Kategori arşivi: Yazılar

Son Buluşma

Kurtuluş Savaşı gazilerini filme çekme fikriniz nasıl oluştu Nesli Bey?

Bu fikir çok uzun yıllar öncesine dayanıyor. Benim bir Kurtuluş Savaşı gazisi drama film projem vardı. Üzerinde yıllardır düşünüyordum. Belirli periyodlarda da hep gündeme getiriyordum. Ufak tefek birkaç sahne yazıyordum. Araştırmalar yapıyordum. 2003 – 2004 yıllarına geldiğimizde tamam artık bunun zamanı geldi, filme başlayayım diye düşündüm.

Yani ilk başlarda böyle bir belgesel plânınız yoktu, profesyonel oyuncular ile çekeceğiniz bir film düşünüyordunuz…

Evet, hatta Şener Şen oynarsa çok iyi olur diye düşünüyordum. Ciddi bir proje geliştirmek için de kolları sıvadım. Bir proje için çalışmaya başladığınız zaman -özellikle de böyle bir tarihsel konuyu seçtiyseniz- ilk yapmanız gereken şey araştırmadır. Araştırma yapmaya başladığım zaman Kurtuluş Savaşı gazilerinin çok azının hayatta kaldığını gördüm. Bunun üzerine birdenbire bir fikir uyandı kafamda. Neden sanal olanı öncelikli tutuyorsun dedim kendi kendime. Ve inanın neredeyse bir sabah kalkıp çekimlere başladım diyebilirim. Yani başlangıçta düşündüğüm drama projesini gerçek kahramanlarıyla realize etmiş oldum.

İlk olarak hangi gazinin yaşadığı şehirden ve nasıl bir olay örgüsü plânlayarak başladınız çekimlere?

Karar verdikten hemen sonra ekibi topladım ve “yarın çekime gidiyoruz, üç tane Kurtuluş Savaşı gazisini çekeceğiz” dedim. Çekim ekibindeki arkadaşlardan biri: “Nereden başlayacağız çekmeye” diye sordu. Üç gazi, üç farklı yerde yaşıyordu. Çekimlere başlamak için Çorum, Konya ve Eskişehir’den birini seçmeliydim. “Çorum”, dedim. Arkadaş: “Neden hocam” dedi. “Bilmiyorum. Orada bir şey beni çekiyor”, dedim. Filmin böyle ilginç bir başlangıç hikâyesi var.

Çorum’a gidince nelerle karşılaştınız, yani sizi çeken şeyin ne olduğunu gördünüz mü?

Evet, gerçekten de Çorum’a gittiğimde film kendiliğinden örülmeye başladı. Daha sonra filmi seyreden arkadaşlardan bir tanesi dedi ki: “Bu çok ilâhi bir şey. Sanki seni oraya çağırmışlar…

Çekimlere başlamadan plânladığınız her şeyi yansıtabildiniz mi filme yoksa hikâye bambaşka bir yönde mi ilerledi? Çünkü gaziler çok yaşlılar ve yaşları gereği bazı rahatsızlıkları var. Nasıl bir yöntem izlediniz?

Benim kafamda tabiki belli bir proje, bir ana fikir vardı. Ama ben bu ana fikri, böyle olacak olmazsa olmaz gibi bir saplantıyla uygulamaya çalışmadım. Veya tam tersi, rüzgâr ne yöne eserse o yöne giderim gibi bir yaklaşımım da yoktu. Her iki yaklaşımı iç içe ve paralel kullanarak, öykünün omurgasını çok fazla değiştirmeden ama dışarıdan gelecek yararları da göz ardı etmeden çekimleri gerçekleştirdim.

Her şeyin çok doğal ve samimi olması için özel bir çaba gösterdiniz sanıyorum…

Evet, meselâ hiçbir plân ve sahne yeniden çekilmedi. Dekor, aksesuar, kostüm gibi bir sinema filminde olması gereken müdahaleci unsurlardan hiçbiri kullanılmadı. Soru dahi sorulmadı. O an ne çekildiyse aynen kaldı. Bu film tamamen onlarla anı yakalamak üzerine kuruldu. Montaj aşamasına geldiğimiz zaman tüm bu anlardan bir öykü yarattık.

Bu yüzden filmi “Sinema Gerçek” kurallarına uygun olarak çektiğinizi özellikle vurguluyorsunuz…

Film tür olarak Fransızların “Cinema Variete” dediği veya diğer sinema literatüründe “Sinema Gerçek” olarak adlandırılan türdür. Bu filmdeki gaziler gerçek birer kahramandır. Asla rol yapmamaktadırlar. Biz filmi çekerken kendi hayatlarını yaşamaya devam etmekte ve o anda kendi öykülerini oluşturmaktadırlar. Sonuç itibariyle iyi ki bu kararı vermişim diyorum. Çünkü ortaya hem yapmak istediğim film çıktı, hem de bugüne ve gelecek kuşaklara kalacak çok ciddi bir tarihsel belge bırakmış olduk. Yani bir taşla birkaç kuş vuruldu.

Gazilerin filmle yaklaşımı nasıldı? Yani sizin çok farklı bir amaçla, geleceğe tarihi bir belge bırakmak amaçlı onları kayda aldığınızın farkında mıydılar?

Bizden önce birçok gazeteci ve televizyoncu gitmiş zaten gazileri çekmeye. Başta biraz resmiydi tabi her şey. Bilgi verir gibi konuşuyorlardı. Yapılması gereken bir iş yapılsın gibiydi yani. Daha sonra biz ilişkimizi ve iletişimimizi geliştirdikçe farklı bir şey yapmaya çalıştığımızı anladılar ve gönüllü bir şekilde çalışmaya katıldılar. Üç gazide bugüne ve gelecek kuşaklara çok önemli bir belge bıraktıklarının farkına vardılar. Her şeyi hatırlamak adına zorladılar kendilerini. Ne varsa döktüler ortaya ve kayda geçmesini sağladılar.

Gazilerden biraz bahseder misiniz, nasıl insanlardı?

Bir kere çok sempatiklerdi. Sürekli şakalar yapıyorlardı. Aynı zamanda çok cesurdular, kahramandılar. Bu hayatı çözmüş insanlardı. Kendileriyle, birbirleriyle barışık insanlardı. Hepsinin bu anlamda bir ortaklığı var.

Gazi Ömer Köyük çok hayat dolu biriymiş meselâ…

Evet, Gazi Ömer Köyük çekimler sırasında 108 yaşındaydı. Diğer gazilere göre çok daha canlıydı. Sürekli çevresiyle iletişim halinde olan bir insandı. Neşeli, gezen-tozan, ağaca çıkan, odun kıran… Geçen yıllarda bir ağaca çıkmış ama inememiş. Ahali de uzaktaymış, bağıra bağıra bitap düşmüş, “Karılar beni indirin” diye. Yaşamı boyunca her yıl Zafer Haftası’nda memleketinden kalkıp Ankara’ya gelerek Anıtkabir’i, Gaziler Derneği’ni ziyaret edermiş. Ömer Küyük’ü 12 Ocak 2006’da kaybettik.

Sıhhiyeci Onbaşı Veysel Turan…

Veysel Turan romatizmasının kireçlenmeye dönmesinden ötürü yatalaktı. Başucundaki bayrağı ile yatıyordu. Radyodan haberleri çok yakından takip ediyordu. Çağırılmadığı halde 15 yaşında gönüllü olarak savaşa katılmış. Yanına da ihtiyaç olur diye at arabasını almış. Sıhhiyeci yapmışlar onu. İlk görevi at arabasıyla şehit toplamakmış. Daha sonra 1. Tümen Hücum Taburu’nda süvari olarak Dumlupınar, Sakarya ve II. İnönü savaşlarında düşmanla mücadele etmiş.

Ya en yaşlı ünvanına sahip Süvari Yakup Çavuş nasıl bir insandı?

Tam bir asker. Kalpağıyla dolaşıyor. Kızlarıyla yaşıyor ve bütün evi her şeyiyle hâlâ o yönetiyor, her şey ondan soruluyor. Bir komşusu var, her gün gelip günlük gazeteleri okuyor kulağına.. 1895 yılında Kırım’da doğmuş. Daha sonra ailesi ile birlikte Eskişehir’e göç etmişler. Sakarya Meydan Muharebesi’nde de düşmana karşı savaşmış. Birinci Dünya Savaşı’na da katılmış. Geçtiğimiz Nisan ayında kaybettik Yakup Çavuş’u.

“Son Buluşma” günümüz insanına nasıl bir mesaj vermeyi amaçlıyor?

Bugün bu filmi seyredecek olan insanlar bu vatanı kurtaranların nasıl insanlar olduklarını görecek, anlayacak ve öğrenecekler. Nasıl savaşmışlar, hangi şartlarda yaşamışlar, bugün neyle uğraşıyorlar, sıkıntıları ne, bugüne kadar nasıl ayakta kalabilmişler… gibi soruların yanıtlarının olduğu dünü, bugünü ve geleceği birbirine bağlayan bir film ile karşılaşacaklar. Onun için bu üç kahraman filmin de gerçek kahramanları oldu. Hayatları boyunca da hep kahramanca yaşamışlar zaten. En son kahramanlıklarını da bu filmle yaptılar.

Bugünün insanını çok mu asimile olmuş olarak görüyorsunuz? Zamanlama olarak da düşünecek olursak filmin bir hatırlatma görevi mi üstleniyor?

Bugünün insanı öyle sanal ve yalan bir dünya içinde yaşamaya başladı ki… Belki bu film başka bir kapının da var olduğunu gösterecek. Sanal ve yalan bir dünyanın içinde yaşıyoruz ama bu dünyada gerçeklikte de var. Fakat biz bu gerçekliği göremiyoruz. Tabiki benim öncelikli hedefim unutulmuş bir vakayı ve unutulmuş karakterleri gündeme taşımak. Bakın bu vatanı kimler kurtardı, bu insanları tanıyın, demek var. Ama dediğim gibi asıl hedefim bu ülkenin belleğine katkıda bulunmak. Bugüne ve gelecek kuşaklara tarihi bir belge teslim etmek.

Yani bir taraftan da toplumsal bir sorumluluk üstlendiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet ama ben bunu bir misyon olarak yapmadım. Yani benim böyle bir misyonum var bunu yerine getireyim diye yola çıkmadım. Ben tamamen dümdüz, safça bu film yapılmalı düşüncesi ile yola çıktım. Hiçbiri ard niyet, başka amaç gözetmeden onları filmini yapmayı amaçladım ve yaptım. Filmi izleyen insanlara bu film nasıl çağrışım yapar, nereye gider, o onların problemi. Ben onlara sunmakla yükümlü hissettim kendimi sadece o kadar. Bir öğretmen edasıyla, bakın görün ne varmış gibi değil, içimden geldiği gibi yaptım.

Burada kastettiğiniz filmin belli bir ideoloji tarafından kendilerine mal edilebileceği riski mi? Yoksa “Son Buluşma”nın ideolojiler üstü bir film olduğu mu?

Her şeyden önce bir insan filmi ile karşı karşıya kalacaklar. Filmi izleyen insanların kendi düşünceleri, ideolojileri ne olursa olsun bunu göreceklerine inanıyorum. Şöyle bakın meseleye; aslında bunu böyle günümüzden baktığımız zaman çok algılanmıyor, anlaşılmıyor olabilir. “Ne var ki bunda” gibi tavırlar da ortaya çıkabilir ama bir an şöyle düşündüğünüzde yapılan işin kıymeti çok daha fazla ortaya çıkıyor. Dünyanın gidişatını değiştiren çok önemli şeyler yaşandığı bu topraklarda teknoloji eğer müsait olsaydı, İstanbul’un fethine katılan erlerin görüntüleri sesleri bugün kıymetli olur olmaz mıydı sizce?

Elbette, çok da ilgi çekeceği kesin…

Doğru, çok ilgi çekerdi. Kızmaz mıydık o zamanın sanatçılarına, yönetmenlerine, elinizde imkân varken neden kayda almadınız onları diye, değil mi?

Kurtuluş Savaşı’nın yaşayan son gazilerini bir araya getirip bizlere çok kıymetli bir eser armağan ettiğiniz için teşekkürlerimizi sunuyoruz Nesli Bey…

Ben teşekkür ederim. Kurtuluş Savaşı’nın son tanıklarını filme çekmek bana nasip olduğu için ben de çok mutluyum. İnsanların böyle bir filme ihtiyacı vardı diye de düşünüyorum. Yani hem Kurtuluş Savaşı gazilerini görmeye görmeye hem de farklı bir sanatsal yapıda olan bir sinema filmini izlemeye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendilerini görecekler. Babalarını, dedelerini görecekler. Bu film bizi anlatıyor, bu çok önemli. Hani hep diyoruz ya bir takım değerlerimizi kaybettik… “İnsanlar bu tüketim toplumunda, kaos ortamında insani değerlerini kaybettiler” diyoruz. Ben de “gidin görün öyleyse bu filmi” diyorum. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.)

(20 Ekim 2008)

Gizem Ertürk

17 Ekim 2008 Haftası

“Sevgi Fırtınası”, iki olgun insanın, birbirlerinin içindeki gerçek ‘ben’lerin ortaya çıkması için gereken cesareti de barındıran bir aşkta buluşmalarını burnunuzu sızlatarak öykülerken, her şeyin iddialar / hırslar üzerine kurulu olduğu şu dünyada yüreğinizi ısıtıyor: Diane Lane, tek sözcükle ve her anlamda enfes!

“Ölüm Yarışı”, intikam arzusunun ateşiyle sert adamların metalle ilişkilerindeki hız ve çarpışma tutkusunu bir araya getiren, çok sıkı bir aksiyon: Bu filmi yöneten insanın, mekanikten – aerodinamik bilgisine çok geniş bir alana egemen olması gerekiyor ki, Paul W. S. Anderson’da bu fazlasıyla mevcut!

“Max Payne”, hem korkutucu, hem suçluların yarattığı gerilimle yüklü ve hem de masalsı gibi bir atmosferde, yani New York’ta, haksızlığa uğramış ve sevdikleri öldürülmüş adamın suçluların peşinden koşması ‘bomba’ etkisinde öykülenmiş: Onun başrolünde olduğu filmden bahsettiği halde tanımadığını ifade eden sinema cahili köşe yazarı tipler Türkiye’ye özgü olsa da, dünya çapında bir oyuncu olan Mark Wahlberg, bu video oyunu uyarlamasına çok yakışmış.

“Kod Adı: JCVD”, eğlenceli gibi başlayıp, giderek dramın burukluğunu hissettiren ve bir uluslar arası yıldızın kendine hırpalayıcı / içten bakışını yansıtan, değişik bir çalışma: Uzun plan-sekanslara dikkat!

“Acaip Bi Film”, adı üzerinde: Müzikal bölümleriyle de eğlendiren, salona girdiğinizden daha ‘hafif’ çıkacağınız bir parodi sağanağı; hoş be!

(10 Ekim 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Vicdan

Yaşı cumhuriyetle bir olan Alkazar Sineması’nı bir Cumartesi gecesi hınca hınç dolu görmek acayip keyifliydi. Her şeyden önce bunu söylemeliyim. Beyoğlu’nun emektar sinemalarına hem yazılı hem de görsel basında dikkat çekilen son zamanlarda, böylesi bir tablo uzun zamandır hasretle beklediğim bir andı. O gün, güzelim sinemalara her gidişimde “umarım bir kişi daha gelir” diye kasap kedisi gibi kapıya baktığım günlerden biri değildi. Artık kimse kıymetli popusunu asırlık gıcırtılı koltukların üzerine koymak istemiyor. Modern zamanların insanlarının, alışveriş merkezlerinin diskotek havasındaki sinemalarında uçuk derecede pahalı biletleri ve biletlerden de daha pahalı mısır ve içecekleri afiyetle yediğini ve bu kültür mirası sinemalarımızın bir-iki kişiyle oynattıkları filmleri düşündükçe mideme kramplar giriyor. O anı yaşarken neler çektiğimi anlatamam. Her neyse, dedim ya bu o günlerden biri değildi. Yaşlı salon, koltukları doldukça sanki gençleşiyor ve bütün görkemi ve ihtişamıyla yükseliyordu. İster filmi böylesi bir kültür salonunda izleme duyarlılığı ister Vicdan’ın cazibesi… Sebep ne olursa olsun o gece kalabalık bir sinema izleyicisi vardı. Film daha başlamadan bütün salonu derin bir mısır hışırtısı sarmıştı bile. Işıklar söndü ve biz Vicdan ile başbaşa kaldık.

Üçüncü sayfa haberlerinin ete-kemiğe büründüğü bir film Vicdan. Oldukça bize has, ısrarla görmezden ve duymazdan geldiğimiz hem toplumun hem de hukukun, uğruna işlenen cinayetleri meşru gördüğü “namus” kavramına incelikli bir yaklaşım sergiliyor. Hikâyenin en başından beri aşık olduğu kadın yerine daha namuslu, itaatkar, ezik… olarak gördüğü diğer kadınla evlenmesinden bunu görebiliyoruz.

Ancak adamın evlendikten sonra dahi cinsel bir tutku ve şevk ile bağlı olduğu kadın ile yine aynı niyetle birlikte olmaktan bir sakınca görmeyecek kadar yoksun bir insan Mahmut.

Bir süre sonra kocası ve çocukluk arkadaşı arasındak ilişkiyi öğrenen Songül, Aydanur’un vicdanına öyle naif bir yolla sızıyor ki iki kadının çatışmasına dönecekmiş gibi görünen film, dayanışmaya dönüşüveriyor. İki kadın bir olup karşılarındaki erkeği saf dışı bırakmaya ve özgürleşmeye çalışıyorlar ama bu hiç de kolay olmuyor, olamıyor.

“Vicdanlarınız sizi itham etmezse, başkalarının ithamının hiç bir değeri yoktur”, demişti Pierre Jeanne… Oysa ülkemizde “vicdan” pek işlemiyor. Hele cinayeti namus kılıfına sokup bunun meşru olduğunu düşünen insanlar varken, bir vicdan azabından bahsetmek söz konusu bile değil.

Öyle de oluyor… Tıpkı gerçek hayattaki gibi adam birkaç yıl sonra şartlı tahliye ile salıveriliyor. Bu da hukuk vicdanı… Ancak Aydanur’a olan tutkusu biraz olsun törpülenmemiş hatta daha da artmış bir halde olan Mahmut yeniden Aydanur’un peşine düşüyor. İşte bu noktadan sonra film oldukça yüzeyselleşiyor. Birçok şey üstünkörü geçiliyor ve apar topar bir son geliyor ardından. Bilmemiz gereken daha çok şey olmalı diye düşündüm filmi izlerken. Ama olmadı. Evet, sinemada yönetmen sadece göstermek istediklerini gösterir. Bu hem yönetmeni özgürleştirir hem de biz izleyenleri üzerinde kafa yormaya, hayal kurmaya iter. Ama bu filmde bilinmeyenler, uç noktalar biraz fazlaydı.

Vicdan’ın görselliği cezbedici. Kurgusu harika. Sırf bu iki sebebten bile izlebilir bir film ama daha fazlası var tabiki. Film, hiç diyalog olmasaymış bile çok güzel akıp gidebilirmiş gibi geliyor bana. Zaten diyalog oldukça az. Ancak varolan sözler, pek de üzerine düşünülmemiş gibi çoğu zaman da yersiz ve gereksiz geliyor. İnsan böyle bir filmden daha vurucu replikler bekliyor ama gelmiyor. Bence Vicdan’ın tek eksiği senaryosunun zaafları.

Bir de söylemeliyim ki filmle ilgili söylenen biraz Kader biraz 2 Genç Kız birleşimi gibi eleştirilerin çok yersiz ve yıkıcı olduğunu düşünüyorum. Evet, Kader türünün ve zamanın başyapıtı bence. Ancak her hırsı ve tutkuyu gördüğümüz filmi Kader ile mukayese etmenin ya da her lezbiyenliğe ya da kadın duygusallaşmasına giden bir noktada 2 Genç Kız gibi yargısına varılmasını anlamsız..

(13 Ekim 2008)

Gizem Ertürk

Film Yapmamın Anlamı: Metafizik Alana Geçebilmek

Türk sinemasının ‘en derin’ yönetmenlerinden, belki de en başta geleni Semih Kaplanoğlu’yla kendi sinemasını, daha doğrusu hayata bakışını konuştuk. Gösterime henüz girmeyen ‘Süt’ için asla konuşmak istememekte diretmesinde şu anlam yüklüydü: “Bilinmeyen, konuşul(a)maz.” Haklıydı; Herkes Kendi Evinde, Meleğin Düşüşü ve Yumurta’dan çıkarılacak, ‘bilindik’ bir Semih Kaplanoğlu vardı. Yalnızca onu konuştuk… İkimizin ‘nasibini’!

Semih Kaplanoğlu deyince akla ‘aşkın bir dil’ geliyor. Tarkovsky’e yanaşan bu dilin bir başka özelliği de mekânın ve insanın iç yolculuğunu yoğun biçimde yansıtması. Peki siz yeni bir dili sinemaya taşıdığınıza inanıyor musunuz?

Bunu benim cevaplamam çok doğru olmaz. Ancak mekân ve insanın o mekânla ilişkisi, benim ilk filmimden beri süre giden bir durumdur. İnsanı ve mekânı nasıl ele alacağımızı, nasıl bir forma sokacağımızı ve onlar üstündeki anlatım yollarını nasıl çeşitlendireceğimizi, daha ötesi insanın derinliğine nüfus edecek bir anlatım yolunu bulabilme üzerine hep düşünüyorum. Burada çeşitli enstrümanlar var; mimari yapılar meselâ… Mimar Sinan’ın eserleri olsun, diğer geleneksel mimari yapıtları olsun; yapım formları ve şekilleri bakımından yalınlık içerir; ama aynı zamanda çok da ulvidir. Aslında tamamen bir soyut yapı vardır bizim sanatımızda. O soyut yapı, dünyayı olduğu gibi, dünya ötesini de işaret eder. O bağlantı, mimari ile ilişkiyi kurmaya çalışır. Ben de filmlerimde aslında bu tür ilişkiler kurma çabası içinde düşünmeye çalışıyorum. O yüzden hikâye anlatmaktan ziyade; ânı, oluşu ve durumu kavramaya yönelik bir yol izlemeye çalışıyorum.

Bu da filmlerinizi tasavvufî bir niteliğe taşıyor.

Bu konuda bir tanımlama yapma gereğini çok fazla duymuyorum. Ama tabii ki beslendiğim kaynaklar içinde tasavvuf var.

Burada tasavvufun felsefî tarafına vurgu yaptım. Çünkü siz de filmlerinizin, bir metafizik yapıyı ve felsefî düşünceyi barındırdığını vurguluyorsunuz?

Tabii, öyle düşünüyorum. Film yapmanın benim için anlamı bu. Metafizik anlamda bir alana geçmek. Çünkü gerçekle ve gerçeğin açılımları ile kurduğunuz ilişkide, yapay görüntünün anlamları ve bu anlamlar üzerinden kurduğunuz dünyanın karşılaşması çok önemli bir şey. Hayatı buradaki yaşantı ile sınırlandırıyorsanız; anlattığınız şey, insan odaklıdır ve sadece buraya ait sınırlar içinde gerçekleşir. Ama ben biliyorum ki, dünya sadece burayla sınırlı değil. Hayat ya da kozmik olan şey, sadece burada olan bir şey değil. Yani bunun öncesi ve sonrası var. Yapıtınızı bu düşünceyle ilişkilendirdiğinizde, seyirci de metafizik ya da ‘tasavvufî’ bir anlatım yolu üzerinde düşünmeye başlıyor.

O tasavvufi söylemin dikkat çeken bir başka kavramı da ‘dönüşler’. ‘Herkes Kendi Evinde’ ve ‘Yumurta’ örnekleminde konuşursak, hem mekânsal, hem de içsel anlamda ‘ait olduğu yere dönüş’… Bir adım daha atıyorsunuz; bu dönüşte, değişimi mekândan ziyade filmlerdeki ana karakterin üzerinden yürütüyorsunuz…

Değişmemiş şeyin üzerinden değişenin halini anlatmak, insanın hayal yolculuğu gibi de algılanabilir. Kendi fıtratı olarak da algılanabilir. Gerçekte bağlı olduğu varlıkla olan ilişkisi olarak da algılanabilir. Ama sonuçta buradaki yapı, böyle kurulmuş bir yapı.

Peki izleyicinin bu dönüşleri algılaması zahmetli midir?

Benim anlatmak istediğimin ötesinde algılayanlar da var. Anlamayanlar da var. Çok sıkıcı bulanlar da var. Bu normal bir şey. Ayrıca filmlerim seyirciden katkı bekliyor.

Nasıl bir katkı?

Yani bağlantıları kurmaları açısından düşünmelerini istiyor. Kalplerini açmasını istiyor. Kalbinizi açmadığınız takdirde, bazı şeyleri algılamanız çok kolay değil. Klişelerle, bugüne kadar gelmiş ticarî sinemanın kalıpları içinde durduğumuz sürece, bu tür bir şeyi algılamak konusunda problemler yaşanıyor. Ama şöyle bir şey de var: Bugün anlamıyorsa da, yarın algılayabilir.

Bu derinlik, seçiciliği hatta seçkinciliği de beraberinde getirmiyor mu?

O değişken bir şey. Çünkü siz bir kitabı, bir filmi, bir resmi yaparsınız; onu birileri anlar. Belki 10 sene sonra anlar, belki hiç anlamaz ya da siz yeteneksizsinizdir, hiç anlaşılmazsınızdır. Bunlar önemli değil.

Karakterleriniz, felsefî anlamda otantik yani içe dönükler. Bu içe dönüklük, izleyiciyi de o yolculuğa taşıyacak kadar etkili. Senaryoyu yazarken bir tarafa; ama, filmi çekerken o iç yolculuğun anlatımı sizi zorluyor mu?

Aslında senaryo benim için çok derin bir metinden ziyade, çekime giderken nasıl bir atmosfer olacağının rehberliğini yapan bir şeydir. Ben çekime başlamadan önce, oyuncumun kendi dünyalarıyla, karakterimin dünyasını yaklaştırmaya çabalıyorum. Mekâna karar verirken de; oradaki insanların nasıl yaşadıklarına kadar, bir derinlik elde etmeye çalışıyoruz. Yani yüzde ellisi senaryo ise, yüzde ellisi de çekim öncesi ve çekim aşamasıyla ilgili bir süreç.

Yani film çekmeye başlamadan önce o mekânın sosyolojik ve fizikî yapısı için ciddi araştırmalarınız oluyor.

Evet, hatta metafiziki! Meselâ çalışacağınız evin kapladığı alan, o evin yaşantısı, bütün bunların da o filme katkıları oluyor.

Buna ‘mekânın ruhaniyeti’ de diyebilir miyiz?

Tabii ki. Neden o evi seçtiğinizin bir anlamı var. Benim için o seçim sadece fizikî bir şey değil. Başka manâlara da açık olması lâzım. Sonuçta o görüntüden bir imge çıkacak ortaya. Bu imge, insanların ev algısında bir sırrı hissettirmeli. Sinema sadece, senaryoyla, görüntüyle, oyuncuyla ya da karakterle olan bir şey değil. Eğer bunların içlerinden bazıları o ahengi bozuyorsa, hissettireceğiniz şeyde eksiklikler olmaya başlayabilir. Ben buna çok dikkat ederim. Mekânı, rengi, atmosferi, evde güneş nereden doğuyor nereden batıyor, bütün bunların kuracağınız görsellikle çok ilgisi var. Meselâ sesler… Bazı sesler var meselâ, onları içinde yer aldığı sahneden çıkarın, o sahnenin etkisi yüzde 30-40 azalır. Yani bütün bunların ahengi ve birleşiminden oluşuyor bir film ve etki.

O ruhaniyeti, oyuncularınıza nasıl geçiriyorsunuz?

Anladığım kadarıyla iki yolu var. Birincisi, onların içine doğru gitmek. Oyuncuları iyi tanımak… Onların içindeki o ruhaniyeti deşmek ve almak… Onların kendi hayatlarındaki var oluşlarını ve kendi sorunlarını da filmin içine katabilirsek eğer, ancak o zaman o karakterin gerçeklik duygusu çıkageliyor. Senaryo şu, diyaloglar da şu, hadi oyna. Öyle bir şey yok. Mekânla, oyuncunun ilişkisini, o evle, eşyalarla ilişkisini sağlamam gerekiyor. Bu daha önce; ama uzun süren bir çalışma. İçine gireceği yapının, oyuncumun hayat deneyiminde nereye karşılık geldiğini anlamaya çalışıyorum.

Şunu diyebilir miyiz: Semih Kaplanoğlu seçtiği oyuncuların, düşünsel yönden güçlü olmalarını da önemser?

Hayır, bence değil. Zekâsını, kavrayışını çok önemsiyorum. Ama ne olursa olsun kalplerinin birazcık açık olması lâzım. Yönetmenin görevi, o oyuncunun içindeki zenginliği dışarı çıkarmaktır. Ne ekip, ne de oyuncular; bir yönetmenin aklından ve kalbinden geçenleri tam olarak anlayamazlar. Bu iletişimi kurmanız mümkün değil. İnsanları, anlamasalar da o alana çekip; o anlayamadıkları duruma bile katkıda bulunabilmelerini sağlamanız gerekiyor. Bu işin en önemli yanı. Bu nedenle her filmde yeni bir oyuncu adayının sinema dünyasına girmesine ön ayak olmayı istiyorum.

Bu cümlenin tersine gidelim; Nejat İşler’in ‘Yusuf’ rolüyle kurduğu bağı nasıl gözlemlediniz

Sonuçta Nejat profesyonel bir oyuncu. Her türlü şeyi yapabilir. Ama biz biraz daha onun içine doğru yolculuk yaptık. Aslında bütün film, o karakterin kendine dair sorduğu soruları, çocukluğunun gençliğinin geçtiği evle uzaklığını, kendisi ile olan uzaklığını idrakidir. Yani bu da cevaplar yerine sorularla ilerleyen bir süreçtir. Bazen onu çok yalnız, çaresiz bıraktığım oldu. Bazı yerlerde metni çok fazla deşifre etmeden; çaresiz kaldığı ve kendisini suskunluğa ittiği zamanlar oldu. Bunlar hep, oyuncunun ya da oynayacak kişinin teslim olması ile ilgili bir şey. Eğer teslim olabiliyorsa, bırakıyorsa size kendini her şeyi yapabilmeniz için bu çok önemli bir şey.

Tıpkı Yusuf gibi, Nejat İşler’i de içindeki kuyuya düşürdünüz yani?

Metaforik olarak böyle. Filmin kendisi zaten öyle. Ancak bunun için filmin her anına eğildik. Meselâ sisli giriş sahnesini 5-6 gün, farklı farklı saatlerde çektik. Bir gün sabah gittik, sis vardı; bir gün gittik, sis yoktu, açık bir havaydı; bir gün gittik, sadece bulutluydu ve ekip bana hep şöyle dedi: “Abi çektik işte, niye bir daha çekiyorsun?” Çünkü ancak o sisin olduğu anda benim istediğim duygu çıkacaktı. O yüzden, filmde, oyuncu ve mekân dışında, çektiğiniz anla ilgili de bir durum var. Meselâ salanın okunduğu anın etkisi, ya da siz filmi çekerken bir cenazenin yanınızdan geçmesi, o atmosferi çok etkiliyor.

Bütünsellikten kopuş ve filmin her bir parçasının kendi ‘oluş durum’larını gözlemleyip, yansıtmak… Müthiş bir titizlik gerektirir bu…

Kesinlikle. Meselâ o yüzden birçok sahneyi tekrar tekrar çekerim. Çünkü sıralı yani kronolojik olarak çekmeye çalışıyorum öyküyü. Diyelim ki yedi tane sahne çekmişim arka arkaya; sekizinci sahneye geliyoruz, öyle bir durum meydana geliyor ki orada, oyuncunun bir katkısı oluyor ya da bir ses duyuyorsunuz… O anda üçüncü sahneyi bir daha çekiyorum. Çünkü buradaki durumla, bir önce çektiğim sahne ile güçsüz bir bağ ortaya çıkıyor. Ya da oyuncu bir şey buluyor, “Gel bak, şurada bir daha deneyelim.” diyor, tekrar geriye dönüyoruz. Montajda da bu süreci sürdürüyoruz.

Sürekli bir ‘yapı-söküm’, ekibi zorlamıyor mu, ya da ekip seçimini biraz da sabırları mı belirliyor?

Aslında bazen zorlanıyorlar. Çünkü anlamıyorlar. Özellikle profesyonel kesimden gelenler şuna alışmışlar: Şu sahneyi çektik bitti. Geri dönüp niye uğraşıyoruz? Halbuki o geriye dönüşlerin başka bir şeye katkısı var. Görüntü yönetmenimiz Özgür Eken, Şehnaz Tango’dan beri beraber olduğumuz birisi. Çok genç başladı ve gayet iyi ilerliyor. Onun dışında sanat yönetmeni arkadaşım Naz Erayda’nın hem çok profesyonel hem de manevi katkıları oluyor. Ekibin içinde çok yeniler ve çok eskiler var. Burada bazı şeyleri gözetiyorum. Meselâ işte taşralı bir kızla, şehirden gelmiş bir adamın hikâyesinde tabiî ki kızın deneyimsizliği ve içinde bir oyuncu kalıntısının olmaması çok önemli. Aynı yaşta, üç-beş dizide oynamış oyuncudan alamayacağınız şeyleri Saadet’den (Saadet Işıl AksoyYumurta filminden) alabiliyorsunuz. Çünkü orada başka bir saflık, başka bir heyecan, başka bir tedirginlik, başka bir korku var. Bu, filmde başka bir şeye yarıyor. Onun yalnızlığına, tedirginliğine, taşralılığına, hepsine çalışan bir şey bunların hepsi. Onun için katkıları kurarken, oyuncuları düşünürken, bu tür şeyleri dikkate alıyorum.

Şehir ve taşra arasındaki ilişki, kaçınılmaz bir ögesidir Semih Kaplanoğlu filmlerinin. Ancak bu ilişkide bakılan taraf, taşradır ve bir ruhaniyet taşır. Tıpkı Yumurta’nın çekildiği Birgi ve Tire’de olduğu gibi… Mekânın dilini, taşra üzerinden konuşturmak, plânlanmış bir adım mı?

Taşra benim için sadece taşra olmaktan öte, geçmiş hayatın algısına açık bir şey. Sadece taşra değil, sadece köyümüz, kasabamız değil; geçmiş hayatımız. Toprakla, doğayla, geleneklerle, hayat biçimleriyle kurulan; ancak bugün ortadan kalkmış bir ilişki. Şimdi taşra çok daha farklı. Çok daha modern, çok daha değişken, kendi geleneğini daha çabuk eriten bir yanı var. Tire’de meselâ, Birgi orada dururken, gençlerle konuştuğunuzda, yaşadıkları yerle hiçbir bağlarının olmadığını ve modern bir hayat sürmek istediklerini anlıyorsunuz. Bu da çok anlaşılır bir şey. Süt’ü de o modernizmin ya da değişime sebep olacak şeyin üzerinden anlatıyoruz. Yumurta’da benim için taşranın geçmiş duygusunu taşıyan bir yanı da var.

Karşıyakalısınız; ve ne ilginçtir, İzmir’in en modernist yerlerinden birisidir. Karşıyaka’dan çıkıp da, taşradaki o karşılaşma, geriye dönüş ve özlem duygusunu bu kadar iyi yansıtabilmenin arkasında neler var?

Karşıyaka’da doğup büyüdüm. Annemler, Buca’da yaşıyorlardı. Toprakla uğraşıyorlardı. Üzüm, tütün vs… ekiyorlardı. Buca, benim çocukluğumdaki haliyle İzmir’den bir hayli kopuk ve kendi başına küçük kasaba ya da köy gibi bir yerdi. Orası olsun, babamın doğup büyüdüğü Tire olsun, aslında hep gidip geldiğim ve sevdiğim yerlerdi. Meselâ Birgi eski bir beylik ve imparatorluk başkenti. Bana hâlâ öyle görünür. Çünkü o beylik başkenti olmanın ruhunu bütünüyle yansıtmış. Çok yabani ve çok güçlü hâlâ; her an karşınıza çıkan müthiş bir atmosferi var. Bunun Birgivî Hazretleri’yle bağlantılı olduğunu da söyleyebilirim. Ne zaman gitsem oraya, çok başka bir ruh haline girebiliyorum. Tuhaf bir şekilde çok arkaik ve köklüdür. Birgi’nin yukarısında bir cami var mesela… O caminin mimarisi o kadar güçlüdür ki, ister istemez yolumu hep oradan geçiririm ben. Birgi’ye hep giderim. Tire de bence öyledir. Meselâ bir sürü terk edilmiş ev var. Bunlar araştırıldığında, çoğu eski tekke çıkıyor. Osmanlı zamanında adeta dini bir merkez; ama aynı zamanda Yahudiler’in ve Rumlar’ın yaşadığı bir yer.

Geçmişe, yüklü bir sadakatiniz var. Batı terminolojisi içinde buna nostalji deseler de, siz o kavramı da dışlıyorsunuz. Sanki geçmişi, şimdiki zaman içinde yeniden üretiyorsunuz…

Nostalji, bizi ‘gerçek’ten iyice uzaklaştırır ve bağımızı koparır. Bense, içimizde var olan; ama unuttuğumuz gerçeğimizle, kendi hayatımızın ilişkisini kurabilmenin derdindeyim. Sinema ve diğer sanatlar, aslında bizim tamamen manevi yönümüze dönük alanlardır. Sanatın, kökeni itibariyle popüler kültürle alâkası yoktur. Ayinlerden çıkmış bir şeydir. O ayinsiliği ortadan kaldırdığımızda; sanat çok sıradan, çok basit ve hayatı dünyayla sınırlayan bir şey haline gelmeye başlar ki, etkileyiciliğinin karşılığı ve anlamı olmaz. Ben o ayinsiliği ve büyüselliği çok önemsiyorum. Çok teşekkür ederim; dediğiniz gibi nostaljik bir şey değil bu.

Sizin sinemanız dile gelse, şunu diyecek gibi: Gerçeği görebilmek için dışarıdan bakma. Kapıyı arala ve içeri gir…

Girmen ve bir şekilde bedel ödemen lâzım. Buradan zaman algısına dahi gidebiliriz. Zaman kavramı, benim için nimettir ve sinemanın hammaddesidir. Yaptığımız filmlerin ölçüsü zamandır. Montaja oturduğumuz zaman, sahneleri hep zaman parçaları olarak görürüz. Zaman parçasının üzerine kaydedilmiş görüntüler. Görüntülerle oluşmuş bir zaman değil. Bugünkü zaman algımızla, yüz sene önceki zaman algısı arasında çok ciddi farklar var. Biz şimdi zamanı kendimizden uzaklaştırarak, ağırlığını üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Çünkü zamanı düşünmek bir yönüyle kendimizi düşünmeye, Yaratıcı’ya düşünmeye yöneltiyor. Hızlandırılmış ve parçalanmış zaman, bizi bu dünyayla iyice sınırlandırıyor ve sekülerleştiriyor. Zaman algısı bence sekülerleşme konusundaki en önemli unsur. Sekülerizm, zamanı bir hapishane haline dönüştürüyor. Kendi başına kalamayan, zamandan korkan, kendinden kaçan ve zamanın ölümle sınırlı olduğunu zanneden insanoğlu, zamanla olan ilişkisinde de sorunlar yaşıyor. Ben filmlerimde zamanı yaymaya çalışıyorum. Bir insanın bir yerden bir yere yürümesinin gerçeklik karşılığı ne ise bunu yerleştirmeye çalışıyorum. Kamerayı, insan gözünden fazla yukarıya veya aşağıya indirmemeye çalışıyorum. Kamera hareketi kullanmamaya çalışıyorum. Sakin insanın, duran gözüyle ve izleyici gözüyle bakmak istiyorum. Konuşmaları diyalogları mümkün olduğu kadar azaltmaya çalışıyorum; anlatabiliyorsak, konuşmadan olabildiği kadar atıyorum.

Zor mudur peki, ‘hâl’in sinemasal dili?

Bu konuda dönüp dolaşıp Mimar Sinan’ın Süleymaniye’sine bakarım. Nasıl yapmış, ne kadar az eleman kullanmış, ne kadar az parçalamış; ama gökten sanki şelâleler akıyor! Müthiş bir akıcılık var; ama aynı zamanda o kadar da sade ve konuşmuyor. Bizi sadece ilâhi bir şeye doğru yöneltiyor. Bence bu ülkede medeniyetten, sanattan söz edeceksek Süleymaniye o anlamda bir kilit taşıdır. Ona çok iyi bakmanız lâzım. Hepimizin oradan öğreneceği çok şey var. Hem içinden hem de dışından. Orada, ‘güzel olanı güzel anlatma’ derdi var. Yani cemaliyle anlatma…

Zaman üzerinde biraz duralım. Bir yönetmen için iki tane zaman var; filme konu olan zaman ve şimdiki zaman. Bu ikisi arasında bir diyalektik var, sizin filmlerinizde. Zira, ‘şimdiki zaman’, her an ‘filme ait zaman’ın içine girebilir…

Kesinlikle. Bir sahne var meselâ… Çekeceğimiz mekânda yaseminler sürekli dökülüyor. Arkadaşlara orayı hiç süpürtmedim. Çünkü öyle bir an gelecek ki, onlar iyice yerlere dökülmüş olacaklar. O yaseminleri kendi elinizle yere atarsanız, asla kendi dökülmüşlüğü kadar gerçek olmayacaktı. Meselâ ezanın kaçta okunacağını bilmek bile çok önemli. Yumurta’da Nejat’ın bayıldığı sahneyi çekiyoruz; ben biliyorum ki, üç dakika sonra ezan okunacak ve çekimin içine girecek. Ve o çekime girdi ezan sesi. Ama ben bunu fazla buldum, montaj esnasında. Duyguyu fazlalaştıran, nostalji duygusunu çok daha abartacak olan bir şeydi. Ben o zaman onu kaldırdım oradan. Oyuncu filmde soruyor: “Salayı duydun mu?”. Adam da diyor ki: “Ne salası oğlum, sala okunmadı ki!” Şimdi orada gerçekten sala okundu. Ve onlar gerçekten o konuşmayı yapıyorlar. Bir önceki çekimde, 2 saat önce sala okundu, Nejat duydu, hepimiz duyduk, ama filmde oynattığımız oranın yerlisi adam duymamıştı. Burada zamanın iki yönü çarpıştı işte. Bu hayatta her şey, Yaratıcı tarafından plânlanmış. Bunun varlığı ve yokluğu üzerine dünya felsefesi oluşmuş. Ben de filme kaydettiğim her şeyin, yaratıcılık anlamında bir alan oluşturulabileceğine inanıyorum. Böyle düşününce, o salanın duyulmasının ya da duyulmamasının önemi başlıyor.

(07 Ekim 2008)

Fatih Doğulu

http://www.sinemalife.com

10 Ekim 2008 Haftası

“Tropik Fırtına: Al Bakalım”, gerçek bir kaba güldürü örneği olarak, ‘film içinde film’ hikâyesini katmanlarla genişletip birkaç meseleyi anlatabiliyor ve yığınla saçmalık içinde bir şeyi asla yapmıyor, yani ‘kendi içinde saçmalamıyor’: Sinemada kabalığın ne denli zor olduğunun ve kolaya kaçmadan kotarmanın da herkesin harcı olmadığının kanıtı!

“Dehşet Treni”, kentin karanlık bölgesine çekerken izleyici, gerçek anlamda bir ‘sıra dışı deneyim’ yaşatıyor: Kamera kullanımı, renk skalası, görsel etkiler ve tabii ‘ön görselleştirme’nin nasıl önemli olduğunun ispatı bir yönetim, inanılmaz!

“Dinle Neyden”de, Batı’nın açgözlülük içeren yayılmacı siyasetinin gölgesinde, Mevlevihane’den genç Dervişin anlatımı ve yazdıkları, ‘hepimizin bir’ olduğu, gerçeğe ulaşarak mutlu olunacağı, bunun için de ‘aşk’ı, sabır, hoşgörü, vefa ile öğrenmemiz gerektiği felsefesine nüfuz etmemize yardımcı oluyor… Doğaldır ki, tasavvufun engin müziği içinde.

Tanrı aşkının, insan aşkının, tüm yaratılmışlara olan aşkın yaşayarak öğrenilmesine dönük yüzyılların ‘sonsuz sevgi’ akımının damıtılarak anlatıldığı bu 18. yüzyıl sonu hikâyesi, dingin olduğu ölçüde güçlü… Mevlana’nın öncüsü Mevlevi yolunun, dramatik bir kurgu içinde anlatılması, ancak bu kadar iyi olabilirdi.

Üç genç oyuncu Ahu Türkpençe, Alican Yücesoy ve Metin Hara, metne çok egemen bir yönetmen elinde tam da olması gerektiği gibi, vakur, incelikli, izleyene hem mesafeli ama hem de yakın bir oyun çıkarıyorlar; bravo! İnsan yaşamı gibi mevsimlere bölünmüş görüntü çalışması klâs. Eleştirilecek unsurlar ve bazı noktalar da var tabii: Giriş kısmının biraz fazla edebi kalarak sinema duygusunu geriye itmesi gibi, bazen kostümleri eğreti hissetmemiz gibi, Lale Mansur’un -aslında her filminde- rahatsız eden ön-üst diş protezlerinin baskın çıkması gibi, Burhan Öçal’ı kâhya gibi değil de Burhan Öçal hissetmemiz gibi. Fakat sonuçta, “Türk Sineması’na da bu yakışır” diyebileceğimiz türden bir çalışma olmuş “Dinle Neyden”. Tüm emek verenlerin yüreğine sağlık.

“Aşkın Peşinde” bir yaşamı heba edip de bulamayanlardansanız ve hala umudunuzu koruyorsanız ya da kaybetmenin acısına dayanamayacağınız için aşktan kaçanlardansanız, aşkın tüm değerlerin üzerinde yer alabildiğini unutmayın ve de bu filmi izleyin. Biliyorsunuz zaten, itiraf edin, her konuda çok güçlü ve dünyalara da sahip olsanız, aşk söz konusu olduğunda rahatlıkla kırılabilirsiniz. Aşkın yaşının gerçekten de olmadığının bu enfes öyküsünde, bu aşk konçertosunda, ‘dağları deviren’ bir kadroyla, aşkın ve güzelliğin tadına bir kez daha varın.

(08 Ekim 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Şaban’dan Cem Yılmaz’a ve Şahan Gökbakar’a / Güldürümüzde “Halk Kahramanı” Olmak

“Kim yaptı bu münasebetsizliği?!…” diye haykırır Kel Mahmut.
Önce uzun bir sessizlik ve ardından -Damat Ferit’le Güdük Necmi başta olmak üzere- ‘bizim hayta’ların haykırışı peşi sıra gelir:
“Ben yaptım!… Ben yaptım!…”
Belleğimizden çıkmayan bu küçücük görüntü bile ‘nereden nereye!’ sorusunun yanıtına dair derin anlamlar içerir.

Varsın Şaban’a yapılan ‘inekli’ şakaları ya da kulağı duymayan / gözü seçemeyen hocalarını seyrederken her defasında kahkahalara boğulsun ‘gemisini kurtaran kaptanlar’ ya da ‘kendi bacağından asılan koyunlar’… Gözyaşlarını tutamadıkları ve kendilerini hüznün kollarına bıraktıkları anlarda yasını tuttukları ‘dayanışma’ ve ‘bir olma’ duygusundan başka bir şey değildir olasılıkla…
Bir başka deyişle ülke, o mâlum yol ayrımını sollayalı neredeyse yüzyıllar olmuş ve Eylül rüzgarı ekenler fırtına biçmeye çoktan başlamıştır!… Uyanık Okul Müdürü’nün idealist Mahmut Hoca’yı yere yapıştırıp filmin başrolüne soyunduğu yeni dönem, yeni kahramanlarıyla arz-ı endam etmeye başlar tüm çıplaklığıyla.

Aristo’dan bu yana ‘alt sınıfların’ tutunma ve hatta intikam alma aracı olan güldürü, Türk sinemasının da geniş halk kitleleriyle buluşmasını sağlayan en önemli araçlardan olmuştur ilk günden bu yana. Bu durum, başlangıçta sıkıntı ve kederlerin kahkahayla unut(tur)ulabileceği tezini doğrular nitelikte görünse de, süreç içinde öne çıkan kimi ‘komik’lerin halkı temsil niteliği ve aldıkları duruş, madalyonun öteki yüzüne işaret eder.
Padişahın güzeller güzeli kızını öyle ya da böyle elde eden garip Keloğlan da, Bolu Beyi’nin zulmüne dağlardan ses veren yoksul Ruşen Ali de (Köroğlu), heybetli Timur’a külahını ters giydiren Hoca Nasreddin de halk anlatısının en güzel örneklerini sergiliyorsa eğer; ‘yerli’ bir sinemanın bu gelenekten yararlanması kaçınılmaz olur.
O halde bu temsiliyete bir dönemde Şaban filmlerinde rastlamamız tesadüf sayılmamalıdır.

Pek çok Türk ‘aydın’ının Kemal Sunal’ın farkına varması, ilginçtir, Arabesk’i ya da Müslüm Gürses’i algılama serüveniyle benzerlikler taşır. Oysa Sunal, büyük bir krizin içine girildiği ve seks furyasının tozu dumana kattığı bir dönemde Yeşilçam’ı neredeyse tek başına sırtlamıştır.
‘Yolların yürümekle aşıldığı’ ve ülke tarihinde belki de ilk kez ‘talep etme’nin yaşamın zorunlu unsurlarından biri haline geldiği bir dönemin ana karakteridir Şaban.
Sinemamızda Şaban karakterinin yerleşmesi, sanılanın aksine, Ertem Eğilmez’in ünlü Hababam Sınıfı serisinden sonraya rastlar. İsmi anılır anılmaz herkesin bir kaç söz söyleyebileceği veya kimi repliklerini ezbere sıralayabileceği ender sinemasal şahsiyetlerden olan Şaban’ın gerçek bir kahraman olarak halkı selâmlayacağı filmlerin başında 1978 yapımı, Osman F. Seden imzalı 100 Numaralı Adam gelir.
Filmde Şaban’ı -pek çok defa gördüğümüz gibi- girdiği işlerde dürüstlüğü yüzünden bir türlü dikiş tutturamayan saf bir genç olarak tanırız. Gecekonduda oturan ailesinin ve özellikle de babasının baskısıyla iş arama uğraşına hız veren kahramanımız, ilk görüşte aşık olacağı kızın telkiniyle bir reklâm yıldızına dönüşür. Düzenin çarklarıyla tanışan Şaban’ı, bir süre sonra halkı kandırmaya çalışan işadamlarının elinde oyuncak olarak görürüz. Ne var ki; 100 Numaralı Halk Kahramanı’nın gerçeklerle yüzleşmesi uzun sürmeyecektir. Bir kez daha son sözü kendisi söylemeye karar veren Şaban, filmin sonunda düzenbazlara unutamayacakları bir ders verip yeniden halkının yanına, ‘yoksul ama onurlu’ insanlarının arasına dönecektir.
Aynı yıl gösterime girecek Kibar Feyzo (ya da sansürün hışmına uğramadan önceki adıyla Faşo Ağa) ile birlikte dönemin siyasal rüzgârlarından en çok etkilenen Kemal Sunal filmlerinden olan 100 Numaralı Adam, sonradan pek çok Şaban filminde daha karşılaşacağımız tiplemelerin boy gösterdiği eşsiz bir galeriye dönüşür. Çökmek üzere olan binaları halka maliyetine (!) satmaya çalışan müteahhitler, yağı-şekeri stoklayan uyanık esnaf, çürük domatesleri sergisinin hemen altına zulalayan işbilir manav v. s. (Süreç içinde sanatçının güldürü anlayışının değişmez parçası olacak bu figürler; Umudumuz Şaban’da arazi mafyası, Korkusuz Korkak’ta haraç kesen çeteci ve Kibar Feyzo’da acımasız bir ağa olarak karşımıza çıkacaktır.)

Şaban’ın gişede varlığını sürdürmesine karşın muhalif kimliği ile ortalıktan çekilmesi, tam da ülkede büyük değişimlerin yaşandığı bir döneme denk düşer. ‘Demokrasi gömleğinin bol geldiği’ ülkeyi, arzuladığı huzur ve sükûnet ortamına kavuşturmak, ‘kurtarıcılara’ 12 Eylül 1980 tarihinde nasip olacaktır.
Tüm kültürel ve sanatsal kurumların Fetret Dönemi’ne girdiği bu süreç, en küçük bir siyasal mizah unsurunun dahi yaratıcılarına ‘bu eylemlerinden dolayı unutamayacakları bir ders alması’ sonucunu doğuracaktır. Bireyciliğin, köşe dönücülüğün, tevekkülün ve cinselliğin keşfedildiği ve ‘yükselen değer’ olarak tanımlandığı 80’ler, günlük gazetelerden mizah dergilerine bu ‘zorunlu içe dönüş’ün rengarenk sayfalarında gizlidir.

Düne ait tüm değerlerin tartışmaya açılıp içinin boşaltıldığı ve kısa süre içinde tepede bir yerlerden değişime tabî tutulduğu yeni dönemin, (Warhol’a selâm!) tek gecede şöhret olan ‘yıldız tozlarına’ evrilmesi an meselesidir. Popçu veya topçu olmanın muteber sayıldığı Televole yılları, kaçınılmaz olarak yeni mizahçılarını yaratmaya başlar. Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın, çoğunluğu Kandemir Konduk’un kaleminden çıkma Devekuşu Kabare’lerinin açtığı yoldan giden Cem Yılmaz, bu yeni furyanın ilk kapı aralayıcıları arasında gösterilebilir.
Önceleri -yeniden tanımlanan bu sürecin en önemli göstergelerinden sayabileceğimiz- Leman dergisinde çizen ve ‘yetenek vaadeden’ genç bir karikatürist olarak tanıdığımız Yılmaz, 1995’ten itibaren milyonları kahkahaya boğan bir şovmen olarak karşımıza çıkar. O; yaratısı olan “Korkunç Tilbe ve Soru Adamcıkları”nın ana karakterinde de gözlemlenebileceği gibi, önceki kuşağın ideallerinden bihaber, ânı (doya doya) yaşayan, okumak, düşünmek, tartışmak ve değiştirmek gibi kavramların yanından dahi geçmeyen gençliğin kanlı-canlı simgesidir artık.
Dönemin moda deyişiyle (artık nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa) ‘yurdum insanı’nı hicveden ve “Bende şeytan tüyü yok, epilasyonla aldırdım!” türünden esprilerle seyircisini selâmlayan kahramanımız, bir yandan ülkenin en popüler simalarından biri haline dönüşürken, diğer yandan da biyografisine araba koleksiyonunu taşıyacak kadar yüksek bir özgüvene sahiptir.
‘Siyasal ya da düşündüren mizah’ gibi olguları ancak gösterilerinde dünün güldürü anlayışını yerle bir etmek için kullanan Cem Yılmaz’ın sinemasal serüveni de yukarıda işaret edilen perspektiften bağımsız değildir. Sinemada gündeme gelmesini sağlayan ilk filme senarist / oyuncu olarak damgasını vuran Yılmaz, Ömer Vargı’nın 1998 yapımı Herşey Çok Güzel Olacak adlı filminde Altan karakterine hayat verir. Çocuksu tavırları bir yana, Altan, gemisini kurtarmak için hazırda bekleyen bir kuşağın karikatürü gibidir. Kendine has değerleri olduğu için her zaman kaybetmeye mahkûm olan ağabeyi Nuri’yi bile dolandırmaktan çekinmez ve felsefesini “işin ucunda para varsa babamı bile tanımam abi!” sözleriyle savunur.
2004 yılında, bir kez daha senaryosunu üstlendiği ‘bir uzay filmi’ G.O.R.A. ile karşımıza çıkan Yılmaz’ın canlandırdığı karakter olan Uzaylı Arif, ilk filmden tanıdığımız Altan’ın ikiz kardeşi gibidir. Bir Anadolu kasabasının uyanık esnafı Arif, gözleri yaşartan işbitiriciliği ile uzaylıları bile dolandırmayı başarır. (Dizginlenmiş anlatımıyla öncüllerinden farklı bir seyir izleyen Hokkabaz ise Yılmaz’ı yeterince memnun edememiş olacak ki; önümüzdeki aylarda gösterime girecek olan A.R.O.G’da Arif’in yeni maceralarına tanık olacağız…)

Özellikle 90’ların ortalarından bu yana perdede boy gösteren güldürüleri, söz gelimi komedi filmlerinin en çok aranan oyuncusu olan Mehmet Ali Erbil’i ya da resmi verilere göre Türk sinemasının en çok hasılat yapan filmi olan Recep İvedik ve Şahan Gökbakar’ın serüvenini Cem Yılmaz’ın sürecinden ayrı düşünebilir miyiz bilemem; ancak yeni dönemin mizahı, tepkileri elinden alınmış, medyanın tutsağı kılınmış ve sunulanı kayıtsız koşulsuz kabûllenen halktan aldığı kudretle yolculuğunu sürdüreceğe benziyor.

Sonuçta Şaban filmlerinin üçkâğıtçı ve dalaverici tiplemelerinin ‘esas oğlan’lığa soyunduğu, ‘komikliğinin’ gücünü halkından yana olmaktan alan Şaban’ların karnını figüran olarak doyurmak zorunda kaldığı trajikomik bir dönemden geçiyoruz. Reklâmda rol alması karşılığında kendisine bir ev, bir de araba öneren işadamına ağız dolusu “eşşooleşşekk!” diye haykıran 100 Numaralı Adam’ın değil, filmine sponsorluk yapan meşrubat ve GSM firmalarını olur olmaz gözümüze sokan Uzaylı Arif’lerin evrenindeyiz artık, ya da canlı yayında indirilen külotu ‘iş kazası’ olarak açıklamaya çalışan, “her gece sizi izliyoruz, n’olur arabayı alalım!” diye yalvaran amcaların, teyzelerin ‘halk kahramanı’ mertebesine kavuşturduğu Mehmet Ali Bey’lerin dünyasında…

Kel Mahmut, bir yerlerde hala haykırıyor, “kim yaptı bu münasebetsizliği?!…” diye…
Ses yok artık… Tek bir ses yok!… (Bu yazı Modern Zamanlar Dergisi’nin Ekim 2008 sayısında yayınlanmıştır.)

(06 Ekim 2008)

Tuncer ÇETİNKAYA
Modern Zamanlar Sinema Dergisi Editörü

İLETİŞİM İÇİN:
0 505 843 10 33
m_zamanlar@hotmail.com

03 Ekim 2008 Haftası

“Kartal Göz”, ‘Büyük Birader’ gibi ama çok ileri düzeyde bir teknolojik gözetleme marifetiyle tamamen savunmasız biçimde yönlendirilen iki insanın yanında, nefes nefese, tehlike / gerçeklik payı yüksek ve boyutları geniş oyunun parçası yapmakta seyirciyi: Filmin açıkça etkilendiği Hitchcock (North by Northwest) ve Kubrick’in (2001: A Space Odyssey), sinemanın geleceğini belirleyen nasıl büyük sanatçılar olduklarını bir kez daha idrak etmek için de izlenebilir.

“Gölgeler”de, Oscar adayı Yağmurdan Önce’sine vurulduğumuz Milcho Manchevski, tam bir Alacakaranlık Kuşağı hikâyesi anlatmaya soyunmuş ve tabii çuvallamış: Yani, ABD Sineması’nın mükemmel örneklerini armağan ettiği bu türde yarışmak Balkanlar’a mı kalmış yahu; bizimkilerin kopyalamayı bile becerememesine benziyor!

“Cinnet”, cennet gibi bir doğanın ortasındaki evin bodrumunda, her tarafı kapalı bir odada cehennemi korkuları duraksamaksızın yaşamak istiyorsanız, benzerlerinden ayrılan özelliğinin samimiyeti olduğunu söyleyebilirim: Her şey tutarlı ve gerçek; cezalandırmaya serçe parmağı keserek başlamak mümkün!

(02 Ekim 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

26 Eylül 2008 Haftası

“Babil M. S.”, çok da uzak olmayan bir gelecek ve ‘berbat’ bir dünyada (hiç merak etmeyin “coca-cola zero” üretimde!), ölüm makinesi bir gerilla ile masum kızın kaderlerini kesiştirerek, izleyeni, şaşırtıcı setlere / baş döndürücü bir aksiyona davet ediyor: Son bölümde, telaşlı biçimde temaya ağırlık vermeye çalışılmasa ve tartımla oynanmasa iyi olurmuş!

“Hellboy II: Altın Ordu”, bu kez “Star Wars”dan “Harry Potter”a farklı fantastik kaynaklardan da beslenen bir ‘tanıdık’ öykü ve film olarak geldi karşımıza: Şu kesin ki, bir saat elli dakika, merak, heyecan, şaşkınlık, hayranlık içinde izleyecek ve çıktından hemen sonra, sanki balık hafızaya sahipmişsiniz gibi unutacaksınız!

“Orijinal Cinayet(ler)”, dört ödülle başarısı tescillenmiş bir yönetmen ve efsanevi iki aktöre sahip olduğu halde “attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmeyen”, laf kalabalıklarıyla zekiymiş gibi görünen ama sıkıcılıktan kurtulamayıp entrikasında açık veren, seyircisini de telef eden bir gereksizlik!

“Pardon, Seni Seviyorum”, 37 yaşındaki adamın kendinden tam yirmi yaş küçük kızla yaşadıkları aracılığıyla aşkı yeniden ve yeniden ve de yeniden tanımlayan, bu ikisini çevreleyen bir dizi yan karakterle de hacimli görünmeye çalışan, seyredilip geçilecek, yakında bizim sinemada da taklitlerini göreceğimiz türden bir film.

“Vol. İ”, çöplerle nefesi kesilecek dünyanın bir gün gelip -tabii ki- tamamen insansızlaşacağına ve belki de çalışır durumda unutulmuş tek bir robota terk edileceğine işaret ederken, açan ilk yapraklı bitkiyle birlikte umuda, serüvene, eğlenceye ve yeniden doğuşa yelken açıyor: Zor durumda kalan bir ‘metal yığın’ının karşısında gözlerinizi sulandırabilen bu film, bilgisayar teknolojisi soğukluğunun sinemada öykü anlatma gücünün potasında yumuşayıp sıcaklaşmasının en iyi örneklerinden.

(24 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bunları Yazmak Gerek 3: Sansür ve Sınıflandırmada “TOP 10”

Sinemada sansüre tamamıyla karşıyım. Bu dünyada internet kullanan herkes, istenildiği kadar yasak koyulsun, istediği her filme, istediği zaman ulaşır. Çağdaş anlayış ve hukukta da, ticari dağıtıma / gösterim ağına girmiş sinema filmleri sansür edilmiyor; ancak çok ama çok titiz biçimde sınıflandırılıyor. Türkiye’de 2004 yılında bir yasa ve bağlı olarak yönetmelik çıktı. Bu konuda ayrıntılı yazdığım için yinelemeyeceğim. Özetle, sınıflandırma kategorilerinde (yaş ve işaretleme) eksiklikler taşıyor; vahimi de sansürü kaldırmıyor, bilakis filmlerin yasaklanmasına ve kesilmesine olanak sağlayan maddeler içeriyor. Filmler öncelikle üç kişilik alt kurullarda denetleniyor. Gerekirse dokuz kişilik üst kurul toplanıyor. Alt kurullardaki üç kişi, Bakanlık temsilcisi, sektör içinden önerilen yine Bakanlıkça seçilen bir kişi ve yine Bakanlıkça belirlenen bir psikolog!

Değerli okurlar, alt kurullar öyle kararlara imza attılar ki, bir “TOP 10” yapmak zorunda hissettim kendimi. Buyurun:

1) “Kurtlar Vadisi: Irak” yaş sınırı olmadan, yanlış okumadınız, yaş sınırı getirilmeden geçti! CHP bu konuda mecliste soru önergesi bile verdi.

2) İçeriğinde, cinayet, uyuşturucu kullanımı, tabancayla rulet içeren “Kabadayı” yaş sınırı olmadan geçti! Yani yedi-sekiz yaşındaki çocuğunuzla gidebilirdiniz; kimse engel olamazdı!

3) ABD’de “PG–13”, İngiltere’de 15+ almış gençlik filmi, spor içerikli “Never Back Down – Asla Pes Etme”, tümüyle reddedildi. İtiraz üzerine üst kurul toplandı ve sorunsuz geçti. Film, ilan edildiği halde 4 gün gösterime giremedi.

4) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınca, İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde bilet alınıp salonda izlenen (festivallerde sansür yok) “Lie with Me”, ithalâtçı şirket tarafından festival sonrası gösterime sokulamadı; çünkü kurul, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından 18 yaş üzeri olanları da cinselliğin kötü etkilerinden korumak için külliyen reddetti. Daha sonra filmin yönetmeni, başka bir filminin gösteriminden dolayı Antalya Film Festivali’nde ağırlandı.

5) Meselenin DVD cephesinde, Pedro Almodovar’ın 1987 yılı yapımı 9 ödüllü “La ley del deseo – Tutku Kanunu”, reddedildi. İthalâtçı firma mahkemeye başvurdu. Yaklaşık iki yıllık bir süreçten sonra idari mahkeme filmin Türkiye insanıyla buluşmasına izin verdi.

6) Yine DVD’de, Finlandiya filmi “Levottamat – Huzursuz”a kesilmesi şartıyla izin verildi. Ülkemiz insanının ‘uzak durduğu’ sevişme ve sevişirken soyunma gibi ayıp sekanslar çıkarıldıktan sonra film raflarda yerini aldı. Kesinti, toplam yedi buçuk dakika!

7) Sonlarına doğru sevişme sahneleri içeren Türk filmi “Yanlış Zaman Yolcuları”, üyelerce, 137 dakikalık süresinin sonuna kadar -sanırım- izlenemediği için, yine yaş sınırı olmadan gösterime girdi.

8)- Tüm dünyada en az 12+ alan “Sin City”, bilin bakalım kaç aldı: “7+”

9) Tümüyle “PG-13” sertifikası alınabilecek şekilde çekilmiş “The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor – Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı” kaç aldı peki: Şaşırmayın; “18+” (Bu satırların yazıldığı sırada, 26 Eylül’de vizyona çıkacak, yine “PG-13” belgeli film “Hellboy II: The Golden Army – Hellboy II: Altın Ordu”, “18+” almış; şirketin itirazı üzerine karar üst kurula havale edilmişti).

10) Cannes Film Festivali yarışmalı bölümünde yer alan “The Brown Bunny”nin kesilmesi şartıyla DVD’de satışa sunulmasına karar verildi. Şirketi bunu kabul etmeyerek filmi Türkiye’de kesikli çıkmadı.

Not: Üst kurul, “Hellboy II:Altın Ordu”nun yaş sınırını “13+” olarak yeniden belirledi.

(21 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

İşte Özgür Dünya

Yönetmenliğini, muhalif duruşuyla kendini kanıtlamış Ken Loach’un üstendiği “İşte Özgür Dünya” kapitalistlerin ve liberallerin özellikle izlemesi ve bir an için vicdanları ile yüz yüze gelmelerini gerektirecek bir film. Sadece bu kadar değil elbette. Tüm dünyaya, hangi ideolojik görüşe sahip olurlarsa olsun tüm insanlara seslenen bir film. Evet, birçok replik körün gözüne parmak cinsinden ama günümüz insanına imalar pek de kâr etmiyor. Söyleyeceğini hiç çekinmeden söyleyen bir film. Ne şiş yansın ne de kebap telâşına düşmemiş, cesur…

Para şeytanidir, tatlıdır, diyor Loch. Aman onun tuzağına düşmeyin. Tıpkı zavallı Essexli genç kadın Angie gibi. Çalıştığı iş yeri tarafından sebepsiz yere işten atılan yaralı bir kadın Angie. Artık emir almak istemiyor ve kendi işini kurmak istiyor. En yakın kız arkadaşını da yanına alarak eski yaptığı işi yani “göçmenlere geçici iş bulma” işini yapmaya başlıyor. Başlarda gördüğü insanlar, dinlediği hikâyeler çok üzüyor onu. Ancak zaman geçtikçe ve paranın tadını aldıkça görmezden ve duymazdan gelmeye başlıyor. Bir taraftan eski patronlarından öcünü almak istiyor. Ancak öcünü yine kendisi gibi olan insanlardan alıyor. Bir zamanlar kendisine yapılan şeylerin aynısını zavallı işçilere yapıyor. Yani özgür dünyanın kuralına göre oynuyor.

Ken Loach’ın oyuncu yönetimi hataya mahal bırakmıyor. Bastığı zemin, senaryosu çok sağlam. Loch’un belgesel sinemacısı yönüne elbette hizmet ediyor İşte Özgür Dünya. Bu yapısı her zamanki gibi filmine yüksek bir gerçeklik duygusu katıyor. Söylemeden geçemeyeceğim ki ben Angie adlı kadın karakterden fena halde nefret ettim. 🙂 Eminim izleyenler de bu samimi duyguları yaşayacaklardır.

Ülkemizde de çok fazla kişiye ulaşması gereken bir film. Bence bolca tavsiyeyi hak ediyor. Sayıları hızla artan liberallere ve hızla kapitalistleşmeye başlayan ülkemize de söylecek bir çift lâfı olduğunu düşünüyorum. Evet, çok fazla didaktik bir şekilde işte bunlar kötüdür, yanlıştır diyor Loach. Ama dedim ya belki de sert bir şekilde bir şeylerin yüzümüze vurulmasına ihtiyacımız var. Özgür dünyanın kurallarını değiştirmeye hakkımız var.

(21 Eylül 2008)

Gizem Ertürk

Benim Hikâyelerim Kalabalıkların Hikayesi

Gitmek diğer ismiyle My Marlon and Brando ayın iddialı filmlerinden. Bir Türk ile bir Kürt’ün sınırların ötesindeki aşkını konu alan film sizi de hikâyesine ortak etmeye, duyarlı ve arzulu olmaya çağırıyor. “Sinemayı öyle ulvi, yukarıdan bakan bir anlayışla yapmıyorum. Benim hikâyelerim kalabalıkların hikâyesi” diyor Hüseyin Karabey.

Bu ay sizinle birlikte üç tane ekonomi okumuş sinemacıyı konuk ediyoruz. Siz de onlardan birisiniz…

Gerçeği söyleyeyim mi? (gülerek). Üniversitede en çok kontentajını olan bölüm ekonomi, iktisat falandır. Çok genç ve bilinçsiz olduğunuz için açıkta kalmamak için böyle bir tercih yapıyorsunuz. Diğer arkadaşların farklıdır belki bilmiyorum… Ancak ben tamamen bu nedenle tercih etmiştim.

Sonra ne yaptınız?

Okula girer girmez anladım ki ben yanlış yerdeyim.

Bitirebildiniz mi peki okulu?

Hayır. Beşinci sınıfta bıraktım. Çünkü bitirseydim askere gitmek zorunda kalacaktım (gülerek). Zaten diploma çok da umurumda değildi. Ben bunu eğitim sistemimizdeki handikaba bağlıyorum. Eminim on yedi yaşında sinemaya gidip bırakan ve iktisatçı olan insanlar da vardır.

Ancak daha sonra Marmara Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’ne giriyor ve diplomanızı alıyorsunuz…

Şimdi bana hocalarım kızacak ama söyleyeyim. O bölüme de yine askere gitmemek için girdim (gülerek). Bu sefer farkı, sevdiğim bir bölüm olmasıydı. Dediğim gibi diploma benim için bir kriter değil. Kendimi alaylı olarak görüyorum. Bence de sanat, sadece sanat okullarında öğrenilmez. Akademik sürecin elbette faydası vardır ama her şey demek çok yanlış olur. Çünkü akabinde her mezun olan sinemacı olmuyor.

Sinema yapmaya okula girmeden önce karar verdiniz öyleyse…

Evet, bu alanda bulduğum ilk işe girdim. Çünkü kimse size sinema yapmaya karar verdiniz diye iş vermiyor.

İlk işiniz neydi?

Kamerayla ilgili olduğu için düğün salonunda video çekerek başladım. Aslında onlar on altı, on yedi yaşlarında ufak bir çocuk arıyorlarmış. Ben gittim yirmi dört, yirmi beş yaşında… “Biz ufak bir çocuk arıyorduk” falan dediler. “Olsun” dedim, benim için sorun yok. İşi almak için neredeyse üstüne para verecektim (gülerek).

Nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Ailem ben doğmadan önce göçmüş İstanbul’a. Babam işçi emeklisi. Ben İstanbul’un kenar mahalleleri diye tabir edilen yerlerde büyüdüm. Çelişkileri olan bir çocuktum.

Hangi kaygıyla film çekmeye başladınız?

Öyle ulvi, yukarıdan bakan bir anlayış değildi kesinlikle. Bizim günlük hayatta yaşadığımız sorunları sinema filmlerimizde göremiyordum. Olanlar da oldukça deforme edilmiş şeylerdi. Çok öfkeleniyordum bu duruma. Sonuç olarak kızgın olmak bir işe yaramıyor, “otur da kendin bir şey yap” dedim kendi kendime. Becerebilirsen devam edersin, olmazsa “en azından çaba gösterdim dersin” dedim.

Nelere kızıyordunuz?

Meselâ günümüzde de Kürt karakterler hep ya terörist, ya da töre cinayeti işleyen taraf oluyor. İşçiler ile ilgili olan konular da aynı şekilde… İstanbul’da on beş milyon insan yaşıyor ama biz hep aynı kısır döngü içindeki hayatları görüyoruz. İnsanların kendi hikâyelerini çok daha iyi anlatabileceğini düşünüyorum. Dışarıdan konuşmak kolay. Ben böyle bir öz eleştiriyle girdim sinemaya. Hâlâ da bu anlayışla devam ediyorum. Ancak yanlış anlaşılmasın, “yazık bu insanlara, gideyim de onlar için bir film yapayım” gibi bir düşüncem olmadı hiçbir zaman. Çünkü bunu ahlâklı bulmuyorum.

İnsanların kendi hikâyelerini anlatmaları, kendi filmlerini çekmeleri için de özel bir çaba gösteriyorsunuz değil mi?

Evet, bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Birkaç arkadaşım ile birlikte Mezopotamya Kültür Merkezi’nde Sinema Bölümü’nü kurduk. Bence sorun insanların kendilerini ifade etmelerine izin verilmemesi, uygun kanalların bulunamaması. Ben bunları aşmamız için elimden geleni yapıyorum. Gençlerin de bu anlayışta olması için haftanın bir günü ücretsiz kurs veriyorum. Meselâ şu an mültecilere kendi hikâyelerini anlatmaları için film yapmayı öğretiyoruz. Çok muhteşem değiller elbette ama en azından samimi şeyler çıkıyor ortaya. Başkalarının yapmasını beklemektense elimizi taşın altına sokmalıyız. Herkes kendi sorunlarını anlatırsa kimsenin kimseye dert yanmasına gerek kalmayacak.

Mültecilikten bahsetmişken doğudan batıya göç konusundaki görüşlerinizi de öğrenmek istiyorum… Batının doğuda yaşayan insanlara yanlış lânse edildiğini mi düşünüyorsunuz?

Evet, film yapmaya başlamamın diğer bir sebebi de bu konu. Batıdaki BBC yada Discovery Channel gibi kanalların gösterdikleri belgeselleri düşünün. Her şey çok rayında görünür. Ama bu insanlar kendi ülkelerinde yaşanan rezilliklerden asla bahsetmezler. Bu tür belgeseller de gençler için bir kılavuz oluyor. Doğuda yaşayan insanlar da batıda daha mutlu olacaklarını düşünüp göç ediyorlar. Sonuçta oralarda telef oluyorlar. Özellikle Türkler ve Müslümanlar bunun sıkıntısını daha fazla çekiyor. Meselâ Almanya’ya göç eden Türkler uyum sağlayamadıkları gerekçesiyle dışlanıyorlar. Ancak uyum sağlamaları için hiçbir şey yapmıyorlar. Gece gündüz çalışıyor insanlar. Bir gün de çalışmayıp bir dil kursuna gitsinler diye düşünmüyorlar. Bir İtalyan ya da Yunanlı aynı sorunu yaşamıyor. Çünkü onlar da Hıristiyan ve onları kendileri için bir sorun olarak görmüyorlar.

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Macaristan yapımlı Majdnem Szüz (Ruhuma Asla) isimli filmde de benzer şeyler var.. Filmin bir sahnesinde bir grup Türk var ve neredeyse ilk insanlar gibi karakterize edilmişler…

İşte bir bütünü tam olarak anlatmazsanız bütün ülkeyi öyle zannederler. Zavallı İtalyan barış gelini Pippa Bacca’nın başına gelenler gibi… Bu cinayeti gerçekleştiren kişinin eğitimini, sosyal yaşantısını anlatmazsanız olay bir cani hikâyesi olur. Bu ülkede bir sürü korkunç şey yaşanıyor. Çok zor koşullar altında büyüyor insanlar. Bu şekilde baktığınız zaman o kişinin cani değil de sistem kurbanı olduğunu görebilirsiniz. Yine Majdnem Szüz (Ruhuma Asla) ile ilgili konuşmak gerekirse, nazik olunca bu işler değişiyor mu bir de öyle bakmak lazım. Amerika nazik bir şekilde bir milyon kişiyi öldürdü o zaman. Daha mı medeniler bizden şimdi? Ne yazık ki bunları bilmeyenler yanlış algılayacaklardır.

Sizin sinemaya baktığınız kaygı ile film yapan, dilini ve estetiğini beğendiğiniz yönetmenler var mı?

İlk olarak Yılmaz Güney. Çağının çok ilerisinde bir sinemacı. Hem yaşadığı ülkeye karşı çok duyarlı, hem de genel olarak sinemaya çok katkıları olmuş bir yönetmen. Son dönemde İran Sinemasını çok beğendim. Bir kadının başörtüsü takmasıyla tüm hayatının kararmadığını çok güzel ispat ettiler. Eskilerden Costa Gavras ve Jean Luc Godard’ın ilk dönem filmleri beni çok etkilemiştir. Çok da yeni bir şey değil yaptığım aslında. Onlardan feyz aldım.

Savaşı konu edindiyseniz iki yolunuz var. Ya savaşı, şiddeti tüm vahşetiyle göstereceksiniz ya da daha psikolojik bir anlatım tarzı seçeceksiniz. Sanıyorum siz ikincisini tercih ediyorsunuz. Neden?

Bana göre salt şiddet hiçbir şey ifade etmez. Şiddeti estetize etmek çok tehlikeli bir şey. Savaş görüntülerini televizyonda da izliyoruz. Bence bunun pornografiden bir farkı yok. Söylediğiniz gibi şiddeti iki şekilde anlatabilirsiniz. İlki tahammül edilemez şekilde olan. Bunu yapacaksan tüm vahşetiyle göstereceksin. Öyle vurunca kuşlar gibi düşüp ölmüyor insanlar. Bir insanın ne kadar zor öldüğünü göstereceksin. Şiddeti kuru bir şekilde gösterince hikâyeler, yaşamlar es geçiliyor. Ya da şiddetin psikolojik boyutunu göstereceksin.

Gitmek, bu yolda ilerliyor…

Evet, mesela Hama Ali’yi, Ayça’yı tanıdığınızda onlar için endişeleniyorsunuz. Asıl anlatmak istediğim bu. Orada annemiz, babamız, sevgilimiz, ninemiz gibi insanlar ölüp gidiyor. Belki birisi sevgilisi ile buluşmaya giderken ölüyor. Belki birisi çocuğuna ekmek almaya çıktığı sırada vuruluyor.

Filminiz ile insanların kafasında oluşturmak istediğiniz soru işaretleri neler?

Ben insana güveniyorum. Bilgi etrafımızda dolaşıyor. Yani insanlar Irak’a kimin neden saldırdığını biliyor. Önemli olan doğru soru işaretlerini yaratabilmem. Türkiye’de yaşayan bir insan niye Iraklılar ile ilgilenir? Ben o yolu açabilirsem, o soru işaretini yaratabilirsem amacıma ulaşmışım demektir. Bir şekilde seyirciyi konuya dahil edebilmeliyim. Çünkü insanların artık sebebi, arzusu yok. Ben filmimle bu bağı yeniden kurmaya çalışıyorum.

Film gerçek bir hikâyeden temelleniyor. Peki bu hikâyeyi nasıl öğrendiniz ve neden film yapmak istediniz?

Ben Ayça ile 2000 yılında tanıştım. O sıralarda herkese filmdeki gibi yana yakına Irak’a nasıl gideceğini soruyordu. Ben de o bölgeleri bildiğim için ona bilgiler verdim. Gitti ve ne yaşayacaksa yaşayıp geldi. Bu olayın üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra bu konuyu film yapmayı teklif ettim. “Birlikte çalışalım” dedim. O da kabûl etti. Başladık.

Filmdeki bazı sahnelerin kurmaca olduğuna inanmak bir hayli zor. Meselâ yolda geçen hikâyeler. Özellikle mi bu şekilde tasarladınız?

Bazılarını ben yazdım. Zaten biz bu gerçeklik duygusunu arttırmak için yolda hikâyeler yakalayacağımızı biliyorduk. Spontane, yolda geçen ve yolda olduğunuzu hissettiren sahneler var. Onları da yolda rastladığımız için kaydettik. Zaten Ayça’da kendi yolculuğunda bu tür hikâyelerle karşılaşmıştı. Bize sadece yalın ve saf bir gerçeklik duygusuyla anlatmak kalıyordu.

Çekimler sırasında sizi sıkıntıya sokacak, çekimlerinizi engelleyecek durumlar yaşadınız mı?

Oralar buralar gibi değil tabii. Her bir kilometrede durdurulduk. Olağanüstü güvenlik önlemleri var elbette. Ancak o bölgede yaşayan halkın yaşadığından daha fazla sıkıntı yaşamadık. Yani ben de batılı insanların yaptığı gibi “cesurca Irak’a gitti” falan gibi bir duruma düşmek istemem. Zaten bildiğim yerlerdi. Biz çekim yaparken 2006 yılının sonundaydık ve nispeten barış ortamı vardı.

Hama Ali’nin çektiği filmler ve o sahnelerdeki diyaloglar gerçekten çok keyifli. Savaşa ve tüm sıkıntılara rağmen onların da çok eğlenceli insanlar olabileceğini görmüş oluyoruz…

Elbette, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Onlar da çok neşeli, yaratıcı insanlar. Sonuçta hayat orada da devam ediyor. Aşık oluyorlar, aldatıyor, aldatılıyorlar, film çekiyorlar… Ön yargıları kırmak için gösterdiğim sahneler bunlar. Beni şaşırtanın herkesi şaşırtacağını düşündüğüm için. Siz biliyor musunuz bakın orada ne var, demek için değil.

Filmin kurgusunu Fransız yönetmen Eric Rohmer’in 20 yıllık kurgucusu Mary Stephen yaptı. Nasıl bir araya geldiniz Stephen ile?

Filmin senaryosu Roterdam Film Festivali’nde Hubert Bals Fonu ve Kültür Bakanlığı’ndan senaryo destek ödülleri kazandı. Bunlar benim için referans gibiydi. Mary ile de Fransız yapımcım aracılığı ile tanıştım. Aslında filmde danışman olarak yer alacaktı. O bile bizim için çok onur verici bir durumdu. Senaryoyu çok sevdi. “Çek getir bakalım”, dedi. İzledikten sonra çok beğendi ve benimle çalışmak istediğini söyledi. Çok sevindim tabii. Önce Paris’te başladık sonra İstanbul’a geldik. Mary, İstanbul’u çok sevdi ve çalışmalarımıza burada devam ettik.

Stephen filme nasıl bir açıdan yaklaştı. Çok deneyimli bir isim ama birbirinizi iyi anlayabildiniz mi?

Bizim filmimiz aklınız ile değil duygularınız ile takip edebileceğiniz bir film. Her şeyden önce Mary de bir kadın ve Ayça’yı çok iyi anladı. Benim ne anlatmak istediğimi de… Bir de bu benim ilk uzun metrajım. Belgesellerim ve kısa metraj filmlerim var ama uzun metraj çok farklı. Bu yüzden çok katkısı oldu filme.

Seyirci ile nasıl bir bağlantı kuracak Gitmek?

Benim asıl derdim seyirci ile doğru bağlantı kurabilmek. Seyirci ile buluşan filmler ödül alamıyor. Ödül alanlar da seyirciyle buluşamıyor. Artık üçüncü bir sinemanın varlığı olmalı.

Eksik olan nedir, nasıl var olacak üçüncü bir sinema?

Dikkat edin Türkiye’de ödül alan filmler ülke gerçekliğini görmezden gelen, salt sanat kaygısı taşıyan mikro hikâyeler. Zaten bu şekilde yapanlar büyük bir seyirci beklemiyor. Benim hikâyem ise kalabalıkların hikâyesi. Tabii reklâm, tanıtım da çok önemli ama sanat filmleri için bir rakam varsa onun üzerine çıkacağımıza inanıyorum.

Bundan sonraki hikâyelerinizi de yine aynı duyarlılıkla işlemeye devam edeceğinizi söyleyebiliriz değil mi?

E tabi. Bir sürü hikâye var. Sırası geldikçe anlatılacaklar. Bu hikâyeler de ne yazık ki çok eğlenceli şeyler değil. Öyle olması da gerekmiyor zaten, eğlenceli hikâyeler anlatanlar yeterince var. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)

(18 Eylül 2008)

Gizem Ertürk

Yusuf Kurçenli’nin Gurbet Kuşları

Halit Refiğ’in 1964 yapımı Gurbet Kuşları Turgut Özakman’ın Ocak isimli oyunundan hareketle, Refiğ’in Orhan Kemal (ağırlıklı olarak Orhan Kemal) ile yazdığı senaryodan çekilir. Sinemamızın önemli filmlerinden olduğu gibi ticari bakımdan başarılı olmuştur.

Romanların, öykülerin, oyunların Yeşilçam günlerinde sinemaya, bu günlerde ise -dizi olarak televizyona uyarlanmasına kimsenin bir şey deneme hakkı yoktur; tamamen farklı (görsel) bir anlatımın, -her iki uyarlama biçimi içinde– edebi metinlerden yararlanması biçimsel değişimle beraber, kaçınılmazdır. Özakman’ın hayli değiştirilen / geliştirilen ve de görselleşmeye hazırlanan oyunu Orhan Kemal eliyle Halit Refiğ’e verilince Gurbet Kuşları beyazperdeye yansıyacaktır. Aradan geçen 44 yıldan sonra, sinemamızın bu klâsiğinin beyaz cama taşınmasına da bir şey demeyeceğim. Bu çalışma –hele de dizi haline getiriliyorsa (kaç bölüm, henüz öğrenebilmiş değilim, Yaprak Dökümü gibi ileriki yıllara yayılacak mı?)- yeni bir senaryo gerektirecek. Bu yeni gelişmeleri de içerebilir. (Bu kaçınılmazdır galiba…)

Dizinin ilk bölümünün başına Orhan Kemal ve Halit Refiğ adları yazılarak saygı sunulmaktadır. Jeneriğin devamında ise “Eser: Orhan Kemal” ibaresi yer alıyor. Evet Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları (1962) diye bir romanı var ama, Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filmi bu romandan uyarlanmış değil. Refiğ’in filmi yukarıda da belirttiğimiz gibi Özakman’ın Ocak isimli oyunundan hareketle yapılan -nerede ise- bağlantısız bir senaryodan yapılmış bir film. Orhan Kemal’in romanı Gurbet Kuşları ise, Bereketli Topraklar Üzerinde romanının kahramanlarından Yusuf’un oğlu İflahsızın Mehmet’in (ve arkadaşlarının) İstanbul’daki özellikle yapı sektöründe geçen serüvenleri. Bereketli Topraklar Üzerinde’nin Yusuf’u da katılacaktır, bu gruba. Yani boy boy gazete ilânlarında yer aldığı gibi Gurbet Kuşları dizisinin Orhan Kemal’in aynı adlı romanı ile uzaktan yakından ilgisi yok.

Dizi yeni başladı, Özakman’ın Ocak oyundan yapılan, Refiğ’in Gurbet Kuşları filminden hareketle yapılmış bir Kurçenli dizi-filmi görünümünde. (Hayli geliştirilmiş) Dizinin ilk bölümünün verdiği ipuçlarına göre film ile de hayli farklılıklar gösteriyor -ve ilerledikçe daha da gösterecek. Bire bir olmasını beklemek zaten olanaksız da, öykü aynı olsa da geliştirmek / biraz (!) değiştirmek veya yalnızca hareket noktası almak, hepsi kabûl edilebilir; 44 yıl önce yapılan filmdi, şimdi karşımıza çıkan ise bir televizyon dizisi. 80’li yılların başı ile Yeşilçam’ın sona ermesinden sonra, bu anlayışın günümüzde televizyon dizilerinde sürdüğüne dair yargıyı bir çok yerde tekrar ettim. Ama bu dizi’nin beni ulaştırdığı yeni bir düşünce, bu dizilerin biçim ve veriliş şekli bakımından daha çok eski gazete tefrikalarına (bölüm bölüm yayınlanan yazılara –romanlara–) benzemesi.

Diziyi –hele sadece bir bölümü yayınlanmış iken– filmle karşılaştırmak istemiyorum, hem filmden çok uzağım, hem dizi daha yeni başladı ama en önemlisi, yukarıda da değinildiği gibi biri Halit Refiğ’in filmi, diğeri Yusuf Kurçenli’nin dizisi.

(17 Eylül 2008)

Orhan Ünser

19 Eylül 2008 Haftası

“Aslan Kral’ın Oğlu Leo”, etyemez aslanın hikâyesinde, farklılıkları zenginlik olarak benimseyip hep birlikte yaşayarak daha güçlü olunabileceğine dair bir mesaj veriyor: Animasyon olarak birinci sınıf değil ama şarkıları da dâhil hayli eğlenceli.

“İşte Özgür Dünya”, çalıştığı yerde sömürülüp haksız yere işten çıkarıldığı için kendi işini kurup sömürmeye başlayan genç kadın üzerinden, açgözlülüğün ve hak yemenin nasıl bir duygu olduğunu ve de hakkı yenilenin nasıl tepkisini çektiğini, giderek şiddeti, sonra da terörü doğurabildiğini öykülerken, “buyurun” diyor “kapitalizmin kurup yönettiği dünyanızın geldiği yer!” Alın da… Ken Loach’un bu olgunluk yapıtı -bence- en iyi filmi. Bir bireyin öyküsü üzerinden tüm bir küresel politikaları sorguluyor. Kusursuz ve içten… Bakalım ‘fena halde’ rehavete sokulmuş halkımızdan kaç kişi ilgi gösterecek?

(17 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bunları Yazmak Gerek 2: Hayvanlara Kıymayınız İnsanlar!

İnsanoğlunun, besin zincirinin en tepesinde yer alması hasebiyle doğal dengeleri bozmaya hakkı yok! Bunu uyguluyor mu: Asla! Yok edip bozmaya devam ediyor, kendi türüne işkence yaptığı gibi çoğu kez hayvanlara ve tüm bir tabiata da çektirerek… Bedelini ödeyecek tabii… Etobur insanın protein ihtiyacının büyük bölümünü karşıladığı yiyecekler, hayvanların etlerinden oluşuyor. Vejetaryen olmayıp et tüketen fakat hayvan sevgisi de gelişmiş insanlar, hayvanların modern mezbahalarda acı çekmeden öldürüldüğüne inanıp, bir tür ikiyüzlülükle, düşünmekten kaçınarak tüketiyorlar. Ama bunun dışında göz göre göre işkence, yavru – anne gözetmeden avlanma, boğa güreşleri falan diyerek vicdansızlığa iyice prim yaptırmamak gerek. Hele sanatçılar, üretirken hiç yapmamalı. Yani “nasıl olsa bu dünyada hayvanlar işkence çektirilerek öldürülüyor”, “bir ya da birkaç tane de ben öldüreyim filmimde” dememeli; bunun sonu yoktur. ‘Doğru’ bir tanedir, bu dünyada cana kıymak gibi yanlış yapılan bir şeyi sanatçı tekrar edemez… Geniş kitlelerin gözüne bunu sokamaz!

Hiçbir ama hiçbir film, bir hayvanın canından daha değerli değildir! Doğrudur; yüz yılını devirmiş sinemada milyonlarca hayvanın canına kıyılmıştır. Ve daha da vahimi bazı filmler hayvan düşmanlığını körüklemiştir. Örneğin, kitle heyecanlarını ve hayvan canı alma dürtüsünü ateşleyen “Jaws”, yıllar içinde bilimsel olarak tespit edilmiştir ki, doğal dengede ziyadesiyle önemli role sahip, çok büyük bölümü saldırgan özelliklere sahip olmayan köpekbalıkları türlerinin nüfuslarında -katliamlar sonucu- ciddi azalmalara neden olmuştur (Kaldı ki köpekbalığı insana saldırmaz, sadece yaşam alanına giren yabancı bir varlığı tanımak ister, tek tanıma aracı da ağzıdır).

Dijital teknolojinin sinemada her görüntüyü rahatlıkla yaratabildiği günümüzdeki durum nedir? Öncülüğünü ABD Sineması’nın yaptığı bir sıkı kontrol sistemiyle bu konudaki hassasiyetler dikkate alınıp bir film uğruna hayvan canına eskisi gibi kolay kıyılmamaktadır. Kuruluşu 1877 yılına dayanan AHA (American Humane Association), hayvan ve çocukları korumak amacıyla çalışmalar yapmakta ve Sinema & TV birimi, çekimlerde temsilci bulundurmaktadır: “NO ANIMALS WERE HARMED” (Hayvanlara zarar verilmemiştir), patentli bir cümledir.

ABD dışında, dünyada da genel olarak bu konuya dikkat edildiğini görmekteyiz. Ancak ne yazık ki, Avrupa’dan bazı kötü örneklere son yıllarda tanık olduk. Lars von Trier mesela. “Manderlay”de, John C. Reilly’nin filmi terk etmesine neden olan bir öldürmeye izin verdi, sonra gelen tepkiler yüzünden kurgudan çıkardı yani dik de duramadı kararının arkasında. Von Trier, film için bir eşeğin canına kıydırdı da, Michael Haneke ne yaptı? “Le Temps du Loup”da bir atı öldürttü. Bu örneklere yani hangi filmlerde hayvanların canına gerçekten kıyıldığına, IMDb sitesinin “Actual Animal Killed” başlığından ulaşabilirsiniz. Şimdi -maalesef- bizden de örnekler haberlerde yer almaya başladı. Son günlerde, bir at ve bir köpek, dikkatsizlik ve bilgisizlik sonucu iki filmin setinde öldü. Sözün bittiği yer burası! Kendi adıma, bu filmleri, durumu bile bile izlemeye gitmeyeceğim. Çekimleri sırasında can alınan bir filmin bu dünya ve insanlık için söyledikleri bir değer taşımıyor benim için. Ağızlarından “Allah”ı eksik etmeyip, doğanın yeşilinden nefret eden ve bu yeşilin/ içinde yer alan her tür canlının yok edilip yerini şantiyelere bırakmasından çok mutlu olanların bir değer taşımadıkları gibi.

Hayvanlara kıymayınız. Onlar da anne, baba. Onlar da acı çekiyor… Sanatçı olarak öldürmenin karşısında durması gerekenler sizler, can almaya karar verip alet olmayınız. Aksi olursa, sizin de, filminizin de… (14 Eylül 2008)

Ali Murat Güven’in aşağıdaki yorumu üzerine ek:

Değerli Meslektaşım,

Bilimin somut olarak saptayabildiği kadarıyla küçük mavi gezegenimiz tek yaşam alanımız; moleküler düzeyde de öyle bir düzenlenmiş ki, en üst varlık olan insan, aklını, yüreğini, vicdanını temiz / doğru kullanırsa tüm canlılar mutlu yaşar ve dünya her canlıya yeter. Aslında bu kadar basit! Teoloji alanında haddimi bilirim. Ahkâm kesemem. Ancak, ruhun serüveninin bu yaşamla sınırlı olamayacağını hissedip, idrak edecek kadar anlamlandırabilmekteyim bu mükemmel sistemler bütününü. Dinler, iyi insan olmanın ve bu doğal sistemi kusursuzca devam ettirmek için gerekli olan iman gücünün anahtarları bana göre. Yani ağzından “Allah” kelimesini düşürmeyenler “Allah”tan korkan vicdanlı insanlardır… Ama gerçekte herkes öyle mi? Şimdi takıldığınız tek cümleye bakalım: “Ağızlarından ‘Allah’ı eksik etmeyip, doğanın yeşilinden nefret eden ve bu yeşilin/ içinde yer alan her tür canlının yok edilip yerini şantiyelere bırakmasından çok mutlu olanların bir değer taşımadıkları gibi.” Şimdi soruyorum: Bu cümledeki isyanım, sizin gibi vicdan sahibi samimi Müslümanlara mı, gazetenizin yayın politikasına mı, siyasete mi, dine mi Allah aşkına? Yani çok hassassınız, inanın, satırlarınıza da bunu tüm kalbinizle yansıtıyorsunuz ama siz bu cümledekilerden misiniz ki alındınız? Aklımın bırakın ucundan, yakınından bile geçmez.

Kime isyanım biliyor musunuz? Hani belki anımsarsınız, 12 Eylül döneminden sonra oluşan genel ‘yağ çekme’ ortamında herkes paşalara yanaşırdı. İktidara gelenin borusunu çalma geleneğinin bir parçası olarak, şimdi, muhafazakâr çizgideki yönetime -bana göre yanlış bir değerlendirme sonucu- aynı ‘yağ çekme’ politikalarının bir parçası olarak medyada gözümüze gözümüze sokulan samimiyet dışı davranışların temsilcileri var ya, bunlar dillerinden “Allah” sözcüğünü düşürmezler ama para için acımadan yeşil alanları binalaştırırlar; isyanım onlara. Siz neden alındınız? Bakınız dünyanın sayılı doğal ormanlarına sahip Türkiyemiz’de bu yaz inanılmaz katliamlar yaşandı. Yeşil, bize emanet edilen, bu güzelim dünyanın yeşili ve içindeki canlılar cayır cayır yakıldı ya da yanmasına yol açacak tedbirsizliklere yol açıldı. Bu günahın bedelini kim ödeyecek? Madem gazetenizden söz açtınız; şunu bekliyorum samimi olduğunuz için. Lütfen bu yanan alanlar, aylar, yıllar içinde takip edilsin. Yanan yerler yeniden ağaçlandırılacağına yerine tek bir golf sahası çimi ekilir ya da tek bir temel atılırsa ilân edilsin; haber yapılsın, sorumlular teşhir edilsin! İşte o gün önünüzde saygıyla eğileceğim. Yanlış anlamayın; şimdi de saygı duyuyorum. Ama lütfen ağzından “Allah” sözcüğünü düşürmeyen çıkarcılarla kendinizin aynı kefeye koyulduğunu zannetme hassaslığından sıyrılın… Bakınız son bir örnek vereyim: Astoria Alışveriş Merkezi’ndeki sinemalarda siz de bazen film izlemektesiniz. Lütfen arka cepheden panoramik görüntüye bakınız. Geniş bir alan, yüksek binalar, plazalar falan. Görüntü, kentin önemli bir bölümünü kapsıyor. Tek bir yeşil alan kalmış değerli yazar. Neresi mi? Zincirlikuyu Mezarlığı!

Bu açıklamadan sonra sizi kutlamak istiyorum… Cesaretinizden ötürü! Çünkü ben yazılarınızda adı geçen görüntüleri izleyemiyorum. Çoğu kez düşünüp, inanın o hayvanlardan çok insanoğlu adına üzülüyorum, nasıl bu kadar zayıf, bu kadar zalim, aslında bu kadar acınası durumda olabiliyor diye. Ben kürk giyenlere, “ceset giyen karılar” diyorum en hafif tabiriyle. Düşünün, ‘medeni(!)’ bir dişi insan, o da anne belki, omzunun yanından sallanan bir tilki kafasıyla dolanıyor (yakın zamana kadar bir ünlü yazar)! Bu da sözün bittiği yer!

Değerli meslektaş, yazımda IMDb sitesinin ilgili başlığı olan “Actual Animal Killed” bölümünü önermem, merak edenlerin buraya girerek, tabii ki von Trier ve Haneke ile sınırlı olmayan onlarca örneği görebilmesi içindi zaten. Bu sıralamada, bir numara, aldığı puan nedeniyle “Apocalypse Now”a aittir. Benim iki binli yıllardan iki örnek vermem, hayvan haklarının korunması çalışmalarının, özellikle 1980’lerin ortasında ağırlığı hissettirmesi ve internetin gelişmesiyle paralel tüm dünyada yaygınlaşması dolayısıylaydı. Yani yeni yüzyılda, geçmişte yapılanların benzerlerinin tekrarlanması nasıl olabiliyordu hala? Çünkü dijital teknoloji sinemada her görüntüyü yaratmayı imkânlı kılıyordu. Coppola’nın filmindeki sığırın kurban edilmesi sahnesi belgesel nitelikli bir ayin sahnesidir… 1979 yılında çekilen “Kıyamet” ve daha önce Paramount yönetimince önce karşı çıkılan ama sonra bir kutuda buz içinde sete gönderilen at kafasının kullanıldığı “The Godfather” filmlerinin yönetmeni Francis Ford Coppola’nın bugün bu konuda kabul görmesi olası değildir.

Takdir edilir ki, önemli konularda belli bir bilinç ve aydınlanma düzeyine gelmek bazen uzun sürer. Yıllar önce belki dikkat etmediğimiz konular, bugün uğruna mücadele edecek kadar değer taşımaktadır. Sinema yazarları için de geçerlidir bu durum. Kendi adıma konuşursam, bir filme gitmeden onu inceliyor ve gerçek bir hayvan kıyımı varsa izlemiyorum. “Jaws” ya da hayvan öldürülen bir film, benim bir tercih listemde asla yer alamaz. Hiç ama hiçbir insanı da kimliği dolayısıyla ayırmam. Dikkat buyurun: Son günlerde haberlere konu olan hayvan ölümleriyle ilgili “dikkatsizlik ve bilgisizlik” dedim; “kasten” demedim. İsim zikretmedim. Bu sinemamızın bazı konularda ne denli uzmanlıktan yoksun çalıştığının da kanıtı (bu ayrı bir yazı konusu). Onun dışında Şavata ile ilgili söyledikleriniz tamamen benim dışımda.

Yazımda boğa güreşlerine vurgu yapmıştım zaten. Çok haklısınız! Bu tamamen vahşet! Bunun vahşet olduğunu en iyi belgeleyen sinemacılardan biri de, “The Assassination of Trotsky” (1972) adlı filmle, büyük usta “müteveffa” Joseph Losey’dir. İspanyolların bu özel boğa neslinin devamı için güreşlerin yapılmasının şart olduğu bahanesinin ardına sığınarak işkence ile hayvan öldürmesi, AB üyesi bu ülkeye yapılan uyarılara rağmen sürmektedir. Bu konuda AB kriterleri gezmeye çıkmıştır… Kurban Bayramlarında da “Allah”ın adını ağızlarına alarak şımarık veletlerinin eline bıçakları verip hayvanlara işkence yaptıranların da, ibadet yaptıklarını zannederken -esasen- büyük günah işlediklerini fark ettiklerinden kuşkuluyum inanın. Yani ağzına “Allah” adını alan bir takım samimiyetsizlerin O’nun yarattıklarına bu denli ihanet içinde olmasınadır, isyanım. Ülkemizin yükselen eğiliminde bu tipler -maalesef- çoğalmıştır. Sizin belirttiğiniz “güncel siyaset”e dönük öfke patlamam söz konusu bile değildir. Çünkü bu dünyayı korumak, güncel “kayıkçı kavgaları”ndan daha önemli; öfkem bu dünyayı korumayanlara ve Allah kahretsin, ağaçları cayır cayır yakanlara ve de sonra oraları şantiye haline getirenlere işte!

Sayın meslektaşım, sadece bir tane olan dünyayı bir bütün olarak korumak konusunda aynı düşündüğümüzü fark etmiş bulunuyorum. Desteğinize ve katkılarınıza teşekkür ederim.

(15 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Derine, Daha Derine Doğru Bir Öz Arayışı: Tatil Kitabı

54. Taormina Film Festivali’nde Jüri Özel Ödüllü ve 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma Bölümü En İyi Film Ödüllü, Bulut Film yapımlı Tatil Kitabı, 12 Eylül 2008’de izleyicisiyle buluşacak. Tatil Kitabı’nı izlerken teknolojinin getirdiği birçok şeyi unutun. En önemlisi de müziği. Tatil Kitabı’nın özel bir ritmi var size müziğin eksikliğini hissetirmiyor. Çünkü görüntüler film notaları gibi. Saf, katıksız bir film sizleri bekliyor. Seyfi Teoman, Tatil Kitabı ile sinemanın özüne inme arayışı içinde.

Sinema ile uğraşan iktisatçılar oldukça arttı, siz de onlardan birisiniz…

Boğaziçi Üniversitesi’nde sinema bölümü yoktur ama yönetmen çıkmış bir sürü Boğaziçi mezunu vardır. Okulda sinema ile ilgilenen bir grup var. Mithat Alam Film Merkezi’nin olması da büyük avantaj tabii. Bu şekilde, ekonomi okurken sinema dersleri alabiliyordum. Yapım – yönetim kadar teknik olmasa da sinema tarihine yönelik derslerdi gördüklerim.

Sanatı okulda öğrenmenin kısıtlayıcı olacağını mı düşündünüz?

Ben ekonomiden sonra Polonya’da iki sene sinema eğitimi aldım. Sürenin ne kadar olduğu önemli değil. Önemli olan bu süre içinde sinema üzerine düşünecek ekstra zamanının olması. Hayatın koşuşturmacası içinde kimsenin sinemaya ayıracak iki ya da dört senesi olmuyor. Ama sinema öğrencisiysen, sinema üzerine tartışmaya, düşünmeye vaktin oluyor. Böyle bir avantajı var. Ancak meslek olarak icra etmek istediğiniz zaman salt okuldaki eğitim yeterli olmuyor. Meselâ ben şimdi bir yere gidip iktisatçı olarak çalışamam ki. Evet, eğitimini aldım ama mesleği nasıl yapacağımı bilmiyorum.

Sinema eğitiminizi yurt dışında almanızın avantajı ne oldu?

Farklı bir vizyon sunuyor. Yapım koşullarının yurt dışında nasıl olduğunu görüyorsun. Farklı sinema dillerini tanıyorsun. Ülkeni dışardan gözlemleyebiliyorsun. Karşılaştırabiliyorsun… Çok fazla avantajı var gerçekten.

Tatil Kitabı sizin geçmişinizden izler taşıyor mu?

Yabancısı olmadığım olaylar. Ama birebir yaşamadım.

Neyi vurgulamak istediniz özellikle?

Baba otoritesi ve daha genel anlamda toplumsal muhafazakârlık filmin esas derdi.

Taşra hayatını nasıl gözlemlediniz peki?

Benim çocukluğum Kayseri’de geçti. Silifke kadar ufak değil ama İstanbul gibi de değil sonuçta. Taşrada geçen bir hikâye ama aynı olay İstanbul’un herhangi bir mahallesinde de geçebilirdi. Bir yere sıkışıp kalmasını istemedim hikâyenin. Zaman ve mekândan soyutlanmış olmalıydı.

Farklı bir taşra gözlemi var filmde. Yani öyle eğlenceli, şen – şakrak yüzler göremiyoruz. Büyük şehirde olan neyse taşra da o var sanki…

Evet, bu özellikle üzerinde durduğum bir konu. Öyle saçma bir düşünce var insanların kafasında. Taşradaki insanlar hep çok neşelidir. Dertleri, tasaları yoktur. Bir yere kadar doğru. Ancak onlar da insan! Onların da sıkıntıları, dertleri var. İletişimini, işlevselliğini yitirmiş aileler de var. Öyle bir aileyi vurgulamak istedim. Böylesi daha gerçekçi, ötesi klişe geliyor bana.

Müziksiz film yapmak cesaret işi…

Müzik güzel tasarlanırsa, iyi sonuçları oluyor. Ben öyle tasarlamadım. Müzikten de pek anlamıyorum zaten. Yani anlamıyorum derken, sahneleri müzik ile düşünemiyorum. Müzik çok güçlü bir araç. Sonradan koyduğunuzda bütün tasarımı değiştiriyor. Benim filmimin müziğe ihtiyacı olmadığını düşündüm.

Katıksız sinema arayışı belki de… Zaten sinemanın özünde ses, müzik yok.

Doğru, sinemanın özüne inmek istedim. Eksiltme durumu da çok var. Sadece sinemada değil, edebiyatta, resimde… Eksiltme eseri daha kırılgan daha incelikli bir yapıya büründürüyor. İnsan belli bir hikâye anlatma derdindeyken kendini daha iyi anlatmak için elindekileri minimuma indiriyor. Ben de elimden geldiğince planları en aza indirdim.Her şeyi en yalın haliyle anlatmaya çalıştım. Seyirciyi aptal yerine koymamaya özen gösterdim. Tekrar müziğe vurgu yapmam gerekirse, eksiltebileceğim en güçlü araç da müzikti.

Resminden, edebiyattan söz ettiniz. Film yaparken diğer sanat dallarına ne kadar hakimdiniz?

Bunlar film için tasarladığım değil de, beni kişisel olarak besleyen konular. Çünkü hepsi hayatın içinden. Sinema da buna çok müsait. Ama sinema yapmak için referans aldığım konular değil.

Film boyunca seyirci ile belli bir mesafede durma isteği var sanki, neden?

İnsani mesafede kalma arzusundan dolayı. Konu, tavır olarak duygusallaşmaya çok müsait. Ölüm, taşra hayatı… Çok şirin bir de çocuk var meselâ. Ama ben onun şirinliğini göstermemeye çalışıyorum.

Bir sahnede, bir baba – oğul tartışması var. Biz onların çok şiddetli bir şekilde kavga ettiklerini, sert bir kapı çarpma sesinden anlıyoruz…

O da eksiltme hikâyesinden doğdu. İnsanın ayağını bastığı zemin mümkün olduğunca sağlam olmalı. Daha iyi bildiğin daha gerçekçi yapabildiğin şeyi göstereceksin. Beceremiyorsan göstermeyeceksin. Emin olmadığın plânı çekmeyeceksin. Yani o sahnedeki baba ile oğlun kavgası, insanların canlandırdıkları sahneden daha zayıf olacaksa hiç olmasın daha iyi. Pragmatik bir sebebe dayanıyor yani.

Ali için Tatil Kitabı çok değerli ama neden onun için mücadele etmiyor?

Kolayına kaçıyor, diyelim. Filmin geneliyle de çok ilişkili bu durum. Bir konformizm durumu. İnsan zor durumdayken hep kolay yolu seçmeye meyillidir. Çünkü uyum sağlamak en kolayıdır.

Taşra filmleri ve çocuk bakışı, sanat filmlerinin vazgeçilmezi oldu, ne dersiniz?

Taşraya yönelme Türkiye’nin coğrafi yapısıyla ilgili olsa gerek. Çocuk da çok iyi bir anlatım aracı. İstanbul ve diğer şehirler arasında büyük bir ayrım var. Zaten yönetmenlerin kökenlerine de baktığınız zaman -Reha Erdem dışında- çoğunun taşralı olduğunu görürsünüz. Taşra hepimizin meselesi.

İlk filminizle 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Film ödülünü almak sürpriz oldu mu?

Sürpriz diyemem ama beklentimin üzerinde bir sonuç. Jüri açısından da çok cesur bir karar. Gerçi filmin kalitesine, yönetmenlerin biyografilerine bakıp karar verilemez. Ancak ilk filmleri küçümseye bayılanlar var. Her neyse, diğer filmler de çok iyiydi. Zaten bu bir yarışma değil. Bir jüri üyesinin beğendiği filmi diğeri beğenmeyebiliyor. Saygı duyulmalı bence. Biz her gittiğimiz festivalden küçük de büyük de olsa ödüller aldık.

Festival filmleri gişe de hayal kırıklığı yaratabiliyor…

Ben öyle düşünmüyorum. Bizim filmimiz çok fazla kafa yormadan da insanların bir şeyler bulabileceği, kendisine yakın hissedebileceği bir film. Bana çok doğru gelmiyor sanat filmi, gişe filmi ayrımı yapmak. Yapay bir tartışma. Yine de gişe konusunda gerçekçi olmakta fayda var. Öyle büyük kopyalarla çıkmayacağız. Adana’da çok güzel tepkiler aldık meselâ. İnşallah vizyona girdiğinde de öyle olur.

Film Türkiye tarihi için çok önemli bir gün olan 12 Eylül’de vizyona giriyor. Yeri gelmişken sorayım, nasıl buluyorsunuz 12 Eylül filmlerini ya da siz bu konuda bir film çeker misiniz?

Çok önemli bir konu. 12 Eylül’e dair birçok film yapıldı ama daha da yapılmalı. Büyük bir toplumsal travmaya yol açan bir dönemdi. Bu anlamda dönemi farklı açılardan ele alan filmleri ilgiyle izliyorum. Ben o dönemi yaşamadığım için buna dair film yapar mıyım bilmiyorum. Zaten siyasi olarak hala 12 Eylül ile hesaplaşmış değiliz. En azından sanat yoluyla bunu yapmak lâzım. Edebiyat, tiyatro, müzik… her dalda çok daha fazla çalışma yapılmalı.

Yeni bir projeniz var sanırım, bahseder misiniz?

Tabii. Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabından bir uyarlama yapma çalışması içerisindeyiz. Zaten Barış ile Tatil Kitabı’nda da birlikte çalışmıştık. Yeni film için finansman desteği arıyoruz. Kültür Bakanlığı’na başvurduk. Her şey yolunda giderse önümüzdeki Mayıs ayında çekimlere başlayacağız. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)

(11 Eylül 2008)

Gizem Ertürk