşir olduktan sonra yaz sonunda “Three to Tango” adlı yabancı film “Aşk Üçgeni” adıyla vizyona çıktı. Notlarımı karıştırırken tesadüfen baktım, meğersem sinemada “Aşk Üçgeni”nden geçilmiyormuş. Sinema, video ve TV.de gösterilen “Aşk Üçgeni”leri şunlardır:

1. “Aşk Üçgeni” sinemada gösterilmiştir. Yücel Uçanoğlu yönetmiş, Ahu Tuğba, Meriç Erkan oynamıştır. Kocası ölünce yüklüce bir mirasa konan bir kadın ile, ona oyunlar çeviren bir adamın öyküsü anlatılmaktadır.

2. “Aşk Üçgeni”nin orijinal adı “Untamed” olup, 1929 tarihinde yapılmıştır. Show TV.de gördüğümüz filmi Jack Conway yönetmiş, Joan Crawford ve Robert Montgomery oynamıştır. Petrol zengini bir kadının fakir bir gence aşık olmasını işlemektedir.

3. “Aşk Üçgeni” (Les Diaboliques), 1954 Fransa yapımıdır. İnterstarda 1993’te birkaç kez izledik. Karısından ve metresinden vazgeçemeyen adamı, karısı ve metresi bir olup öldürmeye karar verirler. Bu filmde Simone Signoret var.

4. “Aşk Üçgeni” (Me and the Colonel). Y. Tarihi: 1958. Oy: Danny Kaye, Curt Jurgens. Prokoszny adındaki bir albayla sevgilisi kaçmak zorundadırlar. Tanıştıkları Polonyalı Yahudi Jacobowsky kaçmaları için onlara yardım etmeye karar verir ancak albayın sevgilisi ona aşık olunca işler karışır.

5. “Aşk Üçgeni” (La Cavaleur), yine bir Fransız yapımı. 1979’da yapılmış, Philippe De Broca yönetmiş, Jean Rochefort, Anne Girardot oynamış.

6. “Aşk Üçgeni” (Patti Rocks), HBB TV.de gösterilen adı sanı duyulmamış, Chris Mulkey ve John Jenkins’ın oynadığı bir film.

7. “Aşk Üçgeni” başrollerinde Matthew Perry ile Neve Campbell oynuyor ve geçtiğimiz Ağustos ayının 11’inde gösterime çıktı. Ve ilginçtir Matthew Perry 25 Ağustos’ta A & P Filmciliğin “Komşum Bir Katil” adlı nefis komedi filminde Bruce Willis ile birlikte yeniden perdelerimize geldi ve sevimli haliyle bir hayli hayran edindi. (Taraftar topladı?)

Yaşamın İçinden

İki kadın yokuş aşağı gidiyorlar. Bir tanesinin hızı aynen fren yapa yapa yokuş inen TIR’a benziyor. Tam yanlarından geçiyordum TIR olanı yanındakine: “Bu ne biçim sokak.”dedi, “insan zor yürüyor.” Her zaman geçtiğim sokağa ne kusur buldular deye gayri-ihtiyari dönüp baktım. Kadının ayağında neredeyse 10 cm.lik sivri topuklu bir ayakkabı var ve yokuş aşağı gidiyor; kabahat yolda değil, açıkça topukta. Kadına: “Hanımefendi siz topuklu değil, burunlu ayakkabı giyerseniz bu sokak çok iyidir.” diyesim geldi. “Sinema Dergisi’yle bu konunun ne ilgisi var.” diyenler için mevzuyu sinemayla irtibatlandırayım: Sinemada sokak meselesi dendiğinde ilk akla gelen film Coppola’nın “Sokaktakiler” adlı filmidir. Her ne kadar orijinal adı “The Outsiders” ve Tom Cruise’ün ilk filmlerinden biri olsada hakikaten sokaklarda geçer, gençlik çetelerinin çatışmalarını anlatır. Eskilere gidersek klâsikleşmiş “Batı Yakasının Hikayesi”ni hatırlatırız. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye versiyonunu Halit Refiğ “Yasak Sokaklar” adıyla çekmiş idi.

Bu Kadar Akıl Bana Çok Geldi Birazda Size Vereyim

Akıl-1: Büyük alışveriş merkezlerinde açılan sinema salonlarını 1, 2, 3 diye adlandıracağınıza Mavi, Yeşil, Kırmızı diye adlandırın. Vatandaş görmek istediği filmin hangi salonda gösterildiğini bilsin, numara akılda kalmıyor. Büyük salonda görmek istediği filmi küçük salonda seyretmeye zorlamayın. Meselâ bendeniz Cinemascope bir filmi hiç üşenmem Pangaltı’dan Zeytinburnu’na gidip CineCity’nin Gri Salonu’nunda (6. salonda değil) izleyebilirim. Yeni sinemalarımız Capitol, Odeon Cineplex ve CineCity sinemalarının büyük salonları çok hoşuma gidiyor; kelimenin tam mânâsıyla sinemanın tadını varıyorsunuz. Beyoğlu’ndaki Lâle’nin lacivert, Fitaş’ın ve Atlas’ın kırmızı salonlarında da film seyrinin tadına doyulmaz ama onlar klâsikleşmiş salonlarımız olduğu için öncelikli misâli yenilerden verdim. Aldığımız istihbarata göre önümüzdeki sezonda Kadıköy, Kozyatağı, Ümraniye ve Adana’da yeni alışveriş merkezlerinde sinema gibi sinemalar yapılmaktaymış; inşallah onların da salonlarının tavanları yüksek, anfitiyatro koltuk düzeni ve geniş perdeleri olur.

Meselâ benim birden fazla salonlu bir sinema kompleksim olsa, her filmi ilk haftasında CineCity’nin gri salonu gibi olanında gösteririm. Dört filmin gösterime çıktığı hafta her filmi ikişer gün mutlaka büyük salonda göstereceğimi seyirciye duyururum. Fanatik sinemasever büyük, tavanı yüksek ve ferah salonda film seyretmeyi sever. Büyük perdede film seyrederken olayın içine girmiş gibi hissedersiniz, ama aynı olayı TV.de seyrettiğinizde girin bakayım 1.90 boy ve 110 kiloluk ağırlığınızla 50 cm.lik TV ekranından içeri; olmaz tabi ki. Bazı film şirketleri ise filmlerinin kompleksin hangi salonunda gösterileceğini bile belirliyor; mesela sonuncu “Yıldız Savaşları”nın gösterim şartı girdiği büyük salondan altı hafta çıkarılmamasıydı. Ondan sonra altı tane film vizyona girdiyse hiçbiri büyük salonlarda gösterilemedi. Eee yazık değil mi diğer filmlere. Meseleye sinemasever tribününden baktığınızda böyle gözüküyor. Şunu da açıkça belirteyim: “sinema salonunda film seyretme zevki” dediğimiz olgunun birinci sahibi sinemasever ve sinema yazarlarıdır. Sinemacılar ve filmciler bu meselenin ticari sahipleri. Adamın bin kişilik salonu varsa ve gösterdiği film dünyada toplamadık ödül bırakmamış olsa bile seyirci -veya para- gelmezse, iyi film, güzel film hiç umrunda değil, hemen çıkarıyor. Keza o filmin iş yapmaması filmcinin umrunda bile değil, hemen gidip bir TV kanalına satıyor; çünkü o filmden yaptığı zararı diğer sıradan bir avantür veya gerilim filminden çıkarıyor. Tabi bahsettiğim anlayış haricinde olan sinemacı ve filmcilerimiz de yok değil, onlar meselenin “istisnalar kaideyi bozmaz” bölümünü teşkil ediyorlar.

Akıl-2: Efendim Hıdırellez yaz mevsiminin geldiğini belirten bir şenliktir. Doğuda buna Nevruz diyorlar. Daha doğuya ve tarihin derinliklerine doğru gidersek benim bilgi dağarcığıma göre Türklerin Ergenekon’dan çıkışının olduğu gündür ve demir döğerek kutlanır. Hıdırellez milâdi takvime göre 6 Mayıs gününe isabet etmekle beraber Trakya’da Mayıs ayının ikinci pazar günü kutlanır. Evlerde dolmalar, köfteler, börekler, vesaireler yapılır, herkes, cümbür cemaat şehre en yakın ve yeşilliği bol yöreye gider. Akşema kadar, yani gün batımına kadar yenir, içilir, hoplanır, zıplanır, ihtiyar milleti, “ahh-off” çekip gençliğini yad ederken, gençler de ihtiyarlıklarında çekecekleri “ahh-off”lara malzeme tedarik etmekle meşgûl olurlar. Hıdırellez şenliklerinin akılda kalan bir adeti de ateş yakmak ve üzerinden atlamaktır. Bendeniz 1967’lerde Kırklareli’nde iken Saray Sineması’nda “Karaoğlan Altaydan Gelen Yiğit” (Tülin Elgin), Gençlik Sineması’nda “Ahtapotun Kolları” (Hülya Koçyiğit), Yazlık Lâle Sineması’nda “Gladyatörlerin Dönüşü”nü gördüğüm zamanlarda şehrin ileri geleni-geri gideni, ekabiri-ayak takımı, romanı-çingenesi-şoparı (üçüde aynı vatandaşı ifade eder) hiçbir ayırım gözetmeksizin, hıdırellez kutlamalarının yapılacağı pazar günü minibüslere doluşup “dere” diye adlandırılan mesire yerine giderlerdi.

Geçtiğimiz Mayıs ayının altıncı günü tesadüfen açtım Süper Kanal’ı baktım siyah-beyaz bir yerli film oynuyor. Adını tesbit edemedim ama Turan Seyfioğlu, Çolpan İlhan, Ulvi Uraz (Kamil), Mualla Sürer, Ersun Kazançel (Ali), Osman Alyanak, Leman Akçatepe, Ahmet Tarık Tekçe (Rıza), Faik Çoşkun (Bekçi), Turgut Özatay (Nuri Belde) gözüme çarptılar. Filmin bir yerinde “hıdırellez” lâfı geçince filmin tesadüfen yine bir hıdırellez günü TV.de gösterilmesini ilginç bir not olarak kaydederken tanıdık bir şarkı söylenmeye başladı. Candan Erçetin’in meşhur ettiği “Çapkın” şarkısı sanki ikibin yılından kalkmış da geçmişe yolculuk yaparak gitmiş filmin içine monte edilmiş. Sonradan yaptığım araştırma üzerine Candan Erçetin’in bu şarkısını geçmişi araştırarak meydana getirdiğini öğrendim. Ve Candan Erçetin’in memleketi de Kırklareli imiş, iyi mi?

Dam Üstünde

Saksağan-1: Çok sevdiğim bir türkümüz: “Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam, gönlüme bir eğlence isterim olsun.” diye başlar ve “gerdanında bir beni mutlaka olsun” diye sürdürür isteğini. Sinemada bir benzerine “Sonsuz Ölüm” filminde de rastlamıştık. Paul Newman ile Robert Redford’un klâsikleşmiş westerni Butch Cassidy’de Redford’un ağzından evleneceği kadının sade bir hanım olabileceği belirtiliyor fakat peşinden saydığı bir sürü özellik alt yazı olarak geçiyordu. Bendeniz o bölümü tercümanın bir oyunu gibi düşünüyorum, yoksa elin Amerikalısı ne bilsin bizim türkümüzü de, aynı sözleri yazsın. Nedense eskiden beri insanoğlunun dişi bölümündeki yaratıklar, yani kadınlar hep “elma yanaklı, kiraz dudaklı, zeytin gözlü, lepiska saçlı, kalem kaşlı, selvi boylu, kuğu boyunlu, hokka burunlu, ceylan sekişli, kısrak koşuşlu, kedi gibi ürkek, kuş gibi narin, tilki gibi kurnaz, at gibi sert, kelebekler gibi özgür, balık etinde, kalçalar kütür kütür karpuz, vs, vs” diye tarif edilir. Sanki mübarek hanımlar, zerzevat ve mahlûkat bahçesi gibidirler. Yeter artık, doğru dürüst tarif edin şunları yahu.

Saksağan-2: Sinemamızda türkücülerimizle yapılan bir hayli film vardır. En sevdiğim türkücülerimizden Yıldıray Çınar’ı yeni kuşaklar pek bilmez, kendine has bir sesi vardır; yakışıklı olmasa da görüntüsünde izah edilemeyen bir çekicilik vardır ve sanıyorum 40’a yakın film çevirmiştir. Okuduğunuz sayfayı hazırlarken kendi kendimi türkü mırıldanırken yakaladım. Türkü çok bilinen “Odama serdim halı” türküsü; o vesileyle Yıldıray Çınar’ı hatırladım ve: “Anayım anasını satayım.” dedim. Ve türkü söyleme usûlleri üzerine yeni bir keşifte bulundum, okuduğunuz türküyü zinhar heceleyerek ve üstüne basa basa söylemeyin, ayıp oluyor; şöyle: “Od… amaaaa… serdim haliiii, od… amaaa serdim haliii…” Malûmunuz “od” ateş demektir. Dikkatli olun ha.

Saksağan-3: Cinemascope’un Genel Yayın Yönetmeni oluyoruz ya, telefon eden vatandaş santrala daha dergimizin adının ilk yarısını söylerken, yani “sinemas…” derken bendenize bağlıyorlar; telefonu açtığımda -yalandır- “…kop” hecesini duymak şerefi bendenize nail oluyor (bir cehalet örneği, aslında “nasip oluyor” demem lâzım). Zeytinburnu’ndaki CineCity Sinemalarının kokteylli açılışından gelmişim, Haziran sayımızın son kontrol ve tashihlerini yapıyorum, günlerden 26 Mayıs, saat 16 sularında gelen telefonda vatandaşın birisi dedi ki: “Beyefendi ‘sinemaşop’ adında bir dergi çıkarıyormuşsunuz…, vs.” dedi. Cümlenin başı dikkatimi çektiği için devamını yazmadım. “Şop”, malûmunuz sevgili memleketimizdeki kimi sevgili vatandaşlarımızın kullanmaktan zevk aldığı İngi/rkçe diline ait bir kelimedir, İngi/lizce “shop” kelimesinden türetilmiştir. Gittikçe evrenselleşen ve karma bir dil haline gelen güzel Tü/rkçe’mize göre ise “dükkân” mânâsına gelmektedir.

Saksağan-4: Sanıyorum 2 – 3 ay önce “Milenyum Kovboyları – Blade Squad” deye bir film özel Ti-Vi’lerimizden birinde gösterilmişti; Yancey Arias, Kirk Baltz oynuyordu. Bu ay sinemalarımıza gelecek olan “Uzay Kovboyları” da Clint Easwood’un, eski kurtlardan Tommy Lee Jones, Donald Sutherland ve James Garner ile birlikte çevirdiği bir film. James Garner 1970’lerde çok sevilirdi; o yıllarda Ulus Film tarafından sinemalarımızda gösterime çıkarılan “Hızlı Şerif” adlı western-komedi filmi o kadar hoşuma gitmişti ki 4 – 5 kez izlediğimi hatırlıyorum ve o gün bugündür James Garner’a özel bir yakınlık duyarım.

Saksağan-5: Nisan ayında yapılan baskında kaçak DVD ve CD gösteren Cihangir’deki “KOFİKA” namıyla maruf kafeteryanın ilgilileri -aldığım istihbarata göre- filmlerin yasal temsilcilerinden gösterim izni almak için girişimlerde bulunmuşlar. “Bu da kötünün iyisidir” deye duyurayım dedim. Kaçırdığımız filmleri kendilerini riske atarak göstermelerinin sebebini de öğrendim. Neymiş biliyor musunuz? Şuymuş, şu: “Sinema seven öğrenci kesiminden sürekli ‘kaçırdığımız filmleri görmek istiyoruz’ talebi geliyor… muş, kültürel amaçlıy… mış, gençliğin sinemaya kazandırılması düşünülüyor… muş, beş-altı kişinin izleme yapabileceği bir DVD gösterim yeriy… miş, sinema ve reklâm sektöründe oniki yıllık geçmişe sahip olan ve sektörde okul olarak hizmet veren Feşmekan Film’in de teşvik ve desteği var… mış, hâttâ ticari bir amacı yok… muş.” O zaman neye bir kişiden 10 melyon TL alıyorsun yahu? Ayıp değil mi; bizim sinemalarda istediğimiz 3 melyona vatandaş sızlanırken?

Sadi Çilingir

Asansör

Önce Ufak Tefek Bir Taş: Harbiye Ergenekon Cad. başındaki “Salaş Bir Yer”in ışıklı panosunun iki yanına Nişantaşı Mövipleks’in gösterdiği ve göstrcği filmlerin afişleri asılıyor. Bir iki aydır “göstereceği” panosunun bir kanadı hep boş duruyor. Niy’çün? Mega Movie Dergisi’nin eksik sayılarını almak için Özen Film’in Halkla İlişki Müdürü’ne gittim, “Toplantısı var” dediler. İkinci kez gittim, “Yanında biri var” dediler. Üçüncü kez gitmedim, tel. ettim, “Çok yoğun, kabûl edemeyecek” dediler. “Duyun Beni”, Neşe Karaböcek’in (Karaböceğ’in okunur) bir filmidir.

Sonra Gül: “Ağır Roman”ı görmedim. “İstanbul Kanatlarımın Altında” iş yaptı, ama benim kanaatime göre iki yıldız, yani izlenebilir bir film idi. Zat-ı Sadi’m film eleştirmeni olmamakla birlikte Mustafa Altıoklar’ın son zamanlarda eleştirmen milletine verip veriştirmesi nedeniyle ve filmin konusunun dar mekânda geçmesi yüzünden beğenmeyeceğim ve sıkılacağım şartlanması ile “Asansör”ün galasına gittim. Önce Sinema Dergisi’ndeki eleştirmenlerle ilgili teferruatlı açıklamaları okuyunca Altıoklar’a hak verdiğimi belirteyim. Benim anlayışıma göre hiçbir filme izlenemez denemez. Netekim iki sayı önce bizim gazetenin yıldız tablosunda “tek yıldız açıklamasına” izlenemez notu yazıldı; hemen muhalefet şerhimi koydum. “Aakıdişlee” dedim, “Ben tek yıldızı ‘Eh’ manâsına veriyorum, kat’iyyen ‘izlenemez’ diye bir kanaatim yoktur”. Onlarda hemen değiştirdiler.

Adam çuvalla para dökmüş, karda, kıyamette, onlarca, yüzlerce kişi çalışmış; Hıncal Uluç oturduğu sıcak hava püskürtmeli odasında ahkâm kesiyor, “Salkım Hanım’ın Gerdanlığı”na “Salkım salkım dökülen film” diyor. Eee senin yaptığın nedir? Şişik bir lastik peşinden 22 tane adam koşuyor, 3 tane “Siyah Giyen Adamlar”da trafik polisliği yapıyor. Eninde, sonunda, alt tarafı, üst tarafı, yan tarafı, şişik lastiği, yani “Top” Hıncal, iki direğin arasından geçiriyorlar. Gazetelerde yüzlerce adam “Yaz babam, yaz” gayretine giriyor. Sen de bunlardan birisin. Ağa. (“Asansör”e bir sütun yetmedi; devamı haftaya kaldı. Ben ne yapayım?).

Haftanın İncesi: “Poseydon Macerası”nın Cumhuriyet’teki TV tanıtım yazısında “Geçmiş yıllarda TRT TV.de de gösterilen…” diye bir cümle var. Bu film 1973 yılı Aralık ayında sinemalarda gösterildi ve ben Yeni Melek Sineması’nın 2. balkonunda seyrettim. (Üretim Tarihi: 30.11.1999).

Sadi Çilingir

Aç Gözünü

O şarkı hakkındaki en doğru açıklamayı, çıkaran firmanın bir yetkilisi yaptı. Me-aaa-len şöyle dedi: “Kasedi çıkardığımızda baktık satış iyi değil; fısıltı gazetesine ‘hayatı söndüren şarkı’ diye bir haber fısıldadık, satışlar patladı”. Her olayın üstüne mal bulmuş mağribi (araptır) gibi saldıran medyamız sağ olsun hemen: “Sirkeci’de otel odasında kalıyor, hamallık da yapmış idi. Vah vah.” gibi haberler üreterek vatandaşı şarkıcı sınıfına intisab ettirdiler. Büyük bir gazetemizin muuu-habiri kaldığı otele kadar gitti ve yere serdikleri örtü üzerinde peynir ekmek yedi ve -inanın- bunu koskoca gazetede haber diye bastılar. Anladığım kadarıyla 1. Doğuş askere gidince 2. Doğuş olarak bu Murat Kekliği buldular. Şarkının gayri ciddi sözleri şöyledir: “Bu akşam ölürüm, sırf senin için ölürüm, kaaa-busun olur ölürüm.” Eee birader madem benim için ölürsün; o zaman niye kaaa-busum oluyorsun, giderayak beni niye sıkıntıya sokuyorsun?

Anlaşıldığı üzere bu haftaki konumuz intihar meselesidir. Meselenin “toz pembe hayal kuranlar” tarafından ciddiye alınmaması gerektiğini ispat için şimdi konuyu sinema ile irtibatlandırayım.

Biliyorsunuz Woody Allen sinemanın ince mizah yapanlar sınıfındandır. Bir filminde birlikte yürüdüğü arkadaşına derdini döküyor: “Azizim” diyor, “Senaryolar, filmler, vs. bunaldım, streslendim, kafam karıştı, hayattan zevk almaz oldum. Karım bağırıyor, metresim fırçalıyor, sevgilim sitem ediyor. Şurama geldi, ‘kendimi öldüreyim de kurtulayım’ dedim. Olayı gerçekleştirmek için mekân seçimi, felan derken, sonucunu incelemeye aldım. Kendimi öldürürünce eşim ve çocuklarımın çok üzüleceğini düşündüm ve önce onları öldürmeye karar verdim. Sonra eşimi öldürsem kardeşlerinin üzüleceğini düşündüm. İyisimi önce kayınbiraderimi, baldızımı öldüreyim dedim. Baktım ki sırada onların çocukları, arkadaşları… Olacak gibi değil, maliyet gittikçe yükseliyor, kendimi öldürmekte vazgeçtim.”

Woody’ye aynen katılıyorum. Haklıdır. İdama karşı çıkılmasının sebebi de budur. Öldürür ve pişman olursan nasıl geri döneceksin, hey akıllım? O günkü adaletin terazisi meseleyi eksik tartmışsa neee olacak? Hııı? (Üretim Tarihi: 03.02.2000.) Çilingir bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

İstanbul Kanatlarımın Altında

Geçen hafta dediğim gibi Altıoklar’ın “Asansör”üne “beğenmeyeceğim şartlanması” ile gitmeme rağmen çok beğendim. Bu teknik imkânlar sağlandığı sürece önce “Salkım Hanım’ın Gerdanlığı”, sonra “Asansör”, daha sonra da “Kahpe Bizans”ın fragmanlarına bakarsak Türk Sineması’nın geleceği parlak. Önümüzdeki günlerde, peş peşe gösterime girecek yerli filmlerimizi de incelersek, demek ki tren kalktı ve hızlanıyor; “Mayıs Sıkıntısı”, “Kaç Para Kaç”, “Duruşma”, “Romantik”, “Kahpe Bizans” sırasıyla gösterime giriyor.

Altıoklar’ın filminde ses mükemmel, görüntü mükemmel, Arzu Yanardağ mükemmel, Mustafa Uğurlu mükemmel; gidin görün ki hasılat da mükemmel olsun. Anlaşıldığına göre verdiğimiz paralar yine yerli film olarak geri dönecek.

Gala iyiydi, sinema dünyamızın ve diğer dünyalarımızın ekabirleri oradaydı. Özen Film’in 4 salonu da gösterime açmasına rağmen bir çok konuk merdivenlerde ve sandalyelerde filmi sonuna kadar izledi. İki hususu “Baragan’ın Dikenleri” olarak belirteyim. Birisi sinemayı, diğeri TV ve basını ilgilendiriyor.

Biz Sinema Gazetesi elemanları, doğal davetli olduğumuzdan -özel davetiyem olmamasına rağmen- gittim ve girdim. Girişte “1.5 milyarlık özel elektronik kapı” (Temel öyle diyor. Beyoğlu Sineması. Bknz: Müdür) aynen Nasreddin Hoca’nın kapısına benziyordu; başında, kaşında kimse yok. Valizlerimle felan daldım içeri; Bir Allah’ın kulu bile “Hoop hemşerim, nereyesun… Burası Ringo’nun…” falan demedi. Ringo biliyorsunuz Giuliano Gemma’nın kovboy adıdır. (Ali öyle diyor. Gazi Sineması. Bknz: Müdür).

İkincisi “basın” dedim, ama sinemayı da ilgilendiriyor. Yine kendimden örnek vereyim. Galada bizim gazetenin kimlik kartını boynuma asıp dolaştım. İşte buradan izafeten derim ki: “TV ve basıncı arkadaşlar, müessesenizden alacağınız resimli ve tasdikli ve kameraman mısınız, sunucuman mısınız, yazarman mısınız, yazılı kartlarınızı boynunuza asınız. Yoksa şimdi giderim, 50 tane adam bulur, 50 tane kamerayı ellerine verir (yapamam ya), gala, paparazi vs. mekânlarına gönderirim. Size çekecek yer de kalmaz, mahâl de kalmaz. Benim adamlarım uzun boylu olacağından, mikrofoncu kızlarım saksofonlarını da (“mikrofonlarını” olacak) uzatamaz hani. Temam mı mı mı?” (Üretim Tarihi: 30.11.1999.)

Sadi Çilingir

İkimize Bir Dünya

Efendim film şirketi dergisinde editörlük yapmak iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hele bir de memleketin tescilli Sinema Yazarları Derneği üyesiyseniz, bıçağın iki tarafı yetmediği gibi üçüncü tarafı da kesebilir. Kültür Merkezi faaliyetleri tanıtımlarını ele alalım. Yazar damarınız kabardığında “nerede film gösteriliyorsa duyuralım” dersiniz, lakin elinize yasayı aldığınızda “kültür merkezlerinin umuma açık yer sayıldığını” ve “yaptıkları VCD-DVD gösterimlerinin telif haklarını ihlâl ettiğini” görürsünüz.

Siz bu sayfada editör olarak, işi gücü sinema eleştirmenlerine giydirmek olan S. Duman ve Hıncal U’ya: “Sinema eleştirmenlerine ne hıncınız var da onların şeyini alıyorsunuz, yani intizarını?” derken, şirket yetkilileri: “Adamlar haklı abi; sinema eleştirmenlerinin hepsi…” derlerse nasıl tepki gösterirsiniz? Keza yıldız tablosundaki 4 yıldızlara kimse ses çıkarmazken, 1 yıldız verilmiş filmler yüzünden “Ne gerek var bu yıldız tablosuna?” dediklerinde, “Eski yıldızları toplayıp Samanyolu yaparlar efendim.” diye çağdaş Nasreddin Hoca’ca cevap vermeye mi çalışırsınız?

Film şirketindeki yaya trafiğine baktığınızda sektördeki sinemacısı, yönetmeni, senaristi, oyuncusu vızır vızır gidip gelmektedir. Şirketiniz, meslektaşlarınıza giydirenler ile iş münasebetine girdiğinden vaziyet tam “aşağı hoh desen sakal, yukarı hoh desen bıyık”tır. Sektör dışından, uzaktan uzağa atıp-tutmak, ahkâm kesmek kolaydır, ama meselenin içine girip kamuoyuna yansımayan güçlükleri gördükçe sinemacılara da, ithâl ve yerli filmcilere de hak verir hale gelebilirsiniz.

Etiler’in konforlu sinemasının sıcak salonunda yumuşak koltuklara kurularak, elinde çayı veya kaaavesiyle filmi izleyen mütebaki yazar, tutup: “Salkım salkım dökülen film” diye masa başından atar. Siz ise filmde 1-2 dakika gözükecek “Mardin sokaklarında atla dolaşma sahnesi için” yapımcısının 40 kişilik ekibi günlerce Mardin’de tuttuğunu öğrendiğinizde, filmin aleyhine konuşanlara -açıkça yazayım- kızgınlık duyarsınız.

Yani netice itibarıyla arkadaşlar, bizler, yani sinema işine kenarından köşesinden bulaşmışlar, seyircisi, yazarı, oyuncusu, sinemacısı, filmcisi -hani şarkının dediği gibi- “ne seninle, ne sensiz” yapamayız. Lâkin tarafların hiçbirinin sus-pus olması da tasvip edilemez. Hayatın kendisi de zaten çatışma değil midir? Elverir ki sinema hayatına sekte vurmayalım; çatışma ve tartışmalardan daima iyi, iyi, iyi filmler çıksın.

Sadi Çilingir

İkili Oyun

Garip 1: Belgesel Festivalinin açılışında Bakan İstemihan Talay sevindirici bilgiler verdi. Eurimages’e 6 milyon frankla iştirak ediyoruz. Bilet rüsumlarının % 75’i -Ocak ayı itibarıyla 100 milyar TL biriken- Sinema ve Müzik Fonu’na aktarılacak. Yıl sonunda bu meblağın 1 trilyon liraya ulaşması bekleniyor. RTÜK gelirinin % 10’unun da aktarılması Bakanlar Kurulunca kabûl edildi. Yasaya “ekran karartma yerine kültür-sanat programları ve belgesel yayınlanması” gibi bir madde de eklenecek.

TV kameraları ilk defa bu etkinlikte salonun sağ tarafında kendilerine ayrılan yerde çalıştılar. Daha önceki çalışmalarda salondaki seyirci ses olarak konuşmacıyı dinler, görüntü olarak da kameramanların popoları ile idare ederdi. Vaziyetin mucidi kameramanların kendileri midir, orasını ben bilemem, sadece dikkat çekici makûl bir harekettir, önce onu belirteyim dedim. Olumsuz olanı ise sunucu Korhan Abay’ın T. C. Kültür Bakanının konuşmasından sonra çıktığı kürsüde öğrencilere öğütler vermesi ve 4-5 dilde teşekkür etmesi idi. Tavrını Kültür Bakanının konuşmasını gölgelemeye yönelik olarak algıladım ve garipsedim.

Garip 2: Haftanın diğer garipliğini de çok ünlü mizah yazarımız Oğuz Aral yaptı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde yapılan ve Yeşilçam’ın temel taşlarının iştirak ettiği Lütfi Akad ustamıza ayrılan konuşmada kürsüye davet edildiğinde, eline mikrofon almadan ve gür sesinin reklâmını yaparak: “Benim sesimi mikrofonsuz da duyabilirsiniz” dedi ve Halit Refiğ, Sezer Sezin, Atıf Yılmaz, Lütfi Akad gibi ustaların önüne geçerek, -diğer bir ifade ile- “üstatlara arkasını dönerek” sinema konusunda “atdı, tuddu” (son iki kelimeyi Yağmur Atsız’a idhaf ediyorum.) Şu kadar yıllık sinemaseverlik ve yazarlık hayatımda Oğuz Aral’ın sinema ile ilgili herhangi bir faaliyetini duymadığım ve görmediğimden bendeniz bu tavrı, son zamanların popüler filmi “Kahpe Bizans”ın başarısına bağlıyorum. Aral’ın hareketini, “Kahpe Bizans”ın “Türk Sinemasının en çok hasılat yapan filmi” unvanından kendisine de pay çıkarmak olarak görmekteyim. Yoksa yapılan saygısızlığın başka ne türlü bir izahatı olabilir? Bir bilen varsa beri, beri, beri gelsin. (Üretim Tarihi: 29.2.2000, anılan etkinliğin bitiminden 1 saat 40 dk. Sonra.) Çilingir bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

Kahraman Olmak İçin Çok Geç

Hair/Bırak Güneş İçeri Girsin (Gösterim Tarihi: 1982 Kasım): Hollywood, malûm olduğu üzere dünya sinemasının kâbesidir; yeryüzünde sinemada bütün yollar Hollywood’a çıkar. Memleketimizde -benim bildiğim- bir tane meşhuuur film ambargosu vardır ki bu ambargoyu bize “Amerikalılar” koymuşlardı. Ambargo kelime mânası olarak itici bir sözcüktür ama işin gerekçesini araştırırsanız “film vermeme” şeklinde tezahür eden “ambar… go” uygulamasında “Amerikalılar” haklıdırlar. Sanıyorum 1960’larda memleketimizin en büyük film şirketi Fitaş Film memlekete ithâl etmiş olduğu Amarikan filmlerini göstermiş, göstermiş, göstermiş fekat topladığı paralardan “Amerikalılar”a koklatmamış idi; yani getirdiği filmlerin bedellerini ödememişti. Benim bilmediğim ikinci ambargo ise yeni öğrendiğime göre 1976’larda oluşmuş. Öyle oluşunca bizim memleketin sinemaseverleri Henri Charriere’nin yazdığı, Steve McQueen ve Dustin Hoffman’ın başrolünde oynadığı, meşhuuur Amerikan filmi “Papillon”u yani “Kelebek”i İrfan Atasoy’un İrfan Film’inin ithalâtı, Kılıç Film’in işletmesi olarak 1978 Şubat’ında “Fransızca dublajlı kopyasından Türkçe altyazı ile” seyretmek durumunda kalmıştı. İşte tam bu aşamada Metin Arcan, Erol Özpeçen ve Taki Stikopulos’un ortak olduğu MET Film meseleye müdahil oluyor.

Allah rahmet eylesin Erol Özpeçen, Ertuğrul Akyol ve Metin Arcan peş peşe bu dünyayı terk edip gittiler. Medyamızın paparazzi muhabbeti meraklısı muhabir ve haber merkezi ilgilileri daima parlak yıldızların yatak ve sevgili odaları reytingleri peşinde olduklarından iki satır, iki saniye bile olsa sinema dünyamızın bu kayıplarını bildirmediler; en azından bendeniz hiçbir yerde okumadım ve görmedim. İşte aşağıdaki yazı biraz da bu nedenle uzadıkça uzadı:

Bir Kış Masalı (Gösterim Tarihi: Mart 1998): İthâl filmcilerimizden Metin Arcan 10 Ocak 2000 Pazartesi günü Saat 10’da geçirdiği kalp krizi sonucunda vefat etti ve 11 Ocak 2000 Salı günü toprağa verildi. İstanbul, 16 Şubat 1948 doğumlu Metin Arcan film ithâl ve işletmeciliği yanında Avcılar’daki 5 salonlu Standard Sineması’nı işletmekteydi; geçtiğimiz sezonlarda sinemaseverlere “Merhaba Yoldaş”, “Lola”, “Bir Kış Masalı”, “Tılsım” gibi filmleri sunmuştu. Sekiz ay önce sevgili eşini kaybetmiş olan Metin Arcan’ın cenazesinde sevdiklerinin çoğu üzüntülerini, sözleşmişler gibi: “Eşini çok severdi, dayanamadı onun yanına gitti” şeklinde belirttiler. Sinema camiasının neredeyse tümünün bulunduğu “hakkın rahmetine kavuşma uğurlaması”nda Kıbrıs sinemalarından bile gelen çelenkleri görünce “böyle uğurlama her kula nasip olmaz” diye düşünüldü. 1970’ler öncesi ithâl film şirketlerinden Arcan Ticaret’in, sinemacılığa film şirketlerinin gümrük işleri bölümünde çalışarak başlayan Metin Arcan ile sadece soyadı benzerliği olduğunu da bu vesile ile belirtelim. Metin Arcan, yukarıda bahsettiğimiz filmleri A Film adı altında getirmiş ve işletmekteydi.

Bu arada küçük bir “Kaderin Cilvesi”nden bahsedeyim. Cinemascope Dergisi’nin yeniden yapılanması aşamasında: “Sinemamdan İnsan Manzaraları” başlığı altında, sinemanın arka plânında faaliyet gösteren insan portreleri yayınlayalım” önerimi genç patronumuz Pamir Demirtaş fevkalâde makûl karşıladı ve birinci manzara olarak İrfan Atasoy’dan randevu bile aldı. Fakat ilk defa dergi organizasyonunda yer alan bendeniz telâştan iki ayağım bir pabuca girmiş vaziyette dolaşırken Atlas’a ve Müdürü Cevdet Bey’e uğrayıp, vefatını öğrenince ilk yazıyı Erol Özpeçen’e ayırmış olduk. Erol Özpeçen, Metin Arcan, İrfan Atasoy ortaklığındaki Atlas Sineması o zamanlar erotik filmler göstermekteydi, daha sonra İrfan Atasoy’a geçti. Kültür Bakanlığı’na devredileceği haberleri ortaya çıktığında sinemaya Türker İnanoğlu ortak oldu, müdürlüğüne Suphi Oktay getirildi ve düzeyli filmler gösterimi başlayarak bugünlere geldi.

Erol Özpeçen’in izini sürmeye başladım, “Takip” sırasında Metin Arcan’a ve diğer ortak Taki Stikopulos’a ikişer kez uğradım. Taki’ye “Erol Özpeçen’in fotoğrafları için” son uğradığımda: Erol’un filmlerini devrettiği Ertuğrul Akyol’u da kaybettik” deyince, gayri ihtiyari: “Yapma yahu, tüüüh” diye bir lâf çıkıverdi ağzımdan. Ondan sonra Metin Arcan’ın acısı geldi. Metin’in “eller ormanında zor yer bularak kenarından dokunarak bir iki dakika güç verdiğim tabutunun taşınmasına katkıda bulunduğum” cenazesinde yukarıda bahsettiğim gibi neredeyse tüm yapımcı ve ithalâtçılar oradaydı. “Salkım Hanım’ın Taneleri” ile -”Eşkıya”dan sonra- Türk Sineması’nın yeniden canlanmasına büyük katkıda bulunan son günlerin popüler yapımcı ve ithalâtçısı Şükrü Avşar’a yanaşıp, taziyelerimi bildirirken meseleyi anlattım: “Benim adım Sadi’dir, arapçadan gelir, ‘uğur’ demektir, ama peş peşe uğradığımız kayıplara bakınca, uğursuzluk mu getirmekteyim yanaştığım kişilere?” diye sordum. İkimiz de gözlerimizden akacak yaşları zor tutar vaziyetteyiz, Şükrü Bey’in yüzüne hafiften bir tebessüm yayılır gibi oldu: “Aman Sadi” dedi; “Benden uzaklaş o zaman.” diye eklerken: “Salkım Hanım’dan sonra sen bize lâzımsın Şükrü Bey” diyerek uzaklaştım. Neden uzaklaştım başka bir açıdan izah edeyim: Salkım Hanım’dan sonra ortalığı kasıp kavuran “Sarı Gelin türküsünü filme Şükrü Bey koydurmuştur. Okuyan Yavuz Bingöl: “Aslında ben ‘Sarı Gelin’e klip yapmayı düşünmüyordum, ama…” dese de doğu yöremizin ünlü türküsü konulduğu sahneye fevkalâde iyi denk gelmiştir, bendeniz konumuz olduğu üzere üzüntülü zamanlarımda bir de yan tarafımdaki kablolu TV’mde ‘Sarı Gelin’ türküsüne rastlarsam, “Evde Tek Başıma”, işte bu yazıyı yazarken olduğu gibi şakır şakır gözyaşı dökerim gerektiğinde.

Sonsuz Matem (Gösterim Tarihi: 1989 Eylül): Atlas Sineması Müdürü Cevdet Bey’e -haftalık olağan merhabam için- uğradığımda “memleketimizin ünlü ithâl filmcilerinden Erol Özpeçen’in 5 Aralık 1999 Pazar günü vefat ettiğini ve toprağa verildiğini” öğrenmiş oldum. Oğlu Armağan Özpeçen’e ulaşabilmek için MET Film’in günümüzdeki devamı A Film’e üç kez gittim: “Arada sırada bizi arar; herhalde babasının ölüm sonrası işlerle uğraşıyorki, 10 gündür hiç aramadı” demeleri üzerine başka yollar deneyip bilgiler edindim. Bilâhare Armağan’a da ulaşıp fotoğraf, belge ve bilgilerimi çoğalttım.

Erol Özpeçen, İpekçiler’in sahip olduğu Yeni Melek Sineması’nda programcı olarak mesleğe başlamıştır. Fitaş Film’in sahipleri olarak sinema dünyamıza isimlerini kazımış olan İpekçiler’in Yeni Melek ayağını günümüzün başarılı Dışişleri Bakanı İsmail Cem İpekçi’nin amcası Gönen İpekçi yönetmekteydi. Yeni Melek Sineması sahiplerinin kurmuş olduğu Koza Film faaliyete geçince ithâl filmciliğine giren Erol Özpeçen’den: “1980’lerdeki büyük boşluğu doldurdu, piyasayı rahatlattı, herkes ona minnettardır” şeklinde bahsediliyor.

Metin Arcan, Erol Özpeçen ve Taki Stikopulos’un isimlerinin baş harfleri bir araya getirilerek 1970’li yılların ortalarında MET Film kuruldu; daha sonra Metin Arcan, Uğur Terzioğlu ile Standard Film’i, Taki Stikopulos, Galaksi Film’i kurarak ayrıldı, MET Film’i Uğur Terzioğlu’nun yardımıyla Erol Özpeçen devam ettirdi.

MET Film 1975’lerde Türkiye’ye ambargoyu uygulayan “Yedi Büyükler” (Universal, Columbia, MGM, Twentieth Century Fox, Paramount, Universal Pictures) haricindeki “Independet (Serbest) Amerikan Şirketleri”nin filmlerini ve ünlü İtalyan yapımcı Dino De Laurentiis’in filmlerini getirerek piyasayı rahatlattı. İtalya’da yazıhanesi olan Uğur Terzioğlu İtalyan filmlerinin getirilmesinde de Erol Özpeçen’e yardım etti. Dino de Laurentiis’in o yıllardaki iki ünlü filmi “Mandingo/Zincirli Köle” ve Ekim 1979’da sinemalarımızda gösterilen Charles Bronson’lu “Azgın Boğa/White Buffalo/Beyaz Bizon/Sfida a White Buffalo”dur.

Yıl 1984 (kesin değildir, anlatan böyle söylüyor); yeryüzüne sararmış yapraklarla birlikte hüzün getiren Eylül, sinemaseverlere o sene yeni sinema sezonu ile beraber Türkiye’de ilk defa açılan bir sanat sinemasını da getiriyor. Kadıköy Bahariye Caddesine çıkan bir sokakta faaliyet gösteren ve son demlerinde seks filmleri gösteren Kafkas Sineması’nı İrfan Demirkol, Saim Yavuz, İzzet Tozkoparan’ın içinde bulunduğu deli bir gurup devralıp, Moda Sineması adı altında gösterime başlıyorlar. O yıllarda bol miktarda seks, karate ve avantür filmleri sinemaları ele geçirdiğinden piyasa bu girişimin geleceğini pek parlak görmüyor. Moda Sineması’nın göstereceği iyi film parmakla gösterilecek kadar az ve Erol Özpeçen o sıralar avantür filmleri ile geçim sağlamakla birlikte tek tük sanat filmi de getiriyor. Açıyor telefonu Moda Sineması’na, kerhen tebrik ederken: “Çok büyük bir zorluk altına girdiniz arkadaşlar” mealinde bir şeyler söylüyor. Bir müddet sonra MET Film’in bir sanat filmi için istediği 200.000 TL sinemanın bütçesine fazla gelince, Saim Yavuz o sıralar Milliyet Gazetesi adına Fellini’nin “Amarcord”unu getirmiş olan Ülkü Tamer vasıtasıyla Erol Özpeçen’e ulaşıyor ve filmi 100.000 liraya alıyor.

Erol Özpeçen’in müfettiş gibi sinemaları dolaşma merakı da vardır; yaklaşık bir yıl sonra Moda Sineması’na gittiğinde kadın seyircinin bolluğunu görünce sinemacıları tebrik ediyor ve oradan aldığı ilham ile iyi film alımını arttırıyor. “Beyoğlu Emek ve Kadıköy Reks Sinemaları gösterim ayağını” kurarak, “Müfreze”, “Benim Afrikam”, “Sonsuz Matem”, “Şebeke”, “Sokaktakiler”, “Tutku Suçları”, “Aida”, vs. gibi filmleri sinemaseverlere sunmaya başlıyor. Pink Floyd’un “The Wall”unu sırf sanat sinemasına destek olsun diye Ortaköy’ün içerlerindeki eski Barbaros Sineması’nın balkonunda açılmış olan Ortaköy Kültür Merkezi’nde vizyona çıkarıyor. “Hannah ve Kızkardeşleri”nin Schwarzenegger’ın “Yokedici-The Terminator”ünden daha fazla hasılat yapmasına şaşıran Erol Özpeçen’in film ve sinema sevgisi yurtdışına kadar gittiğinden 1989’da UIP’nin Avrupa Genel Müdür Yardımcısı MET Film’in yazıhanesine kadar geliyor ve distribütörlük teklif ediyor. Erol Özpeçen’in UIP’yi red gerekçesini de herkese ibret olsun diye şuraya yazayım da gülmek mi gerek, ağlamak mı gerek hey okur, sen kendin karar ver. Ankara, Adana, İzmir ve Samsun gibi bölgelerde işletme büroları açarak kendi filmlerini işleten ve sinemayı o kadar çok seven Erol Özpeçen’i -haddini bilmez- bölge işletmeci ve sinemacıları 1989’lara gelindiğinde iyice bıktırmışlardır. Bir sinemada gösterilmek üzere Bursa’ya gönderilen film, İstanbul’a bildirilmeden, Yalova, Çınarcık, Balıkesir, Bandırma dolaşıp gelir ve utanmadan sadece “Te-Heeey Sineması”nda gösterdik diye hasılat bildirilirmiş. “Çark böyle döner ve engelleyemezsem sahtekârlığı ben yapıyorum sanırlar” diyerek reddetmiş rahmetli, UIP’yi. Sonra malûm olduğu üzere Brian De Palma’nın Robert De Niro’lu “Dokunulmazlar”ı ile “Amerikalılar” geldiler ve piyasayı düzene soktular. Şimdi bırak gizlice 3-4 ilçede filmi göstermeyi, her matinedeki beleşçi vatandaş adedinin bile limiti var.

1988 yılında Erol Özpeçen’le yapılan bir röportajdan: “Erol Bey, sinemacıları sürekli uyarıyor, kışkırtıyor, eğitiyor. İzmir sinemasının kapkara perdesini kendi cebinden yeniletmiş. Eskişehir’deki sinemacıya aynı şeyi önermiş, adamların onuruna dokunmuş, kendileri perdelerini yenilemişler. İstanbul’da Emek, Reks, Ankara’da Akün sinemalarının projeksiyonlarının, perdelerinin düzelmesinde katkıları var. Gazi’yi ısrar kıyamet boyattırmış, Topkapı Sur’a Dolby takılmasını sağlamaya çalışıyor. Erol Bey, unutulmaz Anadolu anılarını açıyor biraz. Urfa’da günde 7 filmi ‘iftiharla’ oynatan sinemacıyı anlatıyor: ‘Yahu birer buçuk saatten olsa 10 buçuk saat eder. Nereye sığdırıyor bunları?…’ Sinemacılığın çöküşünde asıl suçu sinemacılarda buluyor: ‘Bir derneğimiz var 54 üyeli. İçlerinden Bertolucci’nin 3 filmini sayabilecek veya makina dairesine çıkıp hangi parça nerdedir bilen 3-4 kişiyi geçmez.’

Erol Özpeçen 1994 yılında sinemacılığı tamamen bırakarak Çatalca-Ormanköy’de çiftlik aldı, yerleşti, kendini dine verdi, filmlerini Akyol Film’e devretti.

Kaderin Tokadı (Gösterim Tarihi: Kasım 1971): İkibin yılın bitmesine birkaç gün kala, 27 Aralık 1999 günü de Erol Özpeçen’in filmlerini devralan Erdoğan Akyol’u beyin kanamasından kaybettiğimizi duyunca “cilvesiyle meşhur, KADER denilen” kavrama açıkça öfkelendim, kızdım. Ertuğrul Akyol 2 Şubat 1948’de İstanbul-Şile’de doğdu. Konak Film’de işletmecilik yaparak mesleğe başlayan Akyol daha sonra makinistlik, senkronculuk, salon işletmeciliği (Ortaköy Barbaros) yaptı, kendi şirketi Akyol Film’i kurdu. Vefatına yakın Beyoğlu’ndaki Akademi İstanbul’da senkron ve film işletmeciliği konusunda dersler vermeye başlamıştı.

Akyol Film, Atlas Sineması’nın çıkış kapısının bulunduğu sokakta Soder, Çasod, Filmyön derneklerinin karşısındadır. MET Film gibi, ünlü Fransız filmleri ithalâtçısı Sunar Film’in filmleri, Fitaş, Başaran, Ekran, Sintel, Ulus, Koza, Galaksi ve Konak Film şirketlerinin ünlü filmleri de Akyol Film’in muhafazası altındaydı. Ertuğrul Akyol’un oğlu gemi mühendisidir ve zamanının çoğunu yurtdışında geçirmektedir, sinemacılıkla uğraşmadığından birkaç binle ifade edilen filmleri ne yapacağını bilemez durumdadır. Yabancı film kopyaları neyse de prodüktör Mehmet Karahafız’ın Osmanlı Film’ine ait bütün yerli filmlerin negatifleri de Akyol Film’deydi. Sinemamızın yaptığı “Killing”, “Kızıl Maske”, “Süpermen” gibi filmlerin kitap olduğu ve Cüneyt Arkın’lı “’Dünyayı Kurtaran Adam’ı görmemek olmaz” kanaatine varıldığı bir zamanda Karahafız’ın filmlerine de sahip çıkılmalıdır.

Eski zamanlarda Türkiye’ye filmler şimdiki gibi 50 kopya, 60 kopya, 70 kopya, vs. kopya olarak gelmezdi, getirirdiniz bir kopya, burada negatif aldırır, ondan 5, bilemedin 6 kopya bastırır, gösterime sunardınız. Negatif ve kopyalar gösterim hakkı süresi dolması sonrasında tabidir ki imha edilirdi. Akyol Film’in elindeki iyi film kopyaları muhafazaya devam edilmeli ve “genç sinemasever organizasyonlarına” ücretsiz verilmelidir. Neden olmasın?. Yeter ki azim ve gayret gösterile, filmlere ulaşıla, şunlara bakıla:

Sunar Film’den: “Kaderin Tokadı-Showdown” (John Mills), “Genç ve Güzel-Une Belle Fille Comme Moi” (Bernadette Laffont, Claude Brasseur), Konak Film’den: “Kader Değişmez-The Arrangement” (Kırk Douglas), “Kahramanlar Alayı” (Yön: Robert Aldrich), Ulus Film’den: “İsyan/Kanlı Ada-Queimada/Burn” (Marlon Brando), Harun Film’den: “Tanrıların Arabaları-Chariot Of The Gods” (Eric Von Daniken), Met Film’den: “The Wall”, “Kırmızılı Kadın”, Koza Film’den: “İntikam Meleği” (Raquel Welch).

Metin Arcan, Erol Özpeçen ve Ertuğrul Akyol’un ithâl filmciliğimize büyük katkı yaptıkları, yeni nesil ithâlcilerimiz ve sinema yazarlarımızdan da belli oluyor. Şükrü Avşar, Pamir Demirtaş, Halûk Kaptanoğlu, Yusuf Karabol gibi ithâl filmcilerimiz, Saim Yavuz, Sadi Çilingir, Tunca Arslan, Uğur Vardan gibi sinema yazarları onların getirdiği filmlerle yetiştiler ve bugünlere geldiler. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun.

Sadi Çilingir

Herşey Çok Güzel Olacak

Ve olmalı. Her şeydeki güzelliği de sinemacılar ile sinemaseverler gerçekleştirecek. Filmlerde gördüğünüz kötülüklerden ve yanlışlıklardan ibret alın. Hayatta iyi ve doğruyu uygulayan birer sinema misyoneri olun; çevrenizi etkileyin, yeşeren tohumları göreceksiniz. Okumaya başladığınız 3 bölümlü bu haftaki yazımın konusunu böylece açıklamış oldum.

Bölüm 1-Aşkım İçin: Geçen gün “dünyanın en zengin kadını” diye haberini okuduğum Julia Roberts’in yanına Andie MacDowell’ı koy, geç karşılarına bak. Julia belki daha güzel, fakat Andie’nin başka türlü bir cazibesi var. Sinemalarımızın şenlenmesine vesile olan ilk film “Dokunulmazlar”dan bu yana Andy Garcia’ya da özel bir sempatim var. Andie’de yakaladığım sıcaklığı ise nasıldır, hangi filmden beridir, tesbit edemedim. Doğrusu “Aşkım İçin”de birbirlerine çok yakışan iki Andi’yi biraraya getirmeyi ben bile akıl edemezdim.

Aşkım İçin‘i gördüm, çok beğendim; sonra durdum, düşündüm. Bu beğenmemde tarafsız davranabildim mi; hayır, davranamadım. Bakınız izah edeyim. Seyredeceğiniz filmi tercih etmenizi etkileyen nedenler vardır. Sinema Gazetesi’nin saha müşahidi olarak bizim için bu nedenler “film seçme” yerine, “önce hangisini göreyim” şeklinde tezahür eder. Sinema tutkumuz bizi her filmi görmeye mahkûm ettiğinden, ben filmi görme sıralamamı aşağıda bahsedeceğim nedenlere dayandırıyorum. Önce Andy Garcia, peşinden Andie MacDowell, sonra aşk, sonra hanımın tercihi. Eee ne de olsa “serde kazaklık var”; “önce hangi filmi seyredelim” dediğimizde, hemen otoriter tercihim öne çıktı ve buyurdu: “Aşkım İçin seyredilecek”. Başka oyuncularla çevrilseydi filmi çok beğenir miydim, bilmiyorum. Eleştirmek ve tavsiye etmek zor ve bilmece gibi bir iş. Bizim arkadaşların değerlendirmelerine bakıyorum, birinin ak dediğine öteki kara demiş; birisinin tek yıldız verdiği filme öbürü üç yıldız vermiş. Demek ki her filmde bakış açısına göre bir güzellik var. Onun için siz bütün söylenenleri okuyun ve dinleyin, ondan sonra paşa gönlünüze göre istediğiniz filmi seçersiniz. Ama ben yine de söylemeden edemeyeceğim, “Aşkım İçin”i görün; iz bırakmasa da bu serinlemeye başlayan havalarda biraz içinizi ısıtır; bir müddet dünyayı pembe görürsünüz. Eh bu da, deprem, enflasyon, geçim sıkıntısı gibi dertler arasında insana biraz moral aşılar.

Bölüm incisi: “Hayat, dostum, zamanlamadır; doğru bildiğim şeyi yaparım. (Aşkım İçin). (Üretim Tarihi: 4.9.1999).

Bölüm 2-Dava: Film Travolta’nın tek başına kalması ile biterken Tevfik Fikret’in “Hak bildiğin yola yalnız gideceksin” sözünün gereği yerine getiriliyor. Filmin konusu çevre kirliliği sonucu lösemi olan çocuklar, ve hak, ve hukuk, ve adalet olunca bende çağrışım yaptı, Manisa Tarzanı’nı hatırladım. Beş yıl süren dava öncesi Tarzan’ın çocukları zırhlı arabaya konmuş götürülürken, annenin birisinin: “Götürmeyin onları; onlar daha çocuk, çocuk” diyerek arabanın ardından ağlayarak feryat etmesi aklımdan çıkmıyor.

Suç deyince mafya, mafya deyince baba kavramı akla gelir. Bize sorarsanız mecburen önce Yılmaz Güney’in “Baba”sını, sonra -hadi lâtife olsun- Cüneyt Arkın’ın “Babacan”ını hatırlarız. Ama yeryüzünde “baba”, -daha doğrusu İngilizce- “godfather” dendi mi Marlon Brando hatırlanır. Şimdi dikkat edin; suçun zirvesinde oturan adam, çocuklarına (Tarzan’ın çocukları gibi çocuklar, yani öz), ki bu çocukların içinde “Anlat Bakalım”daki Robert De Niro, “Kadın Kokusu”ndaki Al Pacino, “Aşkım İçin”deki Andy Garcia’dan ikisi mutlaka var. Şöyle diyor Hazret-i Brando, Francis Ford Coppola’nın “Baba III”ünde: “Dünyadaki tek servet çocuklardır; sizler benim hazinemsiniz”. Eli ekmek tutana kadar, üniversiteyi bitirene kadar, insanı reşit kılan evliliğe kadar, DOKUNMAYIN ÇOCUKLARIMA; BİR FİSKE DAHİ VURMAYIN. Efendiler. (Üretim Tarihi: 5.9.1999.)

Bölüm 3-Matrix: Kimseye Matrix’in ne olduğu anlatılamaz; kendin görmelisin. (Üretim Tarihi: 7.9.1999).

Sadi Çilingir