Kategori arşivi: Yazılar

İkili Oyun

Garip 1: Belgesel Festivalinin açılışında Bakan İstemihan Talay sevindirici bilgiler verdi. Eurimages’e 6 milyon frankla iştirak ediyoruz. Bilet rüsumlarının % 75’i -Ocak ayı itibarıyla 100 milyar TL biriken- Sinema ve Müzik Fonu’na aktarılacak. Yıl sonunda bu meblağın 1 trilyon liraya ulaşması bekleniyor. RTÜK gelirinin % 10’unun da aktarılması Bakanlar Kurulunca kabûl edildi. Yasaya “ekran karartma yerine kültür-sanat programları ve belgesel yayınlanması” gibi bir madde de eklenecek.

TV kameraları ilk defa bu etkinlikte salonun sağ tarafında kendilerine ayrılan yerde çalıştılar. Daha önceki çalışmalarda salondaki seyirci ses olarak konuşmacıyı dinler, görüntü olarak da kameramanların popoları ile idare ederdi. Vaziyetin mucidi kameramanların kendileri midir, orasını ben bilemem, sadece dikkat çekici makûl bir harekettir, önce onu belirteyim dedim. Olumsuz olanı ise sunucu Korhan Abay’ın T. C. Kültür Bakanının konuşmasından sonra çıktığı kürsüde öğrencilere öğütler vermesi ve 4-5 dilde teşekkür etmesi idi. Tavrını Kültür Bakanının konuşmasını gölgelemeye yönelik olarak algıladım ve garipsedim.

Garip 2: Haftanın diğer garipliğini de çok ünlü mizah yazarımız Oğuz Aral yaptı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde yapılan ve Yeşilçam’ın temel taşlarının iştirak ettiği Lütfi Akad ustamıza ayrılan konuşmada kürsüye davet edildiğinde, eline mikrofon almadan ve gür sesinin reklâmını yaparak: “Benim sesimi mikrofonsuz da duyabilirsiniz” dedi ve Halit Refiğ, Sezer Sezin, Atıf Yılmaz, Lütfi Akad gibi ustaların önüne geçerek, -diğer bir ifade ile- “üstatlara arkasını dönerek” sinema konusunda “atdı, tuddu” (son iki kelimeyi Yağmur Atsız’a idhaf ediyorum.) Şu kadar yıllık sinemaseverlik ve yazarlık hayatımda Oğuz Aral’ın sinema ile ilgili herhangi bir faaliyetini duymadığım ve görmediğimden bendeniz bu tavrı, son zamanların popüler filmi “Kahpe Bizans”ın başarısına bağlıyorum. Aral’ın hareketini, “Kahpe Bizans”ın “Türk Sinemasının en çok hasılat yapan filmi” unvanından kendisine de pay çıkarmak olarak görmekteyim. Yoksa yapılan saygısızlığın başka ne türlü bir izahatı olabilir? Bir bilen varsa beri, beri, beri gelsin. (Üretim Tarihi: 29.2.2000, anılan etkinliğin bitiminden 1 saat 40 dk. Sonra.) Çilingir bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

Kahraman Olmak İçin Çok Geç

Hair/Bırak Güneş İçeri Girsin (Gösterim Tarihi: 1982 Kasım): Hollywood, malûm olduğu üzere dünya sinemasının kâbesidir; yeryüzünde sinemada bütün yollar Hollywood’a çıkar. Memleketimizde -benim bildiğim- bir tane meşhuuur film ambargosu vardır ki bu ambargoyu bize “Amerikalılar” koymuşlardı. Ambargo kelime mânası olarak itici bir sözcüktür ama işin gerekçesini araştırırsanız “film vermeme” şeklinde tezahür eden “ambar… go” uygulamasında “Amerikalılar” haklıdırlar. Sanıyorum 1960’larda memleketimizin en büyük film şirketi Fitaş Film memlekete ithâl etmiş olduğu Amarikan filmlerini göstermiş, göstermiş, göstermiş fekat topladığı paralardan “Amerikalılar”a koklatmamış idi; yani getirdiği filmlerin bedellerini ödememişti. Benim bilmediğim ikinci ambargo ise yeni öğrendiğime göre 1976’larda oluşmuş. Öyle oluşunca bizim memleketin sinemaseverleri Henri Charriere’nin yazdığı, Steve McQueen ve Dustin Hoffman’ın başrolünde oynadığı, meşhuuur Amerikan filmi “Papillon”u yani “Kelebek”i İrfan Atasoy’un İrfan Film’inin ithalâtı, Kılıç Film’in işletmesi olarak 1978 Şubat’ında “Fransızca dublajlı kopyasından Türkçe altyazı ile” seyretmek durumunda kalmıştı. İşte tam bu aşamada Metin Arcan, Erol Özpeçen ve Taki Stikopulos’un ortak olduğu MET Film meseleye müdahil oluyor.

Allah rahmet eylesin Erol Özpeçen, Ertuğrul Akyol ve Metin Arcan peş peşe bu dünyayı terk edip gittiler. Medyamızın paparazzi muhabbeti meraklısı muhabir ve haber merkezi ilgilileri daima parlak yıldızların yatak ve sevgili odaları reytingleri peşinde olduklarından iki satır, iki saniye bile olsa sinema dünyamızın bu kayıplarını bildirmediler; en azından bendeniz hiçbir yerde okumadım ve görmedim. İşte aşağıdaki yazı biraz da bu nedenle uzadıkça uzadı:

Bir Kış Masalı (Gösterim Tarihi: Mart 1998): İthâl filmcilerimizden Metin Arcan 10 Ocak 2000 Pazartesi günü Saat 10’da geçirdiği kalp krizi sonucunda vefat etti ve 11 Ocak 2000 Salı günü toprağa verildi. İstanbul, 16 Şubat 1948 doğumlu Metin Arcan film ithâl ve işletmeciliği yanında Avcılar’daki 5 salonlu Standard Sineması’nı işletmekteydi; geçtiğimiz sezonlarda sinemaseverlere “Merhaba Yoldaş”, “Lola”, “Bir Kış Masalı”, “Tılsım” gibi filmleri sunmuştu. Sekiz ay önce sevgili eşini kaybetmiş olan Metin Arcan’ın cenazesinde sevdiklerinin çoğu üzüntülerini, sözleşmişler gibi: “Eşini çok severdi, dayanamadı onun yanına gitti” şeklinde belirttiler. Sinema camiasının neredeyse tümünün bulunduğu “hakkın rahmetine kavuşma uğurlaması”nda Kıbrıs sinemalarından bile gelen çelenkleri görünce “böyle uğurlama her kula nasip olmaz” diye düşünüldü. 1970’ler öncesi ithâl film şirketlerinden Arcan Ticaret’in, sinemacılığa film şirketlerinin gümrük işleri bölümünde çalışarak başlayan Metin Arcan ile sadece soyadı benzerliği olduğunu da bu vesile ile belirtelim. Metin Arcan, yukarıda bahsettiğimiz filmleri A Film adı altında getirmiş ve işletmekteydi.

Bu arada küçük bir “Kaderin Cilvesi”nden bahsedeyim. Cinemascope Dergisi’nin yeniden yapılanması aşamasında: “Sinemamdan İnsan Manzaraları” başlığı altında, sinemanın arka plânında faaliyet gösteren insan portreleri yayınlayalım” önerimi genç patronumuz Pamir Demirtaş fevkalâde makûl karşıladı ve birinci manzara olarak İrfan Atasoy’dan randevu bile aldı. Fakat ilk defa dergi organizasyonunda yer alan bendeniz telâştan iki ayağım bir pabuca girmiş vaziyette dolaşırken Atlas’a ve Müdürü Cevdet Bey’e uğrayıp, vefatını öğrenince ilk yazıyı Erol Özpeçen’e ayırmış olduk. Erol Özpeçen, Metin Arcan, İrfan Atasoy ortaklığındaki Atlas Sineması o zamanlar erotik filmler göstermekteydi, daha sonra İrfan Atasoy’a geçti. Kültür Bakanlığı’na devredileceği haberleri ortaya çıktığında sinemaya Türker İnanoğlu ortak oldu, müdürlüğüne Suphi Oktay getirildi ve düzeyli filmler gösterimi başlayarak bugünlere geldi.

Erol Özpeçen’in izini sürmeye başladım, “Takip” sırasında Metin Arcan’a ve diğer ortak Taki Stikopulos’a ikişer kez uğradım. Taki’ye “Erol Özpeçen’in fotoğrafları için” son uğradığımda: Erol’un filmlerini devrettiği Ertuğrul Akyol’u da kaybettik” deyince, gayri ihtiyari: “Yapma yahu, tüüüh” diye bir lâf çıkıverdi ağzımdan. Ondan sonra Metin Arcan’ın acısı geldi. Metin’in “eller ormanında zor yer bularak kenarından dokunarak bir iki dakika güç verdiğim tabutunun taşınmasına katkıda bulunduğum” cenazesinde yukarıda bahsettiğim gibi neredeyse tüm yapımcı ve ithalâtçılar oradaydı. “Salkım Hanım’ın Taneleri” ile -”Eşkıya”dan sonra- Türk Sineması’nın yeniden canlanmasına büyük katkıda bulunan son günlerin popüler yapımcı ve ithalâtçısı Şükrü Avşar’a yanaşıp, taziyelerimi bildirirken meseleyi anlattım: “Benim adım Sadi’dir, arapçadan gelir, ‘uğur’ demektir, ama peş peşe uğradığımız kayıplara bakınca, uğursuzluk mu getirmekteyim yanaştığım kişilere?” diye sordum. İkimiz de gözlerimizden akacak yaşları zor tutar vaziyetteyiz, Şükrü Bey’in yüzüne hafiften bir tebessüm yayılır gibi oldu: “Aman Sadi” dedi; “Benden uzaklaş o zaman.” diye eklerken: “Salkım Hanım’dan sonra sen bize lâzımsın Şükrü Bey” diyerek uzaklaştım. Neden uzaklaştım başka bir açıdan izah edeyim: Salkım Hanım’dan sonra ortalığı kasıp kavuran “Sarı Gelin türküsünü filme Şükrü Bey koydurmuştur. Okuyan Yavuz Bingöl: “Aslında ben ‘Sarı Gelin’e klip yapmayı düşünmüyordum, ama…” dese de doğu yöremizin ünlü türküsü konulduğu sahneye fevkalâde iyi denk gelmiştir, bendeniz konumuz olduğu üzere üzüntülü zamanlarımda bir de yan tarafımdaki kablolu TV’mde ‘Sarı Gelin’ türküsüne rastlarsam, “Evde Tek Başıma”, işte bu yazıyı yazarken olduğu gibi şakır şakır gözyaşı dökerim gerektiğinde.

Sonsuz Matem (Gösterim Tarihi: 1989 Eylül): Atlas Sineması Müdürü Cevdet Bey’e -haftalık olağan merhabam için- uğradığımda “memleketimizin ünlü ithâl filmcilerinden Erol Özpeçen’in 5 Aralık 1999 Pazar günü vefat ettiğini ve toprağa verildiğini” öğrenmiş oldum. Oğlu Armağan Özpeçen’e ulaşabilmek için MET Film’in günümüzdeki devamı A Film’e üç kez gittim: “Arada sırada bizi arar; herhalde babasının ölüm sonrası işlerle uğraşıyorki, 10 gündür hiç aramadı” demeleri üzerine başka yollar deneyip bilgiler edindim. Bilâhare Armağan’a da ulaşıp fotoğraf, belge ve bilgilerimi çoğalttım.

Erol Özpeçen, İpekçiler’in sahip olduğu Yeni Melek Sineması’nda programcı olarak mesleğe başlamıştır. Fitaş Film’in sahipleri olarak sinema dünyamıza isimlerini kazımış olan İpekçiler’in Yeni Melek ayağını günümüzün başarılı Dışişleri Bakanı İsmail Cem İpekçi’nin amcası Gönen İpekçi yönetmekteydi. Yeni Melek Sineması sahiplerinin kurmuş olduğu Koza Film faaliyete geçince ithâl filmciliğine giren Erol Özpeçen’den: “1980’lerdeki büyük boşluğu doldurdu, piyasayı rahatlattı, herkes ona minnettardır” şeklinde bahsediliyor.

Metin Arcan, Erol Özpeçen ve Taki Stikopulos’un isimlerinin baş harfleri bir araya getirilerek 1970’li yılların ortalarında MET Film kuruldu; daha sonra Metin Arcan, Uğur Terzioğlu ile Standard Film’i, Taki Stikopulos, Galaksi Film’i kurarak ayrıldı, MET Film’i Uğur Terzioğlu’nun yardımıyla Erol Özpeçen devam ettirdi.

MET Film 1975’lerde Türkiye’ye ambargoyu uygulayan “Yedi Büyükler” (Universal, Columbia, MGM, Twentieth Century Fox, Paramount, Universal Pictures) haricindeki “Independet (Serbest) Amerikan Şirketleri”nin filmlerini ve ünlü İtalyan yapımcı Dino De Laurentiis’in filmlerini getirerek piyasayı rahatlattı. İtalya’da yazıhanesi olan Uğur Terzioğlu İtalyan filmlerinin getirilmesinde de Erol Özpeçen’e yardım etti. Dino de Laurentiis’in o yıllardaki iki ünlü filmi “Mandingo/Zincirli Köle” ve Ekim 1979’da sinemalarımızda gösterilen Charles Bronson’lu “Azgın Boğa/White Buffalo/Beyaz Bizon/Sfida a White Buffalo”dur.

Yıl 1984 (kesin değildir, anlatan böyle söylüyor); yeryüzüne sararmış yapraklarla birlikte hüzün getiren Eylül, sinemaseverlere o sene yeni sinema sezonu ile beraber Türkiye’de ilk defa açılan bir sanat sinemasını da getiriyor. Kadıköy Bahariye Caddesine çıkan bir sokakta faaliyet gösteren ve son demlerinde seks filmleri gösteren Kafkas Sineması’nı İrfan Demirkol, Saim Yavuz, İzzet Tozkoparan’ın içinde bulunduğu deli bir gurup devralıp, Moda Sineması adı altında gösterime başlıyorlar. O yıllarda bol miktarda seks, karate ve avantür filmleri sinemaları ele geçirdiğinden piyasa bu girişimin geleceğini pek parlak görmüyor. Moda Sineması’nın göstereceği iyi film parmakla gösterilecek kadar az ve Erol Özpeçen o sıralar avantür filmleri ile geçim sağlamakla birlikte tek tük sanat filmi de getiriyor. Açıyor telefonu Moda Sineması’na, kerhen tebrik ederken: “Çok büyük bir zorluk altına girdiniz arkadaşlar” mealinde bir şeyler söylüyor. Bir müddet sonra MET Film’in bir sanat filmi için istediği 200.000 TL sinemanın bütçesine fazla gelince, Saim Yavuz o sıralar Milliyet Gazetesi adına Fellini’nin “Amarcord”unu getirmiş olan Ülkü Tamer vasıtasıyla Erol Özpeçen’e ulaşıyor ve filmi 100.000 liraya alıyor.

Erol Özpeçen’in müfettiş gibi sinemaları dolaşma merakı da vardır; yaklaşık bir yıl sonra Moda Sineması’na gittiğinde kadın seyircinin bolluğunu görünce sinemacıları tebrik ediyor ve oradan aldığı ilham ile iyi film alımını arttırıyor. “Beyoğlu Emek ve Kadıköy Reks Sinemaları gösterim ayağını” kurarak, “Müfreze”, “Benim Afrikam”, “Sonsuz Matem”, “Şebeke”, “Sokaktakiler”, “Tutku Suçları”, “Aida”, vs. gibi filmleri sinemaseverlere sunmaya başlıyor. Pink Floyd’un “The Wall”unu sırf sanat sinemasına destek olsun diye Ortaköy’ün içerlerindeki eski Barbaros Sineması’nın balkonunda açılmış olan Ortaköy Kültür Merkezi’nde vizyona çıkarıyor. “Hannah ve Kızkardeşleri”nin Schwarzenegger’ın “Yokedici-The Terminator”ünden daha fazla hasılat yapmasına şaşıran Erol Özpeçen’in film ve sinema sevgisi yurtdışına kadar gittiğinden 1989’da UIP’nin Avrupa Genel Müdür Yardımcısı MET Film’in yazıhanesine kadar geliyor ve distribütörlük teklif ediyor. Erol Özpeçen’in UIP’yi red gerekçesini de herkese ibret olsun diye şuraya yazayım da gülmek mi gerek, ağlamak mı gerek hey okur, sen kendin karar ver. Ankara, Adana, İzmir ve Samsun gibi bölgelerde işletme büroları açarak kendi filmlerini işleten ve sinemayı o kadar çok seven Erol Özpeçen’i -haddini bilmez- bölge işletmeci ve sinemacıları 1989’lara gelindiğinde iyice bıktırmışlardır. Bir sinemada gösterilmek üzere Bursa’ya gönderilen film, İstanbul’a bildirilmeden, Yalova, Çınarcık, Balıkesir, Bandırma dolaşıp gelir ve utanmadan sadece “Te-Heeey Sineması”nda gösterdik diye hasılat bildirilirmiş. “Çark böyle döner ve engelleyemezsem sahtekârlığı ben yapıyorum sanırlar” diyerek reddetmiş rahmetli, UIP’yi. Sonra malûm olduğu üzere Brian De Palma’nın Robert De Niro’lu “Dokunulmazlar”ı ile “Amerikalılar” geldiler ve piyasayı düzene soktular. Şimdi bırak gizlice 3-4 ilçede filmi göstermeyi, her matinedeki beleşçi vatandaş adedinin bile limiti var.

1988 yılında Erol Özpeçen’le yapılan bir röportajdan: “Erol Bey, sinemacıları sürekli uyarıyor, kışkırtıyor, eğitiyor. İzmir sinemasının kapkara perdesini kendi cebinden yeniletmiş. Eskişehir’deki sinemacıya aynı şeyi önermiş, adamların onuruna dokunmuş, kendileri perdelerini yenilemişler. İstanbul’da Emek, Reks, Ankara’da Akün sinemalarının projeksiyonlarının, perdelerinin düzelmesinde katkıları var. Gazi’yi ısrar kıyamet boyattırmış, Topkapı Sur’a Dolby takılmasını sağlamaya çalışıyor. Erol Bey, unutulmaz Anadolu anılarını açıyor biraz. Urfa’da günde 7 filmi ‘iftiharla’ oynatan sinemacıyı anlatıyor: ‘Yahu birer buçuk saatten olsa 10 buçuk saat eder. Nereye sığdırıyor bunları?…’ Sinemacılığın çöküşünde asıl suçu sinemacılarda buluyor: ‘Bir derneğimiz var 54 üyeli. İçlerinden Bertolucci’nin 3 filmini sayabilecek veya makina dairesine çıkıp hangi parça nerdedir bilen 3-4 kişiyi geçmez.’

Erol Özpeçen 1994 yılında sinemacılığı tamamen bırakarak Çatalca-Ormanköy’de çiftlik aldı, yerleşti, kendini dine verdi, filmlerini Akyol Film’e devretti.

Kaderin Tokadı (Gösterim Tarihi: Kasım 1971): İkibin yılın bitmesine birkaç gün kala, 27 Aralık 1999 günü de Erol Özpeçen’in filmlerini devralan Erdoğan Akyol’u beyin kanamasından kaybettiğimizi duyunca “cilvesiyle meşhur, KADER denilen” kavrama açıkça öfkelendim, kızdım. Ertuğrul Akyol 2 Şubat 1948’de İstanbul-Şile’de doğdu. Konak Film’de işletmecilik yaparak mesleğe başlayan Akyol daha sonra makinistlik, senkronculuk, salon işletmeciliği (Ortaköy Barbaros) yaptı, kendi şirketi Akyol Film’i kurdu. Vefatına yakın Beyoğlu’ndaki Akademi İstanbul’da senkron ve film işletmeciliği konusunda dersler vermeye başlamıştı.

Akyol Film, Atlas Sineması’nın çıkış kapısının bulunduğu sokakta Soder, Çasod, Filmyön derneklerinin karşısındadır. MET Film gibi, ünlü Fransız filmleri ithalâtçısı Sunar Film’in filmleri, Fitaş, Başaran, Ekran, Sintel, Ulus, Koza, Galaksi ve Konak Film şirketlerinin ünlü filmleri de Akyol Film’in muhafazası altındaydı. Ertuğrul Akyol’un oğlu gemi mühendisidir ve zamanının çoğunu yurtdışında geçirmektedir, sinemacılıkla uğraşmadığından birkaç binle ifade edilen filmleri ne yapacağını bilemez durumdadır. Yabancı film kopyaları neyse de prodüktör Mehmet Karahafız’ın Osmanlı Film’ine ait bütün yerli filmlerin negatifleri de Akyol Film’deydi. Sinemamızın yaptığı “Killing”, “Kızıl Maske”, “Süpermen” gibi filmlerin kitap olduğu ve Cüneyt Arkın’lı “’Dünyayı Kurtaran Adam’ı görmemek olmaz” kanaatine varıldığı bir zamanda Karahafız’ın filmlerine de sahip çıkılmalıdır.

Eski zamanlarda Türkiye’ye filmler şimdiki gibi 50 kopya, 60 kopya, 70 kopya, vs. kopya olarak gelmezdi, getirirdiniz bir kopya, burada negatif aldırır, ondan 5, bilemedin 6 kopya bastırır, gösterime sunardınız. Negatif ve kopyalar gösterim hakkı süresi dolması sonrasında tabidir ki imha edilirdi. Akyol Film’in elindeki iyi film kopyaları muhafazaya devam edilmeli ve “genç sinemasever organizasyonlarına” ücretsiz verilmelidir. Neden olmasın?. Yeter ki azim ve gayret gösterile, filmlere ulaşıla, şunlara bakıla:

Sunar Film’den: “Kaderin Tokadı-Showdown” (John Mills), “Genç ve Güzel-Une Belle Fille Comme Moi” (Bernadette Laffont, Claude Brasseur), Konak Film’den: “Kader Değişmez-The Arrangement” (Kırk Douglas), “Kahramanlar Alayı” (Yön: Robert Aldrich), Ulus Film’den: “İsyan/Kanlı Ada-Queimada/Burn” (Marlon Brando), Harun Film’den: “Tanrıların Arabaları-Chariot Of The Gods” (Eric Von Daniken), Met Film’den: “The Wall”, “Kırmızılı Kadın”, Koza Film’den: “İntikam Meleği” (Raquel Welch).

Metin Arcan, Erol Özpeçen ve Ertuğrul Akyol’un ithâl filmciliğimize büyük katkı yaptıkları, yeni nesil ithâlcilerimiz ve sinema yazarlarımızdan da belli oluyor. Şükrü Avşar, Pamir Demirtaş, Halûk Kaptanoğlu, Yusuf Karabol gibi ithâl filmcilerimiz, Saim Yavuz, Sadi Çilingir, Tunca Arslan, Uğur Vardan gibi sinema yazarları onların getirdiği filmlerle yetiştiler ve bugünlere geldiler. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun.

Sadi Çilingir

Herşey Çok Güzel Olacak

Ve olmalı. Her şeydeki güzelliği de sinemacılar ile sinemaseverler gerçekleştirecek. Filmlerde gördüğünüz kötülüklerden ve yanlışlıklardan ibret alın. Hayatta iyi ve doğruyu uygulayan birer sinema misyoneri olun; çevrenizi etkileyin, yeşeren tohumları göreceksiniz. Okumaya başladığınız 3 bölümlü bu haftaki yazımın konusunu böylece açıklamış oldum.

Bölüm 1-Aşkım İçin: Geçen gün “dünyanın en zengin kadını” diye haberini okuduğum Julia Roberts’in yanına Andie MacDowell’ı koy, geç karşılarına bak. Julia belki daha güzel, fakat Andie’nin başka türlü bir cazibesi var. Sinemalarımızın şenlenmesine vesile olan ilk film “Dokunulmazlar”dan bu yana Andy Garcia’ya da özel bir sempatim var. Andie’de yakaladığım sıcaklığı ise nasıldır, hangi filmden beridir, tesbit edemedim. Doğrusu “Aşkım İçin”de birbirlerine çok yakışan iki Andi’yi biraraya getirmeyi ben bile akıl edemezdim.

Aşkım İçin‘i gördüm, çok beğendim; sonra durdum, düşündüm. Bu beğenmemde tarafsız davranabildim mi; hayır, davranamadım. Bakınız izah edeyim. Seyredeceğiniz filmi tercih etmenizi etkileyen nedenler vardır. Sinema Gazetesi’nin saha müşahidi olarak bizim için bu nedenler “film seçme” yerine, “önce hangisini göreyim” şeklinde tezahür eder. Sinema tutkumuz bizi her filmi görmeye mahkûm ettiğinden, ben filmi görme sıralamamı aşağıda bahsedeceğim nedenlere dayandırıyorum. Önce Andy Garcia, peşinden Andie MacDowell, sonra aşk, sonra hanımın tercihi. Eee ne de olsa “serde kazaklık var”; “önce hangi filmi seyredelim” dediğimizde, hemen otoriter tercihim öne çıktı ve buyurdu: “Aşkım İçin seyredilecek”. Başka oyuncularla çevrilseydi filmi çok beğenir miydim, bilmiyorum. Eleştirmek ve tavsiye etmek zor ve bilmece gibi bir iş. Bizim arkadaşların değerlendirmelerine bakıyorum, birinin ak dediğine öteki kara demiş; birisinin tek yıldız verdiği filme öbürü üç yıldız vermiş. Demek ki her filmde bakış açısına göre bir güzellik var. Onun için siz bütün söylenenleri okuyun ve dinleyin, ondan sonra paşa gönlünüze göre istediğiniz filmi seçersiniz. Ama ben yine de söylemeden edemeyeceğim, “Aşkım İçin”i görün; iz bırakmasa da bu serinlemeye başlayan havalarda biraz içinizi ısıtır; bir müddet dünyayı pembe görürsünüz. Eh bu da, deprem, enflasyon, geçim sıkıntısı gibi dertler arasında insana biraz moral aşılar.

Bölüm incisi: “Hayat, dostum, zamanlamadır; doğru bildiğim şeyi yaparım. (Aşkım İçin). (Üretim Tarihi: 4.9.1999).

Bölüm 2-Dava: Film Travolta’nın tek başına kalması ile biterken Tevfik Fikret’in “Hak bildiğin yola yalnız gideceksin” sözünün gereği yerine getiriliyor. Filmin konusu çevre kirliliği sonucu lösemi olan çocuklar, ve hak, ve hukuk, ve adalet olunca bende çağrışım yaptı, Manisa Tarzanı’nı hatırladım. Beş yıl süren dava öncesi Tarzan’ın çocukları zırhlı arabaya konmuş götürülürken, annenin birisinin: “Götürmeyin onları; onlar daha çocuk, çocuk” diyerek arabanın ardından ağlayarak feryat etmesi aklımdan çıkmıyor.

Suç deyince mafya, mafya deyince baba kavramı akla gelir. Bize sorarsanız mecburen önce Yılmaz Güney’in “Baba”sını, sonra -hadi lâtife olsun- Cüneyt Arkın’ın “Babacan”ını hatırlarız. Ama yeryüzünde “baba”, -daha doğrusu İngilizce- “godfather” dendi mi Marlon Brando hatırlanır. Şimdi dikkat edin; suçun zirvesinde oturan adam, çocuklarına (Tarzan’ın çocukları gibi çocuklar, yani öz), ki bu çocukların içinde “Anlat Bakalım”daki Robert De Niro, “Kadın Kokusu”ndaki Al Pacino, “Aşkım İçin”deki Andy Garcia’dan ikisi mutlaka var. Şöyle diyor Hazret-i Brando, Francis Ford Coppola’nın “Baba III”ünde: “Dünyadaki tek servet çocuklardır; sizler benim hazinemsiniz”. Eli ekmek tutana kadar, üniversiteyi bitirene kadar, insanı reşit kılan evliliğe kadar, DOKUNMAYIN ÇOCUKLARIMA; BİR FİSKE DAHİ VURMAYIN. Efendiler. (Üretim Tarihi: 5.9.1999.)

Bölüm 3-Matrix: Kimseye Matrix’in ne olduğu anlatılamaz; kendin görmelisin. (Üretim Tarihi: 7.9.1999).

Sadi Çilingir

Hüdaverdi ile Pırtık

Sinemacılıkta Eylül – Mayıs ayları arasındaki 9 aylık süreye eskiden “sezon” denirdi. Ancak ne zamanki memlekette Amerikalılar, yani Warner Bros. ve UIP 1989’larda temsilcilik açmıştır, yaz mevsiminde de birinci vizyon filmler gösterime çıkmaya başlayınca sezon meselesi ortadan kalkmaya, hayatın kendisi gibi “sinema salonunda yeni film seyri meselesi” sürekli hale gelmeye başlamıştır. Zaman zaman bir kısım zevat Amerikalıların gelişinin sinema sanayiimizi öldürdüğünü, -bizim de içinde bulunduğumuz- diğer bir kısım zevat ise Amerikalıların yeni ve temiz kopyalarla, kapanmakta olan salonlara destek vererek önce yok olmalarını durdurduklarını, sonra yeni salon açılmalarına vesile olduklarını söyler. Nitekim güzel İstanbul’umuzda sıcağın zirveye çıktığı Ağustos ayının 11. gecesinde Mecidiyeköy’deki Odeon Cineplex salonlarına 2 salon daha ilâve oldu ve 7 adede çıktı. Odeon’cuların Kadıköy Bağdat Caddesi ve İstanbul yakasında standarda uygun salon yapılabilecek yerler aradıklarını da sinemaseverlere duyuralım.

Salonlarda serin hava imkânı sağlandığında yaz mevsiminde de birinci vizyon filmlerin gösteriminden randıman alınacak gibi gözüküyor. Neden derseniz, 65 milyonluk ülkemizde dediklerine göre yılda 24 milyon seyirci vardır. Eee bu mübarek insanlar “yaz mevsiminde de film seyredilir” kanaatine varırlarsa salonları doldururlar. Bir zamanlar: “Vatandaşların akın akın gittiği yazlık yörelerde bahçe sineması mı olur, kapalı sinema mı olur, yapın ve birinci vizyon filmleri oralarda da gösterin.” deye atmış idik. Netekim Bodrum, Marmaris gibi yörelerde bu uygulama yapıldı ve iyi de netice alındı. Bendeniz kendi payıma “kış mevsiminin zangır zangır soğuğunda kaloriferli sinemaya girmek” ile “yaz mevsiminin fokur fokur sıcağında serin bir sinema salonuna girmeyi” karşılaştırdığımda, inanın yaz mevsimi daha cazip geliyor. Üstüne üstlük yazın salondan çıktığınızda ortalık güllük, gülistanlık. Bilmem anlatabildim mi? Hem sonra bizim güzel halkımızın son keşfi nedir biliyor musunuz? Büyük alışveriş merkezleri serin hava tertibatlarını mükemmelen çalıştırdıklarından, hanımefendiler sebah kahvaltısına Fetma hanımlara, beş çayına Şehriban hanımlara gitmeyip, sabahları Akmerkez’e, akşamları Capitol’e uğrar olmuşlar. Binaenaleyh oralara kadar gittiklerine göre, serin bir sinema salonuna girerek, cümbür cemaat film de izleyebilirler.

Bildiğiniz gibi Temmuz ve Ağustos aylarında sizlerle beraber olamadık; ama bu değildir ki piyasadan çekildik. Adına “tatil” diyorlar, lâkin hayatın akışında öyle bir şey yok; dergi yayınlanmamakla birlikte meseleyi sizler için sıkı bir şekilde takip ettik ve etmekteyiz. Dergimizin bu sayısı biraz “yaz mevsimi ansiklopedisi gibi” oldu, ama olsun, netice itibarıyla hayatın yansımasıdır. Meselâ 9 Ağustos’ta Beyoğlu Sineması’nda gecikmeli olarak “Kayıp Otoban”ı seyrediyorum, arada fuayeyi dolaşayım dedim. “Arizona Rüyası”nın afişi önündeyken baktım makinist Mehmet Navruz da hava almak için çıkmış, biraz lâfladık: “Ağustos’ta bu seyirci iyi.” dedim. “Çok şükür abi.” dedi. “2-3 kişiye film göstermek hiç zevk vermiyor; salon kalabalık olunca makine dairesinde neşeyle çalışıyorum.” diye de ekledi. Makinist arkadaş bir cümlede “yaşamın manâsını” açıklayıverdi. Meselenin özü, işi severek yapmak, olayı yaşamak. Filmin başı ve sonu önemli değil, önemli olan iki saati heyecanla filmi seyrederek geçirmek.

Bu yaz gösterime çıkan yeni filmlerin çokluğuna bakarsak önümüzdeki kış bomba gibi bir sinema sezonu geliyor haberiniz olsun. Warner Bros.un Mel Gibson’lu “Vatansever”i ile başlayan sezona, bizimkiler de -yani A & P Filmcilik- güzel bir Bruce Willis filmi ile giriş yapıyorlar: “Komşum Bir Katil”. Sevgili patronumuz yan sayfada geçtiğimiz sezonun dökümünü yapmış, bendeniz de yaz süresince gösterime çıkan filmleri bir sayayım dedim: Haziran, Temmuz ve Ağustos’ta tam 41 adet film gösterilmiş. Bu da demektir ki: “Perşembenin gelişi Çarşambadan belli olur.” İnşallah.

Sadi Çilingir

Hayat Bir Şarkıdır

Sinemacılıkta Eylül – Mayıs ayları arasındaki 9 aylık süreye eskiden “sezon” denirdi. Ancak ne zamanki memlekette Amerikalılar, yani Warner Bros. ve UIP 1989’larda temsilcilik açmıştır, yaz mevsiminde de birinci vizyon filmler gösterime çıkmaya başlayınca sezon meselesi ortadan kalkmaya, hayatın kendisi gibi “sinema salonunda yeni film seyri meselesi” sürekli hale gelmeye başlamıştır. Zaman zaman bir kısım zevat Amerikalıların gelişinin sinema sanayiimizi öldürdüğünü, -bizim de içinde bulunduğumuz- diğer bir kısım zevat ise Amerikalıların yeni ve temiz kopyalarla, kapanmakta olan salonlara destek vererek önce yok olmalarını durdurduklarını, sonra yeni salon açılmalarına vesile olduklarını söyler. Nitekim güzel İstanbul’umuzda sıcağın zirveye çıktığı Ağustos ayının 11. gecesinde Mecidiyeköy’deki Odeon Cineplex salonlarına 2 salon daha ilâve oldu ve 7 adede çıktı. Odeon’cuların Kadıköy Bağdat Caddesi ve İstanbul yakasında standarda uygun salon yapılabilecek yerler aradıklarını da sinemaseverlere duyuralım.

Salonlarda serin hava imkânı sağlandığında yaz mevsiminde de birinci vizyon filmlerin gösteriminden randıman alınacak gibi gözüküyor. Neden derseniz, 65 milyonluk ülkemizde dediklerine göre yılda 24 milyon seyirci vardır. Eee bu mübarek insanlar “yaz mevsiminde de film seyredilir” kanaatine varırlarsa salonları doldururlar. Bir zamanlar: “Vatandaşların akın akın gittiği yazlık yörelerde bahçe sineması mı olur, kapalı sinema mı olur, yapın ve birinci vizyon filmleri oralarda da gösterin.” deye atmış idik. Netekim Bodrum, Marmaris gibi yörelerde bu uygulama yapıldı ve iyi de netice alındı. Bendeniz kendi payıma “kış mevsiminin zangır zangır soğuğunda kaloriferli sinemaya girmek” ile “yaz mevsiminin fokur fokur sıcağında serin bir sinema salonuna girmeyi” karşılaştırdığımda, inanın yaz mevsimi daha cazip geliyor. Üstüne üstlük yazın salondan çıktığınızda ortalık güllük, gülistanlık. Bilmem anlatabildim mi? Hem sonra bizim güzel halkımızın son keşfi nedir biliyor musunuz? Büyük alışveriş merkezleri serin hava tertibatlarını mükemmelen çalıştırdıklarından, hanımefendiler sebah kahvaltısına Fetma hanımlara, beş çayına Şehriban hanımlara gitmeyip, sabahları Akmerkez’e, akşamları Capitol’e uğrar olmuşlar. Binaenaleyh oralara kadar gittiklerine göre, serin bir sinema salonuna girerek, cümbür cemaat film de izleyebilirler.

Bildiğiniz gibi Temmuz ve Ağustos aylarında sizlerle beraber olamadık; ama bu değildir ki piyasadan çekildik. Adına “tatil” diyorlar, lâkin hayatın akışında öyle bir şey yok; dergi yayınlanmamakla birlikte meseleyi sizler için sıkı bir şekilde takip ettik ve etmekteyiz. Dergimizin bu sayısı biraz “yaz mevsimi ansiklopedisi gibi” oldu, ama olsun, netice itibarıyla hayatın yansımasıdır. Meselâ 9 Ağustos’ta Beyoğlu Sineması’nda gecikmeli olarak “Kayıp Otoban”ı seyrediyorum, arada fuayeyi dolaşayım dedim. “Arizona Rüyası”nın afişi önündeyken baktım makinist Mehmet Navruz da hava almak için çıkmış, biraz lâfladık: “Ağustos’ta bu seyirci iyi.” dedim. “Çok şükür abi.” dedi. “2-3 kişiye film göstermek hiç zevk vermiyor; salon kalabalık olunca makine dairesinde neşeyle çalışıyorum.” diye de ekledi. Makinist arkadaş bir cümlede “yaşamın manâsını” açıklayıverdi. Meselenin özü, işi severek yapmak, olayı yaşamak. Filmin başı ve sonu önemli değil, önemli olan iki saati heyecanla filmi seyrederek geçirmek.

Bu yaz gösterime çıkan yeni filmlerin çokluğuna bakarsak önümüzdeki kış bomba gibi bir sinema sezonu geliyor haberiniz olsun. Warner Bros.un Mel Gibson’lu “Vatansever”i ile başlayan sezona, bizimkiler de -yani A & P Filmcilik- güzel bir Bruce Willis filmi ile giriş yapıyorlar: “Komşum Bir Katil”. Sevgili patronumuz yan sayfada geçtiğimiz sezonun dökümünü yapmış, bendeniz de yaz süresince gösterime çıkan filmleri bir sayayım dedim: Haziran, Temmuz ve Ağustos’ta tam 41 adet film gösterilmiş. Bu da demektir ki: “Perşembenin gelişi Çarşambadan belli olur.” İnşallah.

Sadi Çilingir

Hakkari’de Bir Mevsim

Halit Refiğ’in “Aşk-ı Memnu”sunu Sinema-Tarih Buluşması vesilesiyle yeniden seyrettim. “Türk televizyonlarının bugüne kadar yaptığı en iyi dizi film” kanaatim halen 25 yıl önceki yerde durmaktadır. Yıllar, teknoloji, felan ve filan geliştiği halde halen aşılamayan Halit Refiğ’in dizisinin sinema versiyonunu göstermekle Türsak çok iyi etti. Meraklısı bilir, Halit Refiğ benden de hasta bir Kemal Tahir meraklısıdır. 2. Türk Dünyası Sinema Günü’nde, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi kapısında sarıldım, iki yanağından öptüm: “Halit abi” dedim, “25-30 yıldır hala ‘Devlet Ana’yı bekliyoruz, hadi çek artık şunu” diye de ilâve ettim. “Çekeceğiz inşallah” dedi.

“Aşk-ı Memnu”nun seyrinden sonra AKM Büyük salonda “Tarihe Çapraz Yaklaşım: ‘Haremde Dört Kadın’ ve ‘Aşk-ı Memnu’ adlı panelde, Vecdi Sayar yönetiminde Halit Refiğ, İlber Ortaylı, Selim İleri ve Deniz Derman’ı dinledik. Vecdi Sayar’ın bir ara, “Belgesel sinemacılık gelecekte tarih ilminin yerini alabilecek gibi gözüküyor. Her şeyi görüntü ve ses olarak kaydediyor, istendiği zaman olay ve kişilerin gerçek görüntülerini tekrar bize sunuyor” mealinde bir fikir ortaya atınca, konuşması ilgi ile dinlenen İlber Ortaylı mesleğini korumak lüzumunu hissetti; “İki kişiye aynı kalemi, kağıdı ve konuları verseniz ve bir odaya kapasanız, ‘yaz’ deseniz, aynısını yazamazlar” diye misâl vererek “Belgesel Sinemanın tarihi yok edemeyeceğini” söyledi fakat, Vecdi Sayar’ın kafalara soktuğu tereddüdü gideremedi. Michael Douglas’ın bu düşüncesi bizim “Sinegöz”ün de kafasına yattığından bu haftaki konuyu oradan almış bulundu.

Bu arada Michael Douglas’ın yazı içine durup dururken girmediğini belirteyim. Şu kadar yıldır sinemanın cefasını çektikten sonra -ne akla hizmetse- Hakkari’ye tayin edilen Vecdi Sayar önceleri saçlarını kısa keser, bıyık uzatırdı. Son bir iki senedir görüntüsünü değiştirince ortaya Michael Douglas’ın ikiz kardeşi çıkmış gibime geliyor; bu vesile ile belirtmiş olayım. Çok değerli bu sinema adamımızın memleketin güney doğusuna atanmasını da Hakkari vilayetimizin onore edilmesi olarak algılıyorum. Başka ne olabilir? Yoksa “The Maniac” mı bu ilgililer? (Üretim Tarihi: 12.01.2000.)

Sadi Çilingir

Gel Cenneti Gör

Turgutreis’te hanımla birlikte Bodrum’a kalkacak otobüslerin bulunduğu yere giderken göz aşinası olduğumuz bir arkadaşla karşılaştık, hâl-hatır sorarken Bodrum’a ineceğimizi söyleyince: “Ben de gidiyorum; buyrun gelin.” dedi. Bizi Bodrum’da Migros’un yanında indirdi, ufak tefek alışverişimizi yaptıktan sonra, sahile inmek için caddeden aşağıya doğru yürüdük, biraz ileriden sağa saptık, az aşağıda Otel Karia Princess göründü. Otelin önüne, duvara biri sağa biri sola ok şeklinde iki tane levha koymuşlar. Sağdakinde “Tiyatro Bodrum”, altındaki sol tarafı gösterende ise “Sinema Bodrum” yazıyor. Antrakt Dergisi eski sinemaları anlattığım yazıları dizi halinde yayınlamaya başladığından beri, her ne sebeple olursa olsun gittiğim ilçelerde ilk iş olarak sinemaları araştırıyorum. Bodrum sinemalarını “kime soracağımı” daha tespit etmemişken, yerini bilmediğim halde ayaklarımın beni yazlık sinemaya götürmesi hoş bir anı oldu. Günün o saatinde Bodrum’da herkes deniz ile haşır neşir olduğundan yazlık sinemada tabidir ki in-cin top oynuyordu, ama biz yine de önünden geçerken içeriye bir göz atmadan yapamadık. Daha sonra indik aşağıya ve Bodrum sinemalarının hikâyeleri böylece ortaya çıkmış oldu.

Otuz yıl önce Bodrum’un yerlileri pek denize falan girmezmiş. İşte böyle bir yaz günü genç bir kız sahilde denize girerken, kızın babası yoldan geçen delikanlıyı çevirmiş: “Benim kızımın denize girdiği yoldan geçmeye utanmıyor musun?” diye bağırmaya başlamış. Şimdi ise Bodrum’da giyinmiş kız bile zor bulunur. Sahildeki eski büyük servi ağaçlarını “pıldır pıldır eserlerdi, (*) de gidi hey.”diye anlatan 30-40 yıllık Bodrum’lular: “‘Hey Yavrum Hey’ barının önünde, ‘Hadi Gari’nin yan tarafında denize girdim.” diye anlatan 5-10 yıllık maziye sahip olan yeni hemşehrilerine güceniyorlar. Oysa onların eski Bodrum’unda zamanın delikanlıları: “Mahfel’de denize girdik; kale altında balık tuttuk.” derlermiş. Onun için son zamanlarda yapılan tarifler Bodrum’lulara çok dokunmaktaymış. Ben söyleyeyim de yolunuz düştüğünde, siz ona göre hareket edin.

Günümüzde Bodrum’un muhtelif yerlerindeki, devasa boyutlara ulaşmış okaliptüs ağaçlarını 1936’larda balıkçıların sahilde ağ ördükleri kahvehaneye çıkan Halikarnas Balıkçısı ekmiştir. Zamane çocuklarının: “Cevat amca, Cevat amca.” diyerek ve etrafını sararak kızdırdıkları Cevat Şakir’in: “Yapmayın bre çocuklar.” diye tatlı tatlı sitemlerde bulunduğu anlatılıyor. Yazlık Gözen Sineması sokağının eskilerinden, -ki sinemanın tam karşısına rastlayan çıkmaz sokakta oturuyor- koyu demokrat, ihtiyar dedem de Halikarnas Balıkçısı’nın çıktığı yukarıda anlattığımız kahvenin açık hava bahçesinde oturmayı çok severmiş. Bodrum’u yeni keşfeden Zeki Müren bir gün bahçeye gelmiş, tam dedemin yanına oturmuş. Sanat güneşinin o kadar adam içinde gelip kendi yanını aydınlatmayı tercih ettiğini gören dedemin de ayranı kabarmış, kendi kendine: “Gazoz ısmarlayayım şuna.” diye düşünmüş ve: “Bey, gazoz içer misin?” diye sormuş. Birden afallayan Zeki Müren şöyle bir dönmüş ve dedemi “Ben gazoz istesem kendim içemiyor muyum?” diye bir güzel azarlamış. Dedem de diyo ki: “Ben de döndüm çıkımı, oturdum denize doğru.” Bu dedem Bodrum’da: “Adnan Menderes’i rahmetle anmazsan vallahi çarpılırsın oğlum.” cümlesi ile tanınır. Böyle dediği bir adamın onunla konuştuktan sonra gidip çarpılacağı tutmuş. Artık Allah’ın hikmeti mi, yoksa tesadüf mü, orası bilinmiyor.

Sinema sanatçılarımızdan Bilal İnci’nin kebap salonu, Ayfer Feray ile Güzin Özipek’in bar, Fikret Hakan’ın da motel işlettiği İstanbul basınına yansıyan Bodrum’un, en uzun ömürlü sineması olan Yazlık Gözen Sineması’nın önündeki Kaymakam sokağının zemini eskiden toprakmış. Seyyar ekmekçiler atlarının iki yanına koydukları sepetlerin içindeki ekmekleri dağıtırlarken, sakinleri akşam sıcağında sokağı suladıklarında, mis gibi ekmek ve toprak kokusu birbirlerine karışırmış. Şimdi ise betonu sulasanız bile ne fayda, beton mecburen mis gibi kokamıyor, çünkü kokusu yok. Sinemanın bulunduğu yerde ise sırasıyla, sokağa bakan kısımda ev, videocu ve döner tezgâhı var, arka tarafına da bahçeli büyük bir kıraathane yapmışlar.

Bodrum tarihinde 94-95 sezonu öncesine kadar bilinen tek kışlık salon olan kapanmış Turgutreis Sineması Cumhuriyet Caddesinde Halk Eğitim Merkezinin yanında faaliyet göstermiştir. Şimdi yerinde üst katında şehir kulübü olan bir pasaj var. Turgutreis Sineması’nda film seyreden Bodrum’lular anılarını zorladıklarında sinemanın inşa tarihi 1950’lere kadar gidiyor. Hacı Molla’lar tarafından çalıştırılan sinemaya gelenler hemen yanı başındaki, mülkiyeti yine Molla’lara ait olan gazoz ve buz fabrikasından getirilen gazozlarla serinletilirmiş. 1980’lerde kapanan sinema, Neriman Köksal’lı “Fosforlu Cevriye”leri, Aysel Tanju’lu “Sazlı Damın Kahpesi”ni, Ahmet Tarık Tekçe’li “Köyün Çocukları”nı, “Toros Canavarı”nı, yabancılardan “On Emir”i göstermiştir. Erkek sinemaseverler Turgutreis’in ahşaptan merdivenle çıkılan aileye mahsus ahşap balkonuna kesinlikle tek başlarına çıkamazlardı. Çünkü balkona çıkmak için sinemaya eş ile gelmek mecburiyeti vardı. Sinema kapandıktan sonra makinesi ile bir süre Turgutreis İlkokulu’nda yazlık sinema olarak gösteriler yapılmıştır.

Turgutreis Sineması’nın yazlık bahçesi -aynı zamanda Bodrum’un ilk yazlık sineması- Cumhuriyet Caddesi’ndeki şimdiki Alimbey pasajının bulunduğu yerde faaliyete başladı, daha sonra Baraz Oteli’nin bulunduğu geniş yere geldi, 4-5 sene çalıştı. Kapı önündeki “üç tane selvi ağacı” (yukarıda “pıldır pıldır eserlerdi” diye bahsi geçen serviler bunlardır) otele kurban gitti. Ege’deki turizm patlaması tam bu yıllara rastlamaktadır. Turizm patlayınca yazlık sinemanın yerine bir de Gözen Oteli’ni sıkıştırdılar. Sinemanın gösteri makinesini ve sandalyelerini, para almadan, “kullanın” diyerek Kaymakam sokakta mandalina bahçesi bulunan akrabalarına verdiler. 1972’de açılıp, 17-18 sene film gösteren sinemayı işletenlerin enişteleri de şu yaptığımız sohbete iştirak etmişti ve sohbetin buralarına gelindiğinde: “Yazık ettik güzelim mandalina bahçesine.” diye hayıflanmıştı. Hemen burada araya girip işin içine biraz yorum karıştırmak gerekiyor. Hayıflanma meselesi insanoğlunun karşısına genellikle eskiye özlem olarak çıkmaktadır. Zaten yazlık sinema kapandıktan sonra da sinemaseverler Gözen’cileri nerede yakalasalar: “Niye kapadınız şu güzelim yazlık sinemamızı.” diye sitem ediyorlarmış. Muhtemelen yarın öbür gün de bahçedeki kıraathane yıkılıp, yerine evelallah pansiyonlar yapıldığında da bu sefer kahvehane tiryakileri: “Yahu ne elli birler, okeyler oynamıştık şurada, niye yıktınız burayı?” diye sitem etmeyecekler mi?

Bodrum’un 750-800 kişilik seyirci kapasiteli, makine dairesi sahil tarafındaki Yazlık Gözen Sineması’nda genellikle tek film gösterilirdi. Bodrum’da çevrilen “Bodrum Hakimi” (Oy: Türkân Şoray/Aslında Türkân’ı belirtmeme hiç gerek yoktu, ama olsun, “Sultan”ın adının bulunması yazı için ekstra bir değerdir), “Kır Gönlümün Zincirini” (Orhan Gencebay) Gözen’de çok iş yaptı, birer hafta oynadı. Sık sık sinemaya gelen Zeki Müren’in filmleri de çok iş yaparmış. Zeki’nin yeri her akşam boş tutulur, seyirci “Zeki’nin önünde, yanında, orasında, burasında oturayım” diye bilet istermiş. Şimdilerde Gözen Kıraathanesi’ni çalıştıran Raşit, Zeki ile çok samimi imiş.

1977’den kapandığı 1992’ye kadar 15 sene, Türkkuyusu mahallesini sahildeki palmiyeli caddeye ulaştıran Gerence sokakta gösteri yapan, Adil Karabağlı’ya ait Yeni Sinema’da zaman zaman toplantılar ve düğünler yapılmaktadır. Tahta kapısındaki aralıktan baktığımda, karşıda perde ve gözümün görebildiği yerde bir kaç tane araba vardı, dış duvarında ise üzerine badana yapıldığı halde alttan okunan “Yeni Sinema” yazısı durmaktaydı.

Kadıköy Moda Sineması’nı çalıştıran Moda Film’ciler takımı 94-95 kız sezonunda Bodrum’daki Karia Princess Oteli’nin konferans salonunu düzenleyip Sinema Bodrum adı altında gösteriler yapmışlar. Sinemaseverler 200 kişilik salona bir hayli rağbet göstermiş. Otelden ayrı müstakil girişi olan salon için kira ve bilet üzerinden yüzde hesabıyla anlaşma yapılmış. Yaz mevsiminde de otelin az ilerisinde Ergün Soykan sokakta Sinema Bodrum’un yazlık bahçesi işletmeye açılmış. Sinemalarla “Camdan Kalp”in yönetmeni Fehmi Yaşar ilgileniyor. Kışlıkta hafta içi 18 ve 21’de yapılan seanslar hafta sonunda üçe çıkarılıp haftada bir de sanat filmleri gösterilmiş, ayrıca yine hafta sonlarında bir seansı çocuklara yönelik filmlere ayırmışlar. 95-96 sezonunda da kapalı sinema faaliyetine devam edecek.

94-95 sezonu Bodrum için sinema sahasında hayli bereketli geçmiş. Faaliyete başlayan diğer kışlık salon Cine Marin’in bulunduğu yer önceden mağazaymış. İstanbul Site Sineması’nın eski koltuklarının kullanıldığı salona meyil de verilmiş. 1994 Aralık ayının 16’sında çalışmaya başlayan salon, binanın sahibi değişince 95 Nisan’ının ilk haftasında kapanmış. Sinemanın koltuklarını depoya kaldırmışlar, makinesinin ise yaz sezonunu Turgutreis’te açılan yazlık sinemada geçirdiğini daha önce Sinema Gazetesi’nde anlatmıştık. Konuştuğumuzda Urfa’lı makinist Mehmet, kışlık Cine Marin’in kapanışına film adı vererek hoş bir tarih düştü: “Abi” dedi, “tam Özen Film’in ‘Helena’yı Sarmak-Boxing Helena’sı yeni gelmişti, kutuları boşaltıp filmleri ekledim, makineye yerleştirdim, ertesi gün filmi göstereceğiz, bina el değiştirince sinemayı kapamak zorunda kaldılar.” Tesis el değiştirdiğinde binanın yeni sahibi salon ve müştemilâtını beğeniyle gezip görünce sinemanın işletmecisi Cenk Sezgin fazla kira isterler diye sözleşmesini yenilememiş. Sinema kapanınca yeri kafeterya, bilardo salonu vs. gibi birden fazla sahada çalıştırılmaya başlanmış. Cine Marin’i işleten ve ünlü türkücümüz Ahmet Sezgin’in oğlu olan Cenk Sezgin Bodrum’da başka bir yer bulurlarsa kış sezonunda yeniden kapalı sinema çalıştırmayı düşünüyor. (**) Cine Marin’de işler gayet iyiymiş, Michael Stone, Sharon Douglas’lı “Temel İçgüdü” videoda, Cine 5’te, TV’lerde gösterildiği, video kaseti dergi eki olarak verildiği halde iyi iş yapmış.

Bodrum merkezindeki sinemaların hikâyesi şimdilik bu kadar. Turgutreis yazlık Cine Marin’in açılışında yaptığımız ilk görüşmede Cenk Bey, Bodrum’dan İzmir’e doğru otobüs ile 30. kilometrede sola dönen yol ile ulaşılan Güllük beldesinde iki üç bin kişilik ve kapısında “Turgutreis Sineması” yazısı halen duran bir bina olduğunu söylemişti. Fakat Bodrum’da yaptığım araştırmada karşıma yine “Turgutreis” adında bir sinema çıkınca: “Herhalde Cenk Bey’in kastettiği sinema budur.” diye düşündüm, adları aynı olduğu için Güllük’teki Turgutreis Sineması aklımdan kaydı gitti. Veda için son defa Cenk Bey’e uğradığımda, ısrarla kendisinin de gözleriyle gördüğü Güllük’teki sinemanın ihtişamından bahsetti. Bodrum’daki son günüm olduğundan gidemedim, kısmet olursa başka bir zaman gider, belki oradan da başka bir “eski sinemalar” hikâyesi çıkarırız. Hatta “belki” değil, “mutlaka” çıkarmamız lâzım, çünkü bu boynumuza borç oldu. İlk görüşmemizde “eski sinemaların izini sürdüğümü” belirterek: “Bodrum sinemalarını sizden başka kimlerden öğrenebilirim.” dediğimde Cenk Sezgin’in gözleri parlamış ve: “Ben yarın soruşturur, size söylerim.” demişti ve hemen ertesi gün sorup soruşturmuş, emin olmak için Güllük’teki eski sinema binasını tekrar görmeye gitmiş, ayrıca Muğla’nın Milâs ilçesinde de kapalı duran iki tane eski sinema olduğunu öğrenip gelivermişti.

Gönül borcu ve minnet duygularımın ifadesi olarak yazının sonunda kendimi bu açıklamayı yapmaya zorunlu hissettim. Sizin de bana hak vereceğinize adım gibi eminim, çünkü sizde bir Antrakt ve Sinema Gazetesi okurusunuz. Sinema yazarı ve okuru olarak varlığımızın birinci nedeni sinema salonlarında film seyretmek değil midir? Bunun adına da “Greed-Tutku” demiyorlar mı?

Sadi Çilingir

(*) Aslında esen rüzgârdır, ama demek ki esinti yüzünden serviler böylece ses çıkarıyormuş. Kulakları çınlasın Bodrum’lu öyle anlattığı için ben de öyle yazmışım demek ki.

(**) Aldığımız haberlere göre kışlık Cine Marin 95-96 sezonunda gösterilerine yeniden başlamıştır

Geçmişe Dönüş

Aşağıdaki filmler tam 20 yıl önce, 1980 Ocak ayında sinemalarımızda gösterilmiştir; okuyun da nostaljiniz kabarsın:

Arzunun Esiri. Bebeğim. Dayanılmaz Izdırap. Güneş Yanığı. Kaldırım Dilberi. Nilde Ölüm. Ölüm Sporu. Özgürlük Yolu. Şark Bülbülü. Yanmışım.

Hızlı Yaşayanlar: Fono Film.

Sahra Cehennemi: Western.

Korkusuz Korkak: Ayşin Atav.

Kızgın Güneşte Aşk: Oy: Martin Man.

İki Canbaz: Cüneyt Arkın, Yadigar Ejder.

Ahlâksızın Günü: Kris Kristofferson, Sarah Miles.

Hayal ve Görüntü: Oy: Susannah York (Catherine).

Taksi Şöförü: Robert De Niro denince akla gelen film.

Madam Klod: Yön: Just Jaeckin, Oy: Francoise Fabian, Klaus Kinsky.

Amigo Kızlar: Sunar Film merkezi sinemalar için çok iyi filmler, kenar sinemalar için seks ve karate filmleri getirirdi.

Londra’da Tuzak: Tony Curtis. “Kaygısızlar”da birlikte oynadığı Roger Moore’un oğlu İstanbul’da çalışmaktadır; bilginiz olsun.

Fahişe: Videonun suyunun çıktığı devirlerde bu film “Şirret” ve “Yosma” adları ile ayrı ayrı video şirketlerince gösterime sunulmuştur.

Greasy: “Grease” filminin ününden faydalanmak için yapılmış bir film, John Travolta’ya benzeyen bir oyuncu ve bu benzerlik konuyu teşkil ediyor. Yabancı sinemada da böyle hoşluklar olur.

Gurur ve İntikam (California): Oy: Giuliano Gemma; günümüzde Sylvester Stallone ne idiyse, o günlerde Giuliano Gemma da o idi. Zaten isimlerde de bir benzerlik var, birisi SS, ötesi GG.

Garsonyer: Yön: Yavuz Figenli.

Gece Yaşayan Kadın: Yön: Yavuz Özfigen. Son iki film yönetmelerinin ikisin adı da Yavuz, soyadları nedense birisi Figenli, ötekisi Özfigen. Sinemamızda böyle hoşluklar olağandır.

Erkek Güzeli Sefil Bilo: İlyas Salman ilk başrolünde Arzu Film için Ertem Eğilmez yönetiminde oynadı. Ayni şirket 1988’de duygusal filmlerimizle dalga geçen “Arabesk”i filme almıştı. Sefil Bilo’dan 20 yıl sonra da çok şükür tarihi filmlerimizle dalga geçen “Kahpe Bizans”ı çekti. Şimdiden önereyim 2020’de de “Kahpe Arabesk”le dalga geçen bir karma film yapsınlar belki o zaman adalet de yerini bulur.

Skandal/Kiralık Kadın: Ben bu filmi görmedim, ama o zamanların imajına göre Zerrin Egeliler, Yüksel Gözen, Gülten Kaya adlarına ve filmin adına bakınca seks filmi -eskilerin deyimiyle- zehabına kapılıyorsunuz. Ülkü Erakalın ve Salih Dikişçi adlarına bakınca da iyi film çekmekle piyasa filmi çekmek arasındaki ayrıma bir sinemasever olarak mânâ veremiyorsunuz. “Ya seks filmi kameramanı olarak ünlen veya sanat filmi kameramanı olarak ünlen” demek istiyorum, anlatamadıysam. Sonraki yıllarda “Skandal” adıyla Sibel Turnagöl, Lisa Gastoni, Bridget Fonda’nın oynadığı üç adet film de gösterildi.

Karagölün Canavarı: Oy: Barbara Bach, Cladio Cassinelli. Aynı filmde hem BB, hem de CC var. Fransız güzel Brigitte Bardot ve İtalyan güzel Claudia Cardinale isimlerinin baş harfleri ile anılırdı. Yazı başına dönersek buraya kadar adı geçen filmlerde Ayşin Atav, Martin Man, Kris Kristofferson, Just Jaeckin, Francoise Fabian, Klaus Kinsky, Giuliano Gemma, Sylvester Stallone, Güven Gül, Venantino Venantini, Ertem Eğilmez, Şener Şen, Gloria Gaynor, Farrah Fawcett, Candan Canan, Kudret Karadağ, Ba Ba, Cl Ca, Br Ba, Cl Ca olmak üzere tam 20 adet adı ve soyadı aynı harfle başlayan sanatçı var. Yukarıda bahsedilen filmler aynı ay içinde gösterime çıktığına göre konu tamamen irticalen, plânsız, programsız ortaya çıkmıştır. Ayrıca belirtmekte fayda var, bu konuda tarafımdan birçok tesbit yapılmış ve müsvette halinde biryerlerde durmaktadır. Hatırlatayım ki sevgili Tunca Arslan, “Sinemacı ebeveynler ve çocukları” yazısında olduğu gibi bu konuyu da kapmasın. Sırası geldiğinde “bıktırıcı bir yazı olarak” kamuoyuna sunulması düşünülmektedir.

Şimdi yazacağım filmlerin birinci ortak özelliği 1980 yılı Ocak ayında gösterime çıkmalarıdır. Fekaat “Türk Sineması neden çöktü?” sorusunun cevabı da şu paragrafın devamında saklıdır. Bahsi geçen filmler şunlardır: Anasına Bak Kızını Al, Oldu Olacak, Dudaktan Dudağa, İyi Gün Dostu, Öyle Bir Kadın ki. Beş filmin Yapımevi: Erta Film, Prodüktörü: Tamer Yiğit, Yönetmeni: Naki Yurter, Görüntü Yönetmeni: Sedat Ülker, Oyuncusu: Recep Filiz’dir. Şu oyuncular da parantez içindeki kadar filmde gözükmektedir: Emel Canser (4), Ergun Akerman (4), Harika Öncü (4), Levent Gürsel (3), Zafir Seba (3), Zerrin Doğan (3), Perizat (3).

“Çilingir Sofrası”nın nostalji bölümü için yapılan çalışmada tesadüfen ortaya çıkan bu durum üzerine: “Eh pes yani, daha söyleyecek şey bulamıyorum” demiyorum, çünkü söylenecek çok şey var. Bu durum açıkça 1 film olarak çekilen peliküllerin 5 film olarak 30 gün içinde (6 günde bir) gösterime çıkarıldığını gösteriyor. Mecburen “sanatçılar gibi seyircilerin de kandırıldığını” düşünüyorsınız. Yani açıkça anlaşılıyorki o yıllarda (Sokollu, Sakallı, Sokullu -her neyse işte- Mehmet Paşa’nın dedigi kibi) “sinemacılar içten, seyirciler dıştan” uğraşıp uğraşıp, evelallah yine de sinemamızı çökertemişlerdir. Tamer Yiğit önceleri eni konu iyi siyah-beyaz filmlerle seyirci karşısına çıkmıştı. Sonraları vurdu-kırdı, derken, kovboy filmi bile çevirdi. Şu bahsettiğimiz seks filmlerine prodüktörlük yaptıktan sonra varlıklı bir hanımla izdivaç yapıp sinemadan uzunca bir süre uzaklaştı, kum tüccarlığı yaptı. Döndü dolaştı, aile dizilerinde “iyi aile babası” rolleri ile tekrar sinemaya dönmüş oldu. Yani dönüşü saygın ve muhteşem oldu. Ne de olsa dün dündür, bugün bugündür; geçmişe mazi, savaştan dönmüşe gazi denirdir.

Sadi Çilingir

Günden Kalanlar

Sinemamızın 1914 tarihli başlangıcı son on yılda çeşitli etkinliklerle kutlanır oldu. Kutlama son dört yıldır Beyoğlu Belediyesi’nin öncülüğünde yapılıyor. Bendeniz öncülüğe ilk defa bin yılın sonunda teşrif edip, orasını da şereflendirdim. Belediye Başkanı’nın konuşmasının sonunda Taksim’e vasıl olabildim. Sinemamız adına Yönetmen Nejat Saydam konuştu. 85 yıl Pangaltı (“pankartı” olsa gerek) ile sanatçılar ve teknisyenler Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ne doğru yürüyüşe başladılar. Yürüyüşe iştirak eden ve gözüme çarpan, tanıdığım sanatçılar şunlardır: Yılmaz Duru, Selâhattin Fırat, Sönmez Yıkılmaz (Yerli Rambo), İbrahim Kurt (Yerli “Siyah Giyen Adamlar”dan), Gani Rüzgâr Şavata, Seyfi Havaeri, Bülent Oran, (isimleri aklıma geldiği sıraya göre yazıyorum), Abdurrahman Şen (Belediye’nin Kültür-Sanat-Basın Danışmanı: Yücel Çakmaklı ve Mesut Uçakan’ın temsil ettiği ve sinemamızda keskin ifade ile “İslâmcı Sinema” veya “Sağ Sinema” olarak bilinegelen sinemanın ifadesini “Beyaz Sinema” kavramı ile yumuşatan, eski sinema yazarı; kutlamalar sonrasında tanıştım ve öğrendim. Abdurrahman’ın “Beyaz Sinema” ifadesi İsmail Güneş’te yerini bulmaya başladı. Eleştirmen milletinin geneli İsmail’e aynı mesafeden bakar olduğunu “Gülün Bittiği Yer” vesilesiyle gözlemlemekteyiz).

Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ne geldikten sonra “Fısıltı Gazetesi” veya “Dedikodulu Meyhane”de yapılan yorumlara göre “Türk Sineması denilince akla gelen ünlü, eski ve yeni starların 85. Yıl kutlamalarına iştirak etmemesi, Allah Selamet Versin Partisi’nin arkasında duruyor gibi görünmenin sanatçılarımızda (ve diğer vatandaşlarımızda) imaj erozyonu yaratabileceği endişesi” imiş.

Meselâ çok takdir ettiğim sürüyle ödüle sahip bir aktörümüz, önce: “Ne demek, derhal gelirim bittabi” demişken, tam yumurta kapıya gelince, bir gün önceki son çağrıya: “SO DER Der Neğim Ne Der?” tereddüdüne duçar olup: “Der Neğimden katılabileceğime dair yazı getirirseniz, katıl katıl katılabilirim” demiş. Vallahi meseleye tarafsız gözümle bakarsam: “Ayıp etmiş” derim; taraflı gözümle ise: “İyi etmiş”. Son para/graftaki mes’eleden daha önce de bahsetmiştim. Tekrar bahsetmemin sebebi suyu çıksın diyedir. Bakıyorsun, dediklerinde haklı taraf da var. Eee, biz iki arada bir derede kalanlar ne yapacağız? Benim dayı karakol polisi iken 1968’lerde, karakola düşen sağcıyı hırpalanmaktan koruduğunda “faşist”, solcuyu koruduğunda “kominist” derlerdi. Hâlbuki adamcağız tarafsızca vazife yapıyor, ama kimin umurunda, atalarımız boşuna: “Nalıncı keseri hep kendine yontar.” dememiş. (Demiş mi?).

Kültür Merkezi’nden tedarik ettiğim ve Be.Be.’nin (Brigitte Bardot Bizatihi Böyle Belirtilirdi) yani Beyoğlu Belediyesi’nin hazırladığı afişe baktığımda TÜRK SİNEMASI 85 YAŞINDA yazısının tepesine aynı irilikte yazılan BEYOĞLU BELEDİYESİ yazısı bir tarafa, arka plâna konulan afiş fotoğraflarının tetkiki sonunda Fısıltı Gazetesi’nin “FP, Yeşilçam’ı kullanıyor” yorumlarına hak vermemek elde değil.

Bakınız Türk Sineması’nı öyle veya böyle veya şöyle takip edenlerin dikkatine sunayım, şu filmlerin afişleridir: “Ali Cengiz Oyunu”, “Malkoçoğlu Akıncılar Geliyor”, “Sezercik Aslan Parçası”, “Altın Prens Devler Ülkesinde”, “Dikkat Kan Aranıyor”, “Kerem ile Aslı”, “Bir Varmış Bir Yokmuş”, “Söz Müdafaanın”, “Gurbetçiler”. Adı okunamayan bir Yılmaz Güney filmi (“SİNEMASI” yazısının “SI”sı Yılma yazısını ile Yılmaz Güney’in görüntüsünü kapatmış vaziyette). Yani birader koskoca 85 yıllık Türk Sineması’nda hiç mi afiş bulamadınız da bunları koydunuz 85. Yıl afişine, yapmayın yahu. İçlerinde bir “Dikkat Kan Aranıyor” var doğru dürüst bilinen; onun da adı yok, Ekrem Bora’nın komiser fotoğrafı olmasa biz bile fark edemeyeceğiz ne olduğunu, Ahmet Mekin’in filmi gibi. Hiçbir şey yapamasanız, onur ödülü verdiğiniz üç dev Türk Sineması yazarı: Turhan Gürkan, Agâh Özgüç, Erman Şener’e de mi soramadınız?

T. Z. T. K. Merkezi’nde ilgililerinin yaptığı konuşmalardan, Beyoğlu Belediyesi’nin sinemaya daha çok ilgi göstereceği anlaşılmaktaydı. Selâhattin Fırat’ın sinemanın her kesimine lâf dokundurarak gönderdiği selâmları bir hayli alkış aldı. Yılmaz Duru yine her zamanki gibi dokunaklı bir konuya işaret etti: “Az önce şurada otururken genç bir kameraman arkadaş yanıma geldi: ‘Türk Sineması’ndan hiç kimse yok gibi’ dedi. Genç arkadaşlar sinemamızı tanımıyorlar, oysa Türk Sineması’nın bütün temel taşları burada” dedi ve fevkalâde de doğru dedi. Ülkü Erakalın ise -yönettiği duygusal filmlere nazire yaparcasına- dokunaklı bir konuşma ile “Fosforlu Cevriye”, Neriman Köksal’ımızı yad etti, şiirle andı. Neriman Köksal, “On erkek arkadaşa değişmem, o kadar merttir” diyen Yılmaz Duru’nun da ilk aşkıymış.

Ödül töreninde sanatçıların yaptıkları, ettikleri -Atilla Dorsay ile Turhan Gürkan’ın müştereken hazırladıkları- 15-20 senelik ansiklopediden aktarılarak duyuruldu. Tanıtımında: “Yaptığı son filmden sonra sinemayı bıraktı” denilince Nejat Saydam apar topar: “Sinema hiçbir zaman bırakılmaz; ben o filmden sonra televizyonlara bir sürü film yaptım. Böyle sinema yazarlığı olur mu; böyle yanlışlık yapılır mı?” benzeri sitemlerini sıralayıverdi. Anlaşıldı ki Nejat abimde dinleme hatası yapmış ve bilgilerin 15 yıl önceki kaynaktan aktarıldığını es geçmiş. Hemen salondaki Turhan Gürkan ve Agâh Özgüç’ün onayını alarak sunucuya gidip durumu sesli olarak düzelttirdim.

Türk Sineması’nın 85. yaş günü kutlamasındaki diğer bir hoşluk da Seyfi Havaeri’nin ödül dağıtımı bitimindeki yaptığı konuşma idi. Seyfi Baba bir girdi Ayastefanos’tan: “Türk Ordusunun bir ferdinin… Türk kameramanın… Türklerin yıktığı abidenin…” devam etti gitti, yıl yıl. 1940’lara geldiğinde Belediye Başkanı içeriye “Cocktail”e doğru yollandı. Yerli Rambo Sönmez’le birlikte bir müddet daha dinledik, ondan sonra ben de dikkatimi çeken başka bir etkinliğe yöneldiğimde Fuat Uzkınay’ın kızı Seyfi Havaeri’ni dinlemeye devam etmekteydi.

Dikkatimi çeken bir başka mes’ele de olayları takip eden medya mensupları ile ilgilidir. Kutlamadaki medya doğal olarak saç, sakal, kıl, tüy, örtü, mörtü ağırlıklıydı. Kafaları sanatçılardan daha dik duran, dolayısıyla tepeden bakan bir, ikisine: “Sen neredensin Memo?”, “Kimlerdensin ‘Cemo?’” diye sordum. “Falanca dergiden, filânca gasteden” dediler, ki hepsi hiç duymadığım ceride-i havadislerdir. Sonra ayni kişileri “Salkım Hanımın Taneleri”nin galasında da görünce film şirketlerinin ve diğer müesseselerin basın danışmanlarına şu öneriyi yapma ihtiyacı duydum: Arkadaşlar galalarda ve özel toplantılarda basın adına gelen sürüyle vatandaş, olur olmaz yerde sanatçılara mikrofon, kâğıt, kalem, kamera, mamera uzatıp işin suyunu, posasını, her bi şeyini çıkarıyorlar. O nedenledir ki eline fotoğraf makinesi, mikrofon, kâğıt, kalem, kamera, mamera alıp: “Ben basınım, basarım” dEyen her vatandaşı içeri sÖkmayın. En azından arada sırada: “SöylediGin dergi veya gazete hanidir? Nedir? Hele bir göster de, hele bir göreyim” deyiverin. (Üretim Tarihi: 14.11.1999 Türk Sinemasının 85. Yılı Kutlaması Günü. İlâve ve yeniden düzenlemeler: 29.11.1999). Sadi Bey bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

Gülünüz Güldürünüz

Günlerden bir gün Emel Sayın “Yağdır mevlâââm suuu” diye şarkı söylemişti de yer yerinden oynamıştı. Ben diyeyim 4.4, sen diyeyim şeş nokta beş şiddetinde bir sarsıntıya eşit olmuştu. Mevlâ’m milyonlarca TV izleyicisinin karşısında galeyana gelmiş, yağmuru Emel’in mübarek gözlerinden akan yaş haline getirmiş ve hüngür hüngür yağdırmıştı.

İlle-ve-lâkin Emel “Mavi Boncuk”taki bütün şarkıları mecburen gülerek söyledi; çünkü film mânâ ve konu itibariyle her ne kadar kadın kaçırma ve fidye alma üzerineydiyse de netice itibariyle komedi idi. Keza “Makber”de gülmese de, ağlamasa da konuya uygun olarak asık suratla söylemek durumunda kalmıştı.

Malûmunuz olduğu üzere geçtiğimiz günlerde büyük bir doğal felâket yaşadık. Milletimize, vatanımıza, taşımıza, toprağımıza, insanımıza, dağdaki yılanımıza, çıyanımıza kadar hepimize geçmiş, geçmiş, geçmiş olsun. Allah bir daha tekrarını göstermesin. Bütün gazetelerimiz konuya geniş ilgi gösterdiler; ki doğaldır. Benim dikkatimi çeken bir konudan bahsedeyim. İşbu yazının müsveddesini hazırladıktan sonra gazetenin birinin okur sayfasında bahsedeceğim konuya kısaca değinen bir nota rastladım. Önce ele almayayım dedim, sonra “memleketin okur profili sadece bahsi geçen yayının kapsama alanıyla sınırlı değildir düşüncesiyle” -konuyu- elime aldım.

Gözüme çarptığı kadarıyla Milliyet, Akşam ve bizim gazete deprem sonrasında siyah başlıkla çıktı; başkaları da olabilir. Siyah başlık şimdiye kadar büyük Atatürk’ümüzün ölüm yıldönümlerinde kullanılırdı. Gazetelerin bu hassasiyetini anlıyor ve takdir ediyorum; fakat ayni gazetelerin ulema/alim/uzman köşe yazarlarının bu elim ve milletimizi yasa boğan felâket hakkında yazdıkları sütunlarından aldığım örneklere bakınca, yukarıda Emel Sayın bölümünde anlatmaya çalıştığım uygun görüntü ile sanatını icra etme meselesinin ne kadar önemli olduğuna kanaat getirdim. Bakınız gülen adamlar (ve kadınlardan) örnekler vereyim; siz de kanaat getirin.

İnci Asena: “… insanlar ‘ceset torbası’ diye bağırıyor”. Zeynep Atikkan: “Öyle bir yerden vurdu ki”. Güneri Cıvaoğlu: “Sedye yerine çarşaflarla taşınan ölüler…”. Uğur Dündar: “… yüzyılın felâketini getiren o korkunç gecenin…”. Mümtaz Soysal: “Korkunç uğultu ve sallantı başladığı zaman…”. Umur Talu: “… daha da şiddetlisini beklemeyeceğiz herhalde”. Güngör Uras: “Şu anda sadece TÜPRAŞ’ın depoları yanmıyor, ülke ekonomisi yanıyor”.

Misâl verdiğim yazarların çoğunluğu okuru olmaktan gururlandığım gazetede yazmaktadırlar. Gururlandığım gazetenin promosyonsuz nüshasını aldığımdan, onlar benim gibi okura sahip olduklarından gururlanıyorlar mı orasını bilemem, ama okur görüşüne saygı, söz ve lâf söyleme hürriyeti vs. nedeniyle konuyu açıklıkla tebarüz ettirmek istedim.

Size söylüyorum arkadaşlar üzüntünüz olduğu muhakkak, lâkin sütununuzun, köşeninizin, makaleninizin üstüne, başına, tepesine, hiç olmazsa günün mânâ ve ehemmiyetine uygun üzgün ve süzgün bir fotoğrafınızı koysanız olmaz mı? Madem ki bu kadar üzüntülüsünüz, yazılarınızın tepesinde müstehzi müstehzi gülmeyiniz yahu ve yahuye .

Uğur ile Güneri çok tatlı güldükleri için sadece onların fotoğraflarını koydum ve bilhassa Uğur Dündar’ın kamera ile birlikte her yere savcı gibi girişine ve vatandaşı azarlar gibi soru sormasına korkunç bir hayranlık duymaktayım. “İşte sayın seyirciler, şuradan itibaren Edes’in arazisi başlıyor. Korumalar haber alma özgürlüğümüzü engelliyorlar; bizi içeri sokmuyorlar”. Giydir Uğur, giydir; aferin; nasılsa orası senin babanın çiftliği. Sektir et özel mülkiyet hakkını filân. Yeter ki millet: “Ulan ne gazeteci bee, helâl olsun. Aslanım me-eee” desin. (Üretim Tarihi: 29.8.1999).

Sadi Çilingir

(1) Borsacı, belediye başkanı, hariciyeci, dahiliyeci, madenci, ormancı, şair, sikiyatprist, yatsikiprist, psikiyatrist, -her neyse işte- ve daha bir sürü vasıf sahibidirler, işin ilginç tarafı bu vasıfların hepsi bir kişide toplanmaktadır. Ayrıca Bakandan daha iyi Bakanlık, Başbakandan daha iyi Başbakanlık, Cumhurbaşkanından daha iyi Cumhurbaşkanlığı yapabilmek gibi ilâve vasıfları da haizdirler.

(2) Son kelime bayanlar içindir.

(3) Selma Güneri ile bir akrabalığı var mıdır?

Gülün Bittiği Yer

Antalya Festivali’nde “dağıtımcıların korktuğu film” olarak anıldı. Filmin bir başka namı “sağ yönetmenin çektiği sol film” idi. Sol olsun, sağ olsun adam sinemaya gönül vermiş, film çekiyorsa ters gelse de gidin görün. Bakarsınız yarın da tersi olur; sol bir yönetmen türbanı çeker; sağdan görülmeyen yeri soldan gösterir. Bu dediklerimi İsmail/Mustafa Güneş’in festivalde gösterdikleri yakınlık nedeniyle yazmıyorum, çünkü herkese aynı yakınlığı gösterdiler; her ikisi de aydın gençler.

Filmin Cemal Reşit Rey’de yapılan galasına istediğim halde gidemedim, Antalya’daki gösteriminde görmüştüm. Gösteri öncesi Antalya Kültür Merkezi’nin muhteşem salonunun en orta ve en güzel yerine ayağımdaki kısa pantolon ve sandaletlerimle kuruldum.

“Kısa pantolon ve sandalet” teferruatını bilhassa belirttim. Bilindiği üzere ödül törenindeki olaylara bakarak yorum yapanlar, “laaak” diye sorup soruşturmadan Zeki’nin cikleti, Uğur’un blucini, Nuri’nin cebindeki eli’nden bahsettiler. “‘Skandal’ olsun da, çamurdan olsun” felsefesi ile festivalin bütün suçunu, günahını, zartını, zurtunu üç genç sinemacıya yüklediler. Efendiler dünya değişiyor; etrafınıza bir bakın. Salgın haline gelen küçük araba kullanımında bile arabaların tasarımı gençlere hitap edecek görüntüde. Normaldir, çünkü çizenler gençlerdir. Bizim gibi yaşı Kemal’lere bıraksanız, “Motoru, önüne demir sokulup çalıştırılan araba” çizeriz evelallah. Zeki’ye sordum, “anons edilince, aniden, şaşkınlık ve heyecanla sahneye çıktığını” söyledi.

“Gülün Bittiği Yer”in gösteriminde Cüneyt Arkın, Yılmaz Köksal, Fikret Hakan ve daha birkaç ünlümüz -tesadüf bu ya- gelip arkama oturdular. Tam film başlayacak Cüneyt Arkın civardaki arkadaşlarına söyler gibi de, etraftaki seyircilere de duyurur gibi, seslendi: “Arkadaşlar” dedi, “Film başlayacak, cep telefonlarınızı kapatın” diye ilâve etti, biraz durdu, sonra ekledi: “Bakın karateyi bırakalı on yıl oldu; yeniden başlarım haaa”. Yani Cüneyt Fahrettin’liğini yaptı; neşe ve ilgiyle temaşaya başladık.

“Star Wars-Episode 1”i nasıl buldunuz?” sorusuna bir genç bayıldığım -şöyle- bir cevap vermiş: “George Lucas, Cüneyt Arkın’ın ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ını görseymiş film daha iyi olacakmış”.

“Gülün Bittiği Yer”den haftanın incileri: “Görünce anlaşılır zaten; özel biri olduğu fark edilir”. “Her şey çok güzeldi… Bizim elimizde olan her şey…”. Bu filmi görün.

Sadi Çilingir

Elveda Dostum

Türk Sinemasında “sinemacılar dönemi”nin Lütfi Akad’ın “Kanun Namına” filmi ile başladığı bilinir. Erman Film yapımı “Damga” ile yönetmenliğe başlayan Akad usta ve Erman Film hakkında gazete, dergi ve kitaplarda çıkan yazılar genellikle: “Hürrem Erman’ın o yıllarda Adapazarı’nda sinemaları vardı.” diye başlar.

Adapazarı’nda ilk özel sinema olan Erman Sineması o zamanlar şehrin merkezi konumundaki Kömürpazarı da denilen Karaağaçdibi semtinde 1936’da gösterim faaliyetine başlamıştır. 1938’de Atatürk’ümüzün ölümünde 10 gün film göstermeyen sinema 1943 büyük Adapazarı depreminde -gösteri olmadığı bir zamanda- can kaybına sebebiyet vermeden yıkılmıştır. Bunun üzerine Erman Kardeşler şimdi şehrin merkezinde olan yeri alıp 1,5 yıllık inşaat neticesi 1945 yılı sonlarında Saray Sineması’nı gösteriye açmışlardır.

Yenicami tarafından Atatürk Bulvarı’na girilip, hükümet binası önlerinde trafik ışıklarının oradan sağa dönüldüğünde Kavaklar Caddesi başlar. 21 Mayıs’ta biz de aynen böyle yaptık, 15-20 metre gittikten sonra sağa bakınca, “yüreğimiz cız etti.” Saray Sineması’nın her zaman film afişleri ile süslü camekânlarında sarı karton üzerinde siyah yazılarla bir duyuru: “İnşaat sebebiyle sinemamız faaliyetini durdurmuştur. 55 yıl sinemamıza gösterilen ilgiden dolayı tüm Adapazar’lılara teşekkür ederiz. Ermanlar.” (55 yıl, ailenin 1936’dan 1991’e Adapazarı’ndaki sinemacılığını simgeliyor olsa gerek, çünkü Saray’ın yaşı 45’tir.)

Son yıllarda Hürrem Erman’ın yeğenlerinden Mehmet Erman’ın yönettiği sinema, hissedarlar arasındaki çok seslilik ve gelire oranla giderlerin aşırı artması yüzünden faaliyetini durdurmak zorunda kalmış. Geçen ramazan ayını 4 milyon zararla geçiren sinemanın yerine Cep Sineması yapılıp yapılmayacağını sorduğumuzda, merkeze yakın, insan trafiğinin yoğun olduğu bir yerde hazır bina bulunabilirse yapılabileceği cevabını aldık. Adapazarı merkezinin bulunduğu yöre çok sulu ve gevşek toprak yapısına sahip olduğundan İstanbul’da olduğu gibi bina altına salon yapılması çok güçtür. Maliyet çok yükseldiğinden binalarda genellikle bodrum bulunmaz.

Adapazarı’nın ilk imar plânları tanzimi için Almanlar tarafından etüd yapıldığında elin adamı şehrin yayılma yönü olarak Serdivan tepelerini önermiş. Fakat bizim “ova tarafında yüklüce arazisi olan” başarılı yerli müteşebbislerimiz “gösterdikleri beceri ve üstün vatan sevgisinin dürtüsü ile” şehri ovalara doğru yaymışlar. Daha sonraları Karadenizli işbilir müteahhitlerimiz Erenler tarafını beton ormanına çevirirken -ki şehrin son evlerinde öksürseniz Sakarya’dan duyulur-, Yugoslav, Yunan ve Bulgar göçmeni kardeşlerimizin de Yazlık Köyü civarlarına yerleştirilmesi ile ovanın içine… şehir kurulmuş olmuş. İşte Adapazarı’nın “adam dikseniz dal budak salacak bereketli toprakları”nın araya sıkıştırılmış öyküsü böyledir.

Ermanlar’ın yakından tanıdığı Zati Sungur’un birçok kereler gösteri yaptığı Saray Sineması’nın duvarlarında Hamiyet Yüceses’in “Geceler” şarkısı da yankılanmıştır. Müzeyyen Senar’ın ne zaman Adapazarı’na yolu düşse, “Saray’da okuduğu günleri” yadedermiş. Zeki Müren’in Adapazarı’na yaptığı 2 seferin 1952 yılına rastlayanı Saray’ın sahnesinde gerçekleşmiştir.

Yerli filmlerden “Ayşecik”, “Turist Ömer”, “Küçük Hanım” ve “Kezban” serileri geçmişte hasılat rekorları kırmış, Türkiye’yi o yıllarda kasıp kavuran Hint filmi “Avare” ise ilginç bir olay olarak anılara yazılmıştır. Film Saray Sineması’na bir ramazan ayında teklif edilince, “Ramazan programında iş yapmaz, harcamayalım bu filmi” itirazına, ilgili şirketin gayrimüslüm yetkilisi: “Be kuzum, tak bunu, korkma iş yapaor.” deyince filmi takmışlar. Ve film Adapazarı’nda 15 gün kapalı gişe oynamış, sinema önündeki kuyruklar cadde köşesini bile dönmüş.

Sinema yıkılıp giderken biz yine Saray’ın adını yaşatacak bir Cep Sineması isteğimizi tekrar edelim. Gerçekleşmezse elden bir şey gelmez, oralardan geçerken perdeye düşmüş görüntüler maziden ses verir: “Gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde.”; biz duyar gibi oluruz. Sinema önünde “Randevu”laşanlar, birlikte film seyredenler, aşklarını perdedeki aşklara benzetenler, bir bakarlar ki gün gelmiş, devran dönmüştür; “Herkesin Keyfi Yerinde”de Marcello Mastroianni’nin başına geldiği gibi, mekânlar gitmiş, sevgililer gitmiş ve insanlar yalnız kalmıştır. İşte şair: “Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.” dizesini bu gibi durumlar için yazmış olsa gerektir.

“Adapazarı’nda Sinema” hikayesinin “han, apartman yaptıran/ayıptır söylemesi” bölümü, porno film gösteren Fitaş’ta, “zar zor geçim sağlayan/eli yüzü düzgün” bölümü, aile filmi gösteren Yıldız Sineması’nda devam ediyor. (25 Mayıs 1991.)

Sadi Çilingir

Devrim

Sadi Bey’in Seçtikleri: SİYAD’ın (nema YAzarları Derneği) 1999 yılı ödülleri 20 Ocak’ta Emek Sineması’nda verildi. Ediz Hun’un elinden ödülünü alan Filiz Akın, güzel gözlerinden akıttığı mutluluk yaşları ile 36 adet sinema yazarının bir yıllık çalışmasının karşılığını da eksiksiz vermiş oldu. Atilla Dorsay, Cüneyt Arkın’ı: “… muhteşem Cüneyt Arkın” diye sundu, ki bendenizde bu unvana tamamen katılmaktayım. Malkoçoğlu yine yaptı yapacağını, zarf açılmakta zorlanınca: “Yapayım şuna bir karate” dedi ve elini kaldırıp, indirdi. Vallahi büyük adam, yaşarken efsane oluyor. Bendeniz’in yılın sanatçılarını arz edeyim. Ki, oy verdiklerim “Efferim Sadi” demeseler de, vermediklerim “Sen de kim oluyosun?” desinler, vesile olsun kurtlarını döksünler. (Berhan Şimşek hariç; çünkü o aleyhine bile yazsan telefon açıp teşekkür ediyor. Bunu da bil ey sinema kamuoyu, aranızda böyleler de var.) En İyi Film: Salkım Hanımın Taneleri, Yön: Nuri Bilge Ceylan (Mayıs Sıkıntısı). Erk. Oy: Kâmuran Usluer (SHT), Kd. Oy: Başak Köklükaya (3. Sayfa), Sen: Tamer Baran, Ethen Mahçupyan (SHT), Müz: Tamer Çıray (SHT), G. Yön: Ömer Faruk Sorak (Asansör), Yrd. Erk. Oy: Celal Perk, Yrd. Kd. Oy: Hülya Avşar, Umut Veren Oyuncu: Tolga Tibet (Gülün Bittiği Yer).

Kardeşim Benim: Atalarımız: “Ölenle olana çare bulunmaz” demişlerdir. İki hafta önce bu köşede Mahsun Kırmızıgül hakkında bir yazı yayınlanmıştı. Şimdiki kafam olsaydı o yazıyı yazmazdım; Nedendir, izah edeyim: Son günlerde TV.de Prestij’e ait “Kardeşlik” ve “Keke” türkülerini dinleye, göre bir haller oldum. Yazının şuralarını 24 Ocak 2000 tarihinde, saat 9.35’te yazmaktayım, az önce Prestij Plaza’ya telefon ettim, “yetkililer 1 saat sonra gelecek” dediler. Deyeceğim ki: “Her iki türkü klipinin 35 mm.lik kopyasını siz yaptırın, başkanımız Atilla Dorsay’dan onay alayım, biz de SİYAD olarak sinemalara ricada bulunalım, -’sinemada konulu filmden de önemli olan ve fakat bir türlü kitlelere ulaştırılamayan’ kısa film olarak- dev perdede sinemaseverlere sunalım, veya siz reklâm olarak sunun. Keke aynen hık demiş Tuncel Kurtiz’in oyun tarzının cebinden düşmüş.”

Revolution: “Dil üstadı” olarak bilinen, 1940’larda takma kadın adı ile yazan, son marifeti CNN.de program yapmak olan veee… köşede duran fotoğrafına göre yıllardır gözlüğünü yerine oturtamayan Hakkı Devrim üstadımızın 14 Ocak tarihli köşesinden al(ın)mışımdır. Şöyle yazıyor üssstad: “The Observer’dan çevrilen yazı ‘Dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak Jane Fonda…’ diye başlıyor. Göz var izan var! Kim vermiş bunun kararını?”

Ve sonra üssstad Jane Fonda’nın özel hayatından bölümler (kardeşinin intihar tşbbsü, pahalı okullarda okmsı, Roger Vadim’le evllği, Vietnam Savaşı aleyhtrlğı, aerobik önclğü ve hayatını Hıristiyanlığa adamsnı küçümseyerek) hatırlatıyor ve yazısının sonunu şöyle bağlıyor: “Şuna kısaca ‘tam bir yirminci yüzyıl piçi’ desenize…” Jane Fonda, Amerikalı da olsa sinemasever olarak bizim malımızdır, o nedenle Sinegöz kibarlığı da elden bırakmadan, yorumunu yazı başında Hakkı’nın kendi cümlesi ile özetliyor: “Göz var izan var! Kim vermiş bunun kararını?” Demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor.

Kırk yıl sonra “Güzin Abla”lık bir yazı ile yine başladığı yere dönmüş Hakkı. Mersin’e gider herkes, tersine gider Hakkı. Ayıptır ayıp Hakkı?. Sen kim oluyorsun Hakkı? Ben kim oluyorum Hakkı? Yahu Hakkı? Ha, ha, ha. Kı, kı, kı. Hakkı, Hakkı, Hak… (Eskişehirspor’a böyle tezahür ederlerdi.) (Üretim tarihi yazı içindedir.) Sinegöz bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

Dedektif Madigan

Görüntü tarihine bakarsak, TiVi, ViDiO, ViSiDi, DiViDi çıkmadan önce sadece sinema vardı ve o zaman herhangi bir sorun yoktu. Başımıza gelen sorunun en yakın örneğinden bahsedeyim. NTV’nin kanatları altında yeniden yapılanmaya giden Kanal E sinema filmlerinde belirli saatlerde belirli kalitede filmler yayınlayarak -takdir edildiği üzere- fevkalâde güzel bir uygulamaya başlamıştır. Kulağımıza geldiğine göre filmler sınıflandırılarak yine belirli gün ve saatlerde, klâsikler, gerilimler, komediler, vs. şeklinde sunulacakmış. İyidir. Has sinemaseverlerin gönlü Kanal E’ye doğru meyletmiştir. Ve bu uygulama umarız ki diğer TV.lere de örnek olur. Gel gelelim kaderin garip bir cilvesi olarak ilk örneği oradan vermek durumunda kalıyorum.

Başımıza gelen sorun şudur: Nick Nolte’un “Extreme Prejudice” filmi Western filmidir, 1988 Şubat’ında sinemalarımızda “Hüküm” adıyla gösterilmiştir, fakat nasıl olduysa bendeniz görmemişimdir. Keza Kevin Kline’ın “In & Out” filmi Amerika’da 1997’nin en sevilen komedi filmi seçilmiştir, sinemalarımızda “Vücut Dili” adıyla gösterilmiştir, fakat nasıl olduysa bendeniz görmüşümdür. Gazetelerin TV sayfalarına göre gözünü sevdiğim Kanal E/Star TV.si bu filmleri “Önyargı/İçim Dışım Bir” adlarıyla gösterdi.

Filmler TV, VİDEO, VCD, DVD, GAZETE ve DERGİ’lerde de mutlaka sinemalarda gösterildikleri adları ile gösterilmeli ve anılmalıdır. Ayın filmi “End Of The Day”i taze örnek olarak verirsek: Gösterime çıkana kadar “Günlerin Sonu” olarak anıyorduk, Türkiye sahibi Avşar-Pinema Filmcilik, “Şeytanın Günü” olarak adlandırdı. Film hafızalara bu isimle kaydoluyor, yarın öbür gün TV.de gösterileceği zaman “Şeytanın Üç Günü”, “Dünyanın Sonu”, “Kıyamet Günü” olarak adlandırıp seyircinin kafasını karıştırmanın ne alemi var.

Şimdi siz hasta bir Clark Gable, Vivien Leight hayranı ve “Rüzgar Gibi Geçti” fanatiğisiniz. Televizyonun biri de filmi tutup “Son Bahar Esintisi” adıyla gösteriyor. Gazetede gözünüze şöyle çarpıp geçiyor, seyretmiyorsunuz. Ertesi gün dostunuzun biri tabidir ki “‘Rüzgar Gibi Geçti’yi seyrettin mi, ‘fanatik’?” diye soracak. Siz de afallayacaksınız ve basacaksınız gümüşü (bulmacalarda simgesi SN’dir) TV.ye. Bilmem anlatabildim mi?

Sadi Çilingir

Düşlerin Efendisi

“Yüzüklerin Efendisi”nin sinema tarihinde özel bir yeri olacağı daha çekim aşamasında belli olmuştu. İlk defa bir film üçleme olarak aynı zamanda çekiliyor ve çekilen filmlerin üç yıl peşpeşe aynı tarihlerde gösterilmesi plânlanıyordu. Fantastik edebiyatın baş eseri diyebileceğimiz J. R. R. Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” kitapları Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson tarafından 18 ay süren çekimler sonunda beyazperdeye aktarıldı.

Film tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de korkunç bir reklâm kampanyası ile seyirciye sunuldu. Öyle ki Ocak ortalarına geldiğimizde kanaatimizce reklamlar itici gelmeye bile başladı. Filmi ilk gösterimlerinde görmeseydim “artık gına geldiğinden” görmekten vazgeçecek hale geldiğimi bile itiraf edeyim. Zaten duyumlara göre film öncesinde “Yüzüklerin Efendisi” fanatiği olmakla övünen bazı gençler idollerinin artık ayağa düştüğü fikriyle üzüntülere gark olmaya başlamışlar. İlk günlerde eleştirmenlerimizin duayeni Atilla Dorsay’ın yazısındaki: “Dünyada iki çeşit insan vardır, ‘Yüzüklerin Efendisi’ni okuyanlar ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ni okumayanlar” şeklindeki ifadesini, “‘Yüzüklerin Efendisi’ni okuyanlar ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ni okuyacak olanlar” şeklinde tekzip bile ettiler.

Diğer eleştirmenlerimiz arasında ise “filmin fazla abartılacak bir yanı olmadığını” belirtenler olduğu gibi, “sinema denilen icadın ‘Yüzüklerin Efendisi’ için yapıldığını” yazanlar da vardı. Yani bir taraftan sinemanın önünde “daha yapacak çok işler var”, diğer taraftan “şimdiye kadar yapılanlar faso fiso”. Peki o zaman, daha yeni izlediğimiz “Amelie”, “Akıl Defteri”, “Billy Elliot”, yıllar öncesinin “Siyah Gözler”, “Anayurt Oteli” vs. vs. gibi eserleri “sinema” değil de ne idi?. Onları “vefasızlığın acı birer belgesi” olarak mı adlandırmalıyız?

Şimdi sıra yazının başlığını izah etmeye geldi. Efendim bendeniz yazılarıma mutlaka konuya uygun bir film adını başlık olarak koyarım. Bu bendenizin basın dünyasına intisap ettiği 1989 yılından beri böylece süregelmiştir. Günümüzün modası gereği “Yüzüklerin Efendisi”nin adıyla uygun çeşitli benzetmeler yapıldı. Filme kimisi “Gişelerin Efendisi”, bazısı “Filmlerin Efendisi”, feşmekancası “Sinemanın Efendisi” gibi isimler yakıştırdı. Bendeniz de “Düşlerin Efendisi” adını bu nedenle yakıştırmıştırımdır. Fakat uydurma olmadığına dikkatinizi çekerim; 2001 yılında gördüğüm en iyi 10 filmimden birisinin adıdır, başrolünde Geoffrey Rush oynamıştır ve benden başka sadece üstadımız Atilla Dorsay’ın en iyi 10 film listesinde vardır.

(Sole, Şubat 2002)

Sadi Çilingir